1 Eylül 2011 Perşembe

AKP'nin Kürt Tasfiyeciliği

Son dönemlerde sık sık AKP üzerine yazıyor ve AKP gerçeğini anlamaya ve aydınlatmaya çalışıyoruz. Çünkü AKP gerçeği anlaşılmadan ülkemizde yaşanan siyasi ve askeri olaylar doğru ve yeterli olarak anlaşılamaz ve yorumlanamaz. Yaşananların neden olduğu hep birer soru işareti olarak kalır.

Her şeyden önce, AKP’yi Erbakan önderliğindeki İslami hareketin bir parçası ve devamı olarak değerlendirmek yanlıştır. Evet lider kadrolarının önemli bir bölümü o hareket içinden geliyorlar. Fakat birincisi hepsi onlar değildir, ikincisi ise 28 Şubat 1997 “postmodern darbesi” sonunda ve Erbakan hareketinin tasfiyesi üzerinde varolmuşlardır.


Bu husus çok önemlidir ve doğru anlaşılmayı gerektirir. Yani AKP Erbakan önderliğindeki İslami hareket içinden çıkmıştır, ama o hareketin tasfiyesi temelinde ve hareketi tasfiye eden gücün bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Daha sonra da egemen siyasette “Merkez, merkez sağ, merkez sol” denen güçleri ve bir kısım milliyetçiyi kendi bünyesinde birleştirmiştir.


Örneğin, Erbakan çizgisi şimdi Saadet Partisi tarafından temsil edilmeye çalışılmaktadır. Ayrıca bir de Has Parti vardır. Başta Başbakan Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP liderleri zaten her fırsatta “Kendilerinin Refah Partisi’nin devamı olmadıklarını” tekrarlamaktadırlar.


O halde AKP nedir? AKP’liler kimlerdir? Nasıl ortaya çıkmışlardır? İç ve dış dayanakları kimlerdir? Bunlara ve benzer sorulara doğru cevaplar vermek zorunludur.


Tarihsel olarak şöyle bir benzetme yapabiliriz: Meşrutiyet döneminin İttihat ve Terakki Cemiyeti, Birinci Cumhuriyet döneminin Cumhuriyet Halk Partisi ne idiyse, İkinci Cumhuriyet döneminin (Buna 12 Eylül Cumhuriyeti de diyebiliriz) Adalet ve Kalkınma Partisi de odur. Yani AKP bir devlet partisidir. Cumhuriyet devletinin rakip görüp dıştaladığı İslami Hareketin bir partisi değildir.


AKP’yi yaratan iki güç vardır: Birisi 12 Eylül askeri rejimi, diğeri ABD’nin Ortadoğu çıkarları. AKP de kendisini yaratan bu iki gücün çıkarlarına göre hareket etmektedir. Bu temelde 12 Eylül darbe rejiminin başlattığı Türk-İslam sentezciliğini ideoloji olarak benimsemekte ve ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi temelinde siyaset yapmaktadır.


Bu çerçevede 3 Kasım 2002 seçiminde iktidara getirilirken AKP’nin önüne iki temel görev konmuştur: Birisi Erbakan öncülüğündeki İslami Hareketi tasfiye etmek, diğeri de PKK öncülüğündeki Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmek. Bunun dışındaki sol ve sosyalist hareket zaten başta CHP olmak üzere 12 Mart 1971 darbesi, 12 Eylül 1980 darbesi ve Özal’ın ANAP’ının izlediği politikalar sonucunda tasfiye edilmiştir.


Zemini güçlü olan ve 1970’lerin başında hızla kitleselleşerek gelişen sosyalist ve demokratik hareket uzun sürece yayılan baskı ve ezme operasyonları ile tasfiye edildikten sonra, Kürt ve İslami hareketlerin daha kolay ve hızlı tasfiye edilecekleri hesap edilmiştir. AKP işte bu kolaylık üzerinde işe başlamıştır.


AKP’nin temelleri devletin 28 Şubat 1997 operasyonu ile atıldığı için, Erbakan öncülüğündeki İslami Hareketi tasfiye etmek AKP açısından zor olmamıştır. Bir kere hükümet olup iktidar nimetlerini ele geçirince, geçmişte Erbakan etrafında toplanmış birçok çevreyi kendi etrafında hızla toplayabilmiştir. Bunun karşısında Erbakan’ın nasıl yaşadığını ve nasıl öldüğünü herkes biliyor!


Sosyalist-demokratik hareket ve İslami Hareket tasfiye edilince, bu sefer geriye tek başına Kürt Hareketi kalmıştır. Bu durumda AKP’nin kaderi ve geleceği PKK’yi tasfiye edip edememeye bağlı hale gelmiştir. Dokuz yıllık AKP iktidarı boyunca da esas olarak yaşanan budur: AKP-PKK çatışması!


AKP dışta ABD’den, içte ise ortasınıf eğilimlerinden aldığı güçle dokuz yıldır PKK’yi tasfiye etmeye çalışmıştır. Zaman zaman şiddetli savaş, zaman zamansa siyasi mücadele halinde yoğunlaşan dokuz yıllık mücadelenin esası budur.


Geriye dönüp dokuz yıla bakıldığında, AKP’nin Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye mücadelesinde üç ana dönem görülmektedir. Zaten iktidarı uluslararası komplo koşullarında devraldığı için, AKP böyle bir mücadeleyi geliştirmekte zorluk çekmemiştir.


İlk dönemi 2002-2004 yılları olarak tanımlayabiliriz. Dönemin ortasında ABD’nin Irak’ı işgali vardır. Bu dönemde ABD ile elele veren AKP, PKK’yi içten bölüp parçalamayı ve bu temelde tasfiye etmeyi esas almıştır. Nitekim o süreçte PKK’den kopanlar AKP argümanlarına öykünmüşler ve kendilerini AKP’nin İslami hareketten kopuşuna benzetmeye çalışmışlardır. Fakat bu çaba PKK’ye biraz zarar verse de tam başarılı olamamıştır. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı’nın deyimiyle “Ancak yarı yarıya başarılı” olmuştur.


AKP’nin Kürt tasfiyeciliğinin ikinci dönemini 2005-2007 yılları olarak değerlendirebiliriz. Bu dönemde bir yandan sahte çözüm sinyalleri verilip PKK pasifize edilmeye çalışılırken, diğer yandan da “70 Kürt milletvekilimiz var” denilerek AKP içinde “Kürt Haması” türü bir oluşum yaratılmaya ve PKK’nin kitle tabanı bu temelde çekilmeye çaba harcanmıştır. Mir Mehmet Dengir Fırat, Abdurrahman Kurt gibi kişilikler öne çıkarılmıştır. Fakat Filistin Haması gibi Kürt Haması’nın da denetimden çıkacağından ve AKP’yi böleceğinden korkulmuş olacak ki, bu yönelimden vazgeçilmiştir. Adı geçen kişiler de böylece etkisizleşmiştir.


Kürt tasfiyeciliğinin üçüncü dönemini Mayıs 2007’deki ünlü “Dolmabahçe görüşmesi” ile başlatabiliriz. Yaşar Büyükanıt-Tayyip Erdoğan görüşmesinden sonra aynı yıl bir de 5 Kasım Bush-Erdoğan görüşmesi olmuştu. Ondan sonra PKK’ye dönük kapsamlı hava saldırıları başlamış, Yaşar Büyükanıt’ın deyimiyle “PKK kampları BBG evleri haline” gelmişti. Ardından da Şubat 2008 Zap operasyonu yapılmıştı. Sonuçta ise PKK daha da güçlenmişti. Şimdi “Yeni strateji” diyerek AKP üç sene önceki yaptığını tekrarlıyor.


2007 sonundan bugüne AKP hükümeti kapsamlı hava ve kara operasyonları yaptı; fakat sonuç alamadı. Üç yılda üç kez “Referandum” denen seçimi yaptı; ama Kürt Hareketi karşısında başarılı olamadı. 14 Nisan 2009’dan bu yana süren kapsamlı siyasi operasyonlar yapıp binlerce siyasetçiyi hapse koydurdu; ancak demokratik Kürt siyasetini zayıflatamadı. Bu süreçte ABD ve AB’nin aktif desteğini aldığı gibi, İran, Suriye ve Irak’la da sıkı ilişki ve ittifak içinde oldu; ama bunlar da sonuç vermedi.


Şimdi AKP hükümeti “Yeni strateji” diyerek aslında eskiyi tekrarlıyor. Sadece kendinden önceki özel savaş hükümetlerinin yaptıklarını değil, aynı zamanda kendi yaptıklarını da tekrarlıyor. Şimdi yeni olan tek şey Kemal Burkay, Ozan Şivan gibi aydın ve sanatçılara dayalı “Alternatif Kürt Hareketi” yaratmaya çalışmasıdır. Güya askeri operasyonlar gerillayı ezecek, siyasi operasyonlar BDP’yi dağıtacak; geriye kalan artıkları da Kemal Burkay toplayıp sisteme dahil edecek! Böylelikle de AKP Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmiş olacak!


“Yeni” denen bu planın başarı şansı acaba ne kadar var? Bırakalım başarıyı da acaba herhangi bir yeniliği var mı?


Belli ki AKP’nin yaptıklarında bir yenilik ve dolayısıyla başarı şansı yoktur. AKP hükümeti tüm özel savaş uygulamalarını ve kendi yaptıklarını tekrarlamaktadır. Bununla da Kürt Hareketi’ni tasfiye etmesi zordur. Bırakalım tasfiye etmeyi de, öyle görünüyor ki bu sürecin sonunda belki AKP olmaz ama devlet PKK ile resmen masaya oturacaktır!..


