9 Eylül 2011 Cuma

Bir Misyonu Yüklenmiş Kadın: Cihan Sincar

Kızıltepe eski belediye başkanı Cihan Sincar, eşi Mehmet Sincar'ın öldürüldüğü gün üstlendiği misyonu devam ettirme kararlılığında. "Sadece eşim değil, dostum ve arkadaşımdı" dediği Sincar için "Hep güzelliklerle anımsıyorum" diyor ve ekliyor: "Ölünceye kadar onu her yerde yaşatacağım."

Cihan Sincar 3

Etkin Haber Ajansı / 03 Eylül 2011 Cumartesi, 08:03

MARDİN (ARZU DEMİR)- DEP Mardin Milletvekili Mehmet Sincar, DEP PM üyeleri Habip Kılıç ve Hikmet Kılıç'ın öldürüldüğü olayı araştırmak üzere Batman'a geldiğinin ikinci günü uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Hayat arkadaşı Cihan Sincar'ın deyimiyle "Akan kanı durdurmak için gelmişti, ancak kendi kanı akıtılmıştı."

Eşinin katledilişinin yıl dönümü öncesinde Mardin'in Kızıltepe ilçesindeki evinde görüştüğümüz Cihan Sincar, o günleri, zorluklarla geçen 18 yılı ve yüklendiği sorumlulukları anlattı.

Cihan Sincar, 4 Eylül 1993 tarihinde yaşanan saldırı sırasında Ankara'daymış. O günler için, "Bölgede çok olaylar oluyordu. İnsanlar sokaklarda öldürülüyordu" diyor. Eşi Mehmet Sincar'ın da bu olanlara "dur" demek için çabaladığını anlatıyor: "Mehmet de bölgenin vekili olarak bu konuyla ilgili bir şeyler yapma sorumluluğunu duyuyordu. 'Böyle şeyler olduğunda ben de orada olmalıyım. Elimden bir şey gelse de gelmese de insanların yanına gideyim, beni yanlarında görsünler' diyordu. Sırtına büyük bir sorumluluk almıştı ve altından kalkmak istiyordu. Batman'da o günlerde yüzlerce insan 'faili meçhul' adı altında öldürüldü.

'KANIN DURMASI İÇİN GİTTİ ONUN DA KANI AKITILDI'

Bir heyet oluşturup, Batman'a gidip olayların yaşandığı yerlerdeki esnafla ve halkla konuşmak istediler. Cinayetlerin görgü tanıklarını bulmaya ve onları konuşmaları için cesaretlendirmeye çalıştılar. Hem de kısa bir süre önce öldürülen 2 DEP'linin ailesine taziye ziyaretinde bulunmak istediler. İkinci gün öldürüldü. Kanın durması için gitti ancak O'nun da kanı döküldü."

Haberi, Ahmet Türk'ün eşi Mülkiye Türk'ten alıyor Cihan Sincar. Telefonla arayan Türk, olayın ayrıntısına girmeden "Batman'da bir şeyler olmuş haberin var mı?" diye anlatıyor. Ardından haber televizyonda yayınlanıyor ve telefonlar başlıyor.

Üç çocuğu var Sincar çiftinin. En büyük oğlu o günlerde 12 yaşında. Büyük ve ortanca çocuklar olanları anlayabilecek durumda. Ancak en küçüğü olan Kamuran olanların farkında değil. Cihan Sincar, haberi aldıkları an için, "Çok büyük bir acı" diyor ve kendi acısından öte bir anne olarak çocuklarının yaşadığı şoku anlatıyor: "Çocukların dünyaları yıkıldı, büyük bir şok yaşadılar. Odalarına kapandılar, gittim yanlarına konuştum, 'Olan oldu, yapacak bir şey yok. Bundan sonra ben size hem annelik hem de babalık yapacağım. Birbirimize destek olacağız' dedim. Ve 18 yıldır da öyle yaptık, birbirimize hep destek olduk."

"Çok büyük bir acıdır" sözünü tekrarlıyor Sincar ve "Bunu bir kerede iki kerede anlatmak çok zor. 18 yıl geçti hala anlatmak zor" diyor.

BÖLGEYE GELMEMESİ İÇİN TEHDİT EDİLMİŞ

Ölüm aslında "geliyorum" demiş. Başka bir ifadeyle, devletin kimi kurumları açık bir biçimde Mehmet Sincar'ı öldüreceklerini beyan etmişler, "Öldüreceğiz" diye. Cinayetin işlendiği 4 Eylül gününden 3 gün önce Meclis'in açılışında konuşan Başbakan Süleyman Demirel de, DEP sıralarındaki milletvekillerine bakarak, "Teröre destek verenler en az terörü yapanlar kadar suçlu ve lanetlidirler" demişti.

Sadece bu tehdit de değil. Mehmet Sincar'ın 80 yaşındaki babası olaydan 10 gün önce Kızıltepe'de gözaltına alınarak bir hafta boyunca sorgulanıyor. Sorgunun mesajı ise, "Mehmet Sincar bölgeye gelmesin."

Cihan Sincar, kayınbabasından dinlediği sorgu günlerini de anlattı: "Gözaltında sürekli olarak, Mehmet'in bölgeye gelmemesi, gelirse başına bir şeyler gelebileceği söylenmişti. Kayınbabama işkence yapmamışlardı ama her gün sorguya alıp sürekli 'Mehmet gelmesin buralara' demişlerdi. Kayınbabam bana bunu gözaltından bırakıldıktan sonra anlattı, sonra da 'Kızım ben söylersem beni dinlemez ama belki sen söylersen dinler. Mehmet'e söyle de gelmesin bu taraflara' dedi. Ben o sırada Kızıltepe'deydim. Okullar açılmak üzereydi, 2-3 gün sonra Ankara'ya gidecektim. Telefonda konuşurken, Mehmet'e polislerin söylediklerini anlattım. Mehmet güldü, 'Bir şey olmaz Cihan. Korkma, bir şey olmaz" dedi. Çok sakin bir insandı. Görev ve sorumluluklarını da sakince, şov yapmadan yerine getirirdi. Ölümünün ardından beni bugünlere kadar getiren onun dürüstlüğü ve insan sevgisi oldu. Ondan sürekli büyük bir güç aldım. Eşim olmasının yanında arkadaşımdı, dostumdu, babamdı benim."

ACISI KADAR METANETİ DE BÜYÜK

Diğer Kürt kadınları gibi Cihan Sincar; 18 yıla karşın acısının azalmadığı her halinden belli ancak metaneti de yüksek. Ölüm karşısındaki bu metanetini yaşadığı koşullara ve bir de yüklendiği sorumluluğa bağlıyor: "Biz Kürdüz. Bu bölgede yaşıyoruz. Suriye'de doğdum. Babam da sürgündü herkes gibi. Dersim katliamından sonra ailem Suriye'ye göç etti. Türkiye'ye döndüğümde 4-5 yaşındaydım. Katliamlarla büyüdük, annelerimiz, nenelerimiz yaşadıklarını anlattı sürekli. Bir halk olarak çok acılar yaşadık. Bu metanetimizde bütün yaşadıklarımızın etkisi var. Bir de güçlü olmamda ailemin desteği de büyük. Bu güçte onların payı da var. Eşimi her yerde her toplumda en iyi şekilde temsil edersem görevimi yapmış olurum. Ağlamakla, ezik durmakla ne geçecek elime ki. Binlerce bizim gibi insan var. Yalnız olmadığımızı biliyorum ve gücümüzü de bütün insanlardan alıyorum."

Cihan Sincar bir misyonu, görevi yüklenmiş. Bunu sürekli ifade ediyor ve bunun çok zor ve ağır bir sorumluluk olduğunun farkında. Ancak severek yaptığı da anlaşılıyor. Bu sevgisinde Mehmet Sincar ile arasındaki ilişkinin etkisi ise büyük: "O borcu hep sırtımda hissediyorum. Bir misyon taşıyorum. Burada yaşamak zaten zor. Onun dışında bir sorumluluktur bu. İnsan hayatını birleştirince bir söz veriyor ve bu sözün de tutulması gerekiyor. Ağır bir sorumluluk. 15 yıl birlikte olduk, Mehmet'in eksiğini ve yanlışını hemen hiç görmedim. Hep iyi olanlar aklımda. Hiçbir kötü tarafı aklıma gelmedi. Onu yaşatmaya çalışacağım sonuna kadar. Ben yaşadıkça o da yaşayacak benimle birlikte."

18 YILIN ÖZETİ: ZOR

"18 yılın özeti nedir?" sorusunun yanıtı tek kelime, "Zor." Ancak ekliyor: "Zor olmayan bir şeyin değeri de olmuyor galiba."

Zor olanlardan biri de küçük oğlu Kamuran'ın babasının ölümünü bir türlü kabul edememesi olmuş: "O gün çok küçüktü. Hep 'niye benim babam?' diye soruyordu. Anlatıyorduk ama kabullenemiyordu. Ölümü anlama yaşına gelinceye kadar babası için 'uzaklarda' dedik. Bu kez de diyordu ki; 'Orada telefon yok mu, telefon edelim.' Babasının 6. yılında o da mezara gelmek istedi. Gelmesini istemedim ama zorla geldi. Çok gerildi, sinir krizi geçirdi. Alışana kadar epeyce yordu. Hala alışmış değil, kabullenmiş değil bu durumu."

Cinayette sorumluluğu olanların tamamı 18 yıla rağmen hala cezalandırılmış değil. Cihan Sincar, istendiği durumda bu cinayetin bütün bağlantılarının çözülebileceğine emin. Onun adaletin bir gün yerini bulacağına inancı da tam: "Adaletin yerini bulacağına inanıyorum. Ben görmesem bile torunlarım görecek. Geç de olsa adalet yerini bulacak. Hiçbir şey sonsuza kalmaz. Eşim geri gelmez artık ama başka çocuklar babasız kalmasın diye mücadelemiz bizim. Biz ne çektiysek o çocuklar da çekiyor. Artık böyle olmamalı. Ölüm çok ağır bir şey. Hele de bir insanın hayatı başka bir insan tarafından alınıyorsa."

Onun temennisi sadece eşinin öldürüldüğü olayla ilgili değil, bütün faili meçhul cinayetlerle ilgili. Sıklıkla belirtiyor, "başka çocuklar babasız kalmamalı. Bu nedenle faili meçhul cinayetler aydınlatılmalı ve akan bu kan da durmalı, operasyonlar son bulmalı" diyor.

'BİRBİRİMİZİ TAMAMLADIK'

Zor sorulardan biri daha: "Mehmet Sincar, bir eş olarak nasıl biriydi?" Yanıtı, sevecenlik ve içtenlikle dolu: "Arkadaştı benim için. Öğretmendi aynı zamanda. Daha sakin ve ince bir insandı. Okumayı seven biriydi. İşi olmayınca evindeydi. Kadınlar çok geç hazırlanıyor, erkekler çabuk çıkıyor. Ben çocukları hazırlar kapıya çıkardım, takılırdım ona "ya Mehmet ben çocukları hazırladım, kendim hazırlandım, sen hala hazırlanamadın" diye takılırdım. Ben biraz tezcanlıyım. Bana derdi 'sen 9 ay annenin karnında nasıl durdun?' O kadar yıl geçti düşünüyorum, nerede eksiklik yaptı diye. Hiçbir şey bulamıyorum. Yaşadıklarımız hep bizi birbirine kenetledi. Hem kardeşim oldu, eşim oldu, babam oldu. Her şeyim oldu benim. Sadece çocuklarımın babası değildi yani. Akrabalığımız da vardı. Birbirimizi tamamladık. Anlıyorduk birbirimizi. Güzel bir 15 yılımız geçti. Ömrümün sonuna kadar görevimi yapacağım. İnsan nasıl anlatacağını bilemiyor ki. Hep güzellikle anıyorum onu, güzel huyları aklıma geliyor. Anlatmak da çok zor geliyor."

Geride kalan 18 yıl olduğu gibi yarın da mezarına gidecek: "Mezara gittiğimde ilk kez duymuş gibi oluyorum. 2-3 gün kendimi toparlayamıyorum. Sonra yeniden toparlıyorum. Bütün ömrümüz boyunca kafamızdan çıkmıyor. Mutlaka gözünüzün önüne bir yerde geliyor. İnsanı zorluyor, yıpratıyor. Bir eksiklik var, bir burukluk var. Hep saklıdır ve seni bekliyor ve olmadık zamanda ortaya çıkıyor. Biz kimseye zarar vermediğimiz için mutluyum. İyi ki katillerin yerinde biz değiliz. Böyle daha razıyım, üzüleyim, buruk olayım ama katil olmayayım."

Devletten de bir özür bekliyor Sincar ailesi. "En iyi özür de, bütün faili meçhullerin aydınlatılması olacak" diyor.

AKP Kürtlere Sivil Cuma Namazını Yasakladı

İstanbul'da her hafta kılınan "Sivil Cuma Namazı"na, "Sivil itaatsizlik kapsamında yapılan her eylem yasaklandı" gerekçesiyle izin verilmedi. Duruma tepki gösteren vatandaşlar ise "Sivil Cuma"da ısrar edeceklerini belirtti.

