Türkiye, Ermeni soykırımı olarak ifade edilen
olayların Osmanlı döneminde yaşandığını ve Ankara hükümetinin
bu konuda pek az sorumlu olduğunu öne süregelir. Ancak Türkiye
Meclisi’nin gizli celse zabıtları Ermeni soykırımının 1915
ile sınırlı olmadığını T.C’nin kuruluş süreci ve ilk
yıllarında da sürdüğünü ortaya koyuyor.
Ermeni soykırımı konusunda resmi ideolojinin
son yıllarda oldukça zor durumda bulunduğu açıktır. Bir yandan
devlet; ‘Ermeni soykırımı diye bir şey olmadı, tam tersine
Ermeniler müslümanları ve Türkleri katlettiler’ iddiası
üzerinde inatla dururken, diğer yandan ara bir tez giderek
yaygınlaşıyor. Bu tez şöyle özetlenebilir: ‘Katliamı Osmanlı
ve İttihatçılar yapmıştır, bunda M. Kemal ve Cumhuriyetin bir
suçu yok, dolayısıyla olayı bu biçimiyle yani, geçmişte savaş
koşullarında olmuş bitmiş bir olay olarak kabul edip, tartışmayı
kapatalım.’
Biz bu yazıda azınlıkların Anadolu’dan
yok edilmesi ve ekonomik varlıklarının zorla gaspedilmesi
sürecinin Kurtuluş Savaşı yıllarında da nasıl devam ettiğini,
Ermenileri soykırıma uygulatan mantığın, sadece İttihatçı
liderlerle sınırlı olmayıp asıl olarak egemen kesimlerin mantığı
olduğunu, Türkiye Meclisi gizli oturum belgeleriyle göstermeye
çalışacağız.
Yazıda kullandığımız kaynak Türkiye
İş Bankası Kültür Yayınları tarafından 1985 yılında
yayınlanmış olan “TBMM Gizli Celse Zabıtları”dır.
Alıntılarda sadece cilt ve sayfa numarası belirtmekle yetineceğiz.
Cumhuriyet
ve savaş döneminde soykırım
Kurtuluş
Savaşı sürecinde Rum ve Ermenilerin Anadolu’dan tümüyle
yokedilmeleri mücadelesi bütün hızıyla sürdü. Öyle ki
Ermenilere fabrikalarda işçi olarak bile tahammül edilememektedir.
3 Temmuz 1920 tarihinde yapılan gizli oturumda M. Kemal’in şu
sözleri bu bakımdan dikkate değer:
“Eskişehir’de
imalathanede Ermeni olduğundan bahsedildi. Bunları alelıtlak (ne
olursa olsun) atmak taraftarıyız. Fakat Rum ve Ermenileri atmakla
bütün makineler duruyor. Böyle bir zaruret yüzünden onları
değiştirmek kabil olamıyor.” (C. 1 s. 74)
Ermeni
soykırımına ve Rumlarla çatışmalara rağmen Dünya Savaşı
sonrasında Anadolu topraklarında hala önemli bir Hıristiyan nüfus
bulunmaktadır. Örneğin Müdafaai Milliye Vekili Fevzi Çakmak, 22
Ocak 1921 tarihli gizli oturumda 800 bin kadar Hıristiyan
bulunduğunu bunların çoğunun da Karadeniz illerinde varolduğunu
söylemektedir. Ayrıca gayrımüslimler ekonomik hayattaki yerlerini
yine de korumaktadırlar.
Gayrı-müslimlerin
mallarına göz dikildi
Türk Egemen
sınıfların sorunu, bunların tümünden nasıl kurtuluruz ve
ticarete, sanayiye nasıl el koyabiliriz noktasında toplanmakta ve
buna çareler aramaktadırlar.
M. Kemal’in yukarıdaki
sözleri sarfettiği oturumdan bir, iki hafta önce Yozgat’ta bir
Ermeni kırımı yapılmıştır. 23 Nisan 1920’de Türkiye Meclisi
açıldıktan sonra Yozgat’ta Çapanoğlu ailesi öncülüğünde
bir isyan patlak vermiş, isyancılar üzerlerine gönderilen düzenli
ordu birliklerini de yenip Yozgatı işgal etmişlerdi. Batı
cephesinden çağrılan ve 20 Haziran 1920’de Ankara’dan Yozgat’a
hareket eden Çerkes Ethem isyanı bir hafta içinde bastırmıştı.
