31 Ağustos 2011 Çarşamba

Kürt Sorunu ve Barışı Savunmak

Yeryüzünde hangi dinden, ırktan, dilden olursa olsun en fazla telaffuz edilen kelimenin adı “barış” olsa gerek

İnsanoğlunun bu kadar fazla zikrettiği, ama bir türlü hakkını veremediği kelime araştırılsa bu da barış olurdu herhalde. İnsanın insana yaptığı en büyük zulmün adı savaş ise, bunun karşısında insanlığı sunulabilecek en büyük hazine de barıştır.

Elbette barış kavramı insanlık tarihine sadece kutsal, ulvi vb sıfatlar ile anılmak için girmemiştir. İnsanoğlunda oluşan iktidar olgusunun bir sonucu olarak, açgözlülük, kazanma hırsı ve daha fazla güç isteği, her zaman kanla sonuçlanmıştır. İnsanlık tarihine baktığımızda en büyük trajediler paylaşım savaşı ve iktidar kavgaları ile yaşanmıştır.

Kavgalar, savaşlar ne kadar büyük olursa olsun, insanın niyetlendiği nokta hep barış olmuştur. Dolayısıyla savaş, ölüm, yok etme ve tüketme karşısında barış; yaşama, yaşatma ve paylaşma iradesi ve temennisi olmaktadır.

Savaş -barış diyalektiği bugün de insanoğlunun en önemli gündemidir. Dünyanın dört bir yanında savaşlar sürerken, bunu bertaraf etmeye dönük barış mücadelesi de sürüyor ve sürecek. Dünyada belki de en fazla şiddete maruz kalmış bir coğrafyanın çocukları olarak söyleyebiliriz ki o yüzden barış bu topraklarda daha bir kutsiyet kazanmaktadır. Dört bir yanımızdan her gün ölüm haberleri alırken ve savaş olgusu bir kısır döngü gibi Orta doğu halklarını kasıp kavururken ve her gün biraz daha insanı tüketirken, güçlendirilmesi ve haykırılması gereken en güçlü sesin barış olduğu gerçeği, her zamankinden daha yakıcı bir şekilde kendini hissettirmektedir.

Türkiye’de barış çok mu uzak


Türkiye
dünyanın her hangi bir bölgesinden daha farklı değildir. Az gelişmişlik, demokrasi yoksunluğu ve bilinçsiz toplum olgusu, Türkiye’nin geçmiş tarihinden bu yana bir şiddet sarmalının içerinde devinmesine sebep olmaktadır. Bir çok medeniyetin açığa çıktığı ve dünya kültürüne katkı sunduğu bu coğrafya, maalesef kültürel zenginliğinden ziyade her zaman yaşanan çatışmalarla ve kanla anılmıştır. Türkiye’nin jeopolitik, stratejik konumu, emperyalist sömürge politikalarının rolü ve sayabileceğimiz bir çok etken bu coğrafyada savaşın azalmamasına sebep olmuştur. Bu gerçekliği bir yere not etsek de bu coğrafyanın kanla anılmasının en büyük sebebi yine insana dayanmaktadır. Yönetme kültürü, çoğulcu zenginliği kucaklama, onunla barış içerisinde büyümek yerine her zaman tek tipçi bir anlayış ile topluma dayatma ve yönetme isteği olunca, egemenlerin geri ve tekçi hükümranlıklarını sürdürmesinin yegane yolu olarak şiddet politikaları devreye giriyor. Yönetenlerin bu değişmeyen tarzı, halklarımızın en büyük talihsizliği olurken, geriye karşısında duran yönetilenlerin yani halkın taleplerini ve barışı savunmasındaki geriliği kalıyor.

Tarihsel olarak bakıldığında Selçuklulardan, Osmanlı’ya ve oradan da cumhuriyete kadar kuruluş süreçleri şiddet üzerinden gerçekleşmiştir. Devletlerin kuruluşunda halkın çoğulcu kültürel yapısı ve taleplerinden ziyade iktidar azınlığının uygulamak istediği modeller esas alınmıştır. İktidarlarını zor üzerine kuran rejimler iktidarlarını da sürekli bir zor ve baskı politikasıyla devam ettirmişlerdir. İktidarların tekçi anlayışlarına ve zor politikalarına karşı halklar meşru direnme haklarını kullansalar da bu, barışın sağlanmasına ve kökleşmesine yetmemiştir.

Türkiye’de barış olgusu irdelenirken, bir de halklarımızın barış arzusunun ne kadar güçlü olduğuna bakmak gerekiyor. Yönetenle yönetilen arasındaki ilişkinin sınıfsal boyutunu ve karakterini ret etmemekle beraber daha sade düşündüğümüzde bu coğrafya halklarının da barış konusunda çok dillendirmesine rağmen ısrarcı olmadığını kabul etmek gerekiyor.

Kürt sorunu ve Türkiye’de barışı savunmak


Kavram olarak barışı savunmak ve mücadelesini yürütmek savaşmaktan daha zordur. Egemenlerin kafalara yerleştirdiği milliyetçilik ve kutsal devlet anlayışı savaşı kutsar pozisyona getirmektedir. Savaşın nedenleri, haksızlığı, açtığı yıkımları düşünmek, tartışmak ve karşı çıkmak yerine, bilerek olmasa da savaşın destekçisi olan bir toplum gerçekliği var. Savaşın diliyle konuşan, zihniyetiyle yaşayan bir topluma haliyle barışı kavratabilmek ve örebilmek hiç kolay olmamaktadır, lakin halkların özgür, eşit ve huzur içerisinde yaşamasının başka bir çaresi de bulunmamaktadır.

Türkiye yakın tarihi bir savaş tarihidir, adını ne koyarsak koyalım, Kürt sorunu konusunda yaşananlar bir savaş gerçekliğidir. Paşaların “düşük yoğunluklu çatışma” yönetenlerin ”dış mihraklı terör” olarak dillendirmesi savaş gerçekliğini değiştirmiyor. 27 yıldır filen süren 40 bin insanın hayatına, milyonlarca insanın göçüne ve zindanlardan geçirilmesine mal olan bu durumu başka türlü ifade etmek mümkün değildir. Sorunun çözümü öncelikle sorunun adını doğru koymaktan geçiyor. Yaşanılanların savaş olduğu gerçeğini dillendirmeden barışı savunabilmek ve onu gerçekleştirebilmek mümkün değildir. Kürt halkının bu durumu iliklerine kadar yaşaması gerçeğidir ki barış Kürt halkı tarafından daha fazla dillendiriyor.