Bağcılar İlçesi Yenimahalle Mevlana Parkı'nın yanındaki alanda her hafta kılınan "Sivil Cuma Namazı"na bu hafta için verilmedi. Namaz öncesi alanı çevik kuvvet, panzerler ve müdahale araçları ile ablukaya alan polisler, yurttaşların alana girmesine izin vermedi. Polisler gerekçe olarak da, "Sivil itaatsizlik kapsamında yapılan her şeyin yasaklandığını" ileri sürerken, kararın kendilerine merkezden bildirildiğini ve namazın kılınması halinde müdahale edeceklerini belirtti.

Bunun üzerine, namaz için gelen yüzün üzerinde kişi, polisin ablukaya aldığı alanın karşısında açıklama yaptı. Açıklama yapan BDP Bağcılar İlçe Başkanı Eşref Yaşar, "En doğal hakkımız olan sivil itaatsizlik kapsamında yaptığımız 'Sivil Cuma Namazı'nın engellenmesini lanetle kınıyoruz. Bu yaklaşımı kabul etmiyoruz. Yasaları çiğneyecek hiçbir şey yapmadık. Bugün yapacağımız namaz, burada engellendi, ancak her Cuma günü Sivil Cuma namazlarımızı kılmak üzere alanlara çıkacağız. Eğer bizi buraya tekrar almazlarsa, cadde, sokak neresi varsa, orada namazımızı kılacağız. Bize gaz da, bomba da atılsa kılacağız" dedi.

İstanbul Din Alimleri Yardımlaşma Derneği (İDAYDER) Başkanı Celalettin Yöyler ise, engellemeyi kınayarak, "Din devletin malı değildir. Bu yüzden serbest olmalı ve biz sivil Cuma namazımızı her yerde kılmalıyız" dedi.

Açıklamanın ardından yurttaşlar dağılırken, Cuma Namazı için gelenler de geri çevrildi.

Duran Kalkan: ''AKP'yle Suriye Üzerinde de Mücadele İçindeyiz ''

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Duran Kalkan, ‘AKP’yle Suriye üzerinde de mücadele içindeyiz’ dedi. Türk hükümetinin Suriye’deki Kürt iradesine yönelik bir saldırı başlattığına dikkat çeken Duran Kalkan, Amudê’de ve Kamışlo’da Türk istihbaratının provokasyon yaratmaya çalıştığını belirtti.

Türkiye’nin Suriye politikasını değerlendiren Duran Kalkan’ın açıklamaları şöyle:

''AKP’nin politikalarına karşı koyduğumuz tutum nasıl ele alınıyor bilemiyorum. Ama bazı AKP yardakçısı basın organları ve yazarlar tarafından ‘İşte PKK içindeki Suriyeli Kürtler savaşı kışkırtıyor ve yürütüyorlar. AKP’ye karşı bu savaş yanlısı politikayı onlar istiyorlar’ deniliyor. Geçen gün bir yazıda okudum, ‘Beşer Esad’ın yerine Bahoz Erdal geçse ne olur?’ diye değerlendiriyorlardı. Böyle uyduruk şeyler tartışıyorlar. Bu gelişmeleri güya kendi içimizdeki duruma, kendilerinin ürettikleri sözde sorunlara bağlıyorlar. Onunla bir alakası yoktur.

Suriye sınırları içerisinde yaşayan Kürt halkının ve gençliğinin Özgürlük Mücadelesi’ne güçlü bir katılımı var. Bu katılım 1980’den bu yana da sürüyor. Her bakımdan hareketi destekliyorlar. Suriye içerisindeki Kürtler ezici bir çoğunlukla Önder Apo ve PKK taraftarıdırlar. Gerilla içerisinde de önemli bir nicelik var. Suriye’de yaşayan Kürt halkının Özgürlük Mücadelesi içinde verdiği binlerce şehidi var. Savaşta oldukça etkinlik göstermiş olan arkadaşlarımız var. Hem gerilla hem de genel hareket içinde hem Suriye’den gelen kadrolar, hem oradaki halkın mücadelesi önemli bir yer tutuyor. Fakat bu, politikayı onlar belirliyor anlamında değildir. Dolayısıyla bu tür yaklaşımlar bir hikayedir.

Aslında Kürt ve PKK gerçeğini anlamamaya, inkar etmeye dayalı yaklaşımlar oluyorlar. Deyim yerindeyse bu tür yaklaşımlara öküz altında buzağı arayan yaklaşımlar demek lazım. Bunlar gerçeğe gözünü kapatan, olguyu görmeyen yaklaşımlardır.

‘İSYANIN NASIL SONUÇLANACAĞI SURİYE’DE BELİRLENECEK’

Ama Suriye’deki gelişmelerle bağlantılı olarak geliştirdiğimiz politikalarımızın AKP ile geliştirdiğimiz mücadeleyle bağlantısı var mı? Var elbette. Arap halkının Ocak ayından başlayan isyanı Tunus ve Mısır’dan başladı, bütün Arap ülkelerine yayıldı ve nihayetinde gelip Suriye’de odaklaştı. Öyle anlaşılıyor ki, bu isyanın nasıl sonuçlanacağı Suriye’de belirlenecek.

Arap alemindeki isyanın sonuçları Suriye’de ortaya çıkacak sonuca göre bir siyasi yapılanma kazanacak. Bu mücadelenin bu kadar Suriye’de kilitlenmesi bunu ifade ediyor. Bu tarihsel olarak da böyledir. İslami akımda, hatta ilk devletçi gelişmede de böyle oldu. Irak’tan, Mısır’dan başlayan devletçi gelişme Suriye üzerinde bir sisteme kavuştu. Hatta Arabistan’da doğan İslamiyet Suriye’de devletleşti. Bu bakımdan Şam’ın, Suriye’nin Arap siyasetinin şekillenmesinde belirleyici bir yeri var. Doğuş Irak’ta, Arabistan’da, Mısır’da olabiliyor, oralar öncülük edebiliyor, ama yapılanma Suriye’de ortaya çıkıyor. Öyle anlaşılıyor ki, bu 2011 isyanının da gelişimi ve sonucu böyle olacak. Bu bakımdan Suriye’deki mücadele önemlidir. Biz Arap Alemi açısından önemsiyoruz.

‘MÜCADELE İÇİNDEYİZ’

Öte yandan Kürt Özgürlük Hareketi açısından da bir değerlendirme yapılabilir. Kuzey’de bu kadar mücadele yürüyor. Güneyde ve doğuda yürüdü. Son dönemlerde Arap isyanının gelip Suriye’de kilitlenmesiyle birlikte Suriye Kürt sorununun çözümünde önemli bir nokta haline geldi. Adeta Kürdistan’da yürütülen mücadelenin de yönünün nereye gideceği, hangi gücün etkili olacağının yakın vade için belirleneceği bir merkez haline geldi. Bu bakımdan biz de Suriye’deki gelişmeleri önemsedik. Aslında Suriye üzerine yürütülen mücadele sonucunda yeni arayışların nasıl şekilleneceği belirlenecek. Bunun bir parçası olarak elbette Kürtler karşısında Arap yaklaşımı ne olacak, Suriye çözümü Suriye’deki Kürtlere nasıl yaklaşacak soruları cevap bulacak. Bu da işte Kürdistan’daki mücadelenin seyri üzerinde etkili olacak. Bu bakımdan biz AKP’yle Suriye üzerinde de mücadele içindeyiz. Hem bölgedeki gelişmelerin yönlendirilmesi açısından, hem de ve daha önemli olarak da tabi ki Suriye’de yaşayan Kürtlerin durumunun ne olacağı açısından Suriye’deki mevcut halk hareketliliğinin, iç mücadelenin Kürt sorununa, onun çözümüne nasıl yaklaşacağı önemli olacak. Bu da tabi ki diğer parçaları da etkileyecek.

SURİYE’YE SAVAŞ AÇTILAR

Bu gerçeğe bağlı olarak AKP Kürtlere yönelik bir saldırganlık halinde. ABD Başkanı Obama ‘’Erdoğan hepimiz adına konuşuyor’’ dedi. Milli Güvenlik Kurulu adeta Suriye’yi işgal etme kararı almış durumda. AKP bunu önerdi ve MGK bu konuda karar aldı. Türk ordusu buna hazır tutuluyor. Tayyip Erdoğan bunu her fırsatta söylüyor da. Beşar Esad Yönetimi’ni çekilmesi için en çok zorlayan Ankara hükümeti, Tayyip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu’dur. Bunu her gün yapıyorlar. İşte nitekim savaş açtılar gibi de. Türk uçakları Medya Savunma Alanlarını bombalarken ilk başta Suriye’deki Kürtlerin demokratik örgütlenme merkezlerini hedefledi. Bunu bilinçsiz ve rastgele yapmadı. Aslında bir bakıma Suriye’deki Kürt iradesine yönelik askeri saldırısını başlatmış oldu.

‘MİT ÇİRİT ATIYOR’

Öte yandan Amudê’de, Qamışlo’da provokasyon yaratmaya çalışıyorlar. MİT ve istihbarat orda cirit atıyor. Oradaki halkın özgürlükçü demokratik duruşunu provoke ve sabote etmek için çeşitli ajan kişiliklere Türkiye bayrakları açtırmaya çalışıyorlar. Şu an Güney Batı Kürdistan halkı için tabi Suriye’de ulusalcı ve dinci milliyetçiliğin saldırganlığı bir tehdit oluşturduğu kadar, en az onun kadar ve belki ondan daha fazla AKP hükümetinin askeri işgal hazırlıkları da büyük bir tehlike oluşturuyor. Biz buna karşı da mücadele ediyoruz. AKP’yle sadece Kuzey Kürdistan’da mücadele etmiyoruz ki, Güney Batı, Güney, Doğu Kürdistan’da da, Avrupa’da da, Asya’da da mücadele ediyoruz.

Kürt mücadelesi bir küresel mücadele konumundadır. Çünkü Kürt sorunu küresel kapitalist sistemin yarattığı bir sorun, dolayısıyla küresel düzeyde çözülmeyi gerektiriyor. Bu bakımdan Kürt inkarını günümüzde birinci düzeyde Türk devleti ve AKP hükümeti yürütüyor. Bu bakımdan da soykırım rejimini yürüten hükümet ile küresel düzeyde mücadele halindeyiz. Zaten Tayyip Erdoğan dünyayı dört dönüyor ve herkesle PKK’nin teröristliği üzerine anlaşma yapmaya çalışıyor. Tabi bizim onlar kadar ilişkilerimiz yok. Ama en azından Kürdistan parçalarında ve yurtdışında varolduğu her yerde Kürt halkına ulaşarak halk düzeyinde AKP’yle bir mücadele yürütüyoruz. Bununla bağlantılı olarak tabi ki bu son gelişmelerin içinde Suriye’deki durum, yaşanan mücadele ve onun içerisinde Suriye’de Kürt sorununun çözüm mücadelesi de var. Bu anlamda da PKK olarak biz AKP’yle bir mücadele halindeyiz. Nasıl ki Suriye’deki BAAS milliyetçiliğiyle, İhvan-i Müslim’in dinci milliyetçiliğiyle bir mücadele halindeysek, bu milliyetçiliklere karşısı demokratik Suriye çizgisini temsil ediyor ve Kürt sorununun Suriye’nin demokratikleşmesi temelinde Demokratik Özerklik çizgisinde gelişmesini öngörüyorsak, aynı biçimde demokratik özerklik çizgisine karşı Kuzey’de, Güney’de, Doğu’da saldırı yürüten AKP hükümetinin Güney Batı Kürdistan’da da baskılarına, ajan faaliyetlerine, askeri saldırılarına karşı da bir mücadele yürütüyoruz. Önemli bir mücadele de Suriye’deki Kürtlerin durumu üzerinde sürmektedir. Böyle bir mücadelenin de güncel planda Kürdistan üzerinde yürüyen mücadelede önemli bir yeri ve konumu mevcut.’’

İsrail Kürtlerle İşbirliği Yapmak İstiyor!

İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman, Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tehditlerine karşı “cezalandırıcı” tedbirler aldı. Alınan kararlar arasında Ermeni lobileriyle işbirliği yapılması ve PKK yöneticileriyle Avrupa’da toplantılar düzenlenmesi de yer alıyor.

Türkiye ile ne zaman sorunları baş gösterse İsrail, Türkiye'nin Kürtlere yaptığı saldırıları gündeme getiriyor. PKK'ye karşı savaşta Türkiye'nin en büyük askeri destekçisi olan İsrail'in bu çıkışları Kürtler arasında şüphe ile karşılanıyor.

AKP hükümeti ile İsrail arasındaki “Mavi Marmara” gerginliği karşılıklı şantaj ve tehditlere dönüştü. Yedioth Ahronoth gazetesinde yer alan bir habere göre İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman, Türkiye’nin İsrail’e karşı aldığı kararlara karşı “cezalandırıcı” tedbirler alacaklarını söyledi. Gazeteye göre Lİeberman, Erdoğan’ı “cezalandırmak” için, sert tedbirler almaya karar verdi.

