19 Şubat 2012 Pazar

Bir İnfaz Dosyasında Kocadık

Bolu F Tipi Cezaevi - Türkiye cezaevleri toplama kampları gibi. Binbir ayrı hikayesi var mahpusların. Baki Yaş da onlardan biri.

“Eşim Elif, birlikte yakalandık. Birlikte yargılandık. Birlikte ceza aldık. Birlikte 18 yılı zindanda devirdik. Birkaç hafta sonra 20. yılımızı kutlayacağız. 18 yılı içeride geçen. Bir yastıkta değil ama aynı infaz dosyasında kocadık. 28 Şubat günü, bizim dosya Ankara’da yeniden görüşülecekmiş. Belki ikimizi de duruşmaya götürürler. Böylece tam 8 yıldır sesini bile duyamadığım eşim Elif’le, belki birkaç dakika da olsa bir araya geliriz...”
Bir yastıkta değil infaz dosyasında kocadık!

Merhaba Okay Ailesi,

Nesiniz siz? Dünyaya dostluk yayma çetesi mi? Marsilya’da açtığınız “görülmüştür” sergisi sonrası yazılan kartınızı ve yılbaşı dileklerinizi aldım. Doğrusu bu denli vefalı dostlarla karşılaşmayı beklemiyordum. Artık ne hale geldiyse dünya, şaşırıyorum çabucak kurulan vefalı dostluklara.

Sen de çok iyi bilirsin Adil abi. Vefasızlık da bu uzun maratonun bir parçası olmuştur her zaman. Ölümün soğuk nefesi karşısında korkuyu ve cesareti paylaştığın nice insan, yıllarca sesini esirger senden. Ve bir gün, bir kavşakta- hâlâ içinde ateşi taşıyorsa bir eylem alanında ya da kahrolası bir alışveriş merkezinde karşılaşır sorarsın: “N’apıyorsun? Niye hiç arayıp sormadın?” Utangaç bir cevap: “Ya sorma, iş güç, çoluk çocuk...” Bazen öyle haklı görünen bahaneler sıralanır ki, söyleyecek laf bulamazsın.

Kızın Öykü’yü hatırlıyorum. Üç sene önce yanımda Mehdi Boz kalıyordu. Şimdi Edirne F Tipi’nde. O zaman sizinle yazışıyordu. Bahsiniz geçerdi zaman zaman. Yolladığınız fotoğraftaki o iki minik kuştan hangisiydi Öykü. Durun ben tahmin edeyim. Resimdeki sarı kanarya o. Aslında yok farkları. Önünde fotoğraf çektirdikleri o mahpus resimlerinin-mektuplarının ağırlığını sanki duyumsamış gibiler. Ah şu bizim çocuklar. Dünyanın acılarıyla çok mu erken tanışıyorlar. Bizde çocuk olmadı. O nedenle bu sorunun yanıtını bilemiyorum.

Eşim Elif, birlikte yakalandık. Birlikte yargılandık. Birlikte ceza aldık. Birlikte 18 yılı zindanda devirdik. Birkaç hafta sonra 20. yılımızı kutlayacağız. 18 yılı içeride geçen. Bir yastıkta değil ama aynı infaz dosyasında kocadık. 28 Şubat günü, bizim dosya Ankara’da yeniden görüşülecekmiş. Belki ikimizi de duruşmaya götürürler. Böylece tam 8 yıldır sesini bile duyamadığım eşim Elif’le, belki birkaç dakika da olsa bir araya geliriz. Tabii götürürlerse.

Acaba diyorum kafamın içinde hafızamda tuttuğum ses gerçekten onun mu? Yoksa bir yanılsama mı? Bunu anlayabilmeyi çok isterdim.

Bir yoldaşım, Serpil. On yıl sonra çıktı dışarı. Telefonda on yıl sonra duydu sevdiğinin sesini. O anlatıyordu insan hafızasının bu şaşırtıcı oyununu. “Kafamdaki sesle duyduğum ses çok farklıydı” diyordu, “tanıdık tınılar da olmasa...”

Sorma Adil abi. Fena halde müzmin mahpus olmaya yüz tuttuk. Nasıl alışmışsak dünyaya demir parmaklıklar arasından bakmaya, dokunamadan seyretmeye... Tabii görebildiğimiz kadarıyla... dışarıda kar yağıyor, biz atıyoruz kendimizi pencere kenarına, o karın altında yürümeyi ancak hayal edebiliyoruz.

Uludere’nin, Roboski’nin acısı bize ancak, o cam ekran ve kâğıt gazetelerden süzülüp geldi. Dokunamadık o acılara, sarılamadık yaslı yüreklere. Ekran ve gazeteler gibi iki boyutluydu acılar. Onlarca yıl yatmak değil içeride, işte asıl bu koyuyor insana. Bizi insan yapan sevinç ve acılara uzak kalmak. Cezaların en büyüğü bu olsa gerek.

Bir film izlemiştim. Küçük bir Amerika kasabasında geçiyor. Liseli genç bir kızın cesedi bulunuyor. Soruşturma, sorgulama falan derken birkaç günde kasaba eski rutin hayatına dönüyor. Lisede bir eğitmen isyan ediyor bu duruma. “Farkında mısınız bir ölümüz var ve katil kim bilmiyoruz. Olayı öğrenince önce korktuk, evlerimize kapandık. Birkaç gün sonra tehlikenin geçtiğini düşünüp okula, alışveriş merkezlerine, lokantalara dolduk. Oysa elimizde meşaleler, dizlerimizde derman tükeninceye kadar haykırmalıydık sokaklarda, katili bulana dek. Şimdi birbirimize şüpheyle bakıyoruz. Zehirli havayı hiç fark etmeden ciğerlerimize çekiyoruz. O genç kızın cesediyle birlikte tüm kasaba çürüyor...”

“Auschwitz’den sonra şiir ölmüştür” diyen Adorno muydu? Ya bizde. Dersim’den, Roboski’den sonra elimizde meşaleler sabaha kadar katillerin yakasına yapışmak için yürümediysek eğer, şiir nasıl yazılıyor hâlâ? İşte böyle çürüyor milyonlar. Suskunlukla, acılardan kaçmak için eğlenceler ve yalanlar yaratarak. Çürüttükleri milyonlarla birlikte egemenler de çürüyor. Ama tam da bu yüzden, biz geriye kalanlar, tüm toplumun vicdanı haline geliyoruz.

Bu açıdan ABD’deki Wall Street eylemcilerini nasıl gıptayla izliyorum bilemezsin. Onların binlerce Dersim’i var, binlerce Roboski’si. Her sabah selam durdukları çubuklu-yıldızlı bayrağı taşıyan ölüm makinelerinin acımasız kıyımını izlediler yıllar boyunca. Dünyaya verdikleri acılar arttıkça, onlar kaçışı daha ilkel hazlarda buldular. Joan Baez’leri vardı bir zamanlar, şimdi Lady Gaga’ları. Ama her çukurun bir dip noktası var demek. Bir avuç genç yürek çıktı ortaya, işgal eylemi başlattılar. “En büyük silahımız vicdanımızdır” dediler. Kim bilebilirdi böylesine çürümüş bir toplumda, vicdanın böylesine önünde durulmaz bir güç haline gelebileceğini.

Şimdi bizde, İslamı kendine kalkan yapan bir partinin emriyle oluyor Roboski’ler. Ne diyelim...

Sevgiyle selamlıyorum sizleri vefalı dostlar. Bir gün mutlaka görüşebilmek dileğiyle.

Baki...

NOT: Baki Yaş bu mektubu dostları için kaleme almış. Mektup dostları aracılığıyla Özgür Gündem gazetesine ulaştırdı.

AKP’nin Gerçek Korkusu


Devlet organizasyonları içinde, ulusal ve ekonomik çıkarlar ve güvenlik ihtiyacı üzerine kurulduğu iddia edilen istihbarat örgütlerinin iktidarlar üstü bir konumu bulunan bürokratik oluşumlar olduğu biliniyor. Devletlerin her türlü pratiğini üstlenen ve gerektiğinde kendi hukukunu çiğnemek de dahil her türlü yaklaşımı sergileme lüksüne sahip istihbarat örgütleri bu anlamıyla kara kutu niteliğine sahip oldukça karanlık örgütler konumundadır.

Türkiye gibi İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) izinde ilerleyen komplo ve suikastlarla, karalama ve teşhirle, katliam ve soykırımla tarihe iz bırakan bir ülkede istihbarat örgütünün önemi daha da artmaktadır. İTC zihniyeti ve Teşkilat-ı Mahsusa pratiğiyle temelleri atılan günümüz istihbarat örgütü de bu gibi pratiklerde her zaman en ön planda rol oynayan, kimi zaman devlet kararına dahi gerek görmeden pratiğe geçebildi.

Şüphesiz devletin tüm kirlerinden haberdar olmanın ve devleti gerçekten düşünen kimi dürüst bürokratların bu kirli oyun ve komplolar dışında önerdiği, öne çıkarmaya çalıştığı kimi politikalar yok değildir. Fakat bu politikalar özellikle de İTC devamı bir Türk-İslam sentezi taraftarı Türkiye gibi bir ülke istihbaratında çok geçerli olamaz. Çünkü amaç iddia edildiği gibi ülkenin refahı ve çıkarı değil, iktidarın ve hatta istihbaratın çıkarlar düzenidir. Devlet imkanlarından, rantından, sermayesinden nemalanma hedefidir.

Bu kara kutu Türkiye’de şüphesiz Kürt halkına karşı işlenen suçlar, Türk ordusu ve devletinin, kontrgerillanın pratikleri hakkında da önemli bilgilere sahip olan, hatta birçoğunu bizzat kendisinin oluşturup örgütlediği bir misyona da sahip.


Yöntemleri çok değişik olmakla birlikte istihbarat örgütünün temelinde yatan amacı kesinlikle göz ardı etmemek lazım gelir.

Türkiye’de istihbarat, devlet muhaliflerini tespit ve engelleme, yok etme ile görevli bir mekanizmadır. Bunu 90’larda yasa dışı, hukuku çiğnemekten çekinmeden hem kendisi hem de paravan örgütleri aracılığıyla yaparken 2000’lerle birlikte bunu daha çok hukuk kılıfı altında yapmaya çalışıyor. 

Kürtlere yönelik devletin yürüttüğü kirli savaşta önemli bir pozisyonda yer alan istihbarat örgütünün en son PKK ve lideri Öcalan ile yürütülen görüşmelerdeki rolü ise daha çok devletin kirli yüzünü örtme ve tasfiyeyi inceltme politikalarıyla devam ettirme girişimi amacına bağlı bir girişimdi. 


Her ne kadar müzakerelerle Kürt sorununa barışçıl, demokratik ilkeler etrafında bir çözüm hedefiyle tanıtılmaya çalışılsa da siyasi iktidar üzerindeki etkisizliği –ki devlet-istihbarat bütünlüğünden kaynaklı bu tespit çok yerinde de değildir- nedeniyle bu sonuçtan uzak bir duruma neden olmuştur. Görüşmelerdeki esas özün tasfiye etme olması nedeniyle zaten görüşmeler deşifre edilmiş ve oldukça zayıf olan devlete güven daha da zedelenmiştir.



Bugün MİT mensupları üzerinden yürütülen tartışmalara da bu eksende bakmak daha yararlı olacaktır. Sorun ne MİT’in yaptığı görüşmeler ne de iddia edildiği gibi KCK üzerindeki etkisinden kaynaklanmıştır. Sorun MİT üzerinden sürdürülen görüşmelerin gerçek niyetinin, dolayısıyla AKP hükümeti ve iktidarın Kürt sorununa tasfiye eksenli yaklaşımının deşifresi ardından yürütülen bir toparlama hareketidir.

Kürt sorununun barışçıl çözümü için oldukça umut yaratan diyaloglar böylece hiçbir zaman tekrarlanmamacasına devletin dehlizlerine hapsedilmiş oldu. Bundan sonra ne MİT üzerinden böyle bir diyalog yapılabilir, ne de PKK, kendisinin siyasi bir malzeme olarak kullanılmasına ve iktidar çatışmalarına alet edilmesine izin verir. Bu anlamıyla AKP’nin ve arkasındaki küresel sermayenin bölge politikaları ekseninde hedeflenen savaş projesinin önündeki “diyalogla çözüm üretme” ihtimali yok edilmiştir.


