Başbakan
Erdoğan, astsubaylar Ali Kaya ve Özcan İldeniz ile PKK itirafçısı
Veysel Ateş'in Umut Kitabevi'ni bombalamalarından sonra Şemdinli'de
gösterdiği duruşu Uludere'de de gösterseydi, bugün kelimelerin etrafında
dolaşmak zorunda kalmazdı.
Önceki
yazıyı okumayanlar için kısa bir hatırlatma yapmalıyım. Şemdinli'de
Umut Kitabevi bombalandıktan sonra 20 Kasım sabahı ansızın Şemdinli'de
ortaya çıkan Erdoğan, oradan Yüksekova ve Hakkari'ye uzanmış, bu olayı çözmek için "el ele vermeliyiz" demişti.
Dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın, "Tanırım, iyi çocuklardır" dediği, çocukların yanında durmamıştı.
Şemdinli sanıklarının Ocak 2012'de 39 yıl 10'ar ay hapis cezasına çarptırılmalarında siyasi iktidarın "doğru yerde" durmasının etkisi yadsınamaz.
28
Aralık 2011 gecesi kaçağa çıkan, çoğu yaşları 20'nin altında olan 40
Kürt gencin tepesine ölüm yağdırdı iki Türk F-16 savaş uçağı. 34
tanesinin bedeni atılan bu bombalarla paramparça oldu...
Başbakan
Erdoğan olaydan iki gün sonra 31 Aralık'ta, Cuma namazı çıkışı uzatılan
mikrofonlara, "İncelemeler neticesinde gerekli olan neyse bütün bunlar
da yapılacaktır" şeklinde cılız bir açıklama yerine,
3 Ocak'ta ise AK Parti grup toplantısında, Genelkurmay ve komuta kademesine "medyaya rağmen teşekkür ediyorum" demek yerine,
Bundan yedi yıl önce Şemdinli'de durduğu yerde dursaydı, bugün, "Hatayı da açıkladık, özrü de açıkladık" demek zorunda kalmazdı.
Tamam,
kimse kendisinden Şemdinli olayında yaptığı gibi Uludere'ye gitmesini
beklemedi. Ama hata da olsa, kasıtlı da olsa, tuzak da olsa ilk gün
vuranın değil, vurulanın yanında dursaydı, bugün özür dilermiş gibi yapmak zorunda kalmazdı.
Kelimelerle oynamayalım, eğri oturup doğru konuşalım.
Hata yaptığınızda, "Evet, hata yaptım" dersiniz. Özür dilenmesi gereken bir durum varsa da, "özür dilerim" dersiniz.
34
gencecik bedenin savaş uçaklarıyla bedenlerinin lime lime yapılmasına
kazara da olsa, hatayı itiraf edip özür dilemek ile kurtulamazsınız ama.
Özür dileyerek giderebileceğiniz hatalar vardır. Öyle hatalar vardır ki, özür dilemeniz yetmez. Bedel ödemeniz, bedel ödetmeniz gerekir.
Erdoğan'ın Pakistan'da yaptığı açıklama, hatanın açıklanması ve yapılan hata için özür dilenmesi mi, orası da pek belli değil.
Biliyorum, günlerdir okuyorsunuz ve belki de bıktınız. Ne diyordu Erdoğan Pakistan'da?.. Şöyle diyordu:
"Ben
izlediğim CD'de bir hareket gördüm. Bizzat izledim. Bir konvoy gidiyor.
30-40 kişi var. O yüksekten görebilmek mümkün değil. Gözcülerimizin,
(Heronlar) vermiş olduğu CD. Silahlı Kuvvetlerimiz de gerekli adımları
atmıştır. Bu bölge terör bölgesidir. Halkın, sivilin oturduğu bölge
değildir. Böyle bir bölgede Silahlı Kuvvetler bu Ahmet mi Mehmet mi
bilemez ki? .... Bizim silahlı kuvvetlerimiz görevi samimi bir
şekilde yapmıştır. Hata da olabilir. Hatayı da açıkladık, özrü de
açıkladık. Tazminatı da açıkladılar. Ama birileri istismar ediyor. Bir
hatanın olduğunu, hatamız olduğunu söyledik. Allah aşkına tazminatsa
tazminat. Resmi tazminatımızın ötesinde yaptık. İlla terör örgütünün
istediğini mi söyleyeceğiz. Kusura bakmasınlar. (22 Mayıs, Yeni Şafak.)"
Roboski
(Uludere) katliamının ardından altı aydır süren bir soruşturma var.
Faciaya giden yolda yetkilendirmenin, yetki kullanımının, ilgili
kurumlar ve sorumlulukları belli olduğu halde, Allah aşkına sayın
Başbakan, söyler misiniz ne koydunuz yüreği kanayan annelerin önüne!
"Hatayı da açıkladık, özrü de açıkladık" diyorsunuz.
Allah aşkına, söyler misiniz hangi hatayı açıkladınız!..
Allah aşkına, açıklar mısınız? "Özrü de açıkladık" derken, ne demek istiyorsunuz...
Özür diliyorsanız, Kasımpaşalı gibi ortaya çıkın ve deyin ki:
"Evet, bir hata yaptık. Hem de öyle bir hata yaptık ki, bu hatamız bizi mezarımızda bile rahat bırakmayacak!.."
"Özür dilerim, ama yetmez. Vicdanlarınızda açtığımız yarayı bir kuru özür dindirmez."
"Önce sizlerden hakkınızı helal etmenizi sonra Allah'tan bizi affetmesini dileriz."
Diyemiyorsunuz, çünkü ilk günden itibaren yanlış yerde durdunuz.
Roboski görüntülerini izleyen Uludere Komisyonu milletvekilleri, "Terörist olmadıkları her hallerinden belli" diyorlar.
Milletvekilinin gördüğünü, alanında uzman askerler (veya her kimlerse) nasıl görmez?
Diyorsunuz ki, "Silahlı Kuvvetlerimiz bu Ahmet mi Mehmet mi bilmez ki."
Öyle
bir silahlı kuvvetleriniz var işte... Uzaktan baktığında 'katırı insan,
teröristi çoban, kaçakçıyı terörist' zanneden silahlı kuvvetleriniz.
İdris
Naim Şahin adını taşıyan bir İçişleri Bakanınız var ki, mümkün olsa
mezarlardaki parçalanmış çocukların cesetlerini çıkartıp kodese
yollayacak.
İlk gün "doğru yerde" durmamanın sonuçları bunlar.
Aynı
gün İçişleri ile ilgili komuta kademesindekilerin kellelerini
alsaydınız, "Evet, bir hata var. O hatayı yapanlar bunun bedelini en
ağır şekliyle ödeyecek" deseydiniz, -mış gibi yapıyor, -mış gibi söylüyor, -mış gibi davranıyor zorunda kalmazdınız.
Pakistan'da konuşana kadar hala bir şeyleri düzeltme şansı vardı.
O şans var mı emin değilim artık.
Sizler konuştukça vicdanlarımız kanıyor.
Bir şey söyleyecekseniz doğrusunu söyleyip, gereğini yapın.
Türk başbakanı Tayyip Erdoğan’ın Kürtleri ve Roboski’de yakınlarını
kaybeden insanları, ölülerle cinsel istismar içine giren sapık kişiler
için kullanılan ‘narkofoli’ olmakla suçlayacak kadar seviyesiz bir dil
ve sevimsiz bir ruh hali içinde olması, Kürtleri ve öteden beri Türker
ararsında bu ‘adama dikkat’ diyen insanları hiç şaşırtmıyor.
Aslında
Erdoğan son günlerdeki ‘çıkışıyla’hayırlı bir iş yapmıştır. Günlerdir,
aylardır, hatta yıllardır söylemek istediğimiz gerçeği, kendisi son
çıkışlarıyla tüm çıplaklığıyla ortaya koymuştur. Kendisini son derece
iyi tarif etmiştir. Ancak Erdoğan, dalkavuklarını son derece zor ve
içinden çıkılmaz bir konuma itmiştir. Onları acınası bir durumla yüz
yüze bırakmıştır. Bu nedenledir ki son günlerde ‘çıplak kral
Erdoğan’ı halen kaftan içinde topluma yutturmaya çalışan dalkavuklarının
sayısı hayli kabarık olsa da, artık kimse ona başka bir elbise dikmeye,
don giydirmeye çalışmıyor. Sözü evirerek, çevirerek ‘ben boynumda bir
tasma ile dolaşmaya razım diyen’ Ahmet Kekeç gibi bazı sözde
gazetecileri saymasak, artık birçoğu yüzleri döküldüğü için şimdilik bu
işe ara vermiş gibi görünüyorlar. Gelecek endişesi onları da sarmış
durumda.
ERDOĞAN BİLE ERDOĞAN’I KURTARAMAZ
Çünkü AKP ve
onun etrafında Gülen cemaatinin 12 Eylül referandumu öncesi kurduğu ‘yetmez ama evet’ kutsal ittifakı çöküyor. AKP çöküyor. Erdoğan çöküyor.
Bu çöküşü hiç kimse durdurmaz. Ne Erdoğan durdurabilir, nede onun
dalkavukları. Erdoğan bile Erdoğan’ı bu saatten sonra kurtaramaz.
Erdoğan’ın
seviyesizlik ve sevimsizlikte dibe vurması bu çöküşün en belirgin
özelliğidir. Seçmenin yüzde elli oyunu almış, mecliste çoğunluğu olan,
ABD ve AB’nin azımsanmayacak bir destek ve kredisine sahip bir liderin
bu kadar ağzını bozması, öfke ve kinle hakaret etmesinin çöküşten başka
bir nedeni olamaz.
Erdoğan’ın partisinin İstanbul il kongresinde
tıpkı Adolf Hitler gibi podyuma ‘milli şef’ olarak çıkması ve kendisini
neredeyse ‘yeri-göğü yaratan olarak’ ilan etmesi, aslında onun taarruzda
değil, kelleşçe yöntemlerle, komplolarla geri çekildiğini, çöküşü
önlemeye çalıştığını gösteriyor.
Erdoğan ve partisi AKP’nin
pozisyonu düne göre hayli zayıflamıştır. Seçmenin yüzde elli oyunu
almasına rağmen hayli zayıftır. Çünkü moral çöküş başlamıştır.Erdoğan
ve ‘adamları’ çöküşün kaçınılmaz olduğunu gördükleri için sinirleri
gergin ve telaş içindedirler. Bu nedenle en küçük bir eleştiriye, farklı
düşünceye tahammül edemiyorlar. Ali Akel’in 16 yıldır çalıştığı Yeni
Şafak gazetesinden ‘tek şefi’ eleştirdiği için atılması bu ruh halinin
bir sonucudur.
KÜRDİSTAN’I KAYBEDEN PARTİ İKTİDARDA KALAMAZ
Çok
rahatlıkla söyleye biliriz ki AKP ve Tayyip Erdoğan eski gücüne sahip
değil. Gücü koruyamıyor. Erdoğan sadece Kürdistan’da ‘istenmeyen adam’
olduğu için değil, partisinin Kürdistan’da bir tabela partisine hızla
dönüştüğü için değil, başka belirtilerde de eski gücünü korumadığını ortaya
koyuyor.
Elbette ki bu çöküşün temel nedeni AKP’nin Kürdistan’ı
kaybetmesinde yatıyor.AKP, özelliklede Roboski katliamı ve sonrasında
aldığı tutumdan dolayı Kürdistan’da sadece ordu-polis ve işbirlikçilere
dayalı marjinal bir parti konumundadır. Kürdistan’ı sadece oy olarak
değil, fiili olarak kaybetmiş bir parti ve liderinin Türkiye’de iktidar
olması, iktidarsa orada kalabilmesi mümkün değildir. Bu tecrübeyle
sabittir.
Kaldı ki siyasi soykırım operasyonlarıyla on bine
yakın Kürdistanlı siyasetçiyi inanılmaz komplolar kurarak ve gerekçeler
yaratarak rehin aldığı bir ortamda, AKP’nin olası bir seçimde
Kürdistan’dan alacağı tek bir oyun dahi meşruiyeti kalmamıştır. Hükmü
geçersizdir.
ERDOĞAN MİLLİ GÖRÜŞÇÜLERİ SATIŞA ÇIKARDI
İkincisi;
şimdilik ‘tatlıya bağlanmış’ olsa da Fethullah Gülen -Erdoğan ekibi
ararsındaki kriz sanıldığından daha derindir. Kapışma kaçınılmaz
olacaktır. AKP’de bir kanat olarak halen varlığını sürdüren eski ‘milli
görüşçülerin’ önümüzdeki günlerde yeni bir ‘odak’ olarak kazan
kaldırırlarsa bu hiç şaşırtıcı olmayacak. Çünkü Erdoğan, eğer Gülen ile
uzlaşmaya varırsa, bunu eski ‘milli görüşçülerin’ kellesini ona tepside
sunarak yapmayı deneyecektir. Çünkü ABD’nin desteği ile ‘gölge başkan’
olarak Türkiye’yi yönetmeye kalkan Gülen’in hedefinde, AKP’nin en
yumuşak karnını oluşturan ‘milli görüşçüler’ vardır. Geçmişte Necmettin
Erbakan’ı sattığı gibi, Erdoğan’ın bu ekibi satması an meselesidir.