Dışişleri Bakanlığı’nda Perşembe günü yapılan toplantının ardından yetkililer, Türkiye’nin İsrail’in özrüyle ilgilenmediği, İsrail ile arasındaki anlaşmazlığı Ankara’nın İslam dünyasındaki statüsün güçlendirmek kullandığını belirtti. Gazeteye göre Lieberman da “özür dileme formüllerinin aranmasını yararsız” bularak, bunun yerine Türkiye’yi cezalandırmak için çabalar üzerine yoğunlaşmak gerektiğini ifade etti.

ERMENİ LOBİLERLE GÖRÜŞECEK

Tedbirler kapsamında, ilk eylem olarak İsrail ordusunun tüm eski savaşçılarından Türkiye’ye seyahat etmemeleri istenecek. Bununla birlikte İsrail vatandaşlardan Türkiye’ye aktarmalı yolculuklardan vazgeçmeleri çağrısı yapılacak.

Diğer bir tedbir Ermenilerle ilişkilerin kolaylaştırılması olacak. Lieberman bu ay ABD’ye yapacağı ziyarette Ermeni lobisi yöneticileri ile görüşecek ve Kongre bünyesindeki Türk karşıtlarına işbirliği teklif edecek.

KÜRTLERLE TOPLANTILAR YAPILACAK!

Gazete bu adımın "dünya çapında Ermeni soykırımının tanınmasını teşvik çabalarına İsrail’in katkısının yapması" anlamına geldiği yorumunu yaparken, bunun da Türkiye’ye "ciddi bir biçimde zarar vereceği" kaydediliyor. İsrail’in "Ağrı Dağı (Ararat) ile ilgili anlaşmazlıkta Ermenistan’a destek verebileceği" ifade ediliyor.

Gazeteye göre Lieberman Avrupa’daki PKK yöneticileri ile toplantı yaparak “onlarla mümkün olan tüm alanlarla işbirliği yapılmasını” da öngörüyor. Haberde şu ifadeler dikkat çekiyor: "Lieberman, aynı zamanda Kürt isyancı grubu PKK liderleri ile Avrupa’da toplantıları düzenlemeyi de planlıyor. Amacı, onlarla ‘işbirliğini yapmak ve onları mümkün olan her alanda güçlendirmek’. Bu toplantılarda Kürtler, İsrail’den eğitim ve silah biçiminde askeri yardım isteyebilir, böyle bir adım gerçekleşirse büyük bir Türkiye karşıtı pozisyon olur."

Gazeteye göre Lieberman Erdoğan'a “İsrail ile uğraşmakla hiçbir kar elde edemeyeceği”ni anlaması için iyi bir ders verilmesi gerektiğini söyledi.

Yorumsuz

Aslı ERDOĞAN

Birer aynaya dönüşmesini umduğum pencereler açmayı sürdürüyorum ‘sorun’ diye adlandırdığımıza... Ya da bugün içinde bulunduğumuz çözümsüzlük halinin düğümlerinin nasıl ve neden atıldığına bakmayı deniyorum. Yorum yapmadan alıntılayacağım ilk yazıya Birgün gazetesinde rastladım. (Beni her okuyuşumda ağlatıyor.) Binlerce mezartaşı yatıyor bizlerle gerçeğin ufku arasında, kan kırmızı, delik deşik duvarlar geçit vermiyor sözcüklere... Susmalı. Tek bir cümle: Etrafında meydan ateşleri yaktığımız bir korkuluğa nasıl ve neden çevirdik ‘vicdanımızı’? Önüne gelenin nişan aldığı, üzerine tükürdüğü, kahkahalar savurduğu...


“Bunlar bana geldiler, bu saatte geldiklerine göre beni öldürecekler.”


“Gece saat 12’ye geliyordu. Bahçeye üç araç geldi, biri lacivert, ikisi kahve. Polislerden biri, ‘yenge merak etme,iki güne çıkar’ dedi.”


“5 Temmuz’du. Gece 11’i geçiyordu. Üç araba gittik. Biri lacivert, JİTEM’indi... Maden’e doğru yola çıktık. Yargısız infaz olacağı için normal polis devriyesine falan rastlayıp işi bozmasınlar diye iki polis arabası bize eskort yapıyordu... Beşinde aldık, altısı akşamı işini bitirdiler. Bizim yanımızdan alarak uzaklaştılar. Öldürülmemişti henüz.”


“Vedat Aydın’ın cenaze töreni 10 Temmuz’da yapılacaktı. Biz ancak 300-500 kişi gelir diye tahmin yapıyorduk. Türkiye’nin her yerinden insanlar geldi... A timleri surların üzerine yerleştirildi. Sadece ben kalabalığın üzerine 47 mermi sıktım. Ortalık kan gölüne dönmüştü. Kimlik kontrolü yapıyor, istediğimizi alıyorduk... Üç yaralıyı da vurduk... O gün 116 kişi öldü. Ama resmi olarak 7 kişinin öldüğünü açıkladık. Fis köyüne yakın bir yere topluca gömüldüler. İki ayrı çukur açılmıştı. Kalan 15-20 ceset parçalara ayrılıp nehre bırakıldı... Bir Mersedes’le İstanbul’a gittik, yedik içtik, eğlendik. Bizi ödüllendirdiler.”


(Nazım Alpman’ın yazısından alıntıladım, ilk cümleler HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın’ın eşinin açıklaması... Diğerleri katıldığı operasyonları anlatan ‘eski bir itirafçının’ Şanar Yurdatapan ve Celal Başlangıç’a verdiği röportajdan...)


Basının cenaze törenini nasıl aktardığını görmek için ana medyadan bir gazetenin 11 ve 12 Temmuz 1991 tarihli sayılarına baktım. Alıntılıyorum: ”TAHRİK VAR!” ... “Cenazedeki ilk olay bir grubun güvenlik güçlerine taş atmasıyla patlak verdi. Ortalık bir anda karıştı. Güvenlik güçleri müdahale edince taş yağmuru kesildi... Cenaze PKK bayrağına sarılmıştı... Hassas noktalara yerleştirilen güvenlik güçleri olayların gelişmesini önledi... Silah sesleri susmak bilmedi... Aniden kurşun yağmuruna tutulan karakollara kendinizi koruyun emri verildi. Olası bir sabotaja karşı elektrikler kesildi... En yoğun silah sesleri Mardinkapı çevresinde duyuldu. Polis ve askeri birlikler burada mevzilendiler. Zaman zaman karşı ateş açtılar... Yer yer silah, yer yer taş sopa kullanan çatışmacılar... 3’ü polis 60 yaralı, biri 14 diğeri 19 yaşında üç ölü... 361 gözaltı.”


Haber taş atan çocuk fotoğraflarıyla ve tahrik olduğuna dair hükümet açıklamarıyla veriliyor. İçişleri Bakanlığı olayın sorumlusu olarak HEP’i gösteriyor. OHAL açıklamasına genişçe yer veriliyor. Alıntılar: “Cenazede milli birlik ve beraberliğimize aykırı sloganlar atılmıştır... Kamu kurum ve kuruluşlarına, devlet güvenlik güçlerine sürekli taş ve sopalarla saldırılmıştır. Bütün bu davranışlara rağmen, devlet güvenlik güçleri, kendi aklı selimleri uyarınca davranarak saldırının artmasını önlemiş, korteji kontrol altında tutmayı yeğlemiştir... Güvenlik güçlerinin bütün olumlu tutum ve davranışlarına rağmen Mardinkapı Karakolu önce taşlanmış, arkasından silahlı saldırıya uğramıştır... Devlet güvenlik güçlerinin üzerine sürekli ateş edilmiştir. 19 ilden gelen, milli birlik ve beraberliğimizi parçalamayı hedefleyen 266 kişi gözaltına alınmıştır... Üç ölü, sadece biri ağır olmak üzere 119 yaralı...”


İnsan, kendi suretine bakarak çamurdan bir adamı, golemi yoğurmuş ve alnına EMET yazmış: Gerçek. Ama tek bir harfi düşünce MET kalmış geriye: ölüm.

İran'dan Bir Tepki Daha: ''Türkiye Dikkat Etsin''

İran Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Ramin Mihmanperest, devlet televizyonuna yaptığı açıklamada, “Dost ve komşu ülkelerin gerilime yol açan ve bölgede durumu zorlaştıran politikalar izlememelerini bekleriz” dedi.

NATO’nun füze savunma kalkanı unsurlarının Türkiye’ye yerleştirilmesinin bölgenin güvenlik ve istikrarını kötüleştireceğini söyleyen Mihmanperest, Ankara’yı kararlarında daha dikkatli olmaya çağırdı. Sözcü, “İran, dünyada ve bölgede silahlanma yarışı yaratacak her türlü eylemi kınamaktadır” dedi.


İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ramin Mihmanperest, dün Atina ziyaretinde yaptığı açıklamada da Türkiye’ye yerleştirilmesi planlanan NATO füze savunma sisteminin İran’a karşı yapılmadığını, bunun gerçek hedefinin aslında doğudaki başka bir ülke olduğunu söylemişti.


Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Grigoris Delavekuras’ın daveti üzerine ziyaret ettiği Atina’da Yunanlı gazetecilerin konuyla ilgili sorularını yanıtlayan Mihmanperest, “ABD’nin bölgedeki varlığını haklı göstermek için İran’ı bahane olarak kullandığını” söylemişti.


‘Ankara kuşkulu’


Öte yandan İran Meclisi Dışişlişkiler Komisyonu üyesi olan ülkedeki etkili isimlerden İsmail Kosari, Türkiyeínin geçmişteki pozisyonlarının Müslüman uluslar arasında umut yarattığını belirterek, NATO kararının ise “kuşku ve belirsizliğe” yol açtığı tepkisinde bulundu. Kosari, “Bölge ülkeleri böyle bir çelişkiyi kabul edemez” diye uyarırken, Ankara’yı kararını gözden geçirmeye çağırdı.

Arda'ya Hiza, Savaşa Devam

Arda Turan, halkların şehit evlatları için üzüntüsünü dile getirdiği malum konuşması nedeni ile dost düşman herkesin ortasına düşüverdi sahada top misali.

Açık söyleyeyim Arda’nın ne dediğinden çok, siyasetin ve toplumsal dinamiklerin ne derece gergin olduğunu gösteren tablo dikkatimi çekti. Anlayış, uzlaşma, barış, adalet ihtiyacı had safhadayken ortada bunlardan hiç kalmadığını gösteren bu tablo, halklar arasında barış ve kardeşlik adına umutlu değerlendirmeler yapılmasına mani olabilecek kadar büyük üstelik.

Nitekim; iktidarın savaş kararlılığına bağlı kesimlerce eleştiri ve tehdit yağmuruna tutulan Arda sözlerini geri çekti. Başka bir deyişle hizaya getirdiler Arda’yı. Ancak hizaya getirdikleri halde kızgınlıklarını söndüremeyip suçlamaya devam ettiler. “Yanlış anlaşılacak sözler söylemiş olması bu sözleri geri almış olması ile affedilemez, bunları söylemeden önce bir bilene danışsaydı…” bile dedi kimi yorumcular.

AKP iktidarının seleflerini aratır yasakçılığı, saldırganlığı bu kez Arda için ortaya çıkmış oldu. Bizzat Başbakan yahut taraf medya aracılığı ile halka, muhaliflere, aydınlara yönelik tehditlere tanıklığımıza Arda da eklenmiş oldu.

Öte yandan Arda, ülkenin içinde bulunduğu durumdan endişeli olan ve barış isteyen kesimlerce alkışlandı, hatta sözleri ile çok kişinin “içini soğuttu” denilebilir.

Evet, zor zamanlardan geçiyoruz. Güçlerin sınandığı bu ortamda her gün karşılıklı ölüm ve gözyaşı yarıştırıyoruz. Barış çabalarının, halkların eşit, özgür bir ortamda birlikte yaşamak arzusunun iktidar tarafından dinamitlendiği, aklın yerini kirli hesapların, kızgınlık ve nefretin almaya başladığı zamanlardayız. Tutunacak her dal önemli. Fırat’ın beri yakasındaki insanların da sağduyulu, vicdanlı, adil yaklaşımlarına ihtiyacımız var.
Ancak ne dedi Arda ve sadece demekle ne çözüldü bugüne kadar?

Karşılaştığı baskı neticesi sözlerini, vicdanını ve sağduyusunu iktidarın sınırlarına çeken bir futbolcudan çıkan bu sesleri abartarak sadece onun vicdanını rahatlatıyoruz hissiyatını ve bu bizim işimiz değil kanaatini taşıyorum.

Kaldı ki; ölü bedenleri bile kullanan AKP iktidarının savaş politikalarına karşı yapılması gereken şey, masa başında bir şey istemenin ötesine geçmiş bulunuyor çok zamandır.