Diğer bir tartışma konusu olan MİT’in KCK’nin kuruluşunda rol oynadığı, KCK’nin örgütlenmesi ve eylemlerinde yönlendirici olduğu konusu ise uzun süredir AKP hükümeti ve yandaş medya, aydın, yazar takımınca zorla türetilen Ergenekon-PKK ilişkisinin yeni bir versiyonu anlamına geliyor. Hedef de tabii ki Ortadoğu sathında bağımsız duruşuyla otuz yılı aşkın bir süredir en belirleyici güçlerden biri olma pozisyonunu koruyan PKK’nin gücünü zayıflatmak, halk ve kamuoyu nezdinde prestijini sarsmak.

MİT’in ve diğer tüm istihbarat örgütlerinin devlet ve iktidar muhalifi güçlere yönelik sızma girişimleri zaten gizli bir şey değil. Bu anlamıyla sızmanın PKK’yi kapsamaması da düşünülemezdi. Fakat PKK’de bunun başarıya ulaşmadığı da bir gerçek. Zaten devlet adamlığı düzeyinde iş gören birçok kesimin “eğer böyle bir şeyi başarmışsa tebrik etmek gerekir” yönlü değerlendirmeleri de bu konudaki başarısızlığını gözler önüne seriyor. 


Tüm bu tartışmaları bir iktidar çatışması olarak görmek mümkün olsa da özünde Türkiye’nin 2012 yılında yaşayacağı kaosun etkisini zayıflatma girişimi olarak görmek daha yerinde olacaktır. Tüm bölgeyi içine alması yüksek bir ihtimal olan savaş durumu, PKK’nin 2012 15 Şubatıyla birlikte başlattığı yeni mücadele süreci karşısında duyulan kaygı bu girişimin esas nedenlerinden birisi oluyor.

Kürt gerillalarının en son 9 Şubat akşamı Çele’de gerçekleştirdikleri eylemle de bu kaygı derin bir korku ve paniğe neden olmuştur. Son iki-üç ay içinde “PKK’yi bitirdik” diyerek kamuoyunu kandıran AKP hükümetine karşı bu eylem bitişin ve dağılmanın başlangıcı niteliği taşıyor. 15 Şubat Kürt Soykırım Günü vesilesiyle Kürt halkının başlatacakları eylemler, bunun Newroz’a ve 4 Nisan’a sarkan ve ivmeli bir şekilde artması da düşünülen hareketliliği göz önüne getirildiğinde sözde çözüm eksenli MİT aracılığıyla başlatılan girişimlerin sonuçsuzluğu daha çok tartışılacak gibi görülüyor.


Bu girişim tüm bunları göz önüne getiren iktidar odaklarının hamlesi olarak sonuç almaya çalışacak. Fakat o kadar kolay olmayacak. Çünkü bir yandan MİT görüşmelerinin tasfiye amacı daha da deşifre olurken, diğer yandan siyasal iktidarın Kürt halkı karşısındaki suçları, yeni imha ve inkar politikasına dayalı kültürel soykırım hedefi ayyuka çıkacaktır. Sonuçta kaybeden yine AKP zihniyeti ve onu Ortadoğu’da koçbaşı olarak kullanan küresel emperyalist güçler olacaktır.

Bu anlamıyla yaşananları salt devlet içi bir çatışma olarak görmek yeterli bir çözümleme olmayacaktır. Hedef yükselen Kürt Özgürlük mücadelesi ve Kürt halkının statüsünün kesinleştirileceği mücadelenin engellenmesidir. Bunu süreç aydınlandıkça daha iyi göreceğiz…


Umut Yeniçağ

13. Yılında 15 Şubat ve Tecrit - 4


Alper ATALAY /Nagihan AKARSEL

Barış için mücadele etti

Kürt sorununun çözümü için sürekli projeler üreten PKK Lideri Abdullah Öcalan, 16 Şubat 1999 günü İmralı Adası’nda bulunan cezaevine getirilmesi ile birlikte bir yandan derinleştirilen tecrit koşulları ile baş ederken diğer yandan da barış sürecine ilişkin temaslarını hızlandırdı.

Öcalan, İmralı’da bulunduğu dönemde birçok defa sürecin iyi ilerlemesi için ateşkes ilan ederken son iki yılda da 15 kez devlet heyeti ile görüştü. 1999 sürecinden önce de sorunun demokratik temelde çözümü için barış arayışlarını sürdüren ve kimi dönemlerde tek taraflı ateşkesler ilan eden Öcalan, sürekli devletin bir numaralı hedefiydi. Öcalan’a yönelik ilk ciddi yönelim PKK’nin 2. ateşkesini ilan ettiği 1995 yılında gerçekleştirildi. Bu dönemde devlet bir yandan Öcalan ile ateşkesin koşullarına yönelik görüşmelerde bulunurken, diğer yandan da suikast planları yapıyordu. Eski MİT Kontr-terör Daire Başkanı Mehmet Eymür’ün Ergenekon yargılamaları kapsamında yaptığı itiraflara göre, devlet bir ton C4 patlayıcı ile Öcalan’a suikast girişiminde bulundu. Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım, itirafçılar ve PKK’den bazı bağlantıların da içinde yer aldığı suikasttan Öcalan, şans eseri kurtuldu. 6 Mayıs 1996 tarihinde gerçekleşen bu başarısız suikast girişimi, aynı zamanda 2. ateşkesin sona ermesine neden olmuştu.

İdam tehdidi ve nefret söylemleri

Öcalan’ın İmralı Adası’na getirilmesinden sonra da barış arayışları durmadı. Ancak Öcalan’ın yargılanmasıyla birlikte idam tartışmaları başladı. İdam tehdidi altında barış taleplerini dile getiren Öcalan’a karşı Türkiye’de dört bir taraftan linç girişimleri ve nefret eylemleri örgütlendirildi. Bu dönemde bile barış arayışlarını sürdüren Öcalan 1999-2004 yılları arasında 5 yıllık kesintisiz bir çatışmasızlık süreci başlattı. Bu dönem içinde Öcalan üzerinde bir yandan idam tehdidi öte yandan nefret eylemleri sürdürülürken, bir yandan da durumu siyasi şantaj olarak kullanıldı.

Yol haritası sundu

3 Kasım 2002 Genel Seçimleri’nde AKP’nin tek başına iktidara gelmesinden sonra, bugüne kadar gelen AKP iktidar döneminde t
ecrit dahada ağırlaştırıldı. MHP’nin ortağı olduğu koalisyon hükümeti döneminde bile Öcalan’a uygulanmayan baskı ve tecrit politikaları izlendi. Buna rağmen AKP hükümetinin “Kürt açılım” adıyla başlattığı ve sonra adını “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” olarak değiştirdiği sürece katkı sunmak amacıyla çözüm adımlarını somutlaştıran Öcalan, 156 sayfalık “Yol Haritası”nı 15 Ağustos 2009 tarihinde cezaevi idaresine teslim etti. Öcalan’ın sorunun çözümünü 10 temel ilke başlığında topladığı Yol Haritası ancak 1 buçuk yıl sonra kamuoyuna ulaşabildi. Öcalan, “çekileceğim” sözünü ilk kez Yol Haritası’nı teslim etmeden önce söyledi. 2 Ağustos 2009 tarihinde ilk kez çekileceği uyarısını bulunan Öcalan, durumu şu sözlerle dile getirdi: “Ben 15 Ağustos’ta kendi yol haritamı sunduktan sonra çekileceğim. Artık çözümün nasıl olacağına ilişkin Kürtler kendi kararını verir, PKK kendi kararını verir, DTP kendi kararını verir, Kürt halkı kendi kararını verir. Herkes kendi kararını kendisi verir. Ben buradan dağdaki adam hakkında karar verecek durumda değilim. Orada her gün eziyeti çeken kendisi. Sorunun içinde olan kendisi. Ben burada dağdaki insan için karar veremem. Hatta Kandil merkezi dahi karar veremez. Her grup, her kişi kendi kararını kendisi verir. Çünkü eziyeti kendisi çekiyor, kendisi ölüyor, kendisi mücadele veriyor. Benim bu şartlarda bu konularda bir şey belirtmem doğru olmaz. Kürtlerin de 40 bin şehidi var. Değerleri var. Çok büyük mağduriyetleri var. Kürtler kendi kararlarını kendileri verirler.”

Hükümet havayı sertleştirdi

Öcalan’ın bu açıklamasından bir ay sonra “demokratik siyasette ciddi bir tıkanma yaşandığını” belirterek, sürecin önünün açılması için “Barış grupları”nın Türkiye’ye gelmesi çağrısında bulundu. Öcalan’ın çağrısı üzerine 19 Ekim 2009 tarihinde Kandil ve Maxmur Mülteci Kampı’ndan 4’ü çocuk 34 kişiden oluşan Barış ve Demokratik Çözüm Grubu Silopi’deki Habur Sınır Kapısı’ndan Türkiye’ye giriş yaptı. Grubun girişini ilk gün olumlu değerlendiren hükümet, muhalefetin yükselen karşıt sesiyle tavrını bir anda sertleştirdi. Böylece Avrupa Barış Grubu’nun Türkiye’ye girişi gerçekleşmedi. Habur’daki ifade verme biçimini ve grup üyelerinin serbest bırakılmasını “normal” karşılayan hükümet, daha sonra grup üyelerinin tutuklanmasına ve haklarında dava açılmasına ses çıkarmadı.

Öcalan: Muhatap bulamıyorum

Süreç içerisinde yaşanan gerilimlerin ardından 31 Mayıs 2010 tarihini işaret eden Öcalan, Kürtlerin yaşadığı durumu bir soykırım olarak nitelendirerek, ikinci uyarısını yaptı: “Bu süreci daha fazla devam ettirmemin ne anlamı, ne faydası, ne de şartları vardır. Bir muhatap bulamadığımdan dolayı da 31 Mayıs’tan sonra çekiliyorum.” Öcalan, bunun bir savaş çağrısı olmadığını özel olarak vurgulayarak, sorumluluğun artık KCK’de olacağını kaydetti. Öcalan’ın “çekileceğim” uyarısından iki ay sonra 13 Ağustos’tan başlamak üzere 20 Eylül tarihine kadar geçerli olmak kaydıyla ateşkes ilan edildi. KCK, ilan ettiği ateşkesin kalıcılaşması için ise 4 maddelik “barış planı”nı açıkladı.

Peyanis patlamasına dikkat çekti

Öcalan’ın devlet heyetiyle yaptığı görüşmeler devam ederken, 16 Eylül 2010 günü Colemêrg’in (Hakkari) Peyanis köyünde bir minibüsün geçişi esnasında patlama meydana geldi, 9 kişi yaşamını yitirdi. Patlamanın, heyet ile Öcalan arasında yapılan görüşmeye denk gelmesi dikkat çekti. Öcalan, patlama için şu açıklamayı yaptı: “Yapılan bu son patlamayla buradaki görüşmeler dinamitlendi, bombalandı. Bu görüşmeler oldukça verimli geçiyordu, umutluydum.”

Çözüm için somut öneriler

Öcalan, üçüncü uyarısında 31 Ekim 2010 tarihine dikkat çekerek, 31 Ekim’de devlet tarafından çatışmasızlık kararına karşılık verilmediği takdirde aradan çekileceğini söyledi. Öcalan, dördüncü uyarısını ise Mart 2011’de yaptı. AKP hükümetinin Öcalan’ın yaptığı uyarılara karşı kayıtsız kaldığı dönemde, devlet heyetiyle görüşmelerini sürdüren Öcalan, heyetin yetkisi hakkında kafasında oluşan soru işaretlerini ortaya koyarak, AKP hükümeti tarafından sorunun çözümüne yönelik pratik adımların atılmaması ve sürece kayıtsız kalınması durumunda süreçten çekileceğini duyurdu. Öcalan, mart ayında İmralı’da heyet ile yaptığı görüşmelerin ulaştığı boyutu şöyle açıkladı: “Burada bir diyalog devam ediyor. Kimi pratik öneriler aşamasına gelmiş bulunmaktayız. Bu pratik öneriler çerçevesinde yaz başına kadar gelişmeleri takip etmek gerekiyor. Diyalog ve müzakere yöntemine şans veriyoruz. Bu yöntem pratikleşirse 2011 yılı çözümün geliştiği yıl olacaktır. Eğer bu diyalog ve müzakere yöntemiyle sonuç alınmazsa 2011 yılının ikinci yarısından itibaren topyekün direniş ve özgürlüğü sağlama sürecine girilecektir.”

