16 Haziran 2012 Cumartesi

Katırlaşmış Bir Devlet…

**Önce bir hatırlatma.

20 Mayıs 1996′da, Devlet bir madalya verir. Söz konusu madalya Reşo adlı bir At’adır. Reşo dağdan kaçmış ve devlete sığınmıştır. Haliyle PKK ile savaşta gösterdiği takdire şayan davranışlardan ötürü madalya ile onurlandırılır.

Bu duruma sinirlenen Av. Medeni Ayhan bir davasında Reşo’ya atfen “Kapitalist düzen, ideolojisiyle katırlaşmıştır. PKK’den kaçtığı ileri sürülen bir ata madalya takıp büstünü yaptılar. Bu anlayışa sahip düzen, anlayışı ile beraber katırlaşmıştır” der.


Kendisine Ankara 8.Ağır Ceza Mahkemesi dava açar ve yargılanır. Suçun işlendiğine dair yeterli delil bulunamadığı gerekçesiyle beraat edilir.


96’da “atlaşmış” denen o sistem ne kaybetti kendinden?

Bugün baktığımızda hayvanlaşmada level atlamaktan başka ne yaptı bu devlet?

**Kürtlere saldırı-gözaltı-tutuklama furyası dinmek bilmiyor. AKP bizlere karşı resmen “Saplantılı Takibi” içinde. Lamber Royakkers, bu tabiri şöyle tanımlar: “Saplantılı takip, bunu yapanın, duygusal boyutla dolaysız veya dolaylı olarak ilintili olduğu anlaşılabilecek amaçlarla, sürekli olarak, istenmedik bir şekilde ve zorla, kendisiyle hiç bir ilişkisi bulunmayan kurbanın yaşam alanına yönelttiği bir zihinsel saldırıdır.”

Her ne kadar ağ dünyası için kullanımı yoğunlukta olsa da, sosyal-politik yaşam içinde kullanmak beis görmüyorum. Çünkü zorla, yanlış ve yalan bir jargon ile eylemsel ve teoriksel anlamdan bir saldırı altındayız. Hapislerin dolup taşmasını başka nasıl açıklarız?

** Sartre’den gelsin. “Oy verdiğiniz hükümet ve kardeşlerinizin hizmet ettiği ordu hiç duraksamadan ve vicdan azabı duymadan ‘soykırım’ işlerken siz kurban değilseniz o zaman kesinlikle işkencecisiniz.”
 
Şimdi de Osman Baydemir’den gelsin: “Ey AKPli Kürt kökenli vekiller. Ya halkınızın arasına dönerseniz, yada bu halk sizin yüzünüze tükürme hakkına sahiptir”
Te got erê?

**AKP’nin Orta Çağdan kalma ve bir koltuk dibinde unutulmuş olarak bulunan vekili Oya xanım, geçen hafta ortaya yine kusmuştu: “Kürt halkının temsilcisi olduğumuz tescillendi” diye… Hayattaki en rezil diyalektiğe sahip bu arkadaşın, kendince attığı zitikler kim için ne anlam ifade ediyor anlamak mümkün değil. Aylık AKP vekil saçmalama sırası kendisine geldiğinde sadece çıkıp ütüyor. Hatırlarsanız “AKP Diyarbakır’da destan yazdı” da dedi.

Dede Korkut’tan sonra yazılmış, fosil tabletlerde yer edinmiş bu destanın adı ve içeriği nedir bilinmiyor hala. Şiddet, vahşet, gözaltı destanlarından başka ne var bilmiyoruz…

Kişisel kanaatım, bu kadın sabahları tuz ruhu içerek güne merhaba diyor.

Bir insanın beyin nöronları bu kadar sarhoş olamaz diyecem ama ne mümkün! Ona takla attıran akp bakanları diz boyu…

Bir örnek vereyim:

Milliyetçiliği hep acımsı bir soytarımsı-kewaşetik hava ile karıştıran Göktürk’un adidaslı torunu ve onların beautiful mind bıyıklısı, Gurê Manco’nun yeğeni tipologlu Kürşat Tüzmen geçtiğimiz gün Antalya’da sokak ortasında güpe gündüz mayosunu değiştirdi ve halka “Arkanızı dönün” dedi. Oya’da sanıyor ki Kürtler arkasını dönmüş. Öyle sallıyor işte.
 
Özgür Amed
Amed News Agency

Cemaati Nasıl Bilirdin Ey Mevtâ!

“Kötünün iyisidir, alternatif yok, ne yapalım yani?” anlayışıyla kaynaştırılan ayran misali bir ülke, TC. Öyle bir ayran ki sütün beyazlığı, çengelli karamsarlığında yitmiş. Doğusuna baksan korku ve nefretin bereketi; batısına baksan kibir ve tabular cenneti, çatısına baksan kara bulutların eksik olmadığı ve üç tarafı denizlerle çevrili dört duvar misali yemyeşil çığlıklar ülkesi.
Konu bu değil aslında. Konu çoğumuzun aşina olduğu, TC hayatının vazgeçilmezi dilimizin, dinimizin, medeniyetimizin güzide-i cemali, cemaatimiz.

Yakın geçmişte statükonun egemenliğinde mağdur olan tarikat kültürü, cemaatin modern atılımları ile çağın gereksinimlerine uygun şekilde yeniden dizayn edilip hayatımıza girdi. Kimileri bu oluşumu pek ciddiye almadı, kimileri önyargılı bir üslupla dışladı, kimileri tedirgin yaklaştı. Halkın büyük kısmını oluşturan olurcu, yeterci kesim ise aradığı dermanı hekimi bunlarla buldu.

Herkesin atıp tuttuğu bu güzide oluşum hakkında bir iki bildiğimiz var. Elbette kişisel bir analiz ile yaklaşıyoruz. Bir düşünelim nasıl bir oluşum, kimler var, kimlerle muhataplar, nasıl örgütleniyorlar, neler yapıyorlar, neler yapmıyorlar, en önemlisi neye hizmet ediyorlar. Kısaca üzerinde duralım isterseniz.

Muhteşem yüzyılımızın mimarı cemaatimizin öncelikli yol yöntemi hepimizin bildiği gibi nabza göre şerbet taktiğidir. Yani yakın geçmişe bakan şahsi arkadaşlar biliyor bunun anlamını, darbede de, darbeye darbede de bu musalli cemaatimiz halihazır cemi rollerini iyi şekilde yapmıştır, mesele bu. E dahası can sağlığı.

Şimdi daha derine inelim. Güzel insan cemaatimiz adam toplama sanatını müthiş bir özveri ile eda ediyor. Buna itirazımız yok. Peki itirazımız neye? Şöyle ki, hani menfaat çorapları var ya hocam. İşte o. Bu güzel hizmet-i âlâda biriken badem bıyıklı, tombik yanaklı, kanlı canlı, gobiş arkadaşlar, bir hayli aktif şekilde birikme ve biriktirme işleriyle meşgul. Mitoz bölünme ile gerçekleşen badem kadroları doldurma meraklısı hepisi. Gerekçeleri ise makul, “kim olsa yapar bunu”. Sağolsunlar nezaket ve hoşgörü kuralları dahilinde yapıyorlar hepsini, bu yüzden bizim için problem yok. Tatlı dilli abilerimiz hepsi.

Bir de abilerimizin canhıraş şekilde meşgul olduğu başka konu güzel çocuklarımızın muteber eğitimi konusu. Güzel güzel çocuklar topluyorlar ışıklı yurtlarına. Toplanan güzel çocuklar, halihazırda Türk-Îslam güdümlü dindar nesle aktarım mahiyetinde değer görüyor, piyasası bu abilerimizin.

Bu güzel okullarda, eğitim evlerinde toplanan öğrencilere öncelikli olarak cemaat ahlakı yediriliyor. Bu ahlak da genellikle HocaEfendiHazretleri’nin emsalsiz eserlerini hatim şeklinde bilinen bir ahlak türü. Özellikle ilk ve orta öğretim seviyesindeki çocuklara yönelik bu tür etkinlikler yoğunlukta. Gezi etkinlikleri, seminerler, yatılı çalışma günleri gibi etkinliklerde çocuklara hazırlandıkları sınavlara yönelik yardımcı olunuyor. Lakin bu etkinliklerde de genellikle cemaat çizgisindeki ahlakın ezberletildiği pek de uzak olmayan bir gerçek. Özellikle cemaat bünyesindeki paralı dersanelerde, bu etkinlikler gönüllülük payesi ile yapıldığı için pek sorun olmuyor; lakin Valilikler ile ortaklaşa düzenlenen parasız dersanelerde yapılan eğitim ve etkinliklerde öğrenci katılımlarında doğal olarak bir gönülsüzlük havası bulunabilir. Ve bulunmaktadır da. Tabi abilerimizin işine daha fazla burnumuzu sokmadan bu kısmı kısa geçelim. Neyse…

Gelgelelim yüce Türk ırkına hizmet konusu. Hizmetli arkadaşlar, ailelerini, ülkelerini bu yeşilim cennet batağında bırakıp elin şirin afrikalı, asyalı, amerikalı bebelerine insanlığın kurtuluşu için güzel Türkçemizi öğretiyorlar. Yetmiyor şarkı söyletiyor, dans ettiriyor, ha bir de sevinme şekli olarak takla attırıyorlar. Bravo, yani ancak bunu diyebiliyoruz.

Nerede kalmıştık. Evet, kurumların iflahını o tatlı tombik parmaklarıyla kurutan güzel abilerimiz. Maalesef eleştiri konusunda o tatlı dillerini budaktan sakınmazlar. Toplumun ve insanlığın geleceği için toplumu ve insanlığı cezaevinde terbiye etme büyüklüğünü gösterebilirler her an. Kendilerine hak veriyor ve şaşırmıyoruz.

Kısa kısa geçtik, lakin Kürt meselesini geçmeden etmeyelim. Abiler, şahsen bu meseleye zannımca caiz gözüyle bakıyor. Yani Kürt olabilir insan, Kürtçe konuşmak caiz ama farz değil. Elbet bu da kötü bir şey değil, lakin Kürt’e terbiye edilmesi gereken, saf, kandırılan, medeniyet eksiği gözüyle bakan abilerimizi kınıyorum. Kürt’ü Kürt’le eritme politikası zekice ama çağın gerisinde. Kürt aptal değildir. Bunu dikkate alın abiler, belki Kürtler de en az sizin kadar müslümandır. Belki de Zerdüştler sizden daha çok insani değerler üzerinedir. Kim bilir?

Gücünü eski çağ moğol hükümdarları gibi kut anlayışından alan bir hazretleri yörüngesinde hocalayıp efendilenen o nadide fatihleri eleştirmek haddimize nasip oldu, darısı katilimizin başına.
 
Cevat Sinet
Amed News Agency

AKP, Oslo ve Sonrası...

Delil KARAKOÇAN
AKP ile “çözüm” bir arada düşünülebilir mi?

Bir ara düşünülebilir(di.)


2008 Habur, sonrasında 2011 Protokoller dönemi ve onu takip eden Oslo sürecinde bu mümkündü.


Öcalan’ın sunduğu “3 protokol”de de önemli oranda “uzlaşma” sağlanmıştı.


Bunlar:“Kürtlere siyasi statü tanınması; demokratik hak ve özgürlüklerin anayasal güvenceye alınması; diğer sorunların ise yapılacak anayasa değişikliğiyle aşılması” biçiminde özetlenebilir.


Peki, ne oldu?


Sonrasında kesintiye uğradı.


Cemaat baskısı, Erdoğan’ın cemaatle örtüşen hesapları, revize olmamış tasfiyeci anlayışı, çözüm için yakınlaşan güçleri tekrardan uzak kutuplara itti.


***


Ayrışmayı tetikleyen çatışma derinleşti.


Erdoğan, Oslo sürecini “doğruladı.” Ancak “herhangi bir taahhütte bulunmadıklarını” söyleyerek çözümsüzlüğe yattı.


Başbakan Yardımcısı Atalay’ın andığı “Entegre plan” devreye girdi.