Barışı halka mal etmek

Türkiye’de barışı sağlamanın yegane yolu öncelikli olarak yaşanılan savaş gerçekliğini halka anlatmaktan geçiyor. Bu sağlanamadığı müddetçe Türkiye’de güçlü bir barış hareketi örmek mümkün değildir. Halka mal olmamış, halkın içerisinde olmadığı bir barış hareketi gelişemez. Yaşanılanlar bunu kanıtlamaktadır. Ölümlerin toplumu esir aldığı günlerde dahi barışı haykıran cesur sesler olmuştur, lakin bu sesler hep güdük kalmıştır. Türkiye’deki barış aktivistleri elit görüntüsünden kurtulamamıştır. Türkiye’deki barış girişimleri aydınların, sol siyasetlerin ve en güçlü olarak Kürt halkının içerisinde olduğu girişimlerin ötesine geçememiştir. Yapılan imza kampanyaları, barış aktiviteleri günlük yaşamın parçası haline dönüşmek yerine belli takvimsel günlerle, kampanyalarla sınırlı kalmıştır. Bunun için de toplumda ete kemiğe büründürülememiş, halka mal edilememiştir. Verilen mücadeleyi küçümsememekle beraber bu realiteyi de göz ardı etmemek gerekiyor.

Türkiye’de barışı savunmak ve mücadelesini geliştirmek bir elzemdir. Barışın hayat bulması halk hareketine dönüştürmekle mümkündür. Halkın içerisinde olmadığı barışın yaşaması mümkün değildir, bu da Türkiye halklarını barış konusunda daha duyarlı hale getirmekle mümkündür. Türkiye halkları, barışı Kürt halkı kadar ihtiyaç görüp savunmadığı müddetçe barışı sağlamak mümkün değildir.

Ergin Doğru

Tayyip Erdoğan Ya Gidecek Ya Gidecek

AKP’nin Kürdistan meselesini çözmeyeceği, gençlerin deryalar halinde akan kanlarını durdurmayacağı, Türkiye ve Kürdistan halklarını boğan ağır sorunları ortadan kaldırmayacağı açık bir netlikle ortadadır. Kim ki hala AKP’nin halk yararına bir şeyler yapabileceğini söylüyorsa -şayet akıl ve düşünce felci geçirmemişse- o vicdanını satmış bir sahtekârdırTayyip Erdoğan’ın demir yumrukla yönettiği gerici AKP, dokuz yıl önce neyse bu gün de o dur. Yarın da aynı olacaktır.
 
Katırın doğurması nasıl imkânsızsa AKP’nin de halka özgürlük ve zenginlik getirmesi öyle imkânsızdır. O, kendisinden önceki tüm iktidarlar gibi bu diktatörlük düzeninin bekçiliğini, militanlığını ve tetikçiliğini yapmaktadır, yapmaya da devam edecektir. Bu nedenle hak ve özgürlük isteyen her kesime, kadına, gence, esnafa, işçiye, öğrenciye, Kürde, Türk’e, Rum’a, Çerkes’e… herkese düşmandır ve onlarla savaş halindedir. Bu onun varlık nedenidir, yoksa yaşamını sürdüremez.
 
AKP’nin boy hedefi olmak için silahlı örgüt mensubu olmak, ya da Kürt olmak gerekmiyor. Hak ve özgürlük isteyen herkes hedeftir, düşmandır. Düşman muamelesi görmek için aykırı ve muhalif olmak yetiyor. 
               
Türkiye ve Kürdistan ezilenleri özgürlüğe ve esenliğe kavuşmak istiyorsa AKP ve onun despot liderinden kurtulmak zorundadır.  Buna  AKP’ye oy verenlerin de şiddetle ihtiyacı var. Çünkü bu düzen onları da ezip sömürmektedir. Ama bu böyle sürüp gidemez, gitmemelidir! 
 
Sivil halk muhalefeti tarihi rolünü oynayıp Tayyip Erdoğan yönetimini siyaset mezarlığına yolcu etmeli ve kendi demokrat iktidarını kurmalıdır. Bu başarılamayacak bir iş değildir. Güçlü bir irade ortaya konulursa AKP siyaset sahnesinden çekilmek zorunda kalacaktır. Ateş böceği güneşin yanında ne ise Tayyip Erdoğan ve AKP de halkın kudreti karşısında odur.
               
BDP’nin bu hafta sonu yapacağı kurultay AKP için sonun başlangıcı olabilir. Genel başkan adayı olduğum kurultaydan umduğum sonuç çıkarsa birkaç aylık yoğunlaştırılmış bir hazırlıktan sonra AKP altı ay içinde istifa etmek zorunda kalacak.
 
Peki bu nasıl olacak?
 
Hayatın her alanında sergilenecek güçlü bir muhalefetle AKP nefes alamaz hale gelecek ve kontrolü tamamen kaybedecek. Çok basit bir sivil itaatsizlik bile AKP’yi şoka sokabilir. Örneğin yüz binlerce insan kimlik taşımaz ve resmiyette kendilerini başka isimlerle tanıtırsa, hepsinden parmak izi alınıp DNA testi mi yapılacak?! Yüz binleri, milyonları kapatacak stadyum türü hapishaneler mi yapacaklar? Gençleri askere hangi ad ve kimlikle götürecekler? Evlilikler ve doğan çocuklar nüfusa kaydedilmezse AKP ya da başka hükümetler ortaya çıkacak böyle bir kargaşada düzeni nasıl sağlayacak? Öğrenciler derste kendi dillerini konuşursa eğitim ve öğretim nasıl sürdürülecek? Şehirlerde, hükümet konaklarının dibinde teneke ve düdük çalınarak mahşeri bir gürültü koparsa, Tayyip Erdoğan o teneke ve düdükleri hapishanelere mi kapatacak? Halk kendi meselelerini yargıya götürmezse mahkemeler ve karakollar ne iş görecek? Ekonomik bir boykot başlatılır, arz ve talep dengesi altüst olup Yunanistan’ dan daha da ağır bir bunalım patlak verirse hangi babayiğit ekonominin direksiyonunda kalabilecek?
 
Sistemin kapısına kilit vuracak daha da etkili nice sivil proje uygulanacak. Böylece AKP felç olup kontrolü elden kaçıracak, yönetemez ve iktidarını sürdüremez hale gelecek.
               
AKP’nin sonunu hazırlayacağını düşündüğüm öneri ve projelerimi kurultay konuşmamda tek tek dile getireceğim. AKP şunu bilsin ki, umduğumuz gelişmeler olursa artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
               
Canımız pahasına da olsa Tayyip Erdoğan ve AKP ya gidecek ya gidecek. Onlar gidecek, halkın tüm sorunlarını sırtlayacak özgürlükçü bir hükümet gelecek. 
 
Saygılarımla
 
alinakmahmut@hotmail.com

Libya'da Savaşın Amacı ''Petrol Ganimeti''

NATO destekli Libya'daki muhalifler Albay Kaddafi'nin başkent Trablus'taki karargâhını ele geçirmesiyle birlikte emperyalist ülkeler arasında Libya’nın petrolü rekabeti başladı. ABD’li emlak kralı Donald Trump da “Libya’nın petrolü savaş ganimetimiz. Almazsak asiler bizden daha zengin olacak” diyerek ülkesinin görüşünü dile getirdi.
İslamcı muhaliflerin Trablus’a girmesinin ardından Batılı ülkeler arasında petrol rekabeti başladı. Libya’nın petrol üretimi küresel petrol talebinin yaklaşık yüzde 2’sini karşılamasına rağmen Libya petrolünün kalitesi batılı ülkelerin iştahını kabartıyor. Sülfür oranının düşüklüğü nedeniyle ‘tatlı’ olarak nitelenen Libya petrolü, kolay ve ucuza rafine ediliyor.