Kaldı
ki Suriye’ye bir askeri müdahale kapıda iken, Washington’da 2. Körfez
savaşında döneminde ‘güvenilmez ekip’ olarak adlandırılan eski ‘Milli
Görüşçülerin’ Erdoğan açısından harcanması çok daha koyladır. LİBERALLER AKP’Yİ TERK EDİYOR
Üçüncüsü;
AKP ve onun megaloman liderine meşruiyet zemini açan liberaller artık
onu savunamaz hali geldiler. Hiç şüphe yok ki liberallerin sunduğu
destek olmasaydı AKP ve Erdoğan Kürtleri ‘narkofili’ olmakla suçlayacak
kadar fütursuz davranamazdı.
Liberaller, Kemalist oligarşiye
karşı ‘muhafazakar’ AKP’yi desteklerken tarihsel bir yanılgı yaşadılar.
AKP’yi Batı’da rastlandığı gibi ırkçılık, faşizm ve kafatasçılıktan
büyük oranda kendisini arındırmış veya arasına mesafe koymuş, hukuk ve
demokratik geleneklere saygılı, hatta sosyal projelere sahip
muhafazakar bir parti gibi düşündüler. Bu nedenle AKP’nin kendisine
yakıştırdığı ‘muhafazakar demokrat’ kimliği çok sevdiler. Bu konuya
ilişkin televizyon ekranlarında çuval dolusu söz ettiler. Ciltler dolusu
yazılar yazdılar. AKP’ye adeta toz kondurmadılar. Onun her
yaramazlığını, şımarıklığını acayip bir hoşgörü ile karşıladılar. Gelgelelim
bu ‘muhafazakar-demokrat’ kimlik altında gizlenen ve ilk fırsatta
kendisini açığa vuran ırkçı, faşist ve tekçi ideolojiyi, Türk-İslam
sentezine dayalı, Turancı tarihsel mirası görmediler. Fena yanıldılar.
İlk önce İdris Naim Şahin’i bir marangoz hatası olarak düşündüler. Ancak
marangozun kendisi de öyle çıkınca şaşıp kaldılar. Ve Şimdi kısmen
desteklerini çekmeye, ona meşruiyet zemini sunmaktan vazgeçtiler.
ESKİ ‘GENEL SEKRETERLER’ İŞE YARAMADI
Dördüncüsü;
Kürdistan Özgürlük hareketine karşı kullanmak istedikleri tipler
istenilen randımanı sağlayamadı. Bir kısmının elline dosya tutuşturup
savcılığa gönderterek, onları sıradan bir ‘işbirlikçi’ haline
getirttiler. Aralarında eski bir ‘genel sekreter’inde olduğu bir kısım
tiplere ise TRT6’denilen ‘camdan karakol’da iş verdiler.
İsveç’ten
transfer ettikleri bir başka ‘eski genel sekreteri’ ise Kürt birliğini
dinamitlemek için teşvik ettiler. Konuşturttular. En son bu zattın Türk
istihbaratı tarafından çıkarıldığı söylenen, amblemi dahi bir devlet
kuruluşu olduğu izlenimi veren ‘Uluslararası Sivil İnisiyatif’ adlı
sözde bir gazetede Kürt hareketine karşı konuşmasını sağladılar. Ancak
AKP hem kendisine itibar kazandırmak, hem de Kürtlere ait ne varsa onu
hiçleştirmek için ileri sürdüğü bu tiplerin maskeleri çok kısa zaman
içinde düştü. Şimdi ise acınacak durumdalar. Sürekli olarak söze
PKK’nin, BDP’nin sözüm ona kötülükleriyle başlayan bu ‘ünlü
siyasilerden’ İdris Naim’in, Erdoğan’ın ve diğer AKP kurmaylarının
sadece Kürtlere karşı değil, her konudaki seviyesiz ve sevimsiz
tutumları karşısında etikleri elle tutulur tek bir laf yoktur.
PARANOYAK BİR BAŞBAKAN
Beşincisi
ve belkide bunların toplamı, Erdoğan ve ‘adamları’ sadece hızla bir
dikta rejimi kurmaya çalışmıyorlar. Aynı zamanda tedavisi mümkün olmayan
faşizmin en önemli hastalığı olan paranoyaya kapılmış durumdalar.
Semptomlar çok açık. Her konuyu artık ‘dış mihrakların’ bir komplosu
olarak görmekteler. Hava yollarlında grev yapma hakkını kullanmak
isteyen personelden, tecavüze uğradığı için veya başka bir nedenden
dolayı rahmindeki ‘cenini’ 10 haftalık iken kürtaj yapmak isteyen kadına
kadar, herkesi, ama herkesi artık ‘dış mihraklarının’ bir oyunu, maşası
olarak görüyorlar. Kim bilir belki ‘dış mihraklarının komplosu’ olan
doğum kontrol yöntemleri de yasaklanır. Zaten ‘dış mihrakların’ kendisi
ise, TC’nin kuruluşundan buyana, herkesin malumu! Tam paranoya bir
durum. İşte bu paranoya durum her seçimde oyunu çoğaltarak
gelen, her gelişte ‘gizli’ ajandasından birkaç sayfayı açan, ama
mayasında olmadığı için kendisine bahşedilen ‘demokrat’, değişimci’
yakıştırmalarının altında ezilen ve buradan çıkış için ırkçı, Turancı ve
faşist özüne dönüş yapmakta çareyi bulan AKP ve onun megaloman lideri
Erdoğan’ın frenleri patlamış bir araba gibi hızla uçuruma doğru yol
almasına neden oluyor. Hem de günahlarını aldığı Roboski ve Kürtlerin
bedduasıyla.
AKP düşüş sürecinde. Hükümetin Kürt siyasetinde patlayan kriz, onun düşüş sürecinde temel rol oynamakta.
Düşüşün
ilk alameti hükümetin kendi içindeki “Şahin”lerin etkisiyle Oslo
masasını devirmesiyle ortaya çıktı; Cemaat polisi MİT müsteşarının
peşine düştü. Bunu tutuklu vekillerin özgürlüğü ile ilgili kurulan
partiler arası uzlaşma masasının devrilmesi izledi. Başbakan kendi
seçtirdiği TBMM Başkanının koltuğuna bir tekme atıverdi. Bir başka düşüş
alameti Başbakan’ın “uzlaşmazlarsa biriyle anlaşırım, o da olmazsa
şimdikiyle yola devam ederim” diyerek Anayasa mutabakat masasının üstüne
tükürmesiyle ortaya çıktı. Masa duruyor durmasına da, artık ayakları
yok; muallakta anlayacağınız.
Başka? Daha çok alamet var.
Başbakan düne kadar başkalarının dil sürçmelerini tamir ediyordu. Şimdi
“tek din” dediğinde, yardımcıları onun “dil sürçmesini” tashih ediyor.
O, “28 Şubat dalgası ülkeyi boğar” diye ağzından “askercil” laflar
kaçırınca, yine etrafı Başbakanı düzeltiyor. Başbakan’ın kendisi çaptan
“düşüyor”.
Ve işte Roboski. Düşüş alametlerinin en günceli
karşımızda; İçişleri Bakanı “ölmeseydiler tutuklardım, hapse atardım,
onlar PKK figüranı, dolap beygiri” filan deyince, Genel Başkan
yardımcısı, Genel Başkanın yokluğunda onu temsil ederim sanarak,
“Hükümetin görüşü değil ve de insani değil” diye konuşuyor. Başbakan
Pakistan’dan döner dönmez, adamı paçavraya çeviriyor “Genel Başkan
benim” diye hönkürüyor. Sonra Grup Toplantısında kalkıp, İçişleri
Bakanının her bir sözünün aslında Tayyip Erdoğan’a ait sözler olduğunu
ve tıpa tıp hükümetin görüşünü ifade ettiğini anlatıyor. Düşüş, aynı
zamanda parçalanmadır.
Ve Ali Bulaçlar, Hilal Kaplanlar protesto
bildirisi yayınlıyor; Yeni Şafak yazarı Ali Akel, “İdris Naim Şahin
adını taşıyan bir İçişleri Bakanınız var ki, mümkün olsa mezarlardaki
parçalanmış çocukların cesetlerini çıkartıp kodese yollayacak” diye
yazınca gazeteden atılıyor.
Başka?
Düşüş süreci, atılan her adımda kitle desteğini kaybetme sürecidir...
Düşerken
zihni bulandığı için, Başbakan, Roboski katliamını gündemden
düşüreceğim diye,”Sezaryen ve Kürtaj cinayettir, her Kürtaj bir
Uludere’dir” diye karmakarış laflar ediyor. Kadınlar “bedenimize
karışma, çek elini üstümüzden” diye isyan edince, “ben Başbakanım her
şeye karışırım” diyerek büsbütün “düşmeye” başlıyor.
Şimdi
düşününüz, Başbakan’ın “kürtaj-sezaryen cinayettir” lafı ona “yeni”
olarak tek bir kadının desteğini sağlayabilir mi? Bu siyasetle
kadınlardan aldığı oyları arttırabilir mi?
Daha önemlisi şu;
AKP’ye oy veren kadınların arasında yüzbinlerce kadının istenmeyen
hamileliğe karşı kürtaj yaptırdığı mutlak bir hakikat olduğuna göre, AKP
bu siyasetiyle düne kadar aldığı kadın oylarını koruyabilir mi? Şu
kesin, bu kadınların arasından ister binler, ister birkaç kadın olsun,
düne kadar AKP’yi destekleyen bazı kadınlar Başbakan’a verdikleri
desteği mutlaka kestiler. Oylar ben diyeyim yüz bin, siz deyin yüz,
başkası desin bir ama azaldı.
Başka?
Yükselirken
“özgürlükçü” olan hükümetler düşerken yasakçı olur. AKP yükselirken AB
ve İLO standartlarında özgürlük şarkısı söylüyordu. Düşüşe geçerken grev
yasağı getirdi ve THY işçileri anında grev ilan etti. O greve
gidenlerin bir kısmı AKP’ye oy vermişti. Onların hiç değilse bir kısmı
gelecek seçimde AKP’ye oy vermeyecek. Düşüşe bakar mısınız?
“Kürtaj
cinayet”,“eşcinsellik hastalık” lafıydı, grev yasağıydı filan derken,
düne kadar AKP’yi destekleyen liberallerin bir kısmı belli ki, AKP’den
yüz çevirdi.
Düşerken desteğin azalır, günahın artar.
Başka? Say say bitmez.
Yükselirken
insanlar “Arş-ı Alaya” yaklaşıyorum sandığı için yalan söylemez,
doğrucu olur, Allah Teala karşısında günaha girmekten korkar. Edeb eder,
küfretmez. Ama düşüşe geçildiğinde günah üstüne günah ekler.
Başbakan
inişte. Artık yalan söylüyor. Grup toplantısında, “Roboskili kaçakçılar
PKK’nin mayın haritasına göre sınırı aşıyor, mayına basmıyor” dedi. Bu
laf, yalanın en ahlaksız olanıdır.
Başbakan şimdi “yeni bir özür
dileme” zorunluluğuyla karşı karşıya... Çünkü, Roboskili şehit Salih
Encü’nün babası, Aslan Encü’nün abisi mayına bastı, şimdi sakat. Şehit
Faruk Encü’nün babası Zeki Encü mayına bastı, ölü. Mehmet Encü, mayın
yüzünden gözü kör. İsmail Encü bir kolu yok. Lezgin Encü, bir ayağı yok.
Ubeydullah Encü, ayağı sakat. Selim Encü, sakat...
Bu kadarı yeter. Yükselirken Allah için doğruyu söyleyenler, düşerken yalan söyleyerek münkirleşir. AKP’nin hali düşüş halidir.
Başka?
Daha beteri de vardır; yükselirken dilinden Allah sözünü düşürmeyenler,
düşüşe geçtiklerinde “küfür” diliyle konuşur. “Allah” diyen dil,
“küfür” dili olur. Başbakan zıvanadan çıkmıştır; Kürt halkını ve
onun siyasi temsilcilerini “ölü sevici”likle lekelemeye yeltendi. “Ölü
sevicilik-nekrofili” nedir? Bu, ölmüş insanla cinsel ilişki kurmak
demektir. Türk milletinin Başbakanı Kürt halkına karşı işte bu iğrenç
lekeyi atmıştır. Halkın şehit edilen evlatlarının cenazelerine sahip
çıkmasını işte böyle çamurlamaya yeltenmiştir.
