25 Eylül 2010 Cumartesi

Aile İmamlığı

Habere göre, cami imamları aynı zamanda ailelerin de imamlığını yapacakmış…

İmam artık sadece camide bulunmayacak, dışarıda toplum hayatına daha fazla karışacakmış…

Anlaşmazlıkları çözecek, insanların dertlerini dinleyecek ve danışmanlık yapacakmış…

Bir yoruma göre, imamlar kitle içinden bilgi toplayıp yetkili makamlara bildirecekler…

Aile imamlığının başlıca görevi bu olacak…

Bu amaçla birkaç ilde pilot uygulama başlatılmış durumda ve uygulama giderek yaygınlaşacak…

Bu uygulama yıllardan beri değişik biçimde Almanya’da hayata geçiriliyor.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve onun Almanya’daki temsilcileri olan konsoloslukların Türkiye kökenli halkı denetlemekte ve etkilemekte başlıca kaynakları cami imamlarıdır.

İmamlar milliyetçi hutbeler verirler, insanların devletlerine bağlı kalması için konuşurlar, sohbetler yaparlar.

İmamlar başka işlere de yararlar…

Almanya’da ve genel olarak bütün Avrupa ülkelerinde yaşanılan büyük dolandırıcılık olayını biliyorsunuz: bazı şirketler yüksek kazanç payı dağıtacakları vadiyle çok sayıda insandan büyük miktarda para topladılar ve ardından da iflas edip ortadan kayboldular.

Mağdurların kesin sayısı bilinmiyor ama büyük çoğunluğu Almanya’dan olmak üzere Avrupa çapında 800 bin ile bir milyon arasında tahmin ediliyor. Toplanan para ise tahmini olarak 25 Milyar Avro…

Geniş bir çevreden bu kadar yüksek miktarda para toplanmasında camim hocaları etkin rol oynuyor. Genellikle işe doğrudan karışmıyorlar ama para toplamak amacıyla dolaşan kişileri cemaate tanıtıyorlar. Ya da dolandırıcıların sağlam referansları oluyorlar.

Ardından inanılması zor şeyler oluyor: çok kişi senet adı altında uyduruk bir belgeyi okumadan imzalıyor. Bazıları ise karşısındaki “dini bütün” kişilere güvenip, makbuz bile almadan yüksek miktarda parayı veriyor.

Yıllar sonra uyduruk da olsa senet imzalamış olanların bir bölümü mahkemeye gidip hakkını aramaya çalışıyor. Makbuz bile almamış olanların ise yapabilecekleri bir şey yok…

Sadece “kefen paramı çaldılar” diye gösteri yapıyorlar ama bununla ulaşabilecekleri sonuç da bulunmuyor.

Olup bitenler cami hocalarının Türkiyeli kitle üzerindeki etkisini gösteriyor.

Aile imamı adı verilen uygulama, esasen var olan bu etkinin başka alanlara da yayılmasını amaçlıyor.

Burada kitleden bilgi toplamak konunun sadece bir yanıdır.

Toplumu bir arada tutan bağlar gevşiyor. Devlet ve hükümet yıllardan beri Malazgirt Zaferi’nden başlayarak günümüze kadar kazanılmış başlıca savaşları resmi törenlerle kutlarlardı. Toplumları bir arada tutan önemli etkenlerden bir tanesi de ortak geçmiştir.

Bizde bu ortak geçmiş savaş yıldönümleri ve bitmek tükenmek bilmeyen törenlerden oluşur.

Filanca ilin kurtuluşunun bilmem kaçıncı yılı, Atatürk’ün Ankara’ya gelişinin bilmem kaçıncı yılı kutlanır. Eskiden İstanbul’un fethinin ve Çanakkale savaşının yıldönümleri sürekli kutlanırdı. Toplumu birbirine bağlayan bağlar zayıfladıkça akla gelen her şey kutlanmaya başlandı: Osmanlı Devleti’nin kuruluşu, Preveze, Sarıkamış…

Anayasa referandumundan sonra “toplum üçe bölündü” olarak ifade edilebilecek saptamanın belirli bir gerçekliği var. Kimse ötekinin hakim değer yargılarını kabul etmiyor.

Bir toplumun bir arada yaşayabilmesinin ilk koşulu, herkesin ortaklaşa kabul edebileceği değerlerdir. Bu değerler bugüne kadar Türk milliyetçiliği ve şanlı tarihimiz çerçevesinde şekillenmişti. Bunların etkisi eskisine göre büyük oranda azalmış durumda. Milliyetçiliğin daha da güçlendirilmesinden vazgeçilmeyecek olsa bile, bunun da süreklilik kazanan Kürt muhalefeti karşısında eskisi kadar etkili olamayacağı görülüyor.

