2 Şubat 2011 Çarşamba

Hamit Baldemir Diyarbakır Zindan Vahşetini Anlatıyor

image-Diyarbakır 5 Nolu Zindani denince aklıma; inasnlık düşmanı, çağın en gerici ve en barbar vahşeti ve bu vahşetle yok edilmek istenen insanlığın çığlıkları gelir .
-Cemal`in iradesi kırılmadı ama bünyesi kaldıramadı. Cemal yataklara düştü. İşkenceci celatlar, hasta vucuduna da işkence yaptılar. Ve Cemal fenalaştı. 35. Koğuştan hastaneye kaldırıldığında artık çok geçti. Cemal Kılıç 1981`de ölümsüzler kervanına katıldı-Ne kadar ulusalcı olursan ol, ne kadar milliyetçi olursan ol; dünyaya kafa tutarak bu amaca ulaşamazsın. Hani derler ya astarı yüzünden pahalı olur. PKK direniyor. Mevzilerini korumaya ve güçlendirmeye çalışıyor. Bu durumda bağımsız bir Kürdistan`ın zor olduğu bilincinde. Ama bu sorunun da çözülmesi gerekiyor. PKK
, bu bağlamda; hiç bir milliyetçi ve burjuva gücün yapamayacağı bir yurtseverlik ve irade gösteriyor.
-Burada bir çarpıtma var. Kürtler şiddete başladığı için özgürlükleri ellerinden alınmadı. Tam tersi Kürtler özgürlüklerinden yoksun olduğundan ve özgürlüklerini demokratik veya barışçıl bir yolla alamadıklarından haklı bir savunmaya giriştiler. Bu haklı savunma pozisyonunda Kürtleri zor ve silahla bastırma komseptiye sömürgeciler hep saldırıda oldular.
HAMİT BALDEMİR DİYARBAKIR ZİNDAN VAHŞETİNİ ANLATIYOR/RÖPORTAJ

-Diyarbakır Cezaevi deyince aklınıza ne geliyor? 
-Birinci soru zor ve birden çok durumları çağrıştıran bir soru. Karmaşık bir süreci bir iki cümle ile anlatmak zor5 zaanat. Bunu başaracağımı sanmıyorum. Bir tarihsel süreci bir cümle veya paragrafa sığdırma veya bir cümle veya paragrafla anlatmak olası değildir. Ciltlerle ifadesi zor olan bir süreci birkaç cümle ile ifade etmek benim için imkansız gibi birşey. Ama röportajın sınırları çerçevesinde birşeyler ifade etmeye çalışacağım. Umarım az da olsa bu anlatımlarım bir yanıt olur.
Diyarbakır Cezaevi, aslında bir dönemin başlangıcı ile bir dönemin sonunu ifade ediyor. Bunu açarsak, 12 Eylül Askeri Yönetimin, başka bir anlatımla: 12 Eylül Faşist Yönetimin başlangıcı ve sonunu ifade ediyor. K. Kürdistan`da 5 Nolu Diyarbakır Askeri Cezaevi faşist askeri yönetimin baskı, işkence ve katliam politikası ile özdeşleşen bir yerdir. Buranın resmi adı ise, Diyarbakır Sıkıyönetim 2 Nolu Askeri Cezaevi`dir. Sömürgeci egemenler, burada tutsaklar şahsında tüm insani değerleri yok etmek istediler. Tabi ki, bununla Kürt halkının başta olmak üzere tüm halkların devrimci dinamiklerini bir daha filizlenmemek üzer oratadan kaldırmak hedeflenmişti. 

Kısacası, Diyarbakır 5 Nolu Zindani denince aklıma; inasnlık düşmanı, çağın en gerici ve en barbar vahşeti ve bu vahşetle yok edilmek istenen insanlığın çığlıkları gelir .Özgürlük ve onur kavgası verenlerin ; ezilenlerin ve mazlumların insan çığlıkları ile bu mücadelede ölümsüzleşenler gelir. Tarihsel bir momente, bir kuşağın şahsında; insanlığın bitirilmek istenmesi ve buna karşı destanlar yaratan ilerici insanlığın kendini bu koşullarda yeniden yaratması; herşeyin tam bittiğinin düşünüldüğü anda yeni bir çığırın nasıl açıldığı aklıma gelir. Ve yine hiçbir baskı ve işkencenin, yani vahşet boytundaki işkence ve baskılarla insanlığın ideallerinin yokedilemeyeceğini; insanlığın kararlılığı ve onur mücadelesinin her koşulda kendi zaferinin önünü açacağını bu mekan ve süreçte kendini yine üretebileceğini ...
-14 Temmuz Direnişi ( ölüm orucu) ile ilgili bugüne kadar anlatılmayan yönler var mı?

-Elbette anlatılmayan pek çok şey var. Bu eylemin birçok boyutu var. Düşmana karşı direniş boyutu. Tutsaklar boyutu. Direnişçi bireyin kendi irade boyutu ve kendi iç çatışması gibi boyutları var. Ve bu boyutları her yazım biçimi bir bütünselik içinde ifade edemez. 

Bundan ayrı olarak şehit ve kahramanlaşan insanlarımızın şahsında pek çok şey dile getirilir. Belki de bu insanların duymak istedikleridir. Bazı anlatımlar hayal ürünü olabilmektedir. En önemlisi, eylemin bizzat içinde olan arkadaşların anlatımlarıdır. Ne var ki, daha çok “kulaktan dolma” veya “kulaktan duyma” sözler ve anlatımlar dilden dile dolaşmaktadır. Sanırım bu da bütün efsaneleşmiş insanlar için geçerli bir durumdur. Öyle ki, gerçekle gerçek olmayan anlatım ve sözleri ayırtetmek, olayı yaşayan için bile zor ve karmaşık olabiliyor. Hatta gerçek ile gerçek olmayanı ayırmaya çalışmak ölümsüzleşenlere karşı bir saygısızlık durumu yaratabiliyor. Ama işin ilginci, ölüm orucu şehitleri için özel bir tanıtım ve belgeselin yapılmamasıdır. Bu büyük bir eksiklik. Bir de işin başka boyutları üzerinde duruluyor. Mesela, Hayri veya Kemal; hangi halk türküsünü severlerdi ? Bu daha çok işleniyor gibi... 

Elbette sevdikleri müziği de bilmeye halkımızın ve gelecek kuşakların hakkı var. Ölüm orucuna başladıklarında söyledikleri ve mahkemede yaptıkları savunmalar derlenip onların anısına yayınlanabilir. Bence savunmaları ve mahkemdeki duruşları anlatılmayan yönleridir. Elbette orada konuşulanlar önemlidir. Arada yıllar geçti. Sözlerini ya da konuşmalarını orjinal biçimde yeniden anlatmak imkansız gibi. 14 Temmuz Ölüm Orucu Şehitleri anısına yazdığım makalede kısaca aramızdaki diyaloglara değinmiştim. Onları burada tekrarlamk 14temmuz111istemiyorum.
-Dörtler, Mazlum Doğan ve Büyük Ölüm Orucu Şehitlerinin son konuşmalarından bize yansımayanlar varmı?
-Dörtlerin son mesajı, Adanan Yılmaz ( Futbolcu Adnan) tarafından bize ulaştırıldı. Bu önemli bir mesajdı. Mazlum`un böyle bir mesaj ulaştırma olanağı olmadı malesef. Mahkemede de son mesaj niteliğinde bir açıklaması olmadı. 14 Temmuz Ölüm Orucu Şehitleri`nin böyle bir olanakları oldu. Mahkemede eylem ile ilgili açıklamaları son mesajları olarak değerlendirilmelidir. Eylemin sonlarında kendileriyle buluşmamızdan hastaneye kaldırıldıklarına dek sohbetlerimiz oldu. Ama bu öyle hazırlanmış ve dışarıya çıkarılması için planlanmış mesajlar değildi. Elbette her sözleri bizim için bir mesajdı. Bu işin başka bir boyutu. Konuşulanlar daha çok cezaevi ile ve tutsak arkadaşlarla ilgiliydi.Bu konuşmaların bazılarını onların anısına yazdığım makalede ( 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu) anlatmaya çalışmıştım. Şehit düşen tüm arkadaşların davanın zaferle taçlanacağına olan inançları tamdı. Zaman zaman bu yönlü sohbetler oluyordu. Yine bazı arkadaşlarla ilgili beklenti ve güvenlerini dile getiriyorlardı. Bazen de, tutsak bulunanlar arasında eyleme katılmasını umdukları insanlara sitem ve beklentilerini dillendirme vardı. Bunu daha çok Kemal Pir dile getirirdi. Ama Hayri, Kemal`ı bu tür konuşmalarla ilgili uyarırdı. Eyleme yeni katılım ve destek istenen düzeyin çok ama çok gerisindeydi. Eleştirel bir biçimde konuyla ilgili, Ali Çiçek; bana seslenerek, “ Cemal (Cemal Kılıç) yaşasaydı, o da bizimle olacaktı;" dedi. Ben de , sadece “ evet Ali, haklısın Cemal sağolsaydı şimdi bizimle ocalaktı” diyebildim. Cemal Kılıç, Hilvanlı bir arkadaştı. Cemal yoksul ve Gergerli olarak tanımlanan bir ailenin çocuğu idi. Köydeki gençler, feodal-işbirlikçi çetelere karşı gelişen mücadelede devrimci saflarda yerini alınca, Cemal de devrimci saflarda yerini alıyor. Cemal`in diğerlerinden farklı bir özgünlüğü vardı. Çocuk yaşta “ raşitizm” denen bir hastalık geçiriyor. Cemal`ın kemikleri yeterince gelişmiyor ve çarpık bir iskelete sahipti. Sadece fiziksel olarak değil, beyinsel olarak da gelişmemişti. Kocaman adam 7-8 Yaşındaki bir çocuğun beynine sahipti ama iradesi ve inancı pekçok önder ve militanınkinden kat kat güçlüydü. Tabii ki, onun ki safça bir inanç ve bağlılıktı. Bütün direnişlerde direnişçilerle omuz omuzaydı. O zayıf ve çelimsiz bünyesine göre insanı hayran bırakan bir direniş ve dayanıklıklılığa sahiptri. Esat Oktay ve Celatları; bu durumundan faydalanmak istediler. Yani onu çabuk düşüreceklerini sandılar. Ama yanıldılar. Özel olarak ek dayak ve işkenceye tabi tuttular. Cemal`in iradesi kırılmadı ama bünyesi kaldıramadı. Cemal yataklara düştü. İşkenceci celatlar, hasta vucuduna da işkence yaptılar. Ve Cemal fenalaştı. 35. Koğuştan hastaneye kaldırıldığında artık çok geçti. Cemal Kılıç 1981`de ölümsüzler kervanına katıldı. 

Eylem sırasındaki sohbetler, genelde duygusal anlarla yüklü idi ve duygusal çağrışımlar yapabiliyordu. Çünkü biliyorduk ki, bir süre sonra; sohbet ettiğimiz arkadaşlarımız aramızda olmayacaklardır.

-Birazda günümüze gelelim. Sizce PKK Kürt halkının ulusal taleplerini doğru temelde sahiplenebiliyor mu?

  -Bu soru, aslında PKK`ye eleştirel bakan herkesin kafasını kurcalayan ve meşgul eden bir soru. Bununla, PKK`ye karşı tavır alanları kast etmyiorum. PKK çevresinde olup eleştiriel bakan insanların kafasında da bu gibi sorular var. Bununla kastedilen ne ? Milliyetçi temelde denirse, bu bir sınıfsal yaklaşım olur. Her sınıfın kendi dünya görüşü ve ideolojisine göre farklılık kazanır, ulusal talepleri sahiplenme. Ben PKK`nin halkının ulusal taleplerine doğru yaklaştığını söyleyenlerdenim. PKK herhangi bir burjuva ulusal hareket değildir. PKK kendisini sosyalist olarak tanımlayan bir harekettir. Ama günümüz dünyasında, reel sosyalizmin veya çağdaşlarının sosyalist anlayışı ile bizim coğrafyamızda ulusal sorunu çözmek olası değildir. Hatta sadece bizim coğrafyada değil, dünyada artık mümkün değildir. Bu ayrı bir inceleme ve tartışma konusudur. Burjuva temelde ise, zaten burjuvazi artık bağımsız ulusal devletler kurmayı düşünmez. Bu artık tarihsel sürecini doldurmuştur. Bu öylesine söylenen bir laf değil. Bağımsızlık emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı verilir. Günümüzde hiçbir sömürge ülkenin anti-sömürgeci mücadele verecek burjuvazisi olabileceğine inanmıyorum ve bilimsel göremiyorum. Böyle bir mücadele verecek ne güçleri vardır ve ne de böyle bir mücadelede çıkarı vardır. Küçük burjuvazinin pkk_silahgücü olursa verir ama, bugünün dünya konjönktüründe bunun dış dayanakları eksik. 