Bu konuda bilinenler bunlardır. Ama “TBMM Gizli Celse Zabıtları”
bu olayın başka yönlerinin de olduğunu gösteriyor. Olaydan
neredeyse iki yıl sonra 18 Mart 1922 tarihli gizli oturumda
Eskişehir Mebusu Hüsrev Sami Bey sorguya çekiliyor. Bu kişi Ethem
Yozgat’a giderken M. Kemal’in isteğiyle onun yanına
gönderilmiştir. Hüsrev Sami görevinin Ethem’e kılavuzluk
yapmak ve Divanı Harp kararı olmadan insan asılmasına engel olmak
olduğunu söylüyor. Çünkü Ethem keyfine göre insan asmaktadır.
Hüsrev Sami bu teklifi önce reddediyor. Sebebine gelince: Hüsrev
Sami Yozgatlıların kendisinden intikam almaya kalkabileceklerini
söylüyor.
Yozgat’ta
Ermeni kırımı
Yozgat
Ermeni kırımının olduğu önemli merkezlerden biriydi. Boğazlıyan
Kaymakamı Kemal Bey de bu nedenle İstanbul’da yargılanıp
asılmıştı. Hüsrev Sami eniştesinin de Ermenileri kesti diye
Yozgatlılar tarafından mahkum edildiğini söylüyor. Bu kırıma
rağmen Yozgat’ta hala Ermeniler yaşamaktadır. Hüsrev Sami
itiraz etmesine rağmen İsmet ve M. Kemal’in ısrarıyla Ethem’le
birlikte yola çıkıyor. Yozgat’ı kuşatıyorlar. Sonra top ateşi
yapıp ardından Ethem’in güçleri Yozgat’a giriyor. Hüsrev
Sami çatışma çıktı diyor ve anlatıyor:
“Efendiler
mahaşarallah Yozgat’ın kadınları, bizim müfrezenin efradı
(fertleri), hepsi Rum ve Ermeni mahallesini yağma ediyorlar ve
Ermeni mahallesi yandı. Birçok maktül (ölü) vardı. Bunu huzuru
alinizde itiraf ediyorum. Miktarını Allah bilir.” (C. 3 s. 91)
“Şimdi efendim, bu memleket içerisine efradı müfreze
girdiler ve sabaha kadar yağma ettiler ve bazılarını katlettiler.
Ne buldularsa Rumlardan, Ermenilerden yağma ettiler ve bazılarını
da katlettiler ve yaktılar. (...) Binlerce koyun, araba, sığır
getirilmiş ve burada Meclisin bir kilometre aşağısında
satılmıştır.” ( s. 92)
Yozgat Mebusu Süleyman Sırrı
Bey, bunları anlatan Hüsrev Sami’yi tümüyle doğrulamıyor.
Süleyman Sırrı olay sırasında Yozgat’ta hapistedir. Yani olayı
bizzat yaşamış bir kişidir. Süleyman Sırrı Ermeni mahallesinin
yağmalanıp Hıristiyanların katledildiğini doğruluyor ama top
atıldıktan sonra isyancılar kaçtılar, Ethem güçlerine ilk
başta karşı koyan olmadı diyor. Hatta kendisini oğlunun gelip
hapisten çıkardığını ve diğer mahkumların da serbestçe
çıktığını söylüyor. Yani Süleyman Sırrı karşı koyma
olmadığı halde bilinçli bir yağma ve katliamın yapıldığını
ima ediyor. Sonra şunları ekliyor:
“Hıristiyan evlerine
gelince, yağmaya koyuldular. Herifin hayatı, malı gidiyor.
Pencereden bomba attılar. İçinde gavurları yaktılar.” (s. 94)
Süleyman Sırrı Bey’in ve Hüsrev Sami’nin
anlattıklarından sadece Hıristiyan azınlıkların saldırıya
uğradığı, Müslümanlara dokunulmadığı, hatta yağmalama işine
yöre halkının da bizzat katıldığı sonucu çıkıyor.
