10 Temmuz 2010 Cumartesi

ASF ve ‘Türk Sosyalizmi’ üzerine bir polemik

Yeni_Özgür_Politika Sosyal hareketlerin, emek hareketlerinin, sol-sosyalist örgütlerin ve elbette Kürt hareketinin farklı kurumlarının, ASF’de uluslararası dayanışmayı sağlayıp, Türkiye’nin en temel sorunlarını uluslararası demokratik kamuoyuna taşıyarak, egemen politika üzerinde baskı oluşturmaya çalışacaklarını tahmin ediyordum. Ama gerçekler hiç de öyle değildi...
Dünya çapında sosyal forum süreçlerinin bir kriz içerisinde olduğu, bilhassa Avrupalı sosyal hareketlerin ‘’başka bir dünya olanaklı’’dan, ‘’başka bir dünya sosyalizmdir’’ noktasına gelişinin hayli sancılı geçtiği ve yıkım yaratan küresel ekonomik ve malî krizin tek tek ülkelerdeki sosyal hareketleri ‘’kendi sınırları içerisindeki’’ gelişmelere yoğunlaştırdığı bilinen bir gerçekti. Bununla birlikte, aynı Malmö’de görüldüğü gibi, kıtanın çeperinde düzenlenen bir foruma katılımın az olacağı da tahmin ediliyordu. Nitekim İstanbul’da gerçekleşen 2010 Avrupa Sosyal Forumu, neredeyse yarısı yurtdışından olmak üzere 2.500-3.000 kişinin katılımıyla bitirildi. Şahsen ASF’nin Türkiye’de yapılmasının önemli bir fırsat olduğunu düşünüyor ve özellikle Türkiye’deki sosyal hareketlerin, emek hareketlerinin, sol-sosyalist örgütlerin ve elbette Kürt hareketinin farklı kurumlarının ASF’nin hem uluslararası dayanışmayı sağlamak, hem de Avrupalı hareketlerin İstanbul’da olmasından faydalanarak, Türkiye’nin en temel sorunlarını uluslararası demokratik kamuoyuna taşıyarak, egemen politika üzerinde baskı oluşturmaya çalışacaklarını tahmin ediyordum. Ama gerçekler hiç de öyle değildi. Büyük bir hayal kırıklığı içinde Almanya’ya döner dönmez bu yazıyı kaleme almaya karar verdim.

Öncelikle ASF’nin İstanbul’da yapılmaması için çeşitli gerekçeler ileri süren Avrupalı kimi örgütün olduğunu, Türkiye’de böylesi bir forumu örgütlemenin karşısına çıkan maddî-manevî engellerin hazırlıkların önüne ciddî sorunlar çıkardığını ve coğrafî konumun gerçekten de – bilhassa Doğu Avrupa’dan – katılımı azaltacağını birçok aktivist gibi ben de biliyordum. Hazırlık toplantılarında bu tür kaygılar dile getirilmiş, maddî sorunların üstesinden gelinmesi için çeşitli olanaklar araştırılmış, hatta forumun ertelenmesi dahi dile getirilmişti. Sosyal forumlar uzmanlık alanım olmamasına rağmen, ertelenmenin doğru olmayacağını düşünüyordum.

Açıkcası kadrolu çalıştığım Rosa Luxemburg Vakfı’nda ASF’den sorumlu arkadaşlarım ve ASF süreci içerisinde sorumluluk alan DIE LINKE’li yoldaşlarım görüşlerime başvurduklarında, kaygılarını anladığımı, Türkiye’de saatlerin biraz farklı işlediğini, ama Türkiye’deki arkadaşların kitlesel bir forumu örgütleyebilecek konumda olduklarını, onları desteklemek gerektiğini söylüyordum. Ne de olsa henüz geçen yıl ilk kez Diyarbakır’da gerçekleştirilen ve yaklaşık onbin kişinin katıldığı Mezopotamya Sosyal Forumu’nun deneyimleri hala akıllardaydı ve Diyarbakır, İstanbul’da da benzer bir katılımın olacağına işaret ediyordu. Ayrıca Haziran sonunda Detroit’da gerçekleştirilen ABD Sosyal Forumu da onbeş bin kişinin katılımıyla sona ermişti. Bu nedenle, geçen forumlarda olduğu gibi yerel yönetimlerin desteği olmasa da, hareketli geçecek bir forumun gerçekleşmemesi için hiç bir nedenin olmadığı inancındaydım.

Organizasyonda zaafiyet mi, siyasî umursamazlık mı?
ASF boyunca yaşanılan aksaklıklar, katılımcıların geniş bir kesiminde eleştirilere neden oldu. ASF’nin İstanbul’da yapılmasına karşı çıkanlar, sanki haklı çıkartılıyordu. Ancak forumu yapıcı bir eleştiriyle değerlendirenler de yoktu değil. Kendi eleştirime geçmeden, Avrupa’daki eleştirileri ortalama olarak veren iki alıntı yapmak doğru olacak. İlki, Rosa Luxemburg Vakfı’ndan Judith Dellheim’ın eleştirisi:

‘’(...) Değerlendirilmesi gereken hayli fazla nokta var. Ancak bunu yaparken, dayanışmacı eleştiri getirmek son derece önemli, çünkü 2008/2009’da üzerine anlaşılan iki amaç, sonuçları ağır olmak üzere yerine getirilemedi: 1. Malmö’deki ASF’nin ardından ‘sosyal forum düşüncesine’ yeni çekicilik kazandırmak ve ‘Avrupa’yı dayanışmacı bir biçimde soldan değiştirme’ hedefini somutlandırmak; 2. Yer olarak İstanbul’u seçerek, hem Türkiye’deki sola etkin politik destek vermek, hem de [ASF’nin kendisine] karmaşık ‘Kürt Sorununa’ ve insanî varolma sorunlarına adil çözüm getirmeye yardımcı olacak biçimde AB’nin küresel bir dayanışmacı aktör olabileceği adımları tartışmak için uygun bir fırsat vermek. Başarılı olunamamasının ardında, birbiri ile bağlantılı olan iki temel neden var: Malmö’de varılan uzlaşılar uygulanmaya sokulmadı ve Türkiye’nin çelişkili sol spektrumunda yanlış aktörler seçildi. Daha sivriltilerek söylersek: Avrupa Sosyal Forumları, sadece kendi ülkenizde nasıl politik etkinlik kazanırızı düşünerek, Avrupa bağlamında örgütlenilmezse, 3.000’e yakın katılıma şaşırmamak gerekir. Ve sosyal forum, dayanışmacı bir biçimde iletişimin, işbirliği ve mutabakatın ‘açık alanı’ olarak başkaları ile paylaşmak yerine, sadece başkalarına akıl vermek için işgal edilirse. Anlaşılan ASF-sürecinin son sekiz yılında sol aktörlerin öğrenmeye hazır olma ve öğrenme yetileri artmak yerine azalmış.’’

Diğer eleştiri, Viyana Üniversitesi öğretim görevlisi Ulrich Brand’tan: ‘’İstanbul’daki örgütlenme sorunları hayli açık ortadaydı ve Türkiye’deki hazırlık süreci içerisinde bazı anlaşmazlıkların olduğuna işaret ediyordu. [Bu anlaşmazlıklar] ASF’nin İstanbul’da yapılmasını sağlayan ve Avrupa ile ilişkileri çok iyi olan Troçkist grupların protagonistlerinin arasında dahi söz konusuydu. Solcu Türk sendikalarının önceden vaad ettikleri organizasyon ve politik destek hayli zayıftı. Süreç, birçok kesimi içine alabilecek genişlikte değildi. Türkiyeli bir çevre aktivisti ASF hakkındaki bilgiyi sadece Ukrayna’daki bir kadın arkadaşından alabildiğini söylüyordu. Türkiye’deki düşük mobilizasyon muhtemelen sol politikaların sosyal hareketlerde değil de, açık bir biçimde büyük rekabetin söz konusu olduğu sendikalar ve politik partiler içerisinde geliştiği görülüyor. Halbuki ASF süreci, partiler ve sendikalar dışı sol politika alanları için katalitazör rolünü oynayabilirdi. Bu söz konusu olmadı. Ancak ‘açık alan’ Avrupa düzeyinde de rekabet altında ve bu nedenle daralmakta.’’