Düşüş önce ahlaki
düşüş olarak başlamakta, sonra siyasi olarak gelişmekte ve sonra
örgütsel olarak yere çakılarak sona ermektedir.
“Nekrofili” pisliğini tüküren, onu er ya da geç yalayacaktır... Kaynak: Özgür Gündem
Kabul etmek gerekir ki bir fenomen (görüngü) olarak Recep Tayip
Erdoğan günümüz Türkiye’sine damgasını vurmuş biri ve incelenmeye de
değer. Ancak bunda Erdoğan’ın meziyetlerinden ziyade içerisinden
geçtiğimiz zaman, zemin ve koşullar belirleyici olmaktadır. Erdoğan
fenomenini belirleyen bunlardır. Aksi olsaydı yani Erdoğan’ın kendisi bu
diyalektiği belirleseydi işte o zaman onun “üstün meziyetleri”nden
bahsedebilirdik. Nitekim görüngünün kendisine çok fazla kapılmadan arka
planına şöyle ufak bir göz attığımızda dahi bu sonuca ulaşabiliriz. O
halde ne demek istediğimizi açımlayabiliriz.
Bilim ve tekniği
tekellerinde bulunduran Batılılar, buna dayanarak kendi dışındaki
“dünya”ya (kendi deyimleriyle 3. Dünya veyahut “Doğu” vs.) karşı her
türlü tasarrufta bulunuyorlar. Elbette bu bilim ve teknik salt Batı’da
bu düzeye ulaşmadı. Aksine bu düzeyin “ilk”leri Doğu’da vücut buldu.
Sonrasında hangi coğrafya ve koşullar elverdiyse oraya aktı. Nihayetinde
Batı’da bugünkü düzeye ulaştı. “Doğu’nun makus talihi” tabiri esas
itibarıyla bu gerçekliğin ifadesi oluyor. Batılılar, özelde Anglo
Saksonlar daha özelde de İngilizler, bu makus talihin daha da
“aksi”leşmesi için ellerinden gelen her şeyi yaptılar, hala da
yapıyorlar. Biliniyor, girdikleri zengin coğrafyaları insanlarıyla
beraber önce “böl”er, sonra “parça”lar ve böylece “yönet”me kıvamına
getirir.
Lafı fazla uzatmadan 20. Yüzyılın başındaki Anadolu’ya
gelelim. Biliniyor, “Osman”lı devleti paramparça olmuş ve geriye kalan
coğrafyada “Kemal”ist bir devlet kurulmuştu. Önce İngilizlere sonra da
Amerikalılara dayanan Kemalistler “tek”çi bir yapılanmaya gittiler.
“İslamcı”ları ve Alevileri yedeklediler. Kürtleri ise yok sayıp, yok da
etmeye çalıştılar. Kemalistlerin öncüleri “jön” (genç) Türklerdir.
İngilizler on yıllarca jön Türklerin evlatları Kemalistleri iş başında
tuttular. Zorlandıklarında onlara darbe yaptırdılar. Darbeler Kürtleri
ve Alevileri darbeledi. İslamcıları ise daha da “yedek”ledi. Yedekte
bekleyen İslamcılar, oyuna katılmak için hep yanıp tutuştu. Ama hep de
azarlanarak yerine oturması söylendi. Nihayetinde gün oldu devran döndü,
Sovyetler yıkıldı. Amerikalılar yeni düşman arayışına çıktılar ve
buldular: İslamcılar. Ama onları da bölmek gerekiyordu! O da oldu:
Radikal ve Ilımlı. İşte Türkiye’de saha kenarında uzun süre bekletilen
ve yeterince “ılımlı” kıvamına getirilmiş olan İslamcılara yol verildi.
Üstelik de “adalet”, “kalkınma”, “ak”, “ampul” vs gibi cazibeli
kavramlarla. Yine başlarına da hem eski bir “futbolcu” (üstelik de
karambolü seven cinsten) hem de isminde hem “İslam” (Recep Tayip), hem
de “Türk” (Erdoğan) unsurları olan biri getirildi. Yani hem “Türk-İslam”
hem de “oyuncu”ydu. (Yeri gelmişken “Barack Hüseyin Obama” ismini
andırıyor. O da Yahudi-Müslüman-Hristiyan sentezi oluyor!)
Recep
Tayip, hemen “jön”ce işe koyuldu. Gerçekten de Jön Türklerin ya da
Kemalistlerin tüm tarz ve taktiklerini iyi tatbik etti. İşin “sır”rı
şuydu: “Sırtını sağlam bir “dayı”ya daya, karşındakilere her türlü
komployu mübah gör ve fethet! “Kutsal” addettiğin yolda ve amaçta,
“kirli” yollara sapabilir, “pis” araçları kullanabilirsin. Hatta en
yakın arkadaşının sırtına da basabilirsin. Bu çok sorun değil. Önemli
olan “hedef”e ulaşman!”
Bu yolda Recep Tayip’in fikir babası
Fethullah Gülen ise çoktan Anglo Saksonlar’ın yurdunda “çiftlik”
edinmişti bile! Ama gel gör ki, jönleştikçe jönleşen R. Tayip fikir
babasına da kafa tutmaya başladı. Bu beklenmeyecek bir davranış değildi
aslında. Çünkü daha önce “Hoca”sına da sırtını dönmüştü.
Netice
itibarıyla AKP, ideolojik bir yapı ve toplumsal bir proje olmadığı gibi
Erdoğan da bir öncü ya da lider değildir. Çünkü gerçekten de toplumsal
kökenlere dayanan ve bu yönlü bir felsefi-ahlaki doktrin geliştiren
dolayısıyla öz güçlere dayanan yapılar toplumsal, öncüleri de önder
olur. AKP ve Erdoğan ise dışsal ve tüm söylemlerinin aksine Batılı ve
Modernisttir. Bu durum pratiğinden net olarak anlaşılmaktadır. Tüm
muhafazakar ve Doğu tandanslı söylemlerine rağmen Türkiye 10 yıl
öncesine oranla daha fazla modernist ve kapitalisttir. Hatta bunun bir
sonucu olarak kendi “çap”ında “emperyalist” hamlecikler de
geliştirmektedir! Ama “yürü yeğenim” diyen arkasındaki “dayı”nın
iteklemesiyle!
Erdoğan ve AKP’yi daha iyi anlamak için onun
yayın organlarından “Akit” adlı “gazete”ye bakmak yeterli olacaktır. Bu
gazetenin manşet üstü hep “din, iman, vaaz, vicdan vs.”dir. Manşet
altına baktığınız zaman ise küfür, hakaret, pervasızlık, komplo,
iğrençlik vs namına ne varsa bulursunuz. Yani “vaaz”ların altından
lağım akmaktadır.
Bir de Erdoğan’a bakalım. Kendi “rant”
kitlesine seslendiği zaman “dini bütün Müslüman”dır. Yönünü Kürtlere
çevirdiğinde ise özel savaş elemanıdır; ağzından psikolojik savaş, küfür
ve hakaret yağar. En “babacan” postuna bürünmüş Bülent Arınç bile konu
Kürtler oldu mu yüzüne takındığı maskeyi paramparça etmekten kendini
alıkoyamamaktadır.
TC ile Kürt halkı arasındaki savaşın en
hassas dönemine girdiği bu süreçte, kimin ne olduğu ya da neyin ne
olduğu daha iyi anlaşılmakta ve daha bir netleşme ortaya çıkmaktadır.
Görüngüler silikleşmekte “öz” daha da açığa çıkmaktadır. Elbette bunu en
erkenden fark edenler olduğu gibi çokça geç kalanlar da var. Umarız ki
Türk olsun, Kürt olsun ya da kim olursa olsun, geç kalmış olanlar bir an
önce bunun farkına varırlar.
Özcesi unutmamak gerekir; şeylerin
bir özü var bir de görüngüsü, perdenin bir önü var bir de gerisi,
toplumların ise bir öncüsü var bir de avcısı!
HPG Anakarargah Komutanlığı, gerilla güçlerinin gerçekleştirdiği
eylemler karşısında zorlanan Türk devletinin medya üzerinden yalan
haber, açıklamalar ve yanlış bilgilerle süreci kendi lehine çevirmeye
çalıştığınıbelirterek, “hareketimiz tarafından gerekli açıklamalar
yapılana kadar halkımız bunlara itibar etmemelidir” dedi.
HPG Ana karargah
Komutanlığı yaptığı yazılı açıklamada son haftalarda Türk medyasındaki
“yalan haberler” ve “manipülasyonlara” dikkat çekti. HPG, “Kürdistan
halkının savunma güçleri olarak geride bıraktığımız Mayıs ayı boyunca
yoğun bir savaş sürecini yaşadık. İnkâr ve imhacı TC hükümeti ve ordusu
Mayıs ayı boyunca Kuzey Kürdistan’ın hemen hemen tüm bölgelerinde işgal
operasyonlarını arttırarak sürdürmüştür” dedi.
Açıklamada
devamla şu ifadeler yer aldı: “Devrimci Halk Savaşımızın gelişim
sağladığı bu süreçte gerçekleşen eylemlilikler karşısında zorlanan özel
savaş hükümeti ve onun medyası yalan haber, açıklama ve yanlış
bilgilerle gerçekleri manipüle ederek güçlerimizin yoğun kayıp yaşadığı
iddiasıyla halkımızın moralini bozmayı amaçlayan açıklama ve yayınlarla
süreci kendi lehine çevirmeye çalışmıştır. İlk olarak 13 Mayıs tarihinde
Kulp, Sason, Muş üçgeninde başlatılan ve 14 günlük imha operasyonu
sonucunda helikopterler desteğinde sonuçsuz bir şekilde geri çekilen
imha operasyonu esnasında önce 4 ardından 5 gerillamızın şahadetinin
yaşandığı haberleri basına yansıtılmıştı. Aynı şekilde 17 Mayıs
tarihinde gerilla güçlerimizin Hatay’da gerçekleştirdiği başarılı eylem
ardından da 4 gerillamızın şahadetinin yaşandığı haberi basında yer
almıştı. En son olarak da 27 Mayıs tarihinde Muş valiliğince
Muş-Varto’ya bağlı Güllüce köyü kırsalında 3 gerillanın yaralı ele
geçirildiği yönünde bir açıklama yapılmıştı. Aileler arası sorunlar
sonucu yaralanıp gözaltına alınan üç sivil insanın gerilla olarak lanse
edilmesi haberleriyle özel savaş politikaları yürüten hükümet ve
medyanın maskeleri kendileri tarafından düşürülmüş ve gülünç duruma
düşmüşlerdir. Tüm bu olaylar da en açık bir biçimde göstermektedir ki
çaresizliğin dibe vurduğu bir özel savaş gücü, hükümeti ve basını ile
karşı karşıya bulunmaktayız. Utanmazca, hiçbir basın-yayıncılık ilkesini
tanımadan sürdürülen bu özel savaş medyasının yalan haber ve
açıklamalarının tükeniş ve yok olmaktan başka bir ifade taşımadığı tüm
halkımız ve demokratik çevreler tarafından bilinmelidir.
Gerilla
güçlerimizin her türlü teknik ve imkânın seferber edildiği bir savaş
ortamında imha amaçlı yönelimlere karşı geliştirdiği eylemler ve yaşanan
çatışmalar sonucunda TC ordusu çoğu zaman kaybını dahi
açıklamamaktadır. Yaşanan birçok çatışmanın sonucu tarafımızca
netleştirilmezken, bu kadar ağır kayıp yaşayan bir ordunun hala kendini
üstün göstermesi umutsuzluğun getirdiği nafile çabalardan öteye bir şey
değildir. Tüm bunlar her türlü özel savaş medya patronluğunu en üst
düzeyde sürdüren hükümetin işi olarak örgütlenerek ve talimatlar
verilerek yapılmaktadır. En sınırlı kayıplarını dahi en kısa zamanda
basının gündeminden çıkarttıran TC hükümeti ve ordusu gerçekleri
gizlemeye, kayıplarını saklamaya ve güçlerimiz karşısında halen
‘Bitirdik’ edebiyatını umutsuzca ve ikiyüzlü bir biçimde sürdürmeye
çalışmaktadır.
Yurtsever halkımız ve demokratik kamuoyu,
dizginlerinden boşalan özel savaş medyasının bu çığırından çıkan yalan
haber ve açıklamalarına, hareketimiz tarafından gerekli açıklamalar
yapılana kadar itibar etmemelidir.”