Bazı
yazarlar Ethem’in M. Kemal’le arayı bozmasına bakarak, ondan
bir halk kahramanı çıkarmaya çalışıyorlar. Bu apayrı bir konu
ama bunun doğru bir tavır olmadığını belirtelim.
Kurtuluş
Savaşı sürecinde geride kalan azınlık nüfusu bezdirmek,
panikletip kaçırmak için elden ne gelirse yapılmaya devam
edilmektedir. Örneğin Fevzi Çakmak sözünü ettiğimiz 22 Ocak
1921 tarihli gizli oturumda Hıristiyanlardan askerlik için bedeli
nakdi alınmasını ve bunların imalathanelerde, nafıa işlerinde
yani yol, köprü, tünel gibi bayındırlık işlerinde
çalıştırılmasını önermektedir. (Bu öneri İkinci Dünya
Harbi’nde esas olarak hayata geçecektir, göreceğiz.) Fevzi
Çakmak’ın bu önerisi karşısında, Malatya Mebusu Fevzi Efendi:
“Efendiler, Ermenilerin denaatı, ihaneti malumdur.(Yaşa
sesleri)” dedikten sonra Ermeni, Rum ve Yahudilerden 500 Lira
bedeli nakdi alınmasını, hem de bunların Erzurum’a, Sivas’a
yollanıp yollarda çalıştırılmasını ister. Ardından da;
“Maksadım onların ezilmesidir.” (s.322) diye ekler. Yani
Birinci Dünya Savaşı ve Ermeni Tehciri sırasındaki azınlık
düşmanlığı tüm hızıyla sürmektedir.
Kürt
ve Rum kırımı da başlıyor
Özellikle
Doğu Karadeniz bölgesindeki Rumların durumu Türkiye Meclisi’nin
açıldığı 1920’den, Büyük Taaruz’un yapıldığı 1922’ye
kadar birçok gizli oturumun nedeni olmuştur. O yılların Dahiliye
Vekili Fethi Bey (Okyar) bu bölgede 85 bin Rum bulunduğunu
söylerken, o dönem (1922 yılı) Canik Mebusu ve Amasya İstiklal
Mahkemesi üyesi olan Emin Bey, kayıtlara göre yaklaşık 94 bin
Rumun bulunduğunu söylüyor ve tahminen 4 bin Rumun da dağlarda
eşkiyalık yaptığını belirtiyor. Biz bu rakamı 100 bin Rum
olarak yuvarlayalım. Egemen sınıfların sorunu Samsun, Giresun,
Ordu, Trabzon gibi illerde yaşayan bu 100 bin Rumdan kurtuluş yolu
bulmaktır. Fazla da düşünmüyorlar. 1915 yılının baharında
Ermenilere uygulanan yöntemi bu sefer 1921 yılının Temmuzu’nda
Rumlara uygulamaya başlıyorlar. Hükümet 15-50 yaş arası Rum
erkeklerin tümünün iç bölgelere sürülmesi kararı alıyor ve
bunun uygulanmasını da Merkez Ordusu Komutanı Sakallı Nurettin
Paşa’ya bırakıyor.
Burada Sakallı Nurettin Paşa
hakkında biraz bilgi vermemiz gerekiyor. Bu kişi işkenceyle insan
öldürmekten, toplu katliam ve zulüm yapmaktan zevk alan bir
sapıktır. Sakallı Nurettin o yılın yani 1921 yılının kışında
Koçgiri Kürt ayaklanmasını büyük bir mezalimle bastırmıştır.
Bu mezalimde daha önce Ermenilere yapıldığı gibi resmi güçlerin
yanısıra örneğin Topal Osman çetesi gibi sivil çeteler de
kullanılmıştır. Nurettin Paşa’nın yaptığı zulümler
Meclisteki milletvekillerinin bile tahammülünü taşırmış, bu
kişinin cezalandırılmasını isteyen gizli oturumlar yapılmıştır.