Evet, zor zamanlardan geçiyoruz. AKP, PKK ‘yi Kandil'de yok etmek hesabı ile sınır ötesi operasyonlar yaptığını söylese de, hesabına berideki “PKK halktır halk burada” sloganı etrafında bir araya gelen milyonların da dâhil olduğu açık. Demokratik hakkını kullananlara yönelik saldırılar ve devam eden tutuklamalar bunun en basit kanıtı durumunda.

Amerikan Haber Ajansı AP’nin yaptığı araştırma da, bu gidişata ayna tutmaktadır. Bu araştırmaya göre Türkiye, terör suçlaması ile gözaltına alma ve tutuklama konusunda dünyada birinci sırada yer alıyor. Kürt sorununu, barış taleplerini, demokrasi taleplerini terör sorunu, bu uğurda mücadele eden herkesi terörist gören bir yönetme anlayışından başka hangi sonuç çıkabilirdi ki? 

Sonuç olarak: Geleceğin isabetli tahmini zorsa da, PKK’nin savaş yöntemleri ile yok edilemeyeceğine dair her kesimce yapılan değerlendirmelerin de işaret ettiği gerçeklerle düşünüldüğünde, bu aşamada savaşta ısrar ve barışın yollarını kapayan AKP için söylenebilecek tek şey; Türkiye’yi bilinçli olarak ve Kürtlerin bir arada yaşama ısrarlarına rağmen bölünmeye sürüklediğidir.


GÜLSEREN YOLERİ


Söylenmiş En Güzel Söz: Vicdani Red

Gücün ve şiddetin, sözü ve hayatı egemenliğine aldığı günlerdeyiz.
11 Eylül İkiz kuleler saldırıları olduğunda dönemin ABD Başkanı Bush “ya bizden yanasınız ya da teröristlerden…” diyordu. Bush ak ve karadan ibaret bir dünya tasavvuru çiziyordu. Sonrasında yaşananlar malum; savaş ve ölüm…

Türkiye Başbakanı “ya bizdensiniz ya da teröristlerdensiniz” diyor. Yaşananlar malumunuz… Her gün bir yerde gerillalar ölüyor, askerler ölüyor. Sivil demokratik siyaset yapanlar tutuklanıyor. Yine, dağlara ve sınır ötesine uçaklardan ton ton bomba yağıyor. Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları Kürdistan’dalar. Sınır bölgelerine her gün yeni askeri birlikler gönderiliyor. Basın ve hükümet sınır ötesi kara harekatı hazırlığı yapıyorlar.

Başbakan Kürdistan’daki çatışmalarda yaşanan asker ölümleri karşısında “bir ölürüz bin doğarız” diyor. Yine cami avlularında imamın “şehitler sayesinde bu camide huzur içinde namazımızı kılabiliyoruz” sözleri çınlıyor. İmam ve cemaatinin huzurunun diyeti, başkasının ölümü oluyor. Bu savaş kültürüne, öl-öldür, darbe yap ve yık kültürüne karşı esaslı bir söz ve duruş da var. Söylenmiş en önemli söz “Ölmeyeceğiz, Öldürmeyeceğiz, kimsenin askeri olmayacağız” sözünde anlam kazanan Vicdani Redtir.

Militarizmin sadece askerlik kurumundan beslendiğini varsaymak en büyük hatadır. Çünkü asker erkeklerin militarize edilmesi için toplumun tümünün militarizasyonuna ihtiyaç vardır. Anneleri militarize etsinler ki “Kahraman, güçlü, yiğit erkek evlatlar” doğursunlar. Sonra gözlerinin bebeği gibi bakıp büyüttükleri çocukları öldüğünde “vatan sağ olsun, bir tane oğlum daha olsa onu da gönderirdim” desinler.  Eşleri militarize etsinler ki,  fedakârca tek başına çocuklarını büyüten ama “katilleri sevindirmemek için” gözünden yaş akmayacak şekilde duyguları katılaştırılmış ve bundan gurur duyacak hale getirsinler. Azınlıkları, dışlanmışları ve yoksulları militarize etsinler ki, profesyonel askerlik ile zamanında sistemden dışladıkları, yoksullaştırdıkları, iş vermedikleri gençlere iş olanağı yaratsınlar, karınlarını doyurarak, kardeşini öldürmeyecek olanı da militarize edebilsinler. Toplumu militarize etsinler ki, bir savaşı bitirmenin yegâne yolunun, o halkın başları üzerine bomba yağdırmak olduğuna, zaferlerin ve barışın, kan, ölüm ve şehitlikle yazıldığına yürekten inansınlar. Seçimlerden önce veya hemen sonrasında askeri operasyonlar yapsınlar ki, insanlar en çok savaş narası atan partiye oy versin, “Haki seçmenler”  yaratsınlar. 

İşte askerliği,  “sevgi, vatan, onur, bağlılık” gibi psikolojik imajlar yüklenmiş terimler ile süsleyerek, hakim iktidar ideolojisini ve onun yok edici, otoriter, tek tipçi ulus fikrini topluma benimsetmek amaçlanır. Bu bakımdan askerlik kurumunu aşmakla, hakim ulusalcı ideolojinin, kavgacı, otoriter ve yok edici özü ve karakteri de aşılmış olur. Vicdani red, bu anlamda basit bir “zorunlu askerlik karşıtlığı” hali değildir. Gencecik insanları savaşa süren, bedenlerine giydirilen askeri kamuflajlarla, ayaklarına geçirilen potinler ve ellerine verilen silahlarla çocukluk günlerine elveda ettiren, “Herkesi asker doğurtan” hakim ideolojiye karşı çıkma halidir.

Oyun yazarı, şair ve öykücü Wolfgang Borchert 1947‘de 26 yaşında öldüğünde, ardında ‘Sonra Yapılacak Tek Şey Var‘ şiirini bırakmıştı. O şiiri kısalttığım haliyle birlikte okuyalım:
“Sen. Kürsüdeki rahip: Yarın sana cinayeti kutsamanı ve savaşa övgüler yağdırmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de! Sen. Dikiş masası başındaki terzi: Yarın sana asker üniformaları dikmeye başlamanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de! Sen. Köydeki. Sen: Kentteki. Yarın askere alma belgeleriyle kapına dikilirlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de! Sen. Normandiya‘daki ana, Ukrayna‘daki ana, Nepal‘deki ve Hamburg‘daki ana; yeryüzünün dört bir yanındaki analar, yarın size askeri hastanelerde hemşirelik yapacak, yeni savaşlarda savaşacak çocuklar doğurmanızı emrederlerse, yapacağınız bir tek şey var: HAYIR DE!

Çünkü hayır demezseniz analar, eğer hayır demezseniz, işte o zaman,
Çamur rengi, ağır, kurşun gibi bir sessizlik ortalıkta kol gezecek; tüm oburluğuyla büyüyerek, okullara, üniversitelere, tiyatrolara, spor alanlarına, çocuk bahçelerine ürkünç, açgözlü ve önlenemez bir biçimde çöreklenecek...

Bunların hepsi olacak, yarın, belki bu gece, eğer... HAYIR demezseniz!“

HALİL SAVDA

Kürtler ve Dostları

Ölüm kusan savaş uçaklarının renkli fotoğraflarını yayınlayan Türk basını „Türkiye havadan, İran karadan saldırıyor“ derken ve Erdoğan’ın uçakları akıllı bombalarıyla Kürt çocuklarını, hamile kadınları parçalarken, Kürtler düşmana inat bir festival daha yaptılar. Üstelik düşünce farklılıklarını atarak, yan yana geldikleri bir festival oldu. Dün birbirlerine muhalif duran Kürt simalar aynı platformda duruyordu. Sevgili Ahmet Kahraman ile festival alanında dolaşırken pek çoğuyla karşılaştık. Bayram Ayaz, Metin İncesu gibi şahsiyetleri orada görmek sevindirdi. Soykırım ile yüz yüze olan Kürtler farklılıklarını atmak zorunda olduklarını sonunda gördüler. Devleti olmayan dünyanın en büyük halkı olan Kürtler soykırım altındayken, aydın tavrı sergileyip ulusal düşünmek en doğru olanıdır. Giderek bu aydın tavrı Kürt kurum ve şahsiyetlerinde ilke haline geliyor.

İran ve Türkiye soykırım saldırıları yaparken, devletler terörü halkımızın üzerinde Damokles Kılıcı gibi asılı dururken, Sultan Erdoğan el çırpınca, NATO devletleri bir yosma benzeri yardımına koşarken, tam da bu sırada Roj TV’yi kapatıp, en doğal hakkımız olan haber edinme elimizden alınmak istenirken, Kürt olup sessiz ve tarafsız duranı, bu nesiller yapmasa, gelecek nesiller acımasız sorgular. Soykırımın dayatıldığı bu sırada, Kürt düşmanı devletler bunca harmonik Kürde karşı savaşırken, Kürtlerin farklılıklarını kaldırıp saflarını daha sıklaştırmaları zorunludur. Soykırım altında olan halkların aydın bireyleri, fikir farklılıklarını geriye atıp netewî düşünür. Festival bir ölçüde bunu gösterdi. Kürdün birliği, özgürlük mücadelesine güç katar. Kürt halkı bunun bilincine ermiş olmalı ki, artık özüne dönüş görülüyor. Yatırımını welatına yapıyor, baba dede toprağına evini yapıyor ve tatilini welatında yapıyor. Bundan başka da çare olmadığını görüyor.

“Attığım golü Türkiye Cumhuriyeti’ndeki bütün halkların şehit olan evlatlarına armağan ediyorum” diyen futbolcu, BDP’den övgü alırken, dinci-ırkçı-faşist AKP çevreden ise, yergi geldi. Kürtler, basın yayın organlarında bu gence söylenenleri okurlarsa, Türk toplumunun fotoğrafını görürler. Diyanetin faşist imamları, Fethullah’ın ırkçı-Türkçü münafıkları ve bütün AKP’li olan Türk basını nasıl insanlıktan çıkmış görür. Olayları alçakça ters yüz eden Türk basını, propaganda ve manipülasyon yaparak Kürt soykırımında önemli rol oynarken, tüm kirliliğiyle BDP’ye iftira edip saldırıyor ve faşist ırkçı AKP saldırısını haklı çıkarıyor. Hatta AKP devlet terörüne; demokrasi diyecek kadar insani özden boşalmış bunlar. Türk halkını öyle manipule etmişler ki, müzakere ettikleri, eğer olanak yaratılırsa, bir haftada barış getiririm diyen Öcalan’ı „Terörist başı“ gösterip Kürde hakaret ediyor. İnsanlık bu durumdan sadece elem duyup utanırken, Türkiye realitesinin nerede olduğu görülüyor.

ANF’in bildirdiğine göre, BDP kongresinde; „1981’de yaşamını yitiren PKK kurucularından Mazlum Doğan’ın yanı sıra Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Kemal Pir posterleri ile Kürtçe, Arapça, Süryanice ve Ermenice pankartlar salonu süsledi. Kongrede Anadolu mozaiğini oluşturan halkların şarkıları da seslendirildi. Çayan ve Gezmiş’in posterlerinin asılması, BDP’nin sosyalist partilerle kuracağı çatı partisinin işareti olarak yorumlandı.“ Kürtler yönünü ve niyetini açıkça belirlemiş, Türkiye’de Türkler ve diğer halklarla beraber eşit ve özgür yaşamak istiyor; halkları, sol, sosyalist ve demokratları dost görüyor, hatta bir „Kongre Hareketi“ çabası içinde oldukları biliniyor.

Ancak bu kesimlerden gür ses geldiği söylenemez. Ama dost kara günde belli olur. Kürtler bu kadar açık ve net dururken, dostlarının; Türk halkının aydın, sol, sosyalist ve demokratlarının harekete geçmelerini görmek gerekir. Sayın Muzaffer Ayata’nın söylediği gibi, Diyarbakır’da yüzbinler protesto ediyorsa, nerede İstanbul ve diğer metropoller? Türkiye’deki Kürt sorunu bir Türk sorunudur. İş işten geçmeden ve daha fazla kan dökülmeden herkes ne yapacağını göstermelidir. Bugünkü Türkiye’nin durumundan yalnız yeşil Ergenekoncular memnun. „AKP demokrasisi“ denen şey; irtikapçılıkla ekonomiyi ele geçirmek, basını AKP’nin propaganda aracı yapmak, orduyu, polisi, hukuku ve bürokrasiyi İmam’a bağlamak, daha basılmayan kitapları toplatıp, AKP’ye karşı olan insanları yıllarca hapse koymak, Kürtlerin Özgürlük Mücadelesi’ne „terör“ damgası vurmak, savaşı sürdürmede ısrar etmektir.

