10 Nisan 2010 Cumartesi

Oryantalizm ve Postkolonizasyon -2

Tarihsel süreç içerisinde tüm egemen sınıflar kendi çıkarlarını geniş kitlelerin çıkarı gibi sunmak ve söz konusu çıkarlar etrafında örgütlemek için

Tarihsel ve İdeolojik Gelişimi
Tarihsel süreç içerisinde tüm egemen sınıflar kendi çıkarlarını geniş kitlelerin çıkarı gibi sunmak ve söz konusu çıkarlar etrafında örgütlemek için bir takım ideolojilere başvurmaktan geri durmamışlardır. Toplumların yapay, kültürel temellerde bölünerek toplumsal çelişkilerin ve maddi sınıfsal çıkarların üzerinin, farklı medeniyetlerin çatışması biçiminde gösterilmesi yöntem olarak hiçte yeni bir şey değildir. Tarih, Hıristiyanlık ya da İslam adına yapılan, ama gerçekte egemen güçlerin çatışmasından başka bir şey olmayan nice savaşlara tanıklık etmiştir.  Doğu ile Batı uygarlıklarının dinler üzerinden karşı karşıya gelmesi biçiminde sunulan haçlı seferleri bunun çarpıcı bir örneğidir. Oysa bu savaşlar, dinler ya da uygarlıklar arası bir savaş değil, dönemin egemen güçlerinin ticaret tollarını ele geçirmek için başlattıkları iktidarlaşma ve hegamonik güç savaşlarıydı.
“Avrupa’da kapitalizmin doğuşunda Ortadoğu’nun belirleyici katkısı Hıristiyanlıkla bağlantılıdır. Ortadoğu’nun 10.yüzyıla kadar Avrupa’nın ahlakını belirlemeyi tamamladığı, feodal Avrupa’nın doğuşunda temel rol oynadığı( hem siyasi hem dini), haçlı savaşlarıyla bir kez daha Ortadoğu’nun Avrupa’ya taşındığını belirtmek gerekir. Tüm bu hususlar olmazsa olmaz belirleyici özelliklerdir.” (A.ÖCALAN) 
     Haçlı seferleri sonrasında Batılı güçlerin Doğu’ya olan ilgisi daha da artmıştır. Bilginin başlıca nedeni: birincisi, haçlı seferleri beraberinde ticari ilişkileri de geliştirmiş, Venedik, Cenova ve Fransa’nın liman kentleri ile Mısır, Suriye ve tüm Doğu dünyasına uzanan bir ticaret ağı kurulmuştur. Dolayısıyla Doğu ticari çıkarlar açısından önem kazanmıştır. İkincisi, feodal beylikler çözülüp yerlerine merkezi krallıklar kurulmaya başlarken, ticaretle birlikte yeni bir sınıf, burjuvazi de gelişmeye başlamıştır. Bu gelişmelerin etkisiyle 1312’de Viyana’da toplanan Kiliseler Şurası Paris, Oxford, Bologna, Avignon ve Salamanca üniversitelerinde Şark kültürünün araştırılması ve dillerinin öğrenilmesi için kürsüler kurulması kararı alınmıştır. Böylece Batı’da Şarkın incelenmesi akademik meslek düzeyine yükselecek ve bir Doğu bilimi dalı doğacaktır.
   “Avrupa sosyal bilimcileri boşuna Doğu’nun takibine çıkmamıştır. Ama ellerindeki Oryantalizm, gerçeği anlatmaktan çok uzaktır. Bu çabaları ön sömürgeci niyetler taşısa bile, asıl amacın bu olmadığını,  Avrupa’nın uygarlaşma öyküsünü anlamak olduğunu belirtmek daha doğru bir ifade olacaktır. Çünkü Avrupa’yı çelişki, sorun ve savaşlarıyla anlamanın yolu özellikle Yakındoğu’yu çözmekten geçer.” (A.ÖCALAN)
     Hindistan, Çin ve Ortadoğu’nun bir bölümünün sömürgeleştirilmesiyle birlikte doğu’ya ilgi daha da artacaktır. 1798’de Mısır seferine çıkan Napolyon Bonaparte’ın gemisinde bir Şark uzmanı ekibi de yer almıştır. 1800’lü yılların ilk yarısından başlayarak Amerika ve Avrupa’da pek çok Şark Derneği kurulmuştur. Akademilerin yanı sıra bu dernekler de araştırmalar yaparak konferanslar düzenliyorlardı. Yayınlanan kitaplarda ve konferanslarda aşağılayıcı nitelemelerde bulunuyorlardı. Şakın bilim adamı çıkartamayacağı, düşüncelerinin sınırlı olduğu, kendi kendilerini yönetemeyeceklerini, uygarlaştırılmaları gerektiği fikrini inceltilmiş yöntemler kullanarak kanıtlamaya çalışıyorlardı. Neredeyse tüm burjuva aydınlar bu ırkçı koroya kaptırmışlardı kendilerini. Victor Hugo’dan, Flaubert’e kadar pek çok aydın, romanlarında Şarklıları küçümsüyor ve cinsellikten başka bir şey düşünmeyen şehvet düşkünü yaratıklar biçiminde betimliyorlardı. Batı gelişmiş üstün bir medeniyetin ve kültürün temsilcisiydi ve dünya Batı’nın üstünlüğünü ve egemenliğini kabul etmeliydi.
    Bu tarihsel gelişim sürecinde Şarkiyatçılık bir düşünce sistemi olarak doğmuş ve günümüze kadar gelmiştir. Batı için Şarklılar, sadece coğrafi koşullar gereği doğuda yaşayanlar’ demek değildir. 18. yy da Doğubilimi ya da Batı dillerindeki adıyla Oryantalizm, Doğu’yu aynı zamanda ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel, dinsel ve askeri yönleriyle de tanımlamıştır. Bu tanıma göre Doğu aynı zamanda İngiliz ve Fransız imparatorluklarının Ortadoğu’daki topraklarda edindikleri sömürgeler(ne yazık ki!) yönetilmesi gereken insan yığınlarıdır. Batılı egemen güçlerin sömürgeci emelleriyle doğrudan örtüşen bir şark imajı yaratılmıştır. Araştırmacıların büyük bir çoğunluğu Doğu’yu düşman olarak gösteriyor ve Doğu uygarlıklarının birikimini yok sayıyorlardı. Tarihsel gelişim çizgisinden kopartılmış, soyut ve Oryantalist uzmanların görüşleriyle yeniden yaratılmış bir Doğu söz konusudur. Çizilen tasvire göre Doğu kimi yönleriyle ilginç, egzotik, ama aynı zamanda barbar, kültürel olarak geri, cahil bir coğrafyadır. Hintliler, Çinliler ve Özellikle de şeytanın soyu olmakla suçlanan Müslümanlar aşağılanıyor, hor görülüyordu. Yayınlanan kitaplarda Doğu insanına dair bitmez tükenmez, akla hayale sığmaz aşağılayıcı öyküler anlatılıyordu. Batının, Doğu için uydurduğu genellemeler ilk önce sömürgeyi yönetme kademesinde başlamıştır. İktidarın en üst kademesinden başlayan ( daha önce ‘şark kendini temsil edebilseydi ederdi zaten’ cümlesiyle) ‘onlar hiçbir şeyden anlamazlar mantığı’ tüm pratiklere yansımıştır. Bağımlı ırklar kendileri için neyin hayırlı olduğunu bilme becerisine sahip değildir. Koşullar yöreden yöreye ufak farklılıklar gösterse de Şarklılar hemen hemen her yerde aynı biçimde çekilip, çevrilebilinirdi. Buna göre de, ne bir Arap’ın, ne Hintli’nin ne de bir Türk’ün Batılı gözünde farkı yoktur. Şark, Batı’nın belirlediği sıfatlara uyuyorsa Şarktır.
    Hem geleneksel Şarkiyatçılar hem de Kissinger, kültürler arasındaki farklılğı, önce bu kültürleri ayıran bir cephe yaratarak, ardından da Batı’yı öteki’ne hakim olmaya, onu denetim alanında tutmaya, olmazsa (üstün bilgisi, uzlaştırıcı gücü sayesinde) yönetmeye davet ederek açıklar. Bu militanca ayrımlamanın, hangi amaçlar adına, neler pahasına korunduğunu anımsatmak önemlidir. Bu yorumlarıyla, şarkiyatçılığın en nihayetinde gerçekliğin siyasal bir tasavvur olduğunu ve bu tasavvurun yapısı tanıdık ile yabancı arasındaki farkı daha da keskinleştiğini belirtmektedir. Öte yandan 19.yy’da bu ötekileştirme projesin Batının kendi için oluşturduğu imajda ayrıca incelemeye değerdir: ‘’ hiçbir şarklının bir batılıyı yaşlanıp bozulmuş haliyle görmesine izin verilmediği gibi, hiçbir Batılı da kendi görüntüsünün bağımlı ırkın gözlerinde dinç, akılcı ve her zaman tetikte olan genç bir Raca’dan farklı bir şey olarak yansıma olasılığına katlanmak zorunda kalmadı.Tüm bu analizlerin ışığında Şarkiyatçılığı ve Şarkı, Batı tarafından çeşitli nedenlerden ötürü sınıflandırılmış, kendisinden korkulan ama üzerine ahkam da kesilen, yönetilen-yönetilmesi gereken, yapay bir ötekilik hali olarak tanımlayabiliriz.
“Avrupa merkezli sosyal bilim egemenlik kokmaktadır. Ya egemen kılar yada egemenlik altına alır. Halbuki bize gerekli olan demokratik özne olmak ve adilce paylaşmaktır. Avrupa sosyal bilimi özünde liberalizmdir; bir ideolojidir. Ama bu gerçekliğini o denli görünmez kılmıştır ki, büyük muhalif eleştirmenler bile özümseme gücünü gösterebilmiştir. Anti-Avrupacılık da Avrupa merkezli düşüncenin bir parçasıdır. Avrupa’nın Doğu’da, Doğu’nun Avrupa’da olduğundan hareketle, hangi değerlerimizin evrensel olduğunu bilerek tutum geliştirilmelidir. Avrupa’nın birçok değeri öz değerlerimizin bugünüdür, geliştirilmiş halidir.”(A.ÖCALAN)
    Oryantalizm Batılı sömürgeci güçler için yol açıcı bir rol üstlenmiştir; araştırmalar yapılmış, Şark dilleri öğrenilmiş, sömürgeci güçler için sadece ideolojik argümanlar değil, stratejide üretilmiştir. Entelektüel dünya, sessizce yürütülen bir Batı ideolojisi olan Oryantalizmin bu kadar net tanımlanabilmesini bir anlamda 20.yy’ın en önemli araştırmacılarından olan Edward Said’e borçludur. Said, kitabında Batılı akademik dünyanın Ortadoğu’ya (çünkü doğudan anlaşılan kutsal topraklar ve Ortadoğu sömürgeleridir) ve islamiyet’e  bakışındaki ikiyüzlülüğü, edebi metinler üstünden giderek ortaya sermiş ve akademiye sıçrayan yazının nasıl sistematikleştirerek, düşünce ve yönetim felsefesine dönüştüğünü açıklamaya çalışmıştır. Kaman’ın yorumuyla Şark üstüne ‘bilgi’ edinme sürecinin, Şark üzerinde ‘iktidar’ kurma sürecine nasıl bağlandığını göstermiş ve ‘Oryantalizmin ipliğini pazara’ çıkarmıştır. Edward Said, Şarkiyatçılıkta iki yüzyılı aşkın detaylı bir metinler ve yazarlar dizini ortaya koyarak, Batının üstün medeniyet maskesi ardına saklanarak sürdürdüğü sömürgeciliğin en bilindik sembollerini gözler önüne sermiştir. Said’e göre, Şarkiyatçılık doğunun bizatihi kendisinden daha ziyade Batılı bilinci ile ilgili bir olgudur. Şarkiyatçılıkta, yani Batının Şarkı algılayışı noktasında ( dünyayı şekillendiren gücün politik-ekonomik çıkarlar olduğunu göz önüne alırsak) 21.yy’da da değişen hemen hemen hiçbir şeyin olmadığını görmek mümkündür.