4 Ekim 1921 tarihli gizli oturumdan bir örnekle yetinelim. Erzincan
Mebusu Emin Bey’in konuşmasından bazı bölümler şöyle:
“Refahiye’de bir arkadaşım vardır, onu işhad ederek
(şahit olarak göstererek) yirmi sene evvel buraya tavattun etmiş,
teehhül etmiş (yerleşmiş, evlenmiş) bir Türk, servetine tama
edilerek (göz dikilerek), karısı cebren alınmış ve sen Alevisin
diyerekten herif emval ve emlaki (malı mülkü) yağma edildikten
sonra öldürülmüştür. Efendiler; dünyanın hangi yerinde böyle
bir hareket görülmüştür ki babasını bir evladın elinde bir
ip, diğer evladın elinde bir ip olarak çektirilerek tam altı saat
zarfında bu suretle feciane öldürülmüştür? Rica ederim efendi
sen bu vaziyet karşısında asi olmaz mısın?(...)
Bu
fecayi (facialar) Ermenilere bile yapılmamıştır.
Hayri
Bey (Dersim) - Hakikaten bu fecayi Ermenilere bile yapılmamıştır.”
(C. 2 s. 269, 270)
Sakallı
Nurettin’in icraatları
M.
Kemal ise Nurettin’e sahip çıkmış ve bu kişi Kürt
ayaklanmasının bastırılmasının hemen ardından Rumların
tehciriyle görevlendirilmiştir. 1921 Temmuzu’nda da Nurettin
tehciri başlatmıştır. Fakat Rumlar beklenilenden daha dişli
çıkar. Tehcir kararını duyar duymaz Rumlar silahlanıp dağa
çıkarlar ve eylemlere başlarlar. Çünkü Ermenilere yapılanlar
ortadadır. Bu eylemler karşısında çaresiz kalan Nurettin bunun
acısını geride kalan çoluk çocuk, kadın, ihtiyar Rumlardan
çıkarmaya başlar. Nurettin bu arada askeri güç dışında
çeteleri de Rumlara karşı kullanmaktadır.
Lazistan Mebusu
Ziya Hurşit 5 Ekim 1921 tarihli gizli oturumda gelişmeleri şöyle
özetler: “Geçen sene Merkez Ordusu Kumandanlığı ihdas edildi
(9 Aralık 1920’de Sivas’ta bulunan 3. Kolordu Merkez Ordusu’na
dönüştürülmüştü. Bn.) ve Nurettin Paşa bunun riyasetine
(başkanlığına) geçirildi. Mıntıkasının (bölgesinin) her
tarafında o zavallı halkın, o şehirlerin, o köylerin ızrarını
mucip oldu (şehirlerin köylerin zarar görmesine neden oldu) ve
Ümraniye, Koçgiri hadisesi oldu. Birçok Müslüman köyleri yandı.
(...)
Nurettin Paşa Samsun’da 15 yaşından 50 yaşına
kadar olanları tehcire tabi tuttu.(...)
Nurettin Paşa Rum
tehciri sırasında Samsun’un içinde bunlar için gayrı mesul
çeteler yapılıyordu. Bunun üzerine Rumlar dağlara çıktılar.”
(Cümle bozuklukları metnin kendisinde var ama ne demek istediği
anlaşılıyor.)
Rum çeteleriyle başa çıkamayınca
kalanlara zulme başlayan Nurettin Paşa bununla da kalmaz, geride
kalanların da tehcir edilmesi kararı alır ve uygulamaya koyar. Bu
karar ve Nurettin’in yaptıkları bölgedeki egemen kesimlerin bile
tepkisine neden olur.
Bunlardan 56 kişi (içlerinde
mebuslar, belediye başkanları ve bölgenin zenginleri vardır),
Nurettin’i Meclis’e şikayet ederler. Ama kendisini iyice havaya
girmiş olan Nurettin bu 56 kişiye de tavır alır ve onların
şehirden çıkmasını yasakladığı gibi, bir de onları Rum
işbirlikçiliği ve hainlikle suçlar. İşte bunun üzerine
Meclis’te sözünü ettiğimiz gizli oturumlar başlar. Nurettin’in
görevden alınması ve mahkemede yargılanması istenmektedir.