Devlet ve hükümet, ortak demokratik değerleri oluşturmak yerine, bu kez dini değerleri daha da öne çıkartmayı deneyecek gibi görünüyor.

“Hepimiz Müslümanız” ortak değeri temelinde toplumsal yapının sağlamlaştırılması öngörülüyor.

BDP’ye karşı İslamcı temelde bir muhalefetin örgütlenmesi ve bu örgütlenmenin devlet olanaklarıyla desteklenmesi söz konusudur.

Böyle bir durum zaten var ve yakın gelecekte daha fazla ortaya çıkacaktır.

BDP'li Belediyeler ve Eleştiri

Kürt hareketinin devlet zoruna karşı koyuşunun zirve yapmasının ardından tekçi yapısına itiraz ederek kimliklerine sahip çıkan ve bunu siyasal bir formasyona büründüren Kürtler, kitlesel olarak da edilgen çevrenin merkezinde çelik bir çekirdeğe dönüştü.

Büyük bir mücadele azmi, direnci ve elbette karşılığını da ödeyerek edilgen çevrenin içinde yeni halkalar açtı. Bu yolculuk farklı biçimlerde kendini yenileme yeteneği kazanarak, kimi zaman biçimsel format değişiklikleriyle devam ediyor.

Katı bir örgüt şeması olmasına rağmen bütün siyasal hedefli organizasyonlar gibi ve özellikle halk hareketlerinin doğası gereği Kürt hareketi de toplumsal tasavvurunun nüvelerini daha geniş yerleşim birimlerine taşımak istedi. Yasal zeminde aktüel politikaya dahil olmak, bunun önünü açan uzun soluklu bir uğraş oldu. Nihayet nüfuz alanına denk düşecek ve/veya yetecek oranda yerel yönetimleri devralma, bu uğraşın meyvesi olarak göründü. 4-5 gencin 40-50 bin nüfuslu kentlerde gizli buluşmalarının gerekçesi olan siyasal donanım, o kentleri yönetecek kıvama geldi. Bu sıradan ve azımsanacak bir başarı değildi. Dolayısıyla 'kendimizi ve kentimizi biz yöneteceğiz’ isteminin kararlılığında somutlaşan özyönetim, bugün dile getirilen Demokratik Özerklik özgüvenine kaynaklık etti.

Özetlemeye çalıştığım bu halk dinamizmi, bugün 98 BDP’li belediye ve Türkiye Meclisi’nde temsil edilen BDP Grubu olarak mevcudiyetini koruyor.

Konumuz olan belediyelerde her şey yolunda mı?

Bu sorunun cevabını vermeden Kürtler için netameli olan bir soruyu ne hakla soruyoruzun cevabını vereyim. Biz gazeteciyiz. Elbette yüzümüzü egemen devletlere ve onların izdüşümlerine çevirip kalemimizi kırpmadan kelimelerimizi yüzlerine fırlatacağız. Yalan, hile, haksızlık ve insan soyuna ihanetlerini deşifre edip milyonlarla paylaşacağız. Bu, asli işimizdir ama biz, içinde yer aldığımız Kürt sokağını gözardı edemeyiz. Yerel düzeyde de olsa kısmi Yürütme erkinin mekanizmalarını eleştiriden muaf tutamayız. Elbette BDP ve yansıması olduğu ana yapı eleştirilir hem de sert eleştirilir. Şerhlerimiz şunlar olmalı:

* Doğru bilgiye dayalı analiz; üstüne bina edilen eleştiri egemen ulus psikolojisinin kibirinden uzak olmalı.

* Kürt aydınının BDP'yi eleştiri platformu Türk medyası olmamalı. Ki, yapılanların çoğu eleştiri değil, aferin katsayısını artırma gayretinin getirisini beklemenin dramadır.

* Kürt gazeteci de BDP’yi ve dolayısıyla belediyeleri bunları gözönünde bulundurarak eleştirebilir.

