3 Ekim 2011 Pazartesi

BDP: Erdoğan'ın İddiaları İftira ve Yalan

BDP Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı İdris Baluken, Erdoğan'ın BDP’li belediyelerin, bazı Alman Vakıfları ile kredi sözleşmeleri imzalayıp PKK’ye para aktardığı iddiasının "asılsız", ‘’yalan’’ ve ‘’iftira’’ olduğunu belirterek hukuki süreç başlatacaklarını açıkladı.

Baluken, Başbakan Erdoğan'ın sözleriyle ilgili yazılı açıklama yaptı. Hiçbir somut bilgi ve belgeye dayanmayan bu iddiaların partilerine karşı yürütülen siyasi soykırım operasyonlarını meşrulaştırmaya dönük çirkin iftiralar olduğunu kaydedne Baluken şunları söyledi:

"Belediyelerimiz, Başbakan’ın iddia ettiği gibi Alman Vakıflarından değil, Alman Kalkınma Bankası ve Alman Kalkınma Ajansı’ndan altyapı projelerinde kullanılmak üzere bir kısmı hibe, bir kısmı da geri ödemeli kredi almışlardır. Bu kredilerin tamamı Hazine ve Devlet Planlama Teşkilatı  denetiminde yani devlet denetiminde yapılmıştır. Kaldı ki, Türkiye’deki 3 bin 500 belediyeden sadece 98’i BDP’nin belediyeleridir. AKP belediyelerinin büyük bir kısmı da bu yabancı fon ve kredilerden faydalanmıştır."
Belediyelerden PKK’ye para aktarıldığı yönünde hiçbir belge ortaya konulmadığını kaydeden Baluken, Erdoğan'ın Hakkari Belediyesiyle ilgili iddialarına ise şu yanıtı verdi:

"Başbakan tarafından devletin Hakkari Belediyesi’ne 17 trilyon aktardığı ve bu paranın farklı amaçlarla kullanıldığı iddiası da yalandır. 2010 yılı itibariyle Hakkari Belediyesi’nin bütçesine 13,5 trilyon gibi bir kaynak tahsis edilmiş, bunun 2,8 trilyonu İller Bankası tarafından kesilmiştir. Kalan 10,7 trilyon bütçeye tahsis edilmiş, Hakkari Belediyesi’ne aylık ödemeler şeklinde aktarım yapılmıştır. Örneğin Hakkari Belediyesi’ne geçtiğimiz ay aktarılan para miktarı 600 milyardır. Hakkari Belediyesi’nin sadece aylık personel gideri 700 milyardır. Yani aktarılan para miktarı, bırakın farklı amaçlar için ya da hizmet üretimi noktasında kullanımı, personel giderini bile karşılayamayacak bir miktardır. Bu durumla ilgili maliye müfettişlerince Hakkari Belediyesi’nde soruşturma yapıldığı başbakan tarafından dile getirilmiştir. Soruşturması devam eden bir konuyla ilgili süreç tamamlanmadan başbakanın fikir beyan etmesinin doğruluğunu kamuoyunun takdirine bırakıyoruz."

Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nde PKK’lilerin çalıştırıldığı iddiasının da asılsız olduğunu ifade eden Baluken, bunu Başbakan'ın yerel seçimlerde Diyarbakır'da yaşadığı 'hezimet'e bağladı. Baluken, "Bu söylemler seçimle yapamadığını iftiralarla ve operasyonlarla yapma girişiminden başka bir şey değildir. Başbakan Diyarbakır’daki yerel yönetimlerle ilgili sorunlara gerçekten ilgi duyuyor ise, kendisine bir yıldır onaylanmayan İl Genel Meclisi bütçesini hatırlatmak isteriz. Diyarbakır’da 1500’ün üzerindeki yerleşim yeri, bir yıl boyunca Diyarbakır Valiliği’nin ve AKP hükümetinin keyfi uygulaması nedeniyle hizmet alamamıştır" dedi.

Baluken, "Somut bilgiden, belgeden yoksun her türlü kirli iftira ve asılsız iddialarla ilgili, hukuki süreçleri başlatacağımız tüm kamuoyu tarafından bilinmelidir" diye konuştu.