Sıfır
derece bir atmosfer, yani ‘normal şartlar altında’ oksijen soluyan her
insan evladının M.M. Caravaggio’nın tablolarında ki ışık-gölge kullanımı
karşısında hayrete düşmemesi ayıptır. Kişisel iç-iktidar sesimi,
kurgumu kullanma hakkına yaslanarak söylüyorum; cidden çok ayıptır… Yaw
de bırak şimdi, “Aybı tak teybe, sonrada oyna” diyen ve kullanımı baya
bir azalan Amed deyimi ile aynı fikirdeyseniz, basit bir kuralı
hatırlatıp meramıma geçeceğim…
Genel bir ölçüt olarak, karşınızda
duran bir tablonun ilk etapta anlamak isteyeceğiniz bir hikâyesi
vardır. Bakılan şeyi anlamak için ilgili malumatın “bilgisine” ihtiyaç
duymadan önceki aşamasından bahsediyorum. İki şey gereklidir. Birincisi
akıl, ikincisi ise duygudur…
***
Fransızların sıra dışı romancısı Henri Charrière’yi ortaokul yıllarımda keşfettim.
Kardeşimi
sınava götürmüş, o içerdeyken dışarıda ki zalim sıcağın altında gölge
arıyordum. Aynı ağacın altına gelip, gölge yoldaşlığı yapan ve sohbete
başladığımız, şuan ses tonu ve önerdiği üç kitaptan başka hiçbir şeyi
aklımda olmayan o arkadaşın ikinci verdiği isimdi Cüzamlıların asil
dostu Henri. Ve elbette ki o meşhur kitabı Papillon yani ‘Kelebek’…
Okuyanlar
hatırlayacaktır, korkunç hücre cezalarına çarpıtılıyordu kendisi ve
dost edindiği arkadaşları. Hücre cezası çok önemlidir çünkü oraya giren
bir mahkûm ya ölü olarak ya da ölüden beter olarak çıkmaktadır ki
hücrenin mahkûmlara arasındaki adı “insan yiyendir”. Kötü fiziki
şartlara ek olarak hücrede mutlak bir sessizlik uygulanmakta mahkûmlar
da akıl sağlıklarını yitirmektedir. Henri Charrière bu hücre için
kitabında aynen şunu yazar:
“Çinliler kafaya damlatılan suyu bulmuşlar, Fransızlarsa sessizliği”
***
Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Bakır Çağlar’ı öldükten bir gün sonra tanıdım.
Bilemiyorum,
belki daha önce bir gazete haberi yâda TRT’nin sarhoşluk kokan, yanlı
ola ola pizza kulesi gibi eğilip bükülmüş, faşist hezeyan sanrıları gibi
akıp giden bültenlerinde “övünç kaynağı” olarak mecburi geçmiştir. Denk
gelmişimdir, ama hatırlamıyorum. Üzgünüm, keşke daha önce tanımış
olsaydım Bakır hocayı.
Kendisi yıllar boyu Strasbourg
Mahkemeleri'nde Türkiye lehine davalara baktı. Görevi bu idi… “Türk
devletinin avukatlığını yaptığım için pişmanım” diyerek gitti.
99’da Neşe Düzel ile yaptığı röportajda kişisel değişimine dair çarpıcı tespitleri vardı.
Şöyle
diyordu: “Güneydoğu davaları, köy boşaltma, köy yakma, insanlık dışı
aşağılatıcı muamele, yargısız infaz gibi davalardı. Ben uzun süre
Fransa'da eğitim yapmış, İstanbul'da oturan, Kıbrıs'ı seven ve
Strasbourg'u yadırgamayan biriyim. Ama günün birinde tanık dinlemek için
Strasbourglu yargıçlarla birlikte Güneydoğu'ya gittim. Ankara'nın
ötesine geçmemiş biri olarak büyük bir kültür şoku yaşadım. Şırnak'a
gittim ve hayatım ikiye bölündü benim. Amerikalıların bir 'Vietnam
sendromu' var ya, bir insanın hayatının öncesi ve sonrası diye ikiye
bölünmesi demektir bu, o sendromu ben de yaşıyorum ve hâlâ kurtulamadım.
Ruhsal olarak sakatlandım. Şırnak'tan döndüğümde ben artık aynı insan
değildim.
Gerçeği gördüm. Türkiye'nin dörtte birinde farklı bir
hayatın yaşandığını gördüm. Orada insanlıklarının dahi farkına varamayan
insanlar var. Bugün orada 20 yaşına gelmiş gençlerin hiçbiri 'olağan
hali' henüz yaşamadı. Hepsi doğduğundan beri 'o hali' yaşıyor. Böyle bir
ortamdan yurttaş yaratabilir misiniz? Sakatlanmış insanlar onlar. Ben
Güneydoğu'ya gittiğimde bir spagetti western mekânında yaşadığımı
anladım. Oysa o güne dek John Ford'un westernlerinde yaşayan biriydim.
Bilirsiniz, western filmlerinde iki farklı ekol vardır. Birincisi klasik
western, yani John Ford ekolü.İkincisi spagetti western, Sergio Leone
ekolü. John Ford'un filmlerinde kovboy barın hemen üst katındaki
odasından aşağıya iner ve çarpan kapıdan çıkıp dışarı bakar. Gün doğmaya
başlamıştır, "Ne güzel bir hava" der. Sergio Leone'nin kovboyu da
odadan alt kata bara iner, çarpan kapıyı açar ve dışarı çıkar.
Ve beyninin ortasına bir kurşun yer. Ben de kafası delik dolaşan bir insanım artık.”
***
1981
yapımı, sarsıcı, oscarlı, 99’a kadar Türkiye’de yasaklı bir başyapıttır
Yol filmi. Yılmaz Güney’in ölümsüzlüğünü iki adım öteye taşımıştır.
Dışarısı da hapis değil mi? sorusuna sağlam bir cevap aldığımız filmin
Urfa’nın yeşilliklerine at üstünde, ağır çekimde, iç parçalayan nağmesi
Ahmedo ile girdiğinde benim için filmin en unutulmaz karesi de olmuştu.
Ömer’in hikâyesine de öyle giriş yapıyordu üstat Güney. Çok geçmeden bir
traktör içinde ‘ayakları görünen ölü bir beden’ kapısına geliyordu.
Kardeşi halkın tabiri ile “gedê derva”, sosyolojik tabir ile
“dışarıdakilerden” idi. Kolluk kuvvetleri ile sunulmuş iki çift ayak…
***
Tarih 29 Aralık 2011. Şırnak Uludere… Roboskî Köyü…
Onlarca ayak, bir traktörden sarkmış, tüm dünya Yılmaz Güney’den 31 yıl sonra görüyor.
Bir iktidar geleneğini çatırdatan, alt üst eden bir olay. Sivil kıyımı…
Algı
ve politikayı sonuna kadar çıplaklaştıran, tüm propaganda yöntemlerine
yenik düşen; Tasfiye tezlerini kırılgan seyre sokan bir vaka.
Cumhurbaşkanının
7-8 gün sonra “duyduğu”, Başbakanın bir tek “oh olsun, az bile oldu”
demediği kalan, Ordusuna teşekkür ettiği, mevzu hakkında
yazanları-çizenleri aforoz ettiği, para ile ölü satın almak gibi bir
eyleme girişen açıklamalar, gariplikten çıkmış tanımsız yara deşme
ritüelleri falan fistan…
Geçmişin tüm kirli yükünü aklında mıh
gibi tutan, sırtında acımasızca taşıyıp kuşaklar arası zehri akıtan
ulusal basın ise artık Başbakanın deyimi ile "Tasma" takan ve köpekleşen
bir mecra. Yapacak bişi yok.
***
Başa dönelim…
Caravaggio
çok erken öldü, yaşam öyküsü ibretliktir. Dehasını konuşturduğu
tablolarını yaparken, çalıştığı modelleri sokaktan bulup getirir, kendi
stüdyosuna sokardı. Burada kendi “anlayışına göre ona şekil verip,
istediği hale sokardı”… Bu konuda başarılı idi, kendi köpeğine iki arka
ayağı üzerinde yürümeyi bile öğretmişti… Varın gerisini siz düşünün!
İşte
yıllardır her türlü şekle sokulan, “Aşk Köpekliktir” diyen Ahmet Ümit’e
ikinci kelimeden selam çakan, her türlü klavye milliyetçiliğini es
geçemeyen Türk medyasının Fransa’dan devr aldığı bir miras milyonlarca
Kürdün nezdinde, 34 Kürde dokunuyordu: “Çinliler kafaya damlatılan suyu
bulmuşlar, Fransızlarsa sessizliği” …
Evet, o sessizlik onlardan alındı…
Lakin sadece alınmakla kalmayıp, gerekli tüm “kaçak” yollardan canlarına da kast edildi…
Kürt söz konusu olunca, ikiyüzlülüğe hamile basın olmanın şerefine bu ülke defalarca erişti.
En
özet ve öz tabir ile Kürde bakışı da seri katil Theodore Robert
Bundy’den farksızdır. Çünkü bu adam şunu demişti: “Biz her yerdeyiz. Ve
gelecekte daha çok çocuğunuz ölmüş olacak”
Silip attığı
adaletine, mürekkebine her daim güncel kurban olarak Kürdü görmekten haz
alan Türk medyası, Henri Charrière’nin tabiri ile “insan yiyendir”…
Vatandaşına John Ford kesilen bir şiirselliktedir bu acımasız medya.
Meridyen
ve boylam doğuya, acının kalbine, gözü yaşlı, zulümden beyaz tülbentini
askerin ayaklarına atan barış annelerine dahi yanaşınca Sergio’laşıp
devr alırlar manzarayı.
Türk medyasının Kürt algı esprisi basittir. Akıl ve duygu yok. Türetilmiş bir yoksunluk bu. Hali ile “hikâye” de çok…
Aziz
Thomas, İsa’nın yarasına şüphe ile yaklaşıp, elini içine gömmüştü.
Gerçekliği hissetmek istemişti. Hakikatine ters düştüğünü bile bile…
Bizim medyanın en sevdiği olay budur. Örneğin sürekli bir “telsiz”i eline alıp kurcalıyor…
Şimdi Kürtaj, yarın sondaj, ertesi gün viagra... Bizans'ta oyun bitmez.
Sürer gider böyle suni yaratı gündemleri
Koca bir ülkeye akan kan, deşilen yaraya “Gördüğünüz gibi değil, kan yok yara yok” deniyor.
Yani?
Yanisi Oblomow’da gizli. Son sözü ona bırakalım...
“Ben de olsam ses etmezdim. Ne gerek var! Dönüp arkamı uyurdum. Hırkama dokunmasınlar da… ANF NEWS AGENCY
İki hafta önce ‘Kürt devletinin diyeti ya da barışın ücreti’ başlıklı
bir yazı yazmış, Türk devleti ile Güney Kürdistan arasında yaşanan
‘barış havasına’ dikkat çekmiştim. Güney liderliğinin Türk devletiyle
petrol başta olmak üzere birçok alanda ‘stratejik işbirliğine’
gittiğini belirtmiş, bunun olası sonuçlarını irdelemiştim. Ayrıca
Güney Kürdistan petrolünü alacak olan Türk devletinin PKK’ye ‘barış
diyeti’ ödemek zorunda kalacağını, aksi durumda sürecin çökeceğini iddia
etmiştim. Bazı okurlar, ‘bu da nereden çıktı?‘ diye sormuş, bazıları yazımı zamansız, bazıları ise gerçek dışı bulmuştu. Ne var ki aradan geçen on gün içinde bu konuda önemli gelişmeler yaşandı. Güney liderliği, Türkiye’ye günde 1 milyon varil petrol taşıyacak bir boru hattının inşa edileceğini açıkladı. Güney’in
petrol denizi olan Taktak bölgesinden Adana’ya uzanacak olan boru
hattının beş ayda tamamlanacağı ve petrol sevkiyatının 2013 yazında
başlanacağı bilgisi kamuoyuyla paylaşıldı. Güney Kürdistan Başbakanı
Neçirvan Barzani ise Hewler ile Bağdat hükümetleri arasındaki gerilimin
giderilememesi halinde Talabani’nin Irak Cumhurbaşkanlığı görevinden
istifa edeceğini söyledi. Kürt başbakanı ayrıca, Maliki hükümetinin Saddam döneminde olduğu gibi Kürdistan’a ekonomik ambargo uyguladığını da iddia etti. Bağdat’ın
Kürdistan’dan çıkarılan ham petrolden günde 140 bin varil Kürdistan’a
vermesi gerektiğini ancak, şimdiye kadar günde sadece 33 bin varil
verdiğini ve geçen haftadan bu yana da bu rakamı 15 bine indirdiğini
belirtti. Irak‘ın Kürdistan petrolünün adil bir biçimde
paylaşılmasından yana olmadığını söyleyen Barzani, Türkiye’yle gelişen
ekonomik ve siyasi ilişkilerin altını çizdikten sonra da, ilişkilerin
‘kötü’ye gittiği Irak’a karşılık olarak ilişkilerin ‘iyiye‘ gittiği
Türkiye’yi alternatif gösterdi. Güney Kürdistan’dan günde bir milyon
varil petrol alacak olan Türkiye’nin günlük tüketim ihtiyacı 500 bin
varil civarında. Geri kalan 500 bin varilse Avrupa’ya gönderilecek. Sadece petrol değil, doğal gaz da aynı yoldan Türkiye’ye ve oradan da Avrupa’ya gidecek. Hatırlayacaksınız;
Güney Kürdistan 2010 yazında, Orta Asya’nın gaz ve petrolünü Avrupa’ya
taşıyacak olan Nabucco Enerji Projesi’ne katılmıştı. Bu amaçla 8
milyar Dolarlık yatırım da yapılmıştı. Nabucco 2014 yılında devreye
giriyor.Güney Kürdistan’ın Türkiye’ye günde bir milyon varil petrol
vereceğine dair anlaşma aslında Nabucco’nun Kürdistan ayağının açılması
anlamına geliyor! Nabucco boru hattından yılda 30 milyar metreküp doğal gaz, günde ise 2 milyon varil petrol sevk edilmesi planlanıyor. Gaz
ve petrolün yarısına yakınını Güney Kürdistan tek başına sağlıyor.