15 Haziran son tarihtir



13 yıllık İmralı Cezaevi’ndeki ağır tecride rağmen Öcalan, barışın sağlanması için     birçok kez ön açıcı adımlar attı. 15 kez devlet heyeti ile görüşen ve uyarılarda bulunan Öcalan, hükümete yol haritası da sundu ancak AKP’nin oyalamacı ve kabul etmez tavrı süreci tıkadı
İmralı’da görüşmeler pratik önerilere dönüşürken, Türkiye’nin 12 Haziran genel seçimlere kilitlendiği dönemde KCK de eylemsizlik kararını 15 Haziran tarihine çekti. 15 Haziran 2011 tarihi ise Öcalan’ın verdiği beşinci çekilme uyarısı oldu. Öcalan, bu kararını şöyle duyurdu: “15 Haziran’dan sonra herhangi bir erteleme ya da uzatma durumu söz konusu olmayacaktır. Bu nettir. 15 Haziran son tarihtir. Ben 12 yıldır burada sürekli demokratik-barışçıl çözüm için elimden gelen her şeyi yapıyorum. Bu tehlikelerin önüne geçmeye çalışıyorum. AKP hükümeti 2011 genel seçimlerinde yüzde 50’ye varan oy oranıyla iktidarını güçlendirirken, Kürt siyasi hareketi ve demokrasi güçleri tarafından oluşturulan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu ise 36 milletvekiliyle büyük bir çıkış yakaladı. Seçimlerin ardından hükümet beklenilen adımların aksine ilk icraatı, YSK kararı ile Hatip Dicle’nin milletvekilliğini düşürmek, tutuklu vekiller Kemal Aktaş, Selma Irmak, Faysal Sarıyıldız, Gülser Yıldırım, İbrahim Ayhan’ın tahliyesi için bütün teklifleri geri çevirmek oldu. Tutuklu vekillerin durumu Türkiye’yi Kürt sorununda yeni bir krize sürükledi. Öcalan, sürecin bu koşullarda ancak birkaç ay daha sürebileceğini ifade etti. Meclis’in derhal toplanarak rolünü oynayabilmesi için kendisine çağrı yapması gerektiğini belirten Öcalan, Hatip Dicle’ye ilişkin YSK kararını “AKP’nin de içinde olduğu büyük karanlık bir komplo” olarak değerlendirdi ve BDP ile bloğun Meclis’i boykot kararına destek verdi. Aynı görüşmede Öcalan, “çekileceğini” belirttiği 15 Haziran’dan bir gün önce heyetle bir kez daha birçok konuyu görüştüğünü kamuoyu tarafından bilinmesi gerektiğini söyledi. Öcalan, heyetle yaptığı görüşmelere ilişkin hükümetin de karar vermesi gerektiğine dikkat çekerek, 15 Temmuz’a kadar somut adımlar atılmadığı takdirde kriz doğacağını ifade etti.

Öcalan, 24 Haziran avukat görüşmesinde şunları söyledi: “Burada yaptığımız görüşmeler önemlidir, ciddidir. Belli bir aşamaya da gelmiştir. Artık konuşma, tartışma aşamasını bitirmiş bulunuyoruz. Tartışacağımız bir konu kalmadı. Benimle görüşenler devlet adına görüştüler. Hükümet Kürt sorununun demokratik anayasal çözümü konusunda pratik adımlar atmazsa kriz doğar. Bugüne kadar yapılan görüşmelerin oyalama amaçlı olduğu ortaya çıkar. 15 Temmuz’a kadar benimle tekrar görüşmeye gelecekler. Bu görüşmede pratik adımları hayata geçiremeyeceklerini beyan ederlerse ondan sonrası devrimci halk savaşı devreye girer.”

‘Çağrı yapılsın bir haftada hallederiz’

Öcalan, tüm bu gelişmelerin ardından 6 Temmuz’da avukatlarıyla yaptığı görüşmede, daha önce süreçten çekileceğine dair verdiği 15 Temmuz tarihinin anlamını yitirdiğini, heyetle “Barış Konseyi”nin kurulması için mutabakata vardıklarını belirtti. Öcalan, yine 6 Temmuz görüşmesinde, devlete sunduğu “protokollere” de açıklık getirdi. Öcalan, heyete ve Kandil’e sunduğu protokollerin karşılıklı imza şeklinde değil de çözüme ilişkin üzerinde mutabakata varılan metinler olduğunu kaydetti. Bu süreçte medya bu gelişmeyi sınırlı da olsa verirken, AKP hükümeti açıklamalar karşısından kayıtsız tavrını korumaya devam etti. Askeri operasyon sonucu Diyarbakır Silvan’da çıkan çatışmada 13 asker ve 2 HPG’linin yaşamını yitirmesinden dersler çıkarma yerine ne iktidar ne de muhalefet ezberi bozmadı. Siyasi atmosferin gerildiği ortamda avukatlarıyla görüşen Öcalan, sorunun sürüncemede bırakılması durumunda demokratik çözümün gelişemeyeceği ve çatışmaların şiddetlenerek devam edebileceği uyarısında bulundu. Demokratik Toplum Kongresi (DTK), yıllardır hazırlığını yaptığı ve daha önce duyurduğu Demokratik Özerkliği ilan ettiğini açıkladı. Öcalan, şiddeti tırmandıran Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarını eleştirerek, mevcut durumda ortamı sakinleştirmek ve yumuşatmak gerektiğini ifade etti. Heyetle Silvan çatışmasının ardından da görüştüğünü dile getiren Öcalan, şu çağrıyı yaptı: “Gereği neyse yapmak istiyorum. Bunun için çok açık Sayın Başbakan’a buradan sesleniyorum: Bana rolümü oynamam için gerekli pratik araçların sunulması gerekir. Daha önce Parlamento’nun bu konuda karar alması gerektiğini belirtmiştim. Ben Meclis’in tatile girmemesini bunun için istemiştim. Gerekirse Meclis acil toplanıp bu konuda görüşüp çağrı yapabilir. Veya Başbakan bir çağrı yapabilir. ‘Biz bu işin silahlarla çözülmeyeceğine inanıyoruz. Bu meseleyi demokratik anayasal yöntemlerle çözeceğiz’ derse, bir haftada hallederiz.”


Bu şartlarda sürdüremem

Öcalan’ın bu çağrısı da yanıtsız kalırken, hükümet yetkililerinin söylemleri giderek sertleşmeye başladı. Tam da bu süreçte Öcalan, 6. ve son uyarısını devlet ve Kandil’e şöyle seslenerek yaptı: “Benim yapacaklarım bitti. Bundan sonra benim rolümü sürdürmem için sağlık, güvenlik ve özgür hareket alanının sağlanması gerekiyor. Artık bunlar olmadan hiçbir şey yapmıyorum. Ben burada pratik önderlik yapamayacağımı, bu şartlarda bunu sürdüremeyeceğimi söylemiştim. Her iki taraf da bana bir şeyler söylüyorlar. Devletin-AKP’nin zaten ne yaptığı ortada. Her iki taraf da beni idare ediyor. Bundan sonra benim rolümü sürdürmem için sağlık, güvenlik ve özgür hareket alanının sağlanması gerekiyor.” Adeta adım adım gelen “çekiliyorum” açıklamasının ardından Öcalan’ın avukatları ile yaptığı görüşmeler “koster bozuk” veya “hava muhalefeti” gerekçeleri ile engellendi.


Koşullar yaratılsın dahil olurum

Öcalan, 2008 yılından bu yana devlet heyetiyle 15 kez görüştü. 2008 yılında MİT Müsteşarı Emre Taner döneminde başlayan ve programlı olmayan görüşmeler, 2010 yılı Mayıs ayından itibaren programlı ve profesyonel bir hale getirildi. Görüşmeler 2010 yılının sonunda olduğu gibi kimi zaman tıkanıklığa girdi. Öcalan, kimi zaman heyetin inisiyatifsiz olduğuna, kimi zaman da heyetin anlaşma sağladıkları konuları AKP hükümetine kabul ettiremediğine dikkat çekti. Öcalan son yaptığı açıklamada, heyetle bir kez daha görüşebileceğini ve süreçten çekilme kararını heyete de bildireceğini söyledi. Öcalan, heyetin son kez kendisinden rol almasını istemesi durumda ise, barış görüş
mesi yapmanın koşullarından olan “sağlık, güvenlik, özgür hareket alanı” koşullarının yaratılması durumunda yeniden çözüm için sürece dahil olabileceğini ve görüşmelere devam edebileceğini kaydetti.

İlan edilen tek taraflı ateşkesler

20 Mart 1993’te ilk tek taraflı ateşkes ilanını yapan PKK aradan geçen 19 yılda toplam 7 kez ateşkes kararı aldı. 1993, 15 Aralık 1995 ve 1 Eylül 1998’de alınan ateşkes kararları PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın Kenya’dan Türkiye’ye teslim edilme tarihi olan 15 Şubat 1999’dan önce alındı. 1 Eylül 1999’da İmralı’da yargılanan Öcalan yeniden ateşkes ilan etti ve PKK’nin silahlı güçlerine Türkiye sınırları dışına çıkması çağrısında bulundu. 5 yıl süren bu ateşkes döneminde PKK 1 Haziran 2004’te AKP hükümetinin Kürt sorununa kayıtsız kalması, Öcalan’ın cezaevindeki koşulları ve askeri operasyonlar nedeniyle ateşkesi sona erdirdiğini açıkladı. 1 Ekim 2006’da beşinci ateşkes ilanında bulunan PKK’ye yönelik askeri operasyonların devam etmesi ateşkesi sonuçsuz bıraktı. KCK, 13 Nisan 2009’da “meşru savunma” temelinde ateşkes kararı aldığını açıkladı. Bu dönemde AKP’nin “Kürt açılımı” ile birlikte Kandil ve Mahmur’dan dördü çocuk olmak üzere 34 kişi Habur sınır kapısından giriş yaptı. DTP’nin kapatılması ve BDP’ye yönelik operasyonun ardından KCK 1 Haziran 2010’da ateşkesi sonlandırdığını açıkladı. Yedinci ateşkes, PKK’nin 13 Ağustos 2010’da aldığı 40 günlük eylemsizlik kararıyla başladı. Ateşkesin daha sonra 2011’deki genel seçime kadar uzatıldığı açıklandı. Ancak KCK Yürütme Konseyi yaptığı açıklamada eylemsizlik sürecinin AKP hükümetinin izlediği “inkar-imha” politikaları nedeniyle geçerliliğini yitirdiğini duyurdu.


-BİTTİ-

 

13. Yılında 15 Şubat ve Tecrit -3


Alper ATALAY


PKK Lideri Abdullah Öcalan, Kenya’nın başkenti Nairobi’de alıkonulduktan hemen sonra 16 Şubat 1999 günü Esenboğa Havalimanı’na, oradan da Falcom 900 tipi uçak ile saat 05.00’da Bandırma 6’ncı Ana Jet Üssü’ne getirildi. Geniş güvenlik önemlerinin alındığı üssün giriş çıkışlarında subayların bile üzerleri aranırken, 6’ncı Ana Jet Üssü’ne peş peşe ambulanslar girdi. Öcalan uçaktan bir ambulans ile alınarak 4 numaralı rıhtıma, buradan da limanda bekleyen Zafer Firkateyni’ne götürüldü. Öcalan, daha sonra ise firkateyn ile öğlen saatlerinde İmralı Adası’na getirildi. Öcalan’ın o dönemki adı ile İmralı Yarı Açık Cezaevi’ne getirilmesinin ardından burada bulunan mahkumlar süratle adadan çıkartıldı.

