11 Mayıs 2011 Çarşamba

50 Günde 2 bin 506 Gözaltı


Türk hükümetinin Newroz’dan sonra başlayan ve 18 Nisan’daki YSK kararı ile boyutlanan polisiye operasyonlarında siyasi gerekçelerle 2506 dolayında kişi gözaltına alındı, yüzlercesi tutuklandı. Sadece son beş gün içinde 155 kişi gözaltına alındı, 53 kişi tutuklandı.

Newroz’da 3 milyon kişinin alanlara çıkarak tarihin en görkemli Newroz’larından birini kutlaması ardından 24 Mart’ta yeni bir operasyon dalgası başladı. AKP polislerinin yürüttüğü operasyonlar, Kürtlerin sokak baskısı sonucu Yüksek Seçim Kurulu’na 18 Nisan’da aldığı veto kararını geri çektirmesi ile birlikte yeni bir boyut kazandı. 12 Haziran seçimleri yaklaşırken, hemen her gece ve sabahın erken saatlerinde evlere baskınlar yapılıyor.

24 MART-29 NİSAN ARASINDA 2 BİN GÖZALTI

ANF ve DİHA’ya yansıyan gözaltı ve tutuklama haberlerinden elde edilen bilançoya göre 24 Mart-29 Nisan tarihleri arasındaki bir buçuk aylık süreçte 2 bini aşkın kişi gözaltına alındı. Bu operasyon dalgasının son günü olan 29 Nisan’da yedi kentte en az 66 kişi gözaltına alınmıştı.

İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) yayınladığı bir bilançoya göre YSK vetosundan sonra 19-29 Nisan tarihleri arasında 198’i çocuk 831 kişi gözaltına alındı. Bu süre içinde 2 eylemci polis tarafından öldürülürken, 308 kişi de gösteriler sırasında yaralandı.

SON 11 GÜNDE 500 DOLAYINDA GÖZALTI

29 Nisan-5 Mayıs arasında Çanakkale dahil ülkenin hemen dört bir yanında Kürtlere yönelik düzenlenen operasyonlarda en az 177 kişi gözaltına alındı.

Kürt avına çıkan polis 6 Mayıs Cuma günü Kürt illeri ile Hatay-Dörtyol, Bodrum ve Adana’da 163 kişiyi gözaltına aldı, 19 kişi de tutuklandı. 7 Mayıs’ın bilançosu 24 tutuklama ve 11 yeni gözaltı olarak ANF kayıtlarına geçti.

Kürtlere ve muhalif sola yönelik 7-11 Mayıs arasındaki beş gün içerisinde ise 155 gözaltı, 53 tutuklama gerçekleşti. 10 Mayıs’ta aralarında Grup Yorum’un üç üyesi olmak üzere 34 kişi gözaltına alınmıştı. 9 Mayıs’ta tutuklanan 7 öğrenciden biri ise DİHA muhabiriydi. 7-11 Mayıs tarihlerinde Hakkari, Mardin, Şırnak, Diyarbakır, Siirt, Van, Urfa, Söke, Erzurum ve Malatya’da gözaltı operasyonları düzenlendi.

Bu durumda Mayıs ayı başından bu yana 500 dolayında kişi gözaltına alınmış oluyor. Gözaltına alınanlar arasında çocuklar, yaşlılar, kadınlar, hastalar, öğrenciler, gazeteciler, siyasetçiler ve BDP yöneticileri bulunuyor.

TOPLAM 2506 GÖZALTI


Bu bilançoya göre 24 Mart-11 Mayıs tarihleri arasında en az 2506 kişi gözaltına alındı, 400’ü aşkın kişi de tutuklandı. Her güne ortalama 50 gözaltı düşüyor. Gerçek rakamların daha yüksek olduğu tahmin ediliyor. Zira bu gözaltı ve tutuklama bilançosu sadece ANF ve DİHA’ya yansıyan haberlerden oluşuyor.

İHD’nin 2009 raporuna göre Türkiye genelinde 7718 kişi gözaltına alındı, 1923 kişi tutuklandı. 2010 raporunda ise sadece Kürt bölgesinde 3 bin 706 kişinin gözaltına alındığı belirtiliyor. 2011’in hak ihlalleri tablosu şimdiden daha kötü bir görüntü oluşturuyor.

Zaman Gazetesinden 32 Ton Yalan!


Her gün Kürt ve PKK karşıtı haber yapan Zaman gazetesi çareyi Emniyet’e rapor yazdırmakta buldu. Emniyet raporlarına dayandırarak bugün yayınladığı “PKK'nın 27 yılda 32 ton uyuşturucusu yakalandı” başlıklı haberle Zaman yine bir yalana imza attı

PKK’nin uyuşturucu kaçaklığının her aşamasında yer aldığı iddiasını ise uluslararası hiçbir kuruluş ve rapor şimdiye kadar doğrulamadı. Üstelik Türk mahkemelerinde uyuşturucudan mahkum olmuş bir PKK’li yok. Üstelik gazete uyuşturucu ticaretinin kontrolünü elinde tutan ülkücü mafyayı da aklaması dikkat çekti.

“PKK, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da kenevir ekiminde başrol oynuyor. Uyuşturucu kaçakçılarından komisyon alıyor. Kısacası örgüt uyuşturucu kaçakçılığı ve ticaretinin her aşamasında yer aldığı gibi Avrupa'daki uyuşturucu dağıtımı konusunda etkin durumda”

Hikaye aynı. Neredeyse hemen hemen her ay böyle benzer bir ‘haberi’ Türk medyasında okumak mümkün. Fakat bu kez Zaman gazetesinin “yaratıcılığı” ve PKK konusundaki asparagas haberciliğindeki tecrübesi artmış görünüyor.

Zaman’da yer alan “PKK'nın 27 yılda 32 ton uyuşturucusu yakalandı” başlıklı haber, son dönemlerde gazetenin en iyi kurguladığı haber! Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı’nın raporunu yayınlayan Zaman “Örgütün eylemlerine başladığı 1984 yılından 2010 yılı sonuna kadar yapılan uyuşturucu ve terör bağlantılı 363 operasyonda toplam 839 militan yakalandı” diyor. Emniyetin raporunda ‘bağlantılı’ ifadesini dikkate almadan gazeten direkt PKK diyor.

HÜCRE EVİNDE UYUŞTURUCU NASIL SAKLANIR?

Zaman devamla “Operasyonların 54'ünde örgütün hücre evi ve sığınaklarında çok sayıda uyuşturucu madde ele geçtiğini” yazıyor. Genelde hücre evlerinde dergi, gazete, örgütsel doküman bulunur. Ama nedense bu ‘militanların’ hücrelerinde tek bir örgütsel doküman yok.

Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı tarafından yazıldığı öne sürülen raporu yayınlayan tek medya kuruluşu Zaman gazetesi olunca, internetteki arama motorlarında “uyuşturucu”, “PKK” ve “Türkiye” kelimelerini yazarak yabancı kaynaklardan kısa bir araştırma yapma gereği duyduk. Karşımıza çıkan bilgiler ise şöyle sıraladık:

UYUŞTURUCU KRALLARI SİLAH TACİRİ OLDU

1984 yılında başlayan PKK ile savaşta uyuşturucu kralları silah taciri de oldular. 90'lı yıllarda ise devletin güvenlik güçleriyle ittifak kurdular. Yargılamaları yılan hikayesine dönüşen Yüksekova çetesi bunlardan sadece biriydi. Çünkü Çiller’in elinde bulunan “1000 operasyon” listesinde Kürt işadamları da vardı.

1990'lı yılların ortasıyla birlikte Kürt mafyası tasfiye edildi. Uyuşturucu işi Ülkücü ve Karadenizlilerin eline geçti. Artık Avrupa’daki haber bültenlerinde şırınganın yanında Türk bayrağı da yer alıyordu. Türk mafyası dünya eroin piyasasını ve esrar trafiğinin önemli bir kısmını hala elinde bulunduruyor. (Susurluk raporlarından)

ULUSLARASI RAPORLARDA PKK YOK

Uluslararası narkotikle mücadele birimleri, yıllık 80 milyar dolar olarak tahmin ettikleri eroin pastasının çok önemli bir bölümünün Türkiye üzerinden döndüğüne dikkat çekiyor. Örneğin ABD Dışişleri Bakanlığı Uyuşturucu Raporlarında 11 ülkedeki eroinin temini, üretimi ve dağıtımını Türklerin kontrol ettiğini açıkladı.

Raporun Türkiye ve Türkmenistan dışındaki bölümlerinde 52 yerde Türkiye bağlantısı ya da Türk uyuşturucu kaçakçılarından bahsedildi. ABD'nin yayınladığı raporların hiçbirinde PKK'nin uyuşturucu trafiği içinde yer aldığına dair tek bir suçlama yok.

Yine Alman Federal Suç Dairesi'nin raporlarında PKK'nin uyuşturucu işi yaptığı yazılmazken şema ve haritalarla ülkücü Türk mafyasının uyuşturucu trafiğinde nasıl yer aldığı ayrıntılı şekilde anlatılıyor. Interpol ise Türk mafyasından şu şekilde söz ediyor: ‘‘Avrupa'daki eroin trafiği Türk suç şebekelerinin elinde. Onları az bir farkla Arnavut kökenliler izliyor.’’

Uyuşturucu ticareti yapan bir siyasi tutuklu, mahkumiyet veya süren bir dava yok. Peki Zaman gazetesinin 27 yıl içinde yakalattığı 839 militana ne oldu? Bunların ismi, davası, iddianamesi yok mu? Örneğin bunlardan Kandil’den geleni var mı? Ha, bütün Kürtleri PKK’li sayıyorsa o zaman ayrı. O zaman birileri de uyuşturucu işini yapan Türkü AKP'li mi saysın?

Zaman’ın Aralık 2010’da yaptığı “İstanbul'da uyuşturucu madde operasyonunda aralarında bir Jandarma Astsubay ile bir Uzman Çavuş'un bulunduğu 5 kişi 175 kilo eroinle yakalandı” haberindeki 5 kişiyi de mi PKK militanı olarak sayıyor.

Kısacası cezaevinde yaklaşık 8 -9 bin PKK, BDP’li var. Bunlardan bir tane uyuşturucu suçundan yargılanan var mı?

Tek tek ülkelere bakıp Türk mafyasının uyuşturucu işini nasıl örgütlendiğini görelim.

BELÇİKA Belçika'da dolaşan eroin trafiğinin önemli bir kısmı Afyonlu Türk grupların elinde. Bu eroin her ne kadar Belkiça'dan direkt İngiltere pazarına gönderilse de Fransız ve Belçikalı tüketicilere de ulaşıyor. Türk eroin kaçakçıları Belçika pazarına hakimiyetlerini burada yaşayan bazı Türklerin lojistik yardımıyla elinde tutuyor. 2002 yılından bu yana Belçika'da iki önemli dağıtım merkezi ortaya çıktı: Ghent ve Antwerp.

ALMANYA Hollanda üzerinden Almanya'ya gelen uyuşturucuda Almanlar kadar her iki ülkede de yerleşmiş Türklerin payı var..

YUNANİSTAN Yunanistan, Türkiye üzerinden Batı Avrupa'ya giden Ortadoğu kökenli haşhaş ile Güneybatı Asya kökenli esrar ve eroinin önemli bir geçiş noktası. Bu uyuşturucu Yunanistan'a Türkiye sınırından otobüs ve otomobiller yoluyla giriyor. Buradan denizyoluyla İtalya'ya ulaştırılıyor. Türkiye'de işlenen eroinin bir kısmı kokainle değiştirilmek üzere Yunanistan üzerinden Latin Amerika'ya gidiyor. Nijerya mafyası da Amerika'ya ulaştıracağı uyuşturucuyu Türkiye üzerinden Ege adaları yoluyla kaçırıyor.

SLOVENYA Macaristan, Hırvatistan, İtalya, Avusturya ile olan sınırı ve Adriyatik'teki kısa sahili Slovenya'yı Arnavut, İtalyan ve Türk suç örgütlerinin hedefi haline getiriyor. Ülkenin ana taşımacılık limanı olan ve Kuzey Adriyatik'te yer alan Koper, özellikle Kuzey Afrika esrarı ve Güney Amerika kokaini için önemli bir sıçrama noktası oluşturuyor.