Kürdistan’daki rezervlerin Avrupa’nın 25 yıllık ihtiyacanı karşılayacağı
söyleniyor! Rusya’nın enerji alanındaki tekelini kırmaya çalışan
Amerika ve Avrupa Birliği Nabucco’ya büyük önem veriyor. Güney
Kürdistan’dan gidecek petrole ve gaza bu anlamda çok ihtiyaç duyuluyor! Nabucco’dan
gidecek petrol ve gaz Amerika ve Avrupa siyasetinde önemli bir yer
tutuyor. Bu durum Kürdistan’ın ve Kürtlerin gelececeğini de yakından
ilgilendiriyor. Türkiye gibi Avrupa’nın da Kürdistan’dan doğal gaz
ve petrol alması, Kürdistan’ın Türkiye’yle olduğu gibi Avrupa’yla da
ilişkilerinin yeniden düzenleneceği anlamına geliyor. İlişkilerin
iyileşmesi ve gelişmesi mümkün görünüyor. Öte yandan gaz ve petrol
akışının sorunsuz sağlanabilmesi için herşeyden önce Türkiye’nin
Kürtlerle olan savaşının sona ermesi, PKK’yle sorunun siyasi yoldan
çözülmesini gerekli kılıyor! Zira yalnız Güney Kürdistan petrolü değil, Azerbaycan ve Türkmenistan gaz ve petrolü de Kuzey Kürdistan’dan geçiyor. Çok
bileşenli ve 3 bin 300 kilometre de mesafeli Nabucco boru hattının
kuzey ayağı Erzurum’dan, güney ayağı ise Şırnak’tan içeri giriyor ve
kuzeyi boydan boya geçiyor. Savaşın devam etmesi halinde boru hattı
ister istemez tehlikeye girecektir. Yatırımlar, anlaşmalar ve
bekentiler boşa gidecektir. Dolayısıyla iş dönüp dolaşıp PKK’nin muhatap alınmasına ve Kürt sorununun kalıcı olarak çözülmesine geliyor. Nabucco
yaklaştıkça Avrupa ve Amerika da hareketleniyor. Şimdiye kadar PKK ve
Öcalan konusunda Türkiye’nin tezlerine yakın duran Avrupa’dan değişim
sinyalleri geliyor. Avrupa Parlamentosu (AP) üyesi 202
milletvekilinin Türkiye’ye Kürt sorununun çözümü için PKK ve lideri
Öcalan‘la görüşme çağrısı yapması bunu gösteriyor. Aynı şekilde AP Başkanı Schulz’un Ankara’ya ‘Kürt çıkışı‘ yapması ve sert eleştiriler yollaması da buradan kaynaklanıyor. Geçen
gün Yeni Özgür Politika’ya açıklamalarda bulunan AB-Türkiye Sivil
Komisyonu’nun Genel Sekreteri Michael Gunter de PKK’yle müzakerelerin
başlaması gerektiğini söylüyor. Avrupa Birliği, Amerika ve Birleşmiş Milletlerin yeni müzakere sürecinde ‘arabulucu‘ rolü üstlenebileceklerini de belirtiyor. Savaş şiddetleniyor ama, buna rağmen şartlar da Türkiye’yi PKK’yle yeniden masaya oturmaya zorluyor. Petrolün yolu PKK’den geçiyor.
Kadına yönelik tartışmalar AKP’nin gündeminden inmiyor. Vajina
muhabbetlerinden hemen önce, küfür eden kadınlar Başbakan’ın „nevrini
döndürmüş“ sinir etmişti. Sonra asparagas ajans AA, bilimsel bir
gerçekliğe işaret eden o haberi servis etti: Kadınların bilinmeyen yönü
keşfedildi. Keşfe konu eylem „küfür.“ Kadınlar, nazik, zarif,
naturası ince olunca küfürle yan yana düşünülemiyor çoğu kez. Eh küfür
erkek işi nasılsa, küfür eden kadının mutasyona uğradığı düşünülüyor.
Fenerbahçe maçında çocuk ve kadınlar vardı tribünde ve kadınlar
erkeklere taş çıkartırcasına basmışlardı küfür, kalayı… İşte bu
kalay/alay ülke gündemine giriverdi birden. Kadınlar niye küfür etmesin? Dayak
yiyor, sözlü tacize, tecavüze uğruyorlar; babadan, abiden, kocadan,
sevgiliden, mahallenin bakkalından şiddet görüyorlar…
Bıçaklanıp öldü
diye sokağa atılıyor, kesilip doğranıp çöpe konuyor, aile meclisince
intihara sürükleniyorlar. Hayatın her kademesinde ister okumuş ister
okumamış, hemen hepsi sürekli duygusal, sözel ve cinsel şiddete maruz
kalıyorlar. Bunların hiçbiri kadında öfke yaratmıyor olsun, mümkün mü
böyle bir şey? Küçük bir yanlış anlaşılma, sonuçları açısından kötü
izler bırakınca; yazınca ve konuşunca doğru anlaşılamıyorsam hala, ha …..
diyorum, bitiyor iş! Karşıdan verilen yanıtın bundan daha az ağır
olmadığını biliyorum üstelik… Yeniden başa dönmek gerekirse… Erkek
toplum içinde baskılandıkça, ruhunda oluşan yarayı kapamak için küfre
yöneliyor. Ayrıca babadan, atadan da bir küfür halkasına dâhil olarak
büyüyor. Ergenlik zamanlarında bir tür masturbasyondur, sokakta yürüyen
genç bir kadına, organ gözterek laf atmak. Laf mıdır onlar, basbayağı
küfür!! Üstelik karşı taraf „edepsiz, terbiyesiz... „Annen, ablan yok mu
senin?“ dendiğinde ise ergen kişi nirvanaya ulaşır o hazla! Bu
nedenledir ki memlekette tecavüz dizileri toplumda heyecan dalgası
yaratır, fantezi unsuru olarak saldırma ve karşı koyma cezp eder
herkesi. Küfre küfürle karşı koymanın da beklenmeyen etkisi vardır.
Benzer bir şey köpek için de denir: Saldırgan köpek gördüğünde dur,
kaçma! Korktuğunu hissederse peşinden gelir… Artık duran var mı bilmem,
köpek duran kişiyi daha iyi haklıyor aslında… Hem kadınların mahalle
kavgasını izlemeyen var mıdır hala? O ne açık seçik küfürlerdir, ataya
dedeye rahmet okutan cinsten… Öyle uzun uzun „kendine gel, dengesiz,
külfeti bol“ laflar da değildir edilen. Nanik salapurya raziye ile
başlar sokağın şiiri, taaa yedi sülalesi sayılır, ev içinde kırılan tüm
cevizlerin içi sokak aralarına dağıtılır bir güzel… Ne zaman ki küfrün
sonuna gelinir, eteklerdeki taşlar dildeki yaraya dönüşür; işte o zaman
sokağa inilir, saçlara, eteklere yapışılır… Çocuk kavgası ya da
yıkanmış çamaşırların üzerine silkelenen halı-kilim, sofra bezi tetikler
hayattaki öfke fayını. Kırılmıştır artık. Onca kelime kaç yüzyıldan,
kaç dayaktan, kaç ezilmişlikten geliyorsa, gürültülü patırtılı olacaktır
zaten. Çocukluğumda bu kadın kavgalarının ortasına çok düşerdim ve
ilgiyle izlerdim. Küfürler sosyal hayatın kırıcı yanından toplanıp
getirilirdi. Hala dillerinde var mı bilmem, Hozat’ın nizamiyesi ile
başlayan, sokağın bilmem neyi ile biten… Nihayetinde İngiltere’de
bulunan Keele Üniversitesi’ndeki araştırmacılar, küfür etmenin,
özellikle sık küfür etmeyenler üzerinde ağrı kesici bir gücü olduğunu
saptamışlar. Bakın küfrün taze bir yanı daha: Ağrı kesici… Başınız,
gönlünüz ağrıyorsa Can Yücel gibi salıyorsunuz küfrü hayatın üzerine,
rahatlıyorsunuz. Ne ağrı kalıyor ne de dert.. Dönüp bakmıyorsunuz bir
daha sustuğunuz tüm ağrılı yerlere… Tabii yine de küfür ağrı kesicidir
diye, ulur orta küfredip gezmek, sonrasında yeni ağrılara da sebep
olabilir. Ehh, bazen susmak doğru yerde, iyidir. İşte maç gibi
kalabalık, heyecanlı ve savaş arenası gibi ortamlar, o susulan
zamanların hınç alanıdır… Kadına da erkeğe de küfretmek iyi gelir! Mitinglerde yazılan yaratıcı dövizlere, pankartlara da bayılıyorum. Hepsi küfrün estetize halidir…
Bilimsel, kültürel, sanatsal herhangi pozitif bir alanda bir türlü
varlık gösterememenin kızgınlığından olsa gerek ülkede, bütün çaba ve
hırslar “gündemin saptırılıp, manipüle edilmesi”ne yönelmiş durumda. Halkın
gündeminden uzak, insanları olup bitenden bihaber tutacak tartışmaları
medyanın tartışma odağına oturtmak, bu ülkede bir gelenek haline geldi.
En azından bu konuda AKP iktidarının bir ödülü hak ettiğini düşünüyorum. En
yakın zamanda olması sebebiyle Roboskî katliamı daha çok dillendirilse
de bu topraklarda cereyan etmiş bütün katliamlar, sorumlularıyla samimi
bir şekilde hesaplaşıncaya kadar halkların gündeminde kalmaya devam
edecek. Bu anlamıyla, tarafsız bir medya olmanın sorumluluğu ve
bilinciyle hareket eden bütün basın kuruluşları da yatıp kalkıp
“Uludere” demekte ısrarcı olmak zorundadır zaten. İnsan olan hiç
kimsenin asla unutamayacağı böylesi bir katliamın, gündemde tutulup
tartışılmasını önlemek isteyen iktidar partisi, yine her insanı yakından
ilgilendiren başka bir tartışmayı farklı bir yönüyle ortaya attı:
“Kürtaj tartışması.” İktidarın halkın gündemini belirleme oyunlarına
gelmeme adına bu konuya hiç girilmeyebilir ama ben, kürtaj konusunun
gündeme oturtulmasını tesadüfî bulmadığım gibi çok tehlikeli
tartışmaların ipuçlarıolarak da görüyorum. Çünkü; kürtaj hak mıdır, cinayet midir tartışmalarının en kısa zamanda kürtaj yasaklansın kampanyalarına dönüştürüleceği açık. Kürtaj
konusunda en tutucu Katolik kiliselerin yanında yer alıp yasakçı
zihniyetleri dayatmak, tutucu iktidarlardan beklenen bir durumdur.