Özel uygulamalar hemen başladı

Öcalan’ın İmralı Adası’na getirilmesinin ardından bir güvenlik sistemine çevrilen İmralı Cezaevi’nde ilk olarak tüm yetkiler Anayasa ve yasaya aykırı olarak Adalet Bakanlığı’ndan alınarak Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi adına Mudanya İskelesi Kriz İrtibat Bürosu’na devredildi. Karar 27 Şubat 1999 günü Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Bunun ardından ise İmralı Adası ve çevresi 2. derece kara, deniz ve hava açısından “Askeri yasak bölge” ilan edildi. İmralı bu uygulamalardan sonra devletin özel politikalarının uygulandığı bir adaya dönüştü. Giriş-çıkışlar dahi Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliği’ne dayanılarak Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’nin inisiyatifinde oldu. Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliği’nde yer alan yetkiler, MGK Genel Sekreterliği’ne görev olarak devredildi. Böylece MGK Genel Sekreterliği, Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’nin yönetim/koordine görevini üstlenmiş oldu.

Tecrit şekilleniyor

İmralı Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nin sisteminin oturtulmasının ardından Öcalan’a yönelik tecrit uygulamaları da başladı. Tecrit kendisini ilk olarak yayınların kısıtlanması ve sürekli izleme olarak gösterdi. Hücresinde kamera sistemiyle gözetim altında tutulan, mazgal kapısından saat başı kontrol edilen Öcalan, normal şartlar altında bütün tutuklu ve hükümlülere tanınan 10 dakikalık telefonla konuşma hakkını kullanamadığı gibi gazete ve dergilerden “kendisi ve Kürt siyasetiyle ilgili yazı ve resimler kesildikten sonra” sınırlı bir şekilde yararlanabildi. Öcalan ile görsel

PKK Lideri Abdullah öcalan’ın 99’da İmralı Cezaevi’ne getirilmesiyle özel bir konsept başladı ve bugüne kadar sürdü. Kamuoyu, 13 yıl içerisinde ‘Hava muhalefeti’, ‘Koster bozuk’ ifadelerine aşina oldu. Öcalan üzerinden baskı ve şiddet eksik olmazken, direniş de    13 yıla damgasını vurdu
temasta bulunan askerlere verilen özel talimat ile hiçbir görevli Öcalan ile konuşmuyor. Genel uygulamalardan farklı olarak Öcalan’a tanınan havalandırma hakkı hem sınırlı hem de cezaevi yönetiminin taktirine bırakılmış bir uygulama olmaktan öteye gitmedi.

Avukat görüşleri başlıyor

Öcalan’ın yargılanma süreciyle birlikte avukat görüşmeleri de yapılmaya başlandı. Görüşmeler ilk zamanlarda katı uygulamalar ile gerçekleşti. 25 Şubat 1999 tarihinde yapılan ilk avukat görüşmesinin ardından 11 Mart 1999 tarihinde ikinci avukat görüşmesi gerçekleştirildi. Avukat görüşmelerinin başlaması ile birlikte görüşmelere dayanarak disiplin soruşturmaları ve hücre cezaları devreye sokuldu. Öcalan, avukatları ile 1999’da 60, 2000’de 37, 2001’de 40, 2002’de 35, 2003’te 21, 2004’te 25, 2005’te 14, 2006’da 22, 2007’de 29 kez görüştürüldü. 2008-2010 yılları arasında ise görüşmeler 66 kez engellendi. Görüşmelere engel olarak ilk günden itibaren “Hava muhalefeti”, “koster arızası” gibi gerekçeler gösterildi. Özelikle 2008 yılı içerisinde 120 günü bulan sürelerle hücre cezası uygulandı ve bu süre zarfında ailesi ile görüştürülmedi. 2009 yılı içinde üçü sonuçlanmış, biri henüz soruşturma aşamasında olan 20 günlük “hücre hapsi cezası” istemli disiplin soruşturmaları “avukat görüşmelerine” dayandırıldı.

CPT ziyaretleri ve incelemeler

İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT) İmralı Cezaevinde ilk incelemelerini 27 Şubat-3 Mart tarihleri arasında gerçekleştirdi. Ziyaretin ardından CPT tarafından 49 maddelik bir rapor oluşturuldu. Raporda, Öcalan’ın gözaltı sürecinde yaşananlar dahil, birçok konuda yaşadıklarına ilişkin dönemin hükümetine tavsiyelerde bulunuldu. Raporda öne çıkan tavsiyelerden birisi, “Öcalan’ın yüksek güvenlikli rejim altında, ıssız bir mekanda ve tek başına tutulmasının zihin sağlığı üzerindeki potansiyel olumsuz etkiler yaratacağı, bu olumsuzlukların giderilmesi için ek tedbirlerin alınması gerektiği” önerisi oldu. İkinci ziyaret 2001’de “Koster bozuk” veya “Hava muhalefeti” gerekçeleri gösterilerek Öcalan’ın avukatların ile haftalarca görüştürülmemesi üzerine 16-17 Şubat 2003 tarihinde gerçekleşti. Öcalan’a uygulanan izolasyonun son bulmasının gündemleştirildiği CPT raporunda, Öcalan’ın avukatları ve ailesi ile yapılan görüşmelerin çeşitli gerekçelerle engellenmesinin giderilmesi noktasında tavsiyeler yer aldı. Raporda ayrıca “Hava muhalefeti” nedeniyle avukatları ile görüşemeyen Öcalan’ın hafta içerisinde başka bir gün avukatları ile görüştürülmesi gerektiği de vurgulandı. CPT’nin 19-22 Mayıs 2007 tarihlerinde Öcalan’ın zehirlendiği iddialarının gündeme geldiği dönemde ve 2010’da açıklandığı son raporunda İmralı’daki mevcut durum karşısındaki uyarıları ve önerileri de bütünüyle yerine getirilmedi. CPT’nin raporlarına rağmen Türkiye ise, Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla CPT’ye yazdığı yazılarda açık bir şekilde Öcalan’ın diğer hükümlülerin yararlandığı haklardan yararlanamamasına gerekçe olarak disiplin cezaları gösterildi.

Görüşmeler kayıt altında

İmralı’da yapılan hukuksuz uygulamalar bunlarla sınırlı kalmadı. Avukat ile müvekkil ilişkisini düzenleyen kanunlarda “Avukatların savunmaya ilişkin belgeleri, dosyaları ve müvekkilleri ile yaptıkları konuşmaların kayıtları incelemeye tabi tutulamaz” denilmesine rağmen, bu hak Öcalan’a hiçbir zaman uygulanmadı. Avukat görüşmelerine ilişkin İmralı’da uygulanan yöntemlere eklenen düzenlemeler ile görüşmelere cezaevi yetkilisi sokulmaya başlandı. Bununla da yetinilmeyen özel uygulamalar avukat görüşmelerini de sürekli olarak kayıt altına aldı. Bu uygulama ile içte hukuk alt-üst edilirken, Türkiye’nin kabul etmesine rağmen, getirdiği yükümlülükleri yerine getirmediği uluslararası metinler de ihlal edilmiş oldu.

Sağlık koşulları kötüleşti

İmralı’daki tecrit, izolasyon ve rutubetli iklim koşulları, insan sağlığı üzerinde büyük tahribatlara olanak vermesi nedeniyle Öcalan’ın rahatsızlıklarına günden güne bir yenisi eklendi. Mart 2007’de Öcalan’ın avukatları, saç telleri üzerinden yaptıkları inceleme sonucunda müvekkillerinin zehirlendiğini açıklamaları, gözleri İmralı’ya çevirdi. Bulunduğu odanın mimarisinin çok kötü olduğunu ve karbondioksitin oranının yüzde 75 olduğunu belirten Öcalan, avukatlarına Başbakanlık, Tabipler Odası, İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT) ve AİHM’e gerekli başvurular yaparak zehirlenme riskine karşı inceleme yapmaları için girişimde bulunmaları gerektiğini söyledi. Kendisine karşı zehirleme gibi bir yönelim olabileceğini belirten Öcalan, “Tüm koşullara rağmen direnmeye devam edeceğini ve kendisine yönelik her girişimin Türkiye’yi Irak’laştıracağı” uyarısında bulundu. Yaşanan bu gelişmelerin ardından 7 Mart 2007 tarihinde avukatları ile gerçekleştirdiği görüşmede sağlık durumu ile önemli açıklamalarda bulunan Öcalan, İmralı Adası’na aralarında birisi profesör iki doktorun gelip açıklamalarda bulunduğunu söyledi. Heyetin kan, idrar ve saç örneği aldığını açıklayan Öcalan, tutulduğu odanın bir yıl önce boyandığını ve zehirlenmenin duvar boyalarından kaynaklanmış olabileceğine işaret etti. Devletin zehirlenme iddiaları karşısında töhmet altında kalmaması için gerekli incelemelerde bulunması gerektiğinin altını çizen Öcalan, dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek’e Avrupa ve Türkiye’den bağımsız doktorlar heyetinin gerekli incelemeleri yapması için gerekli işlemlerin yapılması çağrısında bulundu. Bu gelişmelerin hemen ardından ise Öcalan’a 2007 Nisan ayı içerisinde 20 günlük hücre cezası verildi.

Fiziksel işkence başladı

İmralı’da baskılar 2008 yılının Temmuz ayında fiziki yönelime dönüştü. Saçları kendi istediği dışında kazıtılan Öcalan, Ekim 2008 tarihinde ‘tabutluk’ olarak nitelendirdiği hücresinde arama yapılmak bahanesiyle yere yatırıldı ve hücresi arandı. Tutuklu bulunduğu süre içerisinde Öcalan’a dönük tüm bu yönelimler, Kürt halkında büyük öfke yarattı. Bununla birlikte Öcalan’a bu tür yönelimlerde bulunulması Kürt sorununda çözümsüzlüğü daha da derinleştirmekten bir sonuç yaratmadı. Bu uygulamalar ile de yetinmeyen cezaevi yönetimi Öcalan’ın odasını değiştirerek zaten küçük olan odayı daha da küçülttü. Bu da tecrit içinde tecridi derinleştirdi. Saçlarının kazıtılmasını kamuoyu avukatların Öcalan ile 4 Temmuz 2008’de yaptığı görüşmede sonra öğrendi. Öcalan, saçlarının kazıtılmasını şöyle yorumladı: “Saçlarımı kazıttılar. Devlet, bunu ‘Biz istediğimiz zaman seni kontrolde tutarız, istediğimizi yaparız, sen bizim elimizdesin, yirmi dört saat kontrolümüzdesin’ mesajını veriyor.”
 

Yeni mahkumlar getirildi

Kürtlerden gelen tepkiler ve uluslararası baskılara dayanamayan Adalet Bakanlığı 17 Kasım 2009’da İmralı Adası’na yeni mahkumlar götürme kararı aldı. Bu kapsamda, Şehmuz Poyraz, Cumali Karsu, Hakkı Alkan, Hasbi Aydemir ve Bayram Kaymaz İmralı’ya götürüldü. Öcalan’a özel uygulamaları ile tanınan cezaevinde diğer tutsaklar için de özel uygulamalar geliştirildi. 27 Nisan 2011 tarihinden itibaren 5 tutuklunun avukatları ve aileleri ile yaptıkları görüşmeler de kayıt altına alınmaya başlandı. Öcalan gibi diğer tutsakların da avukat ve aile görüşleri belirli periyotlarda “Koster bozuk” ve “Hava muhalefeti” gibi gerekçeler ile engellendi.




1000’den fazla kitap okudu

Öcalan, İmralı’da maruz kaldığı tecride karşı çalışmalarından da geri durmadı. AİHM’e sunduğu savunmaları kitaplaşan Öcalan, ayrıca avukat görüşlerinde istediği kitaplarla da gündeme geldi. Öcalan’ın avukatlarından İbrahim Bilmez, Öcalan ile yaptıkları görüşme sonrasında yaptığı açıklamada, “Müvekkilim cezaevinde bu zamana kadar 1000’den fazla kitap okudu. Koğuşunda en fazla 3 kitap bulunduruluyor. Adaya getirdiğimiz kitapların sayısı 1000’e ulaştı. Diğer mahkumlarla dönüşümlü olarak kitapları okuyorlar. Haftanın 3 günü bir araya geliyor, sohbet ediyor, okudukları kitapları tartışıyorlar. Ayrıca haftada bir gün avluda kültür fizik hareketleri yapıyorlar, voleybol oynuyorlar” demişti.