Sultan Erdoğan, Çek ve Polonya halklarının reddettiği „Füze Kalkanı“ sistemini Türkiye’ye getiriyor, ama karşı ses çıkmıyor. Sultan Erdoğan, İsrail’in devlet teröründen söz ederken, kendi terörünü görmüyor. Oysa İsrail kimsenin ne anadilde eğitimini, kimliğini, ne de politik kurumlaşmasını yasakladı. Ama Erdoğan’ın ülkesinde Kürdün hakkı olmadığı biliniyor. Erdoğan’ın İsrail’e karşı çıkışları, içinde yatan antisemitizmin dışa vurumudur. 1930 da Trakya’da olduğu gibi Yahudi avı başlarsa şaşmamak gerekir. Kaldı ki, Erdoğan’ı iktidara taşıyan sistemde İsrail ve Yahudi lobisinin önemli payı var. Ne İsrail, ne Batı takiyyeci Erdoğan’ı tanımak istemedi. O şimdi Mussolini oynuyor. Tarihi en iyi algılayan sol, demokrat, sosyalistler, akıl tutulmasına düşen İsrail, Yahudi lobisi ve Batı; Hitler ve Mussolini sistemleriyle Erdoğan’ın getirdiği sistemdeki paraleliteyi görsünler. Faşist AKP devlet sistemi; yalnız Kürt Özgürlük Hareketi’ne savaş açmamış, aynı zamanda Alevilere, gayrimüslümlere, Suriye, İsrail, hatta farklı düşünen Türklere de açmıştır. Bugün Kürtler, yarın diğerleri.


HAYDAR IŞIK

AKP'nin Zindan Faşizmi 'Açılım'ı

HÜSEYİN ALİ

Yıllardır dünyada tutuklanma ve zindanda yatma rekorunun Kürtlere ait olduğunu söylüyorduk. Özellikle 12 Eylül’den bu yana yüzbinlerce, hatta milyonlarca Kürt gözaltına alınmış, yüzbinlercesi zindanlarda yatmıştır. 32 yıldır Kürtlerin zindanlarda yattığı yıllar toplansa inanılmaz bir rakam ortaya çıkar. Dünya tarihinde hiçbir halk Kürtler kadar siyasi nedenlerle bu düzeyde zindanlara atılmamıştır. Herhalde rekorlar kitabında böyle bir bölüm olsaydı Kürtler açık ara bu rekorun sahibi olurdu. Sadece bu gerçeklik bile Kürtlere karşı nasıl bir kirli özel savaş yürütüldüğünü ortaya koymaktadır.

Kürtlerin siyasi nedenlerle tutuklama rekoru kırdığını ABD’deki bir kurum da tepsi etmiş. AKP Hükümeti zamanındaki siyasi tutuklamaların dünyanın hiçbir yerinde olmadığını açıklamış. Kuşkusuz AKP Hükümeti öncesi de Türkiye tutuklama ve zindanda yatırma rekorunu elinde tutuyordu. Ancak ileri demokrasiden söz eden AKP döneminde zindanların dolması dikkat çekicidir. Bu durumun özenle değerlendirilmesi gerekir.

Türk devleti Kürtlere karşı 20. yüzyılda tam bir özel savaş uyguladı. Bu durum Türk devletini 20.yüzyıl boyunca bir özel savaş devleti haline getirdi. Özel savaş derken İngiltere ve ABD’nin deneyimlerinden söz edilir. Özel savaş yöntemleri buralardan öğrenilir denilir. Bunun doğruluğu var, ama Türk devletinin özel savaş karakteriyle karşılaştırıldığında ABD’nin Türklerden öğreneceği çok şey olduğunu söylemek gerekmektedir.

Ermeniler fiziki soykırımla yok edilmişlerdir. Türkiye Kürtler üzerinde fiziki soykırım yapmayı düşünmüş olsa da, başarılı olamayacağını gördüğünden esas olarak kültürel soykırıma ağırlık vermiştir. Zamana yayılmış bir soykırımı hedeflemiştir. Bu nedenle kültürel soykırım hedefli özel savaşı çok boyutlu uygulamışlardır. Bu soykırımın bir boyutu da zindanlara atarak siyasi soykırım yapmaktır. Çünkü siyasi soykırım sağlanmadan diğer soykırımları sağlamak mümkün değildir. Türk devleti neden Kürtleri bu kadar zindana atıyor sorusunun cevabı budur.

Fazla eskiye gitmeden 12 Eylül’e bakılırsa siyasi bilinci olanlar ve bir örgütle ilişkisi olduğu düşünülenler zindanlara atılmıştır. Zindanda yapılan baskıyla siyasi bilinci olan Kürtlerin iradeleri kırılmaya çalışılmıştır. 1990’lı yıllarda ise hem zindanlara atma hem de faili meçhul cinayetlerle irade kırma hedeflenmiştir. Siyasi bilinci olan önemli bir kesim de metropollere ve Avrupa’ya zorla göç ettirilmiştir. Siyasi soykırım 1990’lı yıllarda böyle sürdürülmüştür. Bu temelde irade kırılıp kültürel soykırım sürdürülmek istenmiştir.

AKP Hükümeti’yle birlikte siyasi soykırım saldırıları ve bu temelde kültürel soykırım saldırısı yeni bir boyut kazanmıştır. AKP soğuk savaş döneminin bittiği bir dönemde iktidara geldi. 2000’li yıllar Sovyetler Birliği gibi bir ülke ve sosyalist güçlerin artık tehlike olarak görülmediği yıllardır. AKP, bu dünya siyasi koşullarında ve Türkiye’deki uzun bir baskı döneminden sonra hükümet oldu; demokrasi söylemini kullandı. Soğuk savaş dönemindeki gibi açık diktatörlük uygulayan siyasi güçleri desteklemeyen dış güçlerin desteğiyle hükümet olmuştu. Öte yandan Kürtlerin mücadelesine karşı 1990’lı yıllarda olduğu gibi her gün faili meçhul cinayetler işleme ve her serhildanda onlarca insan öldürme hem iç hem de dış kamuoyunda teşhir olmuş ve uygulanmayacak yöntem haline gelmişti.

AKP Hükümeti bu nedenle askeri yöntemleri de gerektiğinde kullansa da, son dönemde olduğu gibi bununla sonuç almayı düşünse de, Kürtlerin mücadelesini esas olarak tutuklamalara ağırlık vererek tasfiye etmek istemektedir. Bunun yanında serhildanlarda onlarca insan öldürerek değil de, her demokratik eylemde bir bir, iki iki kontrollü öldürmelerle siyasi irade kırma ve kültürel soykırım politikasını sürdürme konsepti çerçevesinde hareket etmektedir.

1990’lı yıllarda faili meçhul cinayetler esas yöntem olarak kullanılırken, şimdi zindanlara atma esas yöntem haline getirilmiştir. Kuşkusuz öldürmeler de yaşlı, çocuk, kadın demeden her fırsatta yapılmaktadır. Askeri operasyonlarla gerillalar hedeflenmektedir. Ama ağırlıklı olarak zindana atarak irade kırma politikası izlediği görülmektedir. Bugün dünyada hiçbir faşist hükümetin uygulamadığı kadar tutuklama ve zindanlara doldurma Türkiye’de bir irade kırma aracı olarak kullanılmaktadır. En son Van savcısının Vanlılara üç yeni cezaevi müjdesi vermesi bile bu politikanın sonucudur. Çünkü artık örgüt üyesi olmasa da, insanlar örgüt üyesi gibi davranmak suçuyla zindanları boylamaktadır.

‘AKP açılım yaptı’ diyorlar ya; işte bu açılım tutuklama, hukuk terörü ve hukuk faşizmi açılımıdır. İleri demokrasi dedikleri de özel savaşta ilerleme ve derinleşmeyi ifade etmektedir. AKP’nin açılımına zindan faşizmi açılımı da denilebilir. Dünyada hukuk terörünü bu kadar uygulayan başka bir ülke yoktur. Dolayısıyla hukuk faşizminden de söz etmek gerekir. Türkiye’de kuvvetler ayrılığı diye bir şey yoktur. Hukuk tamamen krallık ve padişahlık dönemlerinde olduğu gibi siyasi otoritenin kontrolündedir. AKP’nin “biz hukuka karışamayız” demesi, Türkiye halklarının gözünün içine baka baka alay etmektir.
Batıda otoriter rejimlerin iktidarını sınırlamak için kuvvetler ayrılığını biçimsel de olsa kabul etmişlerdir. Türkiye’de bu biçimsel ayrılık da ortadan kalkmıştır. Türkiye çok partili siyasal sisteme geçtikten sonra yargı hiçbir dönemde bu kadar siyasi güçlerin denetiminde olmamıştır. Hatta Kürtlere karşı bile yargı hiçbir dönemde bu düzeyde bir hukuk terörü uygulamamıştır. 

AKP Hükümeti bugün Kürtlerin iradesini mahkemeler ve zindanlarla kırmak istemektedir. Hukuk, irade kırma silahı haline gelmiştir. Kirli özel savaş bugün esas olarak bu yolla yürütülmektedir. Kürtlere karşı özel savaş her dönemde bir yönteme ağırlık verilmiştir. Bugün de bu, hukuk faşizmi olarak işlemektedir. Herhalde AKP’nin en etkili yumuşak güçlerinden en önemlisi de hukuk faşizmi olmaktadır. AKP Hükümeti, hukuk terörüyle basının psikolojik savaş terörünü birlikte kullanarak Kürtlerin iradesini kırıp teslim almayı hedeflemektedir. AKP Hükümeti herhalde bu yönlü yumuşak güç kullanımıyla dışarıdan ve içeriden gelen tepkileri azaltmayı amaçlıyor. İçeride de yandaş basın yoluyla bu hukuk terörü normal hale getirilmiş bulunuyor. Belki de 20. yüzyıl faşizmine en iyi örnek AKP Hükümeti ve kullandığı yöntemlerdir.

AKP Hükümeti 1990’lı yıllara dönülmeyecek derken de bunu kast etmektedir. Biz faili meçhul cinayetleri hukuk terörüyle yapacağız denilmektedir. Daha doğrusu kullanamadığımız eski yöntemlerin yerini hukuk faşizmiyle dolduracağız denilmektedir. AKP Hükümeti’nin yaptığı açılım psikolojik savaşta derinleşmedir. Hukuk faşizminin görülmedik düzeye çıkarılmasıdır. Eğer bir yerde tutuklama ve zindanlara doldurma rekoru varsa orada dört dörtlük bir faşizm var demektir. Siyasi baskının zirveleşmesi var demektir. Bu da faşizm dışında neyle izah edilebilir?
AKP’nin zindan faşizmi açılımı ve özel savaşta ilerlemesi AKP yardakçısı liberal demokratlara hayırlı olsun!

Nuray Mert: Tarihin Seyrine Ters

Türkiye ile İsrail gerilimi: İdeolojik arka planı, İsrail karşıtlığı ve Filistin meselesinin hamiliğinin Ortadoğu’da popülerlik ve nüfuz getirisi ve Doğu Akdeniz’de enerji kapışması. Bunlar işin bir boyutu. Diğer boyut ise Füze Kalkanı anlaşmasını gölgede bırakmak.

Siyaset bilimci yazar Nuray Mert, PKK’yi imha etmenin, Kürt sorununu çözmeyeceğini, üstelik devletin aynı zamanda BDP’yi de tasfiye etmeyi planladığını söyledi. Nuray Mert, füze kalkanı sisteminin de Kürt meselesinde bir ‘güvence’ olarak görüldüğünü ifade etti.

Doç. Dr. Nuray Mert ile Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerini, füze kalkanı projesi ve Kürt hareketine yönelik politikaları konuştuk.

Türkiye son zamanlarda İsrail’i çok fazla ön plana çıkardı. ABD-Türkiye-İsrail arasında süren üçlü bir oyun mu izliyoruz?

Ben son gelişmelerin tamamen bir oyun ve kurgu olduğunu düşünmüyorum. Ortadoğu’da çok karmaşık bir sürece girilmiş durumda; o nedenle olanları kolayca yorumlamak mümkün değil. Ancak kamuoyuna sunulan tablonun gerisinde gizlenen bazı gerçekleri görmek o kadar zor değil. İsrail ile gerginlik, Türkiye’nin bu konuda desteklendiği bir ortamda başladı. Bölgede artan İran nüfuzunun en önemli aracı İsrail karşıtlığı ve HAMAS’a verdiği destekti. Bu durum sadece ABD’yi değil, bölgedeki Batı yanlısı Sünni rejimleri rahatsız ediyordu. İran’ın yerini Türkiye’nin alması herkesin bir ölçüde işine geldi. Ancak, bu noktadan sonra, mevcut iktidar bu gerginliği tırmandırma siyaseti güttü.

Peki, bunun nedenlerini nasıl sıralıyorsunuz?

Nedenleri çeşitlidir; ideolojik olarak, İsrail karşıtlığı bu siyasi cenahta hep canlı olmuştur, diğer taraftan İsrail karşıtlığı ve Filistin meselesinin hamiliği Ortadoğu’da popülerlik ve nüfuz demektir. Bu durum iktidarın Ortadoğu’nun en büyük güçü olma iddiası ile örtüşüyor. Son olarak da son zamanlarda kızışan Doğu Akdeniz’de enerji kapışması gibi; ekonomik, politik güç savaşları var. Bunlar işin bir boyutu. Diğer boyut ise, İsrail ile gerginliği tırmandıran bir gelişmenin Füze Kalkanı anlaşmasını gölgede bırakacak bir zamana rastlatılmasıdır.