Kürtaja yol açan koşulları hiç irdelemeden kaba bir mantıkla, bir
kalemde üstünü çizerek “kürtaj cinayettir” demek sorumluluk bilinciyle
hareket etmekten uzaktır. Burada asıl tartışılması gereken konu, kürtaja
neden ihtiyaç duyulabileceği konusu olmalıdır. Zira, kürtajın büyük
oranda ekonomik ve sosyal koşulların olumsuzluğu neticesinde ortaya
çıktığını biliyoruz. Tayyip Erdoğan, her kadına en az üç çocuk
doğurmasını salık verirken, kadının iradesine ipotek koyma niyetlerini
bir kenara bıraksak dahi söz konusu üç çocuğa layıkıyla bakabilecek
ekonomik ve sosyal koşulları yaratmak için neler yapıyor? Evli
olmadığı için çocuk doğurmasının üzerinde ciddi bir toplumsal baskı
hisseden kadınların üzerindeki sosyal-psikolojik baskıları kaldırmak
için neler yapılıyor? Yetişkin ve özgür iradesini kullanabilecek
yetkinlikteki bir kadının, keyfi bir şekilde ve bütün tıbbi risklerini
de göze alarak kürtaj yaptırdığını düşünmek, hariçten gazel okuyan, tuzu
kuru bireylerin işinden başka bir şey değil. İnsafsızlıktır da aynı
zamanda. Kabul edelim ki insanca olanı; kürtaja gidebilecek yolları
baştan kapatarak, hamileliğin oluşmadan önlenebilmesidir. Dolayısıyla
kürtajın bir doğum kontrol yöntemi olarak kullanılmasının savunulacak
bir tarafı yoktur. Hele hele günümüzde, doğum kontrol yöntemleri,
istenmeyen hamilelikleri önleme konusunda riskleri en aza indirgenmiş ve
başarıyla kullanılabilecek yöntemler haline gelmişken… Asıl sorun,
hamileliği önleyebilecek bu söz konusu yöntemlere herkesin en rahat
şekilde ve parasız ulaşabilmesi sorunudur. Devlet kürtajı tartışmak
yerine, önce bu konudaki görevlerini tam olarak yerine getiriyor mu önce
ona bakmalı. Mutlaka çocuk sahibi olmak istediği halde sırf
ekonomik veya sosyal koşulları buna el vermediği için hamileliğini
sonlandırmak durumunda kalanlar var. Kürtaj cinayettir derken,
kadınların bakamayacağı çocukları yokluk ortamına doğurup, yoksulluk ve
sefalet içinde büyütmelerine seyirci kalmak, devlet cinayetinin başka
bir boyutu değil midir? Kaldı ki bütün kürtajlar evlilik içi
ilişkilerde meydana gelmiyor. Evli olmayan kadınların çocuk doğurmasına
toplumda ahlaki bir skandal gözüyle bakıldığı için kadınların tek
başlarına çocuk yetiştirmeleri, devlete ve topluma karşı ciddi bir
yasal, sosyal ve psikolojik savaş vermeyi gerektiriyor. Bunun için
kadınlara evlenmeden de çocuk sahibi olabilmenin hukuki ve sosyal
koşullarının yaratılmasını sağlamak, devletin görevidir. Bunun
dışında; tecavüz sonrasında hamile kalma durumları veya herhangi bir
nedenle hamileliğin anne sağlığını tehdit eder duruma geldiği vakalarda,
gebeliğin kürtajla sonlandırılması zorunluluğunu dillendirmeye bile
gerek yok. Kürtajın ekonomik, sosyal ve psikolojik koşullarının
ortadan kaldırılması için hiçbir şey yapmadan kürtajı yasaklamaya
kalkmak, çözümsüzlük üretmekten başka bir anlam ifade etmez. Ayrıca;
kendi bedeni üzerinde karar verme yetkisinin tek ve mutlak sahibinin,
kadının kendisi olması gerektiği tartışılamaz bile. Bu konunun
tartışmaya açılması dahi insan haklarına aykırıdır.
"GATA'da Burak Ulukaya geçtiğimiz günlerde şehit oldu. Uludere'de
Gülyazı köyüne 3 km mesafede el yapımı bombayla yaralandı. Bu iş
anlatıldığı gibi kolay değil. Dikkat ederseniz kaçakçıların hiçbiri bu
bombalara basmıyor. Harita kimlerin elinde olabilir? Haritayla beraber
pek de bunların üzerine basmıyor.” Bu sözler Başbakan Erdoğan’a ait. Meclis Grup Toplantısında yaptığı konuşmada böyle laflar etti.
Sanırım ne demek istediğini anladınız. İçişleri Bakanı ne demişse, işte onu demiş.
Böylece
Roboski katliamından aylar sonra, hükümet “savunma” konumundan
“saldırı” konumuna geçmiş bulunuyor. Güya PKK’nin döşediği bombaların
haritaları “kaçakçı” denilen Roboski köylülerinin elindeymiş. O halde
onların “katli vaciptir”…
Şimdi soruyoruz:
Madem öldürttüğünüz köylüler PKK’nin işbirlikçileriydi, neden “özürse özür, tazminatsa tazminat” laflarını ettiniz?
Çünkü onlar, bu katliamı bilinçli olarak yaptılar.
“Kaçakçılar PKK’nin figüranıdır” diyerek bombaladılar.
“Kaçakçılar PKK mayınlarına basmıyorlar” diyerek yok edildiler.
Neden?
Çünkü
AKP, Kürt coğrafyasını barajlarla sele vererek ve sınır boylarındaki
köylülerin sınır ticaretini “kaçakçı katliamlarıyla” çökerterek
insansızlaştırmaya çalışıyor.
Başbakan’ın bu sözleri, tüm
İran-Türkiye, Irak-Türkiye ve Suriye-Türkiye sınır boylarındaki Kürt
köyleri için büyük bir tehlikeyi haber veriyor. AKP Hükümeti bu köylerde
sınır ticareti yapan Kürt halkını “düşman” olarak ilan etmiştir.
Bu
sınır boylarındaki Kürt köylerinin bir kısmı, geçmiş iktidarlar
tarafından “koruculaştırılmış” ve onların “sınır ticaretine” göz
yumulmuştu. Ama Güney Kürdistan’da Kürtlerin statü kazanmasından ve
Güneylilerin Türk hükümetiyle birlikte PKK’ye karşı silahlı saldırı
siyasetine son vermesinden sonra, o sınır boyu Kürtlerinin durumu nesnel
olarak kökten değişmişti. Türk devletinin İran’la ittifakı çöktükten ve
Suriye’de Kürtler statü kazanmanın eşiğine geldikten sonra, AKP
hükümeti için artık sınır boylarındaki Kürt “güvenilir” Kürt olmaktan
çıkmıştı.
AKP’nin Roboski katliamı, stratejik bir kararın
“hatalı” uygulamasıdır. Bombardımanı yapanlar, büyük olasılıkla
“kaçakçıların arasında bir PKK’linin varlığı”na dair istihbaratı fırsat
saymış ve sınır ticareti yapan köylülere karşı kanlı saldırıyı
“aralarında PKK’li vardı” diyerek haklı göstermeyi planlamıştı. Belli
ki, istihbarat yanlış çıkmış, asker alana köylülerden önce gelemediği
için katliama uğrayanların yanına silah v.s. bırakma fırsatı
bulunamamış, aynı zamanda Roboskili kafilenin yarıdan çoğunun çocuk
olacağı tahmin edilememişti.
O nedenle Hükümet aylardır ağzındaki baklayı çıkartamamış, ıkınıp durmuş ve sonunda gerçek yüzüyle ortaya çıkmıştır. Şimdi
İçişleri Bakanı Roboskili köylüleri “PKK figüranı” olmakla suçluyor ve
Başbakan da onların elinde PKK’nin “mayın haritası” olduğu yalanıyla
yaptırdığı katliama kılıf bulmaya yelteniyor. “Aralarında PKK’li vardı, o
nedenle vurduk” diyemedikleri için, “onlar figürandı ve ellerinde
PKK’nin mayın haritası var” diyerek, kanlı katliamı “bilinçli” olarak
yaptıklarını itiraf ediyorlar.
Başbakan’ın bu konuşmasından
sonra, AKP Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik başta olmak üzere, İdris Naim
Şahin’in istifasını talep eden AKP yanlısı yazarlar ve aydınlar ne
yapacak? Artık bu konuşmayla açığa çıkmıştır ki, Başbakan Erdoğan
İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’le tıpa tıp aynı “insani olmayan”
görüşlere sahiptir ve hükümetin Kürt sorununda izlediği siyasi çizgi bu
“insani olmayan” görüşler temelinde icra ediliyor. Roboski
katliamı karşısında takınılan bu tutum, hükümetin kesinlikle bir “iç
savaşı” göze aldığını kanıtlıyor. “Terörle savaş, siyasetle müzakere”
laflarının özündeki alçakça demagoji Başbakanın bu konuşmasında gözler
önüne serilmiştir. Başbakan ağzını bozarak şöyle demiştir:
“Türkiye, BDP’li kalleşlerin, PKK’lı kalleşlerin benim subayımı askerimi gelip arkadan şehit ettiği bir ülke değildir."
Roboski
köylülerini PKK’nin “figüranları” diyerek bombalatan Başbakan, BDP’yi
“subayımı, askerimi gelip arkadan şehit eden” parti olarak suçladığına
göre, durum açıktır: AKP yalnız PKK’ye karşı değil, BDP’ye ve hatta düne
kadar koruculuk yapan “kaçakçı” Kürde karşı kanlı bir savaş açmıştır.
“Kalleş
BDP ve kalleş PKK benim subayımı şehit ediyor” diyen bir adamın
“terörle mücadele, siyasetle müzakere” laflarına hala bir anlam
verenler, “hükümet elbette terörle savaşacak, ama önemli olan hükümetin
siyasetle müzakere yapmasıdır” diye konuşanlar, BDP’yi her defasında
“savaşın sonuçlarını” kınamaya çağıranlar Başbakanın son konuşmasından
sonra kendi konumlarını gözden geçirmelidirler.
Bu konuşmadan
sonra, savaşın tüm kanlı sonuçlarından yalnız ve yalnızca AKP Hükümeti
sorumludur. Roboski katliamına kılıf bulma çabaları, bu savaşın artık
tüm Kürt halkını hedef alan bir savaş olduğunu göstermiştir.
Başbakan’ın dünkü konuşması “tarihidir”. “İnsani olmayan” kalleşçe” bir konuşmadır.
Orduyu, polisi, adliyeyi ve medyayı ele geçirip, baykuş misali
tepelerine oturarak, onları, ipi parmak ucundaki kukla gibi yöneten,
savunma ile hücum kıtası olarak kullanan rejimlere çetecilik deniyor.
Açtığı dükkanda, akıl boyu kısa, bilinç yoksulu kalabalıklara din ve
ırkçılığı bir arada sunarak, taraftar kazanan çeteye Faşizm, çetebaşına
da Faşist… Bu tür soysuz rejimlerde, çetebaşı, yarı ilah mertebesinde
muktedirdir. Görüşleri, bakış ve emirlerine karşı gelinmezdir. İnsan
hayatı, iki dudağının kıpırtıları arasında var, ya da yok olur. Çetebaşı için toplum, güdülmeyi bekleyen koyun sürüsüdür. Sürüyü hayali sunumlarla güdüp, yönlendirmek onun işidir. Kimin
ne düşüneceğine, hangi duruşun dost, hangı bakışın düşman, kimlerin
terörist olduğuna, kadınların kaç çocuk doğuracağına o karar verir.
Ankara Milletvekili Aylin Nazlıaka’nın deyimiyle, o varlığıyla,
kadınların vajina bekçisi, yazar Serdar Akinan’ın kalemine göre,
görüşlerine ters düşenler uluslararası yıkıcı vajina örgütüdür. Eğer
yurdu, dili, kültürü, ayrı mensubiyeti, farklı halk olmaktan doğmuş,
bütün özgürlükleri gasp edilmiş, çalınmış, üstüne oturulmuş Kürt isen,
nefes almayı büyük bağış kabul edecek, günde beş kere, “çok yaşa çete
başı“ diye bağıracaksın. Kürdistan, destursuz (izin istemeden)
girdiği bağ, keyfine varmak için cinayetler işlediği ormandır.