Avrupa’daki rafinerilerin çoğu sadece bu ham petrolü rafine edebildiği için İtalya başta olmak üzere Avrupa ve ABD’den şimdiden Libya’nın petrolü için sesler yükselmeye başladı. Batılı ülkeler özellikle de NATO ülkeleri, muhaliflere sağladıkları destek karşılığında, Libya petrolünün ülkelerindeki önemli petrol şirketleri tarafından çıkarılması konusunda kendilerine garanti verilmesini istiyor.


Libya’nın petrolüyle ilgili en çarpıcı açıklama ise Amerikalı ünlü emlak kralı Donald Trump’tan geldi. Trump ‘Libya’nın petrolü savaş ganimetimiz, asilere bırakmayalım’ dedi.


Emlak kralı ve Cumhuriyetçi partinin ateşli üyesi Trump, Fox TV’nin sabah programına telefonla bağlanarak “Bütün yükün altına biz giriyoruz, NATO’yu ekonomik ve askeri olarak biz destekliyoruz, ülkemiz iflas ediyor, neden Libya’nın petrolünü biz almıyoruz. Biz Libya’nın petrolünü almazsak, Libyalı isyancılar bizden daha zengin olacak” ifadelerini kullandı.


Libya ile ilgili açıklamalarıyla gündeme oturan Trump, “Biliyorsunuz eski zamanlarda ne zaman bir savaş kazandığınızda, muzaffer olan ganimeti alır. Petrolü ellerine geçirecek olan Libya’daki tüm bu isyancılar, Amerikalılar’dan daha zengin olacak” diye konuştu.


Trump, bu yılın başında da Irak’la ilgili benzer açıklamada bulunarak “Orada kalmalıyız ve petrol almalıyız, şayet almazsak, askerlerimiz boşa ölmüş olacak” demişti.


Libya’daki petrolün en büyük talibi İtalya’da ise sesler yükselmeye başladı. İtalya Dışişleri Bakanı Franco Frattini, İtalyan petrol şirketlerinin gelecekte Libya’da bir numaralı rolü üsteleneceğini söyledi.


İtalya’nın, eski sömürgesi Libya’da, petrol sahalarından, savunma ve inşaat sektörlerindeki milyarlarca dolarlık sözleşmelere kadar çok geniş bir alana yayılmış çıkarları bulunuyor.


Bu arada Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız “Libya’da güvenlik sağlanabiliyorsa, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın (TPAO) Libya’daki çalışmalara yeniden başlamasını istiyoruz” ifadelerini kullandı.



İran Ordusunda Kara Harekatı Hazırlığı

İran ordusunun Kandil'e yönelik kara harekatı hazırlıklarını sürdürdüğü belirtildi. İran'ın bu gece yada yarın bir kara operasyonu başlatabileceği ifade ediliyor.

İran'ın yaptığı yığınağın 5 Eylül'e kadar süreceği ve Güney Kürdistan'ın 5-7 kilometre içlerine doğru bir kara harekatının yapılacağı iddia edildi.
Yerel kaynaklardan edinilen bilgilere göre, Hamza Seyudil Şoda Karargahı'nın komutasında hareket eden çok sayıda İran askerinin, Qani Zerde'den geçip Deşta Wezne'ye doğru ilerlediği öğrenildi. İran sınır hattının Şehid Ayhan, Zele, Xakurke taraflarına da yığınağın sürdüğü bildirildi. 

Urmiye'ye bağlı Serdeşt İlçesi'ndeki Seyudil Şode Karargahı'na çok sayıda obüs, havan, ağır silah ve askerin yerleştirildiği iddia edilirken, yine İran ordusuna bağlı kırmızı sancak taşıyan milislerden oluşan Besiç Güçleri'nin de sınıra doğru yola çıktığı bildirildi. Dola Tuyê'de iki günden beri askeri yığınak yapıldığı belirtilirken, İran ordusu içindeki korucu kaynaklardan edinilen bilgilere göre ise, kapsamlı kara harekatının 5 Eylül'de başlayacağı ileri sürüldü. 

Irak Hükümeti, Federal Kürdistan Hükümeti ile İran arasında Xinere-Xakurke hattına doğru İran sınırından 7 kilometre, Kandil hattına doğru ise İran sınırından 5 kilometreye kadar operasyon yapılabileceğine dair antlaşma imzalandığı iddia edildi. 
 
Sözkonusu antlaşmaya göre bazı köylerin İran'ın operasyon hattı içerisinde olacağı bu nedenle Federal Kürdistan Asayiş Güçleri'ne bağlı peşmergelerin Xakurke ve Xinere'de bazı köylere giderek Türkiye ile İran'ın sınır ötesi operasyon yapacağı bilgisini verip yurttaşların belli bir süre köylerini terk etmeleri yönünde köylülere bilgi aktardığı ileri sürüldü.

Fırat Haber Ajansı

Savaşın Bütçesi Neden Gizli Tutuluyor?

Siyasi ve askeri operasyonlarını tüm şiddetiyle sürdüren AKP Hükümeti, hava harekatı ağırlıklı yeni bir sınır ötesi operasyon başlattı. AKP Hükümeti de son 30 yılda 300 Milyar dolar harcama yapılan bu kirli savaşa bu yıl da 20 Milyar dolar bütçe oluşturdu ve harcamaya başladı. Türkiye ekonomisin al aşağı eden yoksuların ve emekçilerin cebinden çıkarılarak Kürt halkına karşı kirli bir savaşta kullanılan bu para savaşa değil de barış için harcansaydı Türkiye’nin bugün dünya ekonomisinde çok ileri bir yeri olacağı belirtiliyor.

Kürdistan’da kirli savaşın 2000’lerdeki yürütücüsü olan AKP Hükümeti’de bu gerçekliğin farkında. Ancak, AKP’liler, "20 yılı aşan zaman içinde yapılan hesaplara göre Türkiye askeri harcamalara yaklaşık 300 milyar dolar kaynak aktarmıştır. Ülkemiz bu parayı başka şekilde kullansaydı, şimdi dünya ülkeleri içinde 7. sıradaydık" diyerek bir gerçekliğin altını çizseler de geçmiş hükümetler den daha fazla savaşa bütçe ayırıp kullanmaktan geri durmadılar.


Türk devletinin Kürdistan’da yürüttüğü kirli savaş bütçesinin ayrıntıları ise ‘gizli’ tutuluyor. Operasyonların maliyeti kamuoyundan gizleniyor, bu milyarlarca doların nerelere harcandığı ise bilinmiyor. Keza, bu paranın her türlü savaş suçunda, gaz, napalm ve diğer uluslar arası yasak olan savaş araçları satın alınıp kullanıldığı düşünüldüğünde ‘gizli’ tutulmasının nedeni de ortaya çıkıyor. Yine bu ayrıntılar Türkiye kamuoyuna sunulduğunda kirli savaşın nasıl bir savaş rantı da doğurduğu aşina olacak.