Radar unsurlarının Kürt illerine yerleştirileceği söyleniyor. Bunun anlamı nedir ve bu kabulün Kürt meselesiyle nasıl bir ilgisi var?

Füze kalkanı sisteminin kabulü Türkiye’nin çok tartışması gereken bir adımdı, zira bu ülkeyi tam bir askeri üs durumuna sokuyor. Hükümet belli ki, bölgedeki iddialarına karşılık büyük bir taviz vermek durumunda kaldı. Dahası, bu sistemi kendi gücünü pekiştirecek bir adım olarak görüyor. Kürt illerine olsun olmasın, füze kalkanı sisteminin Kürt meselesinde de bir güvence olarak düşünüldüğü kesin. Ne yazık ki, Türkiye Kürt meselesini bir iç mesele olarak değil, hep bir dış mesele ve askeri olarak bastırılacak bir mesele olarak görüyor. Bugüne kadar tüm iktidarlar, gerek İsrail ve ABD ile gerekse Suriye ve İran ile bu eksende ittifakları hep çok önemsedi. Bu yaklaşım hiçbir şeyi çözmedi ama devam ediyor. Üstelik bu kez, mevcut hükümet bölgesel rolü dolayısıyla elini çok güçlü görüyor.

NATO alternatifi olarak ‘İslam Barış Gücü’ önerilerine işaret etmiştiniz. Güncel gelişmelerle de ele aldığınızda, bu girişimlerin yaratabileceği etkiler ne düzeyde?

İslamcı-muhafazakar kesimin Batı emperyalizmine karşı tepki diye lanse ettiği bu fikir, aslında Batı dünyasının yeni politik ihtiyaçlarının sonucu çokça ifade edildi. Başta ABD, Batılılar çıkarları doğrultusunda Ortadoğu’yu yeniden düzenlemeye giriştiler ama bunu yaparken göze batmak, emperyalizm hafızasını canlandırmak ve yükselen anti-batı hislerini kışkırtmak istemiyorlar. Bu müdahalelerde müslüman ülkeler öncülük etsin istiyorlar. Bakın Batılı gazetelere, bu görüşü ifade eden bir çok yazıya rastlarsınız... Bu görüş sıklıkla da, muhalif Arap yazarlar tarafından ifade buluyor; böylece daha fazla meşruiyet kazandığı düşünülüyor.

Tüm bunlarla birlikte ele alındığında; Erdoğan Hükümeti’nin Kürtlerle ilgili önümüzdeki performansına ilişkin öngörüleriniz nedir?

Bu koşullar altında Kürtleri nelerin beklediğini bilmek için kahin olmak gerekiyor. Türkiye’de iktidar çevresi, Kürt siyasal hareketini, gerek dış müttefiklerinin desteği gerek çoğunluk iktidarı olmanın avantajı ile tamamen imha edebileceğini düşünüyor. Dahası, Kürt meselesini Kürt siyasal hareketini yok ederek, bireysel haklar çerçevesinde çözebileceğine inanıyor. Bu yaklaşım iki yanılgı barındırıyor; sondan başlarsak, öncelikle Kürt meselesini bireysel haklar çerçevesi ile çözmenin mümkün olmadığını bu konuyu yakından takip eden herkes biliyor, yazıyor, çiziyor. Kürt siyasal hareketini tasfiye etmenin sorunu çözmeyeceği konusu da aynı şekilde bir yanılgıyı yansıtıyor.

Gelelim, Kürt siyasal hareketinin tasfiyesi meselesine. Bundan kastedilen bir yandan PKK’nin imhası, diğer yandan BDP’nin tasfiyesidir. Askeri operasyonlardan hiç anlamam, bu konuda fikir yürütemem, ama zaten belli ki PKK meselesi sadece bir askeri güç meselesi değil; çoğu bu ülkede yaşayan milyonlarca destekçisi var. Taraf gazetesinde Emre Uslu bile çarşamba günkü yazısında PKK’yi imhanın, sorunu çözmeyeceği gerçeğine işaret etti. Nihayet, bölgesel dengeler meselesi var. Yukarıda da dediğim gibi, bölgesel tablo şimdilik fazlasıyla puslu ve karmaşık, sürecin nereye gideceğini öngörmek kolay değil. Ancak, PKK’yi tasfiye konusunda, tüm bölgesel ve küresel aktörlerin Türkiye’nin desteğine koşacağı senaryosu bana hiç gerçekçi görünmüyor.

Dahası, Batı dünyasının halihazırda Kürt meselesinde Türkiye’ye mutlak destek verdiği bir gerçek, ancak dört ülkede yaşayan Kürtlerin herhangi bir statüsü olmaması, geçen yüzyıldan devralan bir sorun ve bu halin devam edemeyeceği de bir gerçek. Bunu görmek için insanın romantik bir Kürt milliyetçisi olması gerekmiyor, böylesi bir tablo tarihin seyrine ters düşüyor.


Son olarak Suriye ile ilgili gelişmelere değinirsek...

Suriye konusu Türkiye’yi zor duruma düşürdü. Bu mevcut hükümetin bir zaafı değil; hangi hükümet olsa bu durumda zorlanırdı. Bu hükümete özgü olan kısmı, belki Suriye ile ilişkiler konusunda fazla iyimser olunmasıydı. Malum Suriye bölgede İran ekseninde konumlamış bir ülke. Türkiye, Suriye ile ilişkiler konusunda da önce ABD tarafından desteklendi. Irak işgali arkasından Suriye hedef ülkeydi, Hariri suikastinden sonra 2005’te Suriye’ye müdahele konusu gündemde idi. O zaman Türkiye, Suriye’nin Lübnan’daki askerlerini çekmesini talep eden tarafta idi. Sonra Suriye’nin diplomasi yolu ile İran ekseninden Batı’ya çekilmesi siyaseti öne çıktı, hatta ABD diplomatik ilişkinin önünü açtı. Bu dönemde Türkiye’nin Suriye dostluğu desteklendi. Bu durum doğrusu Türkiye’nin de lehinde olan bir durumdu. Sonra dengelerin değişmesi, Suriye’nin tekrar hedef tahtasına konması Türkiye’yi zora soktu, bu konuda tereddütlerin nedeni budur. Şimdi eğer gelişmeler İran’a karşı çatışmacı zeminde seyrederse, Türkiye’nin durumu daha da zorlaşır, yok İran’da rejim kolayca değişirse denklem değişir, ama bu kolay iş değil. Kolay olsaydı Batı Ortadoğu’da bu kadar zorlanmazdı.


ALİ BARIŞ KURT - İSTANBUL

Hakikatler Sarmalında Dilin Yeri

Din bütüncül bir sistemse, ancak dil üzerinde kendini var edip anlam kazanabilir. Dil-din hakikati bu olgu üzerine kurulur. İkisi de kolektif bir sistem olarak insan bilincini şekillendirir. Zerdüştlüğün insan iradesinin önceleyen yapısı soyutlama ve özgürce sorgulama bilincini geliştirirken, Kürtçe bu bilincin işlemesinde ve dışa vurumunda etkili bir düzen halini alır.

Avrupa’da ya da Araplarda dil-din ilişkisinin uluslaşma sürecindeki etkisi, Kürtlerde baştaki gelişimine tezat, tahripkar bir rol üstlenir. Latince Avrupa’da, Arapça Araplarda hakikat dili niteliğindedir. Kuran Arapça, İncil Latince yazılmıştır. Tanrı inancını anlamanın en iyi yolu, bu dillerde Kuran’ı ve İncil’i okuyup anlatmaktan geçer. Neredeyse din kadar bu diller de kutsallık halesine bürünür. Hakikat dininin yanına bir de hakikat dili yerleşir. Çünkü dindeki gerçeklik, “tek ayrıcalıklı bir temsil sistemiyle kavranabilir.” (Benedict Anderson-Hayali Cemaatler)

Kürtlerde dil-din ilişkisi daha başlarda karmaşık bir hal alır. Kürtlerin dini olan Zerdüştlük, köken olarak tartışmalı bir durum arz etse de başta Persler olmak üzere birçok halkı etkileyen bir yaygınlığa sahip olur. Tek tanrılı dinlerde belirginlik kazanan homojenleştirici etki, Zerdüştlükte çok öne çıkmaz; farklılıkların özgünlüklerini korumasına elverişli bir imkan sunar. Özellikle Ahura Mazda tanrı anlayışı, mantık silsilesine dayalı bir çözüm dinidir. Diğer dinlerdeki “Tanrının hikmetinden sual olunmaz” anlayışı yerine sorgulama esas olan yandır. Sorgulama doğal olarak “karşıtlık” fikrine dayanır. Karşıtlıkta temsilini bulan Ahura Mazda (iyi) ve Angra Mainyu (kötü) birbirlerinden bağımsızdırlar; sürekli bir mücadele içindedirler. Bu aynı zamanda bir denge ve ahengi getirir. Düalizm böylece bir zorunluluk olarak belirir. Zıtlar hem daha üst aşamada bir birliği, hem de “Evrende, Kozmos ile Kaos’un, toplumda zalimlerle emekçilerin, insan ruhunda iç hesaplaşmaların kavgasını” (Zarathuştra-Sıraç Bilgin) temsil eder.

Kolektif bir sistem olarak insan bilinci…

Avesta dini tiranlığa, yalana, egemen sistemin işbirlikçiliğine ve işkenceci zalimlere karşı halkın yanındadır. Diğer tek tanrılı dinlerin edilgen bireylerine tezat, Zerdüştlükte birey, özgür iradeye sahiptir ve bu ikilikten kendince seçimler yapabilir. Zerdüştlüğün düalist ve insan istencini öne alan karakteri haliyle Kürtçe’ye de esneklik kazandırır. Din bütüncül bir sistemse, ancak dil üzerinde kendini var edip anlam kazanabilir. Dil-din hakikati bu olgu üzerine kurulur. Dolayısıyla ikisi de kolektif bir sistem olarak insan bilincini işleyip şekillendirir. Zerdüştlüğün insan iradesinin önceleyen yapısı soyutlama ve özgürce sorgulama bilincini geliştirirken, Kürtçe bu bilincin işlemesinde ve dışa vurumunda etkili bir düzen halini alır. Bu düşünce tarzının kendisi bile merkezi uygarlık sistemine bir başkaldırı anlamına gelir. Yerleşik olan, sorgulanmasına izin verilmeyen, egemen güçlerce topluma enjekte edilen boyun eğme ve kaderine razı olma dayatması bir bütün olarak çatırdamaya başlar. Zerdüştlüğün kısa zamanda halk nezdinde bu kadar yaygınlaşması boşuna değil! O derece güçlü bir mantık silsilesi vardır ki, Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlığı etkilemiştir.

Ayrıca dil bireysel kullanıma olanak tanıdığı için, din de dahil, kültürün bütün bileşenleri üzerinde bir anlam taşıyıcısı olma ve iletişim aracı olarak toplumsal bilince dönüştürme rolüne sahiptir. Ahura Mazda’nın “imtihan etmediği”  birey, kötülükle olan mücadelesiyle toplumsal bilincin bir parçası haline gelir.
Zerdüştlüğün mantık silsilesi gücünü diyalektik düşünme tarzından alır. Dinin bu yapısı, Zerdüştlük inancını benimseyen toplumlarda müşterek yanı olan bir dil kadar, o dile esneklik ve çözümleyici bir karakter kazandırır. Böylece dinin hakikati, “dil kurallarınca belirlenen kavramlar arası farklılıklarca belirlenir.” (Ferdinand De Saussure)

Dil-din ilişkisi ve halkların kültürel kodları


Söz konusu nedenlerle Zerdüşlükte, İslamiyet ve Hristiyanlıktaki kadar bir homojenleştirme edimi belirgin değildir. Yine de Avesta’nın Kürtçe yazıldığı büyük olasılık dahilinde olduğuna göre, Zerdüştlükle birlikte Medya’da Kürtçe’nin serpilip geliştiği ve giderek güç kazandığı bir gerçektir. Sıraç Bilgin, Zarathuştra kitabında neredeyse bir sözlük çıkararak, Avesta’nın yazıldığı dil ile Kürtçe arasındaki benzerlikleri gramer yapısına uygun olarak ortaya koymuştur. Kelimeler, Kürtçe’nin lehçelerindeki günümüz kullanımlarıyla büyük benzerlik içermekte ve özellikle Zazakî ile daha bir yakınlık göstermektedir. Zaten “Avesta’nın Magular’ın eseri olduğu ve Magular’ın da Med kökenli oldukları” genelde kabul gören bir tespittir. Herodot tarihinde Mag rahipleri seçkin din önderleri olarak tarif edilir.

Her ne kadar Zerdüştlük belirgin bir homojenleştirmeye sahip olmasa da (farklılıkları kabullenme ve hoşgörülü olması açısından) temel ahlaki ilkeler konusunda ortak öğeleri öne çıkararak, halkların kültürel gelişiminde iç içeliği yaratır. Kürtçe, Farsça arasındaki benzerliğin yanı sıra, kültürleri arasında da yakın benzerlikler olması dil-din ilişkisinin halkların tarihindeki rolüne güzel bir örnektir ve kültürel kodlarda derin izler bırakmıştır. Tarih bilincinin bu topraklarda iç içe ve kavimlerin birbirlerinden etkilenme temelinde oluşması önemli bir göstergedir.