'Belediyeler PKK'ye Para Aktarıyor' İddiasına Tepki

Erdoğan'ın Alman vakıfları aracılığıyla BDPli bazı belediyelerin PKK'ye para aktardığı iddialarına tepki gösteren BDP Diyarbakır İl Başkanı M. Ali Aydın, Başbakan'ı ispata davet ettiklerini, aksi takdirde kendisini "iftiracı Başbakan" olarak tanımlayacaklarını söyledi.

Yenişehir Belediyesi Temizlik İşleri Müdürlüğü şantiyesinde yapılan tanıtım etkinliğine Yenişehir Belediye Başkanı Selim Kurbanoğlu, Diyarbakır BDP İl Başkanı M. Ali Aydın, Belediye-İş Sendikası Diyarbakır Şube Başkanı Vezir Perişan, Tüm Bel-Sen Diyarbakır Şube Başkanı Medeni Alpkaya, belediye çalışanları ve çok sayıda BDP'li yönetici katıldı. Tanıtım etkinliğinde katılımcılara kısa bir konuşma yapan Yenişehir Belediye Başkanı Selim Kurbanoğlu, belediye hizmetlerinin kalitesini artırdıklarını belirterek, halkın beklentilerine cevap olmaya çalıştıklarını vurguladı. Kurbanoğlu, "Siyasetimizin bize verdiği bu görevi layıkıyla yerine getirme uğraşımızı sürdürüyoruz. Bu çabamız artarak devam edecektir. Hizmetlerimizden halkımızın daha çok yararlanması ve onlara daha iyi hizmet etmek için araç parkurumuza daha önce 19 araç katmıştık. Filomuza bugün 7 tane araç daha katıyoruz. Böylelikle hizmetlerimizdeki kaliteyi artırmış bulunmaktayız. Bugün filomuza kattığımız çöp sıkıştırma araçları her biri 20 çalışanın personelin işini yapabilecek seviyededir" dedi.

Araç filosunun modernleşmesi sonucu belediye bütçesine önemli bir katkı sağlayacağını da sözlerine ekleyen Kurbanoğlu, "Belediyemizin ekonomik durumuna rağmen önemli çalışmalara imza attık. Göreve geldiğimizde toplam 25 aracımız bulunmaktaydı. Bu sayıyı bugün itibariyle 51'e çıkarmış bulunmaktayız" diye konuştu.

Belediye-İş Sendikası Diyarbakır Şube Başkanı Vezir Perişan ise, hükümettin BDP'li belediyelere yönelik yürüttüğü politikaları eleştirerek, Yenişehir Belediyesi'nin tüm olumsuzluklara rağmen önemli hizmetlerde bulunduğunu söyledi.

Daha sonra bir konuşma yapan BDP Diyarbakır İl Başkanı M. Ali Aydın, Alman vakıfları aracılığıyla BDPli bazı belediyelerin PKK'ye para aktardığı iddialarına sert tepki gösterdi. Aydın, "Kürt siyasetini çeşitli entrikalarla önünün kesilmeye çalışıldığı bu dönemde, özellikle BDP'li belediyeleri hedef alan ve hukuksal hiçbir temeli olmayan bu iddiaları red ediyor ve kendisini ispatta davet ediyoruz. Başbakan iddialarını ispat edemezse iftiracı Başbakan olarak tanımlayacağız. Bütün baskı ve iktidarın engellemelerine rağmen Kürt siyasetinin yerel yönetimler deneyimi, halkımıza olan bağlıklarının yansıması olarak hizmetlerini sürdürmektedir. Biz bu anlamda medarı iftiharımız ve halkımızın takdirine mazhar olmuş belediye başkanlarımızı ve meclis üyelerimizi ve çalışanları takdir ettik. Halkımız da bu takdirini seçim süreçlerinde ortaya koydu" dedi. Aydın, "Yenişehir Belediyemiz tüm kıt kaynaklara rağmen hizmetlerinin kalitesini artırmaya dönük araç filosuna yeni araçlar katmaktadır. Bu çalışmalardan dolayı belediye çalışanlarının emeklerine saygı duyuyor ve teşekkür ediyoruz. Biz siyaset olarak belediyemizin çalışmalarını izlemeye devam edeceğiz" ifadesinde bulundu.

Konuşmaların ardından kurdeleleri kesilen araçlar hizmete başladı.