Nurettin Paşa’nın oluşturduğu çetelerin zulmü
yüzünden Rumlar dağa çıktı diyen Z. Hurşit, bu çetelerin
Müslüman köylerini basıp yaktılarını söylüyor ve devam
ediyor:
“(Rumlar) Bunu yaptığı zaman Nurettin Paşa ne
ile uğraşmıştır? Yalnız kadınlara ve çocuklara karşı en
fena surette hareket edilmiştir. Bunlar yapıldığı halde asıl
silahlı sınıfa bir şey yapılmamasını anlamıyorum. (...)
Binaenaleyh Meclisi Ali bu adamı derhal mevkiinden
atmalıdır. Koçgiri heyeti tahkikiyesi ve vesaiki (inceleme ve
belgeleri) maddeler şeklinde. Bu adamın cinayeti meydanda.” (c. 2
s. 282, 283) (Yarım cümleler, cümle düşüklükleri orijinal
metnin kendisinde var.)
26 Ağustos 1922 tarihli gizli
oturumda da Sinop Mebusu Hakkı Hami Bey şunları söylecektir:
“Çünkü gözümle gördüm. Hem öyle fenalık
yapılmıştır ki, efendiler bugün memurlarımızın yaptığı
fenalığı emin olunuz İngilizler yapmaz.(...) Emin olunuz onlar
soyulacaktır, döğülecektir, herşey yapılacaktır. Irzlarına
tecavüz edilecektir, öldürülecektir. Hem de götürülüp bizim
hasımlarımızın önüne atılacaktır.
Mustafa Sabri
Efendi (Siirt) – Öldüreceğiz ya. Tohumluk diye mi besleyeceğiz?”
(C. 3 s. 722)
Kenan Evren’in “asmayıp da besleyelim mi”
sözünün patenti herhalde bu Mustafa Sabri Efendi’ye ait olmalı.
Soykırım sadece
İttihatçıların işi değil
Ermeni soykırımı İttihatçı liderlerin kendi
başlarına gizli saklı yaptıkları bir operasyon değildir.
Onların arkasında o dönemin egemen Türk ve Kürt sınıfları
vardır. Bunların temsilcileri o dönemin meclisinde İttihat ve
Terakki hükümetlerinde görevlidirler. Olanlardan ve olacaklardan
haberdardırlar. Bu nedenle azınlık kırımına ve malların
yağmasına büyük bir şevkle katılmışlardır. Bu işten en çok
karlı çıkanlar onlardır.
Türkiye Meclisi’nin zabıtlarında
1915’ten sonra da başta Ermeniler olmak üzere gayrı-Müslim
toplumlara karşı bir tehcir ve kıyım politikası yürütüldüğüne
dair birçok ifade bulunuyor. Dün daha çok Cumhuriyetin
kurulmasının öncesindeki döneme dair Meclis zabıtlarından
bölümlere yer vermiştik. Yazımızın bugünkü bölümünde
ise Kurtuluş Savaşı sonrasında gayrı-Müslimlerin tehcirine
yönelik ifadelere değineceğiz.
Azınlık mallarının
gaspının meşrulaştırılması
Kurtuluş Savaşı
bitmiş, Cumhuriyet ilan edilmiş, halifelik kaldırılmış, eski
Osmanlı imparatorluğunun yerini ulusal bir devlet,
İttihatçıların yerini CHF ve M. Kemal almış ama Rum ve
Ermenilerin kökünün kazınması için daha nelerin yapılması
gerektiği üzerine tartışmalar Meclis toplantılarının
gündemi olmaya devam etmiştir. Sorunun daha önce arka planında
kalan, Hıristiyan - Müslüman, Türk - Ermeni, Türk - Rum gibi
dini ve ulusal çelişkilerin gölgesinde gizlenen ekonomik yönü
artık ön plandadır. Artık sorun azınlıkları ekonomik
faaliyet alanından da tamamen silmek, bunların ekonomik
güçlerini ve ilişkilerini yerli burjuvalara devretmektir.