Sorunun Cevabı

Şimdi bu çerçeveye sadık kalarak, sorumuzun cevabını verelim. BDP’li belediyelerde maalesef her şey yolunda değil. BDP’nin mirasını devraldığı DTP’nin yerel seçimlere giderken halka sunduğu bir vizyon ve kendisini bağladığı taahhütler var. Kentlerini yönetmeye başlayan Kürt siyasetçiler, yönetim ve hizmet denklemini Türk siyasal yapılanmasından farklı, dünyadaki demokratik örnekleri de baz alarak kendine özgü bir model üzerine kuracaklarına dair yükümlülük altına girdiler. Demokratik Özerkliğin ana damarları olacak belediyeler, halkın azami düzeyde yönetime katılmasını, karar süreçlerini etkileme hatlarının açık tutulmasını ve hizmet önceliklerini belirleyebilme hakkını mahfuz tutmasını sağlayacaktı. Bunun hem ana hem de lokal formülasyonu, bütün talipler tarafından benimsenmiş ve onbinlerin önünde tekrar edilmişti. Temel paradigmasını cevaz verdiği şehirciliği esas alacak ve nüfusun dil, kültür ve inanç gerçeğini kamu alanına taşıyacaktı. Elbette Türk devleti, hem Yargı ve hem de onu etkileyen Yürütme gücüyle üzerlerine gelecekti, geldi ve geliyor. Yerel yönetimlerin yüzlerce kadrosu devlet zorbalığının gadrine uğradı ve halen önemli kentlerin belediye başkanları cezaevlerinde. Kürt siyaseti bu yönelimlerin acemisi olmadığı için mevcut tabloyu izaha yetmez.

Nedir yapılamayan?

Basit ama belirleyicilik ölçütü açısında ciddi örnekler verelim:

• Çok dilli belediyecilik Kürt siyasal yapısının Türkiye ile tanıştırdığı bir anlayış. Üstelik topraklarımıza uygun teorik çerçevesini ve uygulama sahasını da kendileri belirleyip, hayata geçirmiş. Halen tutuksuz yargılanan Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, bunun ceremesini çektiği gibi bedelini de ödedi. Görevden alındı ama halk, tekrar Sur’un anahtarını teslim etti. DTP ve belediye başkan adayları bu de facto duruma ortak olacaklarını duyurdu. Toplumla yazılı/sözlü sözleşme yaptı. Anadilin Kürtlerin temel talepleri ama devletin kırmızı çizgileri arasında yer aldığı bilinmesine rağmen, büyük oranda fiili bir durum ve durumun deklare edilmesine tanık olmadık.

• Dil meselesiyle bağlantılı ve iletişim araçlarıyla medyanın kullanımını da kapsayan diğer bir örnek. 98 belediyenin önemli bölümünün bir web sayfası yok. Van ve Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin hem fonksiyonel hem Kürtçe ve İngilizce versiyonları da olan web sayfaları mevcut. Kayapınar’ın Kürtçe bölümünde başlıklarla yetinilmiş, Tatvan’nın Kürtçesi kısmen. Iğdır, Şırnak ve Siirt gibi büyük kentlerin bile yok. Üstelik Siirt’in Arapça; Iğdır’ın Azerice duyarlılığı olması gerekirken bunlardan mahrum bırakılmış. Geri kalanlarında da Türkçe tek dil. Çoğunda kentlerin tarihi bile herhangi bir Türkçe ansiklopediden aktarmakla yetinilmiş. Öyle ki Doğubayazıt Belediyesi ‘Ahmed-i Hani’ yazarak web ziyaretçilerine bir x’yi bile çok görmüş. Dersim gibi bir yerin belediyesi web sayfasına 'Zazaca’ yanlış tanımıyla müjde vermesine rağmen maalesef fonksiyonsuz bir linkten ibaret bırakmış.

• Belediyecilik, sadece kilit taşların döşenmesi veya kozmetik müdahalelerle geçiştirilebilinir mi? Kentlerimizin 80 yıllık birikmiş altyapı sorunlarından tutun imar planı ve problemleri, kent içi ulaşım, temizlik, yeşillik, kent-insan bütünleşmesi vs… Bütün bunların yanı sıra kentlilik bilinci ve ona göre hizmet skalası olmalı. Merkezi yönetimin bariyerlerinin inadına kent bileşenlerinin de katılımıyla hizmetin öncelliği, biçimi, süresi ve kaynağı ele alınmalı. Bu konuda belediyelerimizin çoğu bütüncül bir fotoğraf vermiyor. Ne hizmette Van Belediyesi ne de katılımcılıkta Hakkari Belediyesi baz alınmıyor. Van Belediyesi, iflas eşiğinde devraldığı belediyenin adından olumlu söz ettirir; Hakkari Belediyesi kentin bütün bileşenlerini, ileri gelenlerini karar süreçlerine dahil eder ama belediyelerimizin çoğu bu çabaların meyvelerini görme yanlısı olmayı zor görüyor.