PKK `80 öncesi, dünya koşullarında şekillendi ve ona uygun bir mücadele strateji taktik ve hedeflerini belirledi. Ama dünya tersine döndü. Dünya birinci paylaşın savaşı “öncesine” gitti. Elbette aynısı değil ama emperyalizmin dünyayı yeniden paylaşımı düzeyinde bir benzerlik oluştu. Ama elbette köprülerin altında çok sular akmıştı. Ve tarih tekrar etmez. Veya bir akarsuda iki kez aynı yerde yıkanamaz. Dünya farklı bir dünya idi. Üstelik aktörler yer değişmişti. Sosyalist ve anti emperyalist hareketlerin en önemli dayanak ve destekleri olan sosyalist sistem yıkıldı. Bu durum dünyayı adeta alabora etti. Bundan herkes payını olumlu veya olumsuz aldı ve almaya devam ediyor. PKK gibi hareketlerin payına yalnızlık ve emperyalizme karşı tek başına kalmak düştü. Reel sosyalizmi beğensek de beğenmezsek de dünyada denge unsuru idi. Ulusal hareketleri yeterli düzeyde desteklemesede, önemli bir caydırı güçtü, emperyalizme karşı. Ama artık o caydırıcı güç yok. Devleti olmayan biz Kürtler emperyalizme tek başına PKK önderliğinde kafa tutuyoruz. Bu onurlu bir duruştur. Halkının gücü ile birşeyler yapılmak isteniyor.
Ama gerçekçi de, bağımsız bir Kürdistan; özellikle Kuzey Kürdistan için zor bir hedef. Hatta mevcut koşullarda imkansız. Buna ne emperyalizm ve ne de bölge devletleri destek veriyor. Destek vermedikleri gibi T.C ile ittifak halinde hareketi bittirmek istiyor. Ne kadar ulusalcı olursan ol, ne kadar milliyetçi olursan ol; dünyaya kafa tutarak bu amaca ulaşamazsın. Hani derler ya astarı yüzünden pahalı olur. PKK direniyor. Mevzilerini korumaya ve güçlendirmeye çalışıyor. Bu durumda bağımsız bir Kürdistan`ın zor olduğu bilincinde. Ama bu sorunun da çözülmesi gerekiyor. PKK, bu bağlamda; hiç bir milliyetçi ve burjuva gücün yapamayacağı bir yurtseverlik ve irade gösteriyor. Güney Kürdistan`ın mevcut durumundan esinlenen bazı kimseler, işte PKK ulusal taleplere cevap vermiyor diyorsa; bu insanın başını ellerinin arasına koyup derin derin düşünmesini tavsiye ederim. Çünkü politika nesnel gerçeklikler üzerinde yapılır. Koşullar elvermezse, devrim yapmak veya bağımsız bir devlet kurmak doğaüstü bir güç gerektirir. Ben diyalektik materyalist bir dünya görüşüne sahibim. Maddi koşulları en az düşünceler kadar önemserim. Birileri yok, ben bu koşullarda da Kuzey Kürdistan`da bağımsız bir devlet kurabilirim diyorsa; buyursun halkı örgütlesin. Hepimizi yanıltsın. 
Yok ben ABD ile yapacağım derse, bu da bir hamhayal. Çünkü ABD şu an Kuzey Kürdisan`da bağımsız bir devlete karşıdır. Güney Kürdistan`da bile bağımsız bir devlete ABD hazır değildir. Kerkük sorununda bile Kürtlere taviz verdirtmeye çalıyor- Kimlerle dans ettiğimizi bilmeliyiz. PKK`nin değerini anlayalım. Gerilalar kahramanca direniyor. Kimse demogoji yapmasın; gerila savaşıyor ama PKK istemiyor demesin. PKK gerilayı savaştırıyor. Halk hem gerilayı ve hem de PKK`yi destekliyor. Kof ajitatif milliyetçi demogojilere Kürt halkı ilgi göstermiyor. Yurtsever ve ayakta olan halk PKK`nin yanında. PKK iyi politika yapıyor ve iyi önderlik ediyor. Halkının ulusal taleplerine usa-uygun en iyi şekilde sahip çıkıyor.
-PKK Kürt ulusal mücadelesi önünde engeldir diyenler neyi amaçlıyor? 

-Bunlar PKK karşıtı birey ve grupların dillendirdiği bir söylem. Aslında kendileri alternatif üretemeyen ve ulusal mücadeleye katkı sunamayanlardır. Kendi durumlarının sorumlusu olarak PKK`yi görmektedirler. Oysa PKK`nin olmadığı dönemlerde bunlar vardılar ama güç olamadılar. Çünkü Kürt halkının ulusal gerçekliğini ya kavrayamamışlardı ya da sınıfsal çıkarlarına uymadığından gereklerini yapmadılar. Veya güç getiremediler. Şimdi Güney Kürdistan, ABD müdahalesiyle belli mevziler kazandı. Bu moral değerlerle beslenen bu çevreler, acaba ABD Türkiye için de birşeyler yapamaz mı ? diye kıvranıyorlar. ABD, PKK`yi terörist ilan etmiş; Güney Yönetimi PKK`ye eleştirel bakıyor ve Talabani ise ABD ve Türkiye`ye çanak tutuyor. Halkımızın güç haline getirmedikleri, bu güçlerden meddet umarak güç olmak ve PKK`yi tasfiye edip önderliği ele geçirme hayallerini kuruyorlar. Bu konuma gelmeleri önünde tek engel PKK`yi görüyorlar. Ama bindikleri dalı kestiklerinin ya farkında değiller ya da gaflat içindeler. Daha önceki soruda da benzer sözler sarf etmiştim, yine ediyorum; PKK olmasa da K. Kürdistan`daki hareketi ABD desteklemez. Böyle bir durum ancak ABD ve T.C. çatışmasıyla ortaya çıkabilir. Ufukta böyle bir gelişme görünmüyor. Bu bir hamhayal ve bunu böyle dillendirmek ise gerçek anlamda bir demogojidir. Yine Özgürlük hareketi olmasa kimse bunları ciddiye almaz. Çünkü güç değildirler ve Kürt halkı onları desteklemiyor ve tanımıyor. Sadece bazı küçük-burjuva adydın çevrelerin bunlardan haberi var. PKK`nin tasfiyesini istemek ve onu mücalenin önünde en görmek; Kürt halkının çıkarlarına değil, emperyelizmin ve sömürgecilerin işini kolaylaştırmaktır. Kısacası bunlar PKK`yi tasfiye etmek ve önderliği ele geçirmek istiyorlar. Bu aynı zamanda Kürdistan Özgürlük Mücadelesini de tasviyedir. Amaç bu. Bu tür söylemlere ve anlayışlara dikkat etmek gerekir. Bunlar masum milliyetçi söylemler değildir.
-Kürtler şiddetten vazgeçerse Kürtlerin özgürlüğü sözkonusu olabilirmi ? 

-Burada bir çapıtma var. Kürtler şiddete başladığı için özgürlükleri ellerinden alınmadı. Tam tersi Kürtler özgürlüklerinden yoksun olduğundan ve özgürlüklerini demokratik veya barışçıl bir yolla alamadıklarından haklı bir savunmaya giriştiler. Bu haklı savunma pozisyonunda Kürtleri zor ve silahla bastırma komseptiye sömürgeciler hep saldırıda oldular. Ama silahla, artık bu halk hareketini yokedemeyeceklerini anlayan egemen ve sömürgeci, emperyalist çevreler bu kez söylem değiştirdiler. Ve diyorlar ki, eğer; “ Kürtler, silahlı mücadelede vazgeçerse, demokratik yollarla hakkını elde etme ortamına kavuşur.” Ama bunun bir yalan ve demogoji olduğunu biliyoruz. Özgürlük Hareketi kaç kez ateşkes ilan etti ama karşılığı, imha ve yoketmeyi dayatmak oldu. Ne PKK, ne Apo ve ne de silahlı mücadele sorunun çözümünü tıkıyor. Bunun tersini iddia etmek abesle iştigaldır. İyi niyet ürünü değildir. Mevcut silahlı güç ve kurumlar; otuziki yıldan bu yana geliştirilen ve kazanılan mevzilerin hem yaratıcıs ve hemde koruyucusudur. Çözüme gidilmeden bu güçlerin tasfiyesini istemek ve bu aracı kullanmayı saf dışı bırakmayı istemek ulusal harekerin tasfiyesini istemekle eş anlamlıdır. Silahlı mücadele veya şiddet mücadeleyi tek başına yeni bir aşamaya taşıyamıyor. Bir pat durumu var. Burada yeni mekanizmaların devrey girmesi gerekiyor. Demokratik ve kitlesel barışçıl mücadelenin yükseltilmesi gerekiyor. Özgürlük hareketi bunu zaten yapmaya çalışıyor. Yetersizlikler ve eksiklikler elbette var. Bunu dostça dillendirmek ayrı bir durum. Kabul etmelyiz ki, barışçıl veya demokratik mücadelenin yolları kırmızı halı ile de döşeli değildir. Tam tersine; baskı, işkence, tutuklma, hapis ve ölümle dolu bir yoldur. Kürt halkının ulusal demokratik talepleri hukuksal ve yasal bir çerçeveya kavuşturulmadıkça, Kürt halkının kendini savunma hakkı vardır. Bunun için başkaldırı ve şiddet en temel ve meşru hakkıdır. Mesela bazı demokratik burjuva devletleri bile kendi halkına; dyönetim sizin çıkarlarınıza ters düştüyse, buna demokratik yollarda çözüm bulamıyorsanız, başkaldırı hakkınız var, diyor. Oysa biz sömürge ve tüm hakları zorla gaspedilmiş bir halkız: bu durumda meşru savunma hakkımız bin kart daha artıyor. Kuşkusuz, demokratik yollarda sorunu çözme kanalları açılırsa, Kürtler00186156 neden şiddete başvursun? Elbette başvurmaz. Savaş kadar yıkıcı ve tahrip edici birşey olamaz halklar için. Ama kaçınılmazsa ve dayatılıyorsa, yapılacak başka birşey yoktur. Yok edilmenin dayatıldığı bir ortamda şiddet kaçınılmaz ve meşru bir hak olur. Kısacası, mevcut koşullarda; Kürtler şiddetten vazgeçerse, özgürlüğü sözkonusu olamaz. Tasfiyesi sözkonusu olur.
-Son dönemde ortaya atılan ‘Kardeşlik’ ‘Kürdleri kazanma’ ve ‘Çatı Partisi’ hakında ne düşünyorsunuz?

 -Ben birey olarak her zaman halkların kardeşliğinden yanayım. Halkları düşman yapan yönetenlerdir. Egemenlerdir. Sınıfsal bir olaydır. Egemenler, kendi halkını bile düşman kamplara bölmüştür. Bu tarihsel, toplumsal ve ekonomik bir olaydır. Sınıfları da ekonomik ve toplumsal yasalar yaratmıştır. Bu yasalar ise, sınıf ve bireylere rağmen vardır. Yani iradi değildir. Ama bu gelişmelerin sonucu yaratılan sınıflar kendi çıkarları doğrultusunda topluma egemen olma mücadelesi verir ve toplumu bu doğrultuda çatıştırırlar. Ama ezilenler ve sömürülenler her zaman kardeşlikten yana olmuştur. Çünkü onların çıkarı düşmanlıkta yoktur. Mesela sınıfsız ve ömürüsüz bir dünya için mücadelelr aynı zamanda kardeşlik mücadelesi ya da savaşıdır. 

Elbette sömürgeci egemenlerin “Kürtler” ve Türkler” kardeştir söylemleri sömürgeci ve asimlasyoncu bir demogojiden ibarettir. Yalandır ve aldatmacadır. Kazanma istekleri de bu amaçlıdır. Ciddiye bile alınmaz. Ama bu, bizim kardeşliğe karşı çıkmamızı gerektirmez veya kardeşliğe karşı çıkmamçzı haklı göstermez. Özgürlük hareketi her zaman kardeşliği savunmuştur. Bu hareketin çıkışında temel sloganı : “Yaşasın Proleterya Enternasyonalizmi” ; “Kahrolsun Sömürgecilik” ve “Yaşasın Bağımsızlık” tı. Bu şiarlar hale geçerli, savunulan ve uğruna mücadele verilen şiarlardır / hedeflerdir/ amaçlardır. Denebilir ki. Bağımsızlıktan vazgeçilmiş. Mevcut durumda bağımsız bir devletten vazgeçilmiş olsa da, bu bağımsızlıktan ve özgürlükten başgeçilmiş anlamına gelmez. Bağımsızlık ve özgürlük devleti aşan bir olaydır. Devletten vazgeçilmenin nedenleri ayrı bir tartışma konusudur. 
Neyse, Özgürlük hatreketi her zaman kardeşliği savundu ve bu konuda hep samimi oldu. Bağımsız devlet hedeflendiği dönemlerde de kardeşlik hep amaçlandı ve savunuldu. Sömürgeci Askeri Mahkemelerde, idamımız istenirken; işkenceler altında kardeşlik savunuldu. Biz asla Türk halkına düşman değiliz, kardeşiz dendi. Bu bence anlamlı ve onurlu bur duruştur. Kürtler tüm halklarla kardeş olmak istiyor. Onlarla iyi geçinmek istiyor. Tek istediği kendi özgürlüğüdür. Bunun için bedel ödemekten kaçmıyor. Kardeşlik için de bedel ödemekten asla kaçınmaz. Bu hareketin kardeşlik hülyası yeni değildir. Bu hareketin mayasında kardeşlik vardır. Bu kardeşliğin en güzel ve en anlamlı ifadesi; Haki Karerler ve Kenal Pirler`dir. Bunlar Kürt ve Türk kardeşliğinin kopmaz bağlarıdır. Kürtler halkalra düşman olamaz. Bundan bir çıkarı da yoktur. Ama kardeşlik Kürtlerin doğasına daha iyi yakışır ve bundan çıkarı vardır. Hakların kardeşliğini istemeyenler; emperyalistler, sömürgeciler ve egemen güçlerdir. Halklar ancak kardeşliği savunur. Onların biliçlerini tersyüz edenler egemenlerdir. Halkları yanlış yönledirip savaştırarak kârlarına kâr katıyorlar. Dünyaya egemenliğini korumaya çalışıyorlar. Duygusal ve milliyetçi duyguların en ilkeline kapılarak halkların kardeşliğine karşı çıkmak; son tahlilde kendi halkının çıkarlarına karşı çıkmakla özdeştir. 

