26 Ocak 2011 Çarşamba

Stadyumlar ve Siyasal Iktidarlar

Stadyumların tarihine bakmak bir anlamda yakın siyasi tarih okuması yapmakla eşdeğer. Kim ki bir ülkenin yakın siyasi tarihi hakkında bir fikir edinmek istiyor dönüp stadyumlara baksın yeter.
İnanmayan Şili’deki Santiago’ya, Barcelona’daki Nou Camp’a, Almanya’daki Münih Olimpiyat’a, Madrid’deki Barnebau’ya ya da Eyüp Stadı’na baksın. Görülecektir ki futbol nasıl asla sadece futbol değilse stadyumlar da sadece birer beton ve metal yığını değil. Bu yüzdendir ki stadyumlar hiç kimseden çekmedi siyasal iktidarlardan çektiği kadar.
Ne holiganların taşkınlıkları ne şoven milliyetçi grupların saldırganlıkları otoriter siyasi iktidarların stadyumlara yaptığını yapmadı.

OTORİTER SİSTEMLERİN ALANLARI

Siyaset ve stadyumlar ayrı dünyaların kavramları gibi görünse de aslında değil. İçiçe geçmiş durumdalar. Hem Misak-ı Milli sınırları içinde hem de uluslararası arenada stadyumlar siyasal iktidarların at koşturdukları alanlar olagelmişlerdir. Özellikle de cunta ve otoriter sistemlerin...
Muktedirlerin geniş kitleler üzerinde tahakküm sağlamak için uğradıkları ilk yer stadyumlar olmuştur. Bu nedenle değil midir ki tek parti döneminde İnönü adını alan stadyum Demokrat Parti’nin iktidarıyla birlikte bir anda Mithatpaşa olur! Devran dönünce de tekrardan İnönü’ye evrilir.

DİKTATÖRLERİN ARENASI!

Merkez-çevre kavgasının en bariz yansımasıdır İnönü. Liberal değerlerinin her şeyi alıp sattığı günümüzde zamanın ruhuna uygun olarak yeniden ismi değiştirilerek bir inşaat markasının arkasına eklemlendi.
Yine aynı nedenledir ki, yurt genelindeki statların yüzde 80’ine ‘Atatürk’ adı verilmiştir. Bundan olsa gerek milli şef İnönü’nün adını ülke genelinde birçok stat isim olarak taşır. Stadyumlar sadece stadyum olsa neden Kasımpaşa Stadı birdenbire Recep Tayyip Erdoğan Stadı’na dönüşüversin ki? Ya da Rize’de yapılan modern stadın adına neden başbakanın adı verilmek istensin? Metin Göktepe de bir zemheri ayazında katledilmeden önce Eyüp Stadı’nda değilmiydi?
İspanya’da Franco, Portekiz’de Salazar, İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler faşizmini de en iyi stadyumlardan okuyabiliriz.  Keza faşist Latin Amerika diktatörlerinin tarihinde de stadyumlar önemli roller kaplıyor.
11 Eylül 1973 sabahı CIA’nin desteğini arkasına alan General Augusto Pinochet binlerce muhalifi stadyumda toplar. Gözaltına alınan binlerce sosyalistten biri olan devrimci ozan Victor Jara’nın elleri burada kesilir. Santiago Stadyumu’nda. 
Arjantin’i kana bulayan diktatör Videla Buenos Aires’teki stadyumlar üzerinden hükmeder yıllar yılı ülkeye. Keza Hitler Almanya’sı da dünyaya meydan okumak için stadyumları tercih etmiştir. Faşist lider Hitler’in 1936’daki Berlin Olimpiyatları’nı  gövde gösterisine nasıl dönüştürdüğüne bakmak için ufak bir tarih çalışması yeter bile.
Hakkını yemeyelim ama stadyumlar aynı zamanda direniş ve başkaldırıların da merkezi olmuştur.
General Francois Franco zulmü altında inleyen Katalanlar kendi dillerini yıllarca sadece statta konuşabildi, nefret ettikleri diktatöre sadece Nou Camp Stadyumu’nda küfretti. Bu nedenledir ki Barcelona kulübü için ‘Mas que un club!’ (Bir futbol kulübünden daha fazlası) deniliyor. 

TT ARENA’YA TAM KADRO ÇIKARMA

İki siyahi onurlu sporcu Berlin Olimpiyat Stadı’nda yüz bin kişinin şaşkın bakışı altında merasim töreninde faşist lider Hitler’e karşı sol yumruklarını havaya kaldırmadı mı? Faşist liderin güç gösterisine çevirdiği olimpiyatları Hitler’e zehir etmedi mi?
Gösterişli, modern statlar siyasi iktidarlar için hem içerde hem de dışarıda önemli bir halkla ilişkiler faaliyetidir. Bu sebeple değil midir ki muktedirlerimiz seçim öncesinde henüz altyapısı dahi tamamlanmadan TT Arena’ya tam kadro halinde çıkarma yapıp, bu niyetleri sezilip ıslıklanınca da kıyametleri koparıyor

 İBRAHİM VARLI

Nijerya'yı ele geçirmişler

Bir Shell yetkilisi diyor ki Nijerya hükümetinin her bakanlığında adamlarımız var ve devletin aldığı her kilit karar hakkında içeriden bilgiye sahibiz..