Adil BAYRAM

AKP PKK'ye Karşı Neden Başarısız Olacak?

9 yıldır Türkiye’yi yöneten AKP iktidarı devletin bütün kurumlarına yerleşerek devletleşti.

AKP iktidarı geçtiğimiz 9 yıllık süreçte Fethullah Gülen cemaati ile yaptığı koalisyonla daha önce polis, yargı, devlet bürokrasisi, eğitim, medya ve ekonomi alanındaki bütün devlet kurumlarına yerleşti. Bu yılki 30 Ağustos törenleri öncesinde 2007 Nisanı’ndaki e- muhtıra bildirisi Türk Genelkurmayı’nın sitesinden kaldırıldı. Abdullah Gül ise ilk kez “Başkomutanlık” görevi ile 30 Ağustos kabullerini Genelkurmay’da gerçekleştirdi.


Böylelikle AKP ordu içinde de hakimiyetini sağlamış oldu. Bu hakimiyeti, AKP’nin Ergenekon’la da uzlaştığı ya da AKP’nin kendi Ergenekonu’nu yarattığı şeklinde de okuyabiliriz.


Ancak AKP’nin bu hegemonyası Kürtlerin direnişi nedeni ile geçersiz durumdadır. Türkiye toplumunu ekonomiden medyaya; polisten orduya kadar her alanda kontrol eden AKP, Kürtleri ise istediği gibi kontrol edemiyor. Kürtleri kontrol edemeyen AKP bu nedenle Kürtlere karşı topyekün savaş konsepti oluşturarak saldırma kararı aldı. AKP oluşturduğu savaş konseptinin “yeni” olduğunu söylese de uyguladığı yöntemlerin de yeni olmadığı ortaya çıkan uygulamalarla kanıtlanmış durumda. Uçak bombardımanları, valilelere verilen özel yetkiler, Genelkurmay’ın yalan yanlış açıklamaları, medyadaki psikolojik savaş haberleri, katledilen siviller, yakılan ormanlar bunun için yeterli örneği oluşturuyor.


AKP’nin yürüttüğü bu Kürt politikasını anlamak için de AKP’nin hangi koşullarda nasıl oluşturulduğuna bakmakta fayda var. Çünkü AKP gerçeği incelendiğinde günümüzde yürütülen Kürt politikaları daha iyi anlaşılabilir. Bu konuda gazetemizin yazarı Adil Bayram hafta başında çok güzel bir AKP analiz yaptı.


“AKP’yi vareden güçlerden birincisi 12 Eylül 1980’de yapılan Askeri Faşist Darbesidir. İkinci güç ise ABD’nin Ortadoğu çıkarlarıdır” belirlemesini yapan yazar Adil Bayram, AKP’yi yaratan iki gücün bu iktidarın önüne koyduğu görevi ise şu cümleler ile özetliyor: “AKP de kendisini yaratan bu iki gücün çıkarlarına göre hareket etmektedir. Bu temelde 12 Eylül darbe rejiminin başlattığı Türk-İslam sentezciliğini ideoloji olarak benimsemekte ve ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi temelinde siyaset yapmaktadır.”


AKP’nin Irak savaşı sonrası bölgede izlediği politikaların karakterine baktığımızda ABD’nin bölgeye yerleşmesi için izlediği yöntemler göze çarpar. Irak, İran ve Suriye ile ilişkilerinde bu ülkeleri ABD’nin müdahelesine açık hale getirmek Erdoğan’ın temel hedefidir. İsrail’e karşı çıkışlar yapsa da bütün bunların büyük bir oyunun parçası olduğu, yakın geçmişte Tunus, Mısır, Libya ve Suriye başta olmak üzere bu ülkelerde yaşananlara karşı AKP’nin aldığı tavırda açıkça görülmektedir. Erdoğan AKP’sinin PKK’ye karşı küresel güç dengeleri içinde ABD’den yana taraf olması ve bu güç ilişkelerinden topladığını PKK’yi ve Kürtleri ezmek için kullanması da bu nedenledir. Ancak AKP bu konuda hiç de şanslı değil. Çünkü AKP, 9 yıllık iktidarı boyunca PKK’ye karşı çeşitli tasfiye ve “entegre stratejileri” yürüttü. Ancak bunların hiçbirinden de sonuç alamadı. Askeri alanlarda daha da derinleşen ve genişleyen PKK gerçeğini artık herkes kabul ediyor. Gerillanın teknik donanım ve zengin taktiklerle sahip olduğu harekat kabiliyetine karşı başarısız ve dağınık hale gelmiş Türk ordu gerçekliği de herkesin kabul ettiği bir durum. AKP’nin içine girdiği anti-PKK merkezli diplomatik ilişkiler de sağlam bir zemine oturmuş durumda değil. Bu ilişkiler karşılıklı güvensizlik ve çıkar politikaları içerdiği için “tahterevalli” özelliği taşımaktadır. Yani AKP, kırılgan ve dengesiz ilişkiler içindedir.


Toplumsal olarak da PKK’nin tabanı 9 yıl boyunca daha da genişlemiş, PKK’nin etkilediği siyasal çizgi girdiği seçimlerde oylarını ve bileşenlerini daha da artırmıştır. Bölgesel gelişmelere karşı tavır ve politika oluşturulmasında da PKK, Tayyip Erdoğan’ın öncülüğündeki AKP’den çok daha iyi durumdadır. Sonuç olarak AKP sosyolojisinin, izlediği siyaset ve Özel Harp Cemaati’nden icazetli akıl hocaları ile PKK ve Kürtler karşısında yol alması mümkün değildir.


Baki GÜL

CHP, MHP ve AKP'nin Erdoğan Faşizminde Anlaşması


Ve tüm denklemlerin sonuna doğru geldik. 18 yıldır devlet PKK’ye, ateşkes için aracıları dilenci gibi gönderiyordu.

Ve tüm denklemlerin sonuna doğru geldik. 18 yıldır devlet PKK’ye, ateşkes için aracıları dilenci gibi gönderiyordu.

Yıllarca ateşkes, “devlet içinde çözümü istemeyenler var, onların elini zayıflatıp çözüm isteyenlerin elini güçlendirelim” şeklinde istendi. Sanırsam bu; ikili devlet oyunu ya da iki devlet oyunuydu. Oysa ortada ne iki devlet ne de ikili devlet vardı.

Kemalizm bu oyunla 85 yıl boyunca kendi dallarını devrimcilere budatmayı başardı. Yani tüm farklılıkları “devlet içinde bizim gibi düşünmeyenler var, elimizi güçlendirin” şeklinde aldattı.

Kimdir bu farklı düşünenler?

Kemalistler, İslamcılar, liberaller, sosyalistler...

Peki, çözüm isteyenler kimler?

Kemalistler, İslamcılar, liberaller, sosyalistler...

Aslında bu; dönemsel, dönüşümsel, birinin çözümcül diğerinin ölümcül oyunuydu.

Devletin şahin-güvercin oyunu aslında Kürt hareketinin siyasallaşmasıyla başlayan bir oyun değildir. Devlet tam aksine kendi içinde başardığı oyunu karşıtına da uygulamak istiyor. Yıllarca bir bütün olarak önce hem PKK hem Kürt halkı inkâr edildi sonra “PKK farklı Kürt halkı farklı” oyununa başladı bu başarılmayınca kendi türevleri aracılığıyla (bazı Kürtlere) “PKK ve gerillayı kabul ediyoruz ama PKK yönetimi ve Öcalan farklı amaçlar peşinde kabul edilir değil” şeklinde oldu.

Tüm ideolojilerin Kemalizm suyunda boğulduğu gerçeği Atatürk’ün “mevzu bahis vatansa gerisi teferruattır” sözüyle özetlenebilir. Aslında AKP dönemindeki açıkça yapılan sözüm ona müzakereler bu sözün özüne benzemektedir. Güya Öcalan farklı Kandil farklıymış.

Tüm bunlar tutmayınca tekrar tecrit tekrar ölüm...

Kürtler bu oyunlara hiçbir düzeyde kanmadılar, kanmayacaklarda. AKP projesi devleti güçlendirme projesidir. Zaten karşısında yıllarca savaşılan devletin ve devlet ideolojisinin her türlü farklılığın üzerinde güç olma durumudur. Devletin güçlenmesi sorunun ta kendisidir. Kurdistan ve Türkiye, devleti ve devlet kurumlarını tek elden daha da güçlendirmek en büyük savaş ilanıydı zaten. Aslında yıllarca oynanan oyunda devlet gücü olarak sadece asker işaret ediliyordu. Şimdi ise bu kurumun kendiside AKP’nin eline geçince devletin asıl gücünün maskesi düştü.

Asıl olan muhataplık ve aracı hikâyesi de komplodan sonra bitmiş oldu: Devlet bu aşamadan sonra her türlü imkâna rağmen doğrudan muhatap alınması yerine halen daha Kürt siyasetçilerini devreye koyması çözüm arayışının kendisinden değil, çözüm arayışı oyalamasıyla farklı çevreleri ateşkese meze etme durumuydu.

Devletin her türlü kurumunu, memurunu ordulaştıran AKP, bu kurumsallaşmanın zirvesine çıkınca savaşmasında ne yapsın?