Halklar arasındaki iletişim ve karşı koyma harcı


Zerdüştlük bir karşı duruş, var olan baskıcı sisteme alternatif anlamına gelirken, dil, halklar arasındaki iletişimin ve birlikte karşı koymanın bir harcı olmuştur. Haliyle İncil’in yazıldığı dil olan Latince ya da Kuran’ın yazıldığı dil olan Arapça ilk çıkışlarında olmasa da, sonraları homojenleştirici yapısı gereği hegemonik ve baskıcı sisteme hizmet etmiştir. Kürtçe-Farsça ve Zerdüşlükte ise “kurulan ilk merkezi uygarlık sistemine” (Abdullah Öcalan-Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü) alternatif ve direnişçi olma önce çıkan yandır. Zerdüştlüğün yüzyıllar boyu etkili olmasında, hatta Mazdek, Hürrem ve Babek isyanlarını ahlaki ve komüncü niteliğinin belirgin olmasında esin kaynağı rolünü oynamıştır. Mitraizm ve Maniciliği etkileyerek daha sonra kurulan despotluklara karşı, farklılıkları esas alan demokratik bir içeriğe sahip olmuştur.

Süreç, Kürtlerin İslamiyet’le tanışması ile kesintiye uğrar. İslamiyet önceleri uygarlık karşıtı role sahipken, sonraları kılıç zoruyla yayılmayı esas alan işgalci bir yapı arz eder. Bu yapı uygarlığın temeli olarak, diğer halklar üzerinde proto-milliyetçi bir anlayışla hegemonik bir niteliğe kavuşur. Bu andan itibaren Kuran’ın hakikatine ermek, yazıldığı Arapça diliyle mümkün olacakmışçasına bir kutsallık algısı yaratılır. Arap kültürünün erken emperyal rüyası, diğer halklara dil-din ilişkisindeki kutsallık halesiyle taşırılır. İslam adına iktidarlaşmayla farklılıklar yerine benzeştirme dayatılırken, Arapça diğer diller üzerinde bir kültür emperyalizmini varsıl kılar. Mesela “Emeviler döneminde Kureyş şovenizmi (kabile şovenizmi), Kavm-i Necip (soylu kavim) adı altında Arap şovenizmine dönüşmüştür.” ((A.Öcalan-Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü-s:153) Önderlik bunu bir Karşı-İslam (Sünni İslam ağırlıklı) hareketi olarak değerlendirmiştir.

Kürt üst sınıfı bu hakim gemen yapıyla işbirliğini seçerken, elinde inancı olan ama kavim olamayan bir Kürt gerçekliği hasıl olur. Halk olma bilinci tahrip edilerek, kabileler halinde yaşamaya mahkum kılınır, uygarlık sisteminin dışına itilir. Kürt tarihinin direniş, bastırma geleneği bir bakıma merkezi hegemon kültürün dayattığı tek tipleştirmeye karşı, tarihsel ve kültürel mirasını koruma amaçlıdır ve bastırma bu mirasın sonuçlarını ortadan kaldırmakla ilgilidir.

Bölünmüş aşiretler Kürtçeyi kısırlaştırır

İran bu dayatmaya Şialık mezhebini üreterek karşılık vermiştir. Sünni İslam (Karşı-İslam) mezhebinin yayılmacı karakterine karşı, İslamiyet’in ilk çıkışındaki kavimleştirici işlevini esas alıp, Zerdüştlüğün eskide kalan yanlarını atarak, adeta Zerdüşlükle İslamiyet’i bir karma halinde yeniden yorumlamıştır. İran’ın kavimleşmesinde ideolojik niteliği olan Şialığın belirleyici etkisi olmuştur. Ehlibeyt ve 12 İmam geleneği, Sünni İslam’ı (Karşı-İslam) iktidarlaştıran Emevi yayılmacılığına karşı bir direniştir. Kültürün korunması ve yaşatılması kadar, ulus bilincine götüren önemli parametrelerden biri olur bu. Kuran’ın Arapça yazılmasına karşın Farsça, tarih bilincinin bir yansısı olarak aynı zamanda bir edebiyat ve kültür dili haline gelir. Kürtlerde Alevilik aynı işleve sahip olma potansiyeli taşısa da, Osmanlı Karşı-İslam iktidar gücüyle bastırıldığından, Kürtçe, bölünmüş aşiretler arası bir farklılaşmaya ve kısırlaşmaya mahkum kalır. Farslar kesintiye uğramayan devlet geleneği ve yazılı edebiyatla dillerini, tarihi miraslarının taşıyıcısı ve hakikat dili haline getirmişlerdir. Bu yeni bir hakikatin ortaya çıkışıdır; o da kavimciliktir. Onun hakikatine de yazılı ve de gelişkin bir kültür ve edebiyat diliyle ulaşmak mümkündü. Böylece dine ait olan tüm varsıllar da proto-milliyetçiliğin ortaya çıktığı koşullarda, ona kutsallık atfedilerek gerçekleştirilir. Artık yeni denklem “dil-din hakikati” değil “milliyetçilik-dil hakikati”dir.

İnanç sisteminden çok bir iktidarlaşma aracı...

Selçuklu ve Türk boylarında ise topraklar işgal edip, yerleşmek arayışına İslam’ın iktidarlaşmış mezbehi olan Sünnilik daha uygun düşüyordu. Ordu kurmaları ve savaşkan olmaları İslamiyet’in yayılmasına taze güç niteliğindeydi ama bu İslamiyet’i özünden boşaltan bir Karşı-İslam hareketi halini aldı. İslamiyet, Türk egemenlerinin elinde bir inanç sisteminden çok bir iktidarlaşma ve işgal etme enstrümanı haline gelmiştir. Dini iktidarın bir enstrümanı haline geldiğinde halk ile iktidar güçleri arasındaki yarılma ve ayrışma dine de yansır. Türklerde, Türkmen ve boy beylerini de kapsayan saray çevresi arasındaki çatallaşma ve bazı bazı isyan haliyle Emevi Hanedanlığı’na karşı Haricilerin başkaldırısı sınıfsal karakteri de olan böylesi bir ayrışmanın bir örneğidir. Sonuçta Türk beyleri siyasal iktidarının temsilcisi olarak da kendilerini öne sürmüşlerdir. Bu önemli stratejik hamleyle toplulukların gözünde meşruiyet sağlıyordu.

Tarihte sonuçları bu derece önem arz eden stratejik hamlelere ender rastlanır. Böylece kültürel olarak etkin olamayan, hatta yerleşik kültürler içinde eriyen ama devlet kurma ve yönetmeyi sürekli kılan, bu devletin harcını da Osmanlı adına Bizans ve Pers kültüründen alan bir yapı hasıl olur. İktidarlaşma ve ordu gücüne dayanan bir yapıdır bu. Kabile aristokrasisinin hızla devletleşmesi sonucunu doğurur. İslamiyet burada, üst sınıfın örgütlenme ve çıkarlarına temel teşkil etmiştir. Asıl sorun şudur ki; Osmanlı devleti kurulmasına rağmen, dinin başlardaki kavimleştiren yanı Osmanlı geleneğinde pek etkili olmamıştır. Kavimleşmekten çok İslam adına birçok toprağı işgal etmek, sınırsızca yayılmak ve bu şekilde bir imparatorluk kurmak hem daha mümkündür, hem de tüm ahaliyle (tebaa) birlikte ele geçirilen toprakların sultanın malı olduğu düşünüldüğünde bu tercih edilen bir yol olmuştur.

Hakikat dendiğinde öncelikle devlet ve iktidar akla gelir; devlet ve iktidar her şeyin üzerinde tutulmuştur. İktidarın süregenliği için insanlar devşirilmiştir. Ancak daha da önemli olanı kültür ve dil de devşirilmiştir. Bu özgün bir durumdur. Osmanlıca Bizans, Fars ve Araplardan devşirilen yapma bir dildir. Saray çevresinin kültürüyse daha çok Bizans ve Fars saraylarının bir bileşeni ve uzantısı gibidir. Devletin kurulma temellerinden dolayı proto-milliyetçiliğin Osmanlılarda gelişme şansı ancak devletin yıkılma süreciyle ortaya çıkar ki; bu oldukça geç bir dönemde ve diğer ulusların bir bir ayrılmasından sonradır.

DEVAM EDECEK


CÖMERT BOZKURT / Adıyaman Cezaevi

İran Askerleri PKK Tarafından Yenilgiye Uğratıldı (VİDEO)


PJAK'ın Ateşkesi ve İran'ın Bu Savaştaki Durumu

İran kepçe, tank, uçaksavarlar, obüs, havan ve daha ağır silahlarla birlikte oldukça büyük bir askeri güçle katılmış olduğu işgal hareketinde bir metre bile ilerleyemedi.

İran devletinin Güney Kürdistan bölgesine yönelik yürütmüş olduğu ikinci işgal hareketi dördüncü gününü geride bıraktı. Kepçe, tank, uçaksavarlar, obüs, havan ve daha ağır silahlarla birlikte oldukça büyük bir askeri güçle katılmış olduğu işgal hareketinde bir metre bile ilerleyemedi. Aksine HRK güçleri karşısında çok ağır kayıplar verdi. Bölgeden gelen haberler savaşın sadece Kandil dağıyla sınırlı kalmayarak İran’ın içlerine doğru kaydığıdır. Bu süre uzadıkça Doğu Kürdistan’ın çeşitli yerlerine dağılmış olan HRK gerilla güçleri bulundukları yerde eylem yapmak zorunda kalacaklardır. Bu da İran’ın topyekûn bir savaşın içine girmesi demektir. İran devleti dört bir yandan diplomatik, askeri ve ekonomik olarak abluka altına alınmışken böyle bir savaşı uzun süre yürütecek güçte mi? Ya da bu savaşın mevcut durumda İran’a bir faydası olacak m ı? Görülen o ki bu savaşın İran için hiçbir faydası yoktur. Aksine İran’ı tahmin etmediği büyük bir krizin içine itecektir. Şayet savaşı planladıkları gibi kısa sürede HRK gerilla güçlerini tasfiye ederek Kandil, Xinere ve Xakurke bölgelerine girebilselerdi etrafında daraltılan ablukayı kırmak için ciddi bir şans elde edeceklerdir. Bunun böyle olmadığını gerilla güçleriyle savaşmanın bir iki aylık iş değil yıllara sürecek bir savaş gerektirdiğini öğrenmiş olmalılar.Türkiye ve Amerika İran’ın başına bu savaşı sararken kendileri de füze kalkanlarını Türkiye’ye yerleştirerek Suriye ve İran’a yapılacak bir müdahalenin ön hazırlıklarını yapmaktadır. Türkiye’nin İsrail’le yaşamış olduğu son “özür” krizini de bu stratejinin bir parçası olarak görmek gerekir. Buradan esas mesaj İran’a verilmek isteniyor. Mesaj ise füze kalkanları sana karşı değildir için rahat olsun denilmektedir. Oysa biz çok iyi biliyoruz ki İran ya da Suriye’ye yönelik bir askeri müdahale gündeme gelirse İran’ın ilk saldırısı İsrail’e olacaktır.  Dolaysıyla füze kalkanları ilk etapta İsrail’i korumak içindir.

Dolaysıyla 16 Temmuz’da İran’ın Türkiye, Irak, Amerika ve bazı işbirlikçi Kürtlerle ittifak sonucu başlatmış olduğu operasyon şu saatlere kadarda hem askeri hem de siyasi sonuçları itibariyle tam bir fiyaskodur. Öyle anlaşılıyor ki İran bu operasyonun olası askeri ve siyasi sonuçlarını iyi hesaplamadığı gibi bölgede ki denge ve gelişmeleri de iyi okuyamamıştır. Bunun sonuçlarını da ağır ödeyecektir.

Bu yazıyı yazarken oldukça önemli iki gelişme yaşandı birincisi PJAK’ın İran’a ateş çağrısıydı. PJAK’ın ateşkes bildirisinde çarpıcı olan nokta şuydu; "Bu süreçte savaşın durdurulması için bazı dost kesimler ve şahsiyetler bizimle İran arasında belli bir rol oynadı. Bu dost kesimler bizden savaşın durdurulması talebinde bulundu." Açıklaması yaparak yarına kadar İran’a müddet tanıdılar. Açıklamada anlaşıldığı gibi PJAK’tan ateş isteyen güçler aynı zamanda İran ile de ilişkiye geçmişler.  PJAK ve İran devletini yakından takip eden biri olarak bu çağrının İran’dan geldiğini tahmin ediyorum. Çünkü İran bu savaşta oldukça büyük kayıplar verdi. İkinci hamlesinde cepheye Kürt askerleri ve korucuları sürmesine rağmen herhangi bir başarı elde edemedi. En son gerilla güçleri çok sayıda cephane ve İran asker cenazelerini elle geçirdiler. İran devleti PKK gerilla güçlerinin de dâhil olduğu bir savaşın kendisi açısından ne tür sonuçlara yol açabileceğini iyi tahmin etmektedir. Mevcut konumda kendisine hem siyasi hem de askeri olarak ağır sonuçlara mal olan bu savaşı fazla devam ettirebileceğini sanmıyorum. Onun için PJAK’ın ateşkes çağrısına cevap vereceğini hâlbuki böylesi bir çağrıyı kendisinin talebi olabileceği düşünülebilir.