AKP'den 'Ajanlaştırma' Dönemi

Kürt hareketine karşı topyekün savaş başlatan AKP hükümeti yeni bir çalışma daha başlatıyor: "İhbar et, para kazan." Uygulamaya göre "suçluyu yakalatana ya da kimliğini bildirene para ödülü" verilecek.

ABD’de 1950'lerde Wisconsin senatörü Joseph McCarthy döneminde yoğunlaşan ve hala devam eden, Türkiye'de ise özellikle 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbesi dönemlerinde başvurulan "muhbir vatandaş" sistemi, hazırlanan yeni özel yönetmelik taslağıyla yeniden gündemde.

Milliyet'in haberine göre, İçişleri Bakanlığı tarafından başlatılan çalışma 2006'da kabul edildi ama henüz uygulanmadı. Uygulanması için, 1991'de yürürlüğe giren 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası'nı değiştiren 29 Haziran 2006'da Meclis’te kabul edilen 5532 sayılı yasanın 19. maddedeki hüküm işleme konulacak.

Böylece, "İşlenişine katılmamak şartıyla Terörle Mücadele Yasası kapsamına giren suç faillerinin yakalanabilmesine yardımcı olanlara ya da yerlerini, kimliklerini bildirenlere" para ödülü verilecek.

Yasanın Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmesine karşın hiç uygulanmamış olmasından doğan problemin, hazırlanan yönetmelik taslağının görüş için ilgili birimlere gönderilmesiyle çözülmesi planlanıyor.

İçişleri Bakanlığı'nın hazırladığı yönetmelik uygulanmaya başlayınca, hangi şartlarda kimlere, nasıl para ödülü verileceği kesinlik kazanacak.

Yönetmelik çalışmaları devam ederken, yasanın çıktığı 2006'da aynı amaçla hazırlanan yönetmelik taslağının kaybolduğu ortaya çıktı.

Yönetmelik taslağını Emniyet Genel Müdürlüğü hazırlamıştı ve taslağı, inceleme ve yayımlama işlemleri için İçişleri Bakanlığı'na göndermişti. Ancak Bakanlık, taslakla ilgili kayıtları bulamadı.

Bunun üzerine, Emniyet Genel Müdürlüğü taslağı yeniden hazırladı; görüş bildirmeleri için ilgili birimlere gönderdi. İlgili birimler görüşlerini belirtince, Maliye ve İçişleri Bakanlığı bürokratlarının uygulamaya son şeklini vermesinin ardından, yönetmelik Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe konulacak.

BDP'den Sabah Gazetesine Tepki

BDP Genel Merkezi, partinin eş genel başkanı Gülten Kışanak’ın bir fotoğrafını yayınlayarak “örgüt denetiminde” olduğunu iddia eden Sabah gazetesine tepki gösterdi. BDP, o fotoğrafın 1994’te çekildiğini belirtti.

BDP Genel Merkezi yaptığı yazılı açıklamada, sözkonusu fotoğrafın çekildiği sırada Kışanak, Özgür Ülke Gazetesi’nin Yayın Koordinatörlüğü görevini yürütmekte olduğunu belirtti.

BDP’nin açıklaması şöyle:

“Sabah Gazetesi’nin bugünkü sayısında yer alan ‘Gültan Kışanak örgüt denetiminde’ başlıklı haberde Eş Genel Başkanımız Sayın Gültan KIŞANAK’la ilgili bir takım iddialar ileri sürülmüş, iddialara dayanak olarak da bir fotoğraf yayınlanmıştır.

Bu haber eğer yapılmadan önce Sayın Eş Başkanımızdan bilgi alınmış olsaydı daha objektif ve doğru bir haber yayınlanmış olurdu.

Söz konusu fotoğraf 1994’te çekilmiştir. Eş Genel Başkanımız Sayın Kışanak, o tarihte günlük yayın yapan Özgür Ülke Gazetesi’nin Yayın Koordinatörlüğü görevini yürütmekteydi. Kendisi bir foto muhabiri ile birlikte röportaj yapmak üzere Şam’a gitmiş ve o fotoğraf da orada çekilmiştir. Söz konusu röportaj Özgür Ülke Gazetesi’nde yayınlanmıştır. Bu tamamen bir gazetecilik faaliyeti olarak gerçekleşmiştir.