     Said’e göre, Şarkiyatçılık, stratejisi gereği, Batılıya görece üstünlüğünü hiç yitirmeksizin Şarkla kurabileceği bir olanaklı ilişkiler dizisi sağlayan bu esnek konum üstünlüğüne dayanır hep. Başka türlü de olamazdı zaten, hele rönesans’ın sonlarından bugüne uzanan görülmedik Avrupa hükümranlığı döneminde. Bilim adamları, misyonerle, tüccarlar, askerler, Şarktan pek bir direniş görmeksizin Şarkta bulunma ya da Şarkı düşünme imkanına sahip oldukları için Şarktaydılar, Şarkı düşündüler. Ayrıca Şarka özgü şeylerin imgesel düzlemde incelenmesi, neredeyse sadece egemen Batılı bilincine dayanıyordu; bu bilincin karşı konulmaz merkezliğinden, önce Şarklının kim ya da ne  olduğuna dair genel düşüncelere göre, ardından da salt ampirik gerçeklikçe değil, bir arzu, baskı, yatırım, yansıtma öbeğince de yönlendirilen ayrıntılı bir mantığa göre, Şark dünyası doğdu.
    Said, kimi zaman eleştirel duruşunu muhalif diye tanımlar. Bu, emperyal güce ve bilgiye karşı açık bir saldırı duruşudur. Fakat daha sık olan kendisini olumlu şekilde bir hümanist diye nitelendirmesidir. Said’in hümanist bakış açıları, elbette hümanizmin radikal bir eleştirmeni olan Foucalt’dan türetilen yöntem kullanımlarıyla harmanlanamaz. Said, Foucault’nun analizini bir kültürel düzenin egzotik ‘ötekiler’le bağlantılı olarak dışsal bir şekilde nasıl tanımlandığını kapsayacak şekilde genişletmiştir. Emperyalist bir bağlamda tanımlamalar, tekrarlamalar ve tabi halkların ve mekanların metinselleştir(il)meleri, ‘içsel’ temsiller ( örneğin on dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sındaki suçlu sınıflar) ile aynı kurucu rolü oynar ve aynı sonuçlara sahiptir. Hem fiziki hem de ideolojik anlamda disiplin ve mahkumiyettir. Dolayısıyla ‘Doğu’ Said’in analizinde, sadece Batı için var olur. Oryantalizm’deki görevi söylemi parçalamak, baskıcı sistemi ifşa etmek, alınmış fikirlerden ve durağan imgelerden ‘arşivi temizlemektir.
    Said genel olarak ‘muhalif’ kültür eleştirmeni duruşun ötesinde, kısaca ele alınmayı gerektiren başka foucaultcu yaklaşımlardan da yararlanır. En önemlisi Nietzsche’nin soy kütüğü adını verdiği eleştirel geriye bakış yaklaşımıdır. Oryantalizm alanı, soy kütüğü bakımından iki şekilde dağıtılmıştır: eşzamanlı ( Doğu’nun tüm Batılı metin versiyonlarını birlikli bir sistem halinde oluşturur) ve artzamanlı olarak ( aeskylos’tan Renan’a ve modern siyasi sosyolojiye ve alan çalışmalarına dek uzanan Doğu hakkında tekil bir ifadeler silsilesi oluşturulur). Tüm soy kütükleri gibi Said’inki de açıklamak ve etkilemek için oluşturulan bugüne yaklaştıkça daha da özgül hale gelir. Dolayısıyla izahatın büyük bir kısmı, oryantalizmin on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın başındaki en parlak dönemini anlatır. Bunun peşinden Ortadoğu’nun bugünkü durumundan klasik geleneğe göndermede bulunarak anlamlar yaratma girişimi gelir.
    Said’in genel argümanı tözel bir Doğu mefhumunun altını oymaktan ziyade ‘Batı’yı sorunsallaştırmak gibi bir etkiye sahiptir. Bugün ‘Doğu’ hakkında konuşmak bir zamanlar olduğundan daha az yaygındır ama hala ‘Batı’ya Batı kültürüne gelişigüzel göndermelerde bulunabiliyoruz. Said , oryantalizmin parçası olduğu Batı kültürünü resmettiği kadar, onların varsayımlarını da paylaşır. Bu şekilde görüldüğünde, Batı düzeni emperyal, karşılıksız, saldırgan ve potansiyel olarak hegemonyacıdır. Bugün Batı’dan bahsettiğimizde genellikle ayrık bir coğrafi ya da kültürel merkezden karmaşık yollarla yayılan teknolojik, ekonomik, siyasi bir güce işaret ediyoruz. Bu güç, eğer tekil olarak bahsedilebilirse, çeşitli merkezlerden çok çeşitli biçimlerde yayılmaktadır. Bugün Japonya, Avustralya, Sovyetler birliği ve Çin de buna dahildir. Bu değişiklik süreçlerinin küresel kültürel türdeşleşme ya da yeni bir çeşitlilik düzeniyle sonuçlanıp sonuçlanmayacağını söylemek için henüz çok erken. Yeni, eskiye nazaran her zaman monolitik gözükebilir. Şimdilik tüm karşıtlaştırıcı kavramlara şüpheyle yaklaşılmak zorundadır. Bu ister Batılı-geri kalanlar(üçüncü dünya) bölünmesi, ister gelişmiş-azgelişmiş, ister modern-modenrlik-öncesi vs. şeklinde olsun. Said’in Oryantalizm adını verdiği söylem eleştirisi tam da bu nokta da büyük öneme sahiptir.
    Evrensel değerler genellikle iki temelden birine dayanılarak, doğruluğu öne sürülür. Ya bize birileri bildirir veya bir şeyler aracılığıyla bildirilir- bir peygamber, peygamberlik kabilinden yazılar ya da bir tür peygamber veya peygamber kabilinden yazıların yetkisi ile meşrulaşma iddiası olan kurumlar- ya da müstesna insanlar veya insan gruplarının engin kavrayışlarıyla ‘doğal’ olarak ‘keşfedilir’. Açığa çıkan gerçeklerin dinlerle ve doğal hukuk doktrinlerinin ahlaki veya siyasi felsefelerle ilişkilerini kurarız. Her iki çeşitteki zorluklar da belirgindir. Evrensel değerlerin her tikel tanımına karşı koyan iyi bilinen iddialar ortaya çıkar. Birçok bin ve bir dizi dini otorite vardır. Onların evrenselcilikleri her zaman birbiriyle uyuşmaz. Ve birbirleriyle durmadan kavga hali içinde olan birçok doğal yasa versiyonu vardır. Evrensellerle-tikeller arasındaki ilişki ve Oryantalist olmamanın yolları üzerine ne söylenebilir? Zira, Oryantalizmin dört bir yanımızı sarıp sarmalayan çok sayıda görünümü bulunmaktadır. Avrupa-merkezci evrenselcilikler tarafından çileden çıkarılan insanlar, hiyerarşiyi tepetaklak etmeyi genellikle cezp edici bulurlar ve bunu iki yoldan yaparlar.
   “Realist bir değerlendirme yaklaşımı açısından giriş yapmak daha faydalıdır. Gerçekten bir modern dünya-sistemi vardır ve geçmişteki tüm örneklerinden hakikaten farklıdır. Bu sistem Avrupa’nın ve Amerika’nın on altıncı yüzyılda ortaya çıkarmış olduğu bir kapitalist dünya ekonomisidir. Ve bir kere kendini sağlamlaştırmayı başardığında, kendi iç mantığına ve yapısal ihtiyaçlarına göre hareket etmiştir. Bunu yapmak için askeri ve teknolojik yeterliliğini geliştirmiş ve böylece on dokuzuncu yüzyıldan evvel bütün dünyayı kapsamayı başarıncaya kadar, sırasıyla dünyanın her bir parçasını kendine eklemleyebilmiştir. Ayrıca bu dünya-sistemi, önceki dünya-sistemlerinden oldukça farklı işlemiştir.” (IMMANUEL WALLERSTEIN)    
Kapitalist dünya-ekonomisinin belirliliklerinden birisi, bu sayede işleme kapasitesini sürdürmede anahtar bir öğe olarak kullandığı temel bir epistemoloji geliştirmek olmuştur. Montesquieu’nun Acem Mektuplarında belittiği, Said’in Oryantalizm’de oldukça hiddetli saldırdığı bu epistemolojidir. İkili ayrılıkları ve özellikle de evrenselcilik ( ki baskın öğelerin kendinde vücut bulduğunu iddia ediyordu) ile tikelcilik ( ki bastırılan herkese aynı sıfatı atfediyordu) arasında yapılan ikili ayrılığın somutlaştıran bu modern dünya-sistemidir.
    Said, bizzat Foucault’un söylem kavramını ve onun iktidar yapılarıyla olan doğrudan ilişkisi ile bu yapılar üzerindeki yansımalarını aşikar bir şekilde kullandı. Oryantalizmin özcü söyleminin, hakkında yazılan bölgelerin gerçekliğinden ve özellikle de dünyanın güçlüleri tarafından kataloglanan ve üzerinde çalışılan madunların yaşadığı ve gördüğü gerçeklikten oldukça uzak olduğunu anlatıyordu. Aslında Said, bizlere bilgi çıtamızın  eşitsiz toplumsal ve siyasal kurumları oluşturan nedensel bir faktör olduğu için kelimelerin, kavramlar ve kavramsallaştırmaların tek başına bir nedensel faktör değil, ama nedensel faktörlerden bir tanesi olduğunu belirtiyordu. Bize büyük anlatıları reddetmememiz, tam tersine, onlara geri dönmemiz çağrısında bulunuyordu. Çünkü onlar sadece ‘muallakta asılı, ertelenmiş bulunan veya engellenen’ anlatılardı.
    Büyük anlatılara geri döndüğümüz zaman iki farklı sorunla yüz yüze kalırız. Bir tanesi, içinde yaşadığımız ve iktidarda olanların ortağı ve uygulayıcıları olduğu evrensel değerleri olan, dünya-sistemi olarak tanımlamış olan dünyaya bağlanmaktır. İkincisi, evrensel değerler adı verilen şeylerin olup olmadığına ve eğer varsa, onları hangi koşullar altında ve ne zaman bilebildiğimizi değerlendirmektir.    
    Bu yüzden Oryantalizmi dönemin koşulları bağlamına yerleştirmek zorundayız. Birincisi, 1945 sonrası dünya çapındaki ulusal kurtuluş hareketlerinin büyük başarısı ve ikincisi, dünyanın unutulmuş haklarının gerek dünya-sisteminin iktidar yapıları içinde gerekse de bilgi yapıları entelektüel analizleri içinde bulunan meşru yerleri konusundaki taleplerinin bir ifadesi olan 1968 dünya devrimidir.
    “Elli yılı aşkın tartışmanın sonuçları: dünya-sistemi içindeki iktidar dengesinin geçirdiği dönüşümler; modern dünya-sistemi tarihinin çoğu döneminde etkili olan ve hepimizin sahip olduğu bilişsel çatıda oldukça derinlikli biçimde bulunan ikili zıtlıkları besleyip baskın düşünme yollarının entelektüel meşrulaştırmasına hizmet eden evrenselciliğin basit kesinliklerine son verdi. Şimdiye kadar yapamadığımız şey ise, bizleri Oryantalist olmayan bir hale getirecek bir alternatif çatı üzerine her hangi bir konsensüse varamayışımız ve gerçekten her hangi bir taslağını çizemeyişimiz olmuştur. Özcesi, Oryantalist olmamak mümkün müdür?” ( IMMANUEL WALLERSTEIN ) 
Ali Rızgar