Wikileaks belgelerini her gün aksatmadan dünya basını ve kamuoyu ile paylaşan Guardian gazetesinin manşetinde bugün Shell’in Nijerya hükümetine olan hükmedişi vardı. Gün geçmiyorki yaşadığımız dünya üzerinde dönen bütün dolaplar bir bir ortaya çıkıyor. Telgraflar halinde.
Shell'in, büyük petrol rezervlerinin bulunduğu Nijerya'daki en üst düzey yetkilisi Ann Pickard, her bakanlıkta adamları olduğunu, siyasetçilerin her adımını bildiklerini söylüyor. Gizli belgelerde, Hollanda-İngiltere ortaklığındaki şirketin Amerikan hükümetiyle istihbarat paylaştığı da belirtiliyor. Shell militanlara  destek verdiği bilinen kimi siyasetçilerin adını Amerikalı diplomatlara bildiriyor, sonra da gidip militanların uçak savarı var mı yok mu diye Amerikalı’lara soruyorlar.
20 Ekim 2009'da Abuja'da gerçekleşen ve zaptı tutulan görüşmede, Ann Pickard, Nijerya Hükümeti'nin Nijer Deltası'nda açılacak petrol ihalesi için Çin'e gönderdiği mektuptan söz etti. Petrolden Sorumlu Bakan, mektubun varlığını reddetti. Ama Shell'e göre, Çin ve Rusya'yla yazışmalar yapılmıştı. Amerikan Büyükelçisi Robin Renee Sanders gerisini şöyle anlatıyor:

"Shell sorumlusu, 'Hükümet ilgili her bakanlıkta adamlarımız olduğunu unutuyor' dedi. O, bakanlıklarda olan her şeyi bildiklerini söyledi."
Nijerya dünyanın 8. Büyük petrol ihracatçısı ve hepimizin bildiği gibi halkı yoksulluk sınırının altında sefaletle boğuşuyor, Guardian gazetesi bunu %70 olarak bildiriyor. Social Action Nigeria adlı örgütün program sorumlusu 'Shell her yerde. Her bakanlıkta gözü kulağı var. Her yerde maaşa bağladıkları adamları var. Bu yüzden tüm engelleri aşıyorlar. Nijerya Hükümeti'nden daha güçlüler" diyor.
Ayrıca Shell bölgedeki en güçlü operatör ve çevreyi kirlettiği gibi geri dönüşümü imkansız çevresel zararlara neden oluyor.

Nigeria Social Action’dan Celestine Akbopari adlı yetkili “Shell ve Nijerya hükümeyi aynı paranın iki yüzüdür. Nijerya’nın her bir bakanlığında ve gözleri kulakları var. Maaş dağıtılan birimlerin hepsinde birer adamları var ve bu yüzden de canları ne isterse yapabiliyorlar. Nijerya hükümetinden daha güçlüler.” Diyor.

Bir başka isim Platform’dan Ben Amunwa ise “Shell Nijerya hükümeti ile hiçbir ilişkisi olmadığını iddia ediyor ancak Shell sistemin en derinine sızmış durumda ve kendi avantajı uğruna politik kaynakların hepsinden istifade ediyor.” Dedi.

Nijerya hükümeti ise tüm belgeleri yalanlayarak bunlar sadece tek bir kişinin görüşleri diyor.
Ann Pickard , Shell yetkilisi  Rus firması Gazprom’un Nijerya topraklarından iş kapmak için çalışmaları olduğunu söylüyor. Nijerya hükümetine bir buçuk milyon sterlin değerinde bir anlaşma yapıyorlar, bunun üzerine Shell hemen paydasını kaybetmek istemediği için Amerikan Büyükelçiliğine başvuruyor. Pickard ayrıca büyükelçilik yetkilileri ile konuşmayı pek sevmediğini çünkü Amerikan hükümetinin sızdırmaya müsait bir portre çizdiğini ekliyor sözlerine.
 

İçeride ‘Güçlü Polis’,Dışarıda ‘Güçlü Ordu’


Emperyalist güçlerin (bizim için özellikle ABD’nin) genel planlamaları doğrultusunda, yerli sermayenin ülkedeki ekonomik ve siyasal yapıya müdahalesi AKP eliyle yapılandırılmaya devam ediyor.

Yani olan biten ne sadece AKP’nin ideolojik formasyonuna ne de sermayenin yerel çıkarlarına indirgenerek anlaşılabilir.


Ama tersine, devam etmekte olan süreci tüm ayrıntılarıyla Washington’da planlanmış bir “senaryo” olarak görmek de hem emperyalizmin gücünü abartmak, hem de yerel dinamiklerin (ezileniyle, egemeniyle) etkisini görememek anlamına gelecektir.