Bu satırlar, Avrupa’daki sol-sosyalist kesimlerin Türkiye’yi ve ‘’Türk sosyalizmi’’ni tanımadığını zannedenlerin ne kadar yanıldığını kanıtlamaktadırlar. ASF aktivistleri Türkiye’ye ‘’balık-salata-rakı’’ için değil, Judith’in dediği gibi hem Türkiye soluna etkin destek vermek, hem de kendilerinin çözümsüzlük içindeki Kürt Sorunu’nun barışçıl çözümü için neler yapabileceklerini tartışmak için, bilinçli bir tercihle gelmişlerdi. Öyle zannediyorum ki, zaman içerisinde Avrupa solu içerisindeki kendilerine yakın akımlara dahi kendilerini olmadıkları konumda göstermek için çabalayanlar, kendi kalelerine kaç gol attıklarını fark edeceklerdir.

Gelelim benim eleştirilerime. Herşeyden önce bir noktanın altını çizmek gerektiği düşüncesindeyim: ASF’na öyle ya da böyle çevirmenlik konusunda destek veren amatör olsun, profesyonel olsun, tüm meslektaşlarımın özverisini hatırlatmak, çevirmenlerin koordinasyonundan sorumlu Türkan Uzun yoldaş şahsında hepsine çabalarından dolayı teşekkür etmek istiyorum. Mesleğim olduğundan, katkıda bulunan çevirmen arkadaşların emeğinin ne anlama geldiğini biliyorum. Bu emekleri ASF için büyük bir kazanç oldu. Bu elbette çeşitli görevleri üstlenen sayısız arkadaş için de geçerlidir.

Bunu özellikle vurguladıktan sonra İstanbul’un neden böylesine hayal kırıcı olduğunu değerlendirelim. Kanımca hayal kırıklığının temel nedeni, organizasyondaki zaafiyetler veya forumu örgütleyenlerin ‘’beceriksizliği’’ değil, genelde Türkiye’deki sosyal hareketlerin, sendika konfederasyonlarının, özelde de ‘’Türk sosyalizmi’’nin siyasî umursamazlığı, basiretsizliğidir. Kapanış yürüyüşüne sadece yedi bin kişinin katılmış olması, örneğin çeşitli sosyalist örgütlerin orada bulunmaması veya koskoca (!) Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun küçük bir delegasyonla orada temsil etmesi başka nasıl açıklanabilir? Allahtan 56 günden beri direnişte olan mücadeleci UPS işçilerinin oluşturduğu TÜMTİS korteji ve diğer bazı delegasyonlar vardı!

Gözüm, her fırsatta asıp kükreyen, sosyalizmin ‘’tek doğrusunun tapusu’’ elindeymiş gibi davranan, ‘’emek cephesini’’ oluşturma konusunda her şeyi bilen, hatta Kürt hareketine ‘’sınıf olmadan asla!’’ diye akıl veren, ‘’geniş kitleleri kucaklayacak’’ olan ‘’yeni’’, ‘’eski’’, ‘’en iyi solu’’ kurma yolunda ilerlediklerini iddia eden, ‘’kitlesel sınıf partisi inşasının’’ doğrularını bilen, bugün ve burada insanların yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için yapılan dönüşümcü reform önerilerine devrimci adımlar olmadığı için burun kıvıran, o en devrimci, en sosyalist, en marksist ‘’Türk sosyalizmi’’ni aradı.

Sol-sosyalist medya ‘’haber değeri’’ görmedi
Diğer tarafta Türkiye’deki sol-sosyalist yayınlarda, internet sayfalarında da ASF hakkında küçük haberler dışında – bir de elbette her akımın kendi ASF etkinliğini aktaran yazılarının haricinde – pek fazla bir şeye rastlamak olanaklı değildi. Herhalde ASF’ndan günü gününe haber yapanlar bianet.org ile emekdunyasi.net adlı sitelerdi, çünkü İstanbul’da olduğum günlerde bu siteleri izliyordum. Olabilir, görmediğim, okumadığım siteler ve yayınlar da günlük haber yapmışlardır, ama ASF’yi sol-sosyalist medyada yeterince ‘’haber değeri’’ verilmediğini düşünüyorum.

Peki, neden? Ne kadar küçümsenirse küçümsensin, eninde sonunda Avrupalı sosyal hareketlerin temsilcileri, ki aralarında radikal solun temsilcileri de hayli kabarıktı, İstanbul’a gelmişler ve Türkiye’deki gelişmeleri her zaman dünya kamuoyuna duyurmak için çırpındığımız bir fırsat ortaya çıkmıştı. Zaten ‘’Avrupa solu yeterince Türkiye’deki sorunlarla ilgilenmiyor’’ diye hep hayıflanılmaz mıydı? Hazır gelmişlerken, bu fırsat niye değerlendirilmedi? Avrupa solunun, sosyal hareketlerinin ve halen var olan demokratik kamuoyunun dikkatini çekmek için ASF günleri neden kullanılmadı?

3 Temmuz Cumartesi yapılan kapanış yürüyüşünde en önde giden arabanın megafonundan ‘’Avrupa solu İstanbul’da, Avrupalı sosyal hareketler burada’’ diye anons yapılırken, yanından geçtiğim orta yaşlı bir adam şöyle diyordu: ‘’Avrupalılar burda da, bizimkiler nerde?’’. Benzer soruyu sohbet ettiğim birçok Avrupalı da dile getiriyordu. Belli ki çoğunun beklentisi yüksekti. Örneğin 2009 ve 2010 1 Mayıs kutlamalarına katılan Hollandalı bir aktivist, 1 Mayıs’ta onbinleri sokağa döken Türkiye’deki hareketlerin ASF yürüyüşüne katılmamalarına bir anlam veremiyordu. Forum boyunca çalışma arkadaşlarıma, partili yoldaşlarıma ‘’bakın, herkes çalışıyor diye gelememişlerdir, göreceksiniz, yürüyüşe kaç kişi katılacak’’ diyerek kendi kendimi de aldattığımı Cumartesi günü kavradım. Düşünebiliyor musunuz saat 18.00’de ASF yürüyüşü başlıyor, Taksim’e gelindiğinde saat 19.00’da tramvay durağında başka bir eylem yapılıyor ve Avrupalılar soruyor ‘’madem böyle bir eylem vardı da, bunları niye birleştirmedik’’ diye. Saat 20.30’da DIE LINKE üyesi milletvekilleri ile başka bir toplantıya gitmek için alandan ayrıldığımızda, rengarenk flamalarla farklı farklı eylemler devam ediyor, üstüne üstlük meydanın tam ortasında kurulu olan bir sahneden de hareketli pop parçaları çalınıyordu. Ve halk hiç birisini umursamıyordu. Sadece bu bile Türkiye’deki sosyal hareketlerin, emek hareketi temsilcilerinin ve ‘’Türk sosyalizmi’’nin basiretsizliğini anlatmaya yeterli. Ama gene de asıl sorunun, daha doğrusu yaptığım bu eleştirinin asıl nedenlerini açmaya çalışayım.