KİRLİ SAVAŞ BÜTÇESİ OLUŞTURULDU


AKP Hükümeti tıpkı Çiller ve Demirel Hükümetleri’nde olduğu gibi bütçede en yüksek payı savaşa yani Savunma Bakanlığı’na ayırıyor ve bu para buradan ordu ve polise aktarılıyor.


AKP Hükümeti’nin 2011 yılı bütçesinde ordu ve emniyete toplamda ayırdığı 20 milyar dolarlık bütçesini Kürdistan’da yürüttüğü topyekun kirli savaşta kullanmaya başladı. AKP Hükümeti önce bu bütçenin bir kısmını 50 bin kişilik özel ordu yani diğer bir deyimle‘yeni kontr-gerilla ordusu’ kapsamında harcamaya başladı. Ardından da, yüzlerce karakol inşaası, silahlı imamlar projesi, özel birlikler, askeri helikopterler 116 adet yeni savaş uçağı siparişi ve sınır içi ve ötesi gerillaya karşı operasyonlar da kullanıyor.


AKP KİRLİ SAVAŞA SU GİBİ PARA AKITIYOR


Türkiye ve Kürdistan’da işsizlik, yoksulluk, sağlık, eğitim, kültür ve spor alanlarında yaşanan dar boğaz her geçen gün arta dursun AKP Hükümeti ise deyim yerindeyse kirli savaşa ‘su gibi’ para akıta dursun. AKP’nin bu yılın başında almaya karar verdiği sadece yeni savaş uçakları için Toplum da artan‚barış’ taleplerine kulak kapatan AKP yeni savaş uçakları alımı için halkın ve emekçinin cebinden 10 milyar dolar aktaracak. Türk devleti ABD ve İngiltere’nin başını çektiği ve 9 ülkenin aralarından bulunduğu konsorsiyum dan satın alınacak yeni F-35 Savaş Uçakları,2014 yılında TSK envanterine girecek ve budan sonra Kürdistan’da yürütülecek savaşta halen kullanılan F4 ve F16 uçaklarının yerini alacak.


10 MİLYAR UÇAĞA 4 MİLYAR HELİKOPTERE


AKP sadece uçak değil askeri helikopterler içinde para çeşmesini açmış durumda, AKP 2010 yılının son ayında 4 milyar dolar tutarındaki 121 adet Scorsky ve Agusto helikopter alımı konusunda son aşamaya gelmiş durumda. Toplam 4 milyar doların yatırılacağı helikopterlerin daha çok dağlık alanlara yönelik bombalamada kullanılacak tipte olmaları dikkat çekiyor.


KÜRTLERE ASKERİ KARAKOLLAR ‘HEDİYE‘ ETTİ


AKP topyekun savaşta sadece uçak ve helikopter alımı ile kalmadı bir de Kürdistan’da yüzlerce yeni karakolun da startını verdi. Kürdistan’a yatırım yapmamak için bin bir yol bulan AKP, sıra askeri ve polis karakollarına gelince kesenin ağzını açıyor. 2009 yılında İçişleri Bakanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı ile yapılan protokol kapsamında başta sınır bölgesi olmak üzere Batman, Bingöl, Diyarbakır, Hakkari,Şırnak, Siirt, Muş, Erzurum, Karsı, Dersim ve Urfa olmak üzere 127 tane yeni askeri karakolun yapımına başlandı. Bu kapsamda, Maliye Bakanlığı ile Milli Savunma Bakanlığı sınır bölgelerinde inşa edilecek yeni karakolların bir an önce bitirilmesi için hazine arazilerinin satışından elde edilen 650 milyon lira karakolları inşa edecek olan TOKİ’ye aktardı. Özellikle, Hakkari,Şırnak, Dersim ve Diyarbakır’daki karakollar bu yıl bitirilecek.


KONTR-ORDU PLANI DEVREDE…


Karakollara yüzlerce trilyon harcayan AKP Hükümeti öncülüğündeki Türk devleti özel birlikler konusunda da hızını kaybetmedi. Kürdistan’da 90’lı yıllarda halka ve gerillaya karşı savaş yürütmüş olan JİTEM ve Özel Harp Dairesi’nin AKP versiyonu olarak adlandırılan ‘Özel Ordu’ projesi de Milli Savunma Bakanlığı tarafından sürdürülüyor. Özel Ordu projesi bizzat Türk Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın talimatı ile başlatılırken, AKP bu özel ordunun Kürtlere ve gerillaya karşı kullanılacağını söylemleri ile açık açık ifade ediyor. İlk etapta 10 bin kişiden oluşturulması hedeflenirken, bu sayının daha sonra 50 bine yükseltilmesi planlanıyor. Askeri birlikler de özel eğitimlerden geçirilmesi planlanan özel savaş ordusu üyelerine yine aylık verilecek maaş ise yaklaşık 2 bin 500 YTL olarak görülürken, projenin hazırlıkları kapsamında şimdiden milyonlarca dolar harcanmış durumda. Özel ordunun görev yapacağı saha tamamen Kürdistan bölgesindeki kentler ve dağlar olacak. Yine paralı askerlerin "Hakkâri Dağ Komando Tugayı, Siirt 3'ncü Komando Tugayı, Tunceli 4'ncü Komando Tugayı, Hakkâri Yüksekova 21. Jandarma Sınır Tugayı, Şırnak Çakırsögüt Jandarma Komando Tugayı"nda görev almaları da AKP’nin yeni savaş konseptinde yer alıyor.


SİLAHLI İMAMLAR DÖNEMİBAŞLAYACAK…


AKP’nin topyekun savaşı sadece silah, savaş uçakları ve helikopterleri, askeri karakollar ve özel ordu ile sınırlı değil. AKP’nin Hizbul-kontra üyelerini serbest bırakmasının ardından bölgede Hizbullah’a yakın dernek ve cemaatlerle görüşmeleri bunları ileri ki dönemde tekrar palazlandırabileceği belirtiliyor. Yine, bir süre önce startı verilen silahlı imam ve öğretmen uygulaması gündemden düşmüş gibi görünse de AKP’nin bu yönlü hazırlıklarını da hızlandırdığı belirtiliyor. AKP Diyarbakır’da 13 askerin öldüğü Silvan olayından sonra karar aldıkları şeklinde beyanlarda bulunsa da tüm bu tamamlanan hazırlıkların 2 yıldan beridir sürdürüldüğü biliniyor. Yine son iki yılda Kürdistan illerine polis ve özel harekat timleri atamalarının yapılması da AKP’nin savaş planıiçersinde olduğu anlaşıldı.


’SAVAŞ SİLAHI’KONUSUNDA ZİRVEDE…


AKP Hükümeti’nin savaş yatırımı sürerken, Stockholm BarışAraştırmaları Enstitüsü'nün (SIPRI) 2010 yılında askeri silah transferleri raporuna göre, AKP Hükümeti’nin başında olduğu Türk devleti 2009'da dünyada en çok askeri silah satın alan 10. ülke oldu. AKP Hükümeti, askeri silah ithalatına 2008'de 578, 2009'da 675 milyon dolar harcayan Türkiye, iki yılda toplam 1milyar 253 milyon dolarını*askeri silah ithalatına ayırdı. Ve raporun en çarpıcı kısmı ise Türkiye'ye en çok silahı satan ülke ise İsrail olurken, bir diğer ülke ise Almanya idi. SIPRI raporuna göre Türkiye sadece 2008 ve 2009 yıllarında 1,25 milyar dolarını askeri silah ithalatına harcadı.