Genel düzlemde emperyalist planlamaya uygun davranan yerli sermaye, fırsat yakaladıkça bu genel planlamaya kendi lehine müdahalelerde bulunmaya çalışmaktadır. Hakeza AKP de bir yandan sermayenin yeni konumlanışının uygulayıcısı olurken, diğer yandan da mümkün olduğunca kurulan yeni statükoya kendi ideolojik etkisini yapıyor.


Sermayenin, genel çıkarlarıyla çelişmediği sürece rejimin rengine ilişkin bu tür konumlanmalara pek aldırış etmediklerini yaşayarak görüyoruz. AKP hükümete geldiğinden bu yana toplam varlıklarını 5-10 kat arttıran Koç, Sabancı, OYAK, Çalık, Enka vs neden itiraz etsinler ki düzenlemelere?


Ancak sermayenin konumlanışında ve serbest akışında pürüz yaratacak, modernist tüketim kültürünü sekteye uğratacak ya da bir “güç sarhoşluğu” içerisine düşecek bir hükümetin (hele ki bu hükümet gerçek bir halk desteğine değil, sermaye şişirmesine dayanıyorken) hızla gözden düşürülüp yerine alternatifinin kısa sürede hazırlanacağından da kimsenin şüphesi olmasın. Bugün Kılıçdaroğlu başkanlığındaki “Yeni CHP”nin ısındırıldığı görev tam da budur. Muhafazakâr liberal AKP, laikçi liberal CHP’yle terbiye edilecek ve de tersi.


Bu uzun girişten sonra yazının başlığına dönecek olursak…


Ordu’nun vesayetini sermaye lehine kırmak için hükümete getirilen AKP, iktidar ilişkilerinde söylenecek son sözde “zorun”, “silahlı güçlerin” önemini çok iyi bilmektedir (Demokratik Özerklik tartışmalarında “savunma” başlığının bunca kıyamet kopartması da bu yüzdendir). Ordu’yu terbiye etme, “işgal ettiği” mevzileri terk etme ve yalnız sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda hareket etmek üzere kışlasına çekilmesine ikna etme, gerekiyorsa da “zorlama” noktasında ihtiyacı olan “silahlı gücü” Emniyet Teşkilatı (ve MİT) aracılığıyla sağlamaya çalışmaktadır.


İktidara geldiğinde 180-200 bin civarı olan polis sayısı bugün 350 bin civarındadır ve bu sayının 400-450 bine çıkartılması planlanmaktadır.


Emniyet Teşkilatına verdiği önemi, polisin tüm faşist uygulamalarını (en son Dolmabahçe’de olanları hatırlayınız) “ben polisimi ezdirtmem” anlayışıyla destekleyen Tayyip Erdoğan’ın tavrından kolaylıkla görmek mümkün.


AKP’nin polise ilgisi sayısını arttırmakla da bitmiyor. 2011 bütçesinde, bir önceki yıla göre yüzde 23,2 oranında arttırılarak, Emniyet Teşkilatına ayrılan pay 10 milyar 578 milyon TL’ye çıkartıldı. Eğitime, sağlığa ayrılan bütçeyle karşılaştırıldığında AKP’nin önümüzdeki dönem için önceliklerini anlamak çok da zor değil. Yılın ilk günü yayınlanan “Harp Silahları, Bunların Aksam ve Parçalarının İthaline İlişkin Tebliğ”le birlikte Polis’in “ağır silahlarla donatılmasının da önü açılmış oldu.


Bütün bu kayırmalar yetmiyormuş gibi 3 Ocak 2011’de toplanan yılın ilk Bakanlar Kurulu yüz binlerce üniversite mezunu altı ay, milyonlarca lise mezunu on beş ay askerlik yaparken, Akademi mezunu polislerin üç hafta, Polis Lisesi mezunlarının altı ay askerlik yapmasını kararlaştırdı. “Zorunlu askerlik” denen ucube zaten yeterince can sıkıcıyken bir de bu “eşitsiz” kayırma eklenmiş oldu.


Şüphesiz ki “güçlü polis teşkilatının” öncelikli görevi adaletin mahkemelerde koruduğu “mülk”ü sokaklarda korumak.  Yani burnunu krizden çıkartamayan kapitalizme karşı her türlü olası itirazı zapturapt altına almak.


Ama “güçlendirilmiş Polis Teşkilatının” aynı zamanda, yeni statüko içerisinde budanmış yetkeleriyle yeni pozisyonunu alan, ancak ilk fırsatta “eski statükonun güzel günlerine” dönüş için gereken “her şeyi” yapabilecek Ordu karşısında bir güç odağı olarak kapasitesinin arttırılmakta olduğu aşikar.


Bu durumdan illaki bir fiziki karşı karşıya geliş olacağı sonucu çıkmasa da, egemenler arası olan bir karşı karşıya gelişte “silahlı gücü” elde bulundurmak sonucu belirlemekte etkili olacaktır.