Umursamazlıklar ülkesi
Önce bir sayıyı tekrar anımsatayım: ASF’na katılım 2.500-3.000 civarında. Yarısı Avrupalı. Geri kalanının da önemli bir kesimi Mezopotamya Sosyal Forumu temsilcileri ve Kürt kurumlarından katılanlar. Yani taş çatlasa Türkiye’den, daha doğru bir deyimle ‘’Fırat’ın Batısından’’ ASF’na katılanların sayısı 1.000 – 1.500 kişi. Hadi 2.000 diyelim. Olmadı, yürüyüşe katılanları da sayalım, veya toplam 7.000 kişi diyelim. Hatta abartalım, toplam 10.000 kişi katıldı diyelim. Ve ardından ASF’na sadece Türkiye’den çağrı yapan örgüt, sendika, parti, hareket, kişi, girişimlerin listesine bakalım, liste ne kadar uzun ve aralarında kimler var diye, bunu öğrenebilmek için Haziran 2009 tarihli Türkiye Sosyal Forumu Bülteni’ne bakmak yeterli olacaktır. Yayımlanan listede, bazıları sonradan geriye çekilen şu kurum ve kuruluşlar yazılıydı:

‘’Avrupa Sosyal Forumu 2010 Hazırlıklarını Destekleyen Kurumlar (Haziran 2009 itibariyle)
78’liler Girişimi; Amargi; Anadoluda Yaşam; Tüketim Kooperatifi; Antikapitalist; Atılım; Ayışığı Sanat Merkezi; Babels Babil Platformu; Barış Anaları; Barış Meclisi; Beksav; Çiftçi Sendikaları; Demokratik Özgür Alevi Hareketi; Devrimci Alevi Komitesi; Devrimci Proletarya; DİSK; Diş Hekimleri Birliği; DTP; Dünya Kadın Yürüyüsü –Türkiye; Eczacılar Birliği; EHP; EKD; Ekoloji Kollektifi; Emekçi Kadınlar Derneği; EMEP; ESP; Evrensel Kültür Merkezi; Filistin Halkıyla Dayanısma Derneği; Gençlik Federasyonu; Gençsen; Göçder; Gökkuşağı Kadın Derneği; Gülsuyu-Gülensu Derneği; Halk Cephesi; Hava-İş; İdil Kültür Merkezi; İmece – Toplumun Şehircilik Hareketi; İnsan Hakları Derneği (İHD); ISMMMO; İstanbul Diş Hekimleri Odası; İstanbul Odtü Mezunlar Derneği; İstanbul Veteriner Hekimler Odasi; KESK; Konut Hakkı Kordinasyonu; Lambdaistanbul; Lgbtt Dayanışma Derneği; Marksist Bakış; Mezopotamya Kültür Merkezi; Okmeydanı Haklar ve Özgürlükler Derneği; ÖDP; Özgürlükçü Sol Hareket; Petrol-İş; Sınıf Mücadelesi; Sodev; Sosyal Haklar Derneği; Sosyalist Feminist Kollektif; Sosyalist Gençlik Derneği; Sosyalist Parti; TAKSAV; Tarem; Tarlabaşı Dönüşüm Projesi Derneği; Tayad; Tek Gıda-İş; TMMOB; TTB; TUAD; Tunceli Dernekleri Federasyonu; Tüketiciyi Koruma Derneği; Türk-İş; Türkiye Homenet(Ev-Eksenli Çalısan Kadınlar Dayanısma Ağı); Türkiye İnsan Hakları Vakfı; Türkiye Sakatlar Derneği; Yakayder ve Yeşiller’’

Ve düşünmeye devam edelim: Türkiye, başta kanın yeniden oluk oluk akmaya yüz tuttuğu Kürt Sorunu olmak üzere, onlarca kangren olan sorunla boğuşan bir coğrafya değil mi? Sosyal sorunlar, açlık – sefalet, işsizlik ve güvencesiz çalışma, ekolojik sorunlar, demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, baskı, politikaya güvensizlik, sindirilmişlik, linç kültürü, milliyetçilik, hatta açık ırkçılık, işten atılan işçilerin direnişleri, işkence, askerî vesayet, neoliberal politikaların daniskası, militarizm.... aklıma geldiği gibi yazdığım bunca sorun gündemde değil mi?

Ve soralım: aralarında partilerin ve konfederasyonların da bulunduğu seksene yakın, irili ufaklı, kiminin belki de onbinlerce üyesi olduğu örgütün desteklediği bir politik etkinlik böylesine cılız mı olmalıydı? Hem de İstanbul’da – 18 milyonluk, sorunların ve çelişkilerin böylesine yaşandığı bir kentin göbeğinde? Hem de savaşın, milliyetçiliğin, ırkçılığın böylesine tırmandığı, krizin böylesine derinleştiği bir dönemde? Hazır bunca örgütün bizlere ‘’destek için’’ İstanbul’a geldiği günlerde? Gündem yaratmak, politikaya müdahil olmak, alanı kürsü haline getirmek, sınıf mücadelesini canlı canlı yaşatmak, dünya kamuoyunun dikkatini çekmek için bundan daha iyi bir fırsat olabilir miydi?

Kuşkusuz eleştiriler hepsi için geçerli değil, ama doğrusu bunca örgütün desteklediği bir forumdan, olandan çok çok daha fazlasını beklemek, hiç te abartılı değildir. Ama bianet.org sitesinde bir değerlendirmesi yayınlanan Organizasyon Komitesi’nden H.Hüseyin Yeşil’in ‘’başarılı bir forum oldu’’ yorumu, bırakın abartılı olmayı, en ufak ifadeyle foruma katılanları ahmak sanmaktır ().

Kanımca en gerçekçi tespiti Hakan Tahmaz yaptı: ‘’[Miting] solun kendisini ne kadar dünyaya kapattığının göstergesi[ydi]. (...) Yunanistan’daki 4. Foruma buradaki katılım kadar biz gitmiştik. İki yıl önceki Malmö ASF’si de dağınıktı ama Avrupa’daki muhalif hareketleri daha başarılı şekilde bir araya getirdi. Aslında Avrupa Sosyal Forumu, Yunanistan’dan sonra baş gösteren tıkanmayı aşamadı.’’ Tahmaz’ın kast ettiği sol da, ‘’Türk sosyalizmi’’dir. ‘’Türk sosyalizmi’’nin, umursamazlıklar ülkesinin basiretsizlik abidesi olduğu artık gün gibi ortaya çıkmıştır.

Sonuç yerine
Yazılarımı okuyanlar bilir; bir ülkedeki sosyalist hareketi tanımlarken, o ülkenin adını kullanırım, etnik tanımlamayı değil. Hatta Günlük Gazetesi ve koxuz.org sitesinde köşe paylaştığım Tayfun Şen’in yazılarında zaman zaman ‘’Türk sosyalizmi’’ tanımını kullanması, başlangıçta beni biraz rahatsız ediyordu. Öyle ya, Almanya’da bana ‘’Türk müsün, Alman mı?’’ sorusunu soranlara, ‘’sosyalistim, vatanım yeryüzü, milletim insanlık’’ yanıtını veriyor, bir sosyalistin kendisini Türklük, Kürtlük, Almanlık veya İngilizlikle tanımlayabileceğini düşünemiyordum.

Amma velakin yanılmışım ve Tayfun yerden göğe kadar haklı. ‘’Türk sosyalizmi’’, ‘’Türk sosyalizmi’’ tanımından başka bir tanımı hak etmiyor, ki salt bu durumu bile insanın içini acıtıyor. ‘’Türk sosyalizmi’’ kendi içine kapanık, dünyadan bir haber, dükkan sevdalısı, kendini dev aynasında gören, ama toplumda hiç bir etkisi olmayan ve 20. Yüzyıl’ın karanlık yıllarında kalmış bir harabe. Diyeceksiniz ki ‘’insafsız bir eleştiri’’. Evet öyle, ama daha bitmedi.