Türk-Rus Krizi “Karadullar”

Rus gizli servisi bu eylemci gurup hakkında bu kadar bilgiye sahip iken neden harekete geçmekte bu kadar geç kaldı veya neden harekete geçmedi?

Mart ayının son günlerinde Moskova metroları iki ayrı intihar saldırısı ile sarsıldı. istihbarat karargahının hemen yakınında bulunan metro istasyonu diğer bir istasyonla birlikte Kafkasya’nın “Karadulları”nın saldırısına uğradı. İntihar saldırılarında 39 kişi hayatını kaybederken yüzden fazla kişi de yaralandı. Saldırılardan kısa bir süre sonra 'Kafkas Emiri' olarak anılan Doku Umarov, Moskova'daki metro istasyonlarında düzenlenen intihar saldırılarının sorumluluğunu üstlendi. Umarov, Moskova metrosu saldırılarını şahsen emrettiğini ve Rusya'ya yönelik saldırıların devam edeceğini söyledi. İlk bakışta hemen her kesin tahmin ettiği gibi saldırıları çeçen direnişçiler gerçekleştirdi, ama asıl soru olayın ayrıntılarıyla ilgiliydi.

Rus ordusunun Çeçenistan da yürüttüğü operasyonlar sonucu direnişçi gurupların başka bir dış gücün maddi ve manevi desteği olmadan kendi alanlarında yürüttükleri gerilla savaşı dışında, benzer saldırıları yapabilecek militanlarını eğitmesi ve bunları yaşanan son olaylarda olduğu gibi bir eylem gücüne ulaştırması imkânsız olarak görüldüğünden olacak ki, olaya nasıl bakacağını bilenlerin, bu eylemcileri destekleyen dış güçlerin kimliği sorusu önemli sorulardan biri oldu.

Moskova Labirentleri
Görenler oradaki yoğunluğu ve karışıklığı tarif etmenin ne kadar zor olduğunu bilirler, görmeyenler için kısaca tarif etmeye çalışırsak; Moskova metroları kentin yerlilerinin bile gitmek istediği yer için hatlarını farklı renklerle gösteren özel haritaları kullanmak zorunda kaldığı bir yeraltı labirenti gibidir. Her biri mermer sütunlar, sembolik heykeller, mozaik tablolar veya modern tasarımlarla süslenen bu metrolar, esir alınmış Alman askerleri tarafından kol gücüyle kazılan tünellerdir. Bu metroda her gün milyonlarca insan yolculuk ediyor.

Saldırıların politik faillerine yönelik tartışmalarda örgütlerin yanı sıra bazı devletlerin ismi de geçiyor. Eylemlerin Rus güvenlik güçleri tarafından öldürülen Kafkasya savaşının ideolojik önderlerinden (Said Buryatski) Aleksandr Tixomirov’un intikamına yönelik olduğu yaygın bir kanat olarak öne çıkıyor. Dış istihbarat servislerinin destekleri sorgulanırken, Bu konuda Rusya’nın sabıkalılar listesinde sicili kabarık olanlar Türkiye ve Gürcistan’da yer alıyor.

Karadullar İntikam Örgütü
“Karadullar” Kafkasya’da İslami örgütleri adına intihar saldırıları düzenleyen kadınlara verilen isim. Aslında böyle bir örgüt yok ancak 1990’larda büyük kentlere yönelik intihar saldırılarında yer alan kadınlara bu isim takıldı. Bu kadınlara “Karadul” denmesi Rus-Çeçen savaşlarında babalarını, kocalarını yâda diğer aile fertlerini kaybettikleri için tepeden tırnağa kara giymelerinden kaynaklanıyor. ‘Karadullar’ son iki yılda bulundukları alanlarda önemli saldırılar gerçekleştirdiler. Yakın zamanda Kafkasya’daki eylemlerinin yanı sıra 2002’de Moskova operasında 800 kişinin rehin alınması ve 2004’te Beslan’daki okul eyleminde isimleri geçmişti.

Karadullar Türkiye’de Eğitildi
Saldırılardan kısa bir süre sonra eylemcilerin Türkiye de eğitim gördüğü Mart ayı başında İnguşetya'da Rus askerler tarafından öldürülen 'Buratyalı Said' takma isimli Aleksandr Tixomirov'un, öldürülmeden önceki itiraflarında Türkiye deki medreselere intihar komandosu olarak eğitilmesi için 30’dan fazla çeçen ve inguş kadın gönderdiğini söylemiş ve Rus istihbarat servisi bu kadınlardan 9’unun şimdiye kadar eylemlerde ve operasyonlarda öldürüldüğünü kabul etmişti.

Bu açıklamalardan, Rus gizli servisinin eğitim görmek için Türkiye ye giden 30 kadından haberdar olduğu ve bunlardan eğitimini bitirip geri dönenlerin sayısını ve yer aldıkları eylemleri bildikleri sonucu çıkmaktadır. Şimdi sorulması gereken soru, Rus gizli servisi bu eylemci gurup hakkında bu kadar bilgiye sahip iken neden harekete geçmekte bu kadar geç kaldı veya neden harekete geçmedi?

Türk-Rus Gizli Anlaşması sona mı erdi?
Bilindiği gibi geçtiğimiz yıllarda Rusya ve Türkiye devletleri arasında, Türkiye’deki Çeçen direnişçilerin ve özellikle üst düzey sorumlularının yakalanıp Rusya’ya teslim edilmesi konusunda gizli bir anlaşmaya varılmıştı. Bu doğrultuda bazı üst düzey çeçen direnişçileri yakalanıp Rus devletine teslim edildiler. Ayrıca Rus devletinin teslim almak istemediği bazı üst düzey direnişçilerde faili Rus istihbarat servisi olarak basın yayın organlarında ilan edilen bazı suikastlar sonucu öldürüldüler. Mevcut durumda görünen o ki bu anlaşmada ya bazı değişiklikler yaşanmış ya da taraflardan biri üzerine düşen sorumlulukları artık yerine getirmiyor.