TÜRKMENİSTAN Türkmenistan Afganistan'la 1180, İran'la 800 kilometre sınırı nedeniyle Türk, Rus ve Avrupa pazarlarına ulaşacak uyuşturucu için hayati bir geçiş noktası. Afganistan’daki uyuşturucu işinin bir kısmı AKP hükümetinin stratejik ittifakı General Dostum üzeri gerçekleştiriliyor

SURİYE Suriye, Pakistan ve Afganistan'dan gelen afyonun Türkiye'ye giriş noktalarından biri. Türkiye ise Suriye üzerinden Suudi Arabistan'a giden captagon haplarının çıkış noktası.

RUSYA Rusya, Afganistan üzerinden gelen ve yarısından fazlası Batı Avrupa'ya giden uyuşturucu için önemli bir transit ülke. Novorossisk Limanı, Türk eroininin Rusya'ya giriş yaptığı en önemli liman. Günlük deniz trafiği, yolcular, otomobiller ve feribotlar Rusya'ya sokulan eroin için en sık kullanılan yöntemler.

ARNAVUTLUK Arnavutluk, Türkiye'den başlayıp Bulgaristan, Makedonya üzerinden Batı Avrupa'ya ulaşan eroin hattının diğer ucunda yer alıyor. Buradaki uyuşturucu işi MHP’liler organize ediyor.

ERMENİSTAN Asya ve Avrupa arasında bir Kafkas köprüsü olan Ermenistan uluslararası uyuşturucu trafiğinin önemli bir geçiş noktası olma potansiyeline sahip. Ülkenin Karabağ sorunu dolayısıyla Türk ve Azeri sınırlarının kapalı olmasına karşın Türkiye'den gelen afyon ve eroin ülkeye Gürcistan üzerinden giriyor.

1151 Sayılı Kanun Özerkliği Içeriyor!


Kürt sorununun çözümü için PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın dile getirmesiyle birlikte, Türkiye’de çok yönlü tartışmalara neden olan ve BDP'nin seçim beyannamesinde de yer alan Demokratik Özerklik, aslında 1927'de TBMM’de onaylanan ve yürürlüğe giren 1151 sayılı Bozcaada ve İmroz (Gökçeada) Kazalarının Mahalli İdareleri Hakkında Kanun’da yer alıyor. Avukat Erhan Pekçe, Kürt siyasetçilerinin Meclis’e önerge sunarak, devlete 1151 sayılı kanunu hatırlatması gerektiğini söyledi.

Gökçeada’da yaşayan Rumların tabi oldukları kanunsuz uygulamalara ve devletin eritme politikasına karşı yıllardır hukuk mücadelesi veren Avukat Erhan Pekçe, ANF’ye açıklamada bulundu. Lozan Antlaşması’ndaki en önemli pazarlıklardan birinin azınlıkların statüsü olduğunu belirten Pekçe, özellikle Gökçeada ve Bozcaada’nın özerklik statüsünün tanınması karşılığında Türkiye’ye bırakılmasının kabul edildiğinin altını çizdi. Bu maddenin Lozan hükümlerinin en önemli hususlarından biri olduğunu ifade eden Pekçe, 1151’in 2. maddesinde “Bu nahiyelerde intizamın temini için istihdam edilecek memur yerli ahaliden tayin olunur” dendiğini belirtiyor.

“KANUN ÖZERKLİĞİ KARŞILIYOR”

Avukat Pekçe, kanunda ayrıca anadilde eğitim hakkının tanındığını ve kolluk kuvvetlerinin söz konusu adalarda yaşayan nüfus içinden seçileceğinin açıkça ifade edildiğini belirterek, bu kanun, bugün dile getirilen demokratik özerkliği neredeyse bire bir karşıladığını söylüyor. Kanunun, anadilde eğitim, güvenliğin sağlanması ve mali özerklik gibi konuları kapsadığını belirten Pekçe şöyle dedi:

“Bu insanların güvenlikleri T.C. devleti tarafından değil, kendileri tarafından karşılanacaktı. İlçedeki jandarma ve polis teşkilatı kendileri tarafından oluşturulacaktı. Bu insanlar anadillerinde öğretim ve öğretim göreceklerdi. Bu insanlar kendi kendilerini idare edeceklerdi. Bu adalarda özel bir yapı kurulacak ve bu özel yapı içersinde bir meclis bulunacak, bu meclis adanın geliri ve giderini idare edecek, gerekirse merkezi otoriteden mali yardım alacaktı. Jandarmalar olsun, polisler olsun ada ahalisinden seçilecekti. 1951’de yapılan değişiklikle 1151 sayılı kanunun ‘her iki adada maarif umur ve muamelatını’ düzenleyen 14. maddesi iptal edilince, eğitim meselesi Lozan Anlaşması’nın 39. maddesine göre düzenlendi. Böylece anadilde eğitim hakkı eksiksiz bir şekilde tanınmış oldu.”

‘1151 SAYILI KANUN HALA YÜRÜRLÜKTE’

1151 sayılı kanunun hala yürürlükte olmasına rağmen bir hayalet kanun halinde tutulduğunu ifade eden Pekçe, “Bu kanuna uymak devlet açısından bir görevdir ve hala bu görevi yerine getirmiyor. Ha bire yan çiziyor. Türkiye’de devlet ırkçı ve tekçi milliyetçi yapısı nedeniyle 10 bin Ruma bile tahammül edemedi. Bu aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik özerklikle imtihanıydı ve bu imtihandan geçemedi” dedi.

Devletin, 1151 sayılı kanunu bu şekilde kadük bırakarak ve bu nedenle mağdur ettiği insanları tıpkı daha sonra Kürdistan’da yaptığı gibi yerinden yurdundan edip göç ettirerek, bu hükümlerin uygulanmaması için elinden gelen her şeyi yaptığını dile getiren Pekçe, “Devlet, bu imtihana cevabını eritme politikalarıyla verdi. O koskoca, 10 bin nüfuslu adada geriye kala kala 200 kişi kaldı” diye konuştu.

Zamanında Gökçeada’nın boşaltıldığı gibi, şimdi de Kürdistan coğrafyasının boşaltıldığına dikkat çeken Pekçe, “Bu açıdan Türkiye toplumlarının daha henüz kavrayamadığı 1151 sayılı kanun demokratik özerklik yönetimine de ışık tutuyor” diyor.

Kanunun iyice okunması durumunda, devletin nasıl bir inkar ve yok etme politikasına yöneldiğinin de açıkça görülebileceğini dile getiren Pekçe, Kürt Hareketi ve siyasetçilerinin ortaya attığı Demokratik Özerklik tezinin tamamen meşru bir talep olduğunun altını çiziyor.

Devamla Pekçe, “Bu zaten yürürlükte, Meclis’te kabul edilmiş, kanunlaştırılmış. Şimdi çıkıp da ‘mümkün müdür, değil midir, uygulanabilir mi uygulanamaz mı’ tartışmalarını yapmak zaman kaybetmektir. Devletin kendi eliyle kabul etmiş olduğu 1151 sayılı kanun ortada ve hala yürürlükte” şeklinde konuştu.

“KÜRTLER 1151’İ DEVLETE HATIRLATMALI”

Bu yaklaşımla, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi kuruluşunu dayandırdığı Lozan Antlaşması’nı inkar ettiğine işaret eden Pekçe, “Aslında devlet bunun sonucunda kendi varlığını da inkar etmiş oluyor. Bu konu herhangi bir şekilde uluslararası düzeye taşınırsa ciddi bir şekilde kabul görecektir” dedi.

Kürt siyasetçilerinin devlete 1151 sayılı kanunu hatırlatarak, Meclis’e bir önerge sunması gerektiğini savunan Pekçe şunları belirtti: “Bu kanuna dayanarak zaten demokratik özerkliği talep edebilirler. Demokratik özerklik 1927’den bu yana kabul edilmiş bir yönetim şeklidir ve şu an yürürlüktedir. Bunu hiç kimse inkar edemez. Eğer bunu inkar ederlerse Kürt halkı Avrupa Konseyi’ne kadar da gidebilir.”

Bu kanunun uygulanmasını isteyenlerin değil, uygulamayanların suç işlediğini belirten Pekçe, “Burada anayasayı delen Kürt halkı değildir, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kendisidir” diye kaydetti. Pekçe, Başbakan Erdoğan’a da “Açılım filan yapmasın var olan kanunu uygulasın yeter” diye seslendi.

YUNANCA EĞİTİM ALDI

Gökçeada’da doğan ve bugün 70 yaşında olan Yorgo Zarbozan, 1950’li yıllarda nasıl bir eğitim sistemine tabi olduklarını, Türkçenin yanı sıra kendi anadillerinde de nasıl ders gördüklerini ANF’ye anlattı. İlkokulda önce anadilde eğitim görmediklerini ancak daha sonra 1951 yılında 1151 yasasında 14’üncü madde iktidarda olan Demokrat Parti tarafından Yunan hükümetiyle müzakere edilerek kaldırıldığında ortaokulda hem Türkçe hem de anadilleri olan Yunanca ortak dersleri gördüklerini anlatan Zarbozan, “Anadilimi o esnada tam olarak öğrenebilme fırsatım oldu. Bu uygulama yeni kurulacak olan Celal Bayar Lisesi’ne de kaydırılacaktı ancak 64 senesinde İsmet İnönü tarafından iptal edilen 14’üncü madde tekrar yürürlüğe alındı. Daha sonra yapılması düşünülen lise yerine çocuk esirgeme kurulu yapıldı” dedi. Anadilde eğitim gördüğü yıllarını anlatırken, “Hayatımın en anlamlı ve en güzel yıllarıydı” diyerek konuşmasına devam Zarbozan, “Daha sonra eritme politikası tam anlamıyla devreye girdi. Bize kağıt üzerinde verilen tüm haklar teker teker gasp edildi. Çok yazık ettiler” diye kaydetti.

1151 SAYILI KANUN NASIL KABUL EDİLDİ?

Gökçeada eski adıyla İmroz 1923 yılında Lozan anlaşmasıyla Türkiye Cumhuriyetine bağlandı. O zaman adada hiçbir Türk veya Müslüman unsuru yaşamıyordu.

Lozan anlaşması sırasında Çanakkale Boğazının stratejik önemi nedeniyle İmroz adasının Türkiye’ye verilmesi gerektiğini öne süren Türk tezi sonucunda, nüfusunun tümü Rumlardan oluşan ada Türkiye Cumhuriyetine bağlandı.

Ancak anlaşma sırasında Lord Curzon ve Avrupa devletleri İmroz’da yaşayan topluluğun ne Türk ne de Müslüman olduğunu hatırlatarak, bu anlaşmayı ancak buraya özel bir yönetim şekli tanınması koşuluyla kabul edeceklerini beyan ettiler. Bunun üzerine Lozan anlaşmasına birtakım kayıtlar düşüldü. 25.6.1927 tarihinde İmroz ve Bozcaada’nın mahalli idareleri hakkındaki 1151 sayılı kanun yayınlandı.Yayınlanması sürecinde aynı gün Meclis’te yapılan görüşmelerde bu kanunun Lozan anlaşması gereğince çıkartılması gerektiği hususu açıkça tartışıldı ve kanun Meclis’te kabul edildi.

1151 SAYILI KANUNUN ÇARPICI MADDELERİ

Madde 1- İmroz ve Bozcaadaları mahalli anasırdan mürekkep teşkilatı hususiyeye tabi ve Çanakkale Vilayetine merbut birer nahiyedir.

Madde 2- Bu nahiyelerde intizamın temini için istihdam edilecek memur, yerli ahaliden tayin olunur.

Madde 3- Adanın menafii umuma ait mahalli işlerini tedvir ile mükellef bir “nahiye meclisi” bulunur. (…) Ada ahalisinden olup Teşkilatı Esasiye Kanununa tevfikan müntehiplik için lazım gelen evsafı haiz olanlar bu meclise aza intihap ederler. Ve mebusluk evsafını cami bulunanlar da nahiye meclisine aza intihap olunabilirler.

Madde 9- Kavanini muhtelife ile vilayat idarei hususiyelerine ve belediyeye tevdi ve tahsis edilmiş olan varidat, bu iki adanın hususi bütçelerine müterettip varidatı mahalliyeyi teşkil eder.

Madde 16- (…) Zabıtai mahalliye efradının adalı olması şarttır. (…) Adalarda işbu zabıtai mahalliye heyetinin tensik ve ikamesi tarihinden itibaren mevcut polis ve jandarma kuvvetleri tebdil olunur.

Neden Devrimci Halk Savaşı?