Olayın gerçek yönü bu iken, fotoğrafı veren istihbarat servislerinin amaçları doğrultusunda haber yapılması her şeyden önce bir gazetecilik faaliyeti değildir. Bu haberin gazetecilik meslek etik kurallarıyla bağdaşır hiçbir yanı bulunmamaktadır.”

En Az Türkler Birbirine Güveniyor!

Açıklanan yeni bir araştırmanın sonuçlarına göre dünyanın farklı ülkelerinde yaşayan insanlar, birbirleriyle güvenme konusunda farklılıklar teşkil ettiğini ortaya çıkarttı. Alman ve İngiliz uzmanların 50 ülkede yaptığı araştırmaya göre en çok İsveçliler, en az Türkler birbirine güveniyor.

Başkasına güvenebilir misiniz? Birbirine güvenmek, bölgesel bir durum mu? Yoksa yaşam koşullarıyla bağlantılı mı? İşte Bremen ve Leuphana üniversitelerinin öncülüğünde yapılan bir kamuoyu araştırmasında bu soruların yanıtı arandı. 50 ülkeden 60 bin insanın görüşünün sorulduğu araştırmada sonuçlar da bir hayli ilginç çıktı.

Sonuçlara göre fakir ve az gelişmiş ülkelerde yaşayan insanlar daha az birbirine güveniyor. En fazla refah ve kişi başına düşen gelir konusunda birinciliği kimseye kaptırmayan İskandinavya ülkelerinde yaşayan insanlar birbirine güveniyor. “Birbirimize güveniyoruz” diyenlerin sıralamasında liste başını İsveç, Norveç ve İsviçre çekti.

Listenin sonunda ise Türkiye, Ruanda ve Taboga yer aldı. Aynı şekilde Almanya’daki sonuçlar da uzmanları şaşırttı; Eski doğu Almanya’daki eyaletlerden gelenler, batıdakilere kıyasla daha az birbirine güveniyor. Araştırmaya ilişkin bilgi veren Bremen Üniversitesi’nden Prof. Jan Delhey’e göre ise insanın ne zaman birbirine güvenceği belli değil.

Araştırmada görüşlerini aldıkları insanlara “Ailenize, yakın çevrenize ve arkadaşlarınıza ne kadar güveniyorsunuz?” sorusunu yönelttiklerini söyleyen Delheyen, her ülkeden farklı sonuçlar aldıklarını bildirdi. Cevapların yaşam koşullarıyla bağlantılı olduğuna dikkat çeken Alman uzman “Asya ülkelerindeki sonuçlar da bizi şaşırttı. Buralarda güçlü bir güven duygusu gözlemledik” dedi.

Kapitalizme Öfke : ''Amerikan Baharı'' Durmuyor

 ABD'nin New York kentinde 17 Eylül'de başlayan ekonomik krizi protesto ve kapitalizm karşıtı gösteriler dün Brooklyn köprüsünü trafiğe kapattığı için 700 kişinin gözaltına alınmasına rağmen sürüyor.
 
Dünya finansının sembol caddesi ve New York Menkul Kıymetler Borsasının bulunduğu 'Wall Street' karşıtı gösteriler ABD'nin Los Angeles, Chicago, Denver ve Seattle gibi kentlerine de sıçrarken, Wall Street civarında bugün de yüzlerce kişi toplanarak gösteri yaptı.

Basın mensupları, bine yakın kişinin toplandığını bildirirken, dün gözaltına alınan göstericilerin çoğunun bugün serbest bırakıldıkları belirtildi.

İspanya'daki gösteriler ile "Arap baharı" ayaklanmalarından esinlenen "Wall Street'i işgal" hareketi yayınladığı manifestosunda, "Ulusumuz, türümüz ve dünyamız krizde. Çözüm bulunması için ABD'nin oynayacak önemli rolü var, ancak kapitalizmin açgözlülüğüne ve ülkemizin siyasetini belirleyen kokuşmuş siyasete artık kendimizi teslim edemeyiz" ifadesini kullandı. 

"www.occupywallst.org" web sitesinde kendilerini, "sendikalar, üniversite öğrencileri, öğretmenler, aileler ve işsizlerin" temsilcileri olarak tanımlayan protestocular, Wall Street'i ''Amerika'nın Tahrir Meydanı'' yapmak istediklerini belirtiyorlar. 