Sermaye AKP eliyle güçlendirdiği “Emniyet Teşkilatı” vasıtasıyla hem mutlak kontrolünde bir silahlı güç, hem de yeni statükoya uygun bir Ordu dizaynında “zorlayıcı” olabilecek bir kuvvet yaratmış oluyor. Yeni statüko, sermayenin yerel, bölgesel ve küresel çıkarları doğrultusunda hareket edecek, içeride “güçlü polis”, dışarıda “güçlü ordu” anlayışına dayanıyor. Bu yüzden de sermaye, Ordu’yu imtiyazlarından arındırarak ama “gücünü koruyarak/arttırarak” kendi kontrolüne almak istiyor.


AKP sermayenin istediği “yeni statüko”yu kurarken, yeniden yapılandırmak üzere el attığı her kurumu kendi düsturunca ve kendi kadrolarıyla şekillendiriyor. YÖK’te, Yargı’da olduğu gibi, Emniyet Teşkilatında da aynı süreçler işliyor. Devlet kurumlarının 12 Eylül’den kalma anti-demokratik yapılanmalarını ortadan kaldırmak bir yana, hâkimiyeti ele geçirdiği andan itibaren de daha fazla merkezi siyasete bağlı, daha totaliter yapılara dönüştürüyor. Resimdeki bu dönüşüm sürecine kendi rengini daha fazla verebilmek için illegal “paralel hukuklar” işletmekten de geri durmuyor. Fırsatını bulduğunda ise “paralel hukuklarının” içtihatlarına yasal statüler kazandırıyor.


En son ortaya çıkan “hakim ve savcıların fişlenmesi olayı” bunun en tipik örneklerinden biri oldu. Eski statüko “namaz kılıyor mu, camiye gidiyor mu, eşi türbanlı mı” diye fişlerken, yeni statüko da “içki içiyor mu, bara gidiyor mu, eşi açık mı” diye fişliyor. İşte AKP’nin “ileri demokrasi”sindeki, sermayenin yeni statükosundaki ilerleme!


Tüm bu gelişmeler olup biterken, bu düzenin mağdurlarının tek çıkar yolu kendi statükolarını, kendi anayasalarını, kendi taleplerini sistematize edip örgütlü güçlerini oluşturmaktır. Sermayenin “yeni statükosu”nun  AKP’sinden de, “Yeni CHP”sinden de, eski statükonun çöplüğünde debelenip duran MHP’den de alın terlerini yaşamlarına katık edenlerin, özgürlük, eşitlik ve adalet isteyenlerin bir çıkarı olamaz.