Bu olayın bilinen yönlerinin elbette ki basına açıklanan kadarı olmadığı gibi önümüzdeki ay gerçekleşecek olan Rusya Devlet başkanı Medvedev’in Türkiye gezisi sonrası henüz bilinmeyen diğer kısımlarının da netleşeceği tahminini yapmak fazla zor değil.


Mehmet Şahin

Türk MİT’i ve İTLAAT’ın Güneydeki Kirli İttifakı

Türk ve İran devletleri Güney Kürdistan’da PKK karşıtı faaliyetlerde merkez rolü oynayacak bir oluşuma gitmek üzere kirli bir ittifak yaptıkları ortaya çıktı.

Hewler - Kürt özgürlük hareketine karşı geliştirilen gizli plan, komplo ve kirli ittifaklarına aralıksız devam eden Türk ve İran devletleri bu seferde Güney Kürdistan’da PKK karşıtı faaliyetlerde merkez rolü oynayacak bir oluşuma gitmek üzere kirli bir ittifak yaptıkları ortaya çıktı.

Güvenilir bir yerel kaynağın sitemize bildirdiği habere göre, İran’da, Türkiye’de ve sınır üzerinde birçok alanda Kürt Özgürlük Hareketine karşı sayısız gizli plan ve kirli ittifak yapan İran ve Türk devletleri bu sefer Güney Kürdistan’da Kürt Özgürlük Hareketinin bütün kadrolarını ve faaliyetlerini hedefleyen “Hizbi Herekeyi İslami” İslami Parti Hareketi ismi altında PKK karşıtı merkez oluşturma çalışmalarının sonuçlandığı ve önümüzdeki günlerde aktif faaliyetlerine başlayacağı belirtildi.

Türk ve İran devletleri adına bu oluşumun içinde MİT ve İTLAAT istihbarat servisleri yer alırken Güney Kürdistan’da bu oluşum içerisinde çalışma yürütecek olanlar ise daha önce çeşitli nedenlerle PKK saflarından kaçmış olan ihanetçilerden daha önce bu çerçevede anlaşma yapılmış olan bazıları olduğu bildirildi.

Yerel kaynağımızın aktardığı habere göre MİT ve İTLAAT istihbarat servisleri bu oluşumu eşgüdüm içerisinde yürütüyorlar. Planlanan faaliyetler için çok fazla maddi ve manevi kaynak ayrıldığı ve hiçbir masraftan kaçınılmadığı, ayrıca çalışmalara katılan ihanetçi kaçkınlara maddi imkânlar verilerek ikna edildiği belirtildi.

Goran Akreyi

30 yıllık sürgün türküsü:EMEKCI

Yeni_Özgür_Politika „Söylenmiş, söylenen ve söylenecek olan hiç bir ezgi 30 yıllık bir sürgünün gerekçesi olamaz...“
Ozan Emekçi, 30 yıllık sürgün yaşamının acısını sazına, sözüne ve sanatına yansıtıyor... Ozan Emekçi, „Tek suçum türkü söylemek. Oysa eserlerimi sayısız sanatçı seslendiriyor. Ancak ben ülkeme gidemiyorum. Çok sevdiğim yurdumdan, sevdiklerimden, dinleyicilerimden uzak kalmak çok zor geliyor. Türkü söyleyerek haksızlıkları dile getirmenin cefası bu kadar ağır olmamalı“ diyor.

Seslendirdiği türküler nedeniyle 12 Eylül döneminde 300 yıl hapis cezası istemi ile hakkında dava açılan Ozan Emekçi, Avrupa’da iltica etmesinin ardından 403 Sayılı Türk Vatandaşlık Kanunu’nun 25. Maddesi’ne göre vatandaşlıktan çıkarılmıştı. Emekçi’ye „Türkiye Cumhuriyeti’nin emniyetini ve umumi nizamını bozmak niyetiyle veya bozmak isteyenlere ve bozanlara iştirak veya yardım etmek maksadiyle geldikleri sezilenlerden olduğu“ gerekçesiyle de 5682 sayılı Pasaport Kanunu’nun 8’e 5 Maddesi’ne göre Türkiye’ye giriş yasağı konulmuştu.

Nisan 2007’de kendisinin ve dostlarının yoğun çabaları sonucu 8 günlük Türkiye’ye giriş izni alabilen Ozan Emekçi, Mersin’de bir konsere katılmış ve 30 bin dinleyici tarafından ayakta alkışlanmıştı. 30 yılık sürgün hayatı içersinde ise toplam 23 gün ülke sevgisini yaşayan Ozan Emekçi, Almanya’nın Aschaffenburg kentindeki sürgün hayatı devam ediyor. Önümüzdeki günlerde ‘Sürgünde 30 Yıl’ başlığı altında konser serisine hazırlanan Ozan Emekçi’yle sürgünler, dostluklar, hasret ve özlemler üzerine sohbet ettik.

‘Sürgünde 30 Yıl Konserleri’ şeklinde bir konser serisi düzenliyorsunuz. Bu konserler nerelerde ve hangi tarihlerde düzenleniyor?
İlk konserim, 11 Nisan’da Frankfurt-Höchst’te (Perişan Türkü Evi, Windhorststrasse 82- 65929) olacak. Ardından 17 Nisan’da Danimarka, 25 Nisan’da Berlin, 29 Mayıs’ta Londra ve 5 Haziran’da Viyana’da olacak. Sonbahar ile birlikte ise Fransa, İsviçre ve Yunanistan’da konser sunmayı düşünüyoruz. 30 yıllık sürgün duygularımızı dostlarımızla paylaşacağız.

Neden böyle bir konser serisine ihtiyaç duydunuz?
Doğrusu bu kararı ben vermedim. Bazı dostlarımın önerisi ile böyle bir proje gelişti. Bu benim sürgünde 30’uncu yılım olduğu gibi,12 Eylül Cuntası’nın da 30’uncu yılıdır. 12 Eylül 1980 insanlığın yargılandığı bir tarihtir. Sömürücü zalimler, 5 faşist generalin görünüşünde milyonların hayatını belirleme, ezme, imha etme, toplumu kendi kendisine karşı düşman etme cüretini göstererek insanlığa kan kusturdular. İyiye, doğruya ve güzele dair ne varsa yaktılar yıktılar. Bu faşist generaller hala ‘yargılanamaz’ statüsündeler. Bu etkinliklerde türkülerimizle generalleri ve sistemleri faşizmi yargılayacağız.

Konserlerinize sanatçı dostlarınız destek sunacak mı, varsa kimler?
Bu konuda bilgisi olan bütün sanatçı ve yazar dostlarım yanımda olduklarını bildirdi. Burada sizin aracılığınız ile hepsine gönülden teşekkür ediyorum.

Her etkinliğin yapılış döneminde burada kimler varsa, onları konuk edebiliriz. Gönüllü katılmak arzusunu bildiren birçok sanatçı dostlar oldu. Ülkeden gelip katılmak isteyen dostlar da oldu. Dostlarımın bu güzel dayanışma duyuları beni mutlu ediyor. Şu an hangi sanatçı dostumun hangi konserimde sahne alacağı yönünde kesin bir isimlendirme yapamam. Bu her konserin kendi çerçevesi içinde şekillenecektir. Konserlerde benimle ilgili, sanatım, düşüncelerim ve sürgün hayatım ile ilgili bir belgesel gösterilecek. Ayrıca 30’uncu yıl anısına çıkardığım bir şiir kitabını halkımıza sunacağız. Kitabın ismi ‘Ben Yanarım Sivas Yanar’ ve bu bugüne kadar halkıma sunduğum 4’üncü şiir kitabımdır. Biliyorsunuz, bundan önce ‘Özgürlük Mahkumları’, ‘Feryad û İsyan’ ve ‘Arzuhal’ isimli kitaplarım yayınlanmıştı.

Sürgün acısını ve sızısını biraz tarif edin desek...
İnsanın özleme duygusunu tam olarak anlatacak ve yansıtacak o kelime henüz hiçbir dilde keşfedilmedi. O kelime bulunursa onu ilk ben telaffuz etmeliyim. 30 yıl bir ömürdür. Bazen mutlu, bazen çoğunlukla ruhunuzun derinliklerinde kuluçkaya yatmış, tarifini yapmakta gerçekten zorlandığım huzursuzluklar toplamı. Bazen ağlarsınız iyi gelir. Ağlamanın en etkin ilaç olduğunu hasreti yaşayanlar çok iyi bilir. Çünkü orada hasta da sizsiniz doktor da. Hasretinize sarılırsınız. Üşürsünüz hasretiniz ile örtünürsünüz. Su içmek istersiniz hasret su olur. Hasret hal hatır sormaya bezer bazen. Bazen bütün ayrılıkların doğurduğu gürbüz bir çocuk gibidir. Bazen değerleriniz törpülenir, yeniden kazanma kavgasına girersirsiniz. Kaygılarınız hasmınız olur. Gün olur durulursunuz. Gün olur neme lazımcı, ama çoğunlukla kendinizi koparamazsınız gerçeğinizden. Ve bir bakarsınız ki 30 yıl geçmiş.

Su gibi bir solukta içilmiş. Türkiye’den çıkarken birisi bu gidiş en az 30 yıl sürecek ve adı ayrılığa dönüşecek deseydi düşünürdüm. Şarkı, türkü üretip icra ettiği için bir insanın üstüne bu kadar gelinmez. Söylenmiş, söylenen ve söylenecek olan hiç bir ezgi 30 yıllık bir sürgünün gerekçesi olamaz...