Süreç koptu...


Tecrit derinleştirildi.


Siyasi ve askeri operasyonlar artarak tam bir kıyıma dönüştü.


Sonuçları malum...


***


Oslo sıradan bir olay değil...


Kürt sorununun çözümünde önemli bir tarih, önemli bir yakınlaşma hatta “somut adım” sayılabilir. Önce gizli kapaklı da olsa orada tarafları temsil edenler bir araya gelmiş ve sorunun özüne ilişkin belli bir ilerleme, “uzlaşma” sağlamışlardı.


Oslo, tamamlanmamış da olsa Kürt sorununda önemli bir ölçü, bir kriter...


Hatta “Kürt sorunu neye göre, çözümüm ölçüsü, kriteri ne?” diye sorulduğunda, “Oslo!” diye cevaplanabilecek kadar önemli bir ölçü...


Bu kriterler üzerinden tarafları eleştirmek, muhakeme etmek, yaklaşımlarında samimi olup olmadıklarını anlamak mümkün... Oslo’ya, dolayısıyla çözüme kim bağlı kim değil, kim istekli kim değil rahatlıkla belirlenebilir.


***


Uygulanan şiddetin, “tahammül sınırlarını zorladığı”, neredeyse her Kürdün “tutuklanmayı bekler” pozisyonunda olduğu bugün bile, Kürt tarafı “Oslo sürecine bağlı olduğunu” deklare etti. Darbelenmelerden etkilenerek “Protokoller dönemi kapanmıştır, Oslo çökmüştür” filan demedi.


Çözüme yakın ve yatkın konumda olduğunun altını bir kez daha çizmiş oldu.


Devleti temsilen AKP ise, “Taahhüt içermediğinin” arkasına sığınarak yukarıda sözünü ettiğimiz “entegre planı” devreye koydu.


Başa döndü!


AKP’nin planı, “siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik, dini ve etnik uzantıları” artık ne varsa, neden hoşlanmıyorsa, kim muhalefet ediyorsa derdest edip, onları da “PKK ile birlikte” öğütmektir.


Bundandır ki Kürt yoksullarını orantısız güç kullanarak etkisizleştirme yoluna gitti... Kürt orta sınıfını “varlığına el koyma” tehdidi ile -ki bunun hukuksal dayanağını da yarattı- yoluyla uzaklaştırma planını devreye koydu... Kürt siyasal elitini ve demokratik güçlerini tasfiye etmeye hız verdi.


***


Bunu yaparken de Sun Tzu’nun “Kedi” örneğini izledi.


AKP de öyle yaptı.


Tepkilerden korktu ve “açık kapı” taktiğine yöneldi. Topyekün bir kalkışma, direniş, kopuş olmaması için tekrardan, “çözüme açıkmış, çalışmasını yürütüyormuş” izlenimini vermeye başladı.


Kılıçdaroğlu ile görüşmeler, Bakan Atalay’ın, “Kürt açılımı konusunda yürüyen yoğun çalışmalar, Kuzey Irak’ta silah bırakmaya, teslim almaya kadar giden görüşmeler var. Bu sürecin başından beri ABD de işin içinde” gibi açıklamalar da böyle bir zeminde gelişti.


Böylece toplumda “değişime çözüme dönük” belli bir beklenti yaratmak, tepkileri kırmak istedi. Siyasal tasfiye içinde geniş alan ve zaman bulacaklarını düşündü.


***


Oslo, çözüm için önemli bir adımdır. Sonrası, çözümsüzlüktür. Tekerrürdür. Kaostur. Kaos ise fırsatçıların, ondan beslenenlerin dünyasıdır. Bu dünyada mutluluk güzellik yoktur. AKP’yi “Oslo sürecine çekmek”, buna zorlamak, bunun üzerinden eleştirmek, bunun çabası uğraşı içinde olmak yeni bir süreci başlatabilir.

Selahattin Demirtaş: Bir Halkın Anadili Asla Seçmeli Ders Olarak Verilemez!(VİDEO)


Dünya Aydınları: Yanıldık, Türkiye'den Endişeliyiz!

İstanbul- Bilgi Üniversitesi'nde geçtiğimiz günlerde düzenlenen "Düşünce Özgürlüğü için 8. İstanbul Buluşması"nda çok sayıda uluslararası kuruluş, AKP'nin Türkiye'de basına yönelik politikalarını eleştirdi. Noam Chomsky, Tarık Ali gibi isimler Türkiye'deki durumu "büyük bir hayal kırıklığı" olarak nitelendirdi.

Bilgi Üniversitesi'nde düzenlenen toplantıyı düzenleyen uluslararası kuruluşlar bir bildiri yayınladılar. İmzacıları arasında; Uluslararası Af Örgütü, Madde 19, Özgürlük Evi, İnsan Hakları İzleme Örgütü, Sansür Endeksi, Uluslararası Yayıncılar Birliği, Uluslararası PEN, Sınır Tanımayan Gazeteciler ve Dünya Radyo Yayıncıları Birliği'nin de bulunduğu kuruluşlar, gazetecilerin yargılanmasını ve tutuklanmasını kabul etmeyeceklerini duyurdu.

Bildiride, Türkiye'de ifade özgürlüğü önündeki yasal ve idari engellerin hala var olduğuna dikkat çekilerek, "Gazetecilerin, yazarların, yayıncıların, akademisyenlerin, öğrencilerin, sanatçıların, sendikacıların, politikacıların ve düşüncesini şiddet kullanmaksızın ifade eden insanların bu ifadeler nedeniyle takibata uğraması, yargılanması, tutuklanması ve hapsedilmesini endişe ile izliyor ve kınıyoruz" denildi.

Türkiye'nin adını ifade özgürlüğünün ihlal edildiği ülkeler listesinde yer aldığının belirtildiği bildiride, Başbakan Erdoğan'a da tepki gösterildi: "Kendisi de bir zamanlar düşünce suçlusu olan ve bu nedenle kendisine de destek olduğumuz Başbakan Erdoğan ve hükümetinden, bu duruma bir an önce son verilmesini ve Türkiye'nin ifade özgürlüğü konusunda komşularına ve dünyaya örnek bir ülke haline gelmesini istiyoruz."

DÜNYANIN ÖNDE GELEN DÜŞÜNÜRLERİNDEN MESAJLAR

Bildiriye dünyanın tanınmış profesör, yazar ve aktivistleri de destek verdiler. Türkiye'de basın özgürlüğünün kısıtlanmasını gönderdikleri mesajlarla kınayan profesörlerden ABD'li Noam Chomsky, şunları iletti: "Türkiye'de baskılardaki son keskin yükseliş, hem bizzat kendisi olarak hem de 1990'ların karanlık dönemi sonrasındaki umut verici gelişmeleri tersine çevirdiği için çok üzücü. Bu gelişmeler, devletin şiddet ve terörüne karşı direnenlerin cesaret ve birliğinin mükafatıydı. O zaman mücadeleden kaçmayan ve bugün de aynı kararlılık ve bağlılık içinde üstlenmeye hazır olanlar, büyük bir saygıyı ve desteği hak ediyor."

Meksikalı gazeteci Lydia Cacho ise mesajında, şunları kaydetti: "Biz gazetecilerin ve yazarların sesi her yerde kısılmaya çalışılıyor. Ama Meksika, Rusya ve Türkiye gibi bazı ülkelerde sayılar yükseliyor. Dünyada net olarak biliniyor ki Türkiye'de yetkililer, uluslararası yükümlülükleri olan ifade özgürlüğünü güvence altına almakta tutarlı biçimde başarısız. Bütün dünyadaki yazarlar ve gazeteciler, hükümetleri ifade özgürlüğünü gerçekleşmemesinden sorumlu tutmak için hep beraber hareket ettiğimiz zaman daha güçlüyüz. Gazetecilere yönelik şiddete karşı geniş stratejiler uygulamak ve dokunulmazlık sağlamak için, hep birlikte daha etkiliyiz. Sağ, özgür ve sansürsüz; susturulamayacağız. Çünkü ölmüş arkadaşlarımız bile yazdıkları kelimelerde yaşıyorlar. Vazgeçmeyelim, sesimizi dünyadaki herkese ulaştırana kadar."

ABD'li roman yazarı, şair ve senarist Paul Auster, Türkiye'nin basın özgürlüğü konusunda 'kusurlu' olduğuna değinerek, "Ülkelerimizdeki, her ülkedeki, koşulları iyileştirebilmemiz için sansürsüz ve hapse atılma tehlikesi olmadan konuşma ve yayınlama özgürlüğünün bütün kadın ve erkekler için kutsal bir hak olduğuna kuvvetle inanıyorum" dedi.

TARIK ALİ: YANILDIK!

Pakistanlı gazeteci-yazar Tarık Ali'nin toplantıya gönderdiği mesaj da yayınlandı. Tarık Ali, Türkiye'deki gelişmelerin kendisini 'derinden endişelendirdiğini' belirterek, AKP'nin kendilerini yanılttığını vurguladı: "...Demokratik hükümetlerin gelişiyle ümitlenmiştik, her şey değişecek diye, varolan bütün sorunlar, özellikle de Kürt halkıyla ilgili ama yalnızca onları ilgilendiren değil, sendikacılar, solcuları ilgilendirenler de çözülecek sanmıştık. Çünkü özellikle soğuk savaşın bitmesiyle bu tür davranışlar için gerek kalmamıştı. Oysa gazetecilere saldırılar, yazarlara saldırılar, Türk hükümetlerinin birbiri peşi sıra başarısızlıklarının sürmesi özellikle de Kürt sorunuyla ilgili iyi bir çözüme ulaşılamaması büyük bir hayal kırıklığıdır.

Avni Özgürel'in "Murat Karayılan Röportajı''-3

"Oslo belgeleri mit'ten çalındı. Kanaatim budur. Mit yetkililerine olayı bizim içimizde soruşturmak isterlerse buna izin vereceğimizi söyledim..

-Oslo belgelerinin ortalığa saçılmasının hedefinde başbakan vardı elbette. Sanırım amaç kendisine gözdağı vermekti. Nitekim başbakan da bunu farketti ki olayın üzerine gitmedi.

-Görüşmeleri başladığı an Kck operasyonları da başladı, süreç hançerlenmiş oldu. Neler yaşanacağını tahmin etmeliydik.

-Silah bırakma konusuna Bdp karar veremez.
-Aşırı beklentiye girdik, bu iş tamam dedik ama olmadı.."


Söylediklerinizden anladığım çözümün anahtarının başbakanın elinde olduğuna inandığınız.. O da çözüm istediğine göre neden sonuç alınamıyor?

Belli ki bazı danışmanlar başbakanın etrafında toplanmışlar teoriler oluşturuyorlar. Yok özel harekat kurumu, yok Amerika'nın vereceği istihbarat, yok teknik vesaire... Bununla PKK'yı yok edecekler falan.. Bu anlayış siyaseti tıkıyor..  Çatışmaya kapı açılıyor.. Bize dayatılan bu.. Bundan kaçsak meydandan kaçmış kişiler olacağız..  Ne diyeceğiz herkese?.. Bu bizim için umutsuzluk olur. Yani önderliğimiz orada haberimiz yok, o kadar insanımız tutuklu.. Hani bize şey de deniyor ya.. Uluslararası şu- bu bağlantıları var, para pul var işin içinde falan diyorlar ya.. Hayır biz mütevazı yaşayan insanlarız. Felsefimiz dervişane bir felsefedir. Kendi yağında kavrulan bir hareketiz.

İyi de uluslararası aktörlerden bağımsız mı olan biten herşey...

Uluslararası güçlerin başta Amerika ve Avrupa'nın bu sorunu çözme- çözmeme politikası temelde Türkiye'de kendini test ediyor. İşte başbakan gidip Obama'yla görüşüp, predator bilmem ne  almak için çaba sarfediyor. Oysa Amerika bu sorunun çözmesini istemiyor.. Avrupa da istemiyor.. İstiyorlar ki bu sorun sürekli gündemde olsun Türkiye her zaman onlara bağlı kalsın. Her zaman muhtaç olsun. Onların amacı budur.