Tuncay Yılmaz
Toplumsal Özgürlük Platformu Sözcüsü / Silivri Cezaevi

AKP'nin Şeytan Üçgeni

AKP iktidarının kimi Anayasa maddelerini değiştirmek üzere gündeme getirdiği Referandumu, bir milat kabul etme eğilimindeyiz, nedense…
Bilindiği üzere değişiklik paketinin ana gövdesini Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın bileşimi ve yetkileri oluşturmaktaydı; iktidar partisi, 12 Eylül Referandumu’yla onaylanan Anayasa değişikliğiyle birlikte, bu kurumlar üzerindeki denetimi pekiştirerek, belki de “laik” Cumhuriyet rejiminin “son kale”sine, hukuk sistemine de nüfuz etmenin yolunu açtı.
“Laik güçler”, bu değişikliğin “Hukuk Devleti”ne doğrudan bir saldırı, bir “suikast”, AKP’nin “gizli ajanda”sını yürürlüğe sokmasında ileri bir adım olduğunu öne süredursunlar - ola ki öyledir.
Ancak bu ülkenin ezilenleri, madunları ve onların yanında yer alanlar, Kürtler, emekçiler, kadınlar, sosyalistler, devrimciler açısından 12 Eylül Referandumuyla devreye sokulan Anayasa değişikliğinin anlamı, ancak yakın bir zaman öncesine tarihlenen bir başka yasa değişikliğiyle birlikte ele alındığında gerçek boyutlarıyla ortaya çıkıyor.
2559 sayılı Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’nda 2 Haziran 2007 tarihinde yapılan değişikliklerden söz ediyorum. Özellikle de polisin zor ve silah kullanma yetkisini arttıran ve “zor kullanma yetkisi kapsamında direnmeyi etkisiz kılmak amacıyla kullanacağı araç ve gereç ile kullanacağı zorun derecesini(…) takdir ve tayin” yetkisini bizzat kolluk gücüne bırakan maddeden. Bu değişikliğin ardından bu ülkede devletin kolluk güçleri tarafından gerçekleştirilen hak ihlâllerinin zirve yaptığı ve/fakat kovuşturulan, cezalandırılan polis sayısının ise neredeyse sıfırlandığı biliniyor. Yasa değişikliğinin, yakın bir tarih öncesine dek her vesilede “Kahrolsun İnsan Hakları!” sloganıyla gövde gösterilerine kalkışan kolluk kuvvetlerinin, deyim yerindeyse “yüreğini soğuttuğu”, onlara kanunun lafzının ötesinde bir güç/iktidar alanı açtığı da öyle.
12 Eylül 2010 Referandumu’yla birlikte yeniden yapılandırılan yargı sistemi, “AKP’nin yargıçları” kavramını elle tutulur bir olasılık hâline getirdi. Adalet Bakanı’nın HSYK üzerinde artan yetkisi sayesinde müdahale ettiği (ve sicil amirliğini elinde tuttuğu) yargıçlar ile “AKP’nin polisleri” arasında, böylelikle “verimli” bir işbirliği alanı biçimlenmiş oldu.
Elbette, AKP’nin iktidara gelişinden çok önceleri de, bu ülkenin emniyet ve adalet örgütleri, “Devletin bekası, rejime yönelik tehdit(ler)” vb. söz konusu olduğunda mükemmel bir uyum sergilemekteydiler. Emniyet tutanaklarının -imla ve ifade bozukluklarıyla birlikte- olduğu gibi savcılık iddianamesine hatta hükümlere geçirilegeldiğini, bu ülkede “terör”e ilişkin herhangi bir suçlamayla (üyelik, propaganda, övme, yardım-yataklık, vb…) yargı önüne çıkmış herkes “bittecrübe” bilir.
Ancak PVSK’daki değişiklikler ile 12 Eylül referandumu sonucu yargı sisteminde gerçekleşen değişiklikler, “Devletin bekası ve rejim”e yönelen tehditlerin ne olduğunu tayin yetkisini tek ve tikel bir partinin, AKP’nin eline verdi. Bir başka deyişle “rejime yönelen tehdit(ler)” algısını biçimlendirme erki, AKP’nin (ve gerisindeki cemaatlerin, özellikle de Fethullahçıların) eline geçmiş oldu. [AKP ile Cemaat(ler) arasındaki olası çatlak ve yarılmalar, bu yazının konusu değil…] Bu durum, -kimileri “demokratikleşme”, “ileri demokrasiye geçiş”, “vesayetçi sistemin çökertilmesi” olarak alkışlarla karşılasa da- AKP ve cemaatlerin rövanşist reflekslerini “devlet politikası” olarak hayata geçirme yolunun açılmasından başka bir anlam ifade etmemektedir.
Nitekim, bu mantık, örneğin “açılım söylenceleri” kapsamında Kandil ve Mahmur’dan gelenleri sınır kapılarına gönderdiği “seyyar savcılar”la karşılayarak ifadelerini alıp serbest bırakacak, ardından, “açılım” duvara toslayınca -durumlarında hiçbir değişiklik olmamasına karşın- “intikamını” topunu tutuklatarak alacaktır. Ya da “kafası bozulduğunda”, BDP yöneticilerini, bileklerinde plastik kelepçeler, “terör örgütünün şehir yapılanması” suçlamasıyla Diyarbakır Adliyesi önünde sıraya dizecektir.
Ya da Fethullahçılara yakınlığıyla bilinen bir polis müdürü, Hanefi Avcı’nın, sonradan şu ya da bu nedenle cemaatle ters düşmesi üzerine, Sosyalist Demokrasi Partisi Başkanı Rıdvan Turan ve diğer yöneticiler, Oğuzhan Kayserilioğlu ve Toplumsal Özgürlük Platformu mensupları ile birlikte (“yandaş medya”da sık sık Ergenekon ile ilişkili olduğu açık ve örtük biçimde ima edilen) “Devrimci Karargâh” örgütü operasyonu kapsamında tutuklanıp Silivri cezaevine sevk edilmesi yine bu türden bir “rövanş” operasyonudur… Bu arada aynı örgüt ile ilişkili olarak daha önce tutuklananların nedense başka cezaevlerinde tutulduğunu da kaydedelim! Bitmedi, Sosyalist Parti yöneticilerinden Mahir Sayın’ın -uyduruk telefon dinlemelerine dayanarak- Devrimci Karargâh liderlerinden ilan edilmesi de cabası…
Evet, AKP iktidarı, özellikle de onun PVSK ve HSYK operasyonlarıyla birlikte bu ülkenin ezilenleri ve onların savunucularının önünde “yandaş polis”, “yandaş medya” ve “yandaş yargı”dan oluşan yeni bir “Bermuda Şeytan Üçgeni” açılmıştır.
Bu “Kara Delik”te kaybolmamak, ancak yan yana durabilme ve yan yana direnebilme yetimizle mümkün olabilecektir.