„Açılım, marşlarıma dayanamıyor“

Kısa bir süre içinde de olsa tekrar ülkenize gidebildiniz, bu siz de hangi duyguları ortaya çıkardı?
30 yılda ilki 27 yıl aradan sonra olmak üzere Türkiye’de toplam 23 gün kalmışım. Bunun 9 günü yollarda geçmiş. Geriye 14 gün kalıyor. 14 günü otuz yılı güne çevirerek bölün zalimliğin faturasını görürsünüz. Yaralanıp geri geliyorsunuz. Bu nedenle süreli izin kabul etmiyorum. Ya umudumuz kesilmeli ya da yasak tamamen kaldırılmalı... ‘Açılım’ marşlarıma dayanamıyor. ‘Açılım’ın açığa çıkan yanı çocukları cezaevlerini doldurması oldu. Açılıma bakın. Hiç kimseden merhamet dilenmiyorum. Onursuzca, biat ederek ülkeye dönmektense onurluca sürgünümü yaşarım.

NİHAL BAYRAM

Diyarbakırspor–Kürtler ve Futbol

Diyarbakır şehir olarak bir markadır, bunun kötü kullanılmasını önlemek hepimizin görevidir. Bilhassa siyasilerin bu kullanım anlayışına son vermek gerekir. 

 Spor eski Yunanlılardan itibaren toplumda yer almış önemli bir aktiviteler toplamıdır. Zaten Olimpiyatlar da bu vesileyle yapılmaktadır. Sporun ruhu amatörlük anlayışının içindedir. Zamanla birçok spor dalı gelişti ve bunlardan bir tanesi günümüzün de en önemli branşı olan futbol oyunu oldu. İspanya’da faşist Franco döneminde meşhur üç F formülü devreye konunca futbolda eleştirilerle birlikte gündemimizde yer aldı. İşte bu noktadan sonra futbol çok farklı boyutlarda gelişti. Bilhassa 1980’li yıllardan sonra büyük bir endüstri olarak ortaya çıktı ve ekonomik olarak dünyada yerini aldı. Malzemesinden transferine kadar ekonomik olarak her geçen gün büyüyen kapitalist sistemin bir uydu aracı olmaya devam ediyor.

Konu Diyarbakırspor’a gelince durum farklı bir boyuta taşınıyor. 1968 yılında o zamanki belediye başkanı Dr. Necat Cemiloğlu’nun başkanlığında kuruldu. Bölgenin takımı olması nedeniyle herkesin gönlünde yer alması da doğanın bir gereğiydi. Halen de bütün olumsuzluklara rağmen öyledir. Renklerini de meşhur Diyarbakır karpuzundan almıştır. Futbol gençler arasında çok ilgi görmesine karşın o dönemdeki büyükler tarafından hiç de benimsenmemiştir. Hatta dini yönü kuvvetli olan bölge halkının deyimiyle de “şeytan oyunudur” damgasını yemiştir. Aydın kesim ise 3 F bilincini bildiğinden futbola mesafeli yaklaşmıştır. Bu da altyapının tam olarak gelişmesini önlemiştir. Genelde spor anlayışı bu nedenlerden dolayı önemini yitirmiştir.

Diyarbakırspor ilk kurulduğu dönemlerde kendi yetiştirdiği oyunculardan oluşuyordu. Zaten Diclespor ve Yıldızspor’un birleşmesinden oluşmuştu. 70’li yılların başında benim de Mardinspor’dan Diyarbakırspor’a transferim söz konusuydu ama belli nedenlerden dolayı transfer olmam gerçekleşmedi, o da ayrı bir konu tabii ki. O zamanı ve şimdiki zamanı bir araya getirdiğimizde çok farklı bir şey yaşadığımızı sanmıyorum. Siyaset futbolun içine erkenden girmiş ve 80’li yıllardan sonra futbol amaçtan ziyade araç olmaya doğru yol almaya başlamıştı. Diyarbakır kendi altyapısını oluşturamadığı için devamlı olarak dışarıdan yaptığı transferlerle ayakta kalmaya çalışmıştır. Bireysel yetenekli oyuncular yetiştirmiş ve onlar da daha büyük kulüplere transfer olmuşlardır. En güzel örneğini bir aralar Trabzon formasını giyen ve kimliğinden dolayı milli takıma dahi seçilmeyen Şehmuz’da görebiliriz. Diyarbakırspor bir Livorno, St. Pauli veya A. Bilbao olamamıştır.

Bilhassa 90’lı yıllarda bölgede yaşanan savaş ile birlikte ilk önce Diyarbakırspor sonra da Vanspor siyasetçilerin güdümünde yönetilmişlerdir. Vanspor belli bir süreden sonra görevini bitirdiğinden kayıplara karışmıştır. Diyarbakırspor ise süper lig ile ikinci lig arasında siyasi konjonktüre göre gidip gelmiştir. Devletin gözünde özellikle Diyarbakırspor üzerinden siyasi görüşler hâkim olmuştur. Kulüp dönem dönem valilik ve emniyet tarafından desteklenmiştir. Burada Diyarbakırlı iş adamlarının takıma sahip çıkmamaları da önemli bir rol oynamıştır, futbola yaklaşımları hep mesafeli olmuştur. Takımı yöneten idareciler de günü kurtarmaya çalıştıklarından başarılar da ertelenmiştir. Bugün takımda oynayan Diyarbakırlı oyuncu sayısı çok azdır. Yıldız ve umut vaat eden oyuncular yerine diğer takımlarda yer bulamayan oyuncular transfer edilerek takımın ekonomik olarak da beli bükülmüştür. Diyarbakır şehir olarak bir markadır, bunun kötü kullanılmasını önlemek hepimizin görevidir. Bilhassa siyasilerin bu kullanım anlayışına son vermek gerekir.

Her ne kadar Diyarbakır insanı takımına sahip çıksa da takım halkla bütünleşmekten uzak kalmıştır. Kürtler Diyarbakırspor’un başarısı için takımı ilk önce Diyarbakırlı yapmak zorundadırlar. Bunun en güzel örneğini bir dönemler şampiyonluklara el koyan Trabzonspor’da yaşadık. Genelde Trabzonlu oyuncuların yer aldığı takım birçok kere üç büyüklerin önünde şampiyonluk yaşamıştır. Planlı çalışma, tesisleşme ve altyapısı kuvvetli bir Diyarbakırspor’un başarı kazanması rahatlıkla oluşacaktır. İdarecisi ve oyuncusu halkla bütünleşen bir takım yaratılırsa Diyarbakırspor’un sesi çok duyulacaktır. Ayrıca bölge kentlerdeki takımlarla iyi ilişkiler içinde olarak buralarda futbol oynayan gençleri takip ederek takıma kazandırmak da bu işin başka bir boyutudur. Afrika’da oyuncu aranılacağına bölgede tarama yapılırsa çok daha verimli oyuncular takıma kazandırılabilinir. Dikkat edilirse altyapıları çok iyi çalışan kulüpler dünyada marka olmuş takımlardır. Ajax bunun öncülüğünü yapmıştır. Barcelona ve Manchester United’in ilk onbirlerine bakılırsa bu ayrıntı daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Futbol anlayışını yozlaşmaktan kurtaracak önemli adımlardan bir tanesi de eğitmenlerin bilgili olmasıdır. ‘Futbol yalnız futbol değildir’ sözünü anımsayarak sağlık, eğitim ve sosyalleşme alanında adımlar atılmalıdır.

Avrupa’da yaşayan binlerce Kürt genci büyük takımların altyapılarında oynamaktadır. Bu oyuncular takip edilerek Diyarbakırspor’a transfer edilmelidir. Hatır transferlerine son verilerek gerekli oyuncular takıma kazandırılmalıdır. Ayrıca Avrupa’daki gençler turnuvalarına takımlar gönderilmelidir ki, genç oyuncular oradaki spor tesislerini ve çalışmalarını yakından izleme fırsatı bulabilsinler. Böyle bir çalışma da gençleri büyük bir motivasyon içine sokabilir. Kardeş takımlar oluşturarak ilişkileri geliştirmek başarılı olmak için güzel bir unsurdur.

Gençlerimize 3F uygulamasını reva gören anlayışa alternatif bir anlayış sunmak önemli bir görevdir. Yalnız futbol değil, bireysel spor dallarında da gençlerimize destek ve imkân sunmalıyız. Bugün belediyelerimiz bünyesinde birçok spor dalları profesyonel ve amatör olarak faaliyet göstermektedir. Sporu angarya olarak değil, insan sağlığı ve sosyalleşme olarak değerlendirerek adım atıldığında çok daha farklı bir toplum yaratabiliriz. Bizim de neden dünya çapında bir 100 metrecimiz veya tenisçimiz olmasın? Amatörlük ruhu profesyonel anlayışla bütünleşirse başarıyı yakalamak mümkündür.