3
Nisan 1924 tarihinde, yani Cumhuriyetin ilanından sonra, Türkiye
Meclisi’nde gene bir gizli oturum yapılmakta ve gene
azınlıklarla ilgili bir kanun tartışılmaktadır. Tartışma
“Mahsubi Umumi Kanun Layihası”nın ikinci ve dördüncü
maddeleri üzerinedir. İkinci madde şöyledir:
“Madde
2 - Türkiye’den ayrılan mahaller ahalisinden Türk tabası
olmayanlarla eczayı vatanın (vatanın parçalarının) bir
kısmını tefrike sai olmuş (bölmeye çalışmış) olan siyasi
zümre ve teşkilatlara mensup eşhasın (şahısların)
hazinedeki matlupları (alacakları) iş bu kanundan müstefit
olamaz (yararlanamaz.)” (C. 4 s.428)
Madde; Türkiye
sınırları dışında kalan ve Türk vatandaşı olmayanlarla,
vatanın parçalarının bir kısmını bölmeye çalışmış
şahısların hazinedeki alacakları bu kanundan faydalanamaz
diyor.
“Mahsubi Umumi Kanunu”nun ne olduğu
tutanaklarda yok. Ama bu kanunun ikinci maddesine gelen itirazlar
üzerine gizli oturum yapılıyor ve Gümüşhane Mebusu Hasan
Fehmi Bey gizli oturumun sebebini açıklıyor:
“Arkadaşlar,
hafi celseye sebep olan, saik olan (yol açan) ciheti arzedeyim.
Maddeden maksat tehcir ve tegayyüp eden (göç eden ve
kaybolan, ne olduğu bilinmeyen) Rumların ve Ermenilerin tekalifi
milliye ve harbiye mazbatalarını (Dünya Savaşı sırasında
alınan olağanüstü vergilerin belgeleri bn.) mahsup etmemektir.
(...) Binaenaleyh Rumları, Ermenileri bu tekalifi milliye
mazbatalarının bedellerinden müstefit etmemek
(yararlandırmamak) için bir çare düşünüldü. Fakat bunu
açık olarak Rum ve Ermeni diyemezdik.
(...) vaktiyle bir
emvali metruke (bırakılmış, terkedilmiş mallar) kanunu
yapıldı. Firar edenlerin emvalini (mallarını) Hükümet
tasfiye eder deniliyordu. Size sorarım arkadaşlar; bahusus
(özellikle) Musa Kazım Efendi’ye sorarım. Tek bir müslüman
emvalini hangi Hükümet, hangi memur tasfiye etti. Maksat; siyasi
zümre altında bu iki unsuru saklamaktır. (...) Hatta o kanun
yapıldıktan sonra eski hafi celselerin zabıtlarında
muharrerdir (yazılıdır). Meclisi Ali o zamanın Maliye
Vekili’ne demiştir ki ‘mahrem bir tebligat ile bu maddei
kanuniyenin Müslümanlardan firar ve tagayyüp edenlere şamil
olmadığını temin edecek misin?’ ‘Evet’ dedi. Bu teminatı
alıp zapta geçirdikten sonra o maddeyi cihana karşı umumi
olarak çıkarmıştır. Bu maddede dahi yapılacak budur.” (c.
4 s. 429)
Azınlıklar
mülksüzleştirildi
Şimdi buraya kadar olan kısmı
özetleyelim. Dünya Savaşı sırasında zenginlerden ama esas
olarak da azınlık burjuvaziden tekalifi harbiye, tekalifi
milliye adıyla olağanüstü savaş vergileri toplanmış ve bu
vergilere karşılık belgeler verilmiştir. Yani devlet bunlara
bir tür borçlanmıştır. Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti
hukuki olarak Osmanlının devamıdır ve Osmanlı borçlarını,
yükümlülüklerini üzerine almıştır. Cumhuriyetin ilanından
sonra sıra şimdi bu borçların ödenmesindedir. Bir kanun
çıkartılır ve bu kanunun ikinci maddesinde Türk vatandaşı
olmayanların ve bölücü faaliyetlere katılanların (yukarıda
madde 2’ye bakınız) bu kanundan faydalanamayacakları yazılır.
Meclis’te de bulunan egemen kesimler, kendilerinin de savaşma
sicili pek iyi olmadığı için, devletin bunlara olan borçlarını
da ödemeyeceği korkusuna kapılırlar ve gizli oturum yapılır.
Gizli oturumda kanunu hazırlayanlar işin aslını anlatırlar.