Sözünü ettiğiniz engeller olsa da hayli mesafe almadık mı?.

Evet aldık ama, nasıl bir mesafe?.. Bizi dışlayıp sorunu bireysel haklar temelinde çözme eğilimi var. Bu kafi değildir. Sadece bireysel haklar temelinde soruna yaklaşmak sorunu çözmez. Sorun bireysel değil topyekun bir halkın sorunu.

Bu da bir aşama değil mi?

Aşama ama çözüm değil. Hareketi dışlama, tasfiye etme hesapları var..

Buna inandıklarını düşünüyor musunuz gerçekten? Türk devletinin siyasetiyle bürokrasisiyle buna inandığını düşünüyor olamazsınız!..

Hiç değilse bir kesim buna inanıyor olmalı ki bu politika devam ediyor.. Niye bu kadar savaş? Niye yapılıyor o zaman?

PKK'yı kenara çıkarıyor devlete yükleniyorsunuz.. Eğer söylediğiniz türden bir siyasete inanan devlet söz konusu olsa Oslo'da o protokolleri imzalar mı?

İmzalanmadı yalnız..

Parafe ettiler, zabıt altına aldılar.. Yani bunlarda mutabıklar. Biz PKK'nın sonunun geldiğini gördük, predatorleri de aldık, üstlerine iniyoruz.. Burada vuracağız, gideceğiz, bunların kökünü kazıyoruz, diye inansalar o protokol için masaya otururlar mıydı?

Siz de biliyorsunuz devlet dediğimiz aygıtın her katı aynı değil. Yani o heyetin aslında samimi birtakım çabalarının olduğunu düşünüyoruz. Bu sorunu o heyetle getirdiğiniz noktalar çerçevesinde tavır geliştirseydi sonuç alınırdı zaten.

Ancak yaşanan provakasyonu da konuştuk... Başbakanda tavır alacak hal kalmadı..

O noktadan itibaren  üzerimize bir dizi saldırı gelişti. Kış boyu termallerle, keşiflerle gücümüz ya da ne, nerede tespit edildiyse tepesine binilip ezildi, ezilmeye çalışıldı. Yeri gelmişken bunun özel harekatın bir başarısı olmadığını söyleyeyim..

Özel harekat timlerinin başarısı değilse kim bunalttı sizi... PKK bu kış çok fazla zayiat vermedi mi?

Öyle değil.. Ortaya çıkan durum bizim yetersizliklerimizden.. Bizim gerilla gücü fazlasıyla, işte siyasi çözüm olacak fikrine kendisine kaptırdı. Yer yer gerilla kurallarını uygulamadı. Açık bıraktı. Güvenlik güçleri de o açık noktalardan, istihbaratla tespit ederek darbe vurdu. İşte neresi,  Cudi, Bingöl, Garzan, Siirt.. Oralarda kim kendini artık bu işin sonu geldi, çözüm olacak diye rehavete kaptırmışsa, o birim biraz da hareketinde açık verdi ve devlet kış koşullarından da yararlanarak oraya darbe vurdu. Ama bundan sonra olmaz. Yani devlet üzerimize gelirse kendimizi kanıtlarız.

Bunu bilek güreşine çevirmek doğru mu?

Değil.. Olmaması lazımdı ama zorlanıyoruz..

Bu söylediğiniz Türkiye'deki imajınıza uymuyor. Türkiye'deki pek çok yorumcuya göre siz örgüt içerisinde ılımlı kanadın liderliğini yapıyorsunuz... Cemil Bayık için şahin deniyor..

Yok yok öyle bir şey.. Bunlar psikolojik savaşın yansıması.. Ama buna inanıldığını da biliyorum... Burada herkes ılımlı, herkes sertlik yanlısı..

Mizacınızdan kaynaklanıyor belki..

O doğru.. Siz bende daha önce bilinenden farklı bir şey gördünüz değil mi?

Evet...

Beni bu noktaya getiren son dönemde politika sahasında tanık olduklarım..

Olumsuzluklar yaşandı diye vaz mı geçilsin?

Elbette hayır.. Yani gerçekten devletten iyi niyetli çözüm önerisi, samimi yaklaşım görmemiz halinde adım atılması mümkün tabii. Biz bundan yanayız.. Çok beklentilere girdik, heyetler gitti- geldi, biz bu iş tamam dedik. Ama bir baktık her şey sıfırlandı yani.. Habur grubu mesela bir tanzim meselesi. Bakınız.. Ben mi demişim illa elbiseler resmi olacak da her şehir de insanlar sabaha kadar yolu bekleyecek diye.. Teknik bir meseledir.

Tamam ama Habur dediğiniz toplu beceriksizlik.. Barış yapmakta  beceriksiziz. Kendi ayağımıza çelme takıyoruz.. Bırakılan noktadan yola devam edilebilir mi?

Mümkün tabii.. Diyalogla sonuç alınması en hayırlısı.. Ama tekrar başlamanın yolu İmralı'dır. Tecrit kaldırılmadan olmaz. Çünkü iş orada tıkandı. Oslo Görüşmeleri İmralı paralelinde yürütülen görüşmelerdir. Tek başına değildi, iki ayaklıydı.

Peki tecrit uyulamasına son verilirse süreç sonuçlandırılabilir mi?

Evet, başlatılabilir.

BDP için ne düşünüyorsunuz? Barış sürecinde belirleyici olamaz mı?

Bazen çok sıkıştırıyorlar. Aslında belki bazen biz de davranışlarımızla sıkıştırmış oluyoruz. Yani onlar da bu sürecin bir bileşenidir ve önemli bir rol oynayabilirler. Onlar ne yapabilir? Mesela bu sürecin demokratikleşme boyutunda aktif olabilirler. Mesela biz değişik biçimlerde sistemin oturtulmasında, uyum sağlanmasında onlar gibi rol oynayamayız.

Silahı ortadan kaldırmakta rolü yok mu?

Yok. Zemin hazırlayabilir, diyalog geliştirebilirler. Yani start İmralı'dan verildikten sonra, olabilir yani. Onlar da bir bileşendir. Bileşenler belli bir noktada, başkan Abdullah Öcalan'ın etrafında birleşmişler. Biz diyoruz ki bu pozisyonu değiştirmeyelim. Değiştirirsek çok başlık çıkar. Tek başımız vardır. Buna şu ana kadar BDP de uyuyor. Ben aslında onlara da bu anlamda teşekkür ediyorum. Duyarlı davranıyorlar. Çünkü gerçekten çok başlılık olursa sorunu çözmek isteyen devlet güçleri için de zorluk olur bu. Yani kimi muhatap alacak. Şimdi muhatabın bütünlüğü var.

Ama sözlerinizden anladığım çözüm yolunda BDP'nin karar verici konumda olmadığı..

Yaa onların da etkisi vardır.

Eğer şu anda bir ateşkes, silah bırakılması söz konusu ise bunda sizin kararınız önemli.

Ateşkes, evet..

Silahların terkedilmesi yani nihai bir çözüm için de sizin buradaki inisiyatifiniz önemli. Buna BDP karar veremiyor herhalde. Çünkü onlara bir şey sorulduğunda sağa sola bakıyorlar.

Hayır hayır.. Biz öyle yaklaşmıyoruz. Biz bu konuya her şeyi kendi kontrolünde tutan değil de daha bütünleyici yaklaşıyoruz. Bir karar alınacaksa bu işin içindeki tüm bileşenlerin katılımı olmalı. Yani biz şöyle demiyoruz. Her şey bizden geçiyor. Ama biz istiyoruz ki konsensüs olsun. Yani mesela, biz hiçbir zaman böyle legal- yasal Kürt gruplarını dışlayacak bir girişime evet demeyiz. Çünkü onlar da bir birleşendir. Herkesin bir rolü, yapacak bir şeyi vardır.

BDP silah bırakalım derse...

Onlar silah konusunda karar veremez. Çünkü silah onlarda değil. Ama onların; demokratik açılımın oturmasında geliştirilmesinde, toplumu hazırlamakta ve zeminin olgunlaştırılmasında bir rolü olabilir. Biz de onların kurdukları bir kurum vardır. Neydi adı? DTK idi. Biz resmen de dedik ' Onun kararlarına saygı duyarız'  diye. Yani biz bunu deklare de ettik. Mesela onların alacağı bir kararı biz sıfır saymayız yani. Daha profesyonel, daha atak olabilir. Bu konuda bizim de eleştirilerimiz var yetersizliklere ilişkin.

Mesela yetersiz gördüğünüz ne var?

Mesela politikayı daha iyi yapma, daha iyi geliştirme atakları.. Bu anlamda gelişme, dar kalmama... Bunda şeyin de tesiri var. Dar sol yaklaşımların etkisi var, değişik şeyler var.. Burada biz bunları aşmışız.

BDP'lilerin kendilerini solcu zannetmelerinden kaynaklanan zorluklardan söz ediyorsunuz sanırım..

Öyledirler sanırım.. Ama vallahi bilmiyorum.. Onlara sormak lazım. Yani dar şeyler oluyor tabii.. Fakat genel olarak geçmiş süreç boyunca, hem büyük eziyet çektiler hem onların da kayıpları yaşandı. Biliyorsunuz 90'larda.. Şimdi bir sürü insanları içerde.. Biz onların o tutumunu takdir ediyoruz. Aslında belli bir irade gösterme durumları vardır. Mesela devletin beklentisi neydi? Bunlar çil yavrusu gibi dağılırlar işte.. Bir kısmını içeri attık mıydı, diğerleri gider. Çünkü bunlar ev- bark sahibi, iş yeri olan kimseler. Bizim gibi değil.. Biz dağa çıkmışız, biz militanız yani.. Ona rağmen böyle bir tutumu almış olmalarını biz önemsiyoruz. Hem mesela içerde bir birliktelikleri var. İçerdekilerin birlikteliği var. Örneğin Kürk dili ile savunma hakkı arkasında duruşları anlamlıdır. Yani kendilerini kanıtladılar demek istiyorum. Bunu görmemezlikten gelemeyiz. Bir kanıtlama oldu onlar açısından..

Ama rüşdünü ispat etmiş sayılmıyorsunuz.

Yakaladılar aslında.. Haklarını yemek istemem bu konuda.

Süreç BDP'yi sıkıştırıyor.

Biliyorsunuz ki Mehmet Ağar bile dedi ki 'Dağda silahlı siyaset yapacaklarına gelsinler burada silahsız siyaset yapsınlar..' Bu bir bakıştı yani.. Ama Tayyip Bey şehirdekileri içeri atıyor. Ne yapacak onu da anlamadım. Hadi diyelim ki sizin iyi niyetiniz gerçek oldu. Dedi ki bir çözüm.. Peki biz nereye gideceğiz? Bizden önce orada hiç eli silaha bulaşmamış, hiçbir yasa dışı faaliyete karışmamış kişiyi içeri atmışsın.. Çözüm oldu biz geldik diyelim, nereye gideceğiz?

Çözümü inşa eden başbakan geleceklere affı da düşünür herhalde.. Af çıkar...

Barış grubunun başına gelenleri gördük.. Sanki sinir savaşı gibi bir şey.  O barış grubu halktan insanlardı..  Mahmur'dan giderlerken ben de onları gördüm. Gerçekten konuştum da ikna etmek yollamak için. Onların hepsi ceza aldı...Vicdan dayanmıyor.

Poşi giyene PKK'lı diyen de var

Evet... Ahmet Hakan'ın bir yazısını okudum. Dediğiniz puşi meselesinin örneğini anlatmış.... Yedi polis birini yakalamış.. Mahkemede hakim bu muydu diye soruyor.. Bu muydu değil miydi tam olarak hatırlayamıyoruz, diyorlar. Yani sanık sandalyesindeki kişiyi içeri almışlar ama kararlarına sahip çıkmıyor, net bir ifade vermiyorlar. Bir tanık varmış. Ama o da, iyi tanıyamadım, oradaki bu muydu değil miydi, bilemem diyor.. Yani o da sanığın aleyhindeki ifadesinden vazgeçmiş oluyor. Savcı diyor ki, bu durumda sanığın serbest bırakılması lazım.. Ama mahkeme heyeti toplanıyor adama 11 yıl 3 ay ceza veriyor. Sözü edilen bir çocuk.. Galatasaray Üniversitesi'nde falan okuyor sanırım. Puşi taktığı için..  Bir olay olmuş, o da olay yerindeymiş yakalamışlar..Ahmet Bey bunu güzel bir şekilde izah ediyor.