"Para hırsı, yolsuzluk ve sosyal bütçe kesintilerini" protesto eden gruplar, mali sistemin zenginleri ve güçlüleri kayırdığını, seslerinin duyulmadığını savunuyorlar. 

Göstericiler, "Bu, patronların para hırsına karşı bir gösteri, Wall Street'e geldik, çünkü burası patronların çürümüşlüğünün sıfır noktası. Buraya artık canımıza tak ettiğini söylemeye geldik, artık buna tahammül etmeyeceğiz'' diye konuştular.












Kürt Muhalefetini Ehlileştirme Aracı Olarak 'Şiddet Karşıtlığı' *

Selin Pelek / Foti Benlisoy
 

Kürtleri “ev zencisi” haline getirmek

Malcolm X bir konuşmasında “ev zencisi” ile “tarla zencisi” arasındaki farktan bahseder. Ev zencisi, yani sahibinin evinde hizmetli olan köle, sahibi hastalanınca “hastalandık mı patron?” diye sorar, sahibinin evi yanarsa patronundan önce onu söndürmeye koşar. Beyaz adamın kendisine gösterdiği “lütuftan” memnundur; zenci olduğunu bilse de ayrıcalıklıdır. Tarla zencisi, yani beyaz adamın pamuk tarlasında çalışmaya mahkûm köleyse sahibi hastalandığında ölmesi için dua eder, sahibinin evi yandığında neredeyse zil takıp oynar. Tarla zencileri “toprakta karınca, suda balık” kadar çokturlar ve ev zencilerinden her daim daha zencidirler.

Son zamanlarda Kürtleri tabir caizse “ev zencisi” haline getirmek, yani Kürt hareketini terbiye edip onu “makul” ve “medeni” muhalefet sınırlarına çekmek popüler bir köşe yazısı konusu haline geldi. Kürt siyasal hareketinin evcilleştirilmiş ve devlet terbiyesi edinmiş bir kalıba dökülmesi maksadıyla iştahla yazan “demokrat” kalem erbabının sayısı hayli fazla. Siyasi rasyonaliteyi ve dolayısıyla siyaseten makul olanı temsil ettiği iddiasıyla, daha doğrusu kibriyle yazanlar, Kürt hareketinin siyasal eyleminin müesses nizamın konformizmi çerçevesinde kalmasını salık veriyorlar. Savaşın müsebbibi Kürt hareketinin yarattığı siyasal seferberlikmişçesine onların standartlarına uygun, makul, aklı başında ve terbiyeli bir muhalefetin gerekliliğinden dem vuruyorlar. Kürt muhalefetini düzen içinde kabul edilebilir sınırlar dahiline alıp pasifize etme, “haddini aşan” ahaliyi müesses siyasetin etrafı çitlenmiş oyun alanına yeniden çekme telaşından başka bir şey değil bu.

Bu bağlamda, “şiddetin doğrudan siyasetin ‘antitezi’ olduğunu, siyaseti olanaklı olmaktan çıkardığını, dolayısıyla şiddete kimin niçin yaptığından bağımsız olarak karşı çıkmak gerektiği” şeklinde özetlenebilecek yaklaşımdan yola çıkarak Kürt hareketine şiddetle ilişkisini gözden geçirme, tek taraflı ve koşulsuz olarak silahlı mücadeleden vazgeçme çağrıları yapılıyor. Hızını alamayan kimi çevreler içinse Kürt hareketinin nasıl da şiddetperver, otoriter ve hatta faşizan olduğu, neredeyse “bağımsız” ve put kırıcı aydın olmanın bir gereği haline geldi. Anti-totaliter liberalizm, mevcut siyasi kurumsallaşmayı zorlayan her siyasal mücadeleyi Aucshwitz ya da Gulag’lara giden bir yol olarak mahkûm etme heves ve arzusunda. Özellikle AKP döneminin “devrimci” gücüne iman eden kimi yazarlar açısından Kürt siyasal hareketi Kürt sorununun çözümü karşısında neredeyse en büyük engeli teşkil ediyor. Onlara göre, Kürtlere her türlü zulmü yaşatan “ceberut devlet” tarihin çöplüğüne gönderildiğine göre Kürt hareketinin bu kerameti kendinden menkul demokrasi atmosferinin hakkını vererek uysallaşması, haddini bilmesi gerekiyor. Örneğin devlet televizyonunda sabah akşam anadillerinde din dersi dinleyebilme hürriyeti bahşedilen Kürtlere bununla yetinmeleri ve baskın üzerine baskın yiyen “sakıncalı” yayınlarından vazgeçmeleri buyruluyor.