DİREN DİCLE -ANF

Bu Topraklarda Türk'e İsyan Olmaz!

“Bu topraklarda Türk’e isyan olmaz,” dedi General. “Türk’e baş kaldırılmaz. Türk’e baş kaldıranın sonu işte böyle olur!”

Genarel, masasının üstündeki ölü gerilla resimlerine baktı. Boy aynası tam karşıdaydı. Yandan profilinini Atatürk’e benzetip, iki damla gözyaşı akıttı. Son askeri ihaleden karısına düşen pırlanta gerdanlığın ışıltısında bir soluk “kurtuluş savaşı” filmini izledi.

Ağlıyordu. Düzenin nimetleriyle sarhoş generallerin hepsi ağlardı. Her ağlayışında olduğu gibi, karsının büyük bir incelikle uzattığı mendili alıp, gözyaşlarını kuruladı.

İçi içine sığmıyordu. Bıraksalar bir solukta Kocatepe’den aşağılara akacaktı. Fakat şimdi çoğu yolsuzluktan, darbecilikten ve siyasete aşırı bulaşmışlıktan dolayı içeride yatıyordu.

Yerlerine gelenlerin adı, “kimyasal” lakabıyla anılıyordu. Bu lakabı, dağ başlarında kıstırdıkları gerillaları kimyasal gazlarla öldürmekle hak etmişlerdi.

Bir Türk generalini anlatmak isterken insanın aklına olumlu hiçbir sözcük gelmiyor. Bir Türk bürokratını anlatmak isterken de olumlu tek sözcük bulamıyorum. Generalin üstünden asker giysisini çıkarınca bürokrat, bürokratına asker giysisi giydirince general elde ediyorsun.

Bu askerlerin ve bürokratların gazetecileri de kendilerine benzer. Ben buna Türkiye Cumhuriyeti Krallığı adını takmıştım. Basını, iktidarı, asker ve bürokratıyla Türkiye Cumhuriyeti Krallığı…

İşte bu devletten, uyduruk devletin en hırsız ve üçkağıtçı yöneticilerinden bizler sorunların çözümünü bekliyoruz. Gerçekten bekliyoruz. Beklemekte o kadar samimiyiz ki, aklımız estikçe onlara açık mektuplar yazıyoruz.

Abdullah Gül’e mektuplar, Başbakan Erdoğan’a mektuplar, Genelkurmay Başkanlarına mektuplar… Bizlerde mektup alışkanlığı çok gelişkindir, başımız ne zaman darda olsa, birilerine mektup yazar medet umarız.

Kısa yoldan emekli edilme ihtimaline karşı, “memleketi yakarım!” dedi General. Karısının sakinşetirmesi yetmeyince devreye, bin operasyonla memleketin kemiklerini kırmış olan Mehmet Ağar girdi:

“Efendim, emekli olsanız devlet yönetiminde tecrübelerinizden ve görüşlerinizden faydalanılacak.”

Bu sırada Başbakan’ın aracısı geldi ve uzlaşma arzusunu iletti. General huzursuzca tepindi, bir boğa gibi böğürdü. Duvardaki Türkiye haritasını yere indirip çiğnedi ve acı acı güldü:

“Lan şu İmam Hatipliler hakikaten canımıza ot tıkadı. Ben şu elbiselerin içine işemem mi şimdi?”

Bu sırada Abdullah Gül ile Tayyip Erdoğan sohbet halindeydi:

“İşleri bitmiş, boşuna uğraşıyorlar,” dedi Erdoğan.

Fethullah Gülen Amerika’dan arayınca sohbete ara verdiler. Telefonu uzatan görevli ilkokul diplomasını dışarıdan almış Fethullah Gülen’in öfkesini iletti:

“Böyle Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı olmaz. Amerika toprağında bize sunulmuş bir evden yeni bir devlet çıkarttık. Sizler var olan devleti yönetemiyorsunuz.”

Fethullah Gülen’in gizli saklı öfkesini Abdullah Gül çok iyi bilirdi:

“Zamanı geldi,” diye devam ediyordu Fethullah Gülen. “Toplum yüz yıldır ordudan şikayetçidir. Bu orduyu ıslah etme şerefi de bize kaldı.”

“Ya Kürt sorunu?” diye soruverdi Erdoğan:

Fethullah Gülen’in okyanus ötesi öfkesi telefonda yankılanıyordu:
“Talebesi olduğumuz Said-i Nursi’den geriye Kürtlük bıraktık mı lan?  Bu topraklarda Türk’e isyan olmaz. Türk olan iktidarını paylaşmaz. Sorun mu çözemiyorsunuz, sorunun takatsiz düşmüş en çürük uçlarını sürün piyasaya. Ne demişler, Kürtten evliya, koyma kapıya!”

Bunları niye yazdığımı ben de bilmiyorum. Fakat bildiğim bir şey var ki, Anadolu’nun bin yıllık kanlı tarihi, bu iktidar cambazlarının elinde gidip geliyor. Ve bu düzenle bütünleşmiş sahtekar muhalifler, bunlardan aman dilemekle sürekli canımıza toprak tıkıyor.

İktidar, katliam ve zulüm yorgunu bu devletin Kürdistan’daki sömürgeciliğini doğrudan hedef almayan Kürt siyasetlerinin başarı şansı olamaz.

Unutulmasın ki, bu devlet Kürt sorununu çözemez; Kürt sorunun çözüldüğü yerde bu devlet olmaz.
 
bildiricihasan@hotmail.com


Not: Ramazan bayramınızı kutlamak istiyorum. 3 Eylül’de Köln’de yapılacak olan Kürt festivalinde buluşmak üzere… Görüşmek isteyen arkadaşlarla Mezopotamya Yayınlarının standında buluaşabiliriz…

Saygılarımla…. 

İran-Amerika-Türkiye Üçgeninde Kürtler

Günümüz Ortadoğu’sunda yaşanan çatışmalar İran ve Amerika’nın başını çektiği iki karşıt cephenin rekabetinden kaynaklanıyor! Ortada iki cephe, iki temel proje var. İran nüfuzunu yaymak ve kalıcılaştırmak, bölgeyi yeniden dizayn eden Amerika ise İran’ı kuşatmak ve etkisiz kılmak istiyor.

Suriye devleti, Hamas ve Hizbullah örgütleri ile bölgenin Şiileri İran’ın; İsrail, Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün gibi ülkelerse Amerika’nın yanında yer alıyor.

Türkiye’ye gelince; Türkiye iki cephe arasında sıkışıp kalmış görünüyor. Amerika’nın ‘model ülkesi’, NATO’nun üyesi ve Avrupa Birliği’ne aday ülke olması itibarıyla Batı ittifakı içinde yer alıyor olsa da, bölgesel saflaşmada arada kalıyor.

Onun iki cephe arasında sıkışıp kalması Kürt ve Kürdistan meselesinden kaynaklanıyor.