Kendi toplumsallığını inşaa eden lider: ÖCALAN

Yeni_Özgür_PolitikaÖcalan kendi toplumsallığını kurma kavgasını çocukluğunda vermekle başlıyor.Annesi “benim toplumsallığıma gir” diyor, ama o kendi toplumsallığını kendi arkadaşlıklarıyla kuracağını söylüyor. Ve doğrunun arayışına böylece girişiyor.
Abdullah Öcalan ismi 20. yüzyılın son çeyrek yüzyılı ile 21. yüzyılın ilk on yılında belirli yönleri ile sadece Kürtlerin, Türklerin değil, Arap, Farsların da yaşadığı Ortadoğu başta olmak üzere bütün dünyanın gündeminde bir isim. Peki Urfa’da doğan yoksul bir Kürt aile yapısından gelen Abdullah Öcalan kimdir? Daha ilk çıkış koşullarında “Apocular” adıyla bir harekete ismi verilen Öcalan ismi sonrasında nasıl düşünsel-siyasal ve sosyal alanda böylesine boyutlandı. Gerçekten de Öcalan, önce Kürtler sonra Kürdistan’ı sömüren ülkelerde ve giderek dünya çapında bir isim haline geldi. Kürtler açısından “Halk Önderi”, Kürdistan’daki sömürgeci-egemen kesimler içi “bölücü/ayrılıkçı şiddet”in sorumlusu olarak tanımlanmak istendi. Küresel egemen sistem için de ağırlık olarak “ulusal kurtuluşçu lider”, “sistemin radikal karşıtı” ya da “terörizm” nitelendirilmeleri içinde değerlendirilmek istendi. Sistem karşıtı hareketler de Öcalan olgusunu, gerçeğini tek yönlü, eksik olarak ele aldı. Ancak gelinen süreçte, Öcalan gerçeği, hem Kürtler için hem Kürdistan’daki egemenler ve küresel siyaset ile dünya kamuoyu için hala önemini koruyan ve anlaşılması gereken bir gerçektir. Bu gerçeğin en eski tanıklarından olan, Öcalan’ın 40 yıllık arkadaşı, PKK’nin çıkış koşulları öncesindeki ilk Apocular içerisindeki militan Ali Haydar Kaytan. Ailesi, Dersim Katliamı sırasında sürgün edilmiş. Daha sonra Dersim’e geri dönmüş. Dersim’den Ankara’ya Türkiye’nin en önemli üniversitelerinden olan Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne (SBF) okumaya gidiyor. Öcalan ile tanıştığı dönem Türkiye devrimci hareketin yükselişte olduğu bir dönem. Aynı zamanda 12 Mart Askeri Faşist darbesinin gençlik başta olmak üzere bütün toplum üzerinde terör estirdiği bir dönem. Tabii ki baskılara karşı direnişi örgütleyen devrimcilerin de eylemde oldukları bir zamanda Ali Haydar Kaytan, Abdullah Öcalan ile tanışıyor., PKK’nin ilk kuruluş kongresiden geçtiğimiz yıllarda gerçekleştirilen son kongresine kadar önemli süreçlerde yer alan, Öcalan’ın düşünsel çalışmalarını en yakından takip eden ve yayınlanan kitaplara emek harcayan, PKK’nin Parti Merkez Okullarında ve değişik alanlardaki ideolojik eğitimlerde “PKK’de Önderlik Gerçeği ve Felsefesi”, “PKK Tarihi”, “Kapitalizm”, “Politika, Kültür ve Ahlak” gibi önemli dersleri veren Ali Haydar Kaytan ile PKK’nin kurucusu ve önderi Abdullah Öcalan’ı konuştuk.

ÖCALAN İLE İLK TANIŞMA
Öcalan ile ilk tanışmasını ve o koşulları şöyle anlatıyor: “12 Mart Askeri darbesinin hemen sonrasıydı. Oldukça olağanüstü bir dönem yaşanıyordu. Türkiye’de karşı devrim harekete geçmişti. Bu dönemde üniversiteye girdim. Önce istanbul’a oradan da SBF’ye kayıdımı aldı. SBF’ye girdiğim zaman Önder Apo da kayıt yaptırmıştı. Ama kayıt aşamasında onu görmemiştim. En yüksek puanı alanlara Maliye bakanlığı burs veriyordu. Öcalan da bu listedeydi. Ama kayıt listesindeki adı ve soyadı dikkatimi çekmişti. Özellikle “Öcalan” soyadı. Soyadının çarpıcılığı benim dikkatimi çekmişti. Bu yüzden adı aklımda kaldı.

Bu süreçte ben sol sempetizandım. SBF’ye girip de solcu olmamak düşünelemezdi. Bir de Kürdistan’dan yoksul kesimden gelmiştim. O dönem solcu abilerimiz vardı ama tutukluydu çoğu. Geri kalanlardan bölük pörçük bilgiler alıyorduk. Sonra Mahirler katledildi. Belki de hayatımızı değiştiren temel bir olaydı. 30 Mart 1972 yılındaki bu katliam sonrasında yaklaşık bir hafta sonra Önder Apo tutuklandı. Tutuklanması Kızıldere katliamını SBF ve Cebeci’deki boykotu örgütleyen öncüler arasındaydı. Yaklaşık 7 ay Mamak cezaevinde kaldı. Tutukluluğundan sonra okula devam ediyordu.

Okula geldiğinde sınav dönemleri başlamıştı. Sınavlardan birinden çıkınca konuştuk. Sonbahardı. Bir sınav sonrasıydı. Kağıtlarımızı verip dışarı çıktık. Selam verip “Ben Abdullah Öcalan” dedi. “Sizi tanıyorum” dedim ve geçmiş olsun dileklerimi sundum. O, bana “biraz konuşabilir miyiz” dedi. “Olur” dedim. Ve SBF’dan dışarı çıkıp yürümeye başladık. Okulda konuşabilirdik ama o bunu tercih etmedi. Bugünden bakınca güvenlik nedeniyle yürüyüşü tercih ettiğini düşünüyorum. Okuldan Kurtuluş’a Sıhhıye’ye, Kızılay’a kadar yürüdük. Daha sonra başka yoldan SBF’ye geri döndük. 3 saat sürdü bu yürüyüş. Bu yürüyüşte bana çok sistematik olarak kendi görüşlerini ifade etti. Belki de ilk önce kısaca sol ile ilgili şeyler anlattı. Ama sonra temel konuyu anlattı. Bugün esas aldığı bir yöntem var: “Gerçek bütündür” yöntemi. Bu bütünselliği esas alarak ilk insandan günümüze toplumsallığı anlattı. İnsanlığın mücadelesini anlattı. İlk cümleleri çarpıcıydı. Toplumsal bir varlık olarak insan, toplumlar tarihi ve günümüze kadar geldi. Çağ olgusuna vurgusu önemliydi. Çağ değiştiren bir olgu olarak Ekim devrimini önemsemişti. Ekim devrimi ile birlikte günümüz dünyasının özelliklerini ve buna bağlı olarak Kürdistan durumunu anlatıyordu. Daha öncesinden duyduğumuz şeyler ama bunlar kıt imkanlarla sınırlı bir kavrayış vardı. Ama bu sohbet ile yeni bir hayatım olacak bunun farkındaydım. Farklı bir dünyam nasıl olacak diğerleri anlatamıyordu. Önderlik ise beklediğim şeyleri hatta daha ötesinde şeyleri anlatıyormuş gibiydi.

Yakın dönemin Kürdistan tarihini anlatıyor. Soykırımı anlatıyor. Mesela ben Dersim’den geliyorum. Ama o bana Dersim Katliamı’nı ve Dersim’deki direnişi anlatıyor. Hem de çok çarpıcı bir şekilde. Dersim neden direndi? Neye karşı kime karşı direndi? Bu sorular vardı ama bu karanlığa ışık tutamıyorsunuz ama O döneme bir ışık tutuyor. Ve benim için o karanlığı aydınlatıyor.

Ama bazı şeyleri çok iyi kavradığımı düşünüyorum. Kimlik duygusu, bir ülkeye ait olmak bilinci Kürdistanlı olmak, Kürt olmak…Bir tarihe sahip olmak ama tarihsizliği yaşamak. O açıdan da bana ilginç gelen duygu şu: Bir yanıyla bir sevgi yaşıyorsunuz. Köklerinizi buluyorsunuz.” Bu ayrıntıları anektodlarıyla anlatan Ali Haydar Kaytan, Öcalan’ın o dönem kendisi ile sohbetinden sonra yaşadığı duyguları ise şöyle anımsadığını söylüyor: “O, bizi kendi gerçeğimizle bizi yüzleştiriyor. Kürdistan gerçeği ile yüzleşiyoruz. Ve bize “utanma duygusunu” yaşatıyor. Çünkü Kürdistan gerçeğini unutmayı ve ondan kaçışı tercih edersek ihanete gider insan. Bu nedenle Önderlik kaçışı önlemek istiyor. Kürtlükten, kendi gerçeğimizden kaçışı engelliyor. Önderlik bizi bundan kurtarıyor.” Kaytan, Öcalan’ın kendisi ile ilişki kurmasını ise şu cümleler ile anlatıyor: “Ben bir Dersimliydim. Belki de benle ilişki kurmasını sağlayan Dersim kökenli olmam gerçeğiydi.”

DÜŞÜNCE GÜCÜ PEYGAMBERSELDİR
Öcalan’ın düşüncesi ve felsefesi ile de yakından ilgili olan ve Apocu Felsefe konusunda derin düşüncelere sahip olan Ali Haydar Kaytan, Öcalan’ın o dönemki düşünce yapısı ve düşünce kaynaklarına yönelik ise şunları söylüyor: “Düşünce gücü üzerinde yoğunlaşırken aklıma peygamberler gelir. Önderliğimizde de öyle... Duyduğumuz şeyler Kürdistan gerçeği içinde düşündüğümüzde özgündür. Gerçekten farklıdır. “Kürdistan Sömürgedir” tezini söylemesi gibi. Biz ondan duyduk. Biz onun bakış açısına katıldık. Hepimiz onun düşüncelerine gittik. Biz deyim yerinde ise onun görüşlerine gittik. “Senin değerlendirmelerine inanıyoruz” dedik. Bunları söylerken “biz seni önderlik olarak kabul ediyoruz” demedik. Ama o doğal olarak istinasız ve kendiliğinden bütün toplantıları ve tartışmaları yöneten, gündem oluşturan yoğunlaştırandır. Toparlayandır. Başkalarından da görüş alandır. Tabii ki bazı katkılar sunanlar var. Ama sonuçta “ona katılıyoruz”... Yani sonuçta doğal önderimizdi. Müthiş bir şey bu.