Çatı partisine gellince, böyle bir oluşumun yaratılması bence harika olacak. Ulusal demokratik taleplerin veya ulusal özgülüklerin gelişimi için eksik olan en önemli unsur, Türkiye devrimci-demokrati ayağının eksik olmasıdır. Ya da kendini hissettirememesidir. Böyle bir oluşum eksik olan ayağı tamamlayabilir. Bundan başarılı olursa, Türkiye`de burjuva anlamda çağdaş demokratik devrimin önü açılır. Sistem barışçıl yöntenmkerle, ancak; o zaman dönüştürme öznesine kavuşur. Mevcut pat durumu veya tıkanma Türkiye halklarının çıkarına aşılır. Bence, oldukça anlamlı ve iddialı bir proje. Umarım başarılı olurlar. Başka türlü bu sitemi demokratikleştirmek zor bir durumdur.

Sistemin dönüştürülmesi bir devrim sorunudur. Bunu da Türkiye halklarının birleşik devrimci güçleri ancak başarır. Aksi takirde savaş daha da tırmanır ve acımasızlaşabilir. Bu iki halkın kardeşliğini de yeniden eşit koşullarda üretir diye düşünüyorum. Ama bu çatı partisinin oluşumu ile herşey hal olur beklentisi yanlış. Bu epey emek, çaba ve kararlılık isteyen bir durumdur, Çünkü devlet böyle bir oluşuma daha çok yüklenecektir ve toplumu manipüle edecektir. Zor bir iş ama kaçınılmaz ve gereklidir.
-Güney Kürdistan’daki gelişmleri ve Kerkük sorununu nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Güney Kürdistan`daki gelişmelerin Kürtlerin ulusal talepleri doğrultusunda seyir etmesi sevindiricidir. Kendi yönetimlerini oluşturmaları ve kendi kendilerini yönetmeleri; biçim ne olursa olsun olumlu ve önemli kazanımlardır. Bu sadece Güney için değil, tüm Kürtler için önemli ve yaşamsaldır. Ben sosyalistim ve bakışımın ekseni sınİfsaldır. Ama bir halkın ulusal taleplerini hangi sınıfsal temelde olursa olsun kzanma çabalrını desteklerim. Bu anlamda Güneydeki oluşumu destekliyor ve olumluyorum. Aynı dünya görüşüne sahip olmazsak da, ulusların yeryüzünde tarih sahnesinde çekilmeye hazırlandığı bir momente Kürt halkının daha ulusal özgürlük ve haklarını elde edememiş olması insanlığın bir utancıdır. Bu halkın bu yöndeki talep ve özlemlerini anlamak ve saygı duymak gerek. Evet , bir sosyalistim ama aynı zamanda bir Kürt bireyiyim. Ve ben, bu halkın demokratik ulusal taleplerini koşulsuz desteklerim. Elbete eleştirilerim olacaktır. Bu ise bizim iç sorunumuzdur. Ama onlardan, yani Güneylilerden Kuzeye karşı sorumluluklarını da anımsatmak istiyorum. 

Kuzeylilerin mücadele biçim ve taleplerine saygılı olmanın ötesinde destek olmaları gerekir. Bu bizim birbirimizden esigeyemeyeceğimiz sorumluluklarımızdır. Kendi temel ulusal talep ve isteklerinden asla geri adım atmamaları gerek. İşte Kerkük olayı. 

Arap, Türk ve Şii`lerin bastırması ile ABD Kerkük sorunun Kürtlerin alehine bir çözümle bitirmek istiyor. Tabiri caizse, ABD fincancı katırlarını ürkütmek istemiyor. Bu durum da eski statükoya dönüş anlamına gelir. Kerkük`ü Kürdistan`dan koparmak Kürt ve Kürdistan sorununa bir darbedir. Elbette, orada yaşıyan tüm etnik-ulusal toplulukların kimlik ve haklarına saygı temelinde demokratik bir yönetim yaratılmalıdır ama ; Kürdistan`dan ayrı özerk ya da merkezi Irak yönetimine bağlı bir bölge olarak değil. Güney Kürdistam`ın bir kenti veya bölgesi olarak konumlanması gerek. Bu bir ulusal sorundur. Kerkük, olayı; Irak merkezi devletin ve bölge devletlerinin Kürt sorununa veya Kürtlere yaklaşımını bir kez daha açığa çıkarttı. Ve ABD `nin çıkarları gerektiğinde Kürtleri nasıl boşa çıkartacağını gösterdi. Kerkük sorunu adeta bir turnusol kağıtı rolünü oynuyor. Bölge ve devletlerin; Kürt ve Kürdistan sorunundaki tutumunu açığa çıkartıyor. Neyse ki, Güney Kürtlerin tepkisi geri adım atmalarında rol oynadı. Güneyliler sorunu daha fazla ertelemeden çözümü dayatmalılar. Böyle bir yaptırım güçleri var. Zamana yayıldıkça işler Kürtlerin alehine dönebilir. Uyanık olmakta yarar var. Barzani, diyor ki ; “ 45454_copyKerkük Kürdistan`ın kalbidir”. O zaman bu kalbin durmasına veya hastalanmasına fırsat verilmemelidir.
-Sizce Olası bir erken seçimde ve yerel seçimlerde BDP nasıl bir politika izlemeli?

-Türkiye`nin yasal zemininde, BDP politika yapıyor. Sistem tamamen demokratik güçlerin alehine bir zemin yaratmıştır. Türk toplum Kürt ve Kürdistan konusunda yalan ve yanlış bilgilerle manipüle edilmiştir. Yasalar zaten Kürt ve demokratik devrimci güçleri yok etmeyi amaçlayan bir içeriktedir. Zemin alabildiğine kaygandır. Bu zeminde yurtsever ve devrimci-demokrat insanlar politika yapıyor. Kelle koltukta mücadeleyi sürdürüyor.Yani onların işi zor. Bu konuda onlara fazla birşey söylemek durumunda olmadığımı düşünüyorum. Elbette halkın tercihlerine ve düşüncelerine saygı gösterilmelidir. Halkın düşünclerine her konuda başvurulmalıdır. Tabanın tercihlerine öneclik tanınmalıdır. Halkla dayanışma içinde kolektif projeler üretilmlidir ve buna uygun politika izlenmelidir. Demokrasiyi kendi içind tam uygulamalıdır. Gerek belediye başkanlığı ve gerekse milletvekili seçimlerinde halkın istediği adaylar belirlenmelidir. Halka bilgi ve hesap verilmelidir. Yani kendi tabanında demokrasiyi tam işletmelidir. Rant kavgalarına ortam yaratılmamalıdır. Rant ve koltuğun olduğu yerde; yağcılar, kariyeristler ve rantçılar ortalıkta cirit atar. Bunlara dikkat etmek ethik ve vicdani bir sorun olmalıdır. Ve elbette halkının ulusual ve demokratik talepleri için mücadeleye hizmet edecek; onu güçlendirecek bir çaba ve duruş sergilenmelidir.
-BDP ısrarla Türkiye partisine oynamakla doğru bir politika mı izliyor?

-Elbette, doğru bir politika izliyor. Türkiye`nin Ana Muhalefet Partisi BDP`dir. Milletvekili sayısına göre ana muhalefet değildir ama politikası ve misyonu ile tartışmasız ana muhalefet partisidir. Bu ana muhalefet partisi tüm ezilenlerin sesi olmak zorundadır. Böyle bir çaba anlamlı ve ilericidir. Hem onun varlık nedeni olan ulusal demokratik hakların mücadelesi, özelde Kürt halkının bir mücadelesi ve sorunu ise de; genelde tüm ezilen ve emekçi kesimlerin, toplulukların, inanç ve cinsiyetlerin sorunudur. Demokrasi mücadelesi Türkiye halklarının sorunudur. Ulusal demokratik haklar ve özgürlükler bir devrim sorunudur. Türkiye`nin temel sorunudur. Bu sorunun temel güçleri başta Kürt ve tüm Türkiye halklarıdır. Böyle bir sorun Türkiyenin diğer devrimci ve demokratik güçlerine maledilmedikçe bir ayağı eksik kalacak ve sorunu çözümü zorlaşacaktır. Bu nedenle sorunu, tüm Türkiye devrimci demokratik ve yurtsever birleşik güçlerle çözmek gerek. Sorunun çözümü buradan geçer. 

Denebilir ki, Kürtlerin başka seçeneği yok mu? Elbette belirtiğimiz güçlere sorun maledilemezse, Kürt halkı başka seçenekler üretebilir. Ne var ki, bu seçenekle; öyle kolay sorunu çözecek bir yöntem üreteceği kanısında değilim. Daha açık bir söylemle, Kuzey Kürtleri; Türkiye halkı ile tümden köprüleri atar ve Kürdistan`ın diğer parçalardaki Kürtlerle birleşerek sorununu çözmeyi tek yol olarak önüne koyabilir. Ama Güney`de böyle bir eğlimin destekleneceğini kimse sanmasın. Türkiye ile Kuzeylileri pazalık konusu yaparlar. Destek vermezler. Olay öyle saf ulusal duygularla ifade edilemez. Araya çok farklı ilişkiler ve çıkarlar girer. Zaten güçlü olmayan ulusal bağlar bu tür prizmalarda rahatlıkla kırılabilir. Burada konuyu daha da açmak istemiyorum. Çünkü, bu konu bu röportajın sınırlarını aşar. 
Mantıklı ve gerçekçi olan; tüm Türkiye yurtsever, demokratik, devrimci güçleri tek bir çatı altında birleştirip sorunun çözümünü dayatmaktır. Bu başarılırsa sorun çözüm sürecine girmiş demektir. Ama bunu başarmak zor ve uzun soluklu bir olaydır. Bunu başarmak Türkiye`de barışçıl demokratik devrimi gerçekleştirmekle eş anlamlıdır. Bunu BDP başarırsa, büyük bir başarıya imza atmış olacak ve Türkiye halklarına büyük bir hizmette bulunmuş olacaktır. Bence doğru yoldadır. 
-Sizce en çok gündemleştirilen Barış kavrama ne anlama geliyor ve Kürdler için nasıl bir barış?

 -Savaşın olduğu yerde barış istemek kadar doğal ve masum birşey olamaz. Savaş kaçınılmaz da olsa, eski sitemin yerine yeni bir sistemi veya sömürge bir halkın bağımsız ve özgürlüğünü de hedeflese tahripkardır ve sevimsizdir. Ne var ki, özgürlük ve demokrasi istenince de verilmiyor. Genelde bu amaç için savaşlar kaçınılmaz oluyor. Amaç, haklı ve gerekli. Bu nedenle de böyle savaşlara haklı savaşlar deniyor; bu nedenle böyle savaşlara halklar katlanıyor ve destekliyor. Dahası kendisi, bu savaşa karar veriyor. Bu işin bir boyutu. Kürtler savaş istemedi ama başka seçenek de bırakılmadı. O da kendi bağımsızlık ve özgürlüğü için böyle bir savaşa karar verdi. Kendisi bu 24 veya 32 yıldır farklı araç ve yöntemlerle bir savaşın içinde. Buna şiddet araçları ile sürdürülen savaş dahil. Bu uzun, süre içinde önemli mevziler kazandı ve kendini yeniden üretti. Siyasal bir iradeye ve kurumlarına kavuştu.

Sömürgeci sistem bile onu de fakto kabul etmek zorunda kaldı.
Buna rağmen, istenen hedeflere ve zafere henüz ulaşılamadı. Ama önemli bir maddi güç oldu. Buna dayanarak, barış talebini gündemleştirebilir ve sorunun çözümünü barış espirisiyle dayatabilir. Barış söylemiyle yapılan da zaten budur. Güç olmazsan kimse senin taleplerini ciddiy almaz. Ama özgürlük hareketi önemli bir güçtür. Kendini kanıtlamış ve ciddiye alınan bir güç. Ancak dünya dengeleri, bölgesel ve evrensel çıkarlara bağlı olarak soruna karşı duyarsız kalınıyor. Sorunu çözümsüz bırakıyorlar. Yani ulusal demokratik hareket, evrensel ve bölgesel çıkar ve çelişkiler girdabında kurtulma çabasındadır. Kuşkusuz, Kürt halkının ulusal demokratik talep ve kimliği tanınmadıkça ; yasal güvenceye alınmadıkça barışın olması mümkün değildir. Barışın olması için ilk ve son koşul budur. Bence bu koşul barışın olmazsa olamzıdır. Demokratik talep ve ulusul kimlik yasal güvenceye alınmadan yapılacak bir barış teslimiyet olacaktır. Barış gerekli. Dilendirilmesi ve dayatması da gerilla_1anlamlıdır. Barışın buaraki anlamı sorunun demokratik çözümü için yolların açılması; dahası Kürt halkının ulusal demokratik taleplerinin tanınması ve yasal güvenceya alınmasıdır. Bu açıklamaya çalıştığım barış, nasıl bir barışı da ifade ediyor sizce?
-Ulusal birlik önünde en büyük engel sizce nedir?