Dördüncü Stratejik Dönem, Devrimci Halk Savaşı değil de, barış dönemi de olabilirdi. Örneğin barışçıl inşa stratejisi uygulaya bilirdik. Fakat bunlar olmadı




Duran Kalkan
 
Böyle bir döneme neden gerek duyulduğunu, bu dönemin neden gündeme geldiğini aydınlatmamız gerekmektedir. Devrimci Halk Savaşı’nın neden gündeme geldiği, buna niye ihtiyaç duyulduğu sorularını sormadan, bunu doğru ve yeterli bir biçimde aydınlatmadan Devrimci Halk Savaşı doğru anlaşılamaz. Dolayısıyla da onun gereklerine de doğru ve başarılı yanıt verilemez. Nasıl ki Devrimci Halk Savaşı’nın nasıl bir tarihi miras üzerinden yükseldiğini, gündeme geldiğini doğru ve yeterli anlayamadan böyle bir savaşı başarıyla yürütebilmek mümkün değilse, aynı biçimde böyle bir savaşın neden gündeme geldiğini de doğru anlayamazsak, yine bu savaşın gereklerini yerinde ve zamanında başarıyla yerine getiremeyiz. Doğru ve tam anlayamayız, onun stratejik ve taktik çerçevesini doğru ve yeterli bilince çıkartamayız, dolayısıyla da üzerimize yüklediği görev ve sorumlulukların gereğini pratikte yeterli, başarılı bir biçimde yürütemeyiz. O bakımdan bu soruyu sormamız ve cevaplamamız gerekmektedir. 

 “Bunlar doğal stratejik gelişmeler, peş peşe ekleniyorlar. Dolayısıyla Dördüncü Stratejik Dönem parti ve mücadele tarihimizin stratejik dönemi, Devrimci Halk Savaşı dönemi olacaktı ve bu biçimde gündeme geldi” denilirse yanlış olur. Belki Devrimci Halk Savaşı diye bir şey hiç gündeme gelmeyebilirdi bile. Bırakalım böyle bir zorunluluk olmasını, onun gündeme gelmesini gerektiren zorunlu nedenler vardır. Bunların görülmesi gerekmektedir. Yoksa öyle bir doğal seyir değildir. Bunları, sanki stratejik aşamalarmış gibi, önceden belirlenmiş özgürlük mücadelesinin doğal stratejik aşamalarıymış gibi değerlendiremeyiz. Bundan önceki stratejik aşamalara yaklaşımımız da öyle olamaz, Devrimci Halk Savaşı olgusuna yaklaşım da hiç böyle olamaz. 

Dördüncü Stratejik Dönem, Devrimci Halk Savaşı değil de, barış dönemi de olabilirdi. Örneğin barışçıl inşa stratejisi uygulaya bilirdik. Ekonomik kalkınma ağırlıklı bir stratejik mücadele ve çalışma dönemi olabilirdi. Fakat bunlar olmadı. Yeniden bir savaş durumu gündeme geldi. Bu savaşın hedefi olarak da, “Varlığını Koruma Ve Özgürlüğünü Kazanma” yı koyuyoruz. Demek ki Kürt halkının hala varlığını koruma sorunu vardır ve varlığı tehdit altındadır. Hala soykırım saldırıları devam etmektedir. İnkâr ve imha sistemi aşılamamıştır. Özgürlüğünü kazanma, ulusal özgürlüğünü kazanma bile gündemdedir. Bu, Kürt toplumunun, ulusunun hala özgür olmadığını ifade etmektedir. Bu kadar uzun süreli bir özgürlük mücadelesi yürütülmüş olmasına rağmen, yine üç stratejik mücadele aşama yaşanmasına rağmen, hala ulusal özgürlüğün kazanılmış olma durumu söz konusu değildir. Özgürlük sorunu vardır. Ulusal özgürlük ihtiyacı hala temel bir gündem olmaktadır. Bütün bunlar, daha önceki stratejik dönemlerde amaçlananın tam başarılamamış olduğunu göstermektedir. Bizim için bu durum, ciddi bir özeleştiri konusu olmaktadır. 

Önderlik, “30 yılın özeleştirisi verilsin” derken bunu kastetmektedir. Otuz yıl içerisinde yaşanmış üç stratejik dönemde, bu stratejik mücadelelerin önüne koyduğu temel amaçlar tam başarıya ulaşmamıştır. Dolayısıyla hareket henüz tam başarılı olamamıştır. Daha ortaya çıkış süreciyle birlikte kendine misyon biçtiği, önüne birincil ve temel görev olarak koyduğu görevi, tamı tamına başaramamıştır. Burada bir başarısızlık veya yeterli düzeyde başarılı olamama, dolayısıyla yetersizlik durumu vardır. Bu yetersizliğin özeleştirisi vermek gerekiyor. Bu durumu her şeyden önce yetersizlik olarak görmek gerekiyor. Normal bir seyir olarak görülmemelidir. Bizde “Dördüncü Stratejik Dönem veya Devrimci Halk Savaşı süreci” denildimi sanki böyle peş peşe eklenen stratejik dönem, çok normal, hem de yeni bir gelişme yaşıyoruz gibi bir durum biçiminde algılanıyor ve değerlendiriliyor. Bunlar yanlıştır ve öyle bir durum söz konusu değildir. Koşullar değişiyor ve bu koşullar bizim önümüze böyle bir mücadele yolunu çıkartıyor. Öncesinden bazı görevler başarıyla, yetkince yerine getirilmiş olsaydı, şimdi böyle bir görev veya stratejik mücadele durumu önümüze görev olarak gelmezdi. Bu anlamda tarihsel bir mücadele yürütülmüş, öyle kolay kolay anlaşılamayan, hazmedilemeyen, mucize düzeyinde başarılar yaratılmış olsa bile, PKK’nin önüne koymuş olduğu temel siyasi hedefleri gerçekleştirmiş olma durumu henüz sonuca gitmemiştir. Bu, bizim eksikliğimiz, yetersizliğimiz ve başarısızlığımızdır. Şimdi yeni bir stratejik mücadele dönemine girerken, Önder Apo,  “30 yılın özeleştirisi verilsin” derken bunu ifade etmektedir. Üçüncü Stratejik Dönem’de yapılamayanların bu sefer yapılması gerektiğini belirtiyor. Yoksa “geriye dönüp özeleştiri veriyoruz, hatalarımız olmuş, eksikliklerimiz bulunmuş” diyerek günah çıkarma yaklaşımı içinde olmak değil de, şimdiye kadar yapılamayanı yapmamızı, başarılamayanı bu sefer hem de yüksek bir oranda başarmamızı istemektedir. Özeleştiri vermek, bunu gerçekleştirmeyi içermektedir.

PKK, 1977 yılında Kürt sorununu çözme görevini koydu önüne. Programı ortadadır. O program, Birinci Stratejik Dönem’de de hedefti. Bu programı gerçekleştiremedik. Bu yönlü belli gelişmeler yarattık ama farklı durumlar, olaylar, siyasi, askeri koşullar ortaya çıktı. Mücadele stratejisini değiştirmek durumunda kaldık. Program hedefini başaramadık. Program gündemde kalmaya, temel amacımız olmaya devam etti. Uluslararası sisteme, Türkiye demokrasi hareketinin durumuna, yine kendi mücadelemizin, gerillanın gelişim çizgisine dair partinin öngördükleri, parti çizgisinin içerdikleri gerçekleşmiş olsaydı, ’91 ve ’92 yılında Uzun Süreli Halk Savaşı’yla önümüze koyduğumuz hedefi gerçekleştirmiş olacaktık. Bu gerçekleşmeyecek bir husus da değildi. Sadece Kürdistan’da süren mücadele, ’90’ların başında Türk ordu ve devlet sisteminde yarattığı sarsıntı dikkate alınırsa, bu mücadele çizgisine uygun bir biçimde daha güçlü geliştirilseydi, aynı biçimde Türkiye’deki demokratik halk hareketi tarafından tamamlansaydı, uluslararası sistem de buna güç ve destek verseydi, bu devletin arkasında değil NATO, kim olursa olsun param parça olurdu. Gümbür gümbür devrilir giderdi. Şimdi NATO da, Amerika da Ortadoğu’da birçok diktatörü, devleti ayakta tutamıyor. Halkların gücü karşısında öyle kolay ayakta kalmak mümkün değildir. Fakat bazı koşullar yerine gelmedi. Sovyet sisteminin durumundan biz sorumlu değiliz. Türkiye’de demokratik halk devriminin durumundan da biz sorumlu değiliz. Bunları sahipleri yapamadılar. Tarihsel olarak onlar zaten eleştiriyi hak ediyorlar ve mahkum ediliyorlar.

Fakat biz de, Kürdistan’da gerilla savaşının gereklerini doğru ve başarılı bir biçimde yerine getirme, onu Botan-Behdinan hattında kurtarılmış alana taşırma gücünü gösteremedik. Türkiye ve uluslararası alanda stratejik olarak öngörülenler gerçekleşmedi, ama Kürdistan’da da önemli bir gelişme imkanı ortaya çıktı. Botan devrimci savaş merkezi haline geldi. Kuzey’de serhıldanlar patlak verdi. Ulusal diriliş devrimi gelişti, halk isyanı başladı. Güney’de buna dayalı olarak bir isyan durumu, boşluk ve bir federe devlet oluşumu gerçekleşti. Irak yönetiminin, Güney Kürdistan üzerindeki egemenliği ortadan kalktı. Kuzey ile Güney’i birleştirme, Kuzey için Güney’den destek alma, Botan’ı Behdinan’dan destekleme, Botan ve Behdinan’ı birleştirme fırsatı oluştu. Bunu değerlendiremedik. Bunlar bizim mücadelemizden etkilenerek, ortaya çıkan fırsatlar oldular. Bizim yürüttüğümüz mücadeleden, gerilla savaşından kopuk, bağımsız gelişmeler kesinlikle değildir. Ama oluşumunda katkımız olan fırsatları, doğru ve yeterli bir biçiminde değerlendirme gücü gösteremedik. Türkiye’de ve uluslararası alan cephesinde aleyhimizde gelişmeler oldu, ama Kürdistan cephesindeki gelişmeler lehimizeydi. Bunu daha büyük bir gelişmeye dönüştürebilirdik. Bunu yapamadık. Siyasi diyalogun ve müzakerenin önünü açacak bir askeri etkinlik gösteremedik ve kurtarılmış alan yaratamadık. Dolayısıyla Kürt sorununun siyasi çözümünün önünü açamadık. Halbuki bunun verileri oluşmuş ve olgunlaşmıştı. 

Sonuçta 1993 yılından itibaren zayıf verilerle stratejik değişiklik yapmak, siyasi çözüm arayışına girmek zorunda kaldık. Siyasi çözüm zemini yaratılmadıysa, neden ateşkes ilan edildiği, öyle bir sürece girildiği sorulabilir. Hiçbir siyasi zemin yaratılamamış değildi. Bu anlamda belli bir siyasi zemin vardı. Fakat bu zemin zayıftı. Serhıldan düzeyi her an katledilmeye, tasfiye edilmeye açıktı. Gerilla, bu serhıldanı da ayakta tutacak bir askeri etkinlik gösteremedi. Hâlbuki nicelik olarak da, nitelik olarak da sağlamasının önü önemli ölçüde açılmıştı. Dolayısıyla oluşan imkan ve fırsatları yerinde, güçlü bir biçimde değerlendiremedik. Sonuçta zayıf temellere dayalı olarak, siyasi çözüm arayışına girdik. Daha doğrusu demokratik, siyasi mücadeleyi geliştirerek, ona dayanarak, öyle bir mücadelenin etkisiyle, siyasi çözüm sürecini geliştirebilir miyiz arayışına girdik. Düşman da bu zayıflığa dayanarak topyekun savaşı dayattı ve bizi imha ve tasfiye ile yüz yüze getirdi. Zayıf olarak var olan siyasi çözüm imkanlarının, siyasi çözüme dönüşmesini engelledi. Bu, açık bir durumdur. Bu bakımdan eksik kalmıştır. Botan-Behdinan savaş hükümeti planlaması hayat bulmuş, bu alanda kurtarılmış bir bölge oluşturulmuş, bir askeri hakimiyet sağlanmış olsaydı, o güce dayalı olarak siyasi çözüm arayışları çok daha farklı olurdu. Siyasi diyalog ve imkanlarının artması çok daha farklı gelişirdi. Ama biz onu sağlayamadık. Bu konuda ciddi eksikliklerimiz oldu; gelişen koşulları zamanında okuma ve onun ortaya çıkardığı fırsat ve imkanları başarıyla değerlendirecek adımları atmada zayıf kaldık. 