Kürt meselesinde eksiğiyle gediğiyle de olsa aslında bir “normalleşme” sürecinde bulunulduğu ve bu anlamda bir “dış zorlama”, yani mesela “derin Kandil”in ya da “Kürt Ergenekonu”nun provokasyonları olmadığı takdirde meselenin hallinden çok uzak olunmadığı öne sürülebiliyor. Öyle ya aslında her şey “iyi” giderken Kürtlerin mesela “demokratik özerklik” gibi “kışkırtıcı” söylemler kullanarak milliyetçiliği kışkırtmalarına ne gerek var? Kürtler fazla patırtı gürültü çıkarmasalar Kürt sorunu da sessiz sedasız çözülmeyecek mi? Kürtlerin gıyabında, Kürt hareketine rağmen Kürt meselesini “çözme” anlayışı, üstelik demokratikleşme etiketiyle pazarlanabiliyor yani. Bilhassa liberal, kısmen de sol liberal mahfillerde yaygın bu görüş, AKP’nin “açılım” siyasetini olumlayan, olsa olsa AKP’yi açılımdan sapmakla, mesela seçim sürecinde milliyetçi bir dil kullanıp özüne ihanet etmekle eleştirebiliyor. Kürt hareketini “makul” siyasetin konformizmine saplamaya dönük bu söylemin bunca popülerlik kazanmasında, AKP’ye bir tür demokratik dönüşümün öznesi olarak bol keseden kredi verenlerin payı olduğu da aşikâr elbette.

Siyasetin ve muhalefet etmenin ne olduğuna ve nasıl yapılması gerektiğine dair bol miktarda hizaya çekme girişimleriyle dolu bu tip söylemler, liberal-müzakereci siyasetin çok tipik körlüklerini yeniden üretiyor aslında. Söz konusu liberal müzakere zihniyeti, fikirlerin dolaşımını siyasetin temeli kabul ederken dolaşıma giren bu fikirlerden türeyecek pratiklerin düzenin işleyişini sarsmayan, örselemeyen karakterde olmasını şart koşar. Radikalizmin kişiler ve topluluklar arası fikir alış-verişi, bir fikir teatisi düzeyinde kalmasını ister. Mesela bir siyasal partinin, hem de ciddi oy desteği almış bir partinin meclis çalışmalarını boykot etmesini içine bir türlü sindiremez, meclis denen mabedine yapılmış bu “hakareti” sineye çekemez ve böyle bir boykotu apolitizm olarak adlandırmakta beis görmez. Onun belirlediği sınırlar içerisinde “radikal” olmak mümkündür elbette, yani her türlü radikal düşünce kendisini ifade etmekte serbesttir belki ama radikalliğin tecessüm etmesine “şiddetle” karşı çıkılır. Mevcut kurumsal çerçeveyi, hâkim siyasetin adabını zorlayan her mücadele biçimi apolitizm ya da siyasi körlük/kısırlık damgasını daha baştan hak etmiştir. Üstelik liberal tolerans ve demokrasi anlayışının bu renksiz-kokusuz doğası öylesine “tarafsız” hale gelmiştir ki, örneğin devletin şiddet tekelini pratiğe geçiren polis-asker şiddeti ile ona karşı çıkanların şiddeti eş tutulur, hatta ikincisi şiddet ve çatışmanın müsebbibi haline getirilir. Muktedirlere karşı yumurtalı bir protesto dahi demokrasi karşıtı bir eylem olarak değerlendirilip, potansiyel bir totalitarizmin ayak sesleri olarak sunulabilir.