DOĞAL ÖNDERLİK GERÇEĞİ VAR
Herkesin ortak emeğe katılmasını istiyor. Fakat başkalarının katkısı çok sınırlı. Yani doğru olan ve gerçekçi olan da bu. Siyasal bilgiler de boykot vardı. Ben ve Mustafa Karasu arkadaş oradaydık. Önderlik ara sıra uğrardı. Bir keresinde geldiğinde biz etrafında toplandık. Ona gelişmeleri anlattık. O da yapmamız gerekenleri söyledi. Bu arada Arap kökenli Türk solundan bir devrimci, Önderliğe “sen ortalıkta görümüyorsun sonra gelip talimat veriyorsun” gibisinden sözler etti. Biz hemen araya girip “o senin muhatabın değildir. Senin muhatabın biziz” diye ani refleks gösterdik. Yani anlatmak istediğim ta o zamanlardan önderlik özelliği doğal olarak bizim için vardı. Orda bir fark ortaya kondu. İşin gerçeği buydu. O bir önder. Biz hiçbir zaman Önderliği seçime koymadık. Yönetime seçmedik. Uzun süre böyleydi. Çünkü zaten o yöneticimizdi. Sanıyorum 3. Kongre’den sonra seçime girdi. O da semboliktir. Bu konuda bir içtenlik var. Doğallık var. Sade bir durum. Bu açıdan gerçekten çarpıcı.

Önderlik oluştu böyle. 15 Ağustos’tan sonra bizde çok şey değişti. İlk olarak halk tarafından “Biji Serok Apo!” sloganı atıldı. Kadrolardan önce halk attı bu sloganı. Önderlik gerçeğinin bilincine ilk halk vardı. Biz de de köklü bir yaklaşım değişimi oldu. Önce Ali arkadaşa diye yazdığım raporlar vardı. Ya da PKK Genel Sekreterliği’ne hitaben yazıyorduk ama 1985’ten sonra “Başkanım” şeklinde hitap etmeye başladık.”

TÜRKİYE DEVRİMCİLERİNİ TOPARLAMAK İSTİYORDU
Kürt Halk Önderi Öcalan 1970’lerde Deniz Gezmişler, İbrahim Kaypakayalar ve Mahir Çayan gibi devrimci liderleri katledilen Türkiye devrimci hareketini toparlamak için çalışmalar yürütür. Bunun için özel yoğunlaşmaları ve çeşitli planları vardır. Ali Haydar Kaytan o dönemleri ve Öcalan’ı etkilendiği devrimci düşünceleri ise şöyle anlatıyor: “Biz Siyasal Bilgilerdeydik. SBF Mahir Çayan’ın okulu... Çayan’ın önemli etkisi var. Önder APO da bu geleneğe yakındı. Cezaevinden çıkınca bu geleneği canlandırmak istedi. Bunun yanında Dev-Genç’i ve dar bir Kürt devrimci grubu örgütlemek istedi. SBF’deki öğrenci derneği de Önderliğin telkinleri ile oluştu. Yönetime de onun telkine ben de girdim. Ben, Deniz Gezmiş ve THKO taraftarıydım. Bugün geriye baktığımda, Önderlikte ayrı gördüğüm şeyler nelerdi ya da neden Apocu oldum diye sorduğumda; Urfa’dan gelmiş bir genç. Herhangi bir grubu yok ama daha önce kimsenin parmak basmadığı Kürt sorununa parmak basmıştı.

BİR ARKADAŞLIK VE DOSTLUK USTASIDIR
Öcalan’ın doğal önderliksel özelliklere sahip olduğunu söyleyen Ali Haydar Kaytan, Öcalan’ın kişilik özelliklerini ve o dönem devrimciler içindeki etkinliğini coşkulu bir o kadar da duygusal cümleler ile şöyle anlatıyor: “Okulda çok etkindi. Dinleniyordu. İkna gücü temeldi. İstediğiniz kadar bir yanlışa çekin o gelmez. Tarzı etkileyiciydi.. Tabii kişiliğinin cezbediciliği... Kararlılığı. Savunduğunu yaşamasıdır. Büyük sadelik sahibi. Şöyle de denilebilir: Gücü ve kuvveti yerindedir. Kudret sahibidir. Bir şeyi temsil etme yeteneği. Daha çekici olan düşüncedeki derinlik kadar kişilik özelliklerindeki büyük bir derinlik sahibi olmasıdır. Çevresindekileri incelikle izler. Yanlışlarını onlara hissetirmeden giderir. Bizim yanlışlarımızı düzeltiyor. Okuduğum bir kitaptan yaptığım yanlışı bile bana hissettirmeden değiştiriyor. İnsanı yol ayırımına getiren ama tercihi insana bırakan. Yolun karakterini ortaya koyan. Ama kendi kararlarında da sonuna kadar emin ve kararlı yürüyen biri, dava adamı. Sadelik önemli. Çıplak bir insan. Kendisini önder saymıyor. Ona o rol veriliyor O bu sorumluluğu kabul ediyor. Kendisi de şunu söylüyor: “Ben önder değilim önder gibi geçinenlerin pisliklerini temizliyorum.”

Bunu gerçekten yaşamında ortaya koyuyor. Sizinle arkadaşlık yapmak istiyor. Ondaki en görkemli şey bu. Bir arkadaşlık ustasıdır. Yaşamın ancak güçlü arkadaşlıklarla mümkün olabileceğine inanıyor. Hakikati arkadaşlıkta gören bir insan. Toplumsallık dostluk ve arkadaşlık üzerine kuruludur. Arkadaşlık ve dostluk olmadan toplum olmaz. Bu ikisi toplumsallığı mayalıyor.”

KENDİ TOPLUMSALLIĞINI İNŞAA EDİYOR
Öcalan, Kürtler ve Kürdistan ile ilgili sistemli mücadele edilmesi gerektiğini vurgulayan ilk sohbetini Ankara sokaklarında İlk kez kapsayıcı bir şekilde Ali Haydar Kaytan ile paylaşıyor. Öcalan, Mamak’taki tutukluluk sürecinden sonra Türkiyeli iki genç olan Haki Karer ve Kemal Pir’in evinde kalıyor. Haki Karer ve Kemal Pir ile orada başlayan arkadaşlığı aynı mücadele örgütünde örnek bir yoldaşlık ve arkadaşlık ilişkisi olarak daha sora tarih sayfalarında yerini bulacaktır. Öcalan kendi toplumsallığını kurma kavgasını çocukluğunda vermekle başlıyor.

Annesi “benim toplumsallığıma gir” diyor, ama o kendi toplumsallığını kendi arkdaşlıklarıyla kuracağını söylüyor. Ve doğrunun arayışına girişiyor. Bu işte büyük yalnızlık olsa da arayışına devam ediyor.” Bu örneği veren Kaytan, Öcalan’ın yeni toplumsallığının Kürdistani özellik taşısa da Öcalan’ın değer verdiği ilk arkadaşlarının Türkiyeli olmasına vurgu yapıyor. Kemal Pir, Haki Karer ve Duran Kalkan gibi.

“Kemal Pir ve Haki Karer İlk dönem arkadaşlıklarımızdan en etkili ve çarpıcıdır. Önderliğin arkadaş arayışına ilk cevap verenlerdir” diyen Kaytan bu iki insan hakkında Öcalan’ın söylediği şu sözleri bize aktarıyor: “Önderliğimiz ‘Haki Karer ve Kemal Pir için Karadeniz’in bozulmamış iki insanıdır’ diyordu. Haki ve Kemal onun ilk arkadaşlarındandır. Büyük bir ruh yüceliğine sahiptir Haki ve Kemal. ‘Onlar bu hareketin soy damarıdır’ der.

Onlar Önderliği anlamada sürekliliği sağladılar. Pratikte süreklilik. Süreklilikte kesintiyi sağlamak ise bir devrimcinin ölümüdür. Haki ve Kemal kesintisizdiler. Önderliğimiz Haki arkadaş ile diyalog yapardı. Bizle ise monolog yapar. Kemal Pir ise iyi bir dinleyicidir. Çünkü o tutarlı bir izleyici yoldaşıydı. Haki ise Önderliğin ruhsal ikizidir. Bunun için ilk bileşim önemli. Yürüyüş Kürdistan’da başlıyor. Başlangıç Kürdistan ama tüm insanlığın özgürlüğü içindir. PKK hareketinin doğasında kuruluşunda milliyetçilik yoktur. Kürdistan gerçeğine uygun insanlık yürüyüşüdür.

ANLAMAK ÖZGÜRLÜĞÜN KENDİSİDİR
“Anlamak özgürlüğün kendisidir” diye sözlerine başlayan Ali Haydar Kaytan, Öcalan’ın düşüncelerinin derinliğine yorumlamaya devam ediyor. O dönemki Kürdistan ve Türkiye’deki toplumsallığı ve toplumun içne düşürüldüğü yaşamı anlama ve değiştirmek için “Bu hayat yaşamaya değer mi?” sorusuna yanıt arandığına dikkat çekerek sözlerini şöyle sürdürür: “Mecvcut haliyle bu hayat ihanet uğramıştır. Bu nedenle “Nasıl yaşamalı?” sorusunu soruyor. Yaşam doğrunun olduğu yerdedir. Bütün yürüyüşünün kökeninde bu arayış vardır. Doğru olan nedir? sorusu diğer büyük felsefeciler gibi Önderliğimizin de temel sorduğu sorudur.

Önderliğimiz düşüncede hep gelişen ve derinleşen, kendisini yenileyen ve kendini aşandır... Geleneği dikkate alan, ezilenlerin geleneği içindeki bütün düşünce akımlarını değer kabul eden, onlara katılması gerekenin ne olduğunu arayan biri. İnkar yok aşma vardır. Aşmak sizin üzerine eklediğiniz şeylerdir. Mutlak anlam arayışı vardır. Son çözümlemelerinde bu vardır.. Hakikati sırrına ermek, hakikatin peşinde koşmak. Bunda bir mesafe alma durumu var.