Sibel Özbudun / 1 Ocak 2011

Fareler ve İnsanlar


Naziler soykırımın provalarını ilk olarak bugünkü Namibya'da Herero ve Namaqua yerlilerine karşı yapmışlardı. İlk toplama kampları, mecburi çalışmalar, tek tek numaralandırılan masum insanlar ve düşen numaraların deftere ihtimamla kaydedilmesi, ilk olarak yüz küsur yıl önce 1904'te bugünkü adı Namibya olan Alman kolonisi Güneybatı Afrika'da görüldü. Altmış beş bin Herero ve on bin Namaqua katledildi.
Alman Doktor Eugene Fischer Namibya kıyılarına geldiğinde toplama kampları çoktan kurulmuştu. Doktor Fischer ve ekibi yerlilere doğal yollardan nasıl ölünmeyeceğini gösteren deneyler yaptılar.
Kamplardaki yerli mahkûmları, Herero yerlisi çocukları ve Herero kadınların Alman askerlerden olan melez çocuklarını üzerlerinde deneyler yaparak öldürdüler.
Fischer bu çocukları "düşük kalite ırktan piçler" olarak addediyordu. Ekibiyle beraber ırkın saflaştırılması üzerine denemeler yaptı; deneklere çiçek, tifüs ve tüberküloz virüsü enjekte etti. Almanya'ya döndüğünde konu üzerine kitaplar yazdı, Berlin Üniversitesi'nde dersler verdi. En sadık okurlarından biri Hitler oldu, en başarılı öğrencilerinden biri Josef Mengele'ydi.
İngiliz gazeteci Robert Fisk'in, henüz Türkçesini görme şansına eremediğimiz Uygarlık İçin Büyük Savaş, Ortadoğu'nun İşgali isimli kitabının bölüm başlıklarından biri "İlk Soykırım"dır. Fisk Türkiye'de ve Türkçe'de genel olarak "Ermeni Tatsızlığı" olarak anılan olaylarla Yahudi Soykırımı arasındaki benzerliklerin altını çizer.
Uzun ölüm kervanları, yakılan kiliseler, yük vagonlarında taşınan Ermeniler, Hitler'in Einsatzgruppen'ini andıran Teşkilatı Mahsusiye gibi pek çok paralellik kurar. Bu pek çok paralellikten biri de gaz odalarıdır.
Evet, gaz odaları. Fisk, kitabında Suriye'de Şeddadi şehri yakınlarındaki bir mağaradan bahseder. Bugün bir petrol arama bölgesinde kalan mağarayı bulur: Girişi biraz harap olsa da hala sağlamdır. Elinde çakmakla yaklaşık bir kilometre kadar uzanan mağarayı gezer.
Tekrar günışığına çıkar ve mağaraya birlikte gittikleri aslen Maraşlı Bogos Dakessian mağaranın girişinde Fisk'e ve bütün okurlara anlatır: "Bizimkilerden yaklaşık beş binini burada öldürmüşler. Mağaraya doldurmuşlar, burada, mağaranın ağzında büyük bir ateş yakmışlar, mağara duman dolmuş. Boğulmuşlar. Öksüre öksüre ölmüşler."
Türkçeye çevrilen son kitabı Aynalar'da Eduardo Galeano da bahseder bu gaz odası olarak kullanılan mağaralardan. Mağaralar, der Galeano, tek bir mağaradan bahsetmez. Kitapta "Dokunulmazlık, unutmanın meyvesidir" olarak çevirebileceğimiz bir başlıkla yer alan anekdot, Hitler'in 1939'da Polonya'ya saldırmanın arifesinde dava arkadaşlarını cesaretlendirmek için sarf ettiği şu sözlerle biter: "Bugün kim hatırlıyor Ermenileri?"
Bugün, buradan bakınca, Nazilerin çok iyi hatırladığını söyleyebiliriz. Ermenilerin başına gelenleri çok iyi etüt ettiklerini, Fisk'in altını çizdiği benzerliklerin yalnızca tesadüf olamayacağını söyleyebiliriz.
1888'den itibaren Bağdat Demiryolu projesiyle Almanların askeri ve siyasi açıdan Osmanlı içinde giderek güçlendiklerini, Osmanlı topraklarında fink attıklarını ve 1914'ten itibaren ordudaki yetki sahibi neredeyse bütün subayların Alman olduğunu da ekleyebiliriz buna.
1904 ve 1915'te yaşananların en yeni bilimsel buluşlarla, en son teknolojilerle desteklenen çok daha sistematik bir versiyonunun II. Dünya Savaşı'nda Naziler tarafından Yahudilere, ari ırktan olmayanlara, romanlara, komünistlere, eşcinsellere, zihinsel ve bedensel özrü bulunanlara Alman disipliniyle uygulandığını da söyleriz: Herkes bilir çünkü: "Yahudi Tatsızlığı"dır bu.