Hangi cepheden yana kesin tavır alırsa alsın bunun avantajları kadar bir takım dezavantajları olacağını bildiğinden çekiniyor. Türkiye, açıktan Amerika’nın tarafına geçse, İran’ın Kürtleri harekete geçireceğinden ve kendisine bir fatura ödeteceğinden endişe ediyor.

Aynı şekilde açıktan İran’la birlikte hareket etse, bu kez Amerika’nın ‘Büyük Kürdistan’ kuracağından; bölüneceğinden ve stratejik önemini yitireceğinden korkuyor.

Kürt ve Kürdistan korkusu Türk devletini esir almış bulunuyor. Arap Baharı’yla birlikte izlemeye çalıştığı politika bunu net gösteriyor.
Amerika onu daha çok işin içine çekmek, bölgesel hedeflerinde ona daha çok iş yüklemek istiyor ama, İran’ın kendisine Kürt faturası çıkaracağından temkinli davranıyor. Bazı koşullar öne sürüp, Amerika’dan güvenceler istiyor.
İran da aynı şekilde Türkiye’yi işin içine çekmeye çalışıyor. İran bazen tehdit ederek, bazen de havuç göstererek Türkiye’ye çağrı üstüne çağrı yapıyor; ‘birlikte davranalım’ diyor.

Ne ki Türkiye, İran’a da olumlu yanıt veremiyor. Anlayacağınız cami ile kilise arasında sıkışıp kalmış bulunuyor. Bocalıyor, yalpalıyor, bir türlü net bir tutum alamıyor.

Ne yapacağını şaşırmış durumda. Bazen İran’ı, bazen de Amerika’yı idare etmeye çalışıyor ama, süreç ilerlediği ve saflar keskinleştiği için ikisine de yaranamıyor.

Bölgesel kırılmalar da devam ediyor. Amerika-İran çatışmasının şiddetlenmesi ve bölgesel bir savaşa dönüşmesi ihtimali bulunuyor. Aynı şekilde Libya ve Suriye’de kanlı iç savaşlar yaşanacağa da benziyor.

Türkiye için zaman gittikçe daralıyor. Artık bir karar vermesi ve sahaya inmesi gerekiyor ama, yapamıyor zira, bunun için Kürt meselesini çözmesi, kendisini sağlama alması gerekiyor.

Amerika’nın verdiği güvence ve destek de Türkiye’nin derin Kürt endişesini gidermeye yetmiyor. Türkiye, Amerika’nın bugün olmasa da yarın Kürt varlığını kendisine karşı kullanılacağından çekiniyor.

Kürtleri etkisizleştirmeden ya da tam anlamıyla kendi denetimine almadan rahat edecek gibi de görünmüyor. Türkiye’nin Kürtleri zor kullanarak etkisizleştirmesinin veya denetim altına almasınınsa imkanı bulunmuyor.

Kaldı ki denetimi, yönetimi bir kenara bırakıp Kürtlerin kalbini kazanması gerekiyor. Bunun için de samimi bir muhasebe yapması, özür dilemesi ve açtığı yaraları sarma iradesi göstermesi gerekiyor.

Gelelim Kürtlere; Kürtler Ortadoğu’daki düşman kamplardan birini topluca tercih etmiş değiller. İran gibi Amerika’nın da yanında birlik halinde yer almıyorlar.

Barzani öncülüğündeki Güney Kürdistan liderliği Amerika’yla birlikte hareket ediyor. Fakat İran’ın Goran grubu ve İslami hareket içinde etkili olduğu da biliniyor.

Ayrıca Kuzey ve Doğu Kürdistan’da kitle tabanı zayıf birçok parti, kurum ve şahsiyet tercihini Amerika’dan yana yapmış bulunuyor. Suriye’de de 11 partiden oluşan Kürt Birliği Amerika’ya yakın duruyor.

Kürdistan’
ın en büyük parçası Kuzey’den başlayarak, bütün parçalarda ve diasporada örgütlü tek güç olan PKK ise iki tarafa da mesafeli duruyor. PKK bağımsız bir politika izliyor. Bazen taktik adımlar atarak Amerika-İran dalaşından yararlanmak istiyor ama son tahlilde kendi gücüne dayanarak politika yapıyor.

Kürtlerin birlik halinde bir cephede yer almasının koşulları da bulunmuyor. PKK’nin bağımsız politikası ise Kürtlere muazzam avantajlar sağlıyor. Kürtlerin birlik halinde PKK’nin ardında durmaları ve Türkiye’yi demokratik çözüme zorlamaları gerekiyor.
Kürt sorununun Türkiye’de demokratik çözümü bölgesel çözümü de güçlendirecektir. Bu mesele gelinen aşamada artık Kuzey odaklı olarak çözülecektir. Arkası ondan sonra gelecektir.

İran ile Amerika arasına sıkışmış Türkiye kilit ülkedir. Kilidin açılması zamanı gelmiştir. Bu Kürtler gibi Türklerin de çıkarınadır. Bunun altını çizmek ve Kandil Savaşları’na bir de bu gözle bakmak gerekmektedir.

Özcesi; ‘son savaş’ çözümü yakına getirmektedir. Dolayısıyla da gözümüzü gelecekten ayırmadan dayanmak ve direnmek gerekmektedir.

gunayaslan@hotmail.de

Neo Osmanlı - Anglosakson Harmanlaması Pensylvania Oyunları!

“ABD’nin istediği kıvamdaki Müslüman” Tayip Erdoğan ırkçı söylemlerle esip gürlemeye başladı. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın idamını gündeme koydu.
Geçen sene takvimler 8 Eylül 2010’u gösterdiğinde Kürt halkı Ramazan bayramını kutlamaya hazırlanıyordu. Arife günüydü ve herkes ertesi günkü bayram için son hazırlıklarla meşguldü. Şeker ve tatlılar hazırlanmış, bayramlıklar başucuna konulmuş ve bayram heyecanı ortalığı sarmıştı. Fakat aynı gün Hakkari’den gelen haber Kürtleri yasa boğdu. Rengârenk bayramlıkların yerini kapkara giysiler aldı. Bayram kutlamaları iptal edildi ve bayram sevincinin üzerine kurşuni bir hüzün gelip oturdu. Gözlere yansıyan derin yürek acısı, ona eşlik eden öfke dalgaları ve çekilen derin ah’lara eşlik eden sıkılı yumruklar…  Çünkü TC ordusu yine pusuya yatmış ve sonuçta 9 HPG gerillası yaşamını yitirmişti. Üstelik PKK eylemsizlik süreci içerisindeydi. Yine sonradan basına yansıdığına göre bu eylemsizliği bizzat TC devleti ve onun hükümeti AKP istemişti. Buna rağmen aynı Ramazan ayında devlet tam 27 askeri operasyon düzenlemişti. Tarihler aynı yılın 16 Eylül’ünü gösterdiğinde ise başka bir katliam haberi geldi. Hakkâri’nin Peyanis köyünden yola çıkan bir minibüste mayın patladı ve 9 köylü yaşamını yitirdi. Olay yerinde askeri çanta, krokiler ve diğer askeri malzemeler bulundu. 