‘’Türk sosyalizmi’’, onyıllardır ne zaman ve nerede seçildiği bilinemeyen, sorumluluk almayan, hesap vermeyen ve meşruiyeti meçhul abilerin, dayıların, ustaların otoritesi-daha doğrusu vesayeti altında, dogmatik, sığ tartışmalarla talî sorunları, esastan ayıramayan; hiç bir zaman toplumsal çoğunluğu kazanma kaygısında olmayan, eline geçirdiği her alanı ve her mevkiiyi egoist bir ısrarla paylaşmaktan çekinen, ittifak yetisinden mahrum, doğrunun tapusunu elinde tuttuğuna inanarak kendi kendini aldatan ve aslî görevlerinden kaçmak için kılı kırk yaran kemikleşmiş bir yapı haline gelmiş. Hani bilinen bir hikayedir: Kurbağa kuyu dibinde doğmuş. Yaşamı boyunca kuyunun dibinden bakarak, yukarıda gördüğü açıklığı evrenin bütünü zannedermiş... Bu ‘’Türk sosyalizmi’’ne cuk oturan bir metafordur aslında. Ve eğer bugün ‘’Fırat’ın Batısında’’, Fırat’ın iki yakasını bir araya getirmek için olması gerekenler yapılamıyorsa, bilinmelidir ki bunun günahı ve vebali en başta ‘’Türk sosyalizmi’’nindir.

Peki, hiç mi olumlu bir şey söylenemez? Elbette! Bir sol için en ivedi görevi yerine getirmek, ‘’Demokratik Cumhuriyet’’ anlayışı ile barış, eşitlik, özgürlük ve demokrasi için özveriyle çabalayanları anmamak olur mu? Ya da, yapabildiği kadar doğru bulduğu yolda ilerleyen, kolektif çalışmayı ve paylaşımı gündelik yaşamının her alanında dolu dolu yaşatan, halkın ve yaşamın içinde, bugün ve burada olanaklı olan ile, daha iyi, daha barışçıl, özgürlükçü, eşit ve demokratik bir gelecek hedefini birbirinden kopmayacak şekilde bağlayabilen, gelişmelere küresel gözle bakabilen onca genç insanı? Doğrusu umudum onlardadır.

Açıkçası ülke ve toplum gerçeklerini görebilen, kendisiyle ve toplumla barışık, farklılıkları demokratik ve gönüllü birlikteliğin olmazsa olmaz harcı olarak algılayan, barışçıl ve demokratik bir geleceği kurmak için ortaklaşma sorumluluğunu üstlenen farklı kesimlere yönelik umutlarımı yitirmedim henüz. Bu kesimlerin egemen güçler tarafından körüklenen milliyetçi-şövenist-ırkçı spirali tersine çevirebilecek, toplumsal parçalanmanın yaralarını sarabilecek ve barış-adalet-demokrasi hedefiyle geniş bir toplumsal muhalefet ittifakını yaratabilecek potansiyale sahip olduklarına inanıyorum hala. ‘’Beyazlığı’’ gün be gün daha çok sırıtan ‘’Türk sosyalizmi’’ ise alışılagelmiş parti, örgüt, sendika anlayışıyla ne bu potansiyale sahiptir, ne de kendisini yenileyebilme enerjisine. ASF açıkça göstermiştir: ‘’Türk sosyalizmi’’ çoktan tarih olmuştur, ama O hala bunun farkında değildir.

*Yazının orjinal başlığı: ASF ve umursamazlıklar ülkesinin basiretsizlik abidesi Ya da ‘’Türk Sosyalizmi’’nin içler acısı hali üzerine bir polemik
MURAT ÇAKIR

Taşlar yeniden yerine oturuyor

Son zamanlarda İsrail’deki Netanyahu-Liebermann-Koalisyonu’nun, Orta Doğu’da ‘’istikrar’’a gereksinim duyan ABD için rahatsız edici bir faktör haline geldiğini bilmeyen yoktur herhalde. Özellikle aşırı sağcı Liebermann’ın kontrol edilemeyen politik çıkışları ABD ordu yönetiminin tepkisini çekiyor. Bu nedenle geçen Mart ayında Washington’a gelen Netanyahu diplomatik kurallar çerçevesinde soğuk karşılanmıştı. Görüldüğü kadarıyla ABD yönetimi bu tavrını değiştiriyor. Geçen Salı günü Netanyahu’yu sıcak bir biçimde karşılayan başkan Obama, kameralar karşısında misafirinin elini uzun süre sıkarak, ‘’aramızdaki özel dostluk bağı kopartılamaz derecede sıkıdır’’ diyordu.

E peki, ne oldu da, bir kaç ay içerisinde ABD’nin tavrında böylesi bir gel-git yaşandı. Aslına bakılırsa ABD’nin küresel stratejileri açısından değişen bir şey yok. Tam tersine, ABD ordusunun üst düzey komutanları hala ‘’Afganistan’da başarı elde etmek istiyorsak, Orta Doğu’da istikrarı sağlamalıyız’’ diyerek, üstü kapalı olarak İsrail hükümetine güvenmedikleri sinyalini veriyorlar.

Kanımca bu değişimin ardında iki temel neden var. Ama öncelikle ABD ve İsrail devletleri arasındaki bağın gerçekten kopmaz olduğunu vurgulamak gerekiyor, ki bu iktidar ve devlet politikalarının bazen neden farklı mecralarda yürüdüğünü gösteriyor. ABD yönetiminin İsrail hükümeti ile yeniden sıcak ilişkilere girmesinin, hatta Batı Şeria’daki yerleşimciler sorununda İsrail’in politikalarını destekleyen çizgiye ağırlık vermesinin ardında öncelikle iç politik nedenler yatıyor.

2 Kasım’da yapılacak olan Kongre Seçimleri’ne yönelik analizler, aylardan beri Obama ile Demokratlar’ın oy kaybettiğini kanıtlıyor. Kongre’de gerek Demokratlar, gerekse de Cumhuriyetçiler arasında İsrail’e destek verenlerin sayısı bir hayli yüksek. Buna karşı Obama, ABD’ndeki Yahudiler arasında ‘’ABD’nin İsrail’e en fazla karşı olan başkanı’’ ünvanını taşıyor. Bu nedenle Obama’nın hem Netanyahu’nun, hem de onun sayesinde ABD’nin en güçlü silah ve Yahudi lobisi olan AIPAC’in desteğine ihtiyacı var.

Bu durum, Netanyahu’nun görüşmelerdeki konumunu güçlendiriyor. Ayrıca Netanyahu’nun, ilişkilere balans ayarı çekmek için koalisyon ortağı Liebermann’ın son haftalarda kamuoyunun önüne çıkmasını engellemiş olması da, ABD yönetimince bir ‘’jest’’ olarak değerlendiriliyor.

İkinci neden ise, ABD’nin öncelikle Liebermann’dan kurtulmak için bir taşeron bulmuş olması: Erdoğan ve hükümeti. Türkiye ve İsrail devletleri arasındaki askerî ve stratejik işbirliğinden bir milim geri adım atmadan, hükümetler arasındaki çekişmede Erdoğan’ın bir ‘’joker’’ gibi kullanıldığı görülüyor.