Ama ben başka bir "tatsızlığa" geçmek istiyorum: 1937'de yaşanan "Dersim Tatsızlığı"na. Dönemin kendisine toz kondur(ul)mayan tanıklarından Çağlayangil'in açıklamalarında aklıma hayli zamandır takılan bir şey vardı: "...Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi..."
Mağaralarda insanları öldürmek mi? Neden olmasındı, sonuçta daha yirmi küsur yıl önce Suriye çöllerinde insanlar mağaralarda topluca boğularak öldürülmüştü. Mutlaka "toplumsal bellek" gibi "askeri bellek" diye de bir şey vardır. Birden hatırlayıvermişlerdir. Ya da zaten hiç unutmamışlardır. Hayır, vicdanla ilgisi yok, vicdandan bahsetmiyorum; pratik, etkili, masrafsız bir taktik olarak demek istiyorum.
Ben şu "fare zehiri" kısmına takıldım. Ateş ve duman gibi yirmi küsur sene önceki ilkel bir yöntemden değil de "zehirli gaz"dan ve "fare gibi zehirlemek"ten bahsedilince, aklıma Primo Levi geldi. Kendisi de bir kimyacı olan ve Auschwitz'den kurtulanlardan(!) olan Primo Levi, Boğulanlar, Kurtulanlarda o güne dek gemilerin ambarlarını temizlemekte kullanılan bir tür fare zehiri olan hidrojen siyanürden bahseder. Üretiminde bir anda görülen devasa sıçramadan ve üreticilerin bu ani talebin sebebini araştırmayı nedense(!) hiç düşünmemelerinden.
Almanlar fare zehiri olarak kullanılan hidrosiyanürden toplama kamplarında gaz odalarında kullanılan Zyklon-B'yi üretmişlerdi: Teneke kutularda sunulan bir tür konserve zehirli gazdı Zyklon-B. Pratik, ergonomik, taşınabilir bir şey. Kutuların boyutu değişebiliyor. Likit ama akmıyor, katılaştırılmış. Havayla temas edince çözülüyor, havaya karışıyor. Kurban zehri soluyor ve...
Çağlayangil'in dilinin sürçmediğini ya da söylediklerinin basit bir tesadüf olmadığını düşündüm. Tesadüf gibi görünmeyen bir şey daha var: Dersim Katliamı yaşanırken Almanlar yine Anadolu'da, yine çok yakınlardaydılar. Dönemin en büyük projelerinden ikisini Almanlar gerçekleştiriyordu: Hayli zamandır süren Malatya-Diyarbakır demiryolu hattı 1935'te bitmişti. 1939'a kadar sürecek Maden'deki bakır tesislerinin inşasına ise 1936'da başlanmıştı.
Daha da kötüsü "Tek parti, sıfır tepki" dönemiydi ve ülke idaresindeki Nazizm hayranlığı barizdi. Bir de yüzlerce yıllık şu bilgimiz var: Zengin ülkelerin yoksul ülkelerde yoksul halklar üzerinde deneyler yapması, her dönem olduğu gibi o dönem de pek modaydı. İngilizler de aynı yıllarda Hintliler üzerinde hardal gazını deniyorlardı. Ne sanıyoruz ki biz, bilim böyle böyle gelişiyor(!) işte.
Daha önce savaşlarda kimyasal gaz kullanılmıştı; ama uçaktan ve geniş alanlara. Bir geminin ambarını ya da bir gaz odasını andıran bir mağaranın ağzından içeri atmak henüz yaşanmamış, görülmemişti. Ama artık bu iş için Alman icadı Zyklon B vardı. Konserve zehirli gaz Zyklon B Dersim için idealdi. O sarp Dersim dağlarına taşımak için idealdi. Ordunun, kendine zarar veremeyeceği kadar basit olmasıyla idealdi. Ucuzluğuyla idealdi. Kullanım kolaylığı açısından idealdi.
Kapağını açıyor, mağaranın içine atıyorlardı. Dersimli kurbanlar mağaranın içinde karanlıkta birbirlerine sarılmış, saldırının gerçekleştiğinden habersiz, korkuyla askerlerin baskınını bekliyorlardı.  İçeri tuhaf bir şey attılar ama... O tuhaf şeyin kendilerini öldürebileceğine asla akılları ermezdi. Erse, belki hemen dışarı atarlardı. Akılları bu zulme ermeden, askerin saldırısından habersiz kurtulmayı umarak, karanlıkta, birbirlerine sarılmış korkuyla son nefeslerini alıyorlardı ve...
İnsanlar ölüyor, fareler yaşıyordu. (BK/EÖ)