Hazır Ahmet Hakan'dan söz etmişken sorayım, akıl hocanızmış...

Yaaa... Evet.. O iddianamede tıkandım ben. Okunamaz yani. Herhalde siz de okumamışsınızdır. İnsan iddianamenin belki önemli yerlerine bakar. Çok kalın.. Ben de hepsini okumadım. Gerçekten görmemiştim. Kendisi, kendisiyle ilgili bölümü herhalde söylemişlerdir, okumuştur. Belki hepsini okumuştur. İyi bilmiyorum. Diyor ki iddianamede Sonradan duydum. O da öyle söylüyor. Güya benimle ilişkideymiş. Bana telefonda zaman zaman yani danışman gibi fikirler veriyormuş. İşte şöyle yapın böyle yapın, diye. İlginç bir şey yani. Bunu hakim kabul etmiş yani?.. O aslında tek başına bu durum iddianamenin bu gerçeğini açığa vuruyor.

Yargı hala tartışılıyor...

Evet maalesef

2012'nin önemini vurgulayageldim ben.. Sene başında PKK silah bırakacak diye yazdım... Mesele bu haliyle  2013'e bırakılırsa gündem değişir, tavsar diye... Bu konuda değerlendirmeniz, kanaatiniz ne?

Sizin 2012 yılının önemli bir dönemeç yönündeki tespitinize katılıyorum. Fakat demin ifade ettiğim hususlara dayanarak şunu söyleyebilirim. Eğer bu konuda bir girişim gelişecekse ancak hükümetten yana gelişebilir. Biz ne yapabiliriz ki.. Hükümet kesti, hükümet kapattı.. Ancak daha senenin yarısı geçti... Önümüz de altı ay var

Oslo'yu nasıl izah ediyorsunuz?

Devlet sırrı kapsamında değerlendirildi tabii.. Sadece başbakanın değil, Milli Güvenlik Kurulu'nun da bilgisi vardı yani.  İnsiyatif koyan geliştiren başbakan elbette ama t5ek başına o sorumluluğu almak istemez başbakan da. Ee tabii kalkıp onu farklı izah edecek değil.. Başbakan sürecin siyasi sorumluluğunu üstlenmek durumunda.. Siyaset bunu gerektiriyor.. Fakat bildiğimiz şu ki süreç başbakanın kararıyla Milli Güvenlik Kurulu çerçevesinde yapılmış müzakereye dayanmaktaydı.. Bu bir yıl değil, hemen hemen 3 yıla yakın sürdü.. . Heyetler gidiyor geliyor. Her yıl iki- üç sefer...

Sürecin bu kadar sarkması bazılarını tedirgin etmiş, provakatif girişimlere fırsat vermiş olamaz mı?

Evet Avni Bey, doğru.. Sorun nedir? Orada yazılıp çizilip konuşulanların pratikleşmemesidir. Örneğin, sürecin başlamasıyla birlikte KCK davasının ortaya atılmış olması tam bir hançerlemeydi. Neler olacağını anlamalıydık..

Yani bunun böyle ortalığa saçılmasını..

Evet o konuda sizin, birçok kimsenin görüşü vardı. İlgili bir kurum da var. Biz o kuruma gerekli bilgileri verdik. Yani bundan kesinkes emin olabilirsiniz ki burada sızma söz konusu değildir, bizim tarafımızda ifşa edilmemiştir.

Bu konuda MİT'i bilgilendirdiğinizi anlıyorum..

O kurumu bilgilendirdik. Biz o kuruma dedik ki ' Her türlü konuşmaya açığız. İsterseniz gelin soruşturun..' Onlar da dediler ki, biz sizin bu sarf ettiğiniz, belirttiğiniz şeyleri biz samimi gördük dediler. Bunu ifşa eden sorunun çözümüne çomak sokmak isteyendir. Biz soruna çomak sokmayız. Çünkü biz de zaten sorunun çözümünü istiyoruz. Biz de bir tarafız. İnanın ki gizliliğini biz çok muhafaza etmişizdir. Mesela bu arkadaşlarımız..  Yani bizim hareketimizin yönetim kademesindeki insanlar dahi bilmezlerdi. Bizim hareketin içerisinde bu sürecin böyle geliştiğini sadece 11 kişi bilirdi. Neden? Çünkü başta şu konuşuldu.. Bu sonuna kadar gizli gitmeli, sadece sonucu açıklanmalı kamuya. Öncesinde basına sızdırılması halinde, kamuoyunca bilinmesi halinde çok çeşitli biçimlerde tartışılacağını sabote edileceğini bilmeyecek kadar tecrübesiz değiliz. Başka ülkelerin pratiğinden çıkan ders bu. Bize söylendi, biz de buna çok itina gösterdik. Söz konusu belgeler bizde hep benim yanımda, benim denetimimdedir. Bunu kesin ve net söylüyorum.

Peki bu BDP'de yapılan bir aramada çekmecede bulunmuş.

Kesinlikle hayır! Kesinlikle doğru değil. Çok kesin söylüyorum bakın. BDP'lilerde hiçbir belge yoktur. Bu belge benim dışımda kimseye bir yere gitmemiştir. Ben vermişsem birisine, okumuştur geri almışımdır. Kesinlikle bu böyledir. Yani polisin biz bunları falan yerde BDP belgeleri içinde gördük demesi doğru değildir. Biz bunu o kuruma da bildirdik.  Kesinlikle doğru değil.

Kim sizce bunun sorumlusu?

Başta İsrail olabilir mi, başka güçler olabilir denildi. Biz de aslında öyle biri olabilir mi diye biraz düşündük, hangisi olabilir diye tartıştık. Ama nihayetinde anlaşıldı ki aslında devletin kendi içinde farklı eğilimdeki grupların işidir. Yani aslında MİT'ten bir biçimde çalınmıştır. Bu büyük ihtimal.. O noktada uluslararası bir organizasyon işe karışmış olabilir mi onu bilemem. Benim tahminimi sorsanız bence oradan bir şekilde alındı..

Bu kanaatinizi de ifade ettiniz mi?

Ettik. Yani ihtimal olarak belirtmiştik. Daha çok bu ihtimal ağır bastı. Özellikle polisin bizi işaret etmesi... Bu bizdeki kanaati kesinleştirdi ki o zaman bunlar ya MİT'ten almış ya da uluslararası bir kurumdan almış, dedik. Belli ki burada MİT hedeflenmiştir, müsteşar hedeflenmiştir.

MİT müsteşarının şahsında onun doğrudan bağlı olduğu başbakan hedeflenmiş olmuyor mu?

Evet tabii... Ama asıl yapılmak istenen başbakana uyarmadır diye düşünüyorum ben... Bir uyarı gibi yorumlama daha doğru bence.

Hedef Erdoğan?

Tabii öyle.. Ve bana göre bunu başbakan biliyor, MİT müsteşarı da biliyor. Muhtemelen bu sonrası iç dengeleri sağlama çabası bir süre daha devam edecektir yani. Bu meselede fazla yorumda bulunmak istemem..  Fakat bu iç çelişki kapalı da olsa, açık olmasa da sürer büyük ihtimalle.Dikkat edin başbakan olayın nasıl meydana geldiğinin, sorumlularının üzerine gitmedi, bir şey yapmadı. Kendisini ikna ettiler herhalde.

Avni Özgürel'in "Murat Karayılan Röportajı''-2


"Oslo'da önümüze bir fırsat çıkmıştı ama kaçırdık.. Görüştüğümüz insanlar samimiydi, çözümden yanaydılar..

Silvan hadisesi bize ve sürece çok zarar verdi.. Olay provokasyon muydu, değil miydi tartışmanın faydası yok... denk geldi.. Halbuki o an için çatışmasızlık kararındaydık..

Silvan'dan beri Öcalan tecritte... sağ mı öldü mü bilmiyorum.. Durum böyle olunca bizim hareket imkanımız kalmadı.. Bir şey yapmam bekleniyor ama manevra yapacağım alan yok.. Önderimiz tecritteyken bir şey yapamam.. Bizim onunla yoldaşlığımız var.. Arkasına dolanamam, onu by-pass edemem...

Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne en fazla sayıda Kürt'ün tutuklu olduğu dönemi yaşıyoruz.. Kck'nın başkanı benim, söylüyorum, 8000 tutukludan 1000'i Pkk'lı gerisi sade Kürt vatandaş..

Sanırım devlet bir adım atacak, tavır geliştirecek. Bir şey bekliyor ama ne beklediğini ben bilmiyorum.. Biz şu an eylem anlamında izleme durumundayız..."
...
Oslo'da değildim ama görüşmeleri harfi harfine takip ettim dediğinize göre devletin sorunun çözümünde ne kadar samimi olduğunu da görmüş olmanız gerekir... Mesele sadece güvenlik ekseninden değerlendirilse olabilecek en üst düzey heyetin orada işi ne, değil mi?

Bunu üstün körü bir kaç kelimeyle izah etmek zor tabii . Gelip bizimle, arkadaşlarla görüşen heyetin iyi niyetli, çözümden yana tutumunu gördük elbette. Ve buna inandık. Fakat arkası boş bırakıldı. Yani hükümet arkasında durmadı. Gerçek bu.. En son mesela protokolleri duymuşsunuzdur. Sunuldu.. Çok kısa, çok yalın, net yazılmış. Önerliğin el yazısıyla bana da ulaştırıldı. Kendileri ulaştırdı. Bu basına yansıdı. Biz de kabul ettik yani. Birkaç basit cümleyi değiştirmeyi önerdik. Ama o kadar.. Önemli oranda kabul ettik ilkesel düzeyde.

Dikkatli kaleme alınmış sade bir metin...

Aslında Türk kamuoyunun hassasiyetlerini dikkate alan bir dille yazılmıştı. Gerçekten en makul ölçüleri içeren bir çerçeveyi ortaya koyuyordu. Ama heyet dedi ki ' Bizim işimiz artık tamam..Biz bunu başbakanlığa sunmak durumundayız' dedi. Bildiğim kadarıyla sundu da.. Şimdi seçim var dendi, seçim sonrası denildi. Biz de 'Tamam' dedik..  Hani siyasette diyorlar ya seçim sonrası balkon konuşmaları falan, belki öyle bir şeydi.. Bakarsın olabilir yani.. Ama oradan bir şey çıkmadı. Tersine 10 Mayıs'ta Oslo'da çalışma tamamlanıp teslim edilmişti protokol taslağı... Fakat sonrasında birden bire Başbakanın üslubunda değişiklik oldu.

Durduk yerde mi sizce?

Kendince bir sebebi, izahı vardır elbette... Ama bana söylenen bir şey olmadı..

Seçim kampanyası sırasında Bahçeli'yle başbakan arasında Apo'yu sen astırmadın, ben olsam asardım tartışmaları falan da yaşandı..

Evet.. Ben olsaydım idam ederdim, dedi. Birileri gelim dediler ki büyütülmesin.. Seçim kampanyası nedeniyle dediler.

Kim geldi?

Söylemek gerekmez.. Yani... Siz de MHP tabanını bilirsiniz, onu zorlamak için.. Ama sonra anlaşıldı ki tam öyle değil yani.. Aslında biraz daha bilinçaltında kalmış bir refleks gibi geldi bana...

Sonuçta protokollar ortada mı kaldı?

Evet... Kaçırılmaması gereken bir fırsattı, cevapsız bırakıldı. 15 Haziran'da cevap verilecekti, olmadı. 15 Temmuz'a kaydı, yine olmadı. O ara bir olay oldu.