Gerçi ‘’Mavi Marmara’’ saldırısından bu yana Erdoğan’ın sert bir retorik kullandığı doğru, ancak bugüne kadar bu retoriğin doğal sonucu olan adım, yani diplomatik ilişkilerin kesilmesi henüz atılmış değil. Ekonomik ilişkilerdeki gerileme ise ancak marjinal bir anlam taşıyor, çünkü iki ülke arasında yaklaşık 3 milyar Doları bulan ticaret hacmi, Türkiye’nin toplam ticaret haciminin ancak yüzde birini karşılıyor.

Diğer taraftan TSK’den yapılan ve ‘’F4 ve F5 uçaklarımız ile M60 tanklarımızın yedek parça ihtiyacı nedeniyle İsrail ile olan askerî ilişkilerimiz kesintisiz olarak devam ettirilmelidir’’ uyarısı ve İsrail ile toplam 50 milyon metreküplük içme suyu antlaşması (bu, Aşkelon Limanı’nın şu anda sürmekte olan genişletme çalışmaları bitirildikten sonra 200 milyon metreküpe çıkartılacak) askerî ilişkilerin kopmayacağının bir göstergesi. Heronları, istihbarattaki işbirliğini v.d. saymıyorum bile.

Sonuç itibariyle ABD’nin İsrail’e karşı ‘’kamçı ve ballı ekmek politikası’’ taktiğini uyguladığını söyleyebiliriz. Obama’nın dediği gibi ‘’ABD ve İsrail’in ortak güvenlik çıkarları’’ ve Kongre Seçimleri, ABD yönetiminin İsrail hükümetine yönelik baskısını azaltmasına neden oluyor. Liebermann’dan kurtulma görevi ise, Cengiz Çandar’ın tespit ettiği gibi, taşerona kalıyor. Taşeron da bölgedeki emperyal hırsları nedeniyle bu görev için canla başla çalışıyor. Fatura da, başta Filistinliler olmak üzere bölge halklarına çıkartılıyor.
Ve taşlar yeniden yerine oturuyor.

cakir@rosalux.de

Askeri Demokrasi ya da Faşizm!

Türkiye 60 seneyi geçen çok partili siyasi yaşam tecrübesine rağmen “askeri demokrasi” sınırlarını aşamamıştır. Oysa asgari demokrasi ölçüleri bile bu “askeri demokrasi”yi kabul etmez. Siyasi partilerin, meclislerin, seçilmiş yöneticilerin göstermelik; askeri iradenin esas olduğu bir rejime de demokrasi denemez. Başbuğ’un son açıklamaları bu gerçeğin açıkça ilanından başka bir şey değildir. BDP milletvekillerine dağın yolunu gösteren, medyaya neyi yazıp yazmayacağını-neyi konuşup konuşmayacağını emreden, Kürt sorununu nasıl bastırıp ezeceğini anlatan bir genelkurmay başkanı... İşin garibi ne hükümetten ne muhalefet partilerinden ne de bazen bir pire için yorgan yakan medya baronlarından çıt çıkmıyor. Hepsi de “emret komutanım” deyip verilen görevlerini gayretkeşlikle yerine getiriyorlar.

Hiç birisinden “Arkadaş, dur bakalım. ONE MİNUTE! Bu memlekette anayasa var, meclis var, hükümet var. Sen bunların üzerine çıkıp kafana göre esip savuramazsın” diye bir ses çıkmıyor. Bu durumda ordunun açık bir darbe yapmasına gerek var mı?

Başbakan “KCK operasyonunu ben mi yaptım? DTP’yi ben mi kapattım?” diye sorup dert yanıyor. Erdoğan gene takiyye yapıyorsa durum kötü demektir. Ama doğru söylüyorsa durum daha da kötü demektir. Tek parti iktidarı olduğu halde ülkenin temel sorunlarında seyirci durumunda ise bunu halka açıklamalıdır. O zaman dert yanacağına, askeri rejime incir yaprağı olacağına, hiç bir derde deva olmayacak olan anayasa referandumuyla uğraşacağına, en kısa sürede barajı kaldırıp gerekli şartlarını oluşturarak demokratik bir seçime gitmelidir. Bütün demokrasi güçlerini de yardıma çağırmalıdır.

Ama Erdoğan bunu yapmıyor. Tersine askeri dikta ile işbirliği yapıyor. Bu kirli işbirliği Kürt halkının özgürlük istemlerinin bastırılması ve imhası amacıyla her yolu mubah gören, hiç bir kural tanımayan, yasa-anayasa-din- ahlak dışı bir suç ortaklığıdır. Erdoğan bu suç ortaklığını sürdürmek için üzerine düşeni yapıyor. Kürt halkının özgürlük özlemlerini, bunun uğruna ödediği ve ödemeyi göze aldığı bedelleri görmek yerine PKK’yi taşeron örgüt ilan ederek imhası için uğraşıyor. AKP’lilerin çoğu belediye ve devlet ihalelerinden palazlanmış ve hala da oralardan beslenen müteahhit takımı olduğu için bütün dünyayı ihale-müteahhit firma ve taşeron firma gözüyle görüyorlar. Yap-sat, al-kaç, vur-kaç taktiğiyle çalışıyorlar. Yani “ihaleye fesat karıştırmak” karakterleridir. Kürt halkına karşı da aldıkları tasfiye ihalesi böyledir.

Bu arada kirli savaş uzmanı genelkurmay sanki yönetime el koymuş gibi. MİT bölgelerinin ellerindeki istihbaratı merkeze göndermeden önce bölgelerindeki askeri yetkililere göndermeleri kararlaştırılmış. MİT sivilleşti diye bayram edenler, bütün cuntalara karşıyız diyenler bunlara ne der bilmiyorum. Ama adım adım her gün siyasetin devreden çıkarılıp askeri güdümün arttığı görülüyor. Böylece siyasetçiler iyice göstermelik hale geliyorlar. Bu duruma da ne iktidar ne muhalefet ne de başka bir kimse itiraz ediyor. Bu durumda kendi kanlı iktidarlarını korumak için bütün memleketi ateşe atmaktan çekinmeyecek kadar gözü kararmış olan asker-sivil çetelere gün doğuyor. 50 senedir kendi gençleri vurup kırıp asmaktan, birbirine kırdırmaktan bıkmayan Türkiye egemenleri bir daha aynı rotaya girmiş bulunuyorlar. Bu tavrın sonucu Kürtleri tahrik etmek ve savaşı tırmandırmaktır. Eğer yanlış hatırlamıyorsam Kürtler ilk defa bu süreçte kitlesel olarak İNTİKAM sloganları atıyorlar.

Kirli savaş çetesi ne yapabilir ki? Bugüne kadar yaptıklarını daha şiddetli olarak tekrar etmekle bir netice alamayacağı ortada. İşi daha da zıvanadan çıkarıp Hitler ve Saddam gibi kitlesel kırım yapabilirler mi? Yani Kürtleri fırınlara atıp yakabilirler mi? Ya da kimyasal silahlarla yok edebilirler mi? Birincisi bunun için dünya şartları uygun değil. İkincisi buna teşebbüs ederlerse sonları Hitler ve Saddam’dan bile daha kötü olur. Bu arada ölüp gidecek gençlerimize de yazık olur. Bu saldırgan çeteyi durdurmanın tek yolu bütün özgürlük, demokrasi ve barıştan yana olan güçlerin bu gidişata dur demesidir.
Bu gün değilse ne zaman DUR diyeceğiz?

suatbozkus@hotmail.com

Ihaleci

Başbakan Tayyip Erdoğan’a göre “PKK taşeronluk yapıyor”. Bir yerlerden ihale almış da o nedenle mücadeleyi tırmandırıyor. Dahası Türkiye ne zaman yükselişe geçse böyle oluyormuş! Bu iddiası üzerine Tayyip Erdoğan’a “Kimin taşeronu olduğunu açıkla?” sorusunu sordular, buna herhangi bir cevap veremedi. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan’ın sözlerinin “Çamur at, izi kalır” dan öteye geçmeyen çok basit bir suçlama olduğu ortaya çıktı.