Öyle ki şimdilerde tehdit edip yapamadığı hiç bir şey yoktur. Hedefi halindeki Kürt siyasi hareketi ve kurumları zaten AKP’nin tüm ordularının saldırısına uğradı. CHP Bloğa karşı güya radikalleştirildi. Faşizmin başkumandanı olması konusunda CHP, MHP ve AKP Erdoğan’da uzlaştı. Her ne kadar Kılıçdaroğlu barış ve diyalogtan bahsetse de bu ona verilen rolle ilgilidir. Eski Gladyo ve derin güçlere Baykal uygundu; yeni Gladyo ve derin güçlere Kılıçdaroğlu’nun uyumu söz konusu.

Çözümsüz her gün her saniye Kürtlerin aleyhine işliyor. Bu şekilde hem devlet kurumları daha da kurumsallaşıyor hem de öteden beri asimilasyonla hiçleştirme kurumları devam ettikçe asimilasyon gittikçe yeni boyut kazanarak bir halkı eritiyor. Bu durum zaman açısından Kürtleri ne pahasına olursa olsun Kürdistan’ı inşa etmekten başka bir şans bırakmıyor.

AKP’nin istediği bu sürüncemenin devam etmesidir. Asıl olan PKK’nin ya da devletin savaş ilan ettiği değil Kürt Hareketinin bu sürüncemeyi ret ederek pratik uygulamalara geçişi ve bunun karşısındaki devletin tepkisidir. Ortadoğu’nun bu kadar kaynadığı bir yerde AKP ve devlet ne sorunu çözmek istiyor ne de savaşın sürmesini istiyor. Buna rağmen Ortadoğu’da rol alınır mı?

Dünya’nın yeniden dizayn oluşunda Kürt Özgürlük Hareketi Lozan sonrası durumdan çok farklıdır. Böylece Suriye ve İran’da olası bir değişimde aktif rolle sahiptir. Öyle Kürt serhildanlarını bir ilde sürdür diğerinde kaldır dönemi bitmiştir. PKK hareketi Kürdistan’ın dört parçasında ve dünyanın her tarafında düzenli bir örgütlenmesi ve yenilmez bir gerilla gücü vardır. Bu yüzdende bu oyunun sonu gelmiştir. Devlet tekelden yönetilirken PKK hareketi tüm gücüyle hangi yöntemle olursa olsun çözüme kilitlenmiştir.  

Erdoğan’ın meclisten aldığı yetkiyle bundan sonra faşizm kumandanı olarak devletin tüm kurumlarını ordulaştırarak savaşmaktan başka şansı kalmamıştır. Neyse ki faşist kumandanın hazırladığı elli bin kişilik orduya karşı Özgürlük Hareketi fiilen de olsa eylemsizlik pozisyonunu bozdu.

Bakalım artık kendi televizyonlarının da söylediği gibi günlerce dağı taşı bombalayan savaş uçakları sonuç almasa bile hükümete ve ülkesine moral getirebilecek mi?

Ozan Erdem

AKP Büyük Operasyona Hazırlanıyor

BDP 4 Eylül'de kongreye gidiyor. Bu yeni dönemin kadrolarının seçileceği bir kongre olacak. AKP Hükümeti'nin, Kürt sorunu konusunda siyasal çözüm üretmekten çok uzak olduğu(en azından kısa vadede) açık bir biçimde görülüyor. AKP çevrelerinde egemen olan hava, başından bu yana parti yönetimince esas alınan, ”PKK'nin lider kadrosunun tasfiye edilmesi fikrinin” son süreçte uygulamaya konmak istendiği yönünde.

Kandil'e yönelik hava saldırısının Ramazan Bayramı'nda da sürdürülmesi, AKP'nin siyaset ederken de inandığını, hatta dayandığını iddia ettiği İslamla da pek dürüst bir ilişki içinde olmadığını kanıtlar düzeyde. AKP'nin dini bayramların ruhuna aykırı saldırganlığı da bunu gösteriyor. 17 Ağustos'tan bu yana Kürdistan'ı bombalayan Ankara'nın Bayram sonrası planlarını şimdiden okumak da bu nedenle güç değil.

Özellikle iktidara yakın basın kuruluşu ve kalemlerin bir süredir dillendirdiği Kürt siyasetçilere yönelik tutuklama listelerinin, "olgunlaştırıldığı" konuşuluyor Ankara kulislerinde. AKP hükümetinin ilk hedefi varlığından büyük rahatsızlık duyduğu Demokratik Toplum Kongresi(DTK) olacak. Bayram öncesi DTK'nin "yasal" durumunu Devlet Bakanı Bülent Arınç'ın açıklamaları ile ”tartışmaya” açan hükümetin buradan hareketle, DTK'nin kapatılması için harekete geçeceğine dikkat çekmek gerek.

Yine bugün AKP'de temsilini bulan sistem siyasetinin kendine bağımlı kıldığı camilerin, sivil cuma namazlarının ardından siyasetteki etkisini yitirmesi, iktidarın çaresizliğini derinleştiriyor. Bu yüzden İslam'ın özgürleşmesi de Ankara egemenliğinin bir başka mevzi kaybı olarak duruyor karşısında. Bu yüzden AKP Hükümeti'nin yasaklanması için harekete geçeceği diğer alan da sivil cuma namazlarıdır. Zira sivil cuma namazları, ”mutlak” sanılan Ankara egemenliğinin Kürdistan'da yıkılmak üzere olduğunun ciddi bir habercisidir.

AKP Kürdistan'da illegaldir...

Öyle ki Diyarbakır başta olmak üzere birçok Kürdistan şehrinde Ankara egemenliğinin bugünkü tezahürü AKP'nin bir illegal parti izlenimi verdiği açık. Seçim süreçleri dışında AKP'nin hemen hiç bir ilçe teşkilatı açılmıyor. İlçe teşkilatları Batı illerinde olduğu gibi faaliyet yürütemiyor. Buradaki ”faaliyet yürütememe” bir engelleme olduğundan değil, AKP politikalarının savunmak durumda-zorunda olan kadrolarının halkın arasında başı dik dolaşamamasından kaynaklanıyor. İlçe başkanlarının büyük bir bölümünün, ilçe başkanı olarak atandığı ilçelere yılda bir ya da iki kez uğramasının esbab-ı mucibesi de bundan.

Diyarbakır il merkezinde AKP il binası iki panzer tarafından korunuyor. Aynı panzerlerin, demokratik eylemlilikler sırasında Diyarbakır halkının üzerine saldırdığı düşünülecek olursa, bu panzerlerin il örgütlerinin önündeki işlevleri daha açık anlaşılacaktır. AKP'nin Kürdistan halkı ile arasında panzerler vardır. AKP kendisini destekleyenleri halktan kopartmış, Kürdistan'da kedine bağımlı bir "elit" yaratma peşindedir.

AKP, "yasalara" uygun bir partidir. Ancak DTK ile karşılaştırıldığında, Kürdistan'da meşru değildir. Kürdistan halkı nezdinde gayri meşrudur, illegaldir. AKP'nin Bayram sonrası Kürt sivil siyasetine karşı girişmeye hazırlandığı operasyonun amacı siyaseten nüfuz edemediği alanı zorla işgal etme denemesi olacaktır.

Sivil Kürt siyasetçileri hedefte...

AKP Hükümeti'nin öncülüğünde başlatılan hava saldırısı ile gerilla güçlerine yönelik imha amaçlı bombardıman sürerken, sivil alanda da benzer bir saldırının hazırlıkları tamamlanmış gibi görünüyor.

Çukurca'da katledilen BDP Van İl Genel Meclisi Üyesi Yıldırım Ayhan'ın, hedef seçilerek katledilmesi, AKP'nin sivil Kürt siyasal kadrolarına yönelik yeni yaklaşımının ilanı olarak algılanabilir. Yıldırım'ın katledildiği alanda hedef alınanlardan birinin de Van milletvekili Aysel Tuğluk olduğu biliniyor.

AKP hükümetinin halen yemin etmeyen BDP milletvekillerinin vekilliklerinin düşürülmesi hesabı yaptığı da açık. Buna göre hükümet, Ekim ayında meclisin açılması ile boykot tavrı devam ederse, vekillerin devamsızlık yoluyla vekilliklerinin düşürülmesi için harekete geçecek. Bu nedenle meclis başkanlığının, halen cezaevinde bulunan vekillerin mazeretli kabul edilip edilmeyeceği yönünde kesin bir karar açıklamamış olması da bunun bir göstergesi olarak kabul edilmeli.

Kürt muhalefetinin kararlı duruşu karşısında, tüm hesapları alt üst olan Türk Başbakan Erdoğan'ın, yüzde elli oy almasına karşın içine düştüğü acz, saldırgan politikalara dönüşmekte. Siyasal geleneğinde diyalog yoluyla sorun çözme yöntemi olmayan Erdoğan, sıkı sıkıya sarıldığı, ”tek millet, tek vatan, tek bayrak...” paradigmalarının iflas ettiğini kavrayamadığı sürece en iyi bildiğini düşündüğü şiddet yönteminden vazgeçmeyecek gibi görünüyor.

Mehdi Atay

Devrim Daha Yeni Başlıyor

Al Akhbar’a bir röportaj veren Gilbert Achcar, Arap halk hareketleri ile açığa çıkan yeni süreç için doğru tanımın “devrimci süreç” olduğunu belirtiyor. Bu süreçte asıl harekete geçiricinin halk kitleleri olduğunu, ABD’nin süreci geriden takip ettiğini ve kontrol altına almaya çalıştığını belirten Achcar, yeni egemenler ittifakının ABD ile Müslüman Kardeşler arasında oluşmaya başladığını ve bu ittifakın modelinin de AKP değil Pakistan olduğunu savunuyor. Söyleşide yeni sürecin özneleri, arka planı ve politik yansımalarına dair önemli tespitler bulacaksınız

Dima Charif: Sene başından beri Arap dünyasının tanık olduklarını tanımlamakta farklı terimler kullanıldı: Devrim, ayaklanma, halk isyanı, protestolar vs… En iyi tanım sizce nedir?