Avukatlara yönelim başladı

Başbakan Erdoğan’ın “Asrın Hukuk Bürosu diye bir yer var. Bu avukatlar İmralı’dan talimat alıyorlar” açıklamalarının hemen ardından KCK adı altında Öcalan’ın avukatlığını üstlenen Asrın Hukuk Bürosu’nun 36 avukatı tutuklandı. İmralı’daki tecritten nasibini alan Asrın Hukuk Bürosu avukatları, 2004 yılından bu yana da yargı kıskacı altında tutuldu. Öcalan’la ilgili avukatların basına verdiği demeçler dahi dava konusu yapıldı. 1999 yılından 2005 yılına kadar açılan davalarda verilen “avukatlıktan men” cezaları 2005’ten sonra Ceza İnfaz Kanunu’nda yapılan değişiklikle hapis cezalarına dönüştürüldü. Haklarında 300’e yakın dava açılan avukatlar, bugüne kadar toplam 43 yıl 1 ay hapis cezasına çarptırıldı. Avukatlara verilen cezalara, “PKK içindeki hiyerarşik yapıya dahil olmadan örgüte yardım etmek” iddiası gerekçe yapıldı. 2004 yılında Öcalan’ın avukatları arasında yer alan Aysel Tuğluk, Mahmut Şakar, İrfan Dündar, Doğan Erbaş, Bekir Kaya, Muzaffer Akad, Ayla Akad Ata, Okan Yıldız, Fırat Aydınkaya, Aydın Oruç, Devrim Barış Baran, Mahmut Vefa, Ahmet Avşar, Aydın Oruç, Hatice Korkut ve Türkan Aslan hakkında dava açıldı. 16 avukata 1 yıl 6 ay süreyle “Öcalan’ın avukatlığından men” cezası verildi. 2004 yılında başlayan men cezaları 2005 yılında da olduğu gibi devam ederek, tam 12 avukata görüş yasağı getirildi. 2007 yılında ise avukatlar İbrahim Bilmez, Osman Aktaş, Süleyman Kaya 5237 sayılı TCK’nin 314/ 2. Maddesi kapsamında bir yıl yasaklama kararı alırken, 10. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından da Aysel Tuğluk’a 1 yıl süreyle İmralı Adası’na gitmeme cezası verildi. Aynı yıl içerisinde açılan ikinci davada, Tuğluk’la birlikte İrfan Dündar ve Fırat Aydınkaya’ya birer yıl Öcalan’la görüş yapmama cezası verildi. 2008 yılında da cezalardan nasibini alan avukatlar Ebru Günay, Baran Pamuk ve Hatice Korkut’a birer yıl görüş yasağı getirildi. Karşılaştıkları yargı kıskacından 2010 yılında da kurtulamayan Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından Cengiz Çiçek, Ömer Güneş, Muharrem Şahin, Fuat Coşacak, İbrahim Bilmez, Asiye Ülker, Servet Demir ve Mihdi Öztüzün hakkında davalar açıldı.

13. Yılında 15 Şubat ve Tecrit - 2


Nagihan AKARSEL

Öcalan’ın etrafında ateşten çember

PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın Suriye çıkışından İmralı’ya getirilişine kadar olan 4 aylık süreçte Kürtler kendini yakma, konsoloslukları işgal etme, açlık grevlerine girme başta olmak üzere çok çeşitli eylemlere imza attı. “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla yapılan eylemlerde 63 kişi hayatını kaybetti. Literatüre “Yüzyılın davası” olarak geçen İmralı davası 31 Mayıs-29 Haziran 1999 tarihleri arasında görüldü. Öcalan’a idam cezası verildi. Ancak ceza Avrupa Birliği uyum süreci nedeniyle uygulanmadı. Öcalan siyasi savunmasında stratejilerinin “Demokratik Cumhuriyet” olduğunu söyledi. Ve iyi niyet adımı olarak silahlı güçler sınır dışına çekildi, iki barış grubu Türkiye’ye gönderildi. DİHA’ya konuşan ikinci barış grubu üyesi İmam Canpolat, devletin hesaplarının tutmadığını ve “uluslararası komplo”nun hâlâ devam ettiğini dile getirdi.

PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın 9 Ekim 1998 tarihinde Suriye’den çıkmasıyla başlayan ve Türkiye’ye teslim ediliş tarihi 15 Şubat 1999’a kadar olan 4 aylık süreçte yaşanan gelişmeler ile Öcalan’ın İmralı’da kaldığı 13 yıl boyunca maruz kaldığı özel uygulamalar dikkat çekiyor. İmralı Yüksek Güvenlikli F Tipi Cezaevi’nde Öcalan’a uygulanan tecrit her geçen gün ağırlaşırken, barış adına atılan iyi niyet adımlarının sonuçsuz kalması ve uygulanan tecritlere uluslararası kurumların sessiz kalması, Öcalan’ın Türkiye’ye uluslararası güçler tarafından bir “komplo” sonucu teslim edildiğini ortaya çıkardı. 13 yıllık süre boyunca saç kazıtma, zehirlenme, avukatları ile görüştürülmeme gibi çeşitli uygulamalara maruz bırakılan Öcalan için, Kürt halkı çeşitli düzeyde eylem ve etkinliklerle protesto gösterileri gerçekleştirdi.
 

Canpolat: ‘Bu komplo uluslararası bir komplodur. Başını İngiltere ve ABD’nin çektiği bir komplodur. İngiltere planladı. Amerika uyguladı. Ve diğer Avrupalı ülkeler de örneğin Almanya, Fransa ve Hollanda gibi ülkeler de Sayın Öcalan’ın iltica başvurusunu kabul etmeyerek ortak oldu’
PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkışından Türkiye’ye teslim edilişine kadarki 4 aylık süreçte Kürt halkı çeşitli eylemler yaptı. “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla yapılan kendini yakma eylemlerinde 63 kişi hayatını kaybetti. Konsolosluklar işgal edildi. Açlık grevlerine girildi. Yürüyüşler düzenlendi. Kürtler Öcalan’ı sahiplenerek Öcalan’ın teslim ediliş tarihi olan 15 Şubat’ı “Ulusal Yas Günü” olarak ilan etti. Öcalan da literatüre “Yüzyılın davası” olarak geçen İmralı davası sürecinde stratejik bir değişikliğe gittiklerini açıklayarak, askeri güçlerine sınır dışına çekilme çağrısında bulundu. Yine barış noktasındaki samimiyetin bir ifadesi olarak dağdan ve Avrupa’dan iki barış grubunun Türkiye’ye gelmesini istedi. 29 Ekim 1999’da Avrupa’dan gelen ikinci barış grubu üyesi İmam Canpolat da o dönemi değerlendirdi.

29 Ekim 1999 yılında Öcalan’ın çağrısıyla Avrupa’dan gelen 8 kişinin içinde olan İmam Canpolat, 9 Ekim 1998 tarihinde Öcalan’ın Suriye’den çıkmak zorunda kalmasından itibaren Kürtlerin topyekün bir direniş sergilediğini belirtti. Bu dönemde gelişen kendini yakma eylemlerinin anlamlı olduğunu dile getiren Canpolat, “Bedenini özgürlük uğruna ateşe vermek Kürtlerde direnişin sembolüdür. Bu Kürt halkının davaya bağlılığının ifadesidir” dedi. Kürtlerin konsoloslukları işgal eylemleri, yürüyüşler, açlık grevleri başta olmak üzere çok yönlü bir direnişi sergilediğini söyleyen Canpolat, “Bu komplo uluslararası bir komplodur. Başını İngiltere ve ABD’nin çektiği bir komplodur. İngiltere planladı. Amerika uyguladı. Ve diğer Avrupalı ülkeler de örneğin Almanya, Fransa ve Hollanda gibi ülkeler de Sayın Öcalan’ın iltica başvurusunu kabul etmeyerek ortak oldu” dedi.

‘Hesapları tutmadı’
Canpolat, Kürt halkının taleplerinin bu uluslararası güçler tarafından siyasal, ekonomik, askeri ve diplomatik alanda pazarlık konusu yapıldığının altını çizdi. Bu baskılar karşısında İtalya’nın direndiğini ancak yalnız bırakıldığını vurgulayan Canpolat, “9 Ekim Uluslararası komplosunun hemen öncesinde Washington’da KDP ve YNK’yle yapılan toplantı önemlidir. Bu toplantıda ABD Kürt güçleriyle anlaşmıştır” diye konuştu. Canpolat, dönemin Başbakanı Ecevit’in “Öcalan neden bize verildi. Bilmiyoruz” dediğini hatırlatarak, “Aslında niçin olduğu çok açıktır. Talabani ve Barzani’nin önünü açmak ve ABD’nin politikalarını Ortadoğu’da daha rahat yürütmek istiyorlar” şeklinde konuştu. Hedefin çok açık olduğunu dile getiren Canpolat, ABD’nin kurmak istediği yeni dünya düzeni içinde PKK’nin Ortadoğu’da büyük bir engel olduğunu söyledi. 15 Şubat’ın üzerinden 13 yıl geçtiğini ve bu hesabın tutmadığını rahatlıkla söyleyebileceklerini belirten Canpolat, “Abdullah Öcalan’a teslimiyet dayatıldı. Ama Öcalan barış stratejisi oluşturdu. Öcalan’ın 13 yıldır İmralı’da barış konusunda sergilediği tutum, yine ta 1993 yılından itibaren gelen barış arayışları samimiyetinin göstergesidir” ifadelerini kullandı.

‘Amaç iç savaş çıkarmaktı’

Öcalan’ın Türkiye’ye kaçırılması ile amacın iç savaş yaratmak olduğunu dile getiren Canpolat, uluslararası anlamda Türkiye’yi istedikleri gibi yönetmek isteyen güçlerin bu nedenle Öcalan’ın demokratik stratejisi karşısında afalladığını ve tüm planlarının boşa çıkarıldığını söyledi. Ondan sonra somut adımların bir gereği olarak Öcalan’ın çağrı yaptığını ifade eden Canpolat, sınır dışına çekilme ve barış gruplarının gelmesinin gündeme geldiğini söyledi. Canpolat, “‘PKK taktik yapıyor’, ‘Bunların direnecek gücü kalmadığı için geri çekiliyorlar’, ‘Öcalan idamdan kurtulmak için bunu yapıyor’ diyenlere karşı güçlü bir cevap verdik. Diyebiliriz ki somut adımlar atmak gerekiyordu. Kürt hareketi ne istediğini biliyordu. Ve somut pratikte bunu ispatlamak gerekiyordu” diyerek Öcalan’ın çağrısına cevap verildiğini kaydetti.