• Referandum süreci ve sonuçlarına iyi bakmak lazım. Tek tek kent sonuçları elimde olmasına rağmen detaylara boğmayacağım. Ancak şu kadarıyla yetinmeliyim. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir'in, bir hedef belirleyip kendi pozisyonunu ortaya koymaktan tereddüt etmediği bir ortamda bazı başkanların kentin bütün mahallelerine bile gidememesini tembellikle izah edip geçemeyiz. Eğer bir kentin esnafı, sadece BDP’li belediyeyi Türk siyaset temsilcisi selefini arattığı için sandığa gitmişse orda alarm zilleri çalıyor demektir. Üstelik her BDP’li belediyenin etrafında BDP’li olmayan belediyeleri de almayı erteletmeyecek gıptayı sağlaması önemliyken…

Simsarlar Sevinmesin

Bu örnekleri uzatmanın anlamı yok. BDP’li belediyeler Türk siyaset bezirganlarının koca köyler olarak bıraktıkları kentleri; kültür, sanat faaliyetleri ile hizmet anlayış ve şevkleriyle yaşanılır mekanlar haline getirdi. Büyük bir özveriyle, devlet kıskacına rağmen sınırlı ekonomik kaynaklarla cebelleşiyor. Pusuda bekleyen Türk siyasetinin coğrafyamızdaki brokerlarını sevindirmeyelim. Daha iyisini yapabilme potansiyelimiz var; hem insan kaynağı hem de siyaset projeksiyonu açısından. Bırakın size kara çalacakların dilleri, sadece dişlerle çevrili bir alanda kıpırdayan birer uzuv olarak kalsın. Çocuğuna istediği adı koyamayan, anadilinde eğitim veremeyen ya da coğrafyasının adından ürken simsarlar, çerçilikleriyle kalsın. Hayalleri bile Kemalizm ve Türki İslam ile türevlerince çembere alınmışken aynı faşist dairenin içinde herhangi bir noktada durmayı tercih sananlar sizden utanabilsin. Şeref, haysiyet ve onur, soyut kavramlar değil; insan bütünlüğünün hakikat sınavında bedeller ödeyerek vicdanına karşı başı dik durmasıdır. BDP’li belediye başkanlarının bunun farkındallığını fazlasıyla yaşayan insanlar olduklarına inanan bir gazeteci olarak isteğim: Özgürlüğünden korkan insan enkazlarına karşı bizi rüsva etmeyin…

tuncelfikret.blogspot.com

AKP'den Sosyalistlere Karşı Yeni Bir Reichstag Yangını Davası

Bundan 77 sene önce, genel seçimle kazandıkları iktidarı mutlak bir diktatoryaya çevirmek ve bütün muhaliflerini yok etmek planlarının ilk adımı olarak Alman Parlamentosu Reichstag binasını ateşe veren Naziler, kendi elleriyle gerçekleştirdikleri bu provokasyonu komünistlerin üzerine yıkmışlar; düzmece iddialarla başlattıkları tutuklama terörüyle önce komünistleri, sosyalistleri, aydınları, sendikacıları daha sonra da din adamları da dâhil olmak üzere kendilerine karşı olan herkesi toplama kamplarına doldurmuşlardı.
Ne yazıktır ki, 77 sene sonra dünyanın bir başka coğrafyasında, Türkiye’de aynı senaryonun sahneye konulduğuna tanık olunmaktadır.
Referandum öncesinde, toplumun her kesimine demokratikleşme vaatlerini bol keseden dağıtan, evet çıkması durumunda derhal yeni Anayasa çalışmalarını başlatacağını, ileri demokratik bir düzen tesis edeceğini iddia ederek herkesin ağzına bir parmak bal çalan, bu vaatlere kimi menfaatleri icabı, kimi de halis niyetlerle kapılan bir dizi liberal, demokrat ve sosyalist aydını kanal kanal gezdirerek evet propagandası yaptıran AKP; referandumun üzerinden henüz iki hafta geçmemişken, muhaliflerini ezmek, mutlak iktidarını pekiştirmek amacıyla yeni bir gözaltı terörü başlatmıştır.
21 Eylül 2010 günü sabaha karşı saat 05.00 sıralarında, Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) İstanbul İl Binasına, Kadıköy İlçe Merkezine, SDP ve Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) üyelerinin evlerine devletin kolluk güçleri tarafından baskınlar düzenlenmiş; yüzleri kar maskeli, çelik yelekli özel harekât timlerince parti binaları darmadağın edilmiş, bu binalarda bulunan bilgisayarlara, çok sayıda görsel ve yazılı malzemeye el konmuştur.
Operasyonlarda, SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan, Toplumsal Özgürlük Platformu sözcüleri Oğuzhan Kayserilioğlu ve Tuncay Yılmaz, SDP Genel Başkan Yardımcısı Günay Kubilay, SDP Genel Başkan Yardımcısı Ecevit Piroğlu, SDP MYK Üyesi Ulaş Bayraktaroğlu, SDP PM Üyesi ve İHD İstanbul Şube yöneticisi Sultan Seçik, SDP Üyesi Özgür Cafer Kalafat,  İstanbulda evlerine baskın yapılarak,  Toplumsal Özgürlük dergisi okurlarından Semih Aydın da Bursa'da gözaltına alınmıştır ve halen de gözaltında tutulmaktadırlar.
Ayrıca Demokratik Dönüşüm dergisinin yazıişleri müdürü Özgür Aytukum, Red dergisi yazarı Hakan Soytemiz ve Bilim ve Gelecek dergisi editörü Baha Okar’ın da aynı kapsamda göz altında tutuldukları bilgisi edinilmiştir.
 