 -Ulusal birlikte kasıt tüm parçaların birliğiyse, en başta ulusal birlik önündeki en büyük engel sömürgeci ve emperyalist güçlerdir.Onların Kürt halkının topraklarını dört parçaya bölüp sınırlar koymasıdır. Yine sömürgecilerin Kürdistanı geri bırakması ve ulusallaşmaını geciktirmesidir. Ayrıca, Kürt egemenlerinden işbirlikçiler yaratmasıdır. Egemen sınıfların ömrünü uzatması ve sosyal konumlarını korumalarını sağlamasıdır. Bu dış güçlerden kaynaklı engeller. Içteki engellere gelince, bunlar dış güçlerden bağımsız ele alınamaz. Mesela içteki en büyük engellerden biri; Kürdistan sosyal yapısında varolan aşiretçi ilişki ve parçalanmışlıktır. Sömürgeci baskı ve asimlasyon Kürt halkınıi tarih sahnesinde silmeyi veya başka bir ulus içinde eritmeyi hedefliyordur. Hal bu olunca, ulusal gelişmeler çok cılız oldu. Dahası varlığı ve yokluğu tartışılır bir uluslaşma niveleri oluşabildi. Bu nedenle de ulusal bilinç gelişmedi. Feodalizm-aşiretçi toplumsal yapı kendini korudu. Kapitalizmle tanışınca da onunla işbirliğine girmeyi çıkarına daha uygun gördü. Böylece feodal ve aşiretçi ilişkiler kapitalizmle buluşarak feodal-komprador bir burjuvalaşma yarattı. Bu burjuva ilişkilerde aşiretçi-feodal ilişkiler yaşamaya devam etti. Onunla çatışmadı, onunla isteyerek uzlaştı. Bu istek hem sömürgecilerin ve hem de işbirlikçi egemen sınıfların çakışan ortak istekleriydi. Böylece ulusal olmayan bir sınıf yaratıldı. Bilinen bir ifadeyle, uluslaşma önünde en büyük engel aşiretçi ve feodal sosyal yapıdır. Yok eğer, ulusal birlikte kasıt farklı siyasi grup ve çevrelerin birliği ya da ayrılığı ise ; bu başka bir konu ve boyuttur. Bilindiği gibi, ulus homojen bir insanlar topluluğu değildir. Farklı sınıf ve tabakalardan meydena gelir. Her sınıf ve tabakanın farklı sınıfsal çıkar ve duruşları vardır. Bu farklılık kendini politik alanda da ifade etmek ister ve farklı formasyonlar alır. Bunların varlığı ulusal birlik önünde engel değildir. Kürt toplumunda, özelikle Kuzey Kürdistan`da bu sınıfların politik temsilleri güçlü poltik örgütlenmeler veya kendini politik arenada hissettirecek durumda değildir. Bu sınıfların bir anlamda yeteri kadar mevzilenemedikleri veya sınıfsal ayrışmaların güçlü olmadığının politik yansımasıdır. Kuzey`de, bilindiği gibi; PKK ulusal bir güç olabilidi. Bunu başardı. Ve aynı zamanda, Kuzey`de, ulusal birlik PKK önderliğinde gerçekleşebildi. Kuzey`de, ulusal bağlamda tabanda bir birlik oluştu. Bunun politik önderi ve mimarı PKK`dir. PKK ile bir cephede veya bir ulusal oluşumda bir olamayan / olmayan parti, grup ve kişilerin varlığı, Kuzey`de ulusal birliği engelleyemedi. Elbette, bu oluşumlarla PKK; bir ulusal kurumda buluşabilseydi yararlı ve olumlu olacaktı ama olmuyor. Bu ise farklı bir tartışma. Ancak gerçek şu ki, kabul edelim ya da etmeyelim; PKK, Kuzey`de; ulusal birliği tabanda gerçekleştirebilmiştir.Çünkü ulusal bilinçte ve ulusal dava için ayakkta olan kesim; PKK`nin etrafında kenetlenmiştir. Kalan kesimler ise, bir kısmı ilgisiz ve ulusallıktan uzak bir duruş içindeler. Bir kısmı da işbirlikçi ve ihanet içindeler. Köy koruculari ile sömürgeci partiler ( AKP; CHP; MHP v.s) etrafında toplananlar gibi. 

PKK diğer parçlarda da önemli bir ulusal güç olmayı başarmmıştır. Doğu Kürdistan`da neredeyse merkezi bir güç olmuştur. Diğer parçalarda önderlik, özellikle Büyük Güney`de aşiret sınırlarını aşamamıştır. Bu aşiretçi çitler orada aşiret dışı siyasi yapıların güçlenmesini engelledikleri gibi, ulusal birliğe de engel olmaktadır. Mesela, hala Güney`de ulusal bir merkezi yapı oluşturmak aşiretçi ve bölgeci iki partinin engeline takılmaktadır. Devletleşmeye bile iki aşiret olarak gidilmektedir ve onlar arasında nüfuz çatışmaları görülmektedir. ABD, bunlar arasındakı çatışmayı belli sınırlar içine aldı. Sosyolojik ve politik olarak durum bu olduğu halde, bu iki Güneyli güç ( KDP; YNK) elbette bu durumlarıyla da ulusal bir güç ve partidirler. Yine Güney`deki kazanımalar ulusal kazanımlardır ve desteklenmelidir. Bu da işin ayrı bir boyut. Bu durmun, kuşkusuz; tarihsel, ekonomik ve sosyolojik bir boyutu ve açıklaması vardır. Konuyu daha fazla uzatmak istemiyorum. Kısacası, ulusal birlik önündeki en büyük engel. Dışta emperyalistler ve sömürgeci güçlerdir; içte feodal ve aşiretçi yapıdır.
Hamit Baldemir kimdir?
Resmi kayıtlarda 04.02.1959 tarihinde, Siverek`in Kavalık köyünde dünyaya gelmişim. Urfa-Hilvan Karacurun Mahallesi nufunua kayıtlıyım. Baban Siverekli ve Zaza. Annem Suriye Araplarından. Ben Hilvan`a bağlı köylerde büyüdüm. Kürmançların içinde büyüdüm. Bu nedenle bizim evde ne ana dil ve ne de baba dil konuşulurdu. Bizim evde Kürmanci konuşulur. Benim yaşadığım köylerin en büyük özeliği ağa köyleri olması idi. Ben, ağaların baskı ve sömürüsünü yaşayarak gördüm. Bu nedenle, olacak ki;  ağalığa ve feodalizme hep tepkili ve karşı oldum. Benim baba da feodal-ağa bir aileden geldiğinden genelde ağaların nezdinde ayrıcalıklı bir yere sahiptik ama ben hep nefret ettim bu sistemden.

Köylü ve yoksul bir ailenin 6. çocuğuyum. İlkokullu Siverek Yatılı Bölge Okulunda okudum. Okulu birincilikle bitirdim. Parasız yatlı okul sınavlarına girdim, Urafa pansiyon bölümü ile öğretmenokulunu kazandım. Ben öğretmenokuluna gitmeyi tercih ettim ve oraya 1973`te (okula) başladım. 


Ağa ve feodal sisteme olan doğal tepkim giderek kapitalist sisteme bir tepkiye dönüştü. 1974`te solculukla buluştum ve 1975`te ise; sosyalist düşüncelerle buluştum ve kaynaklarından / temel kitaplarından teorisini öğrenmeye çalıştım. Ancak, ulusal sorunun varlığını 1976`bilince çıkarabildim. Aynı yıl,  henüz bir adı olmayan; şimdi ki PKK`nin embiryonu ile tanıştım. Bunlarla organik bağımı Hilvan`daki devrimci grup adına Fuat Çavgum sağladı. Böylece, bireysel çaptaki devrimci/ sosyalit mücadelem örgütlü bir ortama kavuştu. Okulda faşitlerle mücadeleden dolayı okuldan uzaklaştırıldım ve sürgün oldum. 1977`de profeyonel anlamda Kürdistan Devrimcileri saflarında mücadeleye başladım.
Örgütün hemen her kademesinde görevler aldım. Çalışma alanım genelde Diyarbakır ve ilçeleriydi. Bu ilçelerin başında, Ergani gelir. Çünkü benim okuduğum öğretmenokulu Ergani`deydi. O zaman ki adı; Dicle İlköğretmenokulu idi. 1980`nin Nisan ayının sonuda, Diyarbakır Bölge Sorumlusu olarak görev yaptığım sırada yakalandım. Sıkıyönetim Askeri Cezaevi`ne konuldum. Sonra tüm devrimci ve yurtsever tutsaklar; 12 Eylül 1980 askeri darbeden kısa bir süre sonra 5 Nolu Sıkıyönetim Cezaevi`ne toplatıldı. 1980 yılın Aralık ayında bir notun yakalanması sonucu bizim koğuş olduğu gibi hücreye / tecrite (35. Koğuş) konuldu. Ve bir daha oradan çıkamadım. Ta,  1987`nin Ekimi`ne kadar.
Diyarbakır grubu  PKK (Apocular) ana davasında yargılandım. Örgüt içindeki sorumluğumu kabul ederek, Diyarbakır Bölge Sorumlusu olarak siyasi savunma yaptım. Ve PKK tarihinde, mahkemede ilk siyasi savunma yapma onuruna kavuştum. İdam cezası aldım.
1986`da Diyarbakır Cezaevi yönetimine bir grup arkadaşla birlikte tavır aldık. Bu tavır, farklı bir sürecin başlangıcı oldu. 1987`nin Aralık`ında idam cezam yargıtayca onaylandığından; Eskişehir L Tipi Özel Cezaevi`ne sevk edildim. Sevk ile birlikte, “Ölüme Yolculuk” adı ile kitap olarak yayınlanan günceyi yazmaya başladım. 1989`un Temmuz`unda, kaldığım blokta tünel bulununca; cezaevindeki tutsaklar birlikte Aydın Özel E Tipi Cezaevi`ne sürgün edildik. Kamuoyunda “Kanlı Sürgün” olarak bilinen bu sürgünde iki arkadaşımız şehit oldu. Mehemet Yalçınkaya ile H. Eroğlu.  1990`da PKK`nin Beka`da gerçekleştirdiği Zindan Konferansı`nda Diyarbakır Cezaevi tutsakların yönetimine karşı tavırımız haklı göründü ve aklandık. Birlikte hareket ettiğjm arkadaşların çoğu Zindan Konferansı`ndan önce tekrar yapıya katılmışlardı. Bir kısmı da Konferans`tan sonra katıldı. Ben, yapıya geri dönmedim. TKP /B adlı yapıyla hareket etmeye başladım. Bu parti 1994`ten sonra TDP adını aldı. Çizgisi PKK çizgisine yakın ve kendisini PKK`nin kardeş Türkiye partisi olarak görüyordu.


1990`dan sonra çıkan bir yasa ile ( anti-terör yasası) idam cezamızın infazı kaldırlıdı ve bizzat 20 yıl yatacak şekilde düzenleme yapıldı. Ben , 1990`dan sonra artık kitap yazmaya başladım. Yaklaşık 12 kitap yazdım. Bunların yedi tanesi basıldı. Yani kitap olarak piyasaya çıktı. Bazılarını yayınlatamadım. Bunlardan biri Diyarbakır pnyykaafsroCezaevi sürecini anlatan iki ciltlik kitaptır. Ne var ki, nüshası bile kayboldu. Yine 1994-2000 arası Hedef dergisine düzenli yazılar gönderdim. Bu yazılarımın hemen hepsi dergide yayınlandı.


1 Mayıs 2000`de tahliye oldum. Ancak saflarında çalıştığım yapı ile uyum sağlayamadım. Ayrıldım. Türkiye`de 2003`te yurt dışına çıkmak zorunda kaldım. Şu an İsviçre`de yaşıyorum. Mevcut devrimci demokratik hareketi olumlu ve gerçekçi buluyorum.  Bu harekete karşı olmayı, niyet ne olursa olsun; karşı devrimciliğe hizmet ve yurtsever bir duruş olarak görmüyorum. Birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var. Birbirimizi farklılıklarımızla kabul etmeliyiz. Eleştirmesini bilmeliyiz ama dost olmalıyız.