Elbette bu durum işin bir yanıdır. Fakat biz farzedelim ki Tayyip Erdoğan’ın sözleri doğrudur, yani PKK “taşeronluk yapıyor ve ihale alıyor” dur. Peki, o zaman Tayyip Erdoğan’ın ihalelerini de alamaz mı? Eğer bu sözler doğruysa, böyle olma ihtimali de yok mu? Çünkü, bu günün dünyasının en büyük ihalecilerinden biri ABD ise, diğeri de Türkiye’dir. Ve özellikle AKP’dir.

AKP’nin kendisinin ABD ihalelerini en çok alan güç olduğu tartışmasızdır. Zaten siyasi iktidar olma gücüne de böyle ulaşmıştır. Afganistan’da, Lübnan’da, İran’da yaptığı budur. Bununla da “Türkiye’nin stratejik değeri yüksek” denerek övünülmektedir. ABD desteğini AKP böyle almaktadır. Aslında kendisi bir ABD taşeronu ve ihale alıcısı olmasına rağmen, AKP Kürt sorununda da ihaleci konumundadır. Neden? Çünkü, Kürt sorunu gibi, bir yanıyla dünyanın en ağır, öbür yanıyla ise en kolay bir sorunuyla yüz yüzedir. AKP, Kürt sorununu bir demokratik siyasi sorun olarak ele alıp Kürt halkının ulusal-demokratik hakları temelinde çözeceğine, bir “terör sorunu” olarak görüp bastırmak istemektedir. Yani geleneksel inkarcı ve imhacı cumhuriyet politikalarını olduğu gibi sürdürmeye çalışmaktadır. Yani gerçekte statükocudur, “değişimci olduğu” sözü yalancı bir propagandadan başka bir şey değildir.

AKP Kürt özgürlük mücadelesini bastırmak istemektedir, ama bunu başarmaya gücü yetmemektedir. Artık bu ezme ve bastırma savaşına Türkiye’nin gücü yetmemektedir. Ordu otuz yıldır tüm gücünü kullanmış, ama sonuç alamamıştır. Şimdi artık bu imha savaşını yürütmek için daha fazla gücü yoktur. Türkiye toplumu, tarihin bu en haksız ve kirli savaşının yüküne daha fazla dayanamamaktadır. İşte bu durum AKP’yi ihaleci yapmaktadır. Kürtleri ezme ve bastırma savaşını ihale edecek güçler aramakta ve bu temelde Türkiye’nin tüm imkanlarını, Türkiye toplumunun geleceğini bu ihale pazarına sürmüş bulunmaktadır.

Şimdi yeniden ve çok daha güçlü bir tarzda yeni bir “PKK ihalesi” açılmış durumdadır. Başta Abdullah Gül olmak üzere tüm AKP yöneticileri bunun için dünyayı fırıl fırıl dolaşmaktadır. Erdoğan-Obama görüşmesi bunun için yapılmıştır. Avrupa Birliği ile bu temelde görüşmeler yapılmaktadır. İran ve Suriye ile sürekli görüşme halinde olunmaktadır. İsrail ile gizli görüşmelerin temel amacı budur. 250 işadamıyla adeta Hewlêr’in satın alınmaya çalışılması bunun içindir. AKP, Türkiye’nin varını yoğunu PKK’ye karşı savaş için ihaleye sürmüştür. Kendisini bu yükten kurtaracak taşeronlar aramaktadır. Artık yürütemediği ve dayanamadığı “Kürt savaşını” başkalarına ihale ederek kurtulmak istemektedir. Dahası AKP bir yandan ihale ederken, diğer yandan da başkalarını suçlayıp onları ihaleyi almaya mecbur bırakmak istemektedir. Kürtler Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindedir ve onları inkar edip yok etmeye çalışan Türk devletinin kendisidir. Kürtler de yok olmamak için Türk devletine karşı direnmektedirler. PKK işte böyle bir direnişin örgütüdür ve temelleri Ankara’da atılmış, kuruluşu Diyarbakır’da gerçekleştirilmiştir. Meydanlarda yüz binler halinde Kürt halkı “PKK halktır, halk da burada” demektedir. Yani Kürt sorunu da, “terör sorunu” da, başka ne sorunu derseniz deyin o da Türkiye sınırları içindedir.

Ancak AKP, yavuz kırsız misali bu gerçeği de tersyüz etmektedir. PKK’nin var olması, direnme ve yenilememesinden dolayı kendinden başka herkesi sorumlu tutmaktadır. ABD, NATO, AB gibi en yakın müttefiklerinden tutalım İran ve Suriye gibi bölge devletlerini ve tabi en fazla da “Kuzey Irak”ı bundan sorumlu görüp suçlamaktadır. Şimdi “Sözün bittiği yer” diyerek KDP ve YNK’yi korkutmaya çalışmaktadır. Bir yandan 250 işadamıyla her türlü tavizi peşkeş çekerken, diğer yandan “sınırötesi operasyon” diyerek KDP’yi korkutmak istemektedir. Bilinen emperyalist-sömürgeci “şeker-kamçı” politikası yani.

Bu konuda AKP’nin çılgınca hareket ettiği gözlenmektedir. Neymiş “terör Kuzey Irak’tan besleniyor”muş! Ya KDP-YNK engellemeliymiş, yoksa operasyon yapıp kendisi engellermiş! KDP aklını başına almalı, Barzani, Esad pratiğine bakmalıymış! Benzer sözler şimdi yiğitlik gösterisi haline gelmiş. Gerçekte ise, korkuyu yenmek için ıslık çalmaya benziyor.

Bir kere, “Êdî bes e” diyen Kürt halkının kendisi oldu. Sözün bittiği yere önce Kürtler geldiler ve “êdî bes e” diyerek mücadeleye atıldılar. Aynı sözün TC yönetiminden yükselmesi bir taklit oluyor. Fakat bir de bu sözü Genelkurmay Başkanı’nın dillendirmesi var. Nasıl ki Kürtler AKP dalavereciliğine artık yeter dedilerse, belki Genelkurmay da bir yönüyle AKP’yi uyarıyor olabilir. Çünkü AKP dalaveresi herkese dönüktür.

İkincisi, Kürt direnişi, yani PKK, “Kuzey Irak” veya Avrupa’da doğmadı, Ankara ve Diyarbakır’da doğdu. Dolayısıyla AKP’nin başkalarını suçlamaya çalışması boştur ve kendini kandırmadır.

Üçüncüsü, KDP-YNK de bir yönetim oldu ve belli bir gücü var. PKK ile de fazla sorunları yok. Kaldı ki PKK’nin Kürt sorununu çözme mücadelesi onların da yararına. Dahası, AKP yönetimi PKK’yi yok edebilirse, ardından sıra KDP ve YNK’ye gelecek. Bu durumda KDP ile YNK niye PKK’ye karşı savaşsın? Niye AKP’nin açtığı “PKK ihalesi”ni alsın? Niye PKK’yi yok etme taşeronluğunu üslensin? AKP yaklaşımının kurnaz tilkiye benzeyeceği açık.