Amacın göç ettirilen ve kaçırılan Rumların, Ermenilerin
paralarını ödememek olduğunu söylerler. Bir de yakın
geçmişten örnek verirler. Daha önce de terkedilmiş mallarla
ilgili bir kanun yapılmış, “Emvali Metruke Kanunu”. Hükümet
bu mallara el koyup dağıtmış. Hasan Fehmi bir tane Müslüman
malının bile tasfiye edilmediğini amacın Rum ve Ermenilerden
kalan malların tasfiyesi olduğunu söylüyor. Yani bu kanunla
azınlıkların geride bıraktığı mal-mülkün yağmalanması
yasal kılıfa büründürülmüş. Fiiliyatta yapılan
azınlıkların mülksüzleştirilmesi yasal olarak da
perçinlenmiş. Hatta egemen sınıflar o kadar sağlamcılar ki,
Maliye Bakanı’nın sözüne bile güvenmeyip, ondan bu kanunun
Müslüman olup da göçedenlere ve kaçanlara uygulanmayacağına
dair yazılı gizli bir belge de hazırla diyorlar. Evet cevabı
alındıktan ve bu konu da zapta geçirildikten sonra kanun kabul
ediliyor ve genel haliyle yayınlanıyor.
Kaldığımız
yerden devam edelim. Hasan Fehmi Bey (Gümüşhane) konuşmasının
devamında “Harbi Umumiden (Birinci Dünya Savaşı) evvel,
harbi umuminin ilk senelerinde İslamlar daha ticarete atılmış
değillerdi (demek ki savaş sırasında ve sonunda İslamların
ticaretteki durumları da değişti bn.). Pek mahdut (sınırlı)
İslam mağazaları vardı.” (C. 4 s. 429) dedikten sonra, Rum
ve Ermeni alacaklarının milyonlarca Lirayı bulduğunu söylüyor.
Sadece Ankara’da dört, beş yüz bin Liradan aşağı
olmadığını belirtiyor.
Hasan Fehmi Bey mebusları daha
da rahatlatmak için şunu da ifade ediyor: “Maliye Vekili Bey,
evvelce de arzettiğim gibi, yine emvali metrukede olduğu gibi.
Maliye Vekili Bey defterdarlara emir verir der ki, maddeden maksat
budur. Yalnız Rum ve Ermenilere aittir. (...) Maliye Vekili Bey
ile de görüştük. Mahrem tebligat yapacağını vaadettikten
sonra bu maddeyi kabul ettik.” (C. 4 s. 430)
Bu
açıklamalar üzerine milletvekilleri daha fazlasını istemeye
başlarlar: “Zeki Bey (Gümüşhane) - Yahudiler ne olacak?
Memleketi sülük gibi emen Yahudilerdir.
Eyüp Sabri Bey
(Konya) - Bu madde yalnız Rum ve Ermenilere mi şamildir
(kapsamaktadır), yoksa Kudüs’(ü) memaliki Osmaniye’den
tefrik ile (ayırarak) bir hükümeti Museviye teşkil etmek
isteyen Musevilere ve Araplara da hepsine de şamil midir?
Hasan
Fehmi Bey (Devamla) - (...) şunu arz edeyim ki maddeyi yazarken
biz Rum ve Ermenileri düşündük.(...)
Refik Bey (Konya)
- (...) Maddenin bu suretle kalması muvafıktır. Buna Mişon da
dahil olmalıdır. Sonuçta kanun maddeleri olduğu gibi kabul
edilir.
Sonuç
Buraya
kadar anlattıklarımızdan şu sonuçları çıkarabiliriz:
Ermeni soykırımı İttihatçı liderlerin kendi başlarına
gizli saklı yaptıkları bir operasyon değildir. Onların
arkasında o dönemin egemen Türk ve Kürt sınıfları vardır.
Bunların temsilcileri o dönemin meclisinde İttihat ve Terakki
Hükümetleri’nde görevlidirler. Olanlardan ve olacaklardan
haberdardırlar. Bu nedenle azınlık kırımına ve malların
yağmasına büyük bir şevkle katılmışlardır. Bu işten en
çok karlı çıkanlar onlardır. İttihatçı liderler ise bu
katliamın bedelini canlarıyla ödemişlerdir.