Politik İslamcı Hareketin Toplumsal Tabanı

imageSosyo-ekonomik faktörlerin etkisiyle köy-kent ilişkisinde meydana gelen çarpık gelişme sonucu, gecekondu bölgelerinde oluşan toplumsal tepki, İslamcı akımlara doğru yönelmektedir. İngrmar Karsson “köktenci akımları ortaya çıkaran sosyal ve ekonomik gerçekler de hala varlığını koruduğunu ve kentlere olan büyük çaptaki kitlesel göçün, giderek artan yoksulluğun, kimlik ve değerler sistemindeki krizlerin” politik İslamcı hareketin gelişmesine nesnel bir zemin hazırladığını belirtmektedir.
Sistemi alternatif olarak gösterilen İslami hareketin, ekonomik ve sosyal çelişkilerin etkisiyle yoksullaşma sürecine giren kitleler içerisinde ciddi bir gelişme eğilimi içerisinde olduğunu birçok ülkenin somutunda görmek mümkün. Örneğin Mısır’da “İslamcı hareketin yükselişi yoksul kesim tarafından da desteklendi. Yoksul Mısır'lılar, zengin sınıfların aksine, bölgedeki dinamikleri harekete geçiren İran Devrimi'ni model olarak benimsemeye başladılar. El Cihad, El İslami, El Cemaat, gibi radikal gruplar, bu yoksul kesimin desteği ile güçlenmeye başladı. Yoksulları düzen içi arayışlara yöneltmeyi amaçlayan zengin kesim, ellerindeki geniş finansal olanakları devreye sokarak, ılımlı İslam’ı ve Amerikancı modeli desteklemeye hazırlıklı bir orta sınıf yaratmak için uğraştı” ve nispeten başarılı oldular.
Siyasal iktidar çatışmasının yaşandığı ülkelerden biri olan Cezayir’de, kitlelerin yoksullaşması süreci ile İslami hareketin gelişmesi ve güçlenmesi arasında bir paralellik bulunmaktadır.  Türkiye’de İslami hareketin mevcut durumunu analiz ederken; aynı zamanda Cezayir’deki gelişmeyi değerlendiren Volkan Yaraşır ve Tarık Aygün şunları belirtiyorlar: “Cezayir’de uygulanmaya çalışılan neo-liberal politikalar, yoksullaşmayı önemli oranda arttırmıştı. Bu yoksulluk, devlet yönetiminde yaşanan yolsuzluklar, bürokratizm ve rüşvet skandalları ile birleşmiş, halkın en temel gereksinmeleri arasında görülen yiyecek ve konut sorunu çözülemez hale gelmişti. Bu özellikle gençliği, yönetim karşıtı bir pozisyona sokmaya yetti. 1980'lerde devlet ile halk arasındaki gerginlik artmaya başladığında, İslamcı güçler mevcut sistemin bir alternatifi olarak hissedilmeye başlandı. Devlete olan güven azaldıkça, Cezayir halkı günden güne daha yoksullaştı. Sistemin kurucu öğeleri arasında yer alan İslamiyet, halkın umudu haline gelerek, sistem karşıtı bir yapıya büründü. Böylece, kitlesel bağlamda, ülkenin en etkili gücü olarak, İslamcı örgütler görülmeye başlandı.” 
Örneğin Türkiye’de yüzde 20’yi geçen bir işsizlik oranı var. Bu oran genç nüfus içerisinde yüzde 35’lere kadar varabilmektedir. İşsizlik aynı zamanda toplumsal bunalımın kaynağıdır. Bir ülkede işsizlik oranının artmasıyla fakirleşme düzeyi arasında bir paralellik oluşmaktadır. Özellikle de sosyal güvencelerin olmadığı Türkiye gibi ülkelerde bu çelişki çok daha hızlı derinleşerek gelişir. Milli gelirin adaletsiz dağılımından ve ekonominin yanlış yönlendirilmesinden kaynaklanan işsizlik sorunu, toplumsal yozlaşma ve ahlaki çöküntünün en önemli nedenlerinden biridir. Geleneksel değerlerin nispeten yüksek olduğu ve mevcut ekonomik ve politik sorunların sistemden kaynaklandığını kavramayan bir ülkede, bu çöküntüye karşı dinsel faktörler her zaman alternatif olarak kullanılır.
Doğal olarak Türkiye’de işsizlik sorunu güncelliğini koruyan en önemli sorunlardan biridir. Toplumsal çelişkilerin derinleşmesindeki en büyük faktörlerden biri olan işsizliğin, politik mücadelenin önemli bir aracı haline getirilmesi görevini, sol hareketten çok politik İslami güçler yapmaktadır. İşsizlerin, İslami hareketin çeperinde örgütlemesine en iyi örnek Ortadoğu ülkeleri ve Türkiye’dir.  
Mısır, Cezayir, Fas, Tunus, Ürdün ve hatta Lübnan ve Filistin’de bu gerçeklik yaşanmaktadır. Cezayir’de işsizlerin en çok yöneldiği politik hareket FİS olmuştur. Türkiye’de ise 18 Nisan 1999 seçimlerinden hemen sonra yapılan bir araştırmada, işsizlerin % 30’unun oylarını FP’ye, 2002 Kasım seçimlerinde ise işsizlerin % 38’inin AKP’ye oy verdikleri anlaşılıyor.  Verilerden anlaşabileceği gibi ekonomik ve toplumsal krizin derinleştiği İslam ülkelerinde, siyasal İslam’ın gelişmesinin nesnel koşulları oluşmaktadır. Böylece, bir bakıma ezilenlerin dili olmaya çalışan İslam’ın politik karakteri öncelikli olarak ön plana çıkmaktadır.
Bu durum Türkiye’nin toplumsal yapısı için de geçerlidir. Ülkenin ekonomik gelişme evrimi dikkatle incelendiğinde İslamcı akımların toplumsal tabanının hızla değişim sürecine girdiğini görebiliriz. Kentsel nüfusun hızla artması sonucu oluşan yeni sosyo-politik alanlar, sol ve sosyalist hareketin merkezleri olması gerekirken tersine İslamcı hareketin örgütlenme üsleri haline geldiler. Bu durum bir bakıma İslamcıların kendilerini ‘yeni’ ve gelişen toplumsal koşullara uyarladıkları anlamına geliyor. Türkiye’de İslamcı hareketin hangi toplumsal taban üzerinde geliştiğini anlamak önemlidir. Bu bakımdan özellikle üç alan ön plana çıkmaktadır. Birincisi, İslamcı hareketin yeni örgütlenme alanı olarak ön plana çıkardığı gecekondulardır. Diğerleri İslamcıların sosyal tabanını oluşturan kadın ve gençliktir.

Çanlar Kimin İçin Çalıyor?

image 
ABD’nin bir dönem küresel sistemin ihtiyaçlarına göre dizayin etmek istediği bölgede halk ayaklanmaları yaşanıyor. Küresel sermayenin silahlı güçleri ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ kapsamında bir kaç ülkeyi işgal etti ve bir çoğunda kendi ihtiyaçlarına yanıt veren iktidarları sürekli destekledi.
İngiltere’nin Ortadoğu’da oluşturduğu yapay devletler küresel güçlerin bölgedeki temel dayanakları oldular. Dünyanın en önemli enerji kaynaklarını barındıran Ortadoğu coğrafyasında zenginlikler belirli ailelerin elinde toplanırken, bölge insanlarının çok önemli bir kesimi yoksulluk içinde yaşadı.
Tunus’ta başlayan toplumsal ayaklanma bölgenin tamamını sarmış durumda. Tunus’da yüzbinlerin sokağa dökülmesiyle başlayan halk ayaklanması, devlet başkanı general Zeynelabidin Bin Ali’nin istifasıyla sonuçlandı. Ayaklanma Cezayir, Fas, Ürdün’de hissedildi. Ama en önemli etkisini Mısır’da gösterdi. Tunus’taki gibi toplumsal bir ayaklanma dönüşmüş durumda.
  İngrmar Karsson tanımlamasıyla “kentlere akan büyük çaptaki kitlesel göç, giderek artan yoksulluk, kimlik ve değerler sistemindeki krizler” toplumsal ayaklanmanın ön plana çıkan önemli nedenlerden bir kaçıdır. Ortadoğu ülkelerinin çok önemli bir kesiminde, nüfusun yüzde 60’ını, 15-30 yaş grubu oluşturmaktadır ve aynı zamanda işsizlik yüzde 30’ların üzerindedir. Bu ülkerin  bir çoğunda günlük yaşamını bir dolarla sürdürenlerin oranı yüzde 25’in üzerinde bulunuyor.
Örneğin Mısır’da ‘İslamcı hareketin yükselişi yoksul kesim tarafından da desteklendi. El Cihad, El İslami, El Cemaat, gibi radikal gruplar, bu yoksul kesimin desteği ile güçlenmeye başladı. Bu süreç yoksul kesim ile zengin kesim arasındaki gerginliklerin de başlangıcı oldu.’
Siyasal çatışmaların yoğunlaşıtığı ‘Cezayir ve Tunus’ta uygulanmaya çalışılan neo-liberal politikalar, yoksullaşmayı önemli oranda arttırmıştı. Bu yoksulluk, devlet yönetiminde yaşanan yolsuzluklar, bürokratizm ve rüşvet skandalları ile birleşmiş, halkın en temel gereksin¬meleri arasında görülen yiyecek ve konut sorunu çözüle¬mez hale gelmişti. Bu özellikle gençliği, yönetim karşıtı bir pozisyona sokmaya yetti.’
Tekil örneklerle başlayan başkaldırılar esas olarak yılların toplumsal birikimlerinin bir sonucudur. Henüz bilinçli politik bir hedefe bağlı olarak bölgesel rejimlerin bütünlü tasfiyesini içermese de, artık bölgede hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır. Halkın toplumsal eylemi bölgesel politiklari ve dengeleri yeniden belirleyecektir. Özellikle uluslararası ilişkiler hiç kimsenin tahmin edemeyeceği bir biçimde yeni oluşumlara yol açacaktır.
Bu nedenle ‘Arap dünyasının kabli’ olarak tanımlanan Mısır, bölgesel ilişkilerin merkezinde bulunuyor. Buradaki bir rejim değişikliği bütün ilişkileri kaçınılmaz olarak etkileyecektir. Mısır’daki baş kaldırının politik sonuçları, Ürdün, S.Arabistan, İran, Kuveyt, Suriye, Filistin gibi ülkelere de yansıyacaktır. Hatta İsrail’in bölgesel politikalarını çok ciddi oranda etkileyecektir. Dahası bölgenin jeo politik dengeleri yeniden belirlenecektir.
Bugün çok belirgin olarak ortaya çıkmamışta olsa, politik İslamcı grupların toplumsal hareketlerin örgütlenmesinde ciddiye alınacak bir gücü bulunuyor. Bu durum toplumsal başkaldırının politik niteliğini etkileyeceği gibi rejimlerin bütünlüklü değiştirilmesi değil, revize edilmesi daha çok ön plana çıkacaktır. 
ABD bu gerçeği bildiği için, desteğini, zayıflayan Mübarak rejiminden çekip muhalefete yönlendirmenin mesajlarını verdi. Böylelikle hem kendisine yeni bir alan açmış olaçak, hemde halkın toplumsal başkaldırısının kendisine yönelimesini engellemeye çalışacaktır. Mısır’ı çok hızlı bir şekilde küresel reformlara yönlendirmeye çalışacaklardır.
Bölgesel politikalarında ciddi bir başarısızlık yaşayan Türkiye’nin işsizlik oranı yüzde 20’yi geçiyor. Nüfusun yüzde 20’si günlük iki dolarla geçinmektedir. Ekonomik eşitsizlik en uç nokta da yaşanıyor. Türk halkı artık toplumsal gerçeklere gözünü kapatmaz. Tunus ve Mısır’daki kıvılcım Türkiye’yi ne kadar sarar bilinmez. Ama, Türkiye çok yönlü çatışmaya egebidir. 
Çokça söylendiği gibi 21.yüzyıl, küresel sermaye için bir zaferi olmayacağı bir kez daha ortaya çıkmış bulunuyor. Kapitalizmin mutlak zaferi iddiaları tarihe karıştı. Hatta rüzgar tersine esiyor. Bölge rejimleri güçlerini hızla kaybediyorlar. Ortadoğu rüzgarı Balkanları sardı ve Arnavutlukta yüzbinler sokağa döküldü. Avrupa küresel krizin pencesinde kıvranıyor ve toplumsal mücadele çok yönlü gelişiyor.
 Sahi, çanlar kimin için çalıyor.