Operasyonda olan askerlere ve bölgedeki karakola çok yakın bir yerde gerçekleşen patlamayı devlet ve onun medyası PKK’ye yıkmak için “Çiller yalanları”na başvurdu. Çünkü eğer hatırlanırsa Tansu Çiller de bir ara Dersim’de köyleri bombalayan helikopterlerin PKK’ye ait olduğunu ve Afganistan’dan kalkıp geldiklerini söylemişti! O günlerde başta Fetullah cemaatinin gazetesi Zaman ve AKP’nin tetikçi gazetelerinden Sabah neredeyse her gün başka bir senaryo üreterek bu katliamı PKK’ye yıkmaya çalıştılar. Fakat köylüler birkaç gün önce yapılan referandumda AKP’yi desteklemedikleri için devletçe hedef seçildiklerini açık seçik beyan ettiler ve devlet dışında katil tanımadıklarını ifade ettiler. 

Sonrasında devletin askeri ve siyasi operasyonları durmak bilmedi. Bir yandan da 2010’dan 2011’e geçerken tüm kış boyunca devlet ve hükümet televizyonları sürekli “Kürt sorununun çözümü”nü konuştular. PKK ise tüm katliam ve tahriklere rağmen eylemsizlik pozisyonunu bozmadı. Nitekim TC’nin eski genelkurmay başkanı Işık Koşaner’in internete düşürülen ses kaydında da PKK’nin eylemsizlik kararına uyduğu fakat bunun kendilerini bağlamadığı ifade ediliyor. 2011 Baharı’nda devlet, gerilla açısından dezavantajlı mevsim koşulları ve eylemsizlik durumunu da fırsat bilerek operasyonlarını daha da artırdı. Neticede bahar boyunca 50’in üzerinde gerilla yaşamını yitirdi. Kürtler dışında kimsenin yüreği yanmadı ve kimse “ne oluyor” diye bağırmadı. Kış mevsiminin sıcak stüdyolarında “çözüm” üzerine ahkam kesen İslamcısı, liberali, solcusu ve bilumum “aydın, gazeteci, akademisyen vs” nin hiçbirinden ses çıkmadı. Ses çıkaranlar da o kadar cılızdı ki duyulmayacak kadardı. Ve susmak onaylamaktı.
Sonra seçim süreci gelip çattı. “ABD’nin istediği kıvamdaki Müslüman” Tayip Erdoğan ırkçı söylemlerle esip gürlemeye başladı. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın idamını gündeme koydu. Öyle ki Devlet Bahçeli bile bu söylemler karşısında aşağılık kompleksine kapıldı. Hatta Alpaslan Türkeş dahi işi bu dereceye vardırmamıştı. 

Seçim sonrasında da bu pervasızlık devam etti. Kürtlerin başarısını hazmedemeyen “Neo Osmanlı” Erdoğan ve AKP’nin borazanı “Türk yargı”sı, seçilmiş Kürt milletvekillerini serbest bırakmadığı gibi Amed milletvekili Hatip Dicle’nin de milletvekilliğini düşürerek AKP’li bir kadına teslim etti. 

Şimdi sormak lazım: Tüm bunlara rağmen PKK’den hala eylemsizlik beklemek ya da “PKK neden savaşa başladı” demek ne anlama geliyor? Açıkçası, “gelin kuzu kuzu teslim olun” demektir. 30 yıldır korkunç zorluklar içerisinde mücadele eden ve Kürt halkını destansı bir özgürlükle buluşturan Kürt Özgürlük Hareketi’nin kurbanlık koyun gibi boyun uzatmasını istemek aymazlık değilse düşmanlıktır.  

AKP dönemi, 2. Dünya Paylaşım Savaşı öncesi Almanya’yı andırıyor. Söz konusu olan Hitlervari bir yapılanmadır. O dönemde de Hitler’in subayları, polisleri ve istihbaratçıları toplum üzerinde tam bir terör estiriyordu. Şimdinin Türkiye’si de öyle… Onlarca yıldır İttihatçı-Kemalist oligarşiye karşı iktidar mücadelesi veren sözde İslamcı oligarşi tüm anti-emperyalist söylemlerine rağmen hep ABD ve Batılı ülkelere, “onu alma beni al” diye alttan alta adeta yalvarıp durdu. Ve 2000’li başlarından itibaren iyice hızlandırılan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve “Ilımlı İslam” programı bu kesim için “gündoğumu” oldu. Uluslar arası güçler artık yeni partnerini seçmişti. Bunun hazırlıkları çok daha önceden yapılmıştı. Fetullah Gülen 1999’da ABD’ye giderek çiftliğini kurmuştu bile. Tayip Erdoğan ise bu yıllarda yavaş yavaş ısıtılıp kamuoyuna pazarlanmaya başlanmıştı. Sonraki yıllar iktidarın iki oligarşik kanadı arasında çetin mücadelelere sahne oldu. Ama “Anadolu Kaplanları” kod adlı Neo Osmanlıcılar, ABD’nin rüzgarını arkaya almanın avantajıyla git gide daha da güçlendiler. Eskiden İttihatçı-Kemalist kanadın eğitim mekanı Florida iken yeni partner, Pensylvania’ya iskan edildi. Yani Fetullah Gülen’in çiftlik kurduğu yer! Tayip Erdoğan ise “BOP eşbaşkanlığı”na seçildi.
Fakat ortada devasa Kürt sorunu vardı. Ona da bir formül bulmak gerekiyordu. Ve senaryo hazırlandı: Buna göre İttihatçı-Kemalist ordu ile PKK on yıllarca savaşmış ve ikisi de suçluydu. İkisinin de yargılanması gerekiyordu. Onları yargılayacak olan güç ise “AK” (temiz, beyaz) partiydi! İttihatçı-Kemalistlere karşı “Ergenekon” operasyonları düzenlendi ve bunlara ETÖ (Ergenekon Terör Örgütü) dendi. Kürt Özgürlük Hareketi’ne yönelik de “KCK” operasyonları geliştirildi ve şimdilerde benzerlik kurmaca oyunu ile bir kısaltma kullanılmaya başlandı: BTÖ (Bölücü Terör Örgütü).
Pensylvania merkezli oynanan Anglo-Sakson-Neo Osmanlı harmanlaması oyunlarla süreç ilerletiliyor. Elbette Pensylvania’nın Türkiye’deki yüzlerce şubesi de harıl harıl çalışıyor. MİT, Polis akademileri, Cemaat evleri ve okulları, strateji merkezleri, medya center’lar vs vs… Hepsi sıcak ve psikolojik savaş merkezleri işlevini görüyor. Eskiden ÖHD (Özel Harp Dairesi)  vardı, şimdi ise bunlar… Gerçekleri tersyüz etme, içeriğiyle oynayıp mantık hileleri geliştirme, kara propaganda, asparagas ve yalan, tehdit, şantaj vs bunların görevleri…

Peki, gerçek nerede? Filozofun deyimiyle, “gerçek aslanın ağzında, oysa o kadar da orta yerde, elini uzatıp alabilene aşk olsun!”
Gerçek şu ki; TC devleti gömlek değiştirdi. İttihatçı-Kemalist iktidar kliği yerine Neo Osmanlıcı-sahte dinci klik geçirildi. Oysa özü değişmedi. Burada mihenk taşı Kürt halkı ve haklarıdır. Kürt halkına dönük inkâr, imha, asimilasyon ve katliam durdu mu? Hayır, sadece biçimi değişti. Eskinin kaba tarzı inceltildi ve sivrileştirildi. Yanılsama yaratmak için de “hak” adı altında “devletimsi” bazı kırıntılar “verildi”. Zaten bu yapılmasa “incelik” yaratılamaz. Fakat özde değişen bir şey olmadı. Deyim yerindeyse İnkar ve asimilasyon “Kürtçe”ye bandırıldı. Yani TRT 6, “tek devlet, tek millet, tek bayrak…” söylemini Kürtçeye tercüme ediyor. Erdoğan’ın Kürt halkına yönelik tehdit ve hakaretlerini Kürtçe söylüyor. 