Kurtuluş
Savaşı ve Cumhuriyet döneminde de Meclis sıralarını
dolduranlar aynı çevreler, hatta aynı kişilerdir. Bunlar doğal
olarak Ermeni soykırımına karşı çıkmak bir yana, arta kalan
azınlıkların da yokedilmesi ve bunların mal mülklerinin
gaspedilmesi için ellerinden geleni yapmışlardır.
Azınlıklara yapılan katliamların ve baskıların
ardında iç pazar sorunu vardır. Azınlıkları iç pazardan
kovmak Türkiye burjuvazisinin taa Genç Osmanlılar’dan yani
1860’lı yıllardan beri rüyasıydı. Bu rüya Birinci Dünya
Savaşı’nın koşulları fırsat bilinerek ve daha sonraki
süreçte de olayı sonuna kadar götürerek gerçeğe
dönüştürülmüştür. Yani olay 1915’teki katliamla,
soykırımla bitmemiş, günümüze kadar devam etmiştir.
Egemen sınıflar hem soykırımı hem de yaptıkları
gaspları meşru gösterebilmek için, bilinçli olarak Rum ve
Ermeni düşmanlığını kışkırtmışlar, çocuklara daha okul
sıralarında bu düşmanlığı aşılamışlar ve süreç içinde
bu düşmanlık devletin vazgeçemeyeceği ideolojik bir araca
dönüşmüştür. Türkiye’de değişik ulusların varlığından
sözeden, onların haklarından bahseden herkese karşı en önemli
silah hala budur. Mevcut MGK yönetimi bu şovenizm sayesinde
kendini meşru gösterebilmektedir.
M. Kemal’e gelince.
Yukarıda gördüğümüz gibi M. Kemal, Ermeni ve Rum düşmanlığı
konusunda ve bunlara karşı uygulanacak yoketme yöntemleri
konusunda İttihatçılardan farklı değildi. Ama M. Kemal’in
İttihatçı liderlerden şöyle bir farkı vardı: İttihatçılar
kendileri kişi olarak azınlık mallarının yağmasına
katılmadılar. M. Kemal ise azınlık mallarının yağmalanmasına
bizzat katılmış ve “emvali metruke” selinden epey kütük
toplamıştır. M. Kemal’in yüzbinlerce dönümü bulan
toprakları, çiftlikleri, atölyeleri, birçok şehirde bulunan
köşkleri içinde daha önce azınlıklara ait olanlar da vardı.
Örneğin Çankaya Köşkü bir Ermeni’ye aitti. Ankara 1800’lü
yıllarda nüfusunun üçte biri gayrı-Müslim olan, Fransız
okullarının ve iki tane de tiyatronun bulunduğu modern bir
yerleşim yeriydi. Ankara’ya 1892 yılında demiryolu da
ulaşmıştı. Azınlıkların şehirden kovulmalarıyla Ankara
bir bozkıra dönüştü. Ankara’ya taşınan bürokratlar
azınlıklardan kalan Yahudi, Rum ve Ermeni mahallelerine
yerleştirildiler.
Azınlıklara esas ekonomik darbe
İkinci Dünya Savaşı sırasında vurulacaktır. Ama o arada
1936 yılında olan bir olay vardır ki etkisi günümüzde de
sürmektedir. O yıl azınlık vakıflarının ellerindeki
taşınmaz malları bildirmeleri istenir. Onlar da bildirir. Bu
kadar. Fakat 1974 yılında Yargıtay azınlık vakıflarını
“yabancı kuruluş” kategorisine dahil eder. Sonrasında bu
vakıfların 1936 yılından sonra elde ettikleri mallara el
konulmaya başlanır. Bu süreç günümüzde de devam etmektedir
ve tartışma konusudur.
Günümüzde Ermeni, Rum ve
Yahudi düşmanlığı ekonomik boyutundan çok, şovenizm
boyutuyla, Kürt ulusal mücadelesi ile ilişkilendirilerek, her
tür bölücülüğe, emperyalizmin müdahalelerine karşı
mücadele demagojisi altında sürdürülmektedir.
OSMAN TİFTİKÇİ
|