DÜZMECE SUÇLAMALAR

Demokratik kamuoyunca tanınmış, mensubu oldukları Parti ve Platformlarını en üst düzeyde temsil eden,  yasal ve demokratik zeminlerde ezilenlerin ve emekçilerin sorunları etrafında mücadele veren arkadaşlarımız, tamamen uydurma gerekçelerle, illegal bir silahlı örgüte üye olmakla itham edilmektedirler.
Gerek Sosyalist Demokrasi Partisi ile Toplumsal Özgürlük Platformu'nun, gerekse gözaltına alınan yönetici ve üyelerimizin, üyesi olmakla itham edildikleri Devrimci Karargâh isimli örgütle hiçbir bağlantıları bulunmadığı gibi; siyasi köken, mücadele tarz ve anlayışı itibarı ile de en ufak bir ilgileri bulunmamaktadır.
Bütün bu hususlar hükümet, emniyet güçleri ve yargı organlarınca da gayet iyi bilinmekte olmasına karşın, referandumda boykot çizgisini benimseyen, AKP'ye muhalif sosyalistlere karşı; Hitler'in propaganda bakanı Goebbels'in ruhuna rahmet okutacak bir dezenformasyon, kara çalma ve iftira kampanyası sürdürülmektedir.
Son olarak, geçtiğimiz günlerde yayınlanan kitabında Fetullah Gülen cemaatinin emniyet teşkilatı içindeki örgütlenmesine ilişkin iddialarıyla gündeme gelen emniyet müdürü Hanefi Avcı’nın ismi de bu dezenformasyon kampanyasına dahil edilerek, kafalarda soru işareti yaratılmak ve işin ucu Ergenekon örgütüne bağlanmak istenmektedir.
 
İŞTE AKP’NİN İLERİ DEMOKRASİSİ

Yasama ve yürütmeyi bütünüyle elinde bulunduran, yargıyı da büyük ölçüde avucunun içine alan ve referandum sonrası Anayasa değişiklikleri ile tamamen ele geçirecek olan, son Yüksek Askeri Şura kararlarının alınış sürecinin de açıkça ortaya koyduğu üzere beğenmediği unsurları tasfiye ederek askeriyenin komuta kademesini kendisi belirleyen, emniyet teşkilatına tamamen hâkim olan, üniversite üst yönetimleri ile yazılı ve görsel basının önemli bir bölümünün desteğine sahip olan AKP, referandum galibiyeti sonrası mutlak hükümranlığını konsolide etme yolunda ilk adımlarını atmaktadır.
AKP tüm muhalefeti sindirme ve tasfiye etme planını üç ayrı çuval üzerinden yürütmektedir. İlki halka karşı korkunç suçlar işleyen kontrgerilla faaliyetlerinin örgütleyicisi ve uygulayıcısı eli kanlı faşist katillerin yanı sıra, bunlarla ilgisiz unsurların da dâhil edilerek tasfiye edildiği bilinen Ergenekon çuvalıdır. İkincisi Kürt muhaliflerin bilâ tefrik doldurulduğu PKK-KCK çuvalıdır. Devrimci ve sosyalist muhalifler ise Devrimci Karargâh çuvalına doldurulmak istenmektedir.
Adı geçen örgüte ilişkin olarak daha önce gerçekleştirilen soruşturma ve yargılamalarda izlenen keyfi tutum, Vatan Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Aylin Duruoğlu gibi kamuoyunca tanınan, bilinen, bütün hayatı gözler önünde olan insanların illegal silahlı örgüt üyesi olarak mahkum edilmeye çalışılması, örgütle hiçbir alakası bulunmayan sıradan insanların düzmece ve hayatın olağan akışına aykırı iddialarla aylarca tutuklu vaziyette cezaevlerinde tutulmaları hafızalardan silinmemiştir.
Aynı oyun bu kez demokratik alanda faaliyet yürüten SDP ve TÖP yönetici ve üyelerine karşı sahneye konulmaktadır.
 