Nemrudi Lanet, İbrahimi Gerçek!

Devlet bize yalan söyledi. Babamız bizi sevmedi. Biri bir tabut yaptı, içine 60-70 kiloluk yalan koydu. Dört kişi tabutu mahalleye getirdi. Halk rahmet duasıyla tabutun peşine düştü. Tabut el değiştirdi, cüzdanlar cep... Organize işler "hangi mezarlık" sorusuna kadar hüküm sürdü.
Cüzdanları çalınan hep bizler olduk. Devlet bize yalan söyledi...
Trabzon'da TAYAD'lıların Nisan 2006'daki linçle biten protestosunda, yerel bir televizyon kanalı "PKK'lılar bayrak yaktı", "PKK'lılar cami yaktı" son dakika flaşlarıyla hassas vatanseverleri grubun üstüne saldı. Hassas vatanseverler görevlerini layıkıyla yerine getirdi. Trabzon pek vatansever bir il olarak hafızalara kazındı. Bu arada bir rahip öldürüldü, linçle kendine döl bulan nefret Nemrudi topu gibi bir katilin habercisi oldu. Katil İstanbul'a doğru yola çıktığında 9 ay geçmişti. Katil doğdu, Hrant Dink öldürüldü.
Trabzon'da PKK'nin bayrak ve cami yaktığı belgelenmedi, yalandı...
Bu olaydan 1 ay sonra Erzincan'da yine bir grup cezaevlerindeki tecridi protesto etmek istedi. Polis kitleyi dağıttı. Sonraki gün polisi protesto etmek isteyen daha kalabalık bir grup vardı. Bu sefer internet devreye girdi. Ekrandan ekrana "Aleviler cami yaktı" dedikodusu yayıldı, birkaç saat içinde 4 bin pek Müslüman linç için hazır bulundu. Kitle zar zor ikna edilerek kibarca evlerine gönderildi.
Erzincan'da Aleviler cami yakmamıştı...
Daha geriye, Çorum'a gidelim.
Katliamdan hemen önce emniyet ve milli eğitim müdürleri ile vali değiştirildi. Yerlerine MHP'liler atandı. Apar topar 40 polisin tayini çıkarıldı. İslami Gençlik imzalı bildirilerle namus çağrıları yapıldı. Ülkücü vatanseverler silahlandırıldı. Önce, "Aleviler, solcular camiye saldırdı" denildi... Sonra MHP'li bir zatın arabasından sivil halkın üzerine kurşun yağdırıldı. Devreye silahlı ülkücüler girdi. Solcu ve Alevilerin yaşadığı mahallelere saldırı başladı. Sonuç, 57 ölü, 200'ü aşkın yaralı... 300'den fazla ev ve işyeri yakılıp yıkıldı. İki ay sonra 12 Eylül geldi...
Çorum'da solcu ve Alevilerin camiye saldırdığı yalandı...
Örnekleri çoğaltabiliriz. 6-7 Eylül'den hemen önce Selanik'te "Atatürk'ün evi bombalandı" yalanı, Mersin yürüyüşü ile HADEP Kongresi'nde bayrak indirme provokasyonu, İnegöl ile Dörtyol saldırıları, Maraş katliamı, Sivas yangını ve daha nice yalan, provokasyon ve organize saldırılar...
Bu yalan ve provokasyonlarının altında hep devlet ve organize ettiği ülkücüler ile milliyetçi İslamcılar çıktı.
Ve bugün: Balyoz
Geçtiğimiz yıl Balyoz Darbe Planı çuvallarla dolu belgelerle, devletin provokasyon ve yalanlarıyla dolmuş arşivlerimizin boş raflarının birinde hemen yerini aldı. Planda en can alıcı iddia camilerin bombalanacak olmasıydı.
Balyoz Darbe Planı ortaya çıktıktan sonra dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, 25 Ocak 2010 günü iddiaları sesinin en Davudi haliyle bağırarak yalanlamıştı.
Orgeneral Başbuğ, Kazım Karabekir'in "Vatandaş gerçeği ara, öğren! Yanlış bilgi felakettir. Önce her işin hakikatı aranmalı. O zaman kendi yolunu bulabilirsin" sözlerini anımsatmış, "Camilere bombalı saldırı düzenlenecekti" iddiasını "Allah Allah diye taarruz eden bir ordu camiye bomba koyar mı? İddialar vicdansızlık, lanetliyorum. Vicdansızlara sesleniyorum; Türk ordusunun da bir sabrı var. Nasıl böyle itham yapılabilir?" demişti.
Bekledik, dur bakalım neler olacak dedik. Elimizdeki belgelere rağmen kesin bir dil kullanmadık. Karar vermedik hemen, çünkü karar vermek, Lao-Tzu'nun dediği gibi hakikaten aklın durması demekti. Oysa Başbuğ o gün karar vermişti, Balyoz'a peşinen yalan demişti.
Tam bir yıl sonra ilgili savcılıkça incelemeye alınan belgelerde şu bilgiler yer aldı:
Belgenin bulunduğu yer: Gölcük Donanma Komutanlığı
Belgenin bulunduğu tarih: 6 Aralık 2010
Belgenin adı: Görevlendirme Çizelgesi
Çizelgede, 4'ü binbaşı, 7'si yüzbaşı rütbeli 11 jandarma subayı var. Hepsinin sicil numaraları yazılmış. Kimin hangi görevde, kimin emrinde çalışacağı belirtilmiş. 11 subayın, 4 ayrı görev için 4 ayrı ekip halinde faaliyeti öngörülmüş.
Görev yapacakları yerler: İsmailağa Camisi, Beyazıt Camisi, Fatih Camisi, Eyüp Camisi
Gölcük'te çıkan belgelere göre camilerin bombalanacağı doğru... (FA/EÖ)