Evet ama Silvan saldırısı meydana geldi o sırada

Evet.. Silvan olayı.. Siz onu bilinçli yapılmış bir şey olarak yazmışsınız.

Değil miydi? Provokasyon değil miydi?

Birçok kişi öyle yazdı. Tamam, olabilir.. Görüşlere ben pek bir şey demiyorum. Fakat inanın ki kesinlikle bilinçli bir uygulama değildi. Onun öncesindeki benzer çatışmaların teması, çünkü operasyon gücü var. Ee bizimkiler arazide karşılaşıyor, çatışma oluyor. Önce 50'ye yakın kayıp bizden olmuştu. Yani asker geliyor, orada öyle yakın konumlanıyor, çatışma oluyor. Asker kayıp veriyor.

Onüç asker... Duyduğunuzda içiniz cız etmedi mi? Barış derken yine çukura düştük. Yine kendi ayağımızla çukura düştük duygusu yaşamadınız mı?

Şimdi onun öncesinde de bizden kayıp vardı. Bu devlet- hükümet, yani işin başındakiler daha iyi bilir ki askeri araziye salarsan karşı karşıya gelmek kaçınılmaz.. Her iki güç de silahlıysa kayıp olabilir. Daha önce bizden kayıplar oldu. Bu sefer de devletten oldu,  belki normal geçer diye beklerdik. Ama başbakan bunu iyi kullandı diyebilirim.

Erdoğan Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanı sertleşmesi normal değil mi?

Aslında politikasında setleşmeye gitme kararı vardı..  Çünkü öncesinde seçim vardı. Mesela biz 2007 seçimini çatışmasız geçirdik. 2009 seçimini taa daha seçimden önce 78'in sonunda bizzat ben açıkladım. Eylemsizliği sağladık, eylemsiz geçirdik. 2011 seçimi, 12 Haziran seçimlerinden bahsediyorum, yine çatışmasız bir ortamda geçmesi için biz de üstümüze düşen sorumlulukların gereğini yerine getirdik. AKP de bak onda itina gösteriyordu. Ama sonra baktık ki AKP'nin derdi Kürt sorununu çözmekten ziyade iktidar olmak.. Yani iktidarı için bunları yapıyor. Başbakan böyle yapmamalıydı. Kürt sorunu Türkiye'nin en temel sorunudur. Türkiye'nin en temel sorununu basamak gibi kullanmak doğru değil. Bu Türkiye halklarına karşı da saygılı bir duruş anlamına gelmiyor. Meseleyi iktidar olmak için kullanmaya  var ama sıra çözmeye geldi mi çark etti.

Kürt meselesini en net şekilde ifade eden siyasi çözümün kapısını açan kişi Erdoğan, on sene zarfında epey mesafe alındığını da siz söylediniz.. Şimdi sorunu kullanıyor diyorsunuz..

Bize öyle geldi. O olay, yani Silvan hadisesi asıl bize zarar verdi.

Nasıl?

Öyle..  Zarar verdi; Kürt siyaseti çok tesadüfi bir biçimde aynı güne denk geldi, Kürt siyaseti esasen demokratik özerkliği ilan etme hazırlığındaydı. Biz bundan haberdar olduk. Biz bunu daha iyi gördük. Seçim sonrası iyi bir çıkıştı. Ola ki devlet bunu kabul etmezse üzerine gelirse o zaman bizim güçlerimiz daha haklı bir pozisyon elde eder, dedik.. Yani bizim kararımızla o an için öyle bir çatışma yoktu. Bu siyasi adımdır.

Denk geldi diyorsunuz.


Tamamen tesadüfi bir biçimde denk geldi ve bu hadise kafaları karıştırdı.. Kürt siyasi alanı da, başkaları da, herkes şaşırdı. Yani bu askeri bir hamle mi, siyasi bir hamle mi? Hangi süreç? Kafaları karıştırdı. Aslında Kürt siyaseti de sindi, geri çekildi. Devlet de bunu iyi kullandı. Aslında devlet değil, hükümet.. Çok iyi kullandı, baskıladı böyle.. Mesela gündem oluşturdu.. Biz artık bundan sonra kimseye iyi niyet göstermeyiz, diyerek topyekün savaş ilan eden bir üslup kullandı. Böylece süreç aslında bizim de istemediğimiz bir biçimde bir doğrultuya girdi. Yani esası budur. Barışı temin edelim demişim onun için çabalamışım...Türkiye'de başbakanın siyasi riski var da benim üstlendiğim risk yok mu? Bana soru yönelten önce kendisini benim yerime koysun...

Umutlar suya mı düştü sizce...

O tarihten bu yana yani on aydır bizim hareketimizin önderliği sağ mıdır ölü müdür bilmiyoruz. Güzel de Türkiye'nin yasalarına göre hareket edilirse bir tutuklunun kendi ailesiyle, kendi avukatıyla görüşme hakkı vardır. Ama 10 aydır niye mesela bizim başkanımız için bu ayrıcalık mesela?.. Niye negatif bir yaklaşım geliştiriliyor?..Kanuni açıdan yaklaşılırsa bir tutuklunun avukatla, ailesiyle görüşme hakkı var, haberleşme hakkı var, takip etme hakkı var. Bunun hukuki tarafı nedir? Bunun ahlaki tarafı nedir? Bu ne anlama gelir? Uluslararası düzeyde bunun bir yeri var mı, yasal açıdan- hukuki açıdan? Yeri yok.. Koskoca bir devlet, kusuruma bakmayın kullanacağım kelime için, yalan söylüyor. Her hafta avukatlar başvuruyor, devlet diyor ki ' Koster bozuk!..' Bu nasıl devlettir ya? Bu nasıl iştir? Bari buna daha başka bir cevap verin. Yasakladık deyin.. Her hafta ' Bozuk..' Bu devlet niye ciddiyetiyle bağdaşır mı?.. Açık açık- dobra konuşsun. Şimdi, bir tarafı bu.. Yani 10 aydır bir haberimiz yok.

Öcalan faktörü işin içine girince...

Bu meselenin önemini siz biliyorsunuz.. Müsaade ederseniz bir parantez açayım. Biz önderliksel bir hareketiz. Bilmeyen şöyle zanneder; Abdullah Öcalan bu hareketi örgütlemiş, talimatla yönetiyor, falan.. Ama öyle değil. Abdullah Öcalan bir felsefe, bir çizgi koydu ortaya. Biz buna güvendik, inandık ve katıldık. Kendisi olsa da olmasa da biz bu mücadeleyi yürütebilecek durumdayız. Kırk yıldır bu işin içindeyiz yani. Mesela diyorlar ki 'Biz Abdullah Öcalan'ı tutarız böyle.. Eee belki örgütün kafası karışır, yürüyemez duruma gelir..' Nasıl olur bu? Biz de 40 yıldır bu işin içindeyiz. Onlarca, yüzlerce arkadaş var. Yani biz bu işin teorisini biliyoruz, her bir arkadaşımız düşüncesi olan insanlardır.

Şu an böyle düşünen kimse yok... Belki şundan kaynaklanmış olabilir.. Öcalan Türkiye'ye getirildikten sonra siz belli bir noktada sert bir açıklama da yaptınız. Onun bazı açıklamaları üzerine 'Bundan sonra kendisi bir sembolik başkandır..' diye....

Evet o ara öyle bir şey oldu. O ayrı bir konu..

Kürtler de hareketi onsuz kendileri götürür, diye bir açıklama yaptınız.

Yani şimdi şöyle.. Biz önderliksel bir hareketiz. Mesela ben önder Apo'nun düşüncesini dinlemişim, benimsemişim, felsefesine katılmışım. Cemil Bayık arkadaş o biçimde katılmış, Duran Kalkan o biçimde katılmış. O bizim önderimizdir. Fakat eskiden de kendisi yönetmiyordu. Kendisi stratejisttir. Çerçeve veriyor, biz yürütüyorduk zaten. yine de yürütüyoruz işte.. Hareket öyle bir hareket.. Önderliğin oluşturduğu emirle yürütüldüğü bir şey değildir yani.. Mesela kendisi o zaman da Şam'daydı. Bu kadar dağlarda yürütülen bir hareket vardı. Yani demek istediğim; biz ideolojik- felsefik olarak önder Apo'ya kesinkes bağlıyız. Biz öyle bir hareketiz yani. Günlük talimat almasak da.. Şimdi böyle bir hareketi farklı değerlendiren bazı devlet organları yani diyorlar ki ' Tecrit olunca hareket başsız kalır..' İşte öyle değil.. Hareket ona bağlı ama onsuz felç hali yaşayacak durumda değil.. Biz bağlıyız. Bir sözünü iki etmeyiz. Ama bu şu demek değil; o olmadı, yürümeyiz. Yok yürürüz.. Şimdi buradan parantezi kapatıyorum.

O parantezi şöyle kapatabilir miyiz? Bunu yani Öcalan'ın pozisyonunu Oslo sürecinde müzakerelere katılan devletin yetkilileri far etmediler mi?

Onlar biliyor. O ekip biliyor ama işte ben iyi bilemiyorum orayı.. O ekip anlatamadı mı, etkili mi olamadı?.. Nasıl oldu?.. Bizim o ekibe karşı herhangi bir şeyimiz yok yani. Tamam işte, bazı olaylar olgular falan oldu..

Senelerce terörist başı denilmiş, bebek katilleri denilmiş, başbakan, onlar gtörüşmek mi, asla görüşmüyoruz falan demiş. Sonra birtakım görüşmelerin yapıldığı ortaya çıkmış..  Ses bantları dökülüp saçılmış ortalığa.. Tayyip Erdoğan'ın elinin soğumayacağını nasıl düşünürsünüz..

Evet biz anlıyoruz onu. Tamam.. Hak da veririm... Ama nihayetinde bizim başkanımızın da böyle bir durumu var.. Ve bu bizim çok zorumuza gidiyor. Biz frenlemesek insanlar kendini yakmak v.s. gibi sert protesto eylemlerine tevessül edebilirler...Ama tabii biz aklıselime davet ediyoruz herkesi. Tartışmalar, konuşmalar falan..

Sanırım meselenin bir diğer boyutu da KCK tutuklamaları.. O noktada gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz.

Geçmişte Kürt insanlar çok tutuklanmış. Şeyh Sait isyanı, Dersim dönemi belki çok kişi tutuklanmış ama onlar daha çok sürgün edilmiş, bir yerlere gönderilmiş falan.. Hepsi yani yıllarca tutulmamış. en fazla tutulmanın olduğu vakit; 12 Eylül.. Ama 12 Eylül askeri cuntası da mesela biliyorsunuz, o zaman 90 gün gözaltıydı. 90 gün tutar, vurur kırar bir şey olmaz, konuşturamadıysa bırakırdı. O nedenle tutuklu olarak kalan bilemedin, 5000- 6000'i geçmezdi.  ( Görüşme sırasında yanında duran Bozan Tekin'i işaret ederek) Bu arkadaşımız 12 Eylül'de içerde yatmış mesela. Ama şu anda 8000 Kürt tutuklu.. Bu 8000 Kürt'ün 1000 küsuratı bizim arkadaşlardı. Pekala, diyelim ki onları tutabilir yani.. Haydi onları örgüt üyesi diye aldı, tutukladı dedim. Devlettir yaa.. Terör örgütü olmaktan yargılar. Geri kalan 7000'i Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre hiçbir yasa dışı faaliyeti olmamış, illegalitesi olmamış göz önünde insanlar. Mesela Hatip Dicle'nin illegal faaliyet yürüttüğünü kim iddia edebilir ki ya da PKK'lı olduğunu? Bir KCK senaryosu ortaya atıldı, önüne gelen Kürt'ü KCK'lisin diye içeri atıyorlar. Bu haksızlıktır yani. Vicdan dayanamıyor.

KCK'nın başında siz yok musunuz?