Siyasi mücadele süreci açısından da, süreci yürütemedik. Örneğin 1993 yılının Mart ayında ateşkes ilan edildi, ama bu ateşkesten ne anladık? Hareket olarak buna ne kadar hazırdık, ateşkesle ne yapmak istedik, nasıl yaklaştık, onun ortaya çıkardığı fırsat ve imkanları nasıl anlayıp değerlendirdik? Bu konuda çok geri bir planda kaldığımız bir gerçektir. Bırak böyle anlamayı, değerlendirmeyi tam tersine bireysel arayışların, çeteci eğilimlerin en fazla bu dönemde gündeme geldiğini, erken iktidar hastalığının bu dönemde zuhur ettiğini bilmekteyiz. Önderlik düzeyi belli bir çaba harcadı, yoğun bir değerlendirme yaptı, kamuoyunu böyle bir sürece hazırlamaya çalıştı. Fakat onlar da yeterli olmadı, eksik kaldı. Zaten Önderlik de bunun için özeleştiri vermektedir. Dolayısıyla çeteciliğin, Gladyo’nun darbesi, hakimiyeti ve saldırıları gelişme imkanı buldu. Onları önleyemedik. Komplolarla bu sürecin tasfiye olup tekrar imha ve tasfiye amaçlı çok ağır bir topyekûn saldırının halkımıza ve hareketimize dönük gelişmesi yaşandı. 

1995, ’96 ve ’97 süreçlerinde de siyasi sürecin önünü açıcı bir askeri etkinlik, başarı gösteremedik. Bu doğrultuda Önderliğin hazırladığı planları -taktik planları- gerilla olarak başarıyla hayata geçiremedik. Burada da yetersizliklerimiz oldu. Örneğin Çelik Operasyonu ve onun karşısındaki duruş, ikinci Güney savaşı, yine ’97 yılında araziye dayalı kurtarılmış alan yaratma planıyla Önderlik, Türk devletine etkili bir askeri darbe vurarak, siyasi diyalogun önünü açacak bir sonucu yaratmayı hedefliyordu. Fakat biz bu üç planlama döneminde de bunu sağlatacak askeri başarıyı gösteremedik. Eğer siyasi diyalogun önü açılamadıysa, bunda gerilla cephesinin yetersizliklerinin önemli payı vardır. Bunların özeleştirisini vermemiz gerekmektir. Bu süreçler öyle soyut süreçler değildir. Çok somut süreçlerdir. Sadece mütevazılık olsun diye, “yetersizliklerimiz olmuştur” denilmiyor. Yetersizlikler, somut planlamalar çerçevesinde olmuştur. Savaştık, fakat bu savaşın bir hedefi vardı. O hedefi başardık mı, başarmadık mı? Bu hedefi de biz değil, Önderlik ve parti belirledi. Önderliğin koyduğu hedefler başarıldı mı başarılmadı mı? Doğru anlamamız, değerlendirmemiz gereken husus bu olmaktadır. 

Bu sürecin ardından 1 Eylül 1998 yılında gerçekleştirilen üçüncü tek taraflı ateşkes süreci geldi. Orada hiç varlık gösteremedik. Sürece uluslararası komplo dayatılmasına rağmen, komployu anlamaktan ve ona karşı mücadele yürütmekten uzak düşen, dolayısıyla Önderlik gerçeğinden neredeyse bütünüyle kopan bir durumu yaşadık. 15 Şubat komplosu, biraz da bunun sonucunda gerçekleşti. 15 Şubat komplosu engellenemez değildi. Kuşkusuz Kürdistan’da mücadele zordu, düşman saldırılarını boşa çıkartmak, zayıflatmak öyle kolay bir iş değildi. Ama “mücadele edilemezdi” diye bir durum da söz konusu değildir. Tam tersine, mücadele fırsat ve imkânları az-çok vardı. Doğru değerlendirilseydi bu tür sonuçlar önlenebilirdi. Belki öyle hemen kolay, ucuz başarı elde edilemez, çözüm yaratılamazdı, ama 15 Şubat gibi bir olay da engellenebilirdi. Ona da fırsat verilmeyebilirdi. “Engellenemezdi, mutlaka olurdu” demek kesinlikle yanlıştır. Nitekim zaten dört ay boyunca engellendi. 9 Ekim 1998’den, 15 Şubat 1999’a kadar engellendi. Bunun hepsi mücadeleyle oldu. Doğru tutum ve etkili mücadele, komplonun başarısını önlüyordu. Gerekli duyarlılık gösterilebilse, çizgiden kopuş olmasa 15 Şubat bu şekilde olmayabilirdi. Komploya karşı mücadelenin seyri çok daha farklı bir biçimde gelişebilir, devam edebilirdi. 

2003 yılında AKP iktidara gelir gelmez Önderlik, üç aylık süre tanıdı ve ona göre hazır olsaydık, AKP daha bu kadar güçlenmeden, hegemonya kurmadan onu zorlayabilirdik. Ona, siyasi çözüme dönük adımlar attırabilirdik. Fakat bırakın öyle yapmayı, yine Önderlikten koptuk ve neredeyse tasfiye oluyorduk. Hareketin, ABD ve AKP’nin kuyruğuna takıldığı, çok tehlikeli bir süreç yaşadık. Bu da öyle doğal bir durum, bir zorunluluk değildi. Bizim hata ve eksikliklerimizin sonucuydu. Çizginin gereklerini doğru anlayıp örgütleyemeyen, pratiğe geçiremeyen yönetim ve kadro duruşunun bir sonucuydu. Daha sonra da 2005 yılından itibaren diyalog adı altında bir süreç geliştirildi. 2006 Ağustos ayında bu çok daha da ileri götürülüp bazı çevreler araya girdiler. Buna biraz karşılık vermeye çalıştık, ama beş-altı yıl geçmesine rağmen hala ciddi bir sonuç yoktur. Hala çok az sonuçlarla hareket ediliyor. Elbette hiçbir sonuç yok değil. Önderlik ile avukatların haftalık görüşmesi bile buraya bağlıdır. Bunlar, Türkiye’nin iyi niyetiyle, hukuk devleti olmasıyla gerçekleşmiyor. Böyle sanılıyorsa bile bu büyük bir yanılgıdır. Her şey karşılıklı pazarlıklarla, mücadele sonucu olarak gerçekleşmektedir. Önderlikle görüşmeler oluyor. Buna bir tür diyalog denilmekte. Bu görüşmeler, aleni ve açık hale geldi, kamuoyuna biraz yansıdı. Bunlar elbette basit hususlar değildir. Bunları küçümsememek gerekiyor. Bunlar da önemli gelişmelerdir, ama yeterli değildir. Henüz herhangi bir sonuç yoktur ve Kürt sorununun siyasi çözümü gerçekleşmemiştir. Siyasi programımız, hedeflerimiz açısından ele alıp baktığımızda da ortada somut gerçekleşmiş bir sonuç yoktur. O halde burada da başarı yoktur. Yani istediğimiz sonucu alamadık. Burada da belli gelişmeler yarattık. Nasıl ki baştan beri yenilgiler hep önlendiyse bu süreçte de önlendi. Halk direnişi korunup sürdürüldü. Fakat Kürt sorununun siyasi çözümü de gerçekleşemedi. Bunların hepsi bizim yetersizliklerimizin bir ifadesi, başarılı olamamanın sonucu olmaktadır. Burada yarım bir başarı durumu vardır. Önderlik bu durumu, hep tekrar, “ne zafer ne de yenilgi” durumu olarak değerlendirdi. Belli kazanımlar var, yenilgi de önleniyor, ama zafer de yoktur. Tam başarıya da gidilmiyor. Program olarak önümüze koyduğumuz hedefleri, tam gerçekleştiremiyoruz. Dolayısıyla Kürt sorununun siyasi çözümünü sağlayabilmiş değiliz. Bu da bir realite, durum ve bizim eksikliğimiz, başarısızlığımız oluyor. İşte mevcut durumda yeniden “Varlığını Koruma Ve Özgürlüğünü Kazanma” nın, temel hedef olarak önümüzde durmasının esas bir nedeni budur. Bütün bu süreçlerdeki yetersizliklerimiz, siyasi çözümü yaratamayışımız hala PKK’nin ve Kürt halkının önüne “Varlığını Koruma Ve Özgürlüğünü Kazanma” mücadelesini yürütmeyi görev olarak koymaktadır. 

Bunun için önümüze yeniden, daha büyük bir savaş gündeme geliyor. Devrimci Halk Savaşı Stratejisini, uygulamak zorunda kalıyoruz. Yoksa Devrimci Halk Savaşını yürütmeyi çok istediğimiz, toplum savaşmayı çok istediği, savaş delisi olduğu ve savaşsız yaşayamadığımız için değildir. Yine tek ve çözümleyici yolun, geliştirici olanın Devrimci Halk Savaşı Stratejisi olmasından dolayı değildir. Devrimci Halk Savaşını gerektiren nedenleri ortadan kaldıramadığımız içindir. “Varlığını Koruma Ve Özgürlüğünü Kazanma” gibi büyük bir savaşla sağlanabilecek görevlerin hala önümüzde duruyor olmasından dolayıdır. Önümüzdeki görevler bunlar olmasaydı, gündeme Devrimci Halk Savaşı gelmezdi. Varlığını korumak, savunma yapmayı ifade etmektedir. Varlığa dönük tehlike olduğu için savunma savaşı verilecektir. Özgürlüğünü kazanmak, soykırımı durdurmaktan ve yıkmaktan geçmektedir. Karşımızda tepeden tırnağa şiddete bürünmüş bir sömürgeci ve soykırımcı rejim var. Böylesi bir durumda bu rejimi, savaşarak etkisizleştirebilir ve aşabilirsin. Devrimci Halk Savaşı onun için gündeme gelmektedir. Bu bakımdan bunda eksikliklerimizin, yetersizliklerimizin, başarısızlıklarımızın temel bir etkisi vardır. Bir boyutu kesinlikle bu olmaktadır. 

Diğer bir boyut, Kürt sorununu çözüme götürecek bir zihniyet ve siyasetin karşımızda oluşmamasıdır. Siyasi çözüm çabalarının tasfiye edilmiş olması, siyasi çözüm güçlerinin imha ve tasfiyeye maruz bırakılmış olması bunda rol oynamaktadır. Demokratik siyaseti bir çözüm aracı olmaktan çıkararak, gündeme yeniden tek çare olarak Devrimci Halk Savaşını getiriyor. Bu noktada Üçüncü Stratejik Mücadele Döneminde yaşananları doğru anlamak gerekmektedir. Önderlik son dönemlerde bu konuları çok somut olarak formüle edip tanımladı. Siyasi çözüm zemini her oluştuğunda, buna bir komplo dayatılmaktadır. Komplocu saldırılarla, bu zemin tasfiye edilmektedir. Hem Kürt, hem Türk hem de devlet cephesinden siyasi çözüm için oluşan zeminler komplocu saldırılarla tasfiye edildi. 

1993 ve ’94 dönemlerini ifade etmeye çalıştık. Savaşın nasıl dayatıldığını, yeni gelişmekte olan siyasetin nasıl tasfiye edildiğini, halk hareketine katliam, sindirme ve pasifikasyonun nasıl dayatıldığını değerlendirmeye çalıştık. Diğer yandan Türkiye siyasetinin, demokratik güçlerin nasıl sindirildiklerini, en önemlisi de devlet içerisinde Kürt sorununun çözümüne eğilim duyan güçlerin, -bunlar cumhurbaşkanı, kuvvet komutanı da olsalar- nasıl komplolarla yok edildiklerin iyi bilmekteyiz. Bunu Erbakan kliğinin 1997 yılında tasfiyesinde de net bir biçimde gördük. Bu çabaların birçok dış dayanakları da vardı. İçerde de önemli ölçüde çözüm imkanı ortaya çıkmıştı. Özellikle askeri operasyonların başarısız kılınması, böyle bir duruma belli bir zemin de sunuyordu. Fakat tasfiye ve Gladyo saldırıları dayatıldı ve bu ‘Ergenekon’ denilen Gladyo’nun planlı dayatma ve saldırılarıyla bu zemin tasfiye edildi. 2001 ve 2002 yılında uluslararası komplonun imha amacı başarısız kılındıktan sonra oluşan siyasi çözüm imkanları da Ecevit kliğinin tasfiyesiyle ortadan kaldırıldı. Bunları 2001 Şubatında anayasa kriziyle, mali krizin ortaya çıkartılmasıyla, ardından Ecevit hükümetinin küresel mali sistem tarafından kuşatılmasıyla gördük. 2002’de en güçlü olduğu, sözde Avrupa birliğine girme hazırlıkları yaptığı, böyle olduğunu sandığı bir dönemde bir anda nasıl paramparça olup devrildiğini gördük. O dönemde Ecevit’e dönük sadece siyasi komplolar da sürmedi, fiziki saldırılar da geliştirildi. Özal’ınki gibi olmadı ama -şimdi Ergenekon yargılamalarında ortaya çıkıyor- neredeyse hiçbir şeyi olmadığı halde öldüreceklerdi. Başbakan bile olsa bu tür saldırılardan kurtulması kolay olmadı. Nitekim zaten ne Ecevit’in kendisi fiziki olarak yaşayabildi, ne de siyasi olarak hükümeti o saldırılardan sonra yaşayabildi. 