Gilbert Achcar:
İster bir bütün olarak bölgeden isterse de muvaffakiyet içerisindeki Tunus ve Mısır gibi ülkelerden bahsedelim; olup bitenlerin nasıl adlandırılacağına dair epey bir tartışma oldu. Aslında söz konusu iki ülkede bile “devrim” sözcüğünü kullanmaya karşı çıkan birçok insan var. Zira devrim sözcüğü, gerçekte öyle olmasa da, rejimin halkın istekleri uyarınca devrildiği izlenimi veriyor. Rejimin yalnızca başı ve en despotik ve yoz şahısları def edildi. Fakat rejimin omurgası yaşamaya devam ediyor. Bence bugün olup bitene ilişkin en iyi tanım “devrimci süreçtir.” Bu terim Mısır ve Tunus’ta olup biteni de açıklıyor. Aslında orada bütünüyle rejim değişimi gerçekleştiremeseler de, yadsınamayacak başarılar elde eden kitle eyleminin beraberinde devrimler oldu. Mısırlılar devrimlerinin başladığı gün onu “25 Ocak Devrimi” olarak adlandırmakta haklıydılar. Bu aslında büyük bir başarıdan ziyade kitlesel bir mitingin tarihiydi. Fakat bu halen devam eden ve şu anda kaderi üzerine mücadele verilen bir sürecin başlangıç tarihidir.


HAREKETİN ASIL GÖVDESİ, DESPOTİZM İLE ÇÜRÜME ARASINDA BİR BAĞ OLDUĞUNU ANLAYAN MARJİNAL, YOKSUL VE İŞSİZLERDEN OLUŞAN ÇOK GENİŞ BİR KİTLEYİ İÇİNDE BARINDIRIR


Sizce bu devrimleri kim yönlendiriyor: Marjinaller mi, milli burjuvazi mi, işçiler mi?


Durum ülkeler arasında değişiklik arz ediyor. Mısır, Tunus ve başka yerlerde iki can alıcı hususa (despotizm ve çürüme) karşı olan geniş bir toplumsal cephe bulunuyor. Bütün hepsi bu iki yöne karşı birleşiyor. Despotizmin daha az olup çürümenin gözlemlendiği ülkelerde kitle hareketlerinin, Mısır ve Tunus’ta hem despotizme hem de çürümeye karşı birleşmelerinde olduğu gibi aynı momentum yaşanmadı. Bu örneğin Fas’a mahsustur. Fas’ta çok şiddetli bir politik baskı yoktur; nitekim kral bazı demokratik değişimleri kurumsallaştırdı ve özgürlükler üzerindeki bazı kısıtlamaları kaldırdı. Kral protestoların hemen başlamasından sonra bir dizi reform önlemini ilan etti. Dolayısıyla politik değişim talep eden protestolar ve anayasal monarşi, Mısır ve Tunus’un momentine malik değildir.


Mısır, Tunus ve başka yerlerde başlıca iki hususa (despotizm ve çürüme) karşı olan geniş bir toplumsal cephe var. Hepsi bu iki hususa karşı birleşiyor. Toplumsal adaletsizlik ve yoksulluktan muzdarip olan kitleler, daha çok despotizme son vermekle alakadar olan daha varlıklı toplumsal gruplarla birlikte sokaklara çıktı. Bu toplumsal gruplar politik anlamda liberaldir. Toplumsal reformu desteklerler ve neoliberal ekonomik politikalara karşı çıkabilirler; fakat bu grubun takipçileri, hepsinden önemlisi zamanımıza özgü olduğunu düşündükleri bir demokrasi ve özgürlük payesi peşindedir. Bunlar modernitenin savunucusudur.


Hareketin asıl gövdesi, çürümeye ve toplumsal statükoya kızan ve despotizm ile çürüme arasında bir bağ olduğunu anlayan marjinal, yoksul ve işsizlerden oluşan çok geniş bir kitleyi içinde barındırır. Bu cepheye sol ve işçi hareketi dahil olmaktadır. Bunlar, işçi hareketlerinin Mübarek’in yıkılışını hızlandırdığı Mısır ve Tunus’ta araçsaldı.


Bu yüzden Mübarek’in devrilmesi, aşırı soldan aşırı sağa geniş bir güçler spektrumunu bir araya getirdi. Fakat Mübarek defedilir edilmez, Silahlı Kuvvetler Yüce Divanını destekleyen Müslüman Kardeşler, Selefi dinsel akımların beraberinde siyasal güçlerin yeni bir gruplaşması ve devletin gelecek biçimi üzerine diğer güçlerle -solcu ve liberal- birlikte ortaya çıkan farklılıklar gelişti.


ABD, Arap devrimlerinden ne istiyor? Trenin arkasından mı gidiyor, üstünde mi, yoksa başını mı çekiyor?


Amerika kesinlikle olup bitenin başını çekmiyor. Washington ve onun müttefiki Siyonist devlet, Arap dünyasındaki değişimlerle ilgili olarak son derece kaygılıydı ve öyle olmaya devam ediyor. İsrail basınından bildiğimiz kadarıyla, Suriye rejimi için bile kaygılılar zira, Suriye en azından bir istikrar tedbiri sağlıyor. Fakat ABD olup bitenler konusunda tamamen şaşkına dönmedi. Bu Wikileaks belgelerinde aşikârdı. Ne olup bittiğini, özellikle rejimlerin çürüdüğünü biliyorlar. Despotik rejimlerle alakası olduğunu biliyorlar fakat bunlar aynı zamanda kendi işbirlikçileri. Bu tür rejimlerin sonsuza dek süreceğine ilişkin bir yanılgıları yok ve halkın huzursuzluğunun farkındalar.


George W. Bush yönetiminde ABD, bölgedeki demokratik değişimin şampiyonu gibi davrandı çünkü Kitle İmha Silahları yalanı ortaya çıktıktan sonra Irak’ın işgali için bir bahane sunması gerekiyordu. 2005’te ABD’nin Arap müttefikleri, cüret konusunda Bush yönetiminin ciddi olduğunu göstermek üzere birkaç yüzeysel demokratik reformla ağır baskı altına girdi. Washington Suudi müttefiklerini 30 yıl zarfında ilk defa (yalnızca erkek seçmenler ve meclis koltuklarının yalnızca yarısını içeren) belediye seçimlerini gerçekleştirmeye ikna etmeyi başarmıştı. Mübarek’i Müslüman Kardeşlere mecliste yüzde 20 yer vermeye zorlayarak bir nebze güvence eşliğinde parlamenter seçimleri gerçekleştirmesi için sıkıştırdılar. Mübarek bu nedenle her zamanki mesajını yolluyordu: Gerçek seçimleri istiyorsanız, politikalarınıza karşı koyan İslamcı grupları ikna edeceksiniz. Bu Washington’da daha önce hüküm süren çizgiyi pekiştirmeye hizmet etti: demokrasiden bahsetmek ABD ve onun müttefiklerinin kullanması açısından iyi bir ideolojik silahtır; fakat İsrail’e desteğinden ötürü ABD düşmanlığının yoğun olduğu Ortadoğu’da bu işlemez.


MISIR’DAKİ “DÜZENLİ GEÇİŞ” 1980’LERDEKİ TÜRK SENARYOSUDUR

Washington, Mübarek’in eski seri planları ve isteksizce kabullendiği sınırlı demokratikleşmeyi yürürlükten kaldırmasıyla umutsuzluğa sürüklendi ve tamamen hile karıştırılan 2010 seçimlerinden kesinlikle rahatsız oldu. Bu Kahire ile Washington arasında gerilime neden oldu; nitekim ABD Mübarek’in ömrünü tamamladığını ve iktidarda kalmasının ABD çıkarlarını tehlikeye atacağını fark etti. Dolayısıyla Washington protesto hareketi başlar başlamaz, Tunus’tan ders aldıktan sonra, tamamen şaşkın değildi. ABD, kendisini sübvanse ettiği için ABD’yle en organik bağa sahip Mısırlı aktör orduyu arbedenin dışında kalmaya sevk etti. Protestoların barışçıl doğasına seslenen ABD yönetiminin beyanları, Mısır ordusunun baskıya katılmaktan kaçınmasına yönelik mesajlardı. Baskıya katılmak, ordunun Mübarek sonrası dönemi idare edebilmesini zorlaştırarak, ordunun bölünmesine neden olabilirdi. Washington’un sıkça tekrarlanan “düzenli geçiş” çağrıları, “başlıca müttefikimiz kati bir şekilde kontrol altında kalırken iktidarın demokratik dönüşümünü destekliyoruz” anlamına geliyordu. Bu 1980’lerdeki Türk senaryosudur: ordu idaresi altında, ordunun denetleyici rolünü muhafaza ettiği ve stratejik çıkarlara yönelik bir tehdit ortaya çıktığında müdahale edebildiği sivil bir devlete barışçıl geçiş.