Cinayetlerine yüz buruşturmak, “hayır” diye fısıldamak, katledilmişlerin
yasını tutmak, uzmanlık alanı diye Hayvancılık Bakanına, geride
parçalanmış insan bedenleri saçarak, iki ayak üstünde yürüyen hayvanın
türünü sormak “nekrofil”lik, yani “ölüsevicilik”tir. Katile “katil”
demek, kutsadığı ırkçı soykırıma, uluslararası komplo hazırlama suçudur. Her
neyse, Kürdistan, kırım ve yangınlar arasında, ırkçı vandallığın her
türlüsünü gördü. Denenmemiş olarak, bir tek heybelerinde dini söylemle
ortalıkta dolanan dinciler kalmıştı. Kürtler, bunları vicdanlı dindar
sanıyorlardı. Ta ki, köleliği dayatıp, sür-git etmek için, Kürdistan
dağlarına zehir yağmurları yağdırana, halkı rehin almak üzere toplama
kampları kurana, esir alınmış çocuklara tecavüz ve en son sınır ticareti
yapan Roboskî gençlerinin bir araya toplayıp, hava saldırısıyla
paramparça edene kadar… Irkçıdan dindar çıkmıyordu. Kutsadıkları
üzere, “tek millet” naralı ırkçıdır onlar. Kendisiyle aynı dinden de
olsa, hizmetkarı olduğu ırka mensup olmayan halka, kavme kindardır,
Faşist. Kürtler, dindarlıklarına inanarak ağır bedeller ödediler. Ama
geç de olsa, din satan faşistin dünyasında, insandan
sayılmadıklarını anladılar. Roboskî katliamı, yanılgılarının tarihten
silinmeyecek delilidir. Dinci rejimin başı Recep Tayyip, Roboskî
katliamını “milli hamle” ilan ediyor, “sen orada insanlık suçu işledin”
diyen Kürtleri, “istismarcılık, ölüsevicilik”le suçluyor, katliamı
unutturmaya çabalıyordu. Katledilenlerle aynı dinden olduğunu aklına getirmeyerek… Fakat,
“din kardeşlerim” dediği Pakistan’lı askerlerin, Amerikalılar
tarafından yanlışlıkla vurulmasını mesele ediyor ve Amerikayı, özür
dilemeye çağırıyordu.!!! Oysa, Roboskîli çocukların katliamında
yanlışlık da yoktu. Roboskîliler, güpe gündüz evlerinden çıkarken
havadan takibe alınmış, yolculukları, geri dönüşleri saniyesi saniyesine
kaydedilmiş, akşam karanlığı çökende, önleri barajlanarak bir araya
toplanmış, atışların isabeti için tepelerinde aydınlatma fişekleri
patlatılmış, sonra “neye mal olursa olsun, vurun” emri yerine getirilip,
bombaya tutulmuşlardı. “Neye mal olursa olsun vurun” emrinin sahibi Recep Tayyip mi? Araştırıyoruz dediği kendi sesi mi? Ses
kime aitse, bir türlü bulamıyor, ama İsrail’in egemenlik haklarını
çiğnemeye gönderdiği gemide ölenlerin sorumlularını, anında tesbit
ediyor ve haklarında ceza davası açabiliyordu. İki değil, bin
yüzlülüktür, bu.Pakistan’da, İsrail sularında anında adalet dağıtıcısı,
Kürtlere sıra gelince, “araştırıp, soruşturuyoruz” oyalama,
kandırmaclığıyla unutturma, katliamın üstünü örtme taklaları… Dindarlıktan
vazgeçtik, ahlakın asgari değerleri nerede? Ahlak, insan evlarına
dağılırken, bunlar neredeydi bilemiyorum, ancak Kürtlerin hiç bir
güveni, adaletlerinden ümidi, beklentileri yok. Olan da Roboskî’de
tükendi. Yüz yılı aşkın süreden beri kurtuluş mücadelesi veren, son isyanla insanlık kavgasını doruğa çıkan Kürtler, zaten kopmuştu. Kopma duygu ve düşüncededir. Görünmezdir. İşgal
ordularının tehditleri de, zehirli gazları, toplama kamplarıyla, halkı
rehin ve esir tutması da kopmayı önleyemez, gidişi geri getiremez…
İdris Naim’i, Recep Tayyip’ten ayırıp, tek başına farklı diyarlara
savurarak, “dindar ve kindar ırkçı“ diyenler, ona haksızlık ediyorlar. Çünkü,
ikili İmam hatip okulu sıralarından beri, fikri de, zikri de bir ruh
ikizidir. Zekalarının dalga boyu, insanı hayvandan ayıran vicdanlarının
yerden seviyesi de birbirine eşit, o nedenle derin uyumlu iki ayrılmaz,
dosttur. Siyasette, kazançta birlikte, hatta mahkeme dosyasındaki suçta
ortak… Gençliklerinde Türkeş’in ülkücüleri, Fethullah Gülen’in içinde
bulunduğu Komünizmle Mücadele Derneği’yle omuz omuza olan Milli Türk
Talebe Birliği’nde, ortak amaçlar için koşuyor, faşizan rejime karşı
mücadele veren solcu, üniversite gençlerine “Allah Allah” sesleriyle
saldıran safta, yan yana duruyorlardı. Sonra, efendi Necmettin Erbakan’a biat ve el öpme eğilmeleri… “Önce
devlet” diyen Erbakan’ın “Akıncılar” adındaki gençlik örgütünün
yolları, “derin devlet”in toplumsal projelerinde Türkeş’in Ülkücü
birlikleriyle kesişiyordu. Türkeş’in silah kuşanmış gençliği, “Tanrı
Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” diye bağırıyor,
Akıncılar, “kanımız aksa da zafer İslamın” naralarıyla koroya katılıyor,
sonra Türkeş ve adamlarına “Türk-İslam sentezi” dersleriyle, İslam’a
ırkçılığı monte eden Necip Fazıl’ı dinlemeye koşuyorlardı. Dönem dinci, ırkçı partiler kalabalığının Milliyetçi Cephe günleriydi. Maraş ve
Çorum katliamları, “derin devlet”in, İkinci MC iktidarının yoluna taş
döşeyen projesiydi.Erbakan ve teşkilatı cephede bir kanat… Cephenin
lideri Süleyman Demirel, Maraş’ta katilleri aklarken, “bana,
milliyetçilerin cinayet işlediklerini dedirtemezsiniz” sözünü
söylüyor, “zafer İslamındır” narasının mucidi Erbakan da “Komünist
tehdit” diye parmak sallayarak, kendince katledilmişleri suçluyordu. İkili, o dönemde kimlerle cephe birliği yapıyor, hangi sokak gücüne önderlik ediyordu, bilinmiyor. Fakat,
ikilinin İstanbul Belediyesinde de birlikte olduğu ve ortak
kaderlerinin kötü giden şansıyla, mahkemede “yolsuzluk, kalpazanlık”
suçlamasına muhatap oldukları biliniyor. Bu kadar derinden iç içe
geçmişlikten sonra, İdris Naim’in özel seçilmiş olarak polis ve jandarma
gücünün başına getirilmesi tesadüf değil, bilinçli bir seçimdir. İyi ve
kötü günlerin tecrübeleri ve güven bağlarıyla pekişip ilmiklenmiş bir
iç içeliğin ürünüdür bu. İçişleri Bakanıdır, İdris Naim. Recep
Tayyip’in, kişisel hayatının huzur bekçisi, öbür yanıyla, AKP’nin
“dindar ve kindar” rejiminin kazancına takoz koyanları düşman ilan
ettiği, Kürtleri boy sırasına dizip fişleyen, uydurma delillerle
tutuklayan polis devleti çarkını döndüren kişi… Böylesi bir rejime bir İdris Naim gerekliydi. Recep Tayyip, aradığı adamı elinin altında hazır bulmuştu. Hepsi bu. Adamlar dükkan açmış, orada din de, kin de satıyor, dünyalık topluyorlar. Çomak sokan çıkarsa, İdris Naim ne güne… İdris
Naim, bazan ağzından çıkanın ne anlama geldiğini bilmeden, gerçekleri
ortalığa saçması, onun Recep Tayyip’ten düşük zekalı olduğu anlamına gelmez.
İkili tam bir uyum örneği. Zekalarının dalga boyu, insanı insan yapan
vicdanın yerden seviyesi de birbirine eşit. Böyle olduğu için kırk
yıldan beri ayrılmaz, bir ikili zaten. İdris Naim, zaman zaman ağzını
açtığında, farkında olmadan ve anlamını kavrayamadan “dindar ve kindar”
rejiminin gizli ajandasını ifşa ediyor, külle örttülen gerçek
niyetlerini ortaya koyuyor. Bu da, patavatsızlık kusuru olarak yüzüne
vuruluyor. Oysa, Recep Tayyip de aynı hastalıktan muzdarip. Yalçın
Akdoğan’ın başında bulunduğu ekip yazıp, okumak üzere eline vermediği
metinden gözü kaçınca, üst üste vurguladığı “tek din” örneğinde olduğu
gibi, ağzından gizli sırlar kaçıyor. Kürt Hüseyin Çelik, “yalama olmuş
ağzı, bütün sırlarımızı kaçırıyor” diyerek Tayyip’ı azarlamayı göze
alamadığından, “dil sürçmesi” diyor, bin dereden su getirerek düzeltmeye
kalkışıyor. İdris Naim, Roboskî’de girişilen “milli katliamı”
öveyim derken, farkında olmadan dindar ve kindar rejimin Kürtlere
bakışını açıkladı. Aslına bakarsanız o, Kürtlere ilişkin olarak
“Mehmet’i, Ahmet’ten ayırma halimiz yok” diyen hamisi Recep Tayyip’i
takdir “taklası” atmaya çalışmıştı. O hızla katledilmiş Roboskîlileri
''dolap beygiri gibi dönen kaçakçı'' diye nitelemiş, kaçakçıların her türlü
ölümü hak ettiklerini anlatmaya çabalamıştı. Ama açıklama da yeni
değildi. Günlerce önce, iktidar gücünün ortağı Fethullah Gülen
medyasının Ankara temsilcisi televizyonda, Kürtlerin kaçakçılık
yaptığını uzun uzun açıklamış, sözü, Roboskî katliamının devlet tedbiri
olduğuna getirmeye çalışmıştı. Kullandığı kelimeler ne olursa olsun
İdris, Roboskî katliamının planlı bir devlet projesi olduğunu
açıklamıştır. O da milliyetçi ruhunu kanla emzirip, sevineyim derken,
gerçeği ağzından kaçırmıştır. Hepsi bu…
Suriye’de çatışmalarda ölü sayısının yükselmesi, Birleşmiş
Milletler-Arap Birliği Ortak Barış Planının başarı şansını zorluyor. 12
Nisan’dan bu yana çatışmalarda bir azalma görülse de ‘Annan Çözümü’nde
bir ilerleme görülmüyor. Üstelik El Kaide iyice ülkeye yerleşmeye
çalışıyor.
Birleşmiş Milletler şu ana kadar ülkeye 250 gözlemci
konuşlandırdı. Önümüzdeki günlerde bu sayı 300’e çıkacak. Gözlemcilerin
girdikleri kentlerde çatışmaların şiddeti ve yaygınlığı azaldı. Ölüm
olaylarının yerini yaygın olmayan kitle gösterileri aldı. Ancak taraflar
arasında ateşkes sağlanmış değil. Son günlerde silah akışının
yoğunlaştığı, muhaliflerin büyük saldırılara hazırlandığı yönünde
haberler geliyor. Nitekim başkent Şam'da bu ayın başında
düzenlenen iki ayrı intihar saldırısında en az 55 kişi hayatını
kaybetti, yaklaşık 400 kişi de yaralandı. Birleşmiş Milletler Genel
Sekreteri Ban Ki-mun Suriye'de bomba yüklü araçlarla düzenlenen intihar
saldırılarının arkasında El Kaide'nin olabileceğini söyledi.
‘BİRDEN ÇOK EL KAİDE’
ANF'nin
görüşlerine başvurduğu Demokratik Değişim İçin Ulusal Komitesi Başkan
Yardımcısı ve PYD lideri Müslüm Salih, Ban Ki-Mun’un değerlendirmesine
katılatarak, intihar saldırılarıyla ilgili dikkat çekici bilgiler
veriyor. Şam, Halep ve diğer başka kentlerde yaşanan intihar
saldırılarının arkasında birden fazla El Kaide olduğunu söyleyen PYD
lideri, "Suriye’de Türkiye’nin de Suudi Arabistan’ın da ve Katar’ın da
El Kaidesi var. Bu intihar saldırılarını hangi El Kaide düzenliyor,
hangisi gerçek bilmiyoruz. Bu ülkelerin Suriye’de şiddet olaylarında
ciddi bir şekilde yer aldığını artık biliyoruz. Artık El Kaide buraya
yerleşmiştir. Fakat Türkiye’nin yönlendirdiği siyasi gruplar da giderek
güç kaybediyor. Annan Planı ile birlikte AKP hükümetinin Suriye
üzerindeki politikaları ciddi biçimde çöktü. Bundan dolayıdır ki, BM’nin
boşa çıkartılması için Türkiye özellikle sınırda şiddet olaylarını
organize ediyor" diyor.
Suriye’de teslim olan yada yakalanan bazı
isyancıların yayınlanan itiraflarında, Hatay’da Türk komutanlar
tarafından eğitildiklerini dile getirdiler. Örneğin Halep’teki silahlı
saldırıları gerçekleştirenlerin bizzat Türkiye’den geldiği iddia
ediliyor.
Nitekim 10 Mayıs günü Şam’da 55 kişinin hayatını
kaybettiği intihar saldırısından sonra Suriye yönetiminin Katar, Suudi
Arabistan ve Türkiye’yi işaret etmesi dikkat çekti.