SDP VE TÖP NEDEN ÖNCELİKLİ HEDEF SEÇİLMİŞTİR?

Türkiye sosyalist hareketinin 12 Eylül darbesi öncesindeki kitleselliğinden mahrum olduğu, saflarının da oldukça parçalı bir görünüm arz ettiği bir konjonktürde, hükümetin sosyalistlerin tasfiyesini öncelikli hedef olarak benimsemesinin, referandum sonrası bunun ilk adımını da SDP ve TÖP’e karşı gerçekleştirdiği operasyonla atmasının, AKP’nin genlerine işlemiş anti-komünizm ve karşı-devrimciliğin ötesinde de bir dizi sebebi bulunmaktadır. Şöyle ki:
    SDP ve TÖP Anayasa referandumunda AKP’nin ileri demokrasi yalanlarına itibar etmemiş, boykot tavrını göstermişlerdir.
    SDP ve TÖP, hâlihazırda ülkemizdeki en önemli sorunun Kürt sorunu olduğu tespitini yapan, Kürt sorununda demokratik çözümü destekleyen ve Kürt halkının siyasi temsilcileriyle Türkiye sosyalist hareketinin stratejik ittifakını savunan enternasyonalist çizginin temsilcileridir.
    SDP ve TÖP, sosyalist hareketin yeniden yapılandırılması ve enternasyonalist sosyalistlerin birliğini gerçekleştirme sürecini başlatmak için bir süreden beri devam ettirdikleri birlik görüşmelerini belirli bir olgunluğa getirmiş ve birleşme adımını atmak üzere olan siyasi yapılardır.
    AKP'nin başını çektiği egemen güçler, SDP ve TÖP’ün birlik sürecinin sosyalist hareket nezdinde bir sinerji yaratmasından, ardı ardına başka sosyalist yapı ve aydınların da birlik sürecine katılma kararlarını deklare etmelerinden; bir yandan militarizme ve şovenizme, diğer yandan da emperyalizme ve ABD işbirlikçisi AKP’ye karşı mücadele etmenin mümkün olduğunu gerek düşünsel üretimiyle gerekse eylemiyle ortaya koyan bir siyasi hattın güç kazanmasından kaygılanmaktadırlar.
Bilinmelidir ki AKP’nin sosyalistlere karşı giriştiği bu tasfiye operasyonu ne ilk ne de son olacak, tasfiyeler sosyalistlerle de sınırlı kalmayacak, tüm muhalefetin bastırılmasına, ülkenin AKP için dikensiz bir gül bahçesine çevrilmesine kadar sürdürülmek istenecektir.
AKP’nin referandum sonrası ilk iş olarak ele aldığı bu Reichstag Yangını Davası benzeri tasfiye etme operasyonu boşa çıkartılmalı, SDP ve TÖP yöneticileri başta olmak üzere gözaltına alınan tüm sosyalistlerin serbest bırakılması için tüm aydınlar, sanatçılar, akademisyenler, demokrat ve ilerici insanlar seferber olmalıdırlar.
Aksi takdirde Alman muhalif din adamı Martin Niemöllerin sözleri, sesini yükseltmeyen herkes için bir gerçeklik halini alacaktır:
Naziler komünistleri götürdüklerinde sustum. Çünkü ben komünist değildim.
Sendikacıları götürdüklerinde sustum. Ben sendikacı da değildim.
Sosyalistleri içeri aldıklarında sesimi çıkarmadım. Ben sosyalist değildim.
Yahudileri tutukladıklarında sustum. Çünkü ben Yahudi değildim.
Beni götürdüklerinde, geride artık karşı çıkabilecek kimse kalmamıştı.

SDP MYK
Sosyalist Demokrasi Partisi
Merkez Yürütme Kurulu
23 Eylül 2010