Amerika bugün nefes nefese olup biteni takip etmeye çalışıyor, hala olayları kontrol altına almaya çalışmakla meşgul. En açık örnek Libya’daki müdahaledir. Tunus ve Mısır’daki korku bariyeri yıkıldıktan sonra orada bir halk isyanı vardı. Fakat Libya bir petrol devletidir ve bu, Batı emperyalizmi, yani ABD ve müttefikleri açısından ciddi bir meseledir. Bu nedenle müdahale Batılı ülkelerin isyanı yönlendirip onu içermesini sağlarken, bu ülkelerin Arap dünyasındaki değişimin ortağı ve yandaşları olarak imajını desteklemeyi amaçlıyordu. Batı, Tunus ve Mısır’daki protestocuların ABD ve İsrail karşıtı sloganlar etrafında hareket etmedikleri için rahatlamıştı. Bu politik bir belirti olarak yorumlandı fakat bu bir hataydı. Bu tür sloganların yükselmemesinin nedeni, protestocuların büyük çoğunluğunun bunda mutabık olması değildi; bilakis o noktada öncelik yerel despotizmden kurtulmaktı. İnsanlar on yıllardır halk protestosunu susturmak için ulusal davaya sığınan rejimlere tanık oldular.


LİBYA İSYANI İLK HAFTALARINDA “YABANCI MÜDAHALEYE HAYIR” SLOGANINI YÜKSELTMİŞTİ VE HALEN BİLE DIŞ DESTEĞE DÖNÜLDÜKTEN SONRA MÜDAHALEYİ REDDEDİYORLAR


Libya’da iktidarın görece barışçıl bir geçişle kullanabileceği Mısır ordusu gibi bir kurumu yok; bu nedenle Batı askeri olarak müdahale etmeye karar verdi. Libya isyanı ilk haftalarında “yabancı müdahaleye hayır” sloganını yükseltmişti ve halen bile dış desteğe dönüldükten sonra müdahaleyi reddediyorlar. Ancak Batılı güçler yerini neyin alacağını bilmeden Kaddafi rejiminin düşmesini istemiyor. Herkes NATO müdahalesinin asıl olarak petrol güdüsüyle yapıldığını biliyor. Libyalı isyancılar da bunu biliyor. Batı isyancıları silahlandırmayacaktır; Batı onların askeri eylemini sınırlar ve onlara şartlar koşar. Ancak rejim bir kez çöktüğünde, Batı olayların seyrini orada bulunmadan kontrol edemeyecektir. Mısır ve Tunus’un tersine Libya’da rejimin devrilmesi, mevcut devlet aygıtının parçalanması anlamına gelecektir. Tunus ve Mısır ile Libya ve Suriye arasındaki temel fark, Libya ve Suriye’deki rejimlerin başlıca bileşenlerinin egemen ailelere organik bir şekilde bağlanabilmesi için silahlı kuvvetleri yeniden örgütlemiş olmasıdır. Aile olmadan kurumun hayatta kalabildiği ve onu tanımadığı Tunus ya da Mısır senaryosunun tekrarı mümkün değildir. Libya ve Suriye’de rejimin çöküşü, kitlesel bir kurumsal boşluğa neden olacaktır.



Rejimlerin devrilmesinden sonra bölgede İslami bir gelecek tasavvur ediyor musunuz? Mevcut Türk yönetim modeli Arap devletlerine uyacak mıdır?


Mevcut Türk deneyimi Arap dünyasında bulunamayacak üç bileşene dayanıyor: Ordunun temsil ettiği sekülarist bir gelenek, (bir noktaya kadar) demokratik bir anayasa ve fundamentalist İslami hareketten ayrılan ve temel bir dönüşüm geçiren bir parti. Türkiye’nin Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), İslami mirası modernlikle birleştirmeye çalışan muhafazakâr bir partidir. Avrupa’daki Hıristiyan Demokrat akımlara daha yakındır. Öyleyse hangi temelde bir Türk modelini benimseyebiliriz? Örneğin Mısır’ı ele alın. Ordu laikliği destekleyen bir kurum değildir. Müslüman Kardeşler, sloganları “Tek Çözüm İslam” olan, her anlamda fundamentalist bir partidir. Bir Türk modelinin oluşması için, Özgürlük ve Adalet Partisi gibi bugünkü Müslüman Kardeşlerin politik aldatıcı dış görünüşünden ziyade modernleşmeci bir İslami partiye ihtiyaç olacaktır. Bu, özellikle genç üyeler arasında Müslüman Kardeşlerden ayrılan gruplar tarafından yaratılabilir. Mısır ordusuna gelince, Sedat’ın zamanından beri birçok zaafını örtmek için ideolojik bir tuzak olarak dini kullanmaya meyillidir. Biz aslında Türk modelinden daha ziyade Pakistan modeline -ordu fundamentalist ittifakı- daha yakın olabiliriz.


ABD İLE İDEOLOJİK BAKIMDAN ORTAKLIĞA EN AÇIK OLAN MÜSLÜMAN KARDEŞLER’DİR. KATAR VE TÜRKİYE BU MESELEDE ARACILIĞA KALKIŞIYOR


Olayların nereye varacağı hakkında spekülasyon yapmanın anlamı yok çünkü süreç halen ilk aşamalarında ve yerleşik olana dek yıllarca inişler ve çıkışlar olabilir. Nihai olarak nasıl ve ne tür bir dengeye varılacağı değişen güçler dengesine dayanır. Mısır örneğinde, iktidarın iplerinin kontrolünü, ekonomik ve sosyal düzenin muhafazasını ve (buzdağının görünen yüzünü temsil etmek üzere denenen birkaç şahıs yerine) rejim görevlilerinin elde tutulmasını sürdüren ordu kurumu aracılığıyla rejimin hayatta kaldığı aşikârdır. Washington, kamu desteğine sahip ABD dostu siyasal güçlerin yokluğunda, demokrasinin Arap dünyasında gedik açmasıyla birlikte mevcut oyuncuları kendi tarafına çekmek zorunda kalacağı sonucuna vardı. ABD ile ideolojik bakımdan ortaklığa en açık olan Müslüman Kardeşler’dir. Katar ve Türkiye bu meselede aracılığa kalkışıyor.


Dolayısıyla Washington ve Müslüman Kardeşler arasında bir ittifak başlangıcına tanık oluyoruz. Eskiye nazaran hareketin ABD ve İsrail’e karşı beyanları daha ılımlı hale geldi. Ordu ve Müslüman Kardeşler, işbirliği içerisindeler. Müslüman Kardeşler iktidarı almaktan daha ziyade hükümete katılma arzusunda olduğunun garantisini veriyor. Böylece Washington’la yeni bir sayfa açılıyor. Müslüman Kardeşler’e yönelik resmi Amerikan çizgisinde de açık bir değişim gördük. Mısır’daki işbirliği doğrudan doğruya Filistin uzlaşma gayretini pekiştiriyor. Filistin Yönetimi Lideri Mahmut Abbas, Washington’u hiçe sayarak Hamas’la uzlaşma adımı atamazdı. Son tahlilde Müslüman Kardeşler’in ABD ve onun 1950’ler ve 1960’lardaki istihbarat servisleriyle yakın işbirliği içinde olduğunu unutmamalıyız.


1948’de İsrail’in kuruluşundan sonraki yirmi yıl boyunca halk hareketine çeşitli biçimler altında Arap ulusalcı hareketi egemen oldu. 1967 yenilgisi ulusalcı akımı zayıflattı ve 1970’lerde hâkim pozisyonunu koruyamayan radikal solun yükselişine tanık olundu. Geçiş dönemi boyunca fundamentalist akım da yükselişteydi ve Arap rejimleri, çoğunlukla İslami hareketleri finanse eden Suudi krallığıyla birlikte, sola karşı koymak için onu kullandı. Daha sonra dini akımın Batı karşıtı bir yönelime evrilebileceğini ve Batı çıkarlarına bir tehdit oluşturabileceğini gösteren 1979 İran devrimi ortaya çıktı. Bu değişim bölgedeki politik döngüyü belirledi. ABD, Afganistan’da Sünni fundamentalizmiyle devam eden işbirliğinde kanıtlandığı gibi, Sünni ve Şii İslam arasında bir ayrım çizmeye çalıştı. Ne var ki Kuveyt saldırısından sonra birçok Sünni hareketin benimsediği pozisyon kendileriyle Suudi krallığı ve ABD arasında bir gedik açtı. Şimdiye kadar dini akımlar otuz yıldır, İran devriminden günümüze kadar, egemen oldular.


2009’dan beri bu evrenin son bulduğu ve yeni bir evrenin başladığına dair belirtiler vardı. 2009’da halk protestolarıyla karşılaşan İran modeli krize girdi. Aynı zamanda Mısır’daki sınıf mücadelesinin ve işçi hareketlerinin yükselişi, özellikle Tunus ve Fas gibi birçok ülkedeki toplumsal çatışmaların keskinleşmesi, yaklaşmakta olan olayları işaret ediyordu. Dini akım doğası ve programı bakımından farklılıkları olan bu mücadele türünden uzak durur. Bunlar önemli emarelerdi.


SOLUN DURUMU BİR ÜLKEDEN DİĞERİNE FARKLILIK GÖSTERİYOR. İŞÇİ HAREKETİ TUNUS’TA ÖNEMLİ BİR ROL OYNARKEN MISIR’DA DAHA AZ ETKİLİDİR


Bugün yeni bir politik aşamaya giriyoruz fakat bu halk hareketine önderlik için üç gücün çekiştiği bir geçiş dönemidir. Birincisi son olaylardan güçlü çıkan dini akımdır. Fiilen önceki zamanlarda yegane muhalefet olduktan sonra şimdi bunlar hareket içerisindeki diğerlerinin arasında bir güce indirgeniyor. İkinci güç kapitalistlerden daha ziyade çoğunlukla üniversite mezunları, öğrenciler, işsiz mezunlar ve toplumsal anlamda reformist olan entelektüellerden oluşan orta sınıfların yeni liberal akımıdır. Bu gruplar tek bir partide örgütlenmek yerine belli ölçüde bir uyumu olan bir ağ oluştururlar. Üçüncü güç işçi hareketi ve bir dizi müttefik solcu oluşumdur. Solun durumu bir ülkeden diğerine farklılık gösteriyor. İşçi hareketi Tunus’ta önemli bir rol oynarken Mısır’da daha az etkilidir.