Evet.. KCK denilen kurumun başıyım, başkanıyım. ama ben yani bu insanları ne tanırım ne bilirim. İstanbul'da o kadar kişi yakalanıyor.. Her gün hala yakalanıyor. Bu KCK nasıl bir şey, fabrika mıdır kadro üretiyor? Akıl erdiremiyor insan. Yani bu devletin bir yakıştırması.. Bir senaryo.. Yanlıştır yani.. İnsanların öyle bir durumu yok. Herhalde bakıyorlar, biraz duruşu var; hadi gel sen de içeri..Böylesi koşullarda nasıl adım atabilirsiniz?

Kürt meselesinde bürokratik çarkta farklı eğilimler oluştu... Yargı, polis başka türlü hareket ediyor, istihbarat başka türlü falan.. Ama çözümden yana olmak bu engellere takılmamayı gerektiriyor.. Yine olaylar yaşanıyor, yine can kayıpları oluyor ama her yıl gördüğümüzün aksine büyük bir şiddet dalgası halinde değil bu... Türkiye yeni bir anayasayı yazmaya başladı, önümüz Ramazan... Başbakan silah bırakılırsa operasyonlara son veririz dedi...

Tamam, ben bu konuda samimi birkaç şey söyleyeyim size. Başbakanın çıkışından bahsettiğiniz. Aslında biz ona kısa bir cevap vermiştik, ama belki çok fark edilmedi. Doğru, pratikte eylem anlamında, biraz izleme durumundayız bu haftalar itibariyle..Doğru bir gözlem bu. Ötesini siz de zaman zaman yazılarınızda ifade ediyorsunuz.. Bir bekleme hali... Şu kadarını söyleyeyim..Sanırım devlet bir adım atacak, bir tavır gelişecek.. Bir şey bekliyor ama beklediği nedir onu ben bilmiyorum..

Silah bırakma konusu...

Silah bıraksınlar operasyon yapmayalım.. Bu zaten devletin eskiden beri istediği bir şey. Silahsız adama karşı operasyon zaten olmaz. Son dönemde yaşadıklarımız bizi bu konuda tavır alma barışçıl bir inisiyatif geliştirme noktasında zor bir alana itti.. Baskı altındayız.. Manevra yapacağımız zemin bırakılmadı.

Baskı?...

Şu ara fazla çatışma olmuyor ama asker her yerde, arazide yani faaliyet halinde. Bizi sıkboğaz etme durumu vardır açıkça konuşursak. Şimdi bu ortamda kalkıp da bir şeyi yapmanın koşulları kayboluyor. Bu bir.. İkincisi çok önemli. Başkan Apo böyle içeride tecrit altında olduğu müddetçe ben Murat Karayılan olarak ne Mesut Barzani, Kürdistan Demokrat Partisi'nin başkanı ve federal hükümetin başkanı olarak ne de başka herhangi bir Kürt, hiç kimse  hiçbir şey yapamaz.  Neden? Ahlaki değildir. Yoldaşlık gereği olarak düşünsek böyle, ahlaki olarak düşünsek böyle, vicdani olarak düşünsek böyle.. Ankara'da iktidara yakın birileri, biz Barzani ile uğraşırsak belki bir sonuca gideriz, diye düşünüyor olabilirler.. Ama hayır, hiç kimse bir şey yapamaz.

Her şey yine dönüp dolaşıp Öcalan noktasında mı düğümleniyor?


Öyle.. Onu tutmuşsunuz, tecrit etmişsiniz, on aydır haber alamamışız, bu durumda biz kalkıp ne yapabiliriz ki?.. Elimizden her türlü imkanı almıştır. Hiçbir şey yapamayız. Ben sizin, sizin gibi düşünen aydınlarımızın çabalarına çok büyük saygı duyuyorum. Samimiyetin karşısında ben de duygularımı böyle samimiyetimle ortaya koymak isterim.. koyuyorum. Gelinen noktada düğüm çözülmek isteniyorsa bunun yolu İmralı'dır. Orada bir değişme olmadan bizim bir şey yapmamızın ne ideolojik temeli, ne yoldaşlık, ne ahlaki bir zemini yoktur. Hiçbir şey yapamayız! Kendisine ilişkin söyledi. Tedavi sorunum var; güvenlik sorunum var; serbest hareket sorunum var dedi.. Bunlar çözülmezse ben artık yokum, dedi. Biz ona bağlıyız. Kürt camiasında, siyasetinde kimse farklı bir şeye cesaret edemez. Devlet uğraşıyor; gidiyor bilmem kimi getiriyor Avrupa'dan.. Marjinal kimseleri getiriyor. Olmaz.. Sonuç alamaz. Çünkü sorunun sahibi orada, yakınınızda ve siz onu sıkboğaz etmişsiniz. Tecrit altına almışsınız, gelip bizimle çözmek... Ya bizim yoldaşlık şeyimiz var.. Yani biz öyle yapar mıyız ona? Arkasında dolanmayız yani, onu baypas edemeyiz. Bunun devlet erkanını bilsin diye söylüyorum.. Ötesinde bütün çabalar boşunadır, sonuçlanmaz yani. Ben şimdi gerçekten çözüm yolunu izah etmeye çalışıyorum.

Silah bırakmayız diye bir kararımız yok; tavrımız mevcut durumdan kaynaklı diyorsunuz...

Evet, evet... Elbette...

Avni Özgürel'in "Murat Karayılan Röportajı''-1

Türk gazetecisi eski MHP militanı Avni Özgürel, Kandil'e giderek KCK Yürütme Kurulu Başkanı Murat Karayılan bir roportaj yaptı. Yazarı olduğu Radikal gazetesinde yayınlanmayan roportajı "birlesikbasin.com" adlı bir web sitede yayınlayan Özgürel, roportajın başına ilginç bir fotoğraf eklemiş. Fotoğrafta Türk gazetecisi Avni Özgürel'ün eline iki eliyle sarılmış Kürt komutan Murat Karayılan, Özgürel'e sıcak bir dostluk gösterirken, Özgürel'in Karayılan'a elini kerhen uzattığı ve onu dikkate almadan göz temasından kaçınarak üstten baktığı görülüyor!

"Roportaj" adı verilen yazının ilk bölümünde de Özgürel'in dişe dokunur bir soru sormadığı, Karayılan'ın konuşmalarını yönlendirmeye çalıştığı izlenimi veriyor. Karayılan'da konuşmasında, TC sınırları içinde bir çözümü amaçladıklarını, çaresizlikten direndiklerini ifade ediyor. Avni Özgürel'in "Murat Karayılan roportajının ilk bölümü:"


"Gelinen noktada çözüm için yeni bir karara gitmek gerekiyor."

"Bir yola çıktık, doğru - yanlış buraya geldik. Günümüzde herkes uluslararası güçler, bölgesel güçler bu konuyla ilgili. İngilizler zamanında Kürt sorununu çözmemişse bunu sürekli bir kart olarak kullanmak için çözmemişler. Bunun farkındayız."

"Oslo süreci önemliydi. Çözüme çok yaklaşmıştık. Her görüşmeyi, her şeyi harfi harfine, yakından takip ettim. Kendim bulunmadım ama birinci elden takip eden kişiyim."
...

Yıllardır Kürt meselesi konusunda yazıp çiziyorum. Keza kanın durması, şiddetin son bulması için.. Bu yolda çaba sarfeden çok sayıda insan her defasında hayal kırıklığına uğruyor. Bu yıl başında PKK'nın silah bırakacağını yazdım. Kimi görüşmelere ilişkin edindiğim bilgiden hareketle bu kanaate varmıştım... Olmadı... Bu defa uzun zamandan beri sert ifadeler kullanan sayın başbakanın örgüt silah bırakırsa operasyonlara son veririz, sözü yeni bir döneme gidiğimizi düşündürdü. Ne dersiniz? Bir kere daha silahların bırakılması noktasına geldik mi?

Öncelikle hoş geldiniz. Çaba gösteren herkesi özellikle sizi uzun bir süreden beri izliyoruz. Samimi bir biçimde bu sorunun çözümünü isteyen tüm insanlara büyük saygımız vardır. Bazı başka dostların da ziyaret talepleri oldu. Konuşmamızın pek uygun olmadığını söyleyerek geri çevirdik.. Genelde bu tür dönemlerde biz fazla öyle basınla çok yakın ilişkide olmuyoruz ama sizi uygun görmemizin nedeni açıkça belirtirsek sizin değerlendirmeniz konuya ilişkin değerlendirmelerinizin ekseninde önderliğinizin yani Başkan Aponun olmasıdır. Bu husus bizim için önemli. Çünkü esasında yani gerçekten sorunun çözümünde Başkan Aponun durumu gerçekten belirleyicidir. Bunu Türkiyede ilk görenlerden birisi sizsiniz. Bunu biliyoruz. Bu açıdan önem verdik. Yani sizden gelen talebi geri çeviremezdik. Umarım yararlı olur.

Ben de yararı olsun arzu ederim...

Sizin konulara iyimser yaklaştığınızı biliyorum. Keşke meselenin çözümü basit olsa... Gelişiniz vesilesiyle sorunlarımızı ve içinde yaşadığımız durumu en yalın, açık bir biçimde anlatacağım. Umarım çözüme faydası olur. Böyle diyorum, çünkü tarafların birbirini anlayamama sorunu var, güven sorunu var. Gerçek bu yani. Esas sorun budur. O açıdan sizin gibi sorunu aklıselimle ele alan, derinlikli yaklaşan, öngörülü yaklaşan kişilere ihtiyaç var. Zaten biz bunun farkına vardığımız için sizin gibi insanların çözümdeki rolünü önemsiyoruz.

Değişik vesilelerle yaptığınız konuşmalarda gelinen noktada çözümden başka yol görünmediğini söylüyorsunuz. Elinizi tutan ne?

Şimdi konuya nasıl gireyim? Biraz izahat etmem gerekiyor bazı şeyleri. Biz Kürt sorununu nihayetinde barışçıl diyalog yöntemleriyle çözülmesi gereken bir sorun olarak görüyoruz. 1993ten bu yana diyalog ve barışçıl yöntemlerle çözüm için çeşitli çabalar sergiledik. Yani önümüze çıkan fırsatları değerlendirmeye çalıştık. Öncesinde silahlı mücadeleyle başladık. O doğrudur. 12 Eylül ortamında, Diyarbakır zindanı süreci... Ardından, siz izlemiş olabilirsiniz; Türk solu, Kürt siyaseti... 12 Eylülden kurtulanlar aslında Lübnanda, Suriyede buluştuk. Tartışmalar yaptık. Herkes dedi ki "Biz döneceğiz, mücadele yürüteceğiz." Biz cephe de kurduk faşizme karşı. Sonra biz işi ciddiye aldık. Verdiğimiz söze, içerdeki yoldaşlarımıza, bu yolda yaşamını kaybeden yoldaşlarımıza karşı samimi davrandık. Biz gerçekten geri dönüş için, çabalar içerisindeyken sonradan baktık o bizimle dönecek olanlar yavaş yavaş farklı gerekçeler gösterdiler. Nihayetinde biz tek kaldık. Ama biz geldik, döndük yani. Zordu, çok zordu... Dönmek ölümle eş anlamlı bir şeydi o zaman. 82den, 83ten bahsediyorum. Biliyorsunuz o atmosferi. Siz o zaman içeride miydiniz bilmiyorum.

Evet, 12 Eylül döneminde bütün milliyetçiler gibi benim de hakkımda onlarca dava açıldı, defalarca içeri alındım çıktım. 

Birçok insan içerideydi. Kısacası döndük ve öyle bir mücadele başladı. Biz o zamanki koşullarda bu işin silahla olabileceğine inandık.ve öyle başladık. Fakat 90lara gelindiğinde artık hem dünyada genel değişmeler yaşandı hem Kürt sorunu açığa çıktı, gündemleşti. Artık silahlı mücadele yapması gerekeni yaptı, işlevini tamamladı. Bundan sonra iş artık, diyalog ve siyasi çözüme kalmıştır. Başkan Aponun gelişen değerlendirmeleri oldu. İşte o sizin bahsettiğiniz 93 yılıydı. Ben o zaman Şırnaktaydım. Kendisiyle telsizle konuştuk, örgütlerimizin görüşünü aldı. Yani böyle böyle bir adım atmayı düşündüğünü, bizim görüşümüzün ne olduğunu sordu. Bizler de katıldık. Belli bazı kaygılarımızı ifade ettik ama genel hatlarıyla katıldık. Zaten ilk ateşkes süreci öyle başladı.