Şiddet ve siyaset

Şiddetin kötü olduğuna dair pedagojik formül, şiddetin insanlar arası ilişkilerin yürütülmesinin iyi bir yolu olmadığını hatırlattığı ölçüde anlamlı elbette. Fakat başına “nereden gelirse gelsin” vurgusu getirilerek siyasi düzleme kolayca izdüşürülen bu formül bir toplumsal olgu olarak şiddet hususunda çok az şeyi anlamamıza yardımcı olur. Örneğin farklı şiddet biçimlerine maruz kalanların ve bunları uygulayanların o biçimleri değerlendirme kıstasları hakkında bize hiçbir şey söylemez. Daha da önemlisi, şiddet uygulayan ve şiddete maruz kalan arasındaki ilişki hakkında da hiçbir şey anlatmaz. Şiddetin kategorik kötülüğüne dair ahlaki mutlakçılık, bize şu ya da bu şiddet eyleminin toplumsal bağlam ve içeriğini göz ardı etmeyi salık verir. Böylece şiddetin ortaya çıktığı tarihselliği ve sosyal bağlamı (yani hangi somut güç ilişkileri içerisinde şekillendiğini) anlama kapasitemiz, ahlâkî bir mutlakçılığın saydam basitliğine feda edilir.

İnsan toplumları yapısal, süreklileşmiş ve kurumsallaşmış hâkimiyet ve sömürü ilişkilerince bölümlenmiştir. Hâkim olan gruplar, bu yapısal pozisyonları, yani toplumsal ilişkilerin yapılanışındaki konumları dolayısıyla hâkimiyet altında olan grupları şiddete tabi tutarlar yahut sürekli şiddet tehdidi altında bulundururlar. Dahası şiddet kullanımında tekel olma tasarrufunun sınırları, son olarak Erzurum’daki HES protestosunda gördüğümüz üzere oldukça geniştir. Bu anlamda liberal-müzakereci anlayışın ifade ettiğinin tersine siyaset şiddeti dışarıda bırakan ya da onu dışlayan değil; tam tersine onu örgütleyen ve kurumsallaştıran bir olgudur. Toplumsal ilişkilerin hiyerarşik yapısı ancak kurumsallaşmış şiddet ya da şiddet tehdidi aracılığıyla inşa edilir ve yeniden üretilir. Mevcut düzenin muhafazası hususunda şiddetin rolü ve kurumsal şiddetin yapısal karakteri hususundaki körlük ise şiddet kullanımını şu ya da bu politik grubun tercihine indirgeyerek tartışmayı onların şiddetinin ya da bizim şiddetimizin “iyiliği” ya da “kötülüğü”ne sıkıştırır.

Tam da bu bağlamda hâkim grupların sürekli ve kurumsallaşmış olan ve mevcut tahakküm ve sömürü ilişkilerini ebedi kılmak için uyguladıkları bu şiddet ile tabi olan grupların buna bir tepki olarak gelişen şiddeti arasında ayrım çizgisini (bunun ince bir çizgi olduğunu bilerek) muhafaza etmek gerekir. Çünkü hâkim olanın şiddetiyle tabi olanın şiddeti arasında bir eşitlik kurmak, hâkimiyet ilişkilerini görünmez kılma riskini içerir. “Nereden ve kimden gelirse gelsin şiddete karşı olmak” tümcesi ile özetlenen tutum, savunma ile saldırı, fail ile mağdur arasında yapılabilecek ayrımların üzerini örter ve dolayısıyla toplumsal çatışmaların tarafları arasında (ezen-ezilen) bir eşdeğerlik varsayar. Örneğin Filistin meselesinde sık sık kullanılan “şiddet sarmalı” ifadesi bu tavrın tipik bir örneğidir. Bu yaklaşıma göre çatışmanın iki tarafı da kendi şiddetinin esiridir ve iki taraftan her şiddet eylemi çözümsüzlüğü daha da pekiştirmektedir. Tarafların şiddet eylemleri karşısında eşit mesafede durmayı vaaz eden bu yaklaşımın zayıflığı, meselenin kökeninde İsrail’in işgali ve Filistin’in sömürgeleştirilmesinin yattığına dair körlüğüdür. Böylece “şiddet sarmalı” ya da “nereden gelirse gelsin şiddete karşı olmak” türü tutumla fail ile mağdur arasındaki ayrım tamamen ortadan kaldırılmış ve daha da vahimi taraflar arasında bir eşitlik durumu varsayılmış olur. Oysa ancak önce İsrail’in işgali ve kendine has sömürgeciliği kınanarak Filistinlilerin politik ve askeri yöntemlerinden bazıları eleştiriye tabi tutulabilir.