‘Uluslararası Komplo devam ediyor’

Kürt tarafının adil demokratik bir barış istediğini ve gelişlerinin de bu anlama geldiğini söyleyen Canpolat, gruplara “şefkat” gösterileceğinin iddia edildiğini ama tam tersine her bir kişiye onlarca yıl ceza verildiğinin altını çizdi. Canpolat, “Daha hiç çıkmayan ve çıktıktan sonra tekrardan içeri alınan arkadaşlarımız var. Şefkat yerine esir muamelesi gördük. Barış esir alındı. Haydar Ergül ve Hacı Çelik arkadaşlarımız 13 yıldır hâlâ içerideler. Barış gruplarının fedakarlığı anlaşılmadı. Çözümsüzlük devam etti. Ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın yine 1999’da yaşanan sürece geri döneceğiz” ifadesini kullandı. 19 Ekim 1999 tarihinde yine hükümetin istemiyle Habur’dan bir barış grubunun geldiğini hatırlatan Canpolat, AKP’nin diğer hükümetlerden daha şahin bir politika yürüttüğünü söyledi. Canpolat, “Uluslararası Komplo devam ediyor. Sayın Öcalan üzerindeki tecrit derinleşerek devam ediyor. Heronlara askeri istihbaratı veren, televizyonu kapatan, başta ABD ve İsrail olmak üzere bütün egemen devletlerdir. Bu örnek komplonun devam ettiğini gözler önüne seriyor. Buna karşı Kürtlere topyekün direnişten başka çare bırakılmamıştır” dedi

‘Güneşimizi Karartamazsınız’





Kürtler arasında 1980 yılından itibaren kendini yakma şeklindeki protesto etme eylemlerine rastlandı. Direnişin sembolü olarak kabul edilen bu eylemler 1999 yılına gelindiğinde Öcalan’ın Suriye’den uluslararası güçlerin baskısıyla çıkmak zorunda kaldığı 9 Ekim 1998 tarihinde Öcalan’ı sahiplenme şeklinde yansıdı. O dönemde Yunanistan, Rusya başta olmak üzere çok sayıda ülkenin Öcalan’ı kabul etmemesi nedeniyle kendini yakma eylemleri oldu. Yine 15 Şubat 1999’da Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesiyle Maraş Cezaevi’nde tutuklu bulunan Mehmet Halit Oral başta olmak üzere çok sayıda kişi bu amaçla bedenini ateşe verdi ve kısa bir süre içerisinde bedenini ateşe verme şeklindeki protesto eylemleri yayıldı. Öcalan’ın Türkiye’ye getirilişinin ilk haftasında aralarında 11 yaşındaki Zehra Çelik’in de bulunduğu 63 kişi kendisini yaktı. Aynı şekilde Öcalan’ın Suriye’den çıkmasından sonra da çok sayıda kişi kendini yaktı. 17 Kasım 1998 tarihinde Rusya’da Duma’nın önünde kendini yakan Ahmet Yıldırım (Tayhan) ve Remzi Akkuş (Jehat) isimli iki kişi, “Öcalan’ın etrafında ateşten çember olalım. Güneşimizi karartmasınlar” şiarıyla bu eylemleri yaptıklarını belirtti. Bu nedenle kendini yakma eylemlerinin adı “Güneşimizi Karartamazsınız” oldu.

‘Fedai birlikler’ oluşturuldu



Güneşimizi Karartamazsınız şiarıyla yapılan kendini yakma eylemlerinde 63 kişi hayatını kaybetti. Konsolosluklar işgal edildi. Açlık grevlerine girildi. Yürüyüşler düzenlendi. Kürtler Öcalan’ı sahiplenerek Öcalan’ın teslim ediliş tarihi olan 15 Şubat’ı ‘Ulusal Yas Günü’ olarak ilan etti
PKK’de ilk kez “fedai” oluşumlar adı altında timler halinde binlerce kişi intihar bombacısı olarak öne çıktı. O dönemde 5 bin kişinin fedai eylem yapacağı 700 kişinin hazır olduğu belirtildi. Bütün metropol kentlerde şiddet eylemleri her gün dozajını arttırarak devam etti. Silahlı çatışmalar yoğunlaştı.

İmralı Davası

Öcalan 29 Haziran 1999 tarihinde Türk Ceza Kanunu’nun muhtelif maddelerinde geçen ve 125’inci maddesinde müeyyidesi tespit edilen “Devletin birliğini bozmaya veya devletin hakimiyeti altında bulunan topraklarda bir kısmının devlet iradesinden ayırmaya kalkışmak” iddiasıyla yargılandı. Yargılanmasına 31 Mayıs 1999’da İmralı Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde başlanan davada Öcalan’ın ağzından çıkan ilk kelime “barış” oldu. Öcalan ayrıca PKK’yi kendisinin kurduğunu, örgütü sevk ve idare ettiğini, yakalandığı ana kadar örgütün kendisinin liderliği ve komutası altında faaliyetlerini sürdürdüğünü söyledi.

İdam kararı verildi

31 Mayıs-29 Haziran 1999 tarihleri arasında süren ve PKK’nin “yüzyılın davası” olarak tanımladığı İmralı davasında Öcalan, Kürt sorununun sadece bir başkaldırıyla gündeme getirilebileceğini bundan başka bir alternatiflerinin olmadığının altını çizdi. 29 Haziran 1999 tarihinde Öcalan, Ankara 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından oybirliği ile idama mahkum edildi. Karar Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından da onandı. Mahkemenin gerekçeli kararında Öcalan’ın, Türk Ceza Kanunu’nun 59. maddesinde düzenlenen cezai sorumluluğu kaldıran veya azaltan nedenlerden yararlandırılmamasına da karar verildi.

AB davayı eleştirdi

DSP-ANAP-MHP koalisyonu döneminde, idam cezası 162 ret oyuna karşılık, 256 oy ile AB uyum yasaları çerçevesinde kaldırıldı. Bu değişiklik AB’ye katılım süreci çerçevesinde yapılan ve barış zamanında verilen idam cezasının müebbette çevrilmesini öngören yasa değişiklikleri neticesinde yapıldı. Ayrıca AİHM, 12 Mayıs 2005 tarihli kararında, Öcalan’ın savunma hakkının zedelendiğine ve savunması ile ilgili masrafları Türkiye tarafından karşılanmasına hükmetti.

Sınır dışına çekilme kararı

Öcalan yargılandığı süre içinde Türkiye’den ayrılma gibi bir niyetlerinin olmadığını belirterek “Bağımsız Kürdistan” yerine “Demokratik Cumhuriyet”i savunduklarını ve bunun bir strateji değişikliği olduğunu belirtti. Bütün bu tartışmaların içinde Öcalan, 2 Ağustos 1999 tarihinde, PKK güçlerine sınır dışına çıkmaları talimatı vererek, süresiz ateşkes kararını açıkladı. Ardından, örgüt tarafından PKK’nin silahlı güçleri sınırların dışına çekildi.

İyi niyet adımı: İki barış grubu

Öcalan, 2 Ağustos 1999’da ateşkesin sürdürülmesini ve silahlı güçlerin Türkiye Cumhuriyeti devleti sınırlarının dışına çekilerek, sembolik barış gruplarının iyi niyetin bir göstergesi olarak Türkiye’ye gelmelerini istedi. Ardından, örgüt tarafından PKK’nin silahlı güçleri sınırların dışına çekilerek, biri dağdan biri de Avrupa’dan olmak üzere iki barış grubu gönderildi. Sekiz kişiden oluşan birinci barış grubu 1 Ekim 1999 yılında dağdan, ikinci barış grubu da yine sekiz kişiyle 29 Ekim 1999’da Cumhuriyetin 76. kuruluş yıldönümünde Avrupa’dan geldi. Bir kısmı halen cezaevinde olan grup üyelerinin cezalandırılması barış umudunu kıran ilk gelişme oldu. Buna rağmen PKK Lideri Öcalan, 1 Eylül 1998’de ilan ettiği ateşkes sürecini yargılandığı dönemde süresiz ateşkese çevirdi. Bu ateşkes durumu devletin hiçbir adım atmaması üzerine 1 Haziran 2004 tarihinde bozuldu
.

13. Yılında 15 Şubat ve Tecrit - 1


Nagihan AKARSEL


9 Ekim 1998’de başlayan ve 15 Şubat 1999’da Türkiye’ye teslim edilen PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik uluslararası komplo 13. yılına giriyor. Öcalan’ın İmralı’da kaldığı 13 yıl boyunca maruz kaldığı uygulamalar bugün de sürüyor. Öcalan’ın barış çabaları her seferinde ağırlaştırılmış tecrit, saç kazıtma, zehirlenme, fiziki saldırı gibi uygulamalarla karşılaştı. Aynı yöntem bugün de hükümet tarafından sürdürülüyor.

9 Ekim 1998 - 15 Şubat 1999 süreci

PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın 9 Ekim 1998 tarihinde Suriye’den çıkmasıyla başlayan ve Türkiye’ye teslim ediliş tarihi 15 Şubat 1999’a kadar olan 4 aylık süreçte yaşanan gelişmeler ile Öcalan’ın İmralı’da kaldığı 13 yıl boyunca maruz kaldığı özel uygulamalar dikkat çekiyor. İmralı Yüksek Güvenlikli F Tipi Cezaevi’nde Öcalan’a uygulanan tecrit her geçen gün ağırlaşırken, barış adına atılan iyi niyet adımlarının sonuçsuz kalması ve uygulanan tecritlere uluslararası kurumların sessiz kalması, Öcalan’ın Türkiye’ye uluslararası güçler tarafından bir “komplo” sonucu teslim edildiğini ortaya çıkardı. 13 yıllık süre boyunca saç kazıtma, zehirlenme, avukatları ile görüştürülmeme gibi çeşitli uygulamalara maruz bırakılan Öcalan için, Kürt halkı çeşitli düzeyde eylem ve etkinliklerle protesto gösterileri gerçekleştirdi.

Uluslararası komplo
 

PKK Lideri Abdullah Öcalan 9 Ekim 1998 tarihinde Suriye’den çıkmak zorunda kaldı. Bu çıkıştan önce Suriye’ye ültimatom verildi, Washington görüşmesi yapıldı. Mısır arabulucu oldu. Çıkışın ardından Adana Antlaşması yapıldı. Öcalan Suriye’den çıktıktan sonra Rusya, İtalya, Yunanistan ve Kenya’ya gitmek zorunda kaldı ama siyasi sığınma talepleri hiçbir ülke tarafından kabul edilmedi. Ve Öcalan Türkiye’ye uluslararası güçler tarafından 15 Şubat 1999 tarihinde teslim edildi. Bu tarih Kürt halkı tarafından ‘Ulusal Yas Günü’ olarak ilan edildi
PKK Lideri Abdullah Öcalan 13 yıldır İmralı Yüksek Güvenlikli F Tipi Cezaevi’nde tutuklu bulunuyor. Kürt sorununun çözümü konusunda birçok kesim tarafından muhatap kabul edilen Öcalan’ın Suriye’den 9 Ekim 1998 tarihinde çıkmasıyla başlayan ve Türkiye’ye teslim ediliş tarihi 15 Şubat 1999’a kadar olan 4 aylık süreçte yaşanılanlar yıllardır tartışılıyor. Kürt sorununun çözümsüzlüğünün hâlâ sürüyor olması ve Öcalan’ın teslim ediliş sürecine kadar olan gelişmeler Öcalan’ın uluslararası güçlerin hesapları sonucu Türkiye’ye teslim edildiği yönündeki iddiaları güçlendiriyor. Öcalan 9 Ekim 1998’de Suriye’den çıktıktan sonra sırayla Rusya, İtalya, Yunanistan ve Kenya’ya geçti. Öcalan’ın Suriye’den çıkışından Türkiye’ye teslim edilişine kadarki 4 aylık süreçte hiçbir ülke Öcalan’ın siyasi sığınma hakkını kabul etmedi.

Ulusal Yas Günü

Bu konuda özellikle ABD ve İngiltere başta olmak üzere belli ülkelerin etkili olduğu sonradan yapılan açıklamalarla açığa çıktı. Öcalan’ın uluslararası güçler tarafından Türkiye’ye teslim edilme tarihi olan 15 Şubat ise Kürt halkı tarafından “Ulusal Yas Günü” olarak ilan edildi. Öcalan’ın teslim ediliş tarihi olan 15 Şubat’a kadar Türkiye ve dünyadaki gelişmeler, yapılan görüşmeler Öcalan’ın teslim edilmesinde uluslararası güçlerin rolüne açıklık getiriyor.

1 Eylül 1998’de tek taraflı ateşkes ilanı

29 Ağustos 1998’de PKK Lideri Abdullah Öcalan MED TV’de yayınlanan basın toplantısına telefon bağlantısıyla katılarak 1 Eylül 1998 tarihinden itibaren ateşkes ilan ettiklerini duyurdu.

Öcalan hakkında dava açıldı

PKK Lideri Abdullah Öcalan ve PKK’nin diğer kurucuları hakkında, 1980 darbesinden sonra açılan ve Ankara 1 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde devam eden toplu bir dava; davanın çok sanıklı olması, iddianamesinin sonraki yılların olaylarını kapsamaması ve bazı sanıklarının da yakalanmamış olması nedeniyle zaman aşımına uğradı. Ve Öcalan hakkında 1998 yılının Eylül ayı başında, Ankara 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yeni bir dava açıldı. Bu dava sadece Öcalan hakkında açıldı. O dönemde bu davayla amacın Türkiye’nin Öcalan’ı Suriye’den çıkartma ya da “Türkiye’ye getirme” konsepti olduğu şeklinde yorumlandı.