Mustafa Peköz

Ortadoğu Yeniden Şekilleniyor; Kürtlere Güçlü Bir Ordu Gerekiyor

Ortadoğu 2011’e hızlı bir giriş yaptı.
Önce Lübnan’da hükümet  krizi patladı. Ardından Tunus’ta halk ayaklandı. Ayaklanma kısa sürede Mısır’a da sıçradı. Mısır halkı günlerdir sokaklarda.  Ülkede rejim değişikliği kapıya dayanmış durumda.
Siz bu satırları okurken Mübarek Mısır’dan kaçmış olabilir.
Tunus, Mısır ve Yemen’e yeni ülkelerin katılması bekleniyor. Suriye’nin de etekleri tutuşmuşa benziyor. Özgürlük talebi Suriye rejimini de sarsıyor. Esad da diğer diktatörler gibi yıkılmaktan korkuyor. Bu yüzden  mezarlıkta ıslık çalan korkak misali ‚reform‘ çağrıları yapıyor. 
Ayaklanma süreci yeni başladı ancak, yayılacağa benziyor. Bölgenin demokratik halk hareketleri despotik rejimle karşı  alternatif iktidar odağı olarak yükseliyor. Tunus’tan Afganistan’a  müthiş bir iktidar mücadelesi yaşanacağa benziyor.
 2011‘in yangın yerine dönmüş Ortadoğu coğrafyasında çok sıcak geçeceği anlaşılıyor.
 Bu bölge uzunca bir süredir zaten global çatışmanın merkezindedir. Küresel güçler yeni dünya düzeninin temellerini burada atmış, bütün güçleriyle buraya yönelmişlerdir. Tunus‘tan Afganistan’a yeni dengeler, yeni gelecekler inşa edilmesi mücadelesi sertleşerek devam etmektedir.
Gelişmeler Türkiye’yi de derinden etkilemektedir. Irak’ın işgaliyle birlikte 1’inci Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu’da oluşan dengeler yerle bir edildi. Türkiye’nin üzerinde yükseldiği Lozan Anlaşması da böylece anlamını yitirdi. Türkiye o günden bu yana adeta boşlukta yaşıyor.
Şimdi ise statükonun diğer kalıntıları tasfiye oluyor. Bu da statükonun jandarması Türkiye’nin meşruiyet krizini derinleştiriyor. Türk devletinin statükodan yana çıkmasının ve bölgesel gericiliği arkalamasının altında çöken statükonun  Kürdistan’ın doğumunu hızlandıracağı kaygısı yatıyor.
 Ancak onun bu uğursuz çabası bir işe yaramayacaktı. Türk devleti  tarihin akışı önünde duramayacaktır.
Süreçten Kürdistan ve Kürt halkı da  nasibini alacaktır.
Bölge tepeden tırnağa karışacaktır ve kaos her ülke ve her halk gibi Kürdistan’ı  ve Kürtleri de saracaktır. 40 milyona yaklaşan nüfusuyla Kürt halkı kendi siyasi kaderini belirleme mücadelesinde önemli aşamalardan geçtiği ve kalıcı mevziler elde ettiği için artık kilit konumdadır.
Kürt halkının siyasi birliği ve askeri yeteneği ‚yetmez ama yeterli‘ boyuttadır ve elbette bunun daha da güçlendirilmesi zorunluluğu vardır.
Bundan önce Ortadoğu’da kurulan bütün dengelere kurban edilen Kürt halkının önünde şimdi bunu telafi etme imkanı ve fırsatı durmaktadır. Her halk gibi Kürt halkı da örgütlü gücü ve güçlü ordusu sayesinde ayakta kalacaktır.
Kürt halkı kendi ülkesinde insanca yaşayacaksa şayet bu sayede yaşayacaktır.  Dolayısıyla Kürt halkının herşeyden önce güçlü bir orduya sahip olması gerekiyor.
Bu olmadan Kürt halkı ne yaparsa yapsın kendi ülkesinde insanca yaşayamayacaktır.  Bu nedenle askeri  güç olarak yükselme hedefi   stratejik bir eksene oturtulmalıdır.
 Birbiri ardında patlayan küresel  ve bölgesel krizlerin Kürt halkının varlığını ve geleceğini tehdit ettiği, Tunus’tan  Afganistan’a yeni çatışmaların tetiklendiği bir dönemde her halk gibi Kürt halkının da kendini koruması  kaçınılmazdır.
 Nihayetinde her halk  ordusuyla varolabiliyor. Kürt halkının da her halk gibi kendini koruyacak  bir ordusunun olması  gerekiyor.
 Bakın Tunusta, Mısır’da, Yemen’de, yarın bir başka ülkede halk ayaklanıyor ancak, Amerika’sı, Avrupa’sı, Çin’i, Rusya’sı ilk olarak o halkın ordusunun kapısını çalıyor. Halkın arkasında bir ordu duruyorsa ayaklanma  bir işe yarıyor. Yoksa zaman içinde yenilgi kaçınılmaz hale geliyor.
 Açıkça itiraf etmem gerekirse eskiden böyle düşünmüyordum.
 Eskiden Kürtlerin güçlü bir orduya sahip olması gerektiği fikrine sıcak bakmıyordum. Çünkü, Kürt halkının bölge ülkelerinden biriyle, özellikle de Türkiye’yle kaderini birleştireceğini ; ortak bir vatan ve sistem çerçevesinde varlığını ve ilerlemesini sürdüreceğini  düşünüyordum.
 Türk devletinin  1920’de yapmış olduğu vahim hatadan vazgeçeceğini, ırkçılığıyla yüzleşeceğini ve ortak bir gelecek etrafında  Kürtleri eşit yurttaş olarak kabul edeceğini  düşünüyor, aklı selimin galip geleceğine inanıyordum.
 Ne var ki Irak’ın işgalinden sonra yaşanan gelişmeler bunun mümkün olmadığını gösterdi.
 Aradan geçen 8 yıllık süreç  devletin Türklük tekelinden vazgeçmeyeceğini, Kürtlere dönük ‘ ya teslim almak ya da kökünü kazımak‘  siyasetini sonuna kadar sürdüreceğini  bilincimize işledi.
 Hayat ayrıca, Kürt özgürlüğünün önündeki  tek engelin Türk devleti olduğunu da gösterdi.  İran ve Suriye’yi yanına alan Türk devleti Kürtlere karşı ‘bölgesel  jandarma‘ görevi yürüttü, yürütüyor.
AKP de zaten bu yüzden iktidara getirildi. Kemalizm Kürdistan’da iflas edince onun yerine ‘Ilımlı İslam‘ geçirildi. Kürtler bu kez İslam kimliği içerisinde asimile edilmek istendi.
 Türk devleti eski siyasetini  yeni araçlarla sürdüyor.  Ayrıca yaşanan olaylar bu devletten hak, hukuk, merhamet ve adalet beklemenin abesle iştikal etmek  anlamına geldiğini de gösteriyor.
 Dolayısıyla yapılması gerekenin kendi başına yapılması, siyasal, askeri bütün önlemlerin özgüce dayalı olarak  alınması gerekiyor.
 Bu coğrafyada ayakta kalmanın başka bir yolu bulunmuyor.
 Her halkın örgütlü ve askeri gücü kendi varlığına endeksli kıldığı Ortadoğu coğrafyasında Kürt halkı ve siyasetinin de bunun gerektirdiği hamleleri yapması, birliğini yaygınlaştırıp kurumlaştırması ve demokratik halk ordusunu kurması gerekiyor.
1’inci Paylaşım Savaşı’nda Kürtle birlik olamadılar ve dolayısıyla güçlü bir ordu da kuramadılar. Bu yüzden ülkeleri ellerinden alındı ve parçalandılar. Şimdi birleşir ve birlikte hareket eder; siyasi ve askeri birikimlerini ciddi manada takviye ederlerse ülkelerini geri alacak, özgürlüğe kavuşacakladır.
Kuzeyi ve güneyiyle Kürt siyasetinin bu bilinçle hareket edeceğine inanıyorum. Ulusal Konferans etrafında birleşme ve güçlü bir ordu yaratma çabası son olaylardan sonra daha da hızlanacaktır.
 40 milyona yaklaşan nüfusuyla Kürt halkının ordusuz; savunmasız ve korumasız kalması hayatın gerçeğine aykırı olacağından Kürt siyaseti üzerine düşeni yapacak, tarihi sorumluluğun gerektirdiği adımları atacaktır…

Gunay Aslan

PKK'ye Saldirmanin Dayanilmaz Hafifligi

Sömürgeciliğe karşı mücadelede, PKK`nin kuruluş tarihini milad olarak kabul edersek; 1977 `den bugüne dek 33 yıldır PKK sömürgeci güçlere karşı mücadele vermektedir. Ama. PKK adını alan bu ulusal demokratik hareketin başlangıç tarihi, bana  göre; Kuzey kürdistan`da fiili olarak örgütlenmeye başladığı tarih olarak ele almak gerekiyor. Ankara süreci elbette önemli bir süreç ama, bunu bir ideolojik, politik ve örgütsel doğum evresi olarak kabul ediyorum.
KUZEY KÜRDİSTAN`DA YURTSEVERLIK VE DEVRİMCİLİK ADINA  PKK`YE SALDIRMANIN DAYANILMAZ  HAFİFLİĞİ/HAMİT BALDEMİR