Hasılı, her türlü şiddeti kınayıp, hepsine eşit mesafede durmanın ve şiddete “sıfır tolerans” göstermenin kazandırdığı biçimsel “ahlakiliğin” arka planda son derece derin bir gayriahlakiliği barındırması kuvvetle muhtemeldir. Ezilenlere ahlâk dersi vermeye soyunmak, muktedirleri arkasına almış olmanın verdiği ahlâksızlık ve had bilmezlikle izah edilebilir ancak. Bütün toplumsal bağlamından soyutlanmış bir siyasal –dolayısıyla bal gibi toplumsal- şiddet tasviri mutlak ahlakçı entelektüelin zihniyet dünyasında üretilmiş bir surettir. Gerçeklikle bağını bu soyutlamada yitiren bir şiddet tanımını sorgulamakla “akan kanı kutsamak” arasındaki eşitliği açıklamayı son günlerde köşelerinde bu yanlış denklem üzerine kalem oynatmaktan bıkmayan yazarlara bırakıyoruz.

Şiddetin psikopatolojisi mi?

Kapitalist sistemde iktisadi alan ile siyasal alanın ayrışması ile iktisadi/toplumsal sömürü ve bağımlılık, şiddet ve şiddet tehdidini doğrudan devreye sokmaksızın gerçekleşir. Politik kerte, çıkar çatışmaları alanının dışında, bağımsız ve tarafsız olarak görünür. Bu çerçevede, örneğin pür-i pak bir demokrasi mücadelesi salt siyasete içkindir ve iktisadi sömürü mekanizmalarını, düzenin siyaset dışı kabul edilen kurumlarını konu edin-e-mez. Bu görüntüyle yetinildiğinde şiddet meselesi elbette bir “tercih” meselesi olarak kavranabilir. Çünkü bu durumda zor-baskı-şiddet boyutu sanki kapitalizmin işleyişine dışsal, arızi bir olgu gibi görünür. Şiddet tercihten ibaretse eğer, rahatlıkla psiko-patolojik bir vaka, bir sapma olarak da ele alınabilir. Hatta bu sapma Kürt hareketi örneğinde legal siyaset ile birlikte yürütüldüğü için politik bir şizofreninin tezahürü de olabilir pekâlâ!

Zencisini ehlileştirmeye çalışan beyaz adamın kadim yanılgısı (körlüğü mü demeliyiz?) burada başlar. Tumturaklı cümlelere gerek yok; KCK operasyonları kapsamında tutuklananların “silahlarına” bakmak yeterli: Sandıkta halkoyu, bilgisayarda müzik dosyası, başta puşi… Kürt sorununu çözmeye meftun olduğunu her fırsatta söyleyen Erdoğan döneminde devletin güvenlik güçlerinin “yasal mermileriyle” 129 Kürt çocuğu öldürüldü, yüzlercesi elindeki taş “şiddet” unsuru, kendisi de terörist sayıldığı için hapishanelere tıkıldı. Yani Kürt hareketinin şımarık bir çocuk edasıyla kendisine lütfedileni reddedip huzursuzluk çıkarmakta patolojik bir şekilde ısrar etmesi yalan; şiddet dışı yöntemlerle yürüttüğü mücadelesine karşı bile “rekor” düzeyde şiddetle karşılık görmesi gerçek.

Gerçekliği ters yüz etmekte mahir kalem erbabının duyduğu sorumluluk, Kürtlere buyruk yağdırmanın ötesinde anlamlı bir mesaiye meyledecekse eğer, onurlu bir barış için yapılan çağrılara ısrarla –ve şiddetle- kulak tıkayanlara bir karşı duruşla, direnişle yola çıkmalıdır. Baskı ve inkâr altında onca yitip giden insanına rağmen intikam hissiyle hareket etmediğini her fırsatta dile getiren bir halk ve onun meşru temsilcileri “ehlileştirmeyi” değil, “eşitliği” hak etmektedir. Bu yönde bir mücadeleye destek olacak her samimi adım dökülen kanın durması için yegâne yoldur. Yoksa zihinlerde üretilen ve vicdan rahatlatmaktan öteye gidemeyen tarih/toplum dışı bir şiddet karşıtlığının politik düzlemde yankı bulması, en iyi durumda naif bir söylemin ötesinde bir anlam taşımıyor.

Kaynak: Sol Defter