Şimdi geriye AKP dönemi kalmıştır. AKP’yi iyi çözmeye çalışıyoruz. 2005 Ağustosunda genelkurmayla, hükümet bir tartışmaya girdiler. 23 Ağustosta, Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplandı ve orada topyekun mücadele kararı çıktı. Sözde bu topyekun kararını genelkurmay savundu ve kamuoyuna duyurdu. Tayyip Erdoğan ve AKP hükümeti, Ankara ve Diyarbakır’da yaptığı açıklamalarda, Kürt sorununun çözümünden yana bir tutum geliştirmek istediğini kamuoyuna duyurdu. Daha sonra Şemdinli olayı gelişti. Kontrgerilla yeniden devreye konuldu. Hükümet ve genelkurmay arasında yoğun bir mücadele oldu ve sonuçta anlaşma yapıldı. Uzlaşmaya vardılar. Şimdi bazıları genelkurmayın çözüm istediğini ama AKP’nin reddettiğini söylüyorlar. Oysa Hilmi Özkök, topyekun mücadele kararını açıklayan genelkurmay başkanıydı. Tayyip Erdoğan’ın, Ankara ve Amed’deki açıklamaları da biliniyor. Muğlaklaştırılan, karıştırılan bir durum var. Görüntüde AKP bir çözüm arıyordu, genelkurmay ya da Ergenekoncu bazı güçler bunu engellediler gibi görüldü. Bu yönlü bir iç mücadele yaşandı. Genelkurmay, hükümet görüşmeleriyle uzlaşma oldu. En son Tayyip Erdoğan, Yaşar Büyükanıt arasındaki Dolmabahçe görüşmesi tam bir uzlaşmaya yol açtı. Bu, hala devam eden bir uzlaşmadır. Bu, PKK’nin tasfiyesi üzerinde anlaşma ifade eden bir uzlaşmadır. Aralarında işbölümü yapmış durumdalar. AKP bu tasfiye operasyonunun ekonomik, siyasi, psikolojik yönünü yürütüyor, genelkurmay ise askeri boyutunu yürütmektedir. PKK’nin tasfiyesi üzerinde iktidarı bölüşüyorlar, uzlaşıyorlar. Ordu genelkurmay başkanlığı, devleti ve iktidarı, AKP’ye bu nedenle teslim etmiş bulunuyor. Eğer bugün AKP bu kadar iktidar hegemonyası geliştirebilecek bir düzeye geldiyse, bunun sonucunda geldi. 

1 Ekim 2006 yılında beşinci tek yanlı ateşkes gündeme geldi. Birçok çevre çağrıda bulunmuştu, aracılık yapacaklardı. DTP’den, ABD’ye kadar, oradan Güney Kürdistan yönetimine kadar birçok aracı vardı. Fakat ateşkes olduktan sonra, hiç kimse verdiği söze sahip çıkmadı, sözünün gereğini yerine getirmedi ya da getiremedi. Her ne olduysa bunlar gerçekleşmedi. 2007 seçimleri gündeme geldi. Seçimden sonra ABD ile de anlaşarak, kendi içlerinde de birleşerek, aralık başından itibaren topyekun savaş konseptini hayata geçiren bir saldırı içine girdiler. Savaşı sadece Kuzey ile sınırlı tutmadı, Güney’e de yayıp sarkıttılar. ABD’yle, Güney Kürdistan yönetimiyle, Irak’la bir tür uzlaşma ve ortak operasyon yürüttüler. Bunu 2008 Şubatında kara operasyonuna dönüştürmek istediler. Zap operasyonunda istenen sonucu alamamaları, saldırının kırılması askeri boyutta Türk genelkurmayını başarısız kıldı. Ardından ideolojik baskı yürüttüler. Önderlik üzerinde baskıları tırmandırdılar. O da Önderlik ve halk direnişiyle kırıldı. 

Geriye 29 Mart 2009 seçimleri kaldı; “bu seçim referandumdur” dediler. Kim kazanırsa onun olacaktı. Seçimde DTP, büyük bir başarı elde etti. AKP, Kürdistan’da gerçekten de yenilgi aldı. Referandumu açık bir biçimde, Kürt demokratik siyaseti kazanmış oldu. Bu da Kürt sorununun siyasi çözüm zeminini güçlendirdi. Güçlü bir demokratik, siyasi zemin ortaya çıkardı. 

Çözüm istenmiş olsaydı bundan daha iyi bir ortam olamazdı. Fakat hareket olarak buna fırsat vermek için 13 Nisanda ilan ettiğimiz çatışmasızlığa, 14 Nisanda, hemen bir gün sonra, AKP hükümeti demokratik siyaseti tasfiye etmeyi amaçlayan, halkın siyasi soykırım operasyonları dediği kapsamlı bir operasyon saldırısı başlattı. Demokratik siyaseti, Kürt sorununun siyasi çözümünün zemini yapacağına, oluşmuş bu zemini tasfiye etmek için, hiçbir hukuk kuralı dinlemeyen bir saldırı içerisine girdi. Bir de bunun adına “açılım politikası” dedi. Sözde Kürt açılımı yapıp Kürt sorununu çözüyor. Ama Kürdün özgür iradesini, siyasi iradesini tasfiye etmeyi, imha etmeyi hedefliyor. Dıştalayıp cezaevine dolduruyor. Bu, “Kürdü de biz temsil ediyoruz, Kürt sorunu çözülecekse de biz çözeriz. Kürtler irade olacaksa da, AKP iradesiyle olurlar” anlamına geliyor. AKP de Kemalizm’in “bu ülkeye komünizm gelecekse de biz getiririz” mantığıyla hareket ediyor. 1924’ten itibaren oluşan resmi ideolojinin, tam temsilcisi konumundadır. İdeolojik kavramları çok kullanmıyor, ama siyasi olarak tamı tamına o çizgiyi yürütüyor. Sonuçta DTP’yi de kapattılar, İmralı’da 17 Kasım darbesini yaptılar, belediye başkanlarını tutukladılar. Bu tutuklama operasyonu hala devam etmektedir. Tutuklu sayısı iki bin beş yüzü aşmış durumdadır. KCK operasyonu adı altında özgür Kürt iradesine asla fırsat vermiyorlar. Nerede biraz özgür demokratik bir örgütlenme, kıpırdanma oluyor ve eyleme dönüşüyorsa derhal oraya baskın düzenliyorlar. Tutuklayıp hapse koyuyorlar. Her hafta 40-50 kişi gözaltına alınıyor, 15-20 kişi tutuklanıyor. Demokratik siyaset yapma imkanı bırakılmamıştır. Kelaynak kuşu gibi ortada üç-dört milletvekili bırakmışlar. Demokratik kamuoyunu onula manipüle ediyorlar, ama özde örgütleme yapacak, toplumu temsil edecek, demokratik konfederalizmi örgütleyecek, Kürt demokratik toplum örgütlülüğünü ortaya çıkartacak bütün kurumları kapatıyorlar, kişileri zindana koyuyorlar. Bu açık bir durumdur. Büyük bir tasfiye hareketidir. Siyasi çözüm zeminini tümden kurutmadır. Gelinen nokta böyle bir noktadır. 

Yüzde on seçim barajının, Kürt iradesinin meclise yansımasını engellemek için konduğu her zamankinden daha açık hale gelmiş bulunuyor. Dolayısıyla 12 Haziran seçimleri açısından böyle bir durum var. Seçim bir siyasi çözüm aracı olmaktan çıkmıştır. Siyasi diyaloga yaklaşımları da ortadır. Ortada herhangi bir yetkisi olmayan, sadece bizi oyalamak, kandırmak, zaman kazanmak amaçlı, tatlı dilli sözler söyleyen bir oyalama sistemi var. Yoksa öyle gerçekten de bir diyalog, müzakere, Kürt sorununa çözüm arama durumu söz konusu değildir. Aslında siyasi soykırım operasyonlarının sürmesine, demokratik siyasetin tasfiye edilmesine, fırsat-zemin yaratmak için biz engelleniyoruz, biz ona vesile yapılıyoruz. Direniş hareketi, tatlı sözlerle susturularak, demokratik siyaseti tasfiye edecek operasyonlar yürütülüyor. Böyle bir komplo ve oyun geliştiriliyor. “Hareket ederseniz, teröristsiniz deriz, dolayısıyla önünüzü kapatırız, ondan sonra da biz istediğimiz kadar tutuklarız. Seçime sokmayız, gel sandıkta yarışalım deriz. Hapse koyar, siyaset yapmaya izin vermeyiz” demektedir. AKP’nin bu yaptığına göz boyama değil, çocuk kandırma bile denilemez. Çocuk kandırırken hiç değilse ağzına bir şeker verirsin, biraz tatlı koyarsın, onun karşılığında kanar. Bizimkinde o da yoktur. Şiddet dayatıyor, hapse koyuyor. “Hapse koyuyorum daha ne istiyorsun!” diyor. Bir tane Diyarbakır milletvekili vardı, “eskiden öldürülüyordunuz, biz hiç olmazsa hapse koyduk, yaşıyorsunuz, daha ne istiyorsunuz!” diye ifade ediyordu. AKP’nin Kürt sorununa çözümü, özgür Kürde yaklaşımı budur. “Öldürmeyeceğiz, hapiste kalacaksınız, biz de iktidar da kalacağız. Buna razı olmazsanız tüm gücümüzü kullanır sizi buna razı ederiz” demektedir. 

Seçim çözüm aracı olmaktan çıkmış, diyalog bir oyalama ve tasfiye aracı olmuştur. Siyasi soykırım operasyonları sürmektedir. Demokratik siyasete iki seneden beri imha ve tasfiye dayatılmaktadır. Kürdistan’da siyasi mücadele yürütmenin, demokratik siyaset yapmanın koşulları yoktur. Demek ki ne siyasi mücadele yürütebiliyoruz, ne de siyaset zemini vardır. AKP tam bir oyun oynamaktadır. Hep bir beklenti yaratıyor. Bir de tehdit ediyor. Bizi hep İmralı tehdidi altında tutuyor. Devrimci Halk Savaşı bir de bu durumdan dolayı gündeme geliyor. Siyasetin hiçbir alanı artık çözüm alanı değildir. Çözüm olma imkanı yoktur. Ne görüşmeyle çözüm bulabiliyoruz, ne seçimle çözümün önünü açılabiliyoruz, ne siyasi mücadele yürüterek, siyasi örgütlenmeye yaparak çözümü zorlayabiliyoruz. Geriye, Devrimci Halk Savaşı kalıyor. 12 Eylül 1980 ardından bize dayatılana benzer bir durum dayatılıyor. 12 Eylül 1980 ardından dayatılan, silah zoruyla imha ve tasfiyeydi. Şimdi ise demokratik ve siyasi çalışmalara dayatılan, hukuk ve zindan zoruyla imha ve tasfiyedir.  Geriye direnmek dışında herhangi bir yol bırakılmıyor. İşte temel bir direniş biçimi olarak da Devrimci Halk Savaşı böyle gündeme geliyor. Direnme dışında, diğer yollar kapatılmıştır. Açıkmış gibi görünmesi bir hiledir. Bu konuda birçok çevre oyuna geliyor; BDP’den tut, aydınlara kadar çoğu oyuna gelmektedir. Sanki önü açıkmış gibi görüyorlar. Halbuki öyle bir durum yoktur. Hepsi oyun, hile, oyalama, ondan sonra kendi bildiğini kabul ettirmedir. Bu hareket, bunu kabul edemez. Biz artık böyle oyalanamayız. Bu durumun izahını yarın yapamayız. Böyle kabul ettik mi, PKK çizgisinden kopmuşuz demektir. Ortada Apocu çizgi kalmaz. Biz de o reformist-milliyetçi akımların içerisine düştüğü durumların içerisine düşeriz. Bu bir çizgi duruşudur.