Devrimci bir süreçten geçiriyoruz ve bu sürecin geleceğini tahmin edemeyiz. Bununla birlikte yıllardır insanlar bölgedeki herhangi bir uyanışın yalnızca dini gruplar tarafından gerçekleştirebileceğini düşünürken, şimdi başka güçlerin halk hareketine önderlik etmede onlarla rekabet halinde olduğu gün gibi ortadadır.



İsrail bütün bu halk ayaklanmalarına ve devrimlerine tahammül edebilir mi?


1960’larda ulusalcı akımın radikalleşmesi ve yükselişiyle birlikte Suudi Krallığı bu akımı savuşturması için Amerikalılardan kendi Dahran hava üstlerini tahliye etmelerini istedi. ABD İsrail’le askeri bir ittifak kurulması açısından askeri birliklerinin Körfez’den çıkışının yerini dolduracak bir şey bulmuştu. Siyonist devlet 1967’de elde ettiği zaferden sonra ABD’nin en önemli müttefiki olarak desteklendi ve İran devrimi İsrail’in önemini daha fazla arttırdı. Bu durum 1990’da ABD’nin bölgede askeri bir yeniden yapılanmayı düzenlemesi açısından kendisine eşsiz bir fırsat sağlayan Irak’ın Kuveyt saldırısına kadar devam etti. İsrail’in değeri bu nedenle azaldı.


O zamanlar Washington kendisine karşı hınç körükleyen Filistin sorununu çözmenin gerekli olduğunu varsayıyordu. 1991’de Washington ve Tel Aviv arasında eşi görülmemiş bir baskı ve gerilim dönemi ortaya çıktı. Madrid Konferansı toplandı ve iki yıl sonra Oslo anlaşması imzalandı. Fakat bunların sınırları çok geçmeden netlik kazandı ve 2000’de İkinci İntifada’yla birlikte fiilen sona erdiler.


2001’deki 11 Eylül saldırıları Washington’un Siyonist ittifakını restore etti. Ardından ABD’nin Irak’taki başarısızlığıyla birlikte dizginler İsrail’e verildi. Elbette karşı karşıya olduğumuz devrimler İsrail açısından bir endişe kaynağıdır. Fakat aynı zamanda Siyonist devlet bunları, bütün Arap rejimlerinin sendelediği bir zamanda ABD çıkarlarının perspektifinden bir istikrar abidesi olarak kendi duruşunu güçlendiren bir şey olarak görüyor.


SURİYE İÇİN YALNIZCA İKİ OLASILIK GÖRÜYORUM: YA KANLI REJİM DAHA FAZLA ŞİDDET VE BASKIYLA VARLIĞINI SÜRDÜRÜR YA DA BİR İÇ SAVAŞ PEYDA OLUR


Suriye krizine gerçekçi ne tür bir çözüm olabilir?


Açıkçası pürüzsüz bir iktidar geçişi olasılığı, oradaki gaddarca baskıdan ötürü, zamanla kayboldu. Bu halkın büyük bir kısmı ile rejim arasında muazzam bir hasımlık yarattı. Ordunun baskıya dahil olması aynı zamanda komutanların rejime bağlı kalarak muazzam çıkar elde etmelerini sağladı: Rejimin devrilmesi kendilerinin sıkıntıya girmesi demekti. Rejimin geri adım attığını düşünmüyorum. Baskıyı arttırıyor ve bu baskı durumu daha da kutuplaştırdı. Başlangıçtaki reform taleplerinin acımasız baskıyla karşılık verildiği her yerde bu taleplerin rejim değişikliği taleplerine dönüştüğünü gördük. Rejimlerin Fas ve Ürdün’de olduğu gibi daha dirayetle hareket ettiği yerlerde talepler, reformla sınırlı kaldı. Bugün Suriye’de protesto hareketi en asgari biçimde mevcut anayasanın ilgasını ve serbest seçimlerin yapılmasını kabul edecektir. Fakat Suriye rejiminin bunu kabullendiği göremiyorum. Eğer Esat görevi hemen aldıktan sonra başladığı reformları devam ettirmiş olsaydı mevcut durumdan kurtulabilirdi. Suriye için yalnızca iki olasılık görüyorum: Ya kanlı rejim daha fazla şiddet ve baskıyla varlığını sürdürür ya da bir iç savaş peyda olur. Rejimin çöküşü kendi silahlı organlarının çökmesi neticesinde vuku bulabilir. Eğer bu olacak olursa, bir iç savaş olacaktır.


Devrimci süreç bütün bölgede devam ediyor. Altı ay içerisinde Arap dünyasının neye benzeyeceğini kimse bilmiyor. Bütün seçenekler açık ve aslında bu seçeneklerden bazıları da korkutucu. Yine de çok uzun bir karanlıktan geçiyoruz ve şeyler ancak yeni değişmeye başlıyor.


[Al Akhbar’daki Arapçadan İngilizceye çevirisinden Akın Sarı tarafından 5deniz (Sendika.Org) için çevrilmiştir]

Eric Toussaint: ''Bu Küresel Kriz On ya da Yirmi Yıl Sürecek''

Buenos Aires, Ekonomi gazetesinden Pablo Waisberg’in, 16 Ağustos 2011 tarihinde Eric Toussaint ile yaptığı söyleşi

Belçikalı siyaset bilimci, krizden ağır darbe alan, İspanya, Yunanistan, İrlanda, İtalya ve Portekiz gibi ülkelerin borçlarının iptal edilmesini talep etti.


“Üçüncü Dünyanın Borçlarının İptali Komitesi” Başkanı, siyaset bilimci Eric Toussaint, “ülkelerin merkez bankası yöneticilerinin krizin kontrol altında olduğunu ifade ettiklerini, fakat yalan söylediklerini ve bu krizin bir ya da iki on yıl daha süreceğini” söyledi. Kötü bir tahmin gibi gelebilir. Ama bir yıl önce Eric Toussaint bu gazeteye, yaşlı kıtanın “patlamaya hazır bir durumda” bulunduğunu ve ekonomik değişimlerin derinliğinin bu patlamaların büyüklüğü doğrultusunda olacağını, belirtmişti.


Eric Toussaint Cenevre’den, İspanya ve Yunanistan’da “Öfkeliler” ortaya çıkmış olsa da yaz tatilinin bir emniyet supabı görevi yaptığını ve böylece “Avrupa’daki toplumsal hareketliliğin, Aralık 2001’de Arjantin’de yaşanan ayaklanmanın düzeyine ulaşmadığını” belirtti [1].


Bu kriz ne kadar şiddetli?


Çok yüksek. Merkez bankası başkanları, yorumcular, hükümetler ve egemen medya durumun kontrol altında olduğunu belirtirken bariz bir şekilde yalan söylüyorlardı. Biz, biraz 30’lu yılların şartları içinde bulunuyoruz: Şiddetli darbe 1929 yılının Ekim ayında geldi fakat banka iflasları 33 yılında patlak verdi ve 29–33 yıllar arasında Amerikalı yetkililer her şeyin kontrol altında olduğunu söylediler. Biz, on ya da yirmi yıl sürecek olan bir kriz içinde bulunuyoruz.

Krizin nedenleri nedir?


Son dört yıl içinde ABD ve Avrupa hükümetleri tarafından alınan ekonomik önlemlerdir. Kriz, 2007’nin Haziran / Temmuz aylarında başladı. 2008 yılında Lehman Brothers’ın[2] iflası ile tavan yaptı ama güçlü darbe 2008’in Ekim ayında Avrupa’ya ulaştı. Daha sonra da Euro Bölgesi’nin en zayıf halkaları düştü. Önce Yunanistan sonra İrlanda ve birkaç ay önce de Portekiz. Şimdi İtalya ve İspanya’ya geliyor ve bütün gücü ile ABD’ye geri dönüyor.

Sistemik bir kriz mi?


Sistemik ama ölümcül değil. Kapitalizmi kendiliğinden çökertecek ölümcül bir kriz yoktur. Kapitalizm her zaman kriz geçirir çünkü onun metabolizmasının bir parçasıdır, ancak kapitalizmin sonu halkların ve hükümetlerin bilinçli eylemiyle gelecektir. Bizler, ekonomik durgunluk, depresyon, daha sonra biraz büyüme ve yeniden düşüş dönemlerinin içinde dolaşıp duracağız.

Niçin 2008 yılında işe yaramayan geleneksel uyum reçetelerinde ısrar ediyorlar?


Bu politikalara karşı direnç yetersiz olduğu için.

Bu krizi farklı politikalarla aşma imkânı var mı?


Bankaları aralarında tasarruf ve yatırım alanlarında ayrılmaya zorlamak için daha fazla kredi kontrolü ve mali disiplin tedbirleri ile Roosevelt tipi bir çıkış olabilirdi. Buna ek olarak, yüksek gelirli kesimlere daha fazla vergi uygulanması, bunun sonucunda eşitsizliklerin azalması ve kamu maliyesinin iyileştirilmesi…

Ayrıca, son otuz yıl içinde Avrupa ve ABD’de özelleştirilen ekonomik sektörleri yeniden devletleştirmek ve bankaları devletleştirmek gibi daha radikal bir politika da uygulanabilir. Bunun yanı sıra Yunanistan, Portekiz, İrlanda, İtalya ve İspanya’nın borçlarının silinmesi…


Bu iki çıkıştan birini olası görüyor musunuz?