Washington toplantısı

17 Eylül 1998’de Washington’da KDP, YNK ve ABD arasında toplantı yapıldı. Bu toplantıda 1992’de oluşturulan Kürt Federe Meclisi ve yönetimiyle Türkiye Cumhuriyeti arasında anlaşma sağlandığı basına yansıdı.

Mübarek’in arabuluculuğu!

19 yıl boyunca Suriye’de bulunan Öcalan nedeniyle ilk defa Suriye, Türkiye hükümeti tarafından tehdit edildi. Dönemin Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, 6 Ekim’de Türkiye’yi ziyaret ederek arabuluculuk girişiminde bulundu ve Türkiye bunu kabul etti.

Adana Antlaşması

Mısır Dışişleri Bakan Amr Musa 12 Ekim’de Ankara’ya gelerek Süleyman Demirel’e Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’ın mesajını iletti. 19 Ekim’de Adana’da yapılan Türkiye-Suriye görüşmesinin sonucu “Öcalan şu andan itibaren Suriye’de değildir ve kesinlikle Suriye’ye girmesine izin verilmeyecektir” hükmünü de içeren mutabakat metni imzalandı ve 20 Ekim’de açıklandı.

Öcalan’ın Suriye’den çıkması

9 Ekim’de Öcalan, PKK Yunanistan temsilcisi Rozerin kod isimli Ayfer Kaya ve Suriye İstihbarat Teşkilatı Muhaberat üyesi olan iki kişi ile Suriye’yi terk etti. Bu olay PKK’nin literatürüne “9 Ekim Uluslararası Komplosu” olarak geçti. Ayfer Kaya’nın açıklamalarına göre; 6 Ekim 1998’de Şam’a gelen Yunanistan’daki PASOK milletvekili Kostas Baduvas ile bir görüşme yapıldı. Buna göre Kostas Baduvas, hükümetlerinin Öcalan’ın Yunanistan’a gelmesini kabul ettiğini ve gelmesi halinde Atina Havaalanı’nda karşılayacaklarını söylediğini belirtti. Abdullah Öcalan, Suriye-Şam Havaalanı’ndan 9 Ekim 1998 tarihinde Atina’ya hareket etti.

Yunanistan davet ettiği Öcalan’ı kabul etmedi

Ancak aynı gün, yani 9 Ekim 1998’de Öcalan Atina Havaalanı’na indiğinde havaalanında karşılama sözü veren PASOK milletvekili Kostas Baduvas’ın olmadığı belirtildi. Karşılamaya Yunan İstihbarat Servisi olan EYP Başkanı Albay Haralambos Stavrakakis ile yardımcısı Binbaşı Sava Kalenderides geldi. Bunun üzerine Öcalan, Kalenderides ve diğer refakatçileri ile birlikte Moskova’ya doğru hareket etti. O dönem PKK’nin Rusya sorumlusu ve örgütün Merkez Komite üyesi durumunda olan Mahir Welat (Numan Uçar), Rüstem Broyi ile Rus Liberal Demokrat Partisi Başkanı Vladimir Jirinovski ve Duma Jeopolitik Komisyonu Başkanı Aleksey Mitrafanof; Öcalan ve beraberindekileri karşıladı. Öcalan kendisinin önce Jirnovsiki’nin evine, sonra Moskova’nın 15 kilometre batısında Odinsovo’daki Rusya istihbaratına ait özel bir eve ve en son Aleksey Mitrafanof evine yerleştirmiş olduklarını yargılaması sırasında yaptığı siyasi savunmasında dile getirdi.

Rusya, Duma kararına rağmen Öcalan’ı sınır dışı etti

Ardından Öcalan Rusya’dan siyasi sığınma talebinde bulundu. Duma’nın Jeopolitik Komitesi önce Öcalan’a yönelik izlenen politikayı kınayan bir karar aldı. Söz konusu kararın basına açıklanmasından sonra 4 Kasım’da Duma’nın 298 milletvekili yeni bir karar daha alarak, Rusya’nın Öcalan’a siyasi sığınma hakkı tanınması için bir karar tasarısını onayladı. Ancak dönemin ABD Dışişleri Bakanı Madline Albirght adına sözcüsü James Rubin yaptığı açıklamada; bu duruma sert tepki göstererek, hiçbir ülkenin sığınma hakkı tanımasını kabul etmeyeceklerini dile getirdi. Albright, Rusya hükümetinin Abdullah Öcalan’ın ülkelerinde bulunup bulunmadığını araştırdıktan sonra iade etmesini ya da sınır dışı etmesini istedi. Rusya Başbakanı Yevgeni Primakov, Öcalan’ın Rusya’da kalmasına izin vermedi. Rusya İçişleri Bakanı Sergei Stepaşin, Avrupa Konseyi’nde düzenlediği basın toplantısında, Duma’nın aldığı kararın hiçbir öneminin olmadığını belirtti. Öcalan’ı Moskova’ya geldiğinde karşılayan ve evinde konuk eden Jirinovski’nin yanında, Mitrafanof ve Rusya’nın güvenlik ve istihbarat yetkililerinden Heba Çili hep birlikte Öcalan’ın kaldığı eve giderek Öcalan’ın, Rusya’yı terk etmesini istedi. Türkiye’nin Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Mehmet Ali İrtemçelik’in Başbakan Mesut Yılmaz’ın mektubunu Moskova’ya götürüp temaslarda bulunmasından sonra Rusya defteri kapandı.

Beyaz Rusya temasları da sonuç vermedi

Bunun üzerine Belarus (Beyaz Rusya) yetkilileri (Dışişleri Bakanı, Parlamento Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Juri Aleseviç ve Devlet Başkanı Aleksander Lukaşenko’nun Özel Kalemi’nden bir yetkili) ile ekim ayının sonlarına doğru bir görüşme yaptı. Öcalan’ın sığınma talebini içeren mektup iletildi. İlk etapta Devlet Başkanı Lukaşenko talebe olumlu yaklaşım gösterdi. Ancak 10 Kasım’da İçişleri eski Bakanı İsmet Sezgin’in Belarus’u ziyaret etmesi üzerine; Rusya’nın kararlarını uygun bulmadığını gerekçe göstererek kapılarını kapattı.

İtalya Öcalan’ı kabul etti

Öcalan henüz Moskova’da iken, Yunanistan Parlamentosu’ndan 109 milletvekili, Öcalan’ı Yunanistan’a davet eden bir bildiri yayınladı. Bildiriyi imzalayan kişiler içinde 1997 yılında bir grup milletvekili ile birlikte Öcalan’ı Şam’da ziyaret eden ve Yunan Parlamentosu başkan yardımcılığına gelmiş olan Panoyotis Sguridis de vardı. Ancak İtalya’da Massimo D’alema hükümetinde koalisyon ortağı olan partilerin ekim ayı sonlarında, Öcalan’a sığınma hakkı verilmesi ve ülkelerinde kabul edilmesi için bir açıklama yaptı. O dönem PKK’nin İtalya yetkililerinden olan Ahmet Yaman’ın, İrfan Doğan’a, “Uluslararası Komplo” isimli çalışması için yaptığı açıklamalarda D’alema’nın Öcalan’ın ülkelerine gelmesini kabul ettiği bildirildi. Bunun üzerine de Yeniden Yapılanma Komünist Partisi Milletvekili Romana Montavani ile birlikte Moskova’ya, Öcalan’ı almaya gittiklerinde; havaalanında Rus istihbaratının yetkililerince karşılanmalarından sonra, Öcalan, Ayfer Kaya, Mecit Mamoyan ve Yeniden Yapılanma Komünist Partisi milletvekili Romana Montavani ile birlikte, 12 Kasım 1998 günü uçakla Roma’ya gitti.

D’alema: Öcalan burada yargılansın

Öcalan, İtalya’ya geldikten sonra davasını aynı zamanda Yeşiller Partisi’nden milletvekili olan Luigi Saracini ile Demokrat Sol Parti’den milletvekili olan Giuliano Pisapia üstlendi. Massimo D’alema hükümetinde koalisyon ortağı olan partilerden iki milletvekilinin Öcalan’a Rusya’dan çıkarken eşlik etmesi ve vekilliğini üstlenmeleri bir tür güvence olarak kabul edildi. Ancak İtalya’da Öcalan hakkında tutuklama kararı alındı. Bununla birlikte D’alema, Öcalan’ın ölüm cezası olan Türkiye gibi bir ülkeye iade etmeyeceğini ve kendi kanunlarına göre bir yargılama yapacaklarını açıkladı. Bu durum karşısında Türkiye’de, İtalyan mallarını boykot etme kararı aldı. Bunun üzerine İtalyan işadamları Öcalan’ın iade edilmesini talep eden açıklamalarda bulunmaya başladı. O gün muhalefette bulunan Forza İtalia Partisi lideri Silvio Berlusconi de, Öcalan’ın barındırılmasına tepki gösterdi. Bu baskılara rağmen D’alema; Öcalan’ın, “Ad Hoc mahkemesinde, yani sadece Öcalan’ın kişisel durumunu ele alacak bir mahkemede” davasının görüşülmesini veya uluslararası bir mahkemenin kurulmasını ya da Öcalan’ın bir Avrupa ülkesine verilmesini seçenek olarak sundu.

Kenya’da CIA idareyi üstlendi

D’alema, Öcalan’ı kabul edecek başka bir Avrupa ülkesi aramaya başladı. Almanya Başbakanı Gerhard Schröder de ülkede çıkabilecek olaylardan çekindiği için Öcalan’ı kabul etmek istemediğini açıkladı. 16 Ocak 1999’da Öcalan İtalya’dan ayrıldı ve Yunanistan’a gitti. Burada idareyi Amerikan gizli servisi CIA’nin üstlendiği ve Öcalan’ın Kenya’ya götürülmesinin teklif edildiği birçok resmi ağız tarafından dile getirildi. Lazarus Mavros adına düzenlenmiş Kıbrıs Cumhuriyeti sahte pasaportunu taşıyan Öcalan, 2 Şubat 1999’da saat 11.33’te Melsa Deniz ve Yunanistan istihbarat mensubu Savvas Kalderides ile birlikte Kenya’nın başkenti Nairobi’ye getirildi. Ve Yunanistan Büyükelçiliği’ne ait binaya yerleştirildi.

Öcalan’ın Türkiye’ye kaçırılması

CIA’den haber alan Özel Kuvvetler Komutanlığı, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun ile birlikte bir operasyon hazırladı. Öcalan’ın yakalanmasında İsrail istihbarat teşkilatı MOSSAD’la işbirliği yapıldığına dair iddialar MOSSAD tarafından yalanlandı. Ancak MOSSAD Öcalan’ın kaçırıldığı günlerde Ankara’da MİT yetkilileri ile görüştüğü basın yayın organlarına yansıdı. Cavit Çağlar’a ait TC-CAG kuyruk numaralı Falcon 900 B tipi uçağı ile, Özel Kuvvetler Komutanı Tümgeneral Engin Alan’ın komuta ettiği operasyon timi Kenya’ya gönderildi.

‘Türkiye’ye getirilmemin sorumluları ABD ve NATO’dur’

Kenya hükümeti 15 Şubat’ta Öcalan’ın sınır dışı edilmesini talep etti ve Öcalan da Hollanda’ya gitmek koşuluyla binayı terk etmeyi kabul etti. Ancak Öcalan’ı havalimanına götüren araç aniden konvoydan ayrılarak kayboldu. Öcalan 16 Şubat saat 03.00’da Türkiye’ye kaçırıldı. 7 kişiden oluşan MİT timi Öcalan’ı uçakta “memlekete hoş geldin” sözleriyle karşıladı. Öcalan İmralı adasındaki Yüksek Güvenlikli Tek Kişilik Cezaevi’ne getirildi. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, “Dünyanın neresinde olursa olsun devletimizin onu ele geçireceğini söylemiştik” cümlesiyle Öcalan’ın tutuklandığını açıkladı. Öcalan daha sonra, “Benim buraya getirilmemin sorumluları ABD ve NATO’dur” açıklamasında bulundu. Washington’un baskılarına boyun eğen Avrupalı ülkeler ve Rusya ise, Öcalan’a sığınma hakkı vermeyerek kendi hukuklarını ihlal etti.
 