 PKK’ye şimdiye kadar gelişme sağlatan kesinlikle çizgi duruşuydu, direnişçi duruşuydu. Diğer güçleri yenilgiye uğratan da teslimiyetçi duruşlarıydı. Eğer biz şimdi bir çizgi duruşu gösteremezsek, direniş tutumu gösteremezsek biz de teslimiyetçi duruma düşmüş oluruz. Bize çok açık bir biçimde şiddetle öldürme değil de, zamana yayılmış nazikçe öldürme dayatılıyor. Buna razı olmamızı bekliyorlar. Bize, “sizi kurşuna dizmiyoruz, ipe de asmıyoruz. Biraz ilaç verip uyutacağız, uyku halinde öldüğünüzü bile hissetmeyeceksiniz” demektedirler. AKP’nin PKK’ye dayattığı budur. PKK’den istediği de buna razı olmasıdır. Oyun bu kadar ince ve derindir. Bu durum dokuz yıldır bu biçimde devam etmektedir. Bu, hala da devam ettirilmek isteniyor. Bu anlamda AKP gerçeği, çok iyi anlaşılmak durumundadır. AKP’nin bir çözüm gücü ve çözüm niyeti yoktur. Yine çözüm zihniyeti ve politikası yoktur. Hepsi bu tarzda bir imha ve tasfiyedir. AKP, inceltilmiş bir imha ve tasfiyeyi dayatma hareketidir. Bu nettir ve açığa çıkmıştır. Dolayısıyla PKK ve Kürt halkı için direnmekten başka bir yol kalmamıştır. Bu direnişin yöntemi olarak da Devrimci Halk Savaşı gündeme gelmektedir. Devrimci Halk Savaşının gündeme gelişinin bir nedeni de budur. Eğer zamanında başarı elde etmiş olsaydık, yine yetersizliklerimiz olmamış olsaydı bu gündem hiç olmayacaktı. Sorun şimdiye kadar çoktan çözülmüş olacaktı. AKP bu kadar fırsat vermeye ve destek göstermeye karşın bir siyasi çözüm gücü olsaydı sorun çözülecekti. Ama öyle bir durum yoktur. En son sabrı gösterdik. Her türlü baskıya, işkenceye tahammül gösterdik. Ama bunun karşılığında hep daha fazlası dayatıldı. Kesinlikle siyasi çözümün önü tıkatıldı, kapatıldı. Geriye direnmekten başka bir yol bırakılmadı. 

Direnmenin yolu ve biçimi de Devrimci Halk Savaşıdır. Dördüncü Stratejik Dönemin Devrimci Halk Savaşı, yeni bir savunma direnişi olarak gündeme gelmesi buradan kaynaklanıyor. Bu gerçeğin iyi görülmesi, anlaşılması ve anlatılması gerekmektedir. Bu herkese anlatılmalıdır. Çünkü bu, tersyüz ediliyor. Sanki gelişmeymiş gibi gösteriliyor. İyi bir durum olarak gösteriliyor. Bize, “sabredin” deniliyor. Bunu sadece dışımızdakiler demiyor; sağımızda-solumuzda, etrafımızda olanlar da söylüyorlar. Toplum maniple edilmeye çalışılıyor. Bu yanlıştır ve onlara fırsat vermemek gerekiyor. Öyle olmak demek, kendi çizgimizden çıkarak yavaş yavaş Kemal Burkay çizgisine gitmek demek olur. Kemal Burkay çizgisinin de, Kürdistan’a hiçbir şey kazandıramayacağı, teslimiyetten ve işbirlikçilikten başka hiçbir şey elde edemeyeceği açıktır. PKK öyle bir çizgiye düşemez. Düştü mü, tasfiye olmuştur demektir. Tasfiye olmayıp kendi çizgisine ve tarihine uygun davranacaksa o zaman direnip savaşacaktır. Varlığını Korumak Özgürlüğünü Kazanmak için ne yapmak gerekiyorsa, hangi bedeli ödemek gerekiyorsa mutlaka ödeyecektir. Bunun başka yolu yoktur. Devrimci Halk Savaşı, 1981 yılında nasıl savaş tek çare olarak gündeme geldiyse, başka yollar kapatıldıysa, şimdi de aynı biçimde gündeme gelmektedir. Başka hiçbir yol yoktur. İdeolojik mücadele yürütme yolu yoktur. Bütün medyayı ele geçirmişler. Başka hiç kimseye nefes alma imkanı bile bırakmıyorlar. Siyasi mücadele imkanı yoktur. Polisi örgütlemiş, orduyu, generallerini, komutanlarını, kuvvet komutanlarını tutukluyor. Bu AKP oyununun, hilesinin kesinlikle bozulması, maskesinin düşürülmesi, AKP hegemonyasının kırılması gerekiyor. 

AKP eliyle şimdi çok sahte, sinsi, ikiyüzlü ve hileli bir biçimde bir imha ve tasfiye operasyonu yürütülmektedir. Artık bunun planlı bir operasyon olduğundan hiç kuşku duymamak gerekiyor. Mevcut haliyle AKP’nin verebileceği bir şey yoktur. Aslında şimdiye kadar birçok şey yapabilirdi, ama yapmadı. “Yapmaz ve yapamaz” dememek de gerekiyor. Şimdiye kadar istemediği için yapmadı. Yoksa Kürtlerle ittifak yapsa, PKK ile ilişki ve ittifak içerisine girse, Kürt sorununun çözümünü öngörseydi, Türkiye’de demokratik çözüm yapmada, cumhuriyeti demokratikleştirmede en güçlü, en hızlı adımı atabilirdi. O zaman gerçek anlamda İslami akımın ve toplumun sorunlarının çözümünün de önü açılırdı. Onu da yapamadı. AKP’nin mevcut politikaları, İslami toplumun sorunlarını da çözmüyor, tam tersine AKP’nin iktidarını güçlendiriyor. Yeni bir iktidar gücü, hegemonik güç ve yeni bir oligarşik güç yaratıyor. Öyle “şu kesimin, bu kesiminin sorununu çözüyor” denilemez. Kürtlerin sorununu çözmüyor da, sanki İslami toplumun sorunlarını mı çözüyor! Alevilerin sorununu mu çözüyor! Azınlıkların sorunlarını mı çözüyor! Hiçbir sorunu çözmüyor. Hepsine el atıyor, çözüyor gibi görünüyor, çözüm beklentisi yaratıyor. Varolanı biraz cilalayıp devam ettiriyor. Bu biçimde zaman kazanarak kendi iktidarını güçlendiriyor. Bu artık açığa çıkmıştır. Bu anlamda birinci hedef AKP’dir ve mutlaka aşılmalıdır. AKP hegemonyasına kesinlikle fırsat ve izin verilmemelidir. Tüm hareket ve halk düzeyinde bunu bir tutum olarak artık net, kesin bir biçimde benimsememiz gerekmektedir. Bu da bize AKP’nin mevcut durumunu aşacak, bir direniş mücadelesi yürütme görevi yüklemektedir. 

Bu direniş mücadelesini, Devrimci Halk Savaşı olarak tanımladık. Bundan başka çare yoktur. AKP’nin hileleri, sinsiliği, oyunları Kürt halkına böyle bir direnişi dayatmaktadır. Kenan Evren nasıl ki silah zoruyla, baskıyla, şiddetle savaşı, direnmeyi dayattıysa, Tayyip Erdoğan da Kenan Evrenin öbür yüzü biçiminde, biraz cilalanmış, hile ve oyun kazanmış bir biçimde, hukuk şiddetini dayatarak,  direnmeyi zorunlu kılıyor. Birisi silahı kullandı, diğeri hukuku kullanıyor. İkisi de baskı, sömürü ve şiddet aracıdır. Hukuk, ona bağlı olan zindan, savaştan daha az bir baskı, şiddet, köleleştirme aracı ve alanı değildir. Savaşın varolduğu gün, hapishane de var olmuştur. Bugüne kadar da ikisi birlikte derinleşerek gelişmiştir. İktidar ve devlet güçlerinin elinde özgür insanları, özgür toplumları, kadını, emekçileri köleleştirmek, iradesini kırmak, teslim almak için en sert bir biçimde bu araçlar kullanılmıştır. Bugün bu, zirvede kullanılıyor. 

Bu bakımdan AKP de 12 Eylül darbesinin öteki yüzü biçimindedir. Bazıları buna “sivil darbe” diyorlar. Bu yanlış değildir. Tayyip Erdoğan kişiliği Kenan Evren kişiliğine çok benzemektedir. Çok abartılı ve aynı zamanda çok kompleksli bir kişiliktir. Kenan Evren de meydanlara çıkıp “vatandaşlarım görüyor musunuz, bu memleketi sadece siviller mi yönetebilirmiş? Bakın, ben de bir asker olarak nasıl güzel yönetiyorum” diyordu. Şimdi Tayyip Erdoğan da sabahtan akşama kadar da değil, akşamdan sabaha kadar medyanın karşısına geçiyor; “sadece siyasal bilimler fakültesi okuyanlar mı bu ülkeyi yönetebilir? İlahiyatçılar da yönete bilir. Ben ilahiyat fakültesi okumuşsam Başbakan olamam mı? Bakın ne güzel olmuşum” diye kendini övmeye çalışıyor. Bu anlamda çok kompleksli bir kişiliktir. Türkiye’nin iki kültürsüz adamı, başına bela olmuş durumdadır. Birisi Türk generallerinin en kültürsüzü olan Kenan Evren’di. Türkiye’yi on yıl yönetti. Diğeri ise sivil siyasetin en kültürsüz adamı olan Tayyip Erdoğan’dır. O da on yıldır Türkiye’yi yönetiyor. Böyle kendilerini abartan, çok bencil, bireyci bir diktatörlük eğilimleri var. Kompleksli kişilikler, fırsat ve imkan bulurlarsa her şeyi yaparlar. Nitekim şimdi Tayyip Erdoğan ve AKP biçiminde örgütlediği güruh, bunu yapıyor. Gerçekten de Türkiye’nin başına bela olmuş durumdalar. 12 Eylül faşist askeri darbesinden hiç de az bela olan bir konumda değildir. Öyle basit yaklaşmamak da gerekiyor. Necmettin Erbakan’a ne yaptıkları ortadadır. O, bir ihanet hareketidir. Bizden kaçıp ihanet eden Ferhat ile Botan’ın, Tayyip Erdoğan’ı örnek almaları boşuna değildir. PKK’ye, Önder Apo’ya ihanet ederken Tayip Erdoğan’ı örnek almaları, onun da benzer bir ihaneti yapan kişilik olmasından dolayıydı. Bunlar, aynen Rusya’nın Yeltsin’ine benziyorlar. Boris Yeltsin Rusya’ya ne yaptıysa, aynı şeyi yapıyorlar. Kendilerini var eden gerçeğe ihanet ederek, ileri fırlıyorlar. Dolayısıyla hep o konumdadırlar. Yani bir kaygı içerisindeler. Hep bir saldırı halindeler, çünkü biliyorlar ki açığa çıkar. Hafif bir değerlendirme olursa, maskeleri düşecek ve gerçek yüzleri açığa çıkacaktır. En kirlenmiş insan duruşuna sahip oldukları görülecek, lanetleneceklerdir. Ona fırsat vermemek için de hep böyle bencillik taslıyorlar. Bu abartı, kendini beğenmişlik buradan ortaya çıkıyor.
Mevcut durum kesinlikle böyledir. Bu halde nasıl ki ’80’li yıllarda direnerek 12 Eylül faşizmini aşmak gerektiyse, şimdi 2010’lu yıllarda da yine benzer bir biçimde, ama yeni bir paradigmayla, yeni bir program temelinde, yeni strateji ve taktiklerle, ama benzer bir öz içeren güçlü direniş temelinde, AKP faşizmini aşmamız gerekiyor. Bunun başka yolu ve çaresi yoktur.

AKP Devleti Kendisine Göre Yapılandırmış Bir Hükümettir


AKP’nin tüm amacı Kürtlerin bölgede statü kazanmasının önüne geçmektir.