Birleşmiş
Milletler'in Suriye’de bir siyasi diyalog ortamı yaratmaya yönelik
diplomatik çabaları sürüyor. Nisan ayından bu yana BM yetkilileri hem
muhalifler ile hem de Şam yönetimiyle görüşüyor. Ancak ölü sayısının
yüksek olduğu intihar saldırılarının artması, Türkiye, Suudi Arabistan
ve Katar’ın da muhalif gruplara yoğun ve ağır silahlar vermesi
çatışmaların daha da şiddetlenebileceği ihtimalini gündeme getiriyor.
Gelen bilgilere göre silahlı isyancı grupların ekonomik olarak bir
toparlanma sürecine girdiği yönünde.
İÇ SAVAŞI ÖNLEMEK İÇİN ANNAN PLANI SON FIRSAT
PYD
lideri Müslüm Salih, BM Barış Planı’nın Suriye'de iç savaşı önlemek
için son fırsat olduğunu söylüyor. Ancak son birkaç haftadır insan
hakları savunucuları, aydınlar ve muhaliflere yönelik toplu gözaltı
operasyonları yoğunlaştığı Suriye’de PYD liderine göre, ‘’Annan Planı
konusunda ilerleme yok. Ateşkese taraflar uymuyor. Tutukluların
bırakılması sağlanmadı. Gözlemcilerin girdikleri yerlerde çatışmalar
azaldı. İnsancıl yardımlar bazı bölgelere ulaşıyor. Ama durumun ne
olacağı belirsiz’’ diyor.
7 mayısta yapılan seçimleri muhalifler
boykot etti. Dün seçilen yeni milletvekillerinden Müslüman olanlar
Kuran-ı Kerim, Hıristiyanlar ise İncil’e el basarak yemin etti. Yeni
Meclis’e 209 yeni üye girerken, 49 eski milletvekili de tekrar seçildi.
Güney
Batı Kürdistan’da seçimleri boykot oranı yüzde 99 civarlarındaydı.
Müslüm Salih, ‘’Seçimler Baas Partisi’nin istediği gibi oldu. Hiçbir
yenilik yoktu’’ diyerek seçimlerin göstermelik olduğuna dikkat çekiyor.
SUK DAĞILMANIN EŞİĞİNDE
İstanbul’da
kurulan Suriye Ulusal Konseyi’nin (SUK) dağılma eşiğine geldiğini
söyleyen Müslüm Salih’e göre, Burhan Galyun’un istifasıyla parçalanma ve
güç kaybetme süreci hızlanacak.SUK’u AKP’nin uzantısı olarak
değerlendiren Salih, ‘’SUK aslında ülke içi muhalefeti temsil etmiyor.
Örgütlü bir yapı değil, belli bazı kişilerden oluşuyor. AKP’nin Suriye
uzantısı gibi hareket ediyor. Kürtlerin hakları konusunda Galyum önce
‘özerklik’ çıkışı yaptı, bir hafta sonra Kürtleri inkar etti. Galyum
giderse SUK diye bir şey kalmaz. Bana göre SUK’un dağılmaması için
Galyum’u tutarlar’’ şeklinde konuştu.
WASHİNGTON’DAN MESAJLAR
Bu
ayın başında Kürt Ulusal Konseyi’nden bir heyet Washington'u ziyaret
etti. Beyaz Saray'da temasları oldu. PYD lideri, Washington’daki
yetkililerin Kürt Ulusal Konseyi heyetine Kürtler arası birliğin
sağlanması yönünde telkinlerde bulunduğunu belirtti. Kürt Ulusal
Konseyi’nin kendisini SUK'un bir parçası olarak görmediğini hatırlatan
Müslim heyetin ABD’deki temasları hakkında şunları söyledi: ‘’Öyle ki
Amerikalılar Kürt heyetine ‘SUK’a katılın’ yönünde bir dayatması da
olmamış. Aksine Kürtlerin kendi aralarında birliğini sağlamasını
istemişler. Edindiğimiz bilgilere göre ABD Dışişleri Bakanlığı
yetkilileri dolaylı olarak ‘Gidin PYD ile anlaşın’ demişler.
Kürt
birligini sağlamak için bir süredir çalışmalarımız var. Kürt Ulusal
Konseyi birliğe doğru gidiyoruz. Artık birliği kabul etmeyen çıkıp
gider.’’
‘PYD’SİZ ÇÖZÜM OLMAZ’
PYD’den bir heyetin kısa
bir süre önce Koffi Annan ile görüştüğünü de anlatan PYD lideri,
‘’Paris, Şam ve Cenevre’de BM yetkilileri ile Suriye’de çatışmaların
durması konusunda görüşmelerimiz sürüyor. Rusya ve Çin’le de
temaslarımız var. Elbette Kürt meselesini de görüşmemizde gündeme
getiriyoruz. Suriye’de Kürtlerin haklarına kavuşması için taleplerimizi
daha güçlü bir şekilde ifade edeceğiz. Artık Herkes PYD’nin bir güç
olduğunu kabul ediyor. Suriye’de PYD’siz bir çözüm olmaz. Örgütlenme
düzeyimiz güçlendi. Halkımız kendini koruyabilecek durumda. Kısacası
PYD’siz hiçbir plan hesap tutmaz’’ diye konuştu.
Son olarak
‘’Muhalifler Beşar Esad’ın kayınbiraderi Asaf Şevket, İçişleri
Bakanı’nı zehirleyerek öldürdü mü’’ sorumuza ise Salih, ‘’Evet öyle bir
söylenti var ama bu doğrulanmadı. Bu iddia dezenformasyon kokuyor.
İçişleri Bakanı Hasan Türkmen iki gün önce televizyona çıkarak iddiayı
yalanladı’’ şeklinde cevap verdi.
Birleşmiş Milletlere göre 2010
yılı Mart ayında rejim karşıtı gösterilerin başlamasından bu yana
yaklaşık 9 bin kişi hayatını kaybetti. Suriye hükümetinin Şubat ayında
yayınladığı rakamlarda ise 2 bin 493 sivil ve 1bin 345 güvenlik
görevlisi olmak üzere toplam 3,838 kişi çatışmalarda öldü.
Partisinin grup toplantısında konuşan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan,
Roboski'de yaşımını yitiren 34 kişiyi suçlayarak, "Dikkat ederseniz
hiçbiri bombalara basmıyor" dedi.
Hava saldırısında ölenleri
suçlayan ve neden şimdiye kadar kaçakçılık yaparken mayına
basmadıklarını soran Erdoğan, Şırnak-Uludere-Urfa-Hatay'daki sınır
köylerinde kısa bir araştırma yapsa, geçim sıkıntısı nedeniyle
kaçakçılık yaparken mayına basarak bacaklarını yitiren yüzlerce,
binlerce kişiye tanık olabilecek belki.
NEDEN DAHA ERKEN ÖLMEDİLER!
TBMM'de
partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada "Dikkat ederseniz
kaçakçıların hiçbiri bombalara basmıyor. Harita kimlerin elinde
olabilir. Bu haritayla bombaların üzerine basmıyor, rahatça gidip
geliyorlar. Bakın burası çok hassas. Bu iş, hassas ve gerilimli bir iş"
diyerek bir anlamda, kaçakçılık yapanların neden daha erken ölmediğini
savundu.
34 kişinin savaş uçaklarının bombalaması sonucu Roboski köyünde 7-8 ay önce çekilmiş bu fotoğraflar.
Fotoğraflardaki
kişiler, Başbakan'ın 'Neden mayına basmıyorlar' dediği ve geçim
sıkıntısından çay, sigara, mazot getirmek için sınırı geçerken yaşanan
patlama sonucu bacaklarını kaybedenler... SINIR HATTINDAKİ İNFAZLAR
Ayrıca
İnsan Hakları Derneği (İHD) tarafından yayınlanan 2011 hak ihlalleri
raporunda kaçakçıların sadece mayınlar değil, askerlerin infazlarına
konu olduğunu gözler önüne seriyor. İşte 2011’de yaşanan olaylardan
bazıları:
10 Ocak 2011’de, Irak Kürdistan’nın Diyana’ya
Xakurke alanında bulunan Geliyê Reş’teki Bermizê köyünde otomobili ile
hareket halindeki Nizar İsmail, Türk askerlerinin aracı taraması
sonucu ağır yaralanarak çevredeki köylüler tarafından hastaneye
kaldırıldı.
29 Ocak 2012’de, Van'ın Özalp ilçesi Yukarı Tulgalı
(Axurka Jorî) köyünde, İran'dan mazot getirmeye giden köylüler silahlı
saldırıya uğradı. Askerlerinin açtığı ateş sonucu, Recep Dağgezen (15),
olay yerinde yaşamını yitirirken, Cumali Altun (18), kolundan
yaralandı.
3 Şubat 2011’de Türkiye-İran sınırını akaryakıt
kaçakçılığı yapmak amacıyla yasadışı yollarla geçtiği iddia edilen Ömer
Pay (15) ve Suat Baykara isimli 2 çocuk, İran askerlerinin açtığı
ateş sonucu yaşamını yitirirken, Hüsnü Baykara yaralandı.
3
Mart 2011’de, Van’ın Çaldıran ilçesi Üçgözler (Kaşım) köyü
yakınlarında, mazot kaçakçılığı yaptığı iddia edilen evli ve bir çocuk
babası Cihat Yılmaz (25), askerler tarafından açılan ateşle yaralandı.
23
Mart 2011’de, Van'ın Saray İlçesi'ne bağlı Korucan (Kurcan) Köyü'nde
İran'a mazot getirmeye giden Yaşar Vural (15) ile Turgay Vural (17)
dönüşte saat 01.00 sıralarında İran askerlerince tarandı. Karnından
yaralanan ve 2 saat olay yerinde kalan Yaşar Vural yaşamını yitirdi.
Arkadaşının yardımına koşan Turgay Vural (17) de, yakın mesafeden
askerlerin açtığı ateş sonucu yaralandı.
12 Nisan 2011’de, Van
ili Özalp İlçesi Aşağı Koçkıran Köyü'nde ikamet eden Eyüp Talayman (55)
ile Adil Parkel'e (51) kaçak yollarla İran'a geçtikleri ve sınır ihlali
yaptıkları iddiasıyla İran askerlerince ateş açıldı. Gece 23.45
sıralarında meydana gelen olayda, Eyüp Talayman olay yerinde yaşamını
yitirirken, Adil Pakel de yaralı olarak götürüldüğü hastanede yaşamını
yitirdi.
15 Mayıs 2011’de, Hakkari'nin Şemdinli İlçesi Alan
Karakolu'ndan İran'ın Zive kentine bağlı Helece Köyü'nden pancar
toplamak için 502 ve 503 rakamlı sınır taşları yakınlarında bulunan bir
gruba top atışı yapıldı. Top atışında İran'ın Zive kentine bağlı Helece
Köyü nüfusuna kayıtlı Kadriye İslami isimli kadın hayatını kaybetti.
İsmi öğrenilemeyen 3 kişi ise yaralandı.
27 Haziran 20112de,
Türkiye-İran sınırında Geliyê Gohi alanında Türkiye'ye getirdiği mazotu
bıraktıktan sonra İran'a geçen Şîrzat (22) adlı kişi İran askerlerince
öldürüldü.
31 Temmuz 2011’de Van’ın Çaldıran İlçesi’ne bağlı
Soğuksu Köyü’nün Uzunyol Mezrası’nda hayvanlarını otlatan köylülere,
“sınırdan yasadışı yollarla geçtikleri” gerekçesiyle, askerlerin,
köylülerin “dur” ihtarına uymadıklarını ileri sürerek açtığı ateş sonucu
Ercan Uca (29) yaşamını yitirirken; İbrahim Ecevet (24) ve Nejdet
Çiftçi (23) de yaralandı.
4 Ekim 2011’de, Van’ın Başkale
ilçesi'ne Zernek köyü yakınlarında yol kontrolü yapan korucu ve sivil
askerler, sigara kaçakçılığı yaptığı iddia edilen Nurullah Işık
yönetimindeki aracı, durmadığı gerekçesiyle silahla taradı. Olayda
yaralanan Işık adlı kişi, ameliyata alındı.
23 Kasım 2011’de
Mardin’in Nusaybin İlçesi’nde sınırı geçmek isteyen Suriye vatandaşı 2
kişi, açılan ateş sonucu ağır yaralandı. Yaralı 2 kişi Nusaybin Devlet
Hastanesi’ne kaldırıldı.
28 Aralık 2011’de Şırnak’ın Qilaban
(Uludere) ilçesine bağlı Roboski (Ortası) köyünde Irak sınırına sınır
ticareti yapmak için giden ve askerler tarafından belirli bir bölgeye
yönlendirilen çoğunluğu lise öğrencisi çocuklardan oluşan 34 köylü,
Genelkurmay Başkanlığı’nın savaş uçakları tarafından atılan bombalarla
öldürüldü. ANF NEWS AGENCY