Ancak artık silahların ara ara bırakılması yetmiyor.

Elbette öyle... Hep birlikte siyasi çözüm için çalışmalıyız. Başkanımız bir komployla Türkiyeye getirildiği halde o çizgiden vazgeçmedik. Esasında biz kendimiz hareket olarak o 99 olayı gerçekleştiğinde tekrar büyük bir direnme kararı almıştık. Fakat İmralıda sanırım Nisan'dı.. Hatırlarsanız o zaman birçok olay da oldu. İstanbulda Mavi Çarşı olayı ve benzer birçok şey oldu. Bize de herkes böylesi fedai eylemi için, kendini feda etmek için haber gönderiyordu. Bir sürü şey vardı öyle ama başkan Apo haber gönderdi. "Yok, bu yanlış.. Tersine önceki çizgimize daha da derinleşmeliyiz. Yani barışçıl çözüm çizgisinde derinleşmeliyiz." dedi.

Aynı yaştayız, 12 Mart dönemini yaşadık. Az önce dediniz ya birtakım gruplar falan buluştuk Filistin'de.. Deniz Gezmişler idama mahkum olduklarında onları kurtarmak amacıyla diğer sol gruplar eylemler sergilediler, Mahir Çayan v.s. Ama niyetleri ne olursa olsun yaptıkları eylem Gezmiş ve iki arkadaşını ipe götürdü. Parlamentoyu kışkırttı. Siz misiniz devletle bilek güreşine kalkan diye. Öcalan o süreci yaşadığı için sizin sergileyeceğiniz eylemlerin ne sonuçlar doğuracağını hesaplamamış olması mümkün değil.

Farklı olabilirdi tabii. Oraya bir şey demiyorum ama biz kendi içimizde tartıştık. Bizim hareketin önderliği içeride. Bu haberi bize gönderiyor. Düşüncesi böyledir. Bizim için kolay olmadı. Biz 1- 2 ay tartıştık. Siz söylediniz 'Savaşmak kolay, barışmak zor.' diye, çok doğru. Yani nihayetinde aynı çizgiye biz de geldik. O zamandan beri süreci yakından izliyorsunuz. Çok uzatmayalım geçmişi. Hepimizin bildiği bir husus var. Ama şu var yani, çözüm için özellikle de bu AKP dönemi, onun üzerine siz de yoğunlaşıyorsunuz, AKP de birtakım yeni şeyler söyledi. Devletin söylemi değişti. Bu anlamda çözüm, koşullar biraz daha olgunlaştı diyebiliriz. Bu konuda biz de çabalarımızı daha da ciddileştirdik aslında. Fakat sorun şuradan kaynaklanıyor Avni Bey, siz daha iyi bilirsiniz, mesela devletin ve hükümetin bu Kürt sorununun da gerçekçi bir çözüm geliştirmesi için şöyle bir kanaate varması gerekiyor; Kürtler bir halktır. Tarihin derinliklerine dayalı bir kültürleri var, bir dilleri var. Bu devlet nasıl oluştu? Siz tarihçisiniz, daha iyi bilirsiniz, cumhuriyetin kuruluş sürecinde ortaklaşma oldu. Daha eskisi de var yani.. Bunun 1071'i var, Yavuz Sultan Selim dönemi var. Yani Kürtler ve Türkler'in yan yana geldiğinden bu yana bir dostluk vardır.

Dostluktan öte kader beraberliği...

Aynen. Osmanlı Devleti'nin her hamlesinde Kürtlerin de aktif katılımı temelinde başarılar sağlanmıştır. Yani geçmişe dayalı bir birliktelik var. Cumhuriyet kuruluş sürecinde de bu birliktelik; Atatürk'ün Erzurum'a gelişi, Kürtlerin katılması, Kürtleri korumayı üstlenmesi, sonra biliyorsunuz. O süreç başladı.

Şeyh Berzenci'yle  Mustafa Kemal'in yazışmaları var. Yani Kuzey Irak'ı da içine alacak El Cezire Federasyonu kurulması projesi falan var. İngilizlerin araya girmesi, Şeyh Berzenci'nin öldürülmesiyle sonuçsuz kaldı..

Tabii. El Cezire Komutanlığı'na yazısı vardır. 1920'de herhalde ilk mecliste biraz böyle çekişmeler oluyor, Atatürk çıkıp konuşuyor. Beyler, buradaki zevatlar diyor. Türk, Kürt falan konuşuyor. Ondan sonra Hatay Meclisi'nin arşivde 10 Şubat 1922'deki özerklik kararı var. Bu şimdi başkasının arşivinde çıkıyor. Kısaca o zaman Kürtlere verilmiş bazı sözler var. Fakat Lozan Antlaşmasından sonra durum değişti. Atatürk esasında Kürtlere yakınlığı olan bir insandı.

Şeyh Said İsyanı da ipleri koparttı.

Evet. Şeyh Said İsyanı'yla birlikte ipler kopuyor. O zaman geliştirilen Şark Islahat Planı'dır.. Vallahi ondan sonra bir sürü Kürt sorununa ilişkin raporlar, hani İsmet Paşa'nın vesaire bir sürü rapor var biliyorsunuz, devletin geliştirdiği bir sürü raporlar var. Bunların hepsi nedir? Kürtleri asimile etme, kendimize mal etme deniliyor. Yani Kürtleri Türkleştirme siyaseti esas alınıyor. Türklük söylemi çerçevesinde bir tek ulus yaratma arzusu 1900lerde aslında normaldi yani. Çünkü dünyada Hitler vardı, Stalin vardı. Ama günümüzde bu aşıldı. Herkesi Türk gösterme iddiası çağımızda artık mümkün değil.

Türkiye'de bu düşünceyi savunan kalmadı zaten. Marjinal gruplar vardır belki...

Şimdi devlette böyle bir akıl gelişse; yani bu halkı artık halk olarak kabul etmek, bununla birlikte geçmişte yapılan yanlışları da görmek lazım diye... PKK bu tavra isyandır. Şimdi bize ne diyorlar, terör mü diyorlar? Her ne denilecekse yani bunları da bu biçimde koymak temelinde eğer mesele hükümetin, devletin topluma izahatı olursa buna herkes kendi kafasında anlam verir. O zaman işte Abdullah Öcalan mı bırakılıyor, normal görürdü herkes. Çünkü zaten, devletin bir yanlışı var. Bu yanlış sonucu binlerce insan ölmüş zaten. Mesela mecbur iskan kanunlarıdır, ıslahat planlarıdır, tenkil ve tedip hareketleridir, olmuştur yani. Şimdi biz diyoruz ki.. Bak, mesela Başkan Aponun önemi şu; Başkan Apo ilk kez bir Kürt lider olarak Türk- Kürt birlikteliğinin teorisini ortaya atmıştır. Yani bunu taktik olarak değil, bunu teorileştirmiş. Bunun üzerine kitaplar yazmış. Niye birlikte olmalıyız olgusu üzerine, yani bunu ideolojik bir duruşa dönüştürmüştür, bir de bu var. Devlet eğer zamanında o asimilasyonu gerçekten başarsaydı o giderdi. Mesela şimdi bazı halklar için, örneğin Lazlar için, kimse bir şey demez, artık geçmiş. Boşnaklar için kimse bir şey demez. O insanlar da artık kendilerini Türk olarak görüyor. Ama Kürt toplumu öyle değil.

Kendinize Kürt demeyin, Türk deyin, zaten Kürt diye bir millet yok söylemiyle bir baskı falan yok, kalmadı artık böyle şeyler.

Şimdi kalmadı. Biz mesela okula giderken bununla karşılaştık. Biz de sizler gibi okumak, bilgili bir kimse olmak, hatta devlette bir memur olmak için gittik. Ama öğrendikçe bazı şeylerle karşılaştık. Yani aidiyet sorunu ortaya çıktı. Kimiz olgusu ortaya çıktı. Dolayısıyla bu hareket bunun içinde gelişti. Yoksa biz icat etmedik yani. Bunun bir geçmişi var. Biz mesela isyanlardan kurtulmuş isyanları binlerce kez dinlemişizdir. Ağlamaklı bir biçimde bize anlatmışlardır. Ee biz de aynı şeyden geliyoruz. Bir hakikat var, bir Kürt olgusu hakikati var. Biz bu temelde yola çıktık, doğru - yanlış buraya geldik. Şimdi artık günümüzde her bir kimse konuyla ilgilidir. Mesela uluslararası güçler, bölgesel güçler... Kürt sorununu aslında zamanında İngilizler çözmemişse sürekli bir kart olarak kullanmak için çözmemişlerdir. Günümüzde de halen o konumda tutmak istiyorlar. Aynı pozisyonu sürdürmek istiyorlar.

Bunu bilmek sorumluluğunuzu daha da arttırmıyor mu?

Elbette sadece bizim değil herkesin sorumluluğunu arttırıyor. Mesele çözülürse bundan Türkiye kazanır. Devlet niye bu noktaya gelmiyor, onu anlamıyorum.

Son on senede atılan adımları nereye koyuyorsunuz, yok mu sayıyorsunuz? Hiç mesafe katedilmedi mi?

Şimdi edildi. Onu da söylerim. Konuşabiliriz onu da. Eski nokta değil. Eskiden Kürt kelimesi bile yasaktı. Ama şimdi gelinen noktada artık çözüm için yeni bir karara gitmek gerekiyor. Bu yeni karar şimdi şöyle; siz de iyi takip ediyorsunuz, bir güç aramıza girdi. Aslında sivil toplum kuruluşudur. Orayı çok açmayayım. Açsam herhalde bazı çevreler rahatsız olabilir. Yani Oslo'dan bahsediyorum. Nihayetinde ilk önce İmralı'da, yani İmralı'dan önce de bazı devlet gidiş gelişleri oluyordu ama daha resmi çözüm için bir heyet halinde gidiş başladı. Aynı heyetin biraz aracı olmasıyla bizlerle de Oslo'da başladı. Yani gayet ciddi, karşılıklı saygının da olduğu ki bazı bölümlerde yansıdı zaten kamuoyuna.

Çözüm noktasına yaklaşılmış mıydı?

Evet, çok yaklaşılmıştı. Yani biz hep yaklaştığımızı varsayarak ele aldık. Ama sonra devletin- hükümetin- bürokrasinin kararında gerçekte köklü bir değişikliğin olmadığını düşündüren hadiselerle karşılaştık.  Çünkü aksi olsa çözüm olurdu. Çünkü çözüme çok yaklaşmıştık. Çözüm koşulları olgunlaşmıştı. Özellikle ben bu konuda samimiyetle söylüyorum; ben işin içindeyim. Yani her görüşmeyi, her şeyi harfi harfine, yakından takip ettim. Kendim bulunmadım ama birinci elden takip eden kişiyim.

Fetullah Yine Ağladı: Türkiye Güvenli Değil, ABD'de Kalıyorum!

fetttullah-gulenTürk Başbakanı Tayyip Erdoğan'ın siyasi rakibi Fetullah Gülen'e İstanbul'da düzenlenen 10. Türkçe Olimpiyatları'nın kapanış töreninde yaptığı 'Türkiye'ye dön' çağrısına yanıt geldi. Gülen, türkiye'nin kendisi için güvenli olmadığını, ABD'de kalacağını söyledi. 
ABD 'de bulunan Gülen, Türkiye 'ye dönmeyeceğini ifade etti. Fethullah Gülen'in Başbakan'ın çağrısına verdiği yanıt şöyle: "Şimdi bunu hemen söyleyeyim, orda o kendine yakışanı yaptı. Fakat o ilk değil onu söyleyeyim. Sayın Cumhurbaşkanı da, O da açıktan açığa dedikleri de oldu, bir vasıta ile bana ulaştırdıkları da oldu, söyledikleri de de oldu. Daha başka ricari devletten daha başkaları da kendilerine yakışan o cihan mertliği her zaman sergilediler. Ben defaatla duydum. Yanıma gelen, aynı zamanda o arkadaşlardan yanıma gelen kimseler de aynı şeyleri teklif ettiler. Artık Türkiye 'ye gelme zamanı değil mi, filan dediler.