KCK Yürütme Konseyi Üyesi Bozan Tekin:
 
Kuzey Kürdistan ve Güney Batı Kürdistan’daki halk eylemliliklerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
B. Tekin- 

Öncelikle Amanos’ta yaşanan çatışmada kahramanca bir direniş sonucu şehit düşen Mazlum Amed yoldaş şahsında tüm devrim şehitlerini saygıyla anıyorum. Anılarına mücadeleyi daha da yükselterek final sürecinin ruhuna, anlayışına uygun mücadeleyi mutlaka sonuca ulaştırmak üzere yükselteceğimiz sözümüzü yinelemek istiyorum.
Kürt halkı doksanlı yıllardan itibaren gerillanın yanı sıra serhıldanlarla kendisini adeta yeniden yaratmış ve yok edilmeye çalışılan ulusal kimliğini kesinleştirip, kalıcılaştırmıştır. Artık kendisi için düşünen, özgürlüğü, geleceği ve diğer bölge halklarıyla eşit-özgür ilişkiyi nasıl kurabileceğini bilen bir gerçekliğe ulaşmıştır. Newroz ile birlikte hem daha kitlesel ve yaygın hem de niteliksel olarak eskiyi aşan bir düzey yakalanmıştır. Newroz, kahramanlık haftası, 4 Nisan ve çadır eylemliliklerinin süreklileşmesi eskiyi aştığını ve kesin sonuç almaya yönelik bir istek ve arayışının olduğunu da ortaya koymuştur.  Bunun gerektirdiği öncülük, örgütlülük düzeyini de yaratacaktır. Halkımız eski düzeyi aşma konusunda bir tartışma, arayış,  ısrar ve kararlılık içindedir. Çünkü Kürdistan halkı, kendisine dayatılan sömürgeci inkâr sisteminin ne anlama geldiğini, günlük yaşamının her alanında görmektedir. Sömürgeci Türk ordusunun, polisinin, eğitim,  adliye sistemi, maliye v.b bürokrasisinin yanı sıra açık-gizli teşkilatlarının, evlatlarına her gün neler yaptığını görmektedir. Bu durumu, kendi topraklarında özgür yaşamak isteyen bir halk olarak kabul edilmez bulmaktadır. Bu bilinç önemli düzeyde oluşmuştur. Bu nedenle de öyle inanıyorum ki halkımız bir tekrarı ifade eden eylem tarz ve etkinliklerini ve hatta örgütlülüklerini ortaya koyduğu ‘Ya Özgürlük Ya Özgürlük’ şiarının keskinliğinde aşacak, dönemin ruhuna uygun bir eylemsellik düzeyini yakalayacaktır.  Çünkü halkımızda bilmektedir ki, eylemsellikte ve etkinlikte tekrar, ulaştığımız düzey itibariyle AKP devletini ve siyasetini rahatlatmaktan başka bir sonuç yaratmayacaktır. Bu nedenle halkımız en doğru olanı yaparak üzerine düşen tarihi görevi yerine getirecektir.
Ortadoğu’da eski statü artık aşılıyor. Yeni statüde henüz oluşturulmuş değil ve tam olarak nasıl bir biçim alacağı da tümüyle halkların ilgili güçlerin strateji, taktik, örgütlenme, mücadele azmi ve kararlılığıyla biçim alacaktır. Böylesi bir süreçte Kürt halkı da son kırk yıla varan direniş ve mücadele deneyiminin bir sonucu olarak ilk kez bu düzeyde hazırlıklı bir biçimde böyle bir sürece girmektedir. Dolayısıyla mutlaka Kürt halkının varlığını ve özgürlüğünü esas alan bir statünün yaratılması gerekir. Buda eskiyi aşan ancak onun tecrübe ve birikimine dayanan atılımcı bir tarz ile mümkündür. Bunun için halkımız tecrübesine dayanarak nasıl sonuç alınır, kesin sonuca nasıl gidilir sorularını kendi içinde yoğun bir biçimde tartışarak yeni bir atılım yapma göreviyle karşı karşıyadır.  Ancak bunun için, ulusal-toplumsal reflekslerin güçlü bir biçimde açığa çıkarılması gerekir. Eğer Türk devleti halkımızın siyasi iradesini, ulus olmaktan kaynaklı haklarını tanıyorsa, halkımız da, Türk devletini ve hükümeti tanıyabilir. Eğer devlet tanımıyorsa, halkımızın da, hiçbir biçimde tanımaması gerekir.  Şöyle bir düşünce, kavrayışın gelişmesi gerekir. Tersi durum, sömürgeci Türk devletinin Kürdistan’daki varlığını meşrulaştırmaktan öte bir anlam taşımayacaktır.

Son günlerde Cuma namazı ciddi bir biçimde tartışılıyor. Bu tartışmayı nasıl değerlendiriyorsunuz? 
 
- Herkes Müslüman olabilir,  kutsal İslam dininde samimi de olabilir,  Türk egemen sınıflarının ve devletinin İslam karşısında samimiyeti tarih boyunca her zaman kuşkulu ve tartışmalı olmuştur.  Her zaman İslam dinini kendi siyasi amaçları için kullanmışlardır. Esas dinleri Türk milliyetçiliğidir ve devlettir. Bu hiç kuşkusuz yoksul emekçi kesimler için geçerli değildir. Bu durum, Türk egemenlerinin İslam’ı ilk kabul etme sürecine kadar gider. Bu gerçekliği 1900’lu yılların başlarında ittihatçı liderlikler için de belirtebiliriz.   Geçen yüzyılın başlarındaki ittihatçı politikanın özü şudur: “derin çekirdeğinde Türkçülük, etrafında İslamcılık” .  Dolayısıyla başta Kürt halkı olmak üzere, diğer tüm halkları ya Türk ulus devleti içinde asimilasyon politikalarıyla eritmek-bitirmek ya da sürerek topraklarından kopararak bitirmektir. İşin esası halkları Türk ulus devleti içinde eritmek, bunun için halkları adeta Türk ulus devleti için hammadde olarak kullanmaktır. İslam ise, işin örtüsü, halkları aldatmanın maskesi olmaktadır. Bu birçok tarihi belgede de mevcuttur.  Nitekim Türk devletinin oluşturduğu Diyanet Kurumu aslında dini Türk ulus devletinin hizmetine koyma kurumu olduğu çok açıktır. Özgürlük mücadelemiz karşısında Diyanet Kurumu tam bir özel savaş kurumu gibi çalıştığı bilinmektedir. Bugün de irşat adı altında Kürdistan’a yapılan imam tayinleri de bunu fazlasıyla ortaya koymaktadır. Şimdi bir itiraf biçiminde açığa çıkan,  Türk diyanet başkanlığına bağlı imamların görevine başlarken  "Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına, Atatürk İnkılâp ve İlkelerine, Anayasa'da ifadesi bulunan Türk Milliyetçiliğine sadakatle bağlı kalacağım” biçimindeki yemin, bu durumun Türk egemenlerinde adeta genetik olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır.  Ama bu gerçeklik ısrarla gizleniyordu. Bu gerçekliği açığa çıkaran şüphesiz Kürdistan halkının özgürlük mücadelesidir.  AKP hükümetinin bu durumu yeni fark etmesi mümkün mü? AKP taraftarı basının yeni fark etmiş olması kabul edilebilir bir gerçeklik mi? Bunun böyle olmadığı çok açık.  Ama Tayyip Erdoğan, halkımızın çok sınırlı bir biçimde böyle bir diyanetin imamlarının arkasında secde etmemesine çok öfkelenmiş bulunmaktadır. Bunu tehlikeli bulmaktadır.  Tehlike AKP’nin oyunlarının bozulmasıdır.
 Özellikle Tayyip Erdoğan’ın, halkımızın büyük bir değer verip, kutsal gördüğü İslam dininin AKP’nin elinde bir siyasi araca dönüştüğü gerçeğini görerek, kendi ibadetini özgürce ve kendi gerçeğine dayanarak yapması AKP’ye siyasal olarak indirilmiş bir darbe olduğu kadar bundan daha önemlisi onun ideolojik, psikolojik gerçeğini de açığa çıkarmış ve İslam konusunda ki sahteliğini de ortaya çıkarmıştır. Devletin kontrolünde yapılmayan, sömürgecilik kurumlarının emir ve talimatlarıyla yapılmayan, halkın kendi kendisine yaptığı her şeye nasıl bir düşmanlık içerisinde olduğu gerçeği de iyice ortaya çıkmıştır. Halkımızın kutsal İslam dinini, Selçuklulardan bu yana sadece ve sadece yayılma ve egemenlik kurma aracı haline getiren Türk zihniyetinden İslam’ı öğrenme veya arkalarında namaz kılmaya hiçbir ihtiyaçları yoktur. Bu nedenle de Kürt halkının kendi cemaatini oluşturmaktan daha doğal bir şey olabilir mi?

AKP hükümetinin son dönemlerde hem gerillaya yönelik başlattığı imha operasyonları hem de şehirlerde milyonlarca Kürdün çözüm noktasında gösterdiği iradeye polis terörüyle karşılık vermesi ne anlama gelmektedir?
 
- AKP hükümeti devleti kendisine göre şekillendirmiş, yapılandırmış bir hükümettir. Yapılandırma esası ise kesinlikle Kürt halkının varlığını, siyasi iradesini, haklarını ve özgürlüğünü tanıyan bir yapılanma değil, tam tersine Kürt halkını tarihten silmek üzere oluşturulmuş Türk ulus-devletini yeni koşullara göre uyarlamayı hedeflemektedir. AKP hükümetinin yeni dönem politikası ise özetle şudur; bir taraftan siyasi soykırım operasyonlarıyla siyasi alanı zayıflatmak, işlemez duruma getirmek ve yaratmak istediği işbirlikçi Kürde zemin açmak.  Gerillaya dönük askeri operasyonlarla da Kürdistan ve Kürt halkı savunmasız, her türlü politika ve sömürüye açık hale getirilmek istenmektedir. AKP hükümetinin uyguladığı diğer bir politika ise  “Taviz Politikası”dır. Kürt halkını, en azından bir kısmını yanına çekmek, parçalamak için TRT-6 vb uygulamalarla halkı aldatma politikasını yürütmektedir. Esas olarak AKP hükümeti Kürt halkının varlığını ve haklarını tanımadığından ve tanımak istemediğinden dolayı böyle bir politikaya yönelmektedir.
AKP hükümeti - AKP devleti demek belki daha doğrudur – özellikle 15 Şubat uluslar arası komplonun yıldönümünde, halkımızın gerçekleştirdiği eylemlere dönük yoğun bir baskı ve tutuklama süreci başlatmıştır. Bu durum bugüne kadar da hızından hiç bir şey yitirmeksizin devam etmektedir. AKP hükümeti bununla seçime kadar Kürt halkını örgütlü gücünü ve iradeli davranma durumunu zayıflatmayı amaçlamaktadır. Böylelikle seçimde daha zayıf bir sonuç almasın istemektedir. İkinci neden ise; Kürt halkının artık ulaşmış olduğu ulusal ve toplumsal bilinci nedeniyle Türk sömürgeciliği sistemi içinde statüsüz yaşamak istememektedir. Bu konuda kesin bir kararlılığa ulaşmış bulunmaktadır. Bunun içinde anayasayı boykot sürecinde de görüldüğü gibi esas olarak Kürt halkını yok sayan anayasayı ret etmiştir. Dolayısıyla referandumdan bu yana kendisini, özgür iradesini tanımayan AKP sistemini de ret etmektedir. Demokratik özerklik konusundaki Önderlik ve hareketimizin açıklamalarını büyük bir kitlesellik ve coşkuyla karşılayıp kutlaması da halkımızın sadece tepkiyle ve kabaca Türk sömürgeci sistemini ret etmediği, bununla birlikte kendi alternatif sistemini de çok somut olarak ortaya koymuştur. AKP hükümetinin en büyük korkusu odur ki Kürt halkı AKP hükümetinin hiçbir uygulamasını kabul etmemiş ve onu aldatmaya dönük taviz politikasını da deşifre etmiş ve boşa çıkarmıştır. O zaman sorun gelip şuraya dayanmıştır; ya AKP hükümeti Kürt halkını, Önderliğiyle, savunma gücüyle, siyasal iradesiyle, kültürel, ekonomik, hukuki vb. temel konularda gerçekliğini kabul edecek, bunu uygun bir biçimde anayasal güvenceye kavuşturacak, anayasal çözüme gidecek ya da Kürt halkı kendisine dayatılan kölece statüye hayır diyerek kendi sistemini somut yaşam içerisinde inşa edip, örgütleyecektir. Bu ise ucu kopuşa açık bir süreci de beraberinde getirebilir. Özellikle Ortadoğu’daki halk hareketlerinin de yaratmış olduğu atmosferi de arkalayarak halkımızın da Türk sömürgeci sistemini çok kısa bir süre içerisinde yerle bir edeceği korkusunu yaşamaktadır. Tüm zalimane saldırıların kaynağında bu gerçeklik vardır. Özellikle Kürdistan halkının yılbaşından bu yana neredeyse aralıksız bir biçimde geliştirdiği serhıldanların 8 Mart ve Newroz, kahramanlık haftasıyla ulaştığı düzey ve bu düzeyin özgürlük alanlarında sürüyor olması ve en son 4 Nisan Önder APO’nun doğum günü vesilesiyle yakalanan kitlesel düzey ve ruh AKP hükümetini ciddi bir biçimde korkutmaktadır.
Açıkça şunu söylemek gerekiyor; artık sömürgeci sistem ve onun AKP versiyonu karaya oturmuştur. Klasik inkâr-imhacı Kemalist ideoloji-politikanın iflasının ilanından sonra, can simidi gibi sarılınan AKP’nin Türk-İslam sentezine dayanan politikasının da ruhuna Fatiha okunmuştur. Yalancının mumunun yanma süresinin sonuna gelinmiştir.  Son süreçte,  kendilerini, milletvekilliği ve ekonomik rant karşılığında satışa sunan sınırlı işbirlikçi-hain kesimler dışında kimsenin kabulü yoktur. AKP hükümeti, yeni sömürgeci sistemini işbirlikçi Kürt yaratma siyaseti de son süreçte Kürdistani partiler arasında başlayan görüşme ve diyaloglarda bu politikanın tutmadığını göstermiştir.
Şu netleşmiştir; Kürdistan halkı tüm askeri- siyasi operasyonlara, iki bini aşkın tutukluya rağmen artan bir bilinçlenme ve örgütlenmeyle artık sömürgeci sistemi kendi topraklarında görmek istemiyor ve kabul etmiyor. Statüsüz yaşamak istemiyor.  AKP hükümeti de bu gerçeği gördüğü için en son basında “nedenlerini ortadan kaldırma” adı altında bir stratejiyle hareketimizi tasfiye ve zayıflatma, halkımızı ise parçalama ve örgütsüzleştirme savaşını sürdürmektedir. 