İkinci önemli gelişme ise PJAK’ın ateş çağrısından hemen birkaç saat sonra İran askeri güçleri Hewler’in Sideka ilçesine bağlı Jarya, Kolitê, Berkimê, Lêtani köyleri, Sinêne ve Berbizinê alanlarını tümden obüs ve katuşa bombardımanına tuttu. Burada öğrenmiş olduğumuz ilk bilgilere göre bir kadın yaşamını yitirirken çok sayıda yaralı olduğunu öğrendik. İran’ın vurmuş olduğu köyler gerilla güçlerinin bulunduğu alanın çok dışında Sideka’nın hemen yanı başında olan köylerdir. Bu köyler tesadüf vurulmamıştır. Bu durum İran’ın Kürt halkına karşı duymuş olduğu öfke ve kinin ne kadar büyük olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Gerilla güçleriyle çatışma Kandil bölgesinde iken İran’ın bu bölgede ki köyleri vurmasının hiçbir anlamı yoktur. Bu durum İran’ın PJAK güçleri karşısında yaşamış olduğu yenilginin ne kadar ağır olduğunu ortaya koymaktadır.

Bir taraftan yerleşim birimlerini hedeflerken diğer taraftan PJAK güçlerinden ateşkes yapmaları için talepte bulunmaları bir ironi gibi görünebilir. Bu davranışın temel sebebinin PJAK gerilla güçlerine karşı başlatmış olduğu savaşta güneyli güçlerden istediği düzeyde destek almaması ve masa başında girmiş olduğu tüm ittifak güçlerinin savaş sahasında onu yalnız bırakmasının yaratmış olduğu travmatik durumun yol açtığı intikam hareketi olarak görmek gerekir.  

Yusuf Ziyad

Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları Sınırda

Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları, Federal Kürdistan Bölgesi'ne yönelik kara harekâtı hazırlıklarının merkez üssü olan Hakkari'ye geldi.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel ile Kara Kuvvetle Komutanı Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Mehmet Erten, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral E. Murat Bilgel ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Bekir Kalyoncu, operasyon bölgesindeki ziyaretleri sürüyor.

Malatya, Diyarbakır, Batman, Siirt ve Şırnak'tan sonra bugün Hakkari'ye geçen Özel ve Kuvvet Komutanları, kentte ilk olarak Vali Muammer Türker'i makamında ziyaret etti. Komutanların gelişi öncesinde Valilik etrafında yoğun güvenlik önlemleri alındı. Ziyaret sırasında binalara keskin nişancılar konumlandırıldı. Helikopterlerle Fatih Kışlası'na inen komutanlar, buradan yoğun güvenlik önlemleri altında Valiliğe geldi. Basının uzaktan çekim yaptığı ziyaret sırasında komutanlar uzun süre Vali Türker'le görüştü.

Öte yandan Valilik önünde komutanları koruyan konvoyda, elektronik malzeme satan firmaların logolarının bulunduğu Hakkari plakalı iki sivil aracın yer alması dikkat çekti.

PJAK'ın Teslim Ettiği Asker Cenazeleri İnternette (VİDEO-Haber)


PJAK’a bağlı HRK gerillaları tarafından İran’a teslim edilen 12 asker cenazesinin görüntüleri internete düştü.

2-4 Eylül tarihleri arasında İran ordusunun Kandil’e yönelik başlattığı operasyonda şiddetli çatışmalar yaşandı. İran’ın sınırı geçme girişimleri gerilla direnişiyle karşılaşırken, Doğu Kürdistan Güçleri’ne (HRK) göre 3 günlük savaşta 123 İran askeri öldürüldü, çok sayıda askeri malzemeye el konuldu. Ele geçirilen askeri malzemelerin görüntüleri Roj TV tarafından yayınlanmıştı.

İran bombardımanında ise Güney Kürdistanlı bir çoban ve bir kadın hayatını kaybetmişti. HRK, biri komutan iki gerillanın da İran bombardımanında yaşamını yitirdiğini duyurmuştu.

PJAK 5 Eylül günü ateşkes ilan etti, İran bombardımanı da durdu. İran ordusu kayıplarını gizlemeye devam ederken PJAK’a bağlı HRK, 12 İran askerinin cenazesini teslim ettiğini duyurdu.

İran askerlerine ait cenazelerin görüntüleri internete düştü. Başta Facebook olmak üzere birçok paylaşım sitesinde yer aldı. Görüntülerde gerillaların, Devrim Muhafızları’nın cenazelerini torbalara koyarak sedyelerle taşıdığı görülüyor. Görüntülerde ayrıca asker kaskları ve bir tabanca da dikkat çekiyor. Askerlerin çelik yelekli olması dikkat çekiyor.

Yeniden Dizayn ve Kürdistan Denklemi -1

Bir aydan fazladır Güney Kürdistan’da karadan ve havadan bir savaş yürütülmektedir.

Bir aydan fazladır Güney Kürdistan’da karadan ve havadan bir savaş yürütülmektedir.  Rakamlar hayli ilginç; ilk başlarda rakamların gerçeğini PKK’ye yakın medyanın bile söylemeye çekindiği gözlenmekteydi.

Kürt basının aslında söyleyemediği İran’ın kayıp sayısı değil, bu savaşa katılım durumuydu. Ancak artık Kürt basının da çekinmeden dillendirdiği gibi son günlerde (04.09.2011e kadar) eklendiğinde toplamda altı yüzü geçen bir rakamdan bahsedilebilir.

Elbette savaşlar sadece rakamlarla ifade edilemez; semboller ve mesajlar çıkarıldığında aslında savaşlar yapılmamış sayılacak kadar değersizleşirler.  PJAK bir önceki saldırıda İran’a büyük kayıp verdirmesinin ardından aralarında üst düzey yöneticilerin de bulunduğu fedai bir eylemle finali kapatmıştı.

Bir karakola yapılan fedai eylemle zaferden çok bir kararlılık; her düzeyde sembolize ediliyordu. İran ateşkes dilenmek zorunda kaldı.

Türkiye statüsüz masadan kalkan, oturmayan Kürt temsiliyetini yine statüsüz masaya oturtmak daha doğrusu teslim almak istemektedir. İran ile ortaklaştığı noktaların birincisi; oluşabilecek halk ayaklanmaları yerine halkları daha doğrusu Kürtleri “ Tamam bu saldırıları durdurun hiçbir şey istemiyoruz” dedirtmeye getiriyorlar.

Türkiye sorun yaratıp bunu satmada bire birdir. Zaten yarattığı KCK dosyasıyla bir ara şunu dedirtti “KCK’li tutsakları (rehineleri) bırakın müzakere başlatalım”. Bence Kürt rehineler müzakerelerin değil birebir diyaloğun ön koşulu olmalıydı. Böylece bu dosya şahsında düşmanca sergilenen her tepki durmadığında diyalog olmayacaktı.  Düşmanca davranmanın yanına düşmanca yaratılan kurumları da ekleyebiliriz. Çünkü YİBO’larda bir tek Kürt kadını tecavüze uğramamış bile sayılsa buralarda bir halka tecavüz söz konusudur. Arapçada tecavüz yani ihlal ya da sınırı aşmak, haddinden fazla gitmek, hakkın dışına çıkmak anlamını taşımaktadır.

İran’la Türkiye’nin bu saldırılarının ikinci ortak yanı, aslında ikisi de kendi sınırlarında yapacakları operasyonlar yerine Güney Kürdistan’ı seçmeleridir. Bence bir gerçeği halkla paylaşmak gerekir evet eğer ellerinden gelse Güneydeki kazanımları da ele geçirirler. Ama sanki Türkiye üzerinden KDP’yi İran üzerinden ise YNK’yi PKK karşına çıkararak baskı altına almak isteyen bir zihniyet, bir plan dolanmaktadır. Her iki ülkenin de sanki sınırları içerisindeki binlerce gerilla bitirilmiş Güneye ava çıkmışlar gibi bir durum var. Tam aksine savaş durumuna nazaran içte ciddi operasyonlara yeltenmemektedirler.

O halde sadece Güneydeki kazanımlara yöneliyorlar demek yakın zamanda nabza göre şerbet ihtimaliyle hareket eden KDP ve YNK’den gelecek tepkileri hesaplamamak demektir.

Evet, Güneyde kazanımlar var ve Özgürlük Hareketinden eksilen her güç bu kazanımları da zayıflatır ancak aynı zamanda unutulmamalıdır ki Güney Kürdistan’a saldırının en büyük sebebi Güney Kürdistan’ın PKK’ye baskı uygulamadaki en zayıf halka olmasındadır.

PKK ta Japonya’da yaşayan beş yüz Kürdün neredeyse yarısını harekete geçirecek kadar kapsamlı bir ağa sahipken bu denge ve hassasiyetle Güney Kürdistan’da Ulusal çıkarlar adına milyonları bulan pasif kitleyle yaşamak durumunda kalıyor.

Biz buna PKK’yi Güneyde dizginlemek demesek bile milyonlarca Kürdün dizginlenmesi söz konusu değil mi?

Zaten PKK Kürt dinamizminin kendisidir.  Kürdistan’da bir parçanın pasif oluşu o parçaya yapılan PKK ameliyatı değil midir?

Sen bir kazanımı baştanbaşa yüzlerce kilometresinden düşmanı püskürteceksin; bu kazanım üzerinden ağa olmuş insanlar çıkıp “Eylemlerinizle çıkarlarımızı dikkate almıyorsunuz” deyip düşmanın seni kürtaj etmesine alkış çalacaklar.

Güneyli siyasetçiler ulu ortada yedi sivilin katledilmesine rağmen yaptıkları açıklamalarla Türkiye’ye “Siz istediğinizi yapın ama bizim ticari, siyasi ilişkilerimize zere kadar zarar gelmeyecek” mesajının peşindeler. Zaten mevcut ticari ilişkileri bir damla ulusal çıkarlara yarasaydı Türkiye’nin kendisi böyle bir savaşı göze alamazdı. Demek ki savaşa rağmen ilişkiler gümbür gümbür devam ediyorsa o zaman bu savaş ilişkiler nezdinde oluşuyor demektir. Hatta PKK’ye karşı daha da sertleşmemeleri söz konusuysa bu kitlenin öfkesini frenleyememesinden kaynaklanmaktadır.

Güneyde iktidar dışındaki diğer muhalif yapılarda tribüne oynamaktan başka bir şey yapmamaktadırlar.

Bir diğer dinamizm ise Güneyde sivil toplum örgütünün kendisidir.  Kortek’te 7 sivilin katledilmesinin ardından toplamda 17 civarında inisiyatif oluşmuş bulunmaktadır. Bu inisiyatifler sayısal olarak bir ağı oluştursa da kendi aralarında eşgüdümlü çalışmadıklarından mevcut gücü parçalamışlardır. İçerik olarak bir niteliği yakalayan yapılar bile ikna edici çekici bir tarz yakalayamamışlardır.

ABD’nin müdahalesinden sonra güya geliştirilen STK’lar yerel ve dış istihbaratların eliyle geliştirildiği için bu alan askeri yapılardan daha kontrollü ve emir komuta zincirini işletmektedir.

Oluşan zeminden faydalanmak için temsili düzeyde katılımlar olmuştur. Öyle ki bazı yerlerde eylemi düzenleyen örgüt sayısından daha az insan eylemin kendisine katılım sağlamıştır.

Yine birçok yerde tabanın tepkisinin olduğu gözden kaçmasa da eylemlerde komşu ülkelerin dengelerini gözeten ve STK’ları dizginleyen PDK ve YNK’nin bu alanı gölgelemesi gözlerden kaçmamıştır.

STK’larla yaptığımız bir tartışma önemli bir sivil toplum örgütüne öncülük eden bir şahıs “ Bizim oluş sebebimizin zemini ve kaynağı belidir PDK ve YNK oluşturduğu maddi ve istihbari ağla zaten bizi gölgelerinden başka bir yerde yaşamamıza izin vermemektedir o halde bu alandan bir şey beklemek yerine bu zemini görmek daha doğru olur” şeklinde aktarmaktadır.

Her şeye rağmen iyi bir yöntem izlendiğinde Güney Kürdistan’da kayda değer tepkilerin olacağı anlaşılmıştır. Gerek iç dinamiklerin ve gerek dış dinamiklerin çekindiği kitlenin kendisidir.  Kitle belirleyiciliği “Halkların Baharı” olarak adlandırdığımız dalgalanmada da ortaya çıkarttığı gibi icat edilmemiş en büyük silah ve iradedir.

Ozan Erdem