Son olarak, AKP’nin bir de KDP ve YNK’ye aba altından sopa gösterme durumu var. Aslında bu tüm Kürtlere yapılıyor. Neymiş, sınırı geçerek ezip bitirirlermiş! Madem öyle gücünüz var, o halde niye kendi sınırınız içindekileri ezip bitiremiyorsunuz? Şimdiye kadar kaç sınır ötesi operasyon yaptınız, sonuçları ne oldu? Sanki bunlar da bilinmiyormuş gibi davranmak sadece kendini kandırmak oluyor. PKK karşısında çaresiz kalmış olanların, KDP ve YNK’yi de içine katarak hepsini tehdit etmesi, aslında korkuyu yenme ve başarısızlığı gizleme çabasından başka bir anlam taşımıyor. Demek ki, AKP politikaları ve tehditleri boştur. İhalecilik de AKP’yi Kürtlerin elinden kurtarmaya yetmeyecektir.

Okunma: 136

Evet tuzağı!

Türkiye’de siyaset kurumu Kürt sorunu söz konusu olduğunda tamamen devletçi ve gericidir. Nüans farkları dışında bu konuda tümü birbirine benziyor. Türk devleti Kürtleri asimile etmekten ve Kürdistan’ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirmekten vazgeçmemiştir. Tümünün Kürt sorunu konusunda esas aldığı çerçeve budur. Biri, bu sonuca şöyle, diğeri böyle ulaşırız diyor. Amaca ulaşmada yöntem farklılıkları var.

Kürt sorununda gündeme getirilen her şey asimilasyona dur demeyecek ve Kürtleri öz yönetim haline getirmeyecek temelde oluyor. Bu kırmızı çizgiler devam ediyor. Kuşkusuz Kürt halkının Özgürlük Mücadelesi olmasaydı Kürtlerle ilgili ne tartışma olur ne de bu kırmızı çizgileri bozmayacak şeyler gündeme getirilirdi. Her Kürt mevcut devlet ve hükümet politikalarını bu çerçevede ele almalıdır. Kürtlerin varlığı, kimliği ve dili tanınıyor gibi bir gaflete düşülmemelidir.

Şimdi Türkiye’deki anayasa tartışmaları da aynı yaklaşımla ele alınıyor. Anayasa ile ilgili tartışmaların hiçbir yerinde Kürt yoktur. Anayasa şöyle olsun, böyle olsun deniliyor, ama bu anayasada Kürtlerin kimliği kabul edilsin; anayasa farklı kimlikleri yok eden bir anayasa olmaktan çıkarılsın diyen yok. Anayasanın Kürtler üzerinde soykırımı sürdürme karakterinden hepsi memnundur. Hiçbirinin anayasanın bu karakterine itirazı yoktur. Bu yönüyle tümü 12 Eylül anayasasından memnundur. 12 Eylül anayasası esas olarak Kürtleri egemenlik altında tutma ve kültürel soykırımı sürdürme üzerine kuruludur. Kuşkusuz sol üzerinde de baskı kurmak için de gerekli düzenlemeler yapılmıştır. Ancak Sovyetlerin dağılması ve soğuk savaşın son bulmasından sonra bu konuda önemli değişikliklere gidilmiştir. Ceza yasasında da solcular ve İslamcılar üzerinde baskıyı ifade eden 141-142 ve 163 gibi maddeler çıkarılmıştır. Ancak terörle mücadele yasası adı altında Kürt halkına karşı daha sert yaptırımlar içeren bir ceza hukuk sistemi kurulmuştur.

12 Eylül anayasası defalarca değiştirilmiş, ama hiçbirinde Kürtleri ilgilendiren ve Kürtlerin varlığını tanıyan ve kültürel soykırımına son veren hiçbir değişiklik olmamıştır. Sadece 2002 yılında Ecevit-Bahçeli-Yılmaz döneminde farklı dillerde yayın yapmaya ve dil kursu açmaya imkan veren bir değişiklik yapılmıştır. TRT 6 bile bu anayasa değişikliğine dayanarak açılmıştır. Bu değişikliğin de Kürtlerin mücadelesi karşısında psikolojik savaşı güçlü hale getirmek için yapıldığı bilinmektedir. Başkalarını dinleyeceğine bizim TV’yi dinlesinler demiştir. En önemlisi de iç ve dış kamuoyunda en fazla teşhir oldukları bir konuda böyle bir araç yaratarak üzerlerindeki baskıyı hafifletmek ve bu temelde de kültürel soykırım politikalarını daha rahat sürdürmeyi hedeflemişlerdir.

Kürt sorununun en fazla tartışıldığı ve çözümünün kendisini dayattığı bir süreçte yapılan bu anayasa değişikliğinde Kürtlerle ilgili hiçbir iyileştirme yoksa, bu durum Kürtlere yönelik zihniyetin devam ettiğini gösterir. Her şeyden önce de bu nedenle bu değişikliğe evet demek, mevcut zihniyeti onaylamak ve meşrulaştırmak olur. İddia edildiği gibi kesinlikle 12 Eylül anayasası değiştirilmiyor. Aksine bazı yamalamalarla 12 Eylül anayasasının yıpranmış yerleri tamir ediliyor. Örneğin geçici 15. Madde bu anayasanın en yıpranmış maddesiydi. Artık 12 Eylül anayasası üzerinde yük haline gelmişti. Kuşkusuz bu madde kötü bir maddedir. En fazla da Kürtler gibi 12 Eylül’den zarar gören kesimler bu maddenin varlığından rahatsız olmuşlardır. Bu madde üzerinden 12 Eylül anayasasının ne kadar kötü bir anayasa olduğunu ve bütünüyle değiştirilmesi gerektiğini ortaya koymuşlardır.

Yamalamak değiştirmek değildir. Temel ruhu korunduğu müddetçe hiç kimse bu anayasa değiştiriliyor diyemez. Tabii ki değişiklik oluyor, ama bu 12 Eylül anayasası çerçevesinde sistemi yıkama yağlama değişikliğidir. 12 Eylül anayasasına meşruiyet kazandırma değişikliğidir. Anayasa kitapçığının kılıfı ve biçimi bile değişmiyor. Sadece eskimiş yerine yama yapılıyor. Aslında 12 Eylül anayasasına yama vurulmuş bir afiş yapılmalı “bu yama anayasa değişikliği sizi ilgilendiriyor mu” diye sorulmalıdır. 12 Eylül’de oylanacak budur. 12 Eylül gününde 12 Eylül anayasasının yamalanmış hali onaylatılmak istenmektedir.

Bu değişiklikleri, Türkiye’nin demokratikleşmesinde önemli adımlarmış gibi göstermek bir kandırmacadır. Türkiye’nin ancak Kürt sorunu çözüldüğünde demokratikleşebileceği gerçeğini gözden ırak tutmaktır. Kürtsüz “demokrasiyi” olabileceğini yutturmaktır. Kürt inkarcılığını kaldırmayan her değişiklik, Kürtler üzerindeki siyasi egemenlik ve kültürel soykırımı pekiştirmede atılmış adımlar olarak görülmelidir.

Kuşkusuz bu değişikliklere “iyidir” diyen iyi niyetli kişiler de bulunmaktadır. Bir kısmı da Kürt sorunu gibi zorlu bir konuda kararlı bir duruş ve irade gösteremediğinden böyle kozmik değişikliklerle vicdan rahatlatmaktadır.

Kimse, AKP’nin toplumdaki köklü demokrasi değişikliği özlemini böyle yozlaştırmasına, kendi çıkarına kullanmasına ve tüketmesine göz yummamalıdır.
AKP, kimi yasal değişikliklerle Türkiye’nin esas ihtiyacı olan adımları bir tarafa bırakmıştır. Kürt halkının ve Türkiyeli demokrasi güçlerinin mücadelesiyle Kürt sorununun çözümü kendisini dayatmıştır. Ne var ki AKP hükümeti bu konuda da Türk devletinin temel politikasını ve amacını değiştirmeyen TRT 6 ya da yerel diller enstitüsü gibi (Kürdoloji bile denilememiştir) kimi girişimlerle var olan birikimi sabote etmiştir.