Sömürgeciliğe karşı mücadelede, PKK`nin kuruluş tarihini milad olarak kabul edersek; 1977 `den bugüne dek 33 yıldır PKK sömürgeci güçlere karşı mücadele vermektedir. Ama. PKK adını alan bu ulusal demokratik hareketin başlangıç tarihi, bana  göre; Kuzey kürdistan`da fiili olarak örgütlenmeye başladığı tarih olarak ele almak gerekiyor. Ankara süreci elbette önemli bir süreç ama, bunu bir ideolojik, politik ve örgütsel doğum evresi olarak kabul ediyorum. Nereden bakarsanız bakın, bu hareketin; 33-36 yıllık bir geçmişi ve mücadele tarihi var. Her yeni hareket gibi, bu harekette; kendi öncellerini ve varolanları eleştirerek kendini meşrulaştırma mücadelesini verdi. Bunu doğal görmek gerekiyor. Başka bir anlatımla bunu anlamak gerekiyor. Hangi hareket varoluş sürecinde, kendinden öncelerini ve mevcut olanı eleştirmeden ve onlara karşı mücadele vermeden varolabilmiştir?  Hiçbiri.
PKK tarih sahnesine çıktığında, onlarca irili ufaklı Kürdistani örgüt veya gurup vardı. 1975`e gelindiğinde, DDKO ve TİP hareketi içinde politik faaliyet yürüten Kürt genç ve aydınları bölünerek birden fazla örgüt veya gurup kurarak politik alanda varolmaya başladılar. DDKO geleneğinden gelenler, ayrışarak; DDKD ile Kawa ortaya çıktı. Yine bu gelenekten gelen Rızgarı var. Ki, 1970`lı yılların sonlarında bu hareket de ikiye bölündü ve Ala Rızgarı örgütü doğdu. TİP`ten ayrılarak Özgürlük Yolu ( PSK) oluştu. Ki, bunlarda; yanılmıyorsam DDKO geleneğinin farklı versiyonu idi. Daha başka yapı ve örgütler politik arenada yerlerini aldı.
PKK, Kürdistan`da  örgütlü mücadeleye başladığında, bu yapılar aydın-gençliği önemli oranda “parsellemişlerdi”. Tabii ki, Türkiye Solu da; Kuzey Kürdistan`da önemli bir aydın-gençlik tabanına sahipti. TKP / İGD; Dev-Yol; Halkın Kurtuluşu; Kurtuluş; Halkın Yolu, TİSP, v.s... Kuşkusuz dinci ve fasişt partiler de gençlik içinde önemli bir güçtü. PKK böyle bir ortam ve iklimde doğdu. Kendine bu ortamda yer ve yolaçmaya çalıştı. Bu hareket, daha  Ankara`da, henüz bağımsız bir Kürdistanı örgüt olmaya karar vermişken; Kürdistani yapılar aleyhte propagandaya başladılar. Bu karşı propaganda, ideolojik ve politik olmaktan çok; önder konumundaki kişilere yönelik suçlama ve karalama şeklinde yayıldı.
O günlerde, biz kendimizi Kürdistan Devrimcileri (K.D)  olarak adlandırılırken, bazıları ısrarla bize bazı adlar yakıştırıyorlardı. Diyarbakır, Urfa, Mardin gibi bölgelerde; Kürdistani yapılar Apocular yakıştırmasında bulunuyorlardı. Dersim, Elazığ gibi bölglerde ise, UKO`cular diyorlardı. Biz ısrarla, biz Apocu değiliz diyorduk ama onlar küçümseme amacıyla Apocular diyorlardı. Bunun için kavga bile edildi, bazı yerlerde. Yani biz Apocu değiliz diye karşı çıkıyorduk  bu isime. Biz ısrarla, Apo önder bir arkadaşımız ama biz K.D`yiz. Biz bir örgütüz, siyasal bir örgütüz; bir kişinin ardından giden bir topluluk değiliz, diyorduk. Ama kimileri ısrarla Apocular dedi. Bu nedenle, adımız Apocu`ya çıktı. Devlet de bize Apocular demeye başladı. Iddianamemiz PKK (APOCULAR) adına hazırlandı. Mahkemelerde,  bu karşı çıkış  savunmalarımıza yansıdı. Burada da tekrarladık; biz Apocu değiliz PKKliyiz. PKK siyasal bir organizasiyondur dedik. V.s. v.s...
Ama halk arasında Apocu adı daha çok tutuldu. Ve sonunda PKK`de kendini Apocu olarak ifade etmeye başladı. Bu bir tercih ve bunu böyle kabul edenlere de saygı duymak gerekiyor diye düşünüyorum. Bu işin bir başka boyutu. Anlatmak istediğim şu; daha PKK hareket olarak oluşmaya çalışırken, mevcut Kürdistani örgütler; kimi açık, kimi dolaylı bu hareketi düşman ilan etti. Ajan-Provakatür diyenler; çapulcu çetesi diyenler; gizli Maocu diyenler  oldu. `70`leri bilenler, Maoculuğun SSCB yanlısı yapılarca karşı-devrimcilikle özdeş olduğunu bilir.
Mevcut Kürdistani yapılar, o günün konjönktürel durumunda; dünyadaki çok merkezli devrimci / sosyalist güçlerin etkisinde şekillenmişlerdi. Uluslararası devrimci güçlerin birer uzantısı biçiminde şekillenen Türkiye devrimci hareketi yansımasını Kürdistan`da olduğu gibi buldu. Bunun yadırganacak bir yanı yoktur. Sadece durumu ifade etmek için buna değinme gereksinmesi duydum. Sol / sosyalist hareket  `70`lerin ortalarında toparlanmaya çalışırken, bölünmeler yaşadı; bu durum kendisiyle birlikte çatışmayı da getirdi. Sol / sosyalist hareket bu yıllarda bir tarafta kendi içinde ayrışma ve çatışma yaşarken; bir taraftan da faşist sivil saldırılara karşı kendisini savunmak zorunda bırakıldı. 
Kürdistani sol ve sosyalist hareketler genelde Kürdistan`ın feodal, Şeyh zengin aile çocuklarının önderliğinde şekillenmiş ve bu nedenle sistemle direkt çatışmaktan kaçınan bir kareektlerdi. Hem kendisine Maocu diyenler ve hem de Sovyet çizgisinin etkisinde olanlar, benzer karekter taşıyorlardı. Her iki çizginin etksinde olmadığını söyleyenler de benzer durumda idi. Bir de Enver Hocacılar vardı. Dünya sosyalist sol renklerin hepsi Kürdistan`da vardı. Bu konularda bereketli bir politik iklime sahibiz veya sahibtik. Politik harita böyleyken, kendisine Kürdistan Devrimcileri diyen bir gurup ortaya çıktı ve farklı politik ve pratik dayattı. Bu hareket sosyolojik olarak da mevcut Kürdistani hareketlerden farklıydı. 1965 ve 1970`lı yillarda okulla buluşma şansını yakalamış yoksul aile kökenli aydın / gençliğine dayanıyordu. Daha önce okuma olanağı bulmuş bir avuç insan bu harekete önderlik etmiş olsa bile; bu gençler de Kürd egemen sınıf kategorisine girmiyordu.
Kim ne derse desin, kuşkusuz PKK de geçmiş Kürdistanlı yurtsever hareketlerden şu veya bu şekilde etkilenmiştir. Bu hareketlerin mevcut mirasından yararlanmıştır.  Ancak,  daha çok ; Türkiye Solu ile Vietnam Ulusal Devrimci Demokratik Hareketimden etkilenmiştir. Bu ülkenin devrimci ulusal ve sosyal mücadelesini kendine örnek aldı. PKK, böyle bir etkileşim ve sentezle, bir Kürdistani hareket olarak doğdu. PKK veya öncel gurubu daha radikal ve daha net bir söylemle politik sahnede çıkış yaptı. PKK dışındaki mevcut Kürdistani yapılar programsal düzeyde PKK`den farklı şeyler savunmuyorlardı. PSK program düzeyindeki stratejik hedefi federasyondu. Geri kalanlar bağımsız Kürdistanı dillendiriyordu. Hepsi söylem ve program olarak anti empeyalist, anti sömürgeci ve anti feodaldı. Feodalizm hedef mi engel mi tartışması veya savunması Rızgari` de mevcuttu. Yani teorik ve hedefler bakımında yoktu birbirimizden farkımız (! ) Hatta bu yapıların hepsi silahlı halk savaşını da savunuyordu ve ancak silahlı uzun vadeli bir halk savaşı ile hedefe ulaşılabileceğini savunuyorlardı. PKK`nin mevcut yapılardan ayıran en önemli farkı şu idi; söylemini pratikte uyguluyordu. Sol bir söylemle oportünist değildi. Lafızda söylediklerini pratikte de ifadelendiriyordu. Diğer önemli bir özelliği de, kendi  kadrolarının sistemle olan bağlarını tümden koparmasıydı. Diğer Kürdistani hareketlerinin kadro ve liderleri sistemdeki görevlerini devam ettiriyorlardı ve titizlikle koruyorlardı. Kimisi avukat, kimisi doktor, kimisi öğretmen ve kimisi memur idi.
Bu pozisyon düzenle çatışmamayı gerektirir. Düzenle silahlı çatışma, onların sonu demekti. Bu nedenle, şiddetle sömürgecilerle çatışmaktan kaçınırlardı. Hatta şiddetle yerel işbirlikçi ve faşistlerle de çatışmaktan kaçınırlardı. Bunun doğruluğunu kançtlamak için bir yığın bahane ileri sürerlerdi.  Bu onların zayıf karnı idi. Yani  sistemi politize etmek ve çatışmalı bir ortam; onlar için kabul edilemez birşeydi; çılgınlıktı.  Bu “çılgınlığı” ve  “kötülüğü”  PKK yapıyordu. Bu nedenle, asla PKK`yi sevmediler ve hazmedemediler. Ayrıca, gelenksel egemen önderlik elden gidiyordu. Yoksul aile çocuklarının eline geçiyordu. Artık yoksul aile çocukları da aydınlanıyordu ve bilimle tanışıyordu. Hiçbir sınıf ve kişisel kaygı taşımadan amaçlarına ulaşmak için tüm güçleriyle kendilerini ulusal ve sınıfsal kavgaya verdiler.
Yoksa PKK`yi sevmemeleri ve daha ilk başlarda ajan-provakatör ilan etmeleri Apo ile bir alakası yoktur. Tamamen sınıf ve bireysel kaygı refleksiyle PKK`yi felaket gördüler. Haklı idiler. PKK, onlar için felaketti. PKK ilkelerini yaşama geçirmek ve amacına ulaşmak için uygun gördüğü tüm devrimci yöntemleri kullanıyordu. Peki yanlış yapmadı mı ? Elbette yanlışı da oldu ve hala da olacak. Ama genel anlamda doğru bir pratik sergiledi. Denebilir ki, ya iç infazlar? Bu elbette büyük bir yanlış. Herkes sol ve sosyalist veya yurtsever hareketler içindeki iç çatışmaları kesinlikle mahkum etmelidir. Yine yurtsever ve devrimci/ sosyalist güçler arasında ki çatışmalar da en az iç infazlar kadar tehlikeli ve çirkindir. Devrimci ve demoktik değildir. Ancak, bu olumsuzluğun faturasını sadece  PKK`ye çıkarmakta insafsızlıktır.
Ben de bizim eskilere soruyorum, kim veya hangi örgüt başka örgüt ile çatışmadı ve iç infazlar yapmadı ? KDP ile YNK arasındaki kavga sadece orayla sınırlı kalmadı; Kuzey Kürdistan`a yansıdı. Yine KDP`de iç infazlar; mesela Doktor Şivan v.b.  DDKD`de ayrılanlara yapılara saldırılar ve infaz. Kuzey Kürdistan`da KDP-KUK çatışması... Sovyet yanlıları ile Sovyetlere sosyal emperyalist diyenler arası çatışma ve öldürülmeler... Sonra PKK`nin yeni örgütlendiği alanlarda PKK sempatizanları ve kadrolarına yapılan basksılar ve yer yer linç edilmeler ve öldürülmeler...  Denebilir ki, kimse PKK kadar yapmadı. İnanıyorum ki, PKK gibi süreklilik kazansaydınız benzer bir durumu yaşayacaktınız. PKK`nin bugün sahip olduğu güce; hangi sol ve Kürdistani hareket sahip olsaydı, PKK`nin bugünki yapısından daha demokratik olamazlardı. Çünkü, Kürdistani hareketleri de Türkiye Solu`nu da tanıyorum. Güçlü oldukları yerlerde bizi ne konuşturulardı ve ne de derneklerinden içeri girmemize izin verirlerdi,Bunları söylerken PKK`yi aklamak gibi amacım yoktur. Ya da PKK`nin haklı olduğunu iddia etme gibi bir sorunum da yoktur. Bu iç çatışmaları ve devrimci güçler arası şiddeti doğru bulmadığımı belirtmek istiyorum.
Bu tür durum ve eylemlerin mahküm edilmesi gerek.
Ama diyorum ki, bu ne Apo`dan ve ne de PKK`den kaynaklanıyor. Bu bizim toplumsal yapımızın bir karekteridir. Bu, Feodal-aşiretçi kültürün; infaz, çatışma ve komplolar   gibi geriliklerin; sol/ devrimci güçler içinde kendisini farklı biçimde üretmesidir. Bu geri yanlarımızı bilince çıkarıp mahküm etmeliyiz. Tabi ki, başka bir hastalığımız da var; bizim yapamadığımızı  yapan kişi ve kurumlara çamur atma ve başarılarını kıskançlıkla istememizdir. Başarılı olanı çelmeleme kültüründen de vazgeçmek çok devrimci bir adım olacaktır. Dahası tüm geri ve devrimci/demokratik olmayan yönlerimizle yüzleşip mahküm etmeliyiz. Bu devrimcileşmenin ve yurtsever demokrat olmanın olmazsa olmzıdır.
PKK yaptıkları ile fincancı katırlarını ürktüyse de; ulusal anlamda önemli başarılar kazandı; önemli aşamalar yaptı. Farklı yapı ve örgütleri bir cephede toplayamadıysa da; kitlesel veya ulusal bazda birliği sağladı. Farklı Kürdistanlı sınıf ve katmanları kendi önderliğinde aynı cephede buluşturmayı başardı. Ve bugün tartışmasız tek önder güçtür ve sorunun tek çözüm muhatabıdır. İster kabul edin ister etmeyin durum budur.
PKK`den daha önce tarih sahnesine çıkan ve önderliğe soyunanlar; neden başarılı olamadılar ve önderleri ulusal önder konumuna gelmedi?  Bence bugün Apo`yu eleştirenler ve ona diktatör diyenler empati yapıp düşünmelilrdir. Ullsual bağımsızlığa soynumanın bir bedeli vardır. Buna katlanmazsanız ve gereğini yapmazsanız halk sizi kabul etmez. Teorik olarak dünyanın tüm doğrularını savunsanız bile. Bir ortam ve olanak yaratılmış; bunu yaratanlara rağmen kullanmaya kalkarsanız başarılı olamazsınız.
Hani derler ya, iğneyi kendine çuvaldızı başkasına batır. Şimdi İbrahim Güçlü demiş ki; “PKK faşist bir harekettir Apo`da diktatör”. Oldu mu şimdi? Yakışıyor mu ? Yurtseverlik adına, demokratlık adına söyliyorsun veya düşünce özgürlüğü adına ! Bu söylenir mi? Bunu söylemek kimin işine yarayacak? Bu söylem ne kadar devrimci bir söylemdir? Bu çıkış kime mesajdır?  Yoksa önün mü tıkanıyor? Bu söylemin arkasında başka birşey aranmazsa bile, tamamen kişisel kaygı ve endişe kokmuyor mu ?  Bu çıkışta, hiçbir devrimci ve yurtsever kaygı bulamıyorum malesef. Hele ulusal demokratik bir harekete faşist demek ! Faşizmin tahliline yeni bir katkı mi acaba (!) Ezilin sömge bir halka önderlik eden bir partiye faşist demek akıl kàri değildir.
Belki benim adımı anımsamıyorsun  İbrahim abi, ama ben seni anımsıyorum. Rızgarı`de de liderlerden biriydin. Sonra ayrıldın  ve Ala Rızgi`yi kurdun. PKK Ergani`de henüz yerleşmeye çalışıyordu. Kendi kadro ve sempatizanlarına bunlar; ajan-pravakatördür, bunların bulunduğu yerlerde durmayın, onlarla konuşmayın, geldikleri ortamdan ayrılın diyerek gelen militanları tecrit ediyordunuz. Ve senin kadroların bana gelerek; “buaradan gitmezsen kim vurduya gidersin” dediler. Ben de gülerek, “canınız sağolsun; herhalde  biri sizden bunun hesabını sorar”, dedim. Beni öldürmediler ama beni öldütrmek için veya kaçırtmak için elinden geleni yaptçlar. İGD`liler ise;  açıktan açığa tehdit ettiler. Evimi kurşunladılar; polise ihbar ettiler. Bu da yetmedi, haberleri dinlemek için gittiğim kahveden çıkarken bizi taradılar. Duran Kalkan bacağında yaralandı. Duran`in ayağı bu yaralamadan sonra hafif aksıyor. Çünkü bacağından birkaç milimetrelik kısalma oluştu. Duran şiddet istemiyord, bizi eleştiriyordu; hemen silah kullanmayın, kimseyi dövmeyin diyordu. Duran`ın eleştiri ve isteği üzerin; o akşam, Duran ile birlikte silahsız gittim kahveye ve tarandık. Ölmemiş olmamız bir tesadüftü. İşte biz kelleyi koltuğa alarak mücadele ettik. Ve Ergani`de sonunda bir yapı oluşturmayı başardık.
Ama ben kimseye kırgın ve kızgın değilim. Bunları o günün sol çocuk hastalığına ve çocukluğuna yoruyorum. Birbirimizi incittik, yaraladık. Bunun kime hizmet ettiğini hepimiz biliyoruz. Politikada başarısız olmanın faturasını şuna bunba yüklemek; şunu faşsit bunu diktatör ilan etmenin bir anlamı ve ethki yoktur. Varsa proje ve düşünceler onları konuşturun. Eleştiriler yapıcı olmalıdır. Yurtseverliğe ve devrimciliğe / sosyalistliğe bu yakışır. İbrahim abimize de bu yakışır. Bunalıp sağa sola saldırmak değil.
Neyse, makale çok uzadı. Bu haliyle umarım yayınlanır. Özcesi, PKK ve Apo`ya saldırmak ve sansansiyonal laflar etmek düşmana yarar. Bir onlar alkış tutar. Demokratik mücadelenin önünü tıkayan PKK ve Apo değildir: AKP`dir; derin devletti. Yani Türkiye egemenleridir veya devletidir. Başka bir anlatımla sömürgeciliktir.

Saygılar

Erdoğan'ın Otokrasi Özlemi


Tunus’ta Cumhurbaşkanı Ben Ali’yi ülkesinden kaçmak zorunda bırakan ayaklanmanın en büyük yankısı Mısır’da yükseldi. Başta başkent Kahire olmak üzere, ülke genelinde sokaklara hakim olan protestolar Mısır’da bir iktidar değişiminden çok ciddi bir rejim değişikliğini çağrıştırıyor. Bu kez koltuğunu koruması zor görünen Hüsnü Mübarek sonrası Mısır’da iktidar değişiminden çok köklü bir rejim değişikliğinin sinyalleri geliyor.

Otuz yıldır iktidarda olan Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek parlamento ve hükümetin üzerindeki yetkileri ile Kuzey Afrika’nın en güçlü otokrasilerinden birini temsil ediyordu. Halk adına doğruların ve yanlışların yönetici elit, dahası mutlak iktidar tarafından belirlendiği otokrasilerin dünya genelinde yükselen özgürlük arayışları karşısında dayanma sınırıdır Hüsnü Mübarek’in siyasal geçmişi.

Tunus ve Mısır’daki gelişmelerin fonunda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın tartışmaya açtığı iki partili sistem ve başkanlık modeli önümüzdeki dönemin en ciddi tartışma alanları olacak. Türkiye’nin ciddi yapısal değişimlerin arifesinde olduğu muhakkak. Kürt muhalefetinin bir süredir tartışmaya açtığı Demokratik Özerklik bu değişim sürecinin en önemli momentlerinden biri. Avrupa Birliği’nin Yerinden Yönetim ilkesini de karşılayan bu öneri, Anayasa değişikliği arifesinde olan Türkiye’nin temel sorunlarının çözümüne de alternatif olabilecek nitelikte.

Kürt muhalefetinin çözüm önerilerine kulak tıkayarak, sorunun çözümsüzlüğü üzerinden milliyetçi faşist tabana sulanan Erdoğan’ın kısa ve uzun vadeli siyasal hesaplarını Türkiye’nin “halk oyu ile seçilen ilk devlet başkanı” olmak üzerine kurguladığı aşikar. Bu uğurda her yolu mübah gören Erdoğan’ın, askerle uzlaşmak için her türlü “özveriye” hazır olduğu da ortada. Ülke yönetimindeki etkisini Kürt savaşı sayesinde etkin halde tutan orduyla sorunun çözümsüzlüğü konusunda anlaşan Erdoğan, bir yandan da Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye planlarını sürdürüyor.