Her şey toplumsal hareketlenmeye bağlı. Avrupa, 2001 yılının Aralık ayında Arjantin’de yaşanan ayaklanma seviyesine ulaşamadı. Amerika Birleşik Devletleri’nden bahsetmeye gerek bile yok. Orada büyük toplumsal hareketlenmeler olmuyor. Daha ziyade Çay Partisi ile aşırı sağın aktivizmi var. Amerikan halkının neoliberalizmin daha da derinleşmesini kabul edeceğine inanmak bana zor görünmesine rağmen 1935–36 yılları arasında gelen protestolara yol açan 1930 yılı krizinin nasıl olduğuna bakmak lâzım.


Çevirenin notları:

[1]
2001 Arjantin Ayaklanması (Arjantinazo): 19 Aralık 2001 akşamı patlayan ve hükümetin devrilmesiyle sonuçlanan antikapitalist halk ayaklanması. Ekonomik krize giren ülkede boy veren hoşnutsuzluklar ve yağma olayları sonucu 19 Aralık akşamı sıkıyönetim ilan edilmişti.
[2] Lehman Brothers: Merkezi ABD'nin New York kentinde bulunan bir ABD'li yatırım bankasıydı. Ağırlıklı olarak sabit faizli hisse senetleri ile çalışırdı. 2004 yılı itibarıyla dünya çapında yaklaşık 20.000 çalışanı vardı. 15 Eylül 2008 tarihinde iflasını açıkladı. 613 Milyar dolar borcu ile ABD tarihinin en büyük iflasına neden oldu.


[Global Research’teki İspanyolcasından Atiye Parılyıldız tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

ABD Taşeronluğu, Halk Düşmanlığı Makyajla Saklanamaz!

Davutoğlu-Clinton.jpgTayyip ve Davutoğlu ikilisinin yürüttüğü politikalar, ABD politikalarının doğrudan taşeronluğu olarak gündeme gelmektedir. Sonuçları ülkemiz ve bölge halkları için çok büyük olumsuz sonuçlar doğuracak bir kanlı tezgahın aktörlüğüne soyunmuş durumdalar.

Bu yılki Yüksek Askeri Şura süreci daha önceki yıllara göre daha “kanlı” geçti. Emekliliği gelmemiş olmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti ordusunun komutanı istifa etti. Onunla birlikte, bir ay sonra emekli olacak olan üç kuvvet komutanı da istifa etti. Bu üçünün istifası önemsiz gibi görülse/gösterilse de burada asıl feragat ettikleri kendilerinden sonra gelecek olan komutanların belirleneceği karar sürecinde (YAŞ’ta) bulunmamaktır. Komuta kademesinin ilerleyişinde yıllar önce yapılan planlar bozulmuştur ve artık komuta kademesi ordunun kendi iç hiyerarşisi tarafından belirlenmemektedir.


Pekiyi, bu belirleme inisiyatifi AKP’ye mi geçti? Daha doğrusu, AKP’nin “bağımsız” çıkarları tarafından mı belirlenecek artık? Sonda söyleneceği başta söylemekte yarar var; ABD’nin doğrudan müdahil olmadığı bir ordu yapılanması bizim gibi “bağımlı” bir ülkede mümkün olamaz. TC Ordusu, Amerika’nın komuta ettiği NATO’nun, en büyük ikinci ordusudur. Ordu hiyerarşisinde yükselmekte olan ya da yükselecek olan her kurmay ABD’de bir eğitim sürecinden (tezgahtan) geçer ve daha “parlak”ları da mutlaka Belçika’daki NATO merkezinde bir süre çalıştırılır. (Bu süreçlerde ABD’nin gücüne bizzat şahit olduklarındandır ki AKP’ye açıktan “savaş” ilan edememektedirler). Özellikle içinde bulunduğumuz dönemin özellikleri nedeniyle yani ABD’nin Irak’ta, Afganistan’da, Libya’da (ve olası Suriye’de) sıcak savaş içinde olduğu bir dönemde AKP’nin , TC ordusunu oyun hamuru haline getirmesini dışarıdan izleyeceğini iddia etmek safdillik olacaktır. Zaten AKP’nin yeni dönemindeki en yoğun ziyaretçi trafiğini de ABD’liler oluşturmakta. Hatırlanacağı gibi ilk gelen dışişleri bakanı olmuştu, onu yeni seçilen CIA Başkanı takip etti ve ardından bir takım özel temsilciler. Ve bu ziyaretlerin hepsinin ortak konusu; ekonomik, sosyal, kültürel meseleler değil, askeri meselelerdi.


Gerek NATO üzerinden gerekse de doğrudan kurulan bir dizi ilişkiye rağmen, ABD bu değişimi neden istemektedir? Bu konuda tarihten bir örnek belki yardımcı olabilir, hatırlanacağı gibi Turgut Özal, 1. Körfez Savaşı’na (ABD’nin yanında) Türkiye’yi sokmak için kırk takla atıyordu. İnsan hayatını ekonomik çıkara tahvil etmiş, “bir koyarız üç alırız” lafıyla halkı ikna turlarına başlamıştı. Ancak ordunun üst kademesini bir türlü ikna edemedi ve hatta bu girişimi engellemek için o zamanki genelkurmay başkanı Necip Torumtay istifa etti. Özal’ın ülkeyi savaşa sürükleyememesinin önemli nedenlerinden “biri” budur. ABD ve AKP’nin (Erdoğan, Gül, Arınç üçlüsünün) üzerinde anlaştığı konu; ordunun siyasal karar merciinin dışına çıkarılması ve “görece” özerkliğinin tamamen ortadan kaldırılmasıdır. Çünkü yeni sürprizler istememekteler. Ve dereyi geçerken at değiştirmekle karşı karşıya kalmak yerine, baştan seçtikleri ata binmek istiyorlar.


Bu seçme işi kritik. Ordu içinde “üst kademelere yükseliş düzeninin” bozulması ve kimin yükseleceğine karar verme merciinin AKP’ye geçmesi, doğallığında komutanların kime “yanaşmak” gerektiğini de bilmelerine neden oluyor. AKP’yle “çok iyi” geçinenler artık apolet sayısını arttırabilecek, uyum sağlayanlara dokunulmayacak, uyum sağlayamayanlar için ise adres belli; Metris ve Silivri. Bu konuda yeni genelkurmay başkanının pragmatist kişiliğinin ABD ve AKP’nin tercihinde belirleyici olduğunu söylemeye gerek var mı? “Kimyasal Necdet” diye bilinen yeni komutanın bu lakabı, savaş kurallarını bile hiçe sayıp 1999’da Kürtlere karşı kullandığı ve 20 gerillanın ölmesine neden olan kimyasal silahlardan aldığını bilmiyorlar mıdır? Ayrıca bu komutana AKP medyasının aldığı, daha doğrusu almadığı tutum da ilginç; daha önce neredeyse her yeni gelen genelkurmay başkanına ertesi gün “itibarsızlaştırma” operasyonu çeken -ki hatırlanacağı üzere en ünlüsü İlker Başbuğ’un İsrail’deki Ağlama Duvarı’ndaki fotoğrafıdır- gerici medya, bu kez sessiz bir alkış tufanı içinde.


Bu “yeni” durumun getireceği bir takım sıkıntılı sonuçlar da olacaktır kuşkusuz! Bunların başında Kürtlerle sürdürülen savaşta siyasi iktidarın yani AKP’nin daha doğrudan sorumlu olması, sorumlu gösterilmesi gelecektir. “Ben yapmadım, o yaptı” mazeretinin yerine başka gerekçeler bulmak zorundalar. Artık bu sorun karşısında AKP sadece siyasi sorumlu değil, aynı zamanda askeri sorumludur da.


Bir diğer sıkıntılı sonuç, en azından kısa vadede “dış askeri görevlerde” yaşanabilecektir. Hele hele ABD’nin anlaşıldığı kadarıyla yakın zaman planına dahil ettiği Suriye konusunda. Bu kadar kendi iç dedikodularına boğulan bir orduyu motive etmek, hazır hale getirmek zor olsa gerek!


Suriye konusunda AKP ve ABD’nin kafa kafaya verip bir takım önemli kararlar aldığı, sadece Tayyip’in açıklamalarından bile anlaşılmakta. Ne diyor Tayyip, “sabrımız taştı” diyor, “Suriye’deki sorunları bir dış sorun olarak değil, iç sorun olarak görüyorum” diyor, “ gereğini yaparız” diyor. Özellikle bu “iç-dış sorun” üzerinde durmak gerek. Bu lafı “haklı” kılabilecek tek maddi gerekçe -ki “Suriye toprakları bizimdir” demiyorsa- Suriye’den Hatay’a “sığınan” göçmenler. Ve bilindiği gibi bu durum AKP ve ABD tarafından bizzat örgütlendirilmişti. Hatırlanacağı gibi daha sınırdan girişler başlamadan aylar önce Türk ve Amerikan heyetleri bölgeye gidip çadırların kurulacağı yerleri bile belirlemişti. Taşları, akıllarınca önceden döşediler.