'BAŞIMA DERT AÇARIM '

Şimdi onlar onu yapmada kendilerine düşen, kendilerine yakışanı yapıyorlar. Ben bu mevzuda ben demek de çok çirkin bir şey de, benim de bana yakışanı yapmam lazım. Şimdi onlar davet ederler, gel derler normal. Millet de onlar davet etmeleri lazım geliyor gibi onlara bakabilirler ve nitekim zannediyorum orada alkışın ritmi dozu biraz yükselince de heralde öyle bir talep şeyi imajı aldı Sayın Başbakan.

Ondan da anlıyorum da dedi yani ordaki anlayışını ortaya koydu. Halk da öyle diyebilir yani onlar çağırdığı zaman çağırmasalar ben gidemem, Türkiye emin, böyle güvenlikli bir yer değil dolayısıyla başıma gayile açarım, dert açarım başıma. Arz edeceğim şeyler böyle yakışıksız şeyler olabilir de ben hiç bir zaman böyle başıma dert açacağım mülazası yaşamadım yani.

'BURADA YAŞAYACAĞIM'

Rövanş peşinde koşan birileri, bazı müesseselere zarar vermek suretiyle idareyi zor durumda yüzde bir ihtimalle bırakacaklarsa şayet, Türkiye 'deki olumlu şeylerde bir duraklama olacaksa şayet, ben bir müddet daha ömrüm vefa ederse burada kalmayı ülkeme, milletime, ülkemde olan o şeylere zarar vermemek için daussıla deyip sıla sevdasyla kahve içtiğim kahveleri bile böyle hatırlayarak, ve sonra ondan kaçarak burnumun kemikleri sızladığı anda ondan uzaklaşarak burada kalacak, yaşayacağım." 

(radikal)

Leyla Zana'ın Cahil Açıklamaları

Türk basının Kürtleri kandırarak yumuşatma dönemi tekrar başladı. Hürriyet Gazetesi, Diyarbakır milletvekili Leyla Zana'yı ağırlamış. PKK sorumlularından Karayılan, eski MHP militanı Avni Güler'le buluşmuş. Şerafettin Elçi, Erdoğan'ı desteklediğini söyleyen Leyla Zana'yı destekleğini belirtmiş. Türk basını, 20 milyon olduğu halde doğru düzgün bir basını ve ana dilde tek okulu olmayan Kürtleri bülbül gibi konuşturuyor. Soru soruldu mu şakıyor mübarekler...

Hürriyet Gazetesi Leyla Zana'ya soruyor:

-          Son 10 yılda başka iyi şeyler diye tanımlayacağınız olumlu adımlar var mı?

-          Var tabii ki, hem de çok önemli şeyler var. Bugün bölgeye gidin duble yollar var. Ulaşım sorunu çözülmüş, ihtiyacı olan yeşil kartla devlet tarafından tedavi ediliyor. Okuması yazması olmayan, ekonomik özgürlüğü bulunmayan Kürt ev kadınları devletten aldıkları ekonomik destekle hayatları boyunca görmedikleri bir farklılığı yaşadı.

Leyla Zana'nın Kürtleri tarif eden bu sözlerini okuyunca buz kestim. Sokaktaki Leyla ile meclisteki Leyla'nın farkını anlamamız gerekiyor.

 Hürriyet gazetesi soruyor:

-          Türkiye'deki Kürt sorunu ile bölgesel sorunları benzetenler var, katılıyor musunuz? Katılmıyorsanız, fark nerede?

Ben de dünyanın çeşitli noktalarındaki sorunlarla Türkiye'deki mesele arasında benzerlikler kurulduğunu görüyorum, ancak ben buna şiddetle karşıyım. Çünkü Türkler ve Kürtler bir ailedir. Dünyada çatışma bölgelerine baktığımızda Filistin-İsrail sorununda olduğu gibi kültürel ve siyasi beklenti ile sosyal doku temelinde farklılıkların olduğunu görürsünüz. Farklı din ve inançların öne çıktığını görürsünüz. Bizde böyle bir durum asla olmadı. Her anlamda tarihi bir birliktelik var. Paylaşmışlık var. Bence en temel noktada İsrail-Filistin veya İsrail-İran eksenindeki çatışmaların aksine birbirini tamamen reddetme, yok olsun üzerine mücadele etme diye bir şey söz konusu değil.

İnsan cahil olunca sorulan soruya ancak bu kadar cahilce cevap verir. Filistinlilerle İsrailliler bir kere amca çocuklarıdırlar. 

Kürtlerle Türklerin soy akrabalığı yok. İsrail, silahtan arındırılmış bağımsız Filistin devletini desteklediğini açıklıyor. Türkler, 20 milyon Kürde ana dilde bir ana okulu vermiyor. Leyla zana, hak denince meclisten aldığı maaşı ve gösterilen basın ilgisini anlıyor herhalde... Kürtlerin yüzde seksenin açlık sınırında yaşadığını ben değil, devlet istatistik ensititüsü söylüyor.

Leyla Zana'nın Erdoğan'ı öven ve desteklediğini açıklayan sözlerini es geçiyorum. Kendisiyle Erdoğan arasında bir görüşme yapılırsa bunun büyük heyecan yaratacağını belirtiyor.

Ben bundan hiçbir heyecan duymam. Leyla Zana'nın çözeceği Kürdistan sorunun kapasitesi yukarıda tarif ettiği kadardır.

Leyla Zana, Şerafettin Elçi ve diğerlerinin bu yumuşak ve teslimiyet içeren açıklamalarının altında rejimden aldıkları pay yatıyor. Bu kesinlikle böyle. Kürdistan sorununda sokağın, meclisin, cezaevlerinin ve Diyasporanın bu kadar farklı düşünmesinin nedeni de bu. Kim kimin penceresinin önünde oturuyorsa, onun manzarasını tarif ediyor.

Peki Kürdistan sorunu bu mudur? Kürdistan sorunu yiyeyecek ekmeği zor bulan Kürt yoksullarının bugünlere taşıdığı bir özgürlük ve mülk sorunu değil miydi? Bu sorunu iktidar ve mülk paylaşımını şiddetle reddeden Erdoğan hangi ilahi kapasitesi ile çözecek?

Kürt halkı, Selçuklu ile başlayıp, Osmanlı ile devam eden, Türkiye Cumhuriyeti devletinde ise tamamen teslim olan aşiret ve siyaset önderlerinin düşük davranışlarının kurbanı olagelmiştir.

Şimdi yapılanlar, geçmişte yapılanların zamana uydurulmuş basit bir kopyasıdır.

Kürt halkı, özgürlük, güvenlik, adalet ve bağımsız yaşam istiyor. Bunlar, Türk postalı altında klarak elde edilecek değerler değildir.

Önümüzdeki günlerde de üstünde duracağımız bu konuda Kürt siyasetçilerine diyeceğimiz tek şey şudur:

Kürt halkı sizlere Türk yağcılığı yapmanız için yetki ve destek vermedi. Ezilenlerin ve hak yoksunlarının dili her zaman sert ve net olur.

Ama bir yanıyla ara dönemlerin kapanmasında bir sakınca yoktur. Talepleri ve davranışlarıyla gittikçe radikalleşecek Kürt halkının önümüzdeki yıllarda talebi daha net olacaktır:

"Özgürlük, güvenlik, adalet ve bağımsız yaşam"

Bunların topunu içermeyen siyasi açıklama ve davranışların Kürdistan sorunun sert karakteri karşısında pek bir değeri olmayacaktır...

 Hasan Bildirici

AKP'de Cumhurbaşkanlığı Çatlağı Büyüyor

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yardımcısı Bekir Bozdağ, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ikinci kez seçilmesine olan karşıtlıklarını ifade etti. Bozdağ, “Mahkeme’nin görev süresine ilişkin 7 yıl kararı doğru. Ancak ikinci kez seçilme kararı Anayasa ’ya aykırıdır” dedi.

Erdoğan klanı ile Gül arasında cumhurbaşkanlığı konusundaki anlaşmazlık giderek daha açık bir şekilde kendisini dışa vuruyor. Anayasa Mahkemesi, geçtiğimiz günlerde 11. Cumhurbaşkanı’nın görev süresinin 7 yıl olduğuna hükmederken, eşitlik ilkesi gereği ikinci kez seçilmesinin de önünü açmıştı.

Karar ardından Abdullah Gül herhangi bir yorum yapmazken, Erdoğan ekibinden karara itiraz geldi. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, “Mahkeme’nin görev süresine ilişkin 7 yıl kararı doğru. Ancak ikinci kez seçilme kararı Anayasa ’ya aykırıdır. Mahkeme’nin ya tamamen iptal etmesi ya da tamamen reddetmesi gerekirdi. Ve tabii ki mahkemenin gerekçeli kararını bilemiyoruz. Anayasa Mahkemesi seçme ve seçilme hakkını veya eşitlik ilkesini düşünmüş olabilir. Ancak Anayasa ’da ikinci kez seçilememe hükmü varken bu hükmü görmemezlikten gelmesi de düşünülemez. Gerekçeli kararı gördükten sonra daha iyi değerlendirebiliriz" dedi.

ERDOĞAN, GÜL’ÜN ÖNÜNÜ KAPATMAK MI İSTİYOR?

Bozdağ, gazetecilerin “ Peki bu karardan sonra ne olacak?" sorusuna “Türkiye yoluna devam edecek. 2014’e vakit çok" şeklinde yanıt vermesi, Erdoğan klanının Gül’ün önünü tıkayabileceği sinyali olarak değerlendiriliyor.

EV HAPSİ KONUSUNDA ÜÇ YARDIMCIDAN FARKLI AÇIKLAMA

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın, PKK’nin silah bırakması halinde Öcalan’a ev hapsinin konuşulabileceği konusunda ise Bozdağ şöyle dedi: Bozdağ, “Sayın Arınç’ın açıklaması bir takım şartların tahakkuku halinde konuşulabilir. Terör örgütü silah bırakırsa daha iyi konuşulabilir" dedi.

Erdoğan’ın iki yardımcısı “konuşulabilir” derken, bir yardımcısı da “gündemimizde yok” dedi.

Arınç’ın Cuma günü yaptığı açıklamadan sonra bugün ev hapsi konusunda bir açıklama da Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’tan geldi. Atalay, “Gündemimizde böyle bir konu yok” dedi

Bülent Arınç ev hapsi konusunda şunları söylemişti: "Bunları Leyla Zana da başka arkadaşlar da dile getiriyor. Bu tek başına dikkate alınacak bir konu değil. Belki bir yol haritasıyla ya da yapılması gerekenler sırlamasında terörün terör örgütünün silah bırakmasıyla başlayacak bir sürecin içerisinde dikkate alınacak bir konu olabilir. Yoksa bugün için bunun bir geçerliliği yok. İmralı'daki kendi günlük hayatına devam ediyor. Çünkü eğer bu örgütün bir talebi olarak geliyorsa, bunu yapmamız halinde bile örgüt bu günkü şiddetten vazgeçmeyecektir. Öncelikle sayın başbakanımızın ve kuzey Irak'taki otonom yönetimin de onlara hatırlattığı gibi koşulsuz olarak silah bırakmaları, eylemlere son vermeleri bundan sonrasını da birlikte düşünmeleri gerekiyor. Bu tek başına sadece bir taleptir. Bunun üzerinden siyaset yapacaklarını düşünüyorum. Bu çok samimi değil. Şunlar, şunlar, şunlar ile birlikte ama başında da örgütün tamamen silah bırakması ve eylem yapmaması durumunun kabullenmesine bağlı olarak konuşulabilir."