Memleket için kafasındaki modelin iki partili sistem olduğunu söyleyen Erdoğan, son referandumda da ortaya çıktığı gibi Kürdistan’da iki dönemdir, iki partili bir sürecin yaşandığını unutmuş gibi. Sistemin tüm desteğini arkasına alan Erdoğan’ın AKP’si ile bugün BDP’nin temsil ettiği siyasal geleneğin dışında Kürt illerinde hangi partinin esamesi okunuyor. Birçok ilçede AKP’nin de tabela partisine dönüştüğü Kürt illerinde, yerel yönetimlerde de yine Kürtler iktidarda. Bu illerin birçoğunun belediye meclislerinde AKP bir-iki koltukla temsil ediliyor ancak. Yani azınlıkta.

Bugün neredeyse hemen her Kürt şehrinde ayrı ayrı açılan KCK davaları AKP’nin kaybettiği siyasal zemini geri almak için yapılan hesabın bir gereğidir. Uzunca bir süredir artık bir süreklilik kazanan KCK operasyonları ile legal Kürt siyasal kadroları seçim arifesinde devre dışı bırakılmak istenmektedir.

Başkanlık yolunda 2011 seçimlerini kendi açısından bir avantaja dönüştürme hesabı yapan Erdoğan’ın hedefi, Meclis’te anayasa değişikliği için gerekli 367 milletvekili barajının üzerine çıkmaktır. Kendisinden önce partisini bırakıp Çankaya’ya çıktıktan sonra partileri üzerindeki denetimi kaybeden Turgut Özal ve Süleyman Demirel’in durumuna düşmek istemeyen Erdoğan başkanlık sitemi ile AKP üzerindeki denetimini de mutlaklaştırmayı hesaplıyor.

AKP’nin, Çankaya sonrası Özal’ın denetiminden çıkan ANAP ile Demirel’in denetiminden çıkan DYP’nin akıbetine uğramasını istemeyen Erdoğan’ın bu konuda Çankaya sonrası AKP’nin başına geçebileceği söylenen Abdullah Gül başta olmak üzere mevcut potansiyel isimlere de güvenmediği biliniyor.

Haziran seçimleri sonrası yeni anayasa ile başkanlık sisteminin yolunu açmayı amaçlayan Erdoğan, yeni anayasa ile daha çok özgürlük yerine kendi otokrasisini sağlayacak düzenlemelere hazırlanıyor. AB gerekleri arasında olmasına karşın yerinden yönetim konusunda en ufak bir adım atmayan Erdoğan’ın anayasa taslağında da bölgesel yönetimlere yer vermeyeceği kesin.

Ademi merkeziyetçi bir yeniden yapılanma olmadan oluşacak başkanlık siteminin İsmet İnönü, “milli şefliğinin” 21. yüzyıl uyarlaması olacağı muhakkak. Son örneklerinden Hüsnü Mübarek’in iç ve dış dinamiklerin desteğinden yoksun başkanlık sarayına sığındığı şu günlerde Erdoğan’ın hesabının ne kadar tutacağı da bir başka tartışma başlığı.

Erdoğan, hangi hesabı yaparsa yapsın Kürdistan’dan olur alamayacağı kesin. Son referandum sonuçlarına bakıldığında da bunu görmek mümkün. Öte yandan, kendisinden önceki iktidarların hayati yanlışlarından doğru dersler çıkaramayan Erdoğan’ın, Kürt Özgürlük Hareketi’nin ilan etmiş olduğu ateşkese olumlu bir yanıt vermemesi siyasal obez AKP’nin anoraksi döneminin başlangıcı olacak gibi görünüyor. Kürt sorununun siyasal çözümsüzlüğü üzerine bir siyaset inşa etmeye çalışanların geçmişte nasıl o enkazın altında kaldıkları unutulmamalı.

Erdoğan’ın bugün Kürt sorunu karşısındaki durumu, Posta Gazetesi yazarı Tolga Candaş Işık’ın durumu ile aynıdır. Meseleyi anlamak yerine, istihbarat birimlerinin ya da Kürt kökenli kılavuzlarının yol göstericiliğinde, amanın dokunarak fili tarife çalıştığı gibidir halleri. Cehaletin utancını yaşayamayacak kadar aymaz Tolga Candaş Işık, Erdoğan gibi Kürdü eski Kürt zannedip kılavuzlarının aktardıkları üzerinden yaptığı “analizin” altında kaldı. Bugün Başbakan Erdoğan da kağnısının peşine taktığı bazı Kürt kökenlilerin siyasal dürbününden bakmakta Kürdistan’a.

canerdem2126@gmail.com

Ortadoğu'da Iktidar Mücadeleleri

Ortadoğu’da değişik Arap ülkeleri kitle gösterileriyle sarsılırken, bunlarla ilgili yapılan yorumlar bir uçtan öteki uca kadar yayılan çeşitlilik gösteriyor.

Hemen her Arap ülkesinde irili ufaklı gösteriler yapılırken, Mısır özellikle ön plana çıkıyor.

Normal, Mısır Ortadoğu’nun en önemli Arap ülkesidir ve Mısır yönetiminde değişim bütün bölgeyi etkileyecektir.

Arap ülkeleriyle İsrail arasındaki çatışmasızlık, en başta Mısır ile İsrail’in anlaşmasıyla mümkündü. Yıllardan beri süren bu anlaşmanın bozulması İsrail ve ABD açısından hiç ama hiç istenmeyecek bir gelişmedir.

Mısır’da kitle hareketi zorla bastırılamayacak kadar büyük boyuttadır. Hareketin radikalleşmesinin önlenmesi ancak Mübarek ve yandaşlarının iktidardan uzaklaşmalarıyla mümkündür.

Ne ki, mesele bu kadar basit değil…

İçinde barındırdığı bütün eğilimlerle halk, Mübarek’e karşı…

Demokrasi ve özgürlük istiyor…

Bunun ifade edileceği yeni bir anayasa istiyor.

Mübarek çekilirse, yerini bir güçler koalisyonu alacak…

Bu koalisyon içinde Müslüman Kardeşler’in önemli ağırlığı bulunuyor.

ABD ve İsrail’in Mısır’da en çekindiği örgüt de budur.

82 yıllık geçmişi olan, sürekli baskı altında tutulan, İslam alemince bilinen teorisyeni Seyyid Kutub ve çok sayıda üyesi idam edilen, 2004 yılındaki seçimlerde oyların yüzde 20’sini alan ama yönetime katılması engellenen bir örgüt söz konusudur.

Müslüman Kardeşler yıllardan beri hastaneler, okullar ve değişik sosyal kuruluşlarla halk içinde örgütlenmektedir ve büyük etkisini de bu örgütlenmesine borçludur.

Böylesine büyük bir muhalefet karşısında Mübarek iktidarda kalamaz.

Müslüman Kardeşler’in yeni iktidarın ortağı olacağı gayet açık, bunu engellemek mümkün görünmüyor.

Bu durumda ABD’nin çabası bu örgütün yeni iktidardaki gücünü dengeleyebilecek düzenlemelere yönelmektedir.

Burada duralım ve konuyla ilgili olarak bizdeki değerlendirmelere şöyle bir göz atalım…

DEVRİM Mİ OLUYOR?

Bizde teorik tartışmanın haddi hesabı yoktur. Dışarıdan bakan birisi, bu kadar tartışmanın olduğu yerde yüksek teorik düzeyden söz edilebileceğini düşünür.

Gerçek ise tersidir.

Bizdeki tartışmaların, saptamaların ne kadar boş oldukları Arap dünyasındaki gelişmelerin değerlendirilmesiyle yeniden ortaya çıktı.

Herkes her konuyu bilemez. Arap dünyasıyla ilgili olarak hepimizin bilgisinde önemli eksikler bulunduğu da açık olmakla birlikte, yine de bu denli boş değerlendirmeler yapılması hayret vericidir.

Bunlardan bir tanesi, Tunus ve özellikle de Mısır’da devrim yönünde gelişme yaşandığı yönündedir.

Bilgisizliğin önemli göstergelerinden bir tanesi, genel konuşmaktır.

Burada da bunun bir örneğini görüyoruz.

Devrim oluyorsa, nasıl bir devrim oluyor?

Hiçbir belirleme yapmadan “devrim oluyor” demek anlamsızdır.

Önce devrim, somut söylenirse, politik devrim ne demektir, bunun tanımlanması gerekiyor.

Politik devrimin başta gelen göstergesi, iktidarın sınıfsal yapısının değişmesidir.

Sömürücü bir sınıfın yerini benzeri başka bir sınıf aldığında bile buna devrim adı verilir.

Örneğin Rusya’da 1917 Şubat devriminde, Çarlık devrilmiş, yerine burjuvazi gelmiştir.

İktidarın sınıf yapısı değiştiği için bu bir devrimdir.

Aynı bakış açısını Mısır’a uygularsak, hangi sınıfın iktidarı gitmekte, hangisinin iktidarı gelmektedir?

Bu konuda açık belirleme yapmadan devrimden söz etmek anlamsızdır.

Şimdiye kadar olan gelişmeler ve öne sürülen talepler, kapitalizmin bir çeşidinden, daha özgürlükçü ve daha kurallı başka bir çeşidine geçişin hedeflendiğini gösteriyor.

Demokratik bir anayasa ve serbest seçimlerin yapılması, isteniyor.

Yolsuzluklarla ve işsizlikle etkin mücadele edilmesi ise öteki talepler arasındadır.

Bu talepler gerçekleşirse, buradan önemli bir değişim çıkar, ama buna devrim adını vermek doğru olmaz.

En fazla, 1968’de Batı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, iktidarın sınıfsal yapısının aynı kaldığı ama toplumsal yaşamın demokratikleştiği bir gelişmeden söz edilebilir.

Bu da önemli bir gelişmedir.

Arap ülkelerinde, Türkiye’deki demokrasinin neredeyse Batı demokrasisi gibi görüldüğü dikkate alırınsa, bu ülkelerdeki despotluğun hangi derecede olduğu da daha kolay tahmin edilebilir.

İSLAMCILAR NEREDE?

Mısır’daki kitle muhalefetiyle ilgili en tutarsız değerlendirme, Müslüman Kardeşler’in rolünün küçümsenmesidir.

Eski ve gelişmiş bir örgütlenmeye sahip olan bir gücün bu kadar büyük bir kitle hareketi içinde geri planda olması düşünülemez.

Bizde değerlendirmeler fotoğraflara bakılarak yapıldığı için böyle düşünülüyor olabilir, ama gerçek bu değildir.

ABD ve İsrail’in özellikle çekindikleri örgüt olan Müslüman Kardeşler ön plana çıkmamaya özen gösteriyorlar.

Ön plana çıkmaları, düşmanı tahrik etmeleri ve hatta Mübarek’in ömrünün uzatılması anlamına gelir.

Her büyük kitle hareketi ittifaklar üzerinde yükselir.

Yeni iktidar bu ittifaklardan oluşur ve ardından da iktidarı oluşturan güçler arasında hesaplaşma başlar.

Hangi örgüt kitle ve kadro yönünden ağır basıyorsa, mücadeleyi onun kazanması da daha büyük bir ihtimaldir.

Şimdiye kadar bütün önemli sosyal değişimlerde tekrarlanmış olan bu gelişmenin Mısır’da da kaçınılmaz olarak olacağını düşünmeyip, görünüşe bakarak Müslüman Kardeşler’i olduğundan güçsüzmüş gibi düşünmek gerçekten hayret vericidir.

Muhtemel gelişmelerle ilgili gerçeğe en yakın tespiti İran yaptı: Ortadoğu’nun rengi yeşile boyanacak…

İslamcı örgütler yıllardan beri ordu destekli, Batı yanlısı, sözüm ona laik yönetimlere karşı mücadele ediyorlar.

Bu yönetimler halkın önemli hiçbir talebine cevap veremedi ve başarısız oldular.

Onların yerini İslamcı örgütlerin şu veya bu oranda güçlü olarak temsil edildikleri başka koalisyonlar alacaktır.

Sadece Mısır için belirleme yapılacak olursa; Mübarek’in iktidarına son verilmesi, uzun ve sert mücadelelerle dolu yeni bir sürecin başlangıcı olacaktır.

ABD, Müslüman Kardeşler’i denetim altında tutabilmek için değişik iktidar ortaklarını destekleyecek, kendince önlemler alacaktır.

Kara Kuvvetleri Komutanının ABD’ye gitmesi manidardır. Ordunun, ABD tarafından, Müslüman Kardeşler’e karşı ne oranda denge unsuru olarak kullanıldığını görmek için sanırım fazla beklemeyeceğiz.

Bunların neler olabileceğini göreceğiz…

Her durumda Ortadoğu ülkelerinde tipik İslamcı iktidarların değil, ama eskisinden daha koyu bir yeşilin egemen olacağı söylenebilir.

Bu da bölgenin “tek Batı demokrasisi” olan Türkiye’nin ve özellikle de AKP’nin işine yarayacaktır…

AKP, ılımlı İslam modelini, Ortadoğu ülkelerine yapılan ihracatın önemli kalemlerinden birisi durumuna getirmeye yönelmesi kuvvetle muhtemeldir.

Yükselen bölgesel etkinlik doğal olarak iç politikada da fazlasıyla kullanılacaktır.

Mısır’da olup bitenler Kürtlerden başlayarak herkesi yakından ilgilendiren gelişmelerdir.

2011 Tunus’tan Afganistan’a kadar iktidar mücadeleleriyle dolu bir yıl olacak…

Engin Erkiner