Kürtlerin kanına giren birçok kişi AKP’de başköşede oturuyor. Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu, Necati Çetinkaya, Muammer Güler ve daha niceleri Ergenekoncu değil mi? Kürdistan’da yürütülen kirli savaşın koordinatörlerinden değil mi bunlar? Tansu Çiller’in “akılvereni” Mumtazer Türköne AKP’nin önde gelen “gazeteci”lerinden değil mi? Ve daha niceleri… AKP, generalleri, demokrasi ve Kürt halkına karşı savaş suçu işledikleri için mi yoksa kendi iktidarını tehdit ettikleri için mi tutukluyor? Eğer cevap savaş suçu ise aynı suçu işleyen yüzlerce diğer general ve alt düzeydeki subaylar neden tutuklanmıyor? 12 Eylül katliamı ve fecaatinin baş sorumlusu Kenan Evren neden göstermelik bir yargılamayla geçiştirildi. Kürdistan’daki savaşın baş aktörlerinden Doğan Güreş, Tansu Çiller ve Mehmet Ağar üçlüsü niye hala yargılanmadı? 

Soruların ardı arkası kesilmez. Bu da gösteriyor ki mesele AKP’nin kendi iktidar sorunudur. Kendi iktidar kavgasını “ileri demokrasi” kılıfına sarmadır. Ve Ergenekon “savaş suçları”nı ifade ediyorsa (ki öyledir, esas adı da gladio ve kontrgerilladır) şimdi aynı suçu Tayip Erdoğan işlemektedir. Yani Tayip Erdoğan “çağcıl Ergenekoncu”dur. Başka bir deyimle Yeşil Gladio ya da Yeşil Ergenekon’dur. 

Son katliam örneği Güney Kürdistan’daki uçak saldırısında yaşamını yitiren çocuk, kadın, yaşlı 7 insandır. Ve Türk medyası bu katliam karşısında üç maymunları oynadı. Sadece katliamın TC Dışişleri bakanlığınca yayınlanan yalanlama haberini verdi. Peki, okur sormaz mı, “bu katliam ne zaman olmuştu ki şimdi yalanlama haberini veriyorsunuz?” Bunu hangi gazetecilik kuralı ya da ahlakına sığdıracağız?

TC ile Ortadoğu’daki diktatörlükler arasında tek fark vardır. Ortadoğu’daki diktatörlükler kişiseldir ve birçoğu 30-40 yıldır işbaşındadır. TC’de ise sistemseldir. Yani kişiler ve hükümetler gelir geçer ama dikta, inkarcı ve asimilasyoncu sistem devam eder. Değişim gibi görünen adımlar yanılsamadır, biçimseldir. 

Bu yüzden ön yüzünde Çiller resmi olan madalyonu çevirdiğinizde Tayip Erdoğan’ı görürsünüz! Fonda ise Fetullah Gülen vardır!

Akif Roj

'Yeter ki İHA Verin; İsrail'le Dost Olabiliriz'

 
İsrail basını, İsrail'in Gazze'ye saldırılarını kınayan Türkiye'ye, "aynaya bakmalısın" vurgusunda bulundu. Haaretz gazetesinin haberindeki en önemli bilgi ise bir Türk yetkilinin İsrail'le ilişkiler konusunda söyledikleri. Üst düzey yetkili, İsrail'le ilişkileri düzeltebilir ve tabii ki yine Kürtlere karşı ortaklık yaparak! Buna göre, Türkiye 'katliamcı' olarak yansıttığı bir devletle işbirliğinde, sözkonusu Kürtlerin hedef alınması olduğunda beis görmüyor!

Türk devletinin de PKK'yi hedef alırken İsrail ile aynı tutumu üstlendiğine dikkat çeken Haaretz gazetesi, Türkiye'nin sınır ötesi hava harekatında İsrail'in İnsansız Hava Araçları(İHA)na daha çok ihtiyacı olacağını kaydetti.

Gazete, Türk ordusunun İsrail'den aldığı insansız hava araçlarını kullandığını belirttiği haberinde, üst düzey bir Türk yetkilinin şu sözlerini teşhir etti: "PKK’ye karşı olan savaş belki de Türkiye ve İsrail arasındaki ilişkilerin iyileştirilmesi için bir etken olabilir. Türkiye’nin insansız hava aracına ihtiyacı var ve İsrail iyi bir kaynak olabilir."

"Türkiye'nin insansız hava araçlarına olan ihtiyacı bir zamanlar yakın olan müttefikleri birleştirebilir" başlıklı haberde, İsrail'i kınayan Türkiye'nin sivilleri, kadın ve çocukları da katlettiği gerçeğine yer verildi.

Haaretz, Türkiye'nin Irak’ın hava sahasına girerek köyleri, kadınların ve çocukların da dahil olduğu masum insanların ölümüne neden olan yerleri bombaladığını kaydetti.

İsrailli diplomatlar gibi Türkiye’nin büyükelçisine de kınama çağrısı yapıldığının ifade edildiği haberde, Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari’nin, Türk ordusunun Irak topraklarındaki faaliyetlerini derhal durdurmasını talep ettiği kaydedildi.

TÜRK YETKİLİ: İSRAİL İYİ BİR KAYNAK

Gazetenin bir iddiası ise, "Türk kaynaklara göre, Türk ordusunun İsrail’den aldığı insansız hava araçlarını kullandığı ve Türkiye’nin diğer ordu ekipmanları ile birlikte daha fazla insansız hava aracı satın almayı istemesi" yönünde.

Bir üst düzey Türk yetkili olarak tanıtılan ve ismi verilmeyen kişinin, Haaretz’e konuştuğu ve “PKK’ye karşı olan savaş belki de Türkiye ve İsrail arasındaki ilişkilerin iyileştirilmesi için bir etken olabilir. Türkiye’nin insansız hava aracına ihtiyacı var ve İsrail iyi bir kaynak olabilir” ifadelerini kullandığı açıklandı.

Haberde son olarak, Türkiye’nin şimdiye kadar Türk yapımı ya da diğer ülkelerle ortak üretim ekipmanlar almak niyetinde olduğuna dikkat çekildi ancak Kürt hareketine karşı saldırıların artmasıyla Türkiye’nin acil alım yapmaya karar verdiği belirtildi.