PKK’ye eylemsizlik çağrısında bulunan çevrelerin, AKP hükümetinin bilgisi dâhilinde Türk ordusu tarafından başlatılan operasyonlarda Şırnak, Bingöl ve en son Hatay-Hassa’da 7 HPG gerillasının katledilmesine hiçbir tepki göstermemeleri, AKP’nin Kürtlere karşı başlattığı topyekun imha politikasına karşı sessiz kalışları neyle ifade edilebilir?
 
- Bilindiği gibi hareketimiz 13 Ağustostan 1 Mart 2011 tarihine kadar esas olarak tek taraflı bir biçimde ateşkes konumunda bulundu. Yoğun tutuklamalara rağmen ve yine belli aralıklarla sürdürülen operasyonlara rağmen ateşkes konumunu korumuştur. 1 Mart’tan itibaren ise AKP’nin tek taraflı olarak ateşkesi anlamsız kıldığını, hiçbir güce saldırı halinde olmayacağımızı, ancak saldırılar karşısında da kendimizi koruyacağımızı, tüm bunlarla birlikte esas olarak AKP hükümetinin 8 Mart ve Newroz’a yaklaşımına bakarak bir değerlendirmeye ulaşacağımızı belirttik. Fakat AKP hükümeti hem 8 Mart’a hem Newroz’a saldırmıştır. En barışçıl eylemlerine dahi polis tonlarca gaz kullanarak halkımızı korkutmak ve sindirmek istemiştir. Özellikle barış çadırlarına dönük saldırıları kendisine insanım diyen hiç kimsenin kabul etmeyeceği bir vahşilikte gerçekleşmiştir. Buna rağmen hiçbir gerilla birimimiz eylem konumunda olmamıştır. Fakat Newroz öncesi Şırnak’ta, sonra Bingöl’de ve en sonda da Amanos’larda da görüldüğü gibi saldıran taraf AKP’nin komutası altındaki Türk ordusudur. Bu saldırılarda 13 arkadaşımızın şehit düşmesine rağmen bugüne kadar bize ateşkes çağrısı yapan, “kan dökülmesin” çağrısı yapan kesimlerden ve güçlerden en ufak bir protesto, tepki gelişmemiştir. AKP hükümetine ve Türk devletine operasyonları durdurma çağrısı yapılmamıştır.
Biz bu durumdan şunu anlıyoruz; demek ki AKP devletini, ordusunu, polisinin hareketimize ve halkımıza saldırması, katletmesi, tutuklaması, yasal, haklı görülmektedir. Çok haksız ve adaletsiz bir biçimde yine hareketimiz suçlanmaktadır. Açıkça biz Türk devletinin, AKP hükümetinin Kürdistan’da yürüttüğü dinsel sömürüye dayalı sömürgeci sistemin devam etmesinden yanayız demek istemektedirler. Bu düşünce bazı çok sınırlı işbirlikçi- hain Kürt kesimlerinde olduğu gibi yoğun bir biçimde Türk devletinin ve AKP’nin arkasında duran kesimlerde de vardır.
Türk sömürgeciliğinin kuzey Kürdistan’daki varlığı insan hakları evrensel beyannamesine ve hukuka göre yasadışı ve suçtur. Asimilasyon eğer bir insanlık suçuysa, Türk sömürgeci sistemi oluşumuyla birlikte bu halka karşı suç işlemiştir ve bu suç konumu hala devam etmektedir. Sanıyorum yeterince tarih bilinci, toplum bilinci ve sömürgeci sistemin etkisinden, ideolojik yapılanmasından kendisini kurtaramayan kesimlerde de böyle bir anlayış vardır. Kürdistan’daki operasyonlar sonucu yaşanan can kayıpları karşısındaki sessizliğin anlamı budur. Ancak işbirlikçiler ve Türk sömürgeciliğinin Kürdistan’da yarattığı sistemden nemalanan, kan emici kesimler sessiz kalabilir, görmezden gelebilir, fakat herkes halkımızın bu yiğit evlatlarını yüreklerine basarken arş-ı alaya yükselen intikam çığlıklarını da görmezden, duymazdan gelemezler. Görmezden, duymazdan gelmeleri sadece olsa olsa büyük bir vicdansızlık, ahlaksızlıktır. 

Türk hükümetinin başbakanı Tayip Erdoğan, Irak, Güney Kürdistan ziyaretinden hemen sonra İngiltere’ye de bir ziyaret gerçekleştirdi. Bu ziyaretlerin amacı nedir?
 
-AKP hükümetinin oyalama, aldatma politikası dibe vurmuştur. Maske düşmüş açılım vb şeylerin nasıl bir safsatadan ibaret olduğu halkımızın ezici çoğunluğu tarafından görülmüştür. Bu nedenle AKP artık oyalayacak, beklentiye sokacak konumunu yitirdiği için saldırmaktan başka yapacağı hiçbir şey yoktur. Suçüstü yakalanan hırsız ve katilin ev sahibine saldırmasını ifade ediyor. Çünkü katil açığa çıkmıştır. Halkımız katilin yakasını iki eliyle, hem de sımsıkı yakalamıştır. Saldırmasının temelinde bu vardır. Gerek güney Kürdistan, gerekse İngiltere gezisinin temelinde de bu gerçeklik vardır. Her iki gezinin farklı yönleri olmakla birlikte, hareketimize karşı bir cephe kurma arayışı olduğu muhakkak.  Güney Kürdistan’daki gezisiyle esas olarak Güney Kürdistan hükümetinin üzerinde baskı kurarak, hareketimize karşı çıkararak ve yine seçimler üzerinde etki yaratma amaçlıdır. Ancak bu siyasetin ve amacın tutmayacağı çok açıktır.
Özellikle Libya’nın işgali konusunda “Haçlı Ordusu”na bu kadar iştahla katılması tümüyle kuzey Kürdistan’daki hareketi tasfiyede uluslar arası güçleri ve NATO’yu ortak etme siyasetinden başka bir şey değildir. AKP şunu demeye getiriyor; “ben sizinle birlikte haçlı seferine katılırım ama sizde benim özgür iradeli Kürdü ezmeme yardımcı olun. Yapacağım her saldırıda arkamda olun ya da basın vb kurumlarınızı sessizleştirin” demektedir. Esas olarak amaç bölgesel ve uluslar arası güçleri bir kez daha hareketimiz karşısında devreye koymak ve bunun içine Güney hükümetini de çekmek istemektedir. Fakat oluşan Kürt kamuoyu ve Kürtler arasında gelişen siyasal, toplumsal ve ulusal ilişkiler, iletişim vb. bu politikanın da tutmayacağı açıktır. Zaten uluslar arası güçler her zaman tüm güçleriyle hareketimizin tasfiyesinde rol sahibi olmuşlardır.  Kürdistan’ın dört parçaya bölünmesi ve Kürt halkının statüsüzlüğe mahkûm edilmesi Lozan anlaşmasıyla olmuştur, Lozan anlaşmasının da uluslar arası sermaye güçlerinin uzlaşmasıyla olduğu açıktır. Bundan sonra uluslar arası sermaye güçlerinin bu yönde izleyecekleri politikanın da tutmayacağı ve sonuç almayacağı mücadelemizin kanıtladığı bir gerçekliktir.  Çünkü Lozan Kürdistan halkının Öndersiz, örgütsüz, stratejisiz ve birlikten yoksun olduğu en zayıf bir döneminde gerçekleşmişti. Ancak şimdi durum çok daha farklıdır. Kürt halkı Lozan’a zemin olan zafiyetlerinden büyük ölçüde kurtulmuş, kimi yetersizliklerini de aşma yol-yöntemlerini geliştirmiştir. 

Suriye’de başlayan gösteriler ardından MİT Müsteşarının Suriye’ye gidişi sonrasında Türk dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Beşar Esad ile görüşmesi, Tayip Erdoğan’ın “gerekirse Suriye’ye müdahale ederiz” söylemleriyle Güneybatı Kürdistan’da PYD’yi devre dışı bırakmak için yapılan görüşme ve ittifaklar konusunda neler söyleyebilirsiniz?
 
-Ortadoğu yeniden biçimleniyor. Her ne kadar Libya’ya yönelik işgal ve saldırıya gerekçe olarak Muammer Kaddafi’nin bazı şehirlere yönelik yaptığı bombardımanlar gösterilmeye çalışılıyorsa da esas olarak halk hareketlerinin önünü almak, özgürce ve kendi mecrasında gelişmesini engellemek ve saptırmaktan başka bir şey değildir. Amaç, bölgedeki halk hareketlerini kontrol altına alıp, oluşturmaya çalıştıkları yeni statüde bu hareketleri kullanmaktır. Suriye’de de Türk devletinin sürece müdahil olması, Beşar Esad yönetimiyle bu süreçte gerçekleşen diplomasi trafiği de aynı zihniyetin ve politikanın devamıdır. Birde Suriye’de tabi ki küçümsenmeyecek bir nüfusa sahip, 4 milyon civarında Kürt halkının, hem de önemli bir kesiminin örgütlü ve duyarlı olması, kendi taleplerini formüle edip arkasında durabilecek iradeyi göstermeleri gerçeği vardır. Türk devletinin Suriye’deki halk hareketi karşısında adeta yanıp tutuşmasının nedeni budur. Kürtlerin statü kazanmasına dönük her türlü gelişmeyi engellemeye dönük bir girişimdir bu. Bu durum Tayyip Erdoğan’ın” inkâr siyasetine son veriyoruz” sözünün de ne kadar yalan ve ikiyüzlüce olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü AKP’nin tüm amacı Kürtlerin bölgede statü kazanmasının önüne geçmektir. Ancak hem örgütlü Kürt halk dinamiği hem de Arap halkını kuşatan isyan ruhu AKP’nin etkili olmasını engelleyecektir. Belki ABD ve Avrupa’nın, özelliklede İngiltere’nin teşvik ve desteğiyle Türk devleti yer yer etkili de olabilir ancak stratejik olarak bir belirleyicilikten söz edilemez. Özelikle Kuzey Kürdistan’da yürütmüş olduğu inkâr siyaseti ve yukarıda izah ettiğimiz pratiği AKP’nin gerçek yüzünün bölge halkları tarafından anlaşılmasını beraberinde getireceği gibi model ülke konumunun üstünü da çizecek, tartışılır kılacaktır. Beşar Esad yönetiminin Kürt halkının haklarını tanıması hem Suriye’yi demokratikleştirir hem de bölgede hatırı sayılır bir güç haline getirir. Aksi taktirde kaybetmekten kendisini kurtaramaz.
Güneybatı Kürdistan’daki halkımız da, kendi halk olmaktan kaynaklı haklarını bir deklarasyonla açıkladı ve bunun için de, demokratik eylemliliklerini sürdürmeye başlamıştır.  Alandaki tüm Kürt siyasi oluşumların da ortak bir platform oluşturmaları da bu dönemde önem kazanmaktadır. Hem platform oluşturmalı hem de, Ulasal-demokratik-kültürel taleplerini ortaklaştırarak, kararlılıkla savunmalıdırlar.

(*)Bu röportaj Lekolin sitesinden alınmıştır