Türkiye, Suriye’yi tehdit etti
6 Eylül 1998 tarihinde dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde yaptığı konuşmada Suriye yönetimini tehdit ederek, Öcalan’ın sınır dışı edilmesini veya teslim edilmesini istedi. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ise, Meclis’in açılışında yani 1 Ekim 1998 tarihindeki konuşmasında, Suriye’yi daha açıktan ve sert bir dille tehdit etti. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu ise, aynı akşam Meclis’in açılış kokteylinde yaptığı açıklama ile Türkiye’nin tavrını bir kez daha ortaya koydu. Başbakan Mesut Yılmaz ise, “Suriye’ye karşı Birleşmiş Milletler yasasının 51. maddesi bize meşru müdafaa hakkı vermektedir” sözleri ile Demirel gibi Suriye’ye karşı savaş başlatacaklarını açık bir dille ortaya koydu.

Türk Kafatasçı Irkçılığı ve 1938 Dersim Katliamı


Hüseyin AKAR

Başbakan İsmet Paşa’nın, 1935’te “Doğu İlleri Gezisi” dönüşü hazırlayıp Atatürk’e sunduğu “Kürt Raporu”, “devlet sırrı” (kırmızı çizgisi) olarak devlet kasasında saklı tutuluyor. Neden mi? Çünkü devlet, “Türk” olmayan vatandaşın asimile edilmesini ve hizmetten yoksun bırakılmasını öngörüyor da ondan. Daha açık bir söylemle, bu raporda Kürtler için öngörülenle devlet, insanlık suçu işliyor. Başbakan İsmet Paşa’nın bu raporunda, Kürtler için ön gördükleri (basına sızan) birkaç başlık aynen şöyle:

-Kürtler asimile edilmelidir...

-Kürtlerin şehirlere yerleşmesi engellenmeli. Kürtlerin bulunduğu yerlerde okul açılmamalı ve açılırsa Türkçe olmalıdır...

-Boşalan Ermeni köylerine Kürtlerin yerleşmesi engellenmelidir...

-Dersim’e müdahale edilmelidir... Dersim tedip ve tenkil edilmeli...

Önce bunlar, ne anlama gelir ona bir bakalım:

1-) Başbakan İsmet Paşa; “Kürtler asimile edilmelidir” diyor.

2-) Anadili Kürtçe olan vatandaşların bulundukları yer ve yöreye “okul açmamak”, devlet olanaklarından yoksun bırakmak, devlet niteliğiyle bağdaşmayan ilkel bir ayırımcılıktır. “Kürtlerin boşalan köylere yerleşmesinin engellenmesi” ifadeleri, o köylerin kimin için boşaltıldığının, Ermenilere yapılan zulüm ve vahşeti doğrulayan bir açıklama! Kafatası ırkçılığının; Ermeni’den sonra Kürt’ü “iç düşman” yapan sıralama, bu raporla örtüşüyor.

3-) “Dersim’e müdahale edilmelidir... Dersim tedip ve tenkil edilmeli... İdama kadar infaz İlbaylıkta bitecektir... Adliye usulu basit, hususi ve kesin olacaktır.” İsmet Paşa’nın bu dayatma yasası, “önce kırım yap, sonra birkaç önemliyi göstermelik “usulen” yargıla demekti. Böyle de oldu. “Tunceli Vilayeti İdaresi Hakkındaki Kanun”la, Dersim 1937-38’de, 50-60 bin silahsız, savunmasız masum insan, sığındıkları dağ koyaklarında fare gibi zehirlenerek, üstten bomba yağdırılarak katledildi. Plan 1935, Katliam 1938, ve buna “İsyan ettiler” deniliyor.

Seyit Rıza’nın yargılaması bu vahşete kanıt
“Atatürk, iki gün sonra Elazığ’da olacak.” Emniyet Genel Müdürü Çağlayangil’e; “60 bin beyaz donlu, Atatürk’ten Seyit Rıza’nın affını istemeden işi bitir” der, Elazığ’a gönderir. Çağlayangil, bu işi nasıl iki tatil gününe sığdırdığını anlatırken; “Alpdoğan Paşa yoktu. O da ‘yukarıdaki karar tasdik olunur’ diye basmış boş kağıda imzayı” diye yazar. Seyit Rıza’nın idam kararı, bu boş imzalı kağıttan biri olur. Bu devlet tarihine “Seyit Rıza yargılandı” diye geçer.

Değerli emekli yargıç Ümit Kardaş “...Böylece hukukun, vicdanın ve ahlakın dışında bir rejim uygulanmaya başlamıştır... Sonuç bir insanlık suçu olan kıyım ve sürgündür. Dersim insanlık dışı facianın sanığı o dönemin CHP’sidir” diye tanımlar.

Milli Şef dönemi Türk ve Sünni olmayan halkı, baskı ve şiddetle asimile-sürgün ve doğrudan yok etme dönemidir. Deniz Baykal’ın Dersim için; “biz, öldürdük sonra kalanlarla oturup anlaştık, kime ne” nitelemesi CHP’nin kırdığı Dersim’de, ardıl oylarını “çantada keklik” görmesi, bu ezbere dayanır. Yakın dönemdeki birçok Kürt ve Alevi katliamlarının, CHP dönemine denk gelmesi rastlantı değil. Bu sürdürülen bir ırkçı olgudur.

İsmet Paşa’nın 1930-35’te ilkelerini belirlediği Tunceli Kanunu, hukuk dışı bir “insanlık suçu” belgesidir. Dersim Katliamı’nda insan yüreğinin elvermediği cinayetler için idam mahkumları kullanılmıştır. Bu vahşet karşısında Dersimli, CHP’nin değil, “laik cumhuriyetin çantadaki kekliği” olmuştur. 1954 seçimlerinde Dersimli, oyunu Demokrat Parti’ye verir.

Osmanlı, “Ermeni tehcirinde (kırımında)” suçluların bir kısmını tutuklar ve büyük bir kısmını Malta Adası’na sürer. İsmet Paşa bu suçluların tümünü devletin üst kademelerine yerleştirir ve Ermenilerden sonra Kürt ve Alevi katliamlarında kullanır. Bunlardan biri de Şükrü Kaya’dır. Ermeni kırımında “Muhacirin ve Aşirin Müdürü”, Adana-Halep Ermeni kırımı suçlusu Malta kaçağı Şükrü Kaya, Dersim Katliamı’nda İçişleri Bakanı’dır (24-38arası).

“Silahını teslim edene dokunulmayacak” diye halka söz verilir. Sonra öldürmeye silahını teslim edenlerden başlanır.

İttihat Terakkici CHP, kafatası ırkçılığını devlete mal eder.

“En büyük asker bizim asker”, “Her Türk asker doğar”, “Bir Türk dünyaya bedel”. Kendileri militarist olan yöneticiler, silahlı güce sağladığı imtiyazlarla halk iradesini silahların gölgesine soktu. Bu dokunulmaz, denetilmez ırkçı erk, kendini “tek kurtarıcı” sanısıyla “tatbikat yapıyorum” diye yasa ve ahlak dışı davranışıyla Dersim’de 50-60 bin masumu katletti.

Kuvvet yolu ile ulusal birliği sağlamak

Sabahattin Ali, Nazım Hikmet’le başlayan ve rutin olarak bugüne dek sürdürülen aydın kıyımları bu zihniyetin eseri. İsmet Paşa, “...asıl mesele sadece o başkaldıran Kürtler değil, asıl mesele o havayı yaratan İstanbul’daki soysuz aydınlardır” diyor.

CHP’nin 15. kurultayında Recep Peker, Türk demokrasisinin amacının, “kuvvet yolu ile ulusal birliği sağlamak” olduğunu söyler. Devletin içindeki ırkçı, militarist erk, silah gücü, kuvvet yoluyla, “istediğimi elde ederim” diye düşünür. Değişik halk kimliklerinin bir zenginlik olduğu, ırkçılığın ayırımcılık olduğu çağdaş toplumların, insan haklarına verdiği önemle belireceği ayırdına varamazlar. Yüz bin Kıbrıs Türkü için “ayrı devlet” isteyenler, içlerindeki 20-25 milyon Kürdün anadilini yasakladı. “Türkün Türk’ten başka dostu yok” ezberi ülkeyi yalnızlığa sürükledi. 50 yıldır Kıbrıs’ı, Rauf Denktaş’tan başkasına kabul ettiremedik, empati yoksunuyuz.

İthal Nazi ırkçılığı yasalarla halkları bugüne dek hep aldattılar. Anayasa’da; “Herkes dil, ırk ...inançta yasa önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz” diyor. Bir başka (66. madde) vatandaş sayılmayı, “Türk olma” koşuluna bağlıyor. Şeyhülislam görevi diyanete (DİB) yüklendi. 20 milyon Alevi’den alınan vergilerle, Din İşleri Başkanı yüz elli bin Sünni elemanı besliyor. Yargı kararına karşın “Sünni öğreti”, zorunlu ders olarak Alevi’ye dayatılıyor.

Ülkenin bütün eğitim yerlerine, Atatürk büstlerinin altına, askeri alanın her yanına, Doğu-Güneydoğu’nun dağına taşına “Ne mutlu Türküm diyene” işlendi.

İsmet Paşa, “Vazifemiz Türk milleti içinde bulunanları behemal Türk yapmaktır, aradığımız nitelik her şeyden evvel Türk ve Türkçü olmadır. (7 Nisan 1925’te Vakit Gz.)”

“Sadece Türk milleti bu ülkede etnik ya da ırkçı bir takım haklar isteyebilir. Başka hiçbir kişinin buna hakkı yoktur. (Milliyet 31/08/1930)”

1942’de Şükrü Saraçoğlu hükümet programında: “Biz Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türklük bir kan meselesi, bir o kadar da vicdan meselesidir...” (B. Kavga İ.D.s. 10).

CHP’li Bakan Esat Mahmut Bozkurt; “Türk bu memleketin yegane sahibi ve efendisidir. Saf Türk soyundan olmayanların bir tek hakları vardır. Hizmetçi olma, köle olma hakkı.”(İsk. Kn.gş)

Nurettin Paşa: Türkiye’de ‘zo’ (Ermeni), diyenleri yok ettik, ‘lo’ (Kürtleri) diyenleri de ben kökünden temizleyeceğim” der (Koçkiri Komutanı, Dersim Katliamı Kumutanı’nın kayın pederi).

 İstiklal Mahkemesi Savcısı Avni Doğan, İçişleri Bakanı’na yazdığı mektupta şunları yazar:

“İsmet Paşa, bu adamların asılmasını, cezalandırılmasını istiyor. Ama Atatürk’ten başka bir haber geldi. Bunların affedilip işlerine dönmeleri isteniyor... Size yalvarırım, yukarı tükürsem bıyık aşağı tükürsem sakal. Biri cumhurbaşkanı, diğeri başbakan ne söylerseniz onu yapacağım ben.”

-”Asılacak oğlunu babaya seçtirdiler: İstiklal Mahkemesi, iki asker kaçağını yargılıyor. İstiklal Mahkemesi Baba’ya ‘oğullarından birini idam edeceğiz, birini de askere göndereceğiz hangisini asalım seç” diyorlar... Adamın bayıldığı anlatılıyor.

-Varlık vergisi, Türkiye’deki Yahudi, Rum, Ermeni kesimini ekonomik açıdan çökertmek için çıkarılmıştır. Bu yasada Müslümanlar servetlerinin 1/8, dönmeler 1/4, gayrımüslümler 1/2 yani kazancının yarısını vergi olarak devlete veriyordu.

İ. S. Çağlayangil anılarında Dersim’le ilgili: “Mağaralara iltica etmişlerdi... Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinde bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler... Kanlı bir hareket oldu... Dersim davası da bitti...” diye yazar.

Celal Bayar: “Dersim’i konuşurken... Bir an Atatürk’le göz göze geldik, her şeyi anlamıştım: Dersim yok edilecekti” ve DERSİM böyle yok edildi
.