Tüm işaretler Suriye’nin artık açık hedef haline getirilmeye çalışıldığını gösteriyor. Suudi Arabistan, Kuveyt ve Bahreyn olayları gerekçe göstererek Şam Büyükelçilerini geri çekiyorlar. Kendileri “demokrasi aşığılar” ya. Bahreyn’deki halk ayaklanmasını (ABD’nin gözetiminde) şiddetle bastıran, üstelik bunu Suudi Arabistan’ın askeri katkısıyla yapan onlar değil. Kuklaları büyükelçilerini çekerken ABD Büyükelçisi muhaliflerin merkezi Hama’yı ziyaret ediyor. Obama’nın Suriye ilgisi, 2005’ten beri boş bulunan Şam Büyükelçiliği’ne bu yılın başında atama yapmasıyla zaten kendisini göstermişti.


“Komşularla sıfır sorun” politikasının zihni sinir üreticisi Dışişleri Bakanı Davutoğlu da Suriye’ye 38. ziyaretini yapmakla övünüyor. ABD’nin yapamadıklarını, üstün meziyetlere sahip bu şahıs 38 ziyarette yapabilmiş mi? Tayyip ve Davutoğlu ikilisinin yürüttüğü politikalar, ABD politikalarının doğrudan taşeronluğu olarak gündeme gelmektedir. Sonuçları ülkemiz ve bölge halkları için çok büyük olumsuz sonuçlar doğuracak bir kanlı tezgahın aktörlüğüne soyunmuş durumdalar. Kılıçdaroğlu bile kokuyu almış olmalı ki, Tayyip’e “Suriye’ye askeri müdahalede mi bulunacaksınız?” diye soruyor.


Amerikan taşeronluğunun eninde sonunda ülke içindeki muhalefeti büyüteceğinin farkında olan Tayyip, bir taraftan kendi popülaritesini artıracak toplum mühendisliği icraatlarını arttırırken –ki bu konuda teslim aldığı medyanın katkısını unutmamak gerek- diğer taraftan en geri muhalefet biçimlerine bile içişleri bakanlığı (polis operasyonları) ve adalet bakanlığı (özel yetkili savcılar) aracılığı ile bastırmaya çalışıyor. Daha önceki örneklere son hafta yaşanan iki örneği de eklemek gerek; İçişleri Bakanlığı Hopa’ya Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü kurma kararı aldı ve hatta 50 polisin atamasını yaptı bile ve Ankara’da duvara Genç Umut yazan bir Liseli, özel yetkili savcı tarafından tutuklandı. Niye? Çünkü Tayyip’in karizmasını çizmek büyük suç, çünkü o karizmaya ihtiyacı var. Bunu yapanlar en büyük cezaya çarptırılmalı ki başkaları bir daha cesaret edemesin! 16-17 yaşındaki gençleri cezaevine göndermek gençleri yıldırmaz ama büyüklerini yıldırır. AKP’nin asıl hedefi de bu zaten, o “aklı başındakilere” korku salmak. O “aklı başındakiler” korkudan evlerinde otursa da bu ülkenin onurlu insanları Tayyip’in Amerikan taşeronluğu politikaları ve halk düşmanlığı makyajını onun eline yüzüne bulaştıracaktır.


Bu arada, bu dönemin “gizliden gizliye” yürüyen hazırlıklarına da dikkat çekmek gerek. Ustalık döneminin yeni bakanları harıl harıl çalışıyor. Ve en dikkat çekeni de kuşkusuz Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer. Eğitim alanında önümüzdeki 4 yıl kapsamlı bir dönüşümün ilk işaretleri verilmeye başlandı bile. Dinçer, öğretmenlerin KPSS’den sonra kendi branşlarında da seçme sınavına alınacağını, ayrıca üç aşamalı yeterlilik eğitiminden geçeceklerini açıkladı. (Üç aşamalı yeterlilik eğitimi demek zaten kendi kadrolarını seçmek için kılıf oluşturmak demek). Kendisi yetersiz olduğu için bilgi hırsızlığı (intihal) yaparak profesör olabilmiş birinin başkalarının yeterliliğini sorgulaması AKP iktidarında olağanlaştı. Aynı durum ÖSYM Başkanı şifreci Ali Demir için de geçerli değil mi zaten?


Yapılacak çok iş var ama hepsi çok kolay! Çünkü bunların neresine el atılsa elde kalacak kadar zayıflar!


Sendika.Org

Mehmet Metiner: ''Konuşmayı Hatırlamadım, Ama İstifaya Hazırım''


AKP Adıyaman milletvekili Mehmet Metiner Youtube düşen ses kaydıyla ilgili olarak "İspatlasınlar, istifa etmeye hazırım" dedi.

Bugün
Youtube'a düşen ses kaydında Mehmet Metiner, "Ben Tayyip Erdoğan'la demokratik bir Türkiye inşa edileceği kanaatinde değilim. Bir yerlerden icazet almaya çalıştı. Kürt sorununda çok antidemokratik ve geri" ifadelerini kullanıyor.

Konuyla
ilgili açıklama yapan Metiner, bu konuşmayı hatırlamadığını, Adıyaman'daki bayramlaşma sohbetleri sırasında böyle bir beyanda bulunmasının mümkün olmadığını iddia etti.

Metiner
, "Ben 2001 yılında HADEP'in Genel Başkan Yardımcısı'ydım. Bu dönemde böyle bir konuşma yapmış olabilirim " diyerek bu kaydı yayınlayanların amacına ulaşamayacaklarını söyledi..

Siyaseten tasfiye edilmek istendiğini vurgulayan
Metiner, ‘‘Eğer bu ses kaydının Adıyaman'daki bayramlaşma ziyaretinde çekilmiş bir ses kaydı olduğunu ispatlarlarsa ben hemen partimden ve milletvekilliğinden istifa etmeye hazırım" dedi.

ANF NEWS AGENCY

Kandil'i Bombalamak


Devletin
başındakiler, daha önceleri içinde Kürt kelimesi geçen bir cümle kurduklarında inanılmaz derecede umuda kapılırdım. “Bu kanlı hikâye galiba nihayetlenecek,” diye kendimi iyimser duygulara kaptırırdımŞimdilerde ise, devletten birileri, çoktan birilerinin ekmek parasına dönüşen Kürt sorunu hakkında, orta yere çıkıp “Yaşasın Kürdistan” diye nara atsa bile ilgimi çek(e)mez.


            O yüzden,
            Her tarafı kana bulanmış bu mesele hakkında, kötü senaryolar üzerinden çıkarımlar yapar oldum. Sanırım ve korkarım ki oraya doğru gidiyor. Geçenlerde Türk basını, Kandil’le yönelik devlet planlarını yazıyordu.


            Olası değil ama düşündüm, “Kandil yerle bir edilse Kürt sorununda ne değişecek?” diye. Kocaman bir hiç. Tam aksine, Kürt gerillasına yönelik her şiddet eylemi gittikçe derinleşen bu meselenin çözümünü zorlaştırıyor. Devletin bunu gör(e)müyor olması mümkün değil. Bırakın Kandil’i ortadan kaldırmayı, Diyarbakır’ı yerle bir etseler dahi, hakları gasp edilmiş Kürtlerin, hakkı iade edilmeden Kürt ve Kürdistan meselesi çözülemez. On yıllardır süregelen savaşın bizlere öğrettiği budur.


            Kürt coğrafyasında iki çeşit Kürt vardır. Biri Kürt kökenli olanlar, ikincisi de Kürtler. Devlet, Ankara’ya taşıdığı Kürt kökenli Kürtlerin eline birer elma şekeri yerleştirip, yanaklarını okşayarak bu meseleyi çözeceğini sanıyor. Bilinsin ki, bu mantıkla sittin sene bir arpa boyu yol alamaz. Barış antlaşmaları savaşan taraflar arasında yapılır. Lakin, Kürt kökenli olanların, devlete kazık atarak geçimlerini sağlamak dışında bir yaptıkları yok. Bunu söylediğinizde ise, Kürt kökenli Kürtler,“ Sana benzemek zorunda mıyım?” diye çıkış yaparlar. Tabi ki, hayır. Renksiz ve muhalefetsiz bir Kürt dünyasını ben de istemem. Ama orta yerde cansız bir ceset gibi duran bu kanlı meselden beslenmek en hafif ifadesiyle “ölü eti” yemektir.


            Bu nedenle;
            Kürt sorununu çözme noktasında muhatap alınacak tek taraf vardır; canı ve malı gittiği halde barışta ısrar eden Kürtler

 
            Başa dönecek olursak,
            Kürt kökenli Kürtlerin aklıyla hareket eden devletin, Kandil’i yerle yeksan ettiğini düşünelim. Hatta, gece yarısı bir operasyonla beş milyon Kürdü yok ettiğini düşünelim


Kaldırımlardan söktükleri taşlarla, mahallelerini esir almaya çalışan panzerleri geri püskürten, Kürt çocuklarını yenmiş mi olacak!

            Bunca yıldır süregelen savaşın aritmetiğini iyi yapan en ebleh insan dahi bilir ki, Kürdün coğrafyasında şiddet, şiddeti büyütmüştür.

 
            Savaşın bilançosu üzerinden kazanımları değerlendirmek çok acımasızca bir bakış açısı ama gittikçe derinleşen bu savaşta bilinen tek doğru vardır; Kürtler bu sefer kazanacak!



            Son zamanlardaki şiddet olaylarını bu bakış açısıyla değerlendiriyorum. Ne PKK yenilecek, ne de gün geçtikçe Tansu Çiller’e dönüşen Erdoğan anlayışı muktedir olacak. Daha önce olduğu gibi, her iki taraftan da yanan ocaklara yenileri eklenecek, yanan yandığıyla kalacak ve ölü eti yiyerek beslenenler, yanan ocaklar üzerinde aşlarını pişirmeye devam edecek.
           
             M.Salih Erol
 
salihmehmet_1@hotmail.com