Benzer biçimde toplumdaki köklü anayasa değişimini AKP’nin çıkarı doğrultusunda kullanmış ve on yıllardır mücadele ile oluşmuş yeni bir demokratik anayasa özlemi boşa çıkarılmıştır. Her ne kadar yeni anayasa ihtiyacı devam ediyor denilse de bu sadece propaganda değerinde olan bir demagojidir.

AKP’nin Kürtlerin varlığını tanıyan ve kültürel soykırımı durduracak bir anayasa yapmaya ne iradesi ne niyeti vardır. Tam tersine Kürtler üzerinde siyasi egemenlik ve kültürel soykırımı en iyi ben sürdürürüm iddiasıyla devleti ele geçirmek istemektedir. AKP’ye bu rol verilmiştir. AKP de bütün gücüyle bu verilen rolü yerine getirip devletin temel karakterini kendi isteği doğrultusunda şekillendirmeye çalışmaktadır.

Son anayasa mahkemesi kararı, AKP’nin kapatılmaması kararıyla aynı konsept içinde alınmıştır. AKP uyarılmış, ama kapatılmayarak Kürt halkının mücadelesini bastırma görevine devam etmesine onay verilmişti.

Aslında anayasa mahkemesi bu kararla bu değişikliklerin 12 Eylül anayasasını değiştirmediğini ve ruhuna dokunulmadığın tescil etmiştir. “Yaptığın yamalar uygundur” demişlerdir. Eğer 12 Eylül anayasasının ruhu değişseydi kuşkusuz bu değişiklikler onaylanmazdı.

Dolayısıyla AKP’nin iddia ettiği gibi 12 Eylül anayasasının reddedilmesi değil; yamalanarak tamir edilmesi onaylanacaktır. Evet oyları bu anlama gelecektir. MHP ve CHP’nin hayır oyları ise anayasa mahkemesinin AKP’ye Kürt Özgürlük Hareketini ezme konusunda rol vermesine ve sistemin bir partisi olarak kabul edilmesine yöneliktir.

Türkiye 3 ay bile kaldıramaz

Yeni_Özgür_PolitikaKürt sorununda ortaya çıkan yeni durumu değerlendiren ODTÜ Öğretim Üyesi Mesut Yeğen, sınır ötesi operasyonlara ilişkin, “Mevcut durum bu şekilde devam ederse illa ki bir sınır ötesi harekat gelecek ve bu harekat bu kez Türkiye şehirlerini çatışmanın içine çekecek” uyarısında bulundu.
Yeğen, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın etkisine dikkat çekerek, sivil siyasetin önünün açılması gerektiğini kaydetti. Kürt sorununda çatışmalarla birlikte ortaya çıkan ve PKK’nin “4. dönem” olarak nitelendirdiği gelişmeler birçok açıdan tartışılmaya devam ediliyor. Çözüm-çatışma tartışmaları arasında, Abdullah Öcalan’ın, “Eğer koşullar gelişirse kendilerinin eylemsizlik ve çözüme hazır oldukları” yönündeki açıklamaları tartışmalara yeni bir boyut kazandırdı. Öcalan’ın açıklamalarını değerlendiren siyasi partiler, STK temsilcileri ve akademisyenler bu açıklamanın yeni bir şans olduğu konusunda hemfikir oldu. Öcalan’ın açıklamalarını ve ortaya çıkan durumu DİHA’ya değerlendiren Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Öğretim Üyesi Doç. Mesut Yeğen, önemli uyarılarda bulundu. Öcalan’ın Kürt sorunu konusundaki etkinliğine işaret eden ve açıklamalarının dikkate alınmasını isteyen Yeğen, “Çatışmazsızlık durumunun oluşmasına kim katkı sunabiliyorsa onun katkı sunması gereken bir zamandan geçiyoruz. Sivil siyasetin önünün açılması gerekiyor” diye konuştu.

Şiddeti çözüm değil
Yapılan tartışmalarda çözüm isteyenler kadar çözüm adına çatışma isteyenlerin varlığına da dikkat çeken Yeğen, çatışma isteyenlere sert tepki gösterdi. Yeğen, “Çözüm olarak daha fazla şiddet önerenlere denebilecek tek şey şu: Kırk bin hayatın ve otuz senenin kaybedilmiş olması yetmedi mi? bir otuz sene daha mı Kürt meselesiyle, PKK’yle uğraşmak istiyorsunuz? Kaybedecek bir otuz seneniz daha, bir kırk bin hayatiniz daha var mı?” diye sordu. Bu konuda uyarılarını sürdüren Yeğen şöyle konuştu: “Aslında, çözüm olarak daha fazla şiddet, daha fazla operasyon diyenlerin bilmesi gereken en başta şu: Türkiye, bir şiddet ve operasyon dalgasına değil 30 sene, 3 ay daha tahammül edecek durumda değil. Mevcut durum bu şekilde devam ederse illa ki bir sınır ötesi harekat gelecek vebu kez Türkiye şehirlerini çatışmanın içine çekecek; sivil gerginliklerin, çatışmaların önü açılmış olacak, bu durum Kürtler için de Türkler için de içinden çıkılmaz bir hal yaratabilir.”

‘STK’ler daha aktif olsun’
Bölgedeki STK’lerin iki taraflı yaptığı eylemsizlik çağrılarını önemsediğinin altını çizen Yeğen, STK’lerden daha aktif rol almalarını istedi. Yeğen, “STK’lerin çıkışını çok önemli buluyorum. Kürtler arasında sivil siyasete olan inancın, güvenin zayıflamadığını göstermesi açısından bu çıkış çok önemli. Bu sivil toplum inisiyatifinin kalıcılaşması, süreklileşmesi için ne lazımsa onu yapmak gerekiyor. Keza, bu sivil inisiyatif batıdaki sivil inisiyatiflerle yoğun bir temas halinde olmalı. Düşüncelerini, kaygılarını TÜSİAD gibi, TOBB gibi etkili STK’lerle paylaşmalı” diye konuştu.

‘Müesses nizamın sinirleri bozulmaya başladı’
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un yaptığı son açıklamalara da tepki gösteren Yeğen, “Son açıklama, Türkiye’de müesses nizamın sinirlerinin bozulmaya başladığını gösteriyor” dedi. Açıklamaları, “Hiç de hayra alamet bir gelişme değil” sözleriyle nitelendiren Yeğen, şunları kaydetti: “Genelkurmay Başkanı’nın Kürdistan Bölgesel yönetimine yönelik uyarılarını da hesaba katınca, kapsamlı bir sınır ötesi operasyon ihtimalinin güçlenmeye başladığını söylemek mümkün. Ancak Kürt meselesini, PKK’yi sınır ötesi operasyonlarla halletmeye çalışmak, geçmişte denendi ve başarılı olmadı. Kaldı ki bu kez durum daha da riskli, çünkü sınır ötesi operasyon Türkiye Kürtlerini daha da hareketlendirebilir. Bu da Türkiyeli Kürtlere dönük bir husumet dalgasının yükselmesinin önünü açabilir.”

‘Savaş konusunda asker ile hükümet anlaştı’
Gelişmeler konusunda öngörülerini de paylaşan Yeğen, “Gelişmeler, askeri ve siyasi otoritenin diplomatik desteği arkasına alarak sınırı geçmeye hazırlandığını gösteriyor. Bu da başka gelişmeleri tetikleyebilecek bir potansiyel taşıdığı için hayra vesile olacak gibi görünmüyor” şeklinde konuştu.

DİHA/İSTANBUL