Kavrama yeteneğimizi ve özgürlüğümüzün sınırlarını belirliyor. Hakikati toplumda arıyoruz. Toplumsallığın içinde arıyoruz. Hakikatin zemini orası. Felsefe çok net. Ne ararsanız inandadır. Tasavuf ve Alevi inancına da yakın. Önder Apo benim için Doğu’nun düşüncesinin zirveleşmiş kişiliğidir. Sentezdir. Hakikati temsil eden doğunun büyük bilgelerinin düşüncelerini esas alıyor. Düşünce ve anlama gücü açısından önemlidir. O arkadaşları olarak Hallacı Mansur’u, Babek’i, Pir Sultan’ı, Mahir Çayan’ı. Sührevedi’yi izlediğini söyler. Bu toprakların düşünce gücünün zirveleşmiş halidir. Kadının özgürlüğü için büyük çabası vardır. Önder Apo doğru tarihsel gerçekleri büyük tanığıdır. Ben böyle tanımlıyorum. Bu yönü ile sistemi zorlayan ve sistemin yalanlarını ortaya çıkardığı için Önder Apo’ya sistemli saldırılar vardır. Çünkü o Doğu’yu hakkettiği yere getirmek istemektedir.

BAKİ GÜL

Fransa: Siyaset ve Burka!


Yeni_Özgür_PolitikaFransa’da türban-burka ve laiklik tartışmaları devam etmektedir. Fransa halkının ikiye bölündüğü bu konu kimilerine göre ‘farklılıklara özgürlük’ kimilerine göre de ‘ cumhuriyet’in değerlerini’ tanımama olarak algılanıyor.



SELMA AKKAYA
Fransa’da Danıştay, yüzü örten burka ve çarşafın kamuda yasaklanmasına ilişkin hazırladığı görüşünü hükümete sundu. Yüksek Yargı, yasağın genişletilmesi halinde bu durumun Anayasa’nın ayrımcılığın yasaklanması ilkesine aykırı olabileceği uyarısında bulunurken, yüzü tamamen örten burka ya da çarşafın, bazı kamu binalarında „sınırlı bir şekilde“ yasaklanmasını, sokaklarda ise serbest bırakılmasını tavsiye etti. Danıştay’ın raporuyla Fransa’da burkaya yasak tartışmaları yeni bir boyut kazandı. Fransa’da burka ve çarşaf giyen kadınların sayısının 3 bin dolayında olduğu açıklanıyor.

Burka son iki yıldır Fransa’da değişik biçimlerde tartışmaya açılmıştı. Danıştay’ın raporuna yön verense 2008 Hazıran ayında Faslı Müslümanın Fransa vatandaşlığına geçip geçemeyeceği tartışmasını başlatan Fransa Göç, Uyum ve Ulusal Kimlikten Sorumlu Bakanı Eric Besson’du. Bakan Besson, çarşaf nedeniyel Faslı Müslümanın vatandaşlık başvurusunu reddetti. Fransa Başbakanı Francois Filon’da, Besson’un bu kararını şu sözlerle destekledi: „Bu kişi eşinin burka giymesini talep ediyor. Evinde, kadınlarla erkeklerin ayrı yerlerde bulunmasını istiyor, kadınların elini sıkmayı reddediyor. Bu yeterli. Bu bay tutumunu değiştirmezse, kendisinin ülkemizde yeri yoktur ve Fransız vatandaşlığını da kesinlikle hak etmiyor.“ 


„Hiçe sayma“ ve vatandaşlık!
Fransa yasaları, vatandaşlık başvurusunda bulunan kişinin Fransa ulusal değerlerini hiçe sayması halinde, başvurunun reddedilmesine olanak tanıyor. Tabi bu „hiçe sayma“ geniş bir kavram olarak yasada yerini alıyor. Besson, red kararını Anayasa Konseyi’ne sunmuş ve karara onay veren Konsey gerekçesinde çarşaf konusuna değinmezken, başvurunun reddedilmesine vatandaşlığa geçmek isteyen Faslı’nın davranışlarının ‘Fransa Cumhuriyeti’nin değerleri ile bağdaşmadığı” açıklamasında bulunmuştu. Bu tutum ve davranışlar arasında, kadınlar ve erkekler arasında çocuk yaştan itibaren cinsiyet ayrımcılığı yapmak, kadınlara el uzatmamak yer alıyor. Fransa’da vatandaşlık yasası ‘Kültürel asimilasyonun’ eksik kalmış olmasını da vatandaşlığa geçişte engel olarak gördü. Fransız siyasiler gibi sokaktaki vatandaş da bu konuda ikiye bölündü. Biri, „Vatandaşlık konusunu burka ile ilişkilendirmek, siyasetle dinin karışması açısından hassas bir konu. Yanıt bulmak kolay değil“ derken, bir diğer vatandaş düşüncelerini „Bizim laik ve kültürel değerlerimizle bağdaşmayan birinin Fransız vatandaşlığı almasına izin veremeyiz“ şeklinde açıkladı. Aşırı sağcı Ulusal Cephe Partisi ise daha da ileri giderek, vatandaşlık başvurusu kabul edilmeyen Faslı’nın yargılanarak sınır dışı edilmesini talep etti. Tüm bu yaşananlar Fransa’da burkayı danıştayın gündemine taşıdı ve süreç yeni bir boyut kazandı. Sonuç olarak Fransa Başbakanı Fillon’un talebiyle Danıştay’ın hazırladığı ve hükümete sunduğu raporda, peçeli çarşafın, bazı kamu binalarında „sınırlı bir şekilde“ yasaklanmasını, sokaklarda ise serbest bırakılmasını tavsiye etti. Böylelikle Danıştay, kişilerin eşkalinin güvenlik için açık bir şekilde görülmesi ve bazı dolandırıcılıkların önüne geçilebilmesi için kamuya açık bazı yerlerde sınırlı olarak yüzün kapanmaması gereğini savunan yasa tasarısına yeşil ışık yaktı. Mahkeme, diğer yandan yasağın genişletilmesi halinde bunun anayasanın „ayrımcılığın yasaklanması ilkesine“ aykırı olacağı uyarısında bulundu. Başbakan Francois Fillon, hazırladıkları tasarının Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygunluğu konusunda Danıştay’dan görüş istemişti. Fillon, yasağın kamuya açık yerlerde en geniş ve etkili şekilde uygulanmasını görüşünü savunuyor.

Isıtılan laiklik tartışması!

Burka tartışmasının eksenine siyasilerce yine laiklik kavramı oturtuluyor. Laikliğin Fransa’daki gelişim seyrine baktığımızda, Fransız Devrimi ile ortaya çıkmış ve buradan bütün dünyaya yayılmıştır. En basit şekliyle kilise ile devletin faaliyet alanlarının ayrılması ve kilisenin kontrolünde bulunan pek çok „devletsi“ gücün elinden alınması şeklinde ortaya çıkan laiklik, tarihi ve siyasi realitelere bağlı olarak farklı ülkelerde farklı biçimlerde vücut bulmuş. Ancak Fransa’da, ulus-devletin oluşturulması sırasında kilise ile verilen çetin mücadele sonucunda diğer ülkelerin bir adım ötesine geçilerek ‘devletin hiçbir dini inancı resmi olarak tanımayıp finanse etmemesi ve bütün dinlere karşı tarafsız olması’nı öngören laiklik prensibi benimsenmiştir. Laiklik prensibinin Fransız Anayasası’na yazılı olarak girmesi ise ancak 1946 yılında gerçekleşebilmiştir ki, devlet ile kilise arasındaki uzun süreli bu laiklik kavgası eğitim konusu üzerine odaklanmış, kilise, kontrolü elinde tuttuğu okulları devlete kaptırmamak için çok direnmiştir. Ancak devrimle beraber ortaya çıkan ulus-devletin de en önemli amacı, eğitimin kontrolünü kilisenin elinden alarak modern ve laik bir eğitimin tek merkezi ve yöneticisi haline gelmekti. Bugün ise, laiklik kavgası kilise ile ulus-devlet arasındaki iktidar mücadelesi ile başlamış, ulus-devletin zaferinden sonra laiklik tartışmaları farklı eksenlere taşınmıştır.

Fransa ve İslam fobisi!

İslam ve İslami pratiklerin bu kavgada yerini alması Fransa’nın, özellikle Kuzey Afrika’dan ve diğer Müslüman ülkelerden göçmen kabul etmeye başlamasıyla ortaya çıkıyor. İslam’ın laiklik tartışmalarının merkezine oturmasının yakın tarihini şöyle bir hatırlayacak olursak, tartışmaların Raffarin hükümeti döneminde ilköğretim ve liselerde görünür dini simgelerin taşınmasını yasaklayan 15 Mart 2004 tarihli kanunun yürürlüğe girmesiyle alevlendi. Kanun başörtüsüyle beraber, Yahudi kippası, şıh türbanı ve büyük Hıristiyan haçlarının takılmasını da yasaklıyordu. Haziran 2008’de Faslı Müslüman’ın vatandaşlık başvurusunun „entegrasyon sorunu“ nedeniyle reddedilmesi tartışmayı başka bir boyuta taşıdı. Bu gelişmeden sonra Eylül 2008’de Ayrımcılıklarla Mücadele ve Eşitlik Yüksek Konseyi „entegrasyon anlaşması“ çerçevesinde ‘Fransa’da yaşayan yabancıların gittikleri dil kurslarında, vücudu tamamen kapatarak örtünmelerine izin verilemeyeceği’ yönünde fikir beyan etti. Nisan 2008’de Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy tarafından, Anayasa önsözünde yapılacak muhtemel değişiklikler üzerinde çalışması amacıyla kurulan komisyon aynı yılın Aralık ayında çalışmalarını tamamladı ve ‘etnik farklılıkların kamusal alanda tanınmasının reddedilmesini’ önerdi. Bütün bunlardan sonra Temmuz 2009’da konuyla ilgili başka bir komisyonun çalışmalarına başladığı ilan edildi. Göç, entegrasyon, ulusal kimlik ve sosyal kalkınmadan sorumlu Bakan Eric Besson, Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin isteği üzerine „Ulusal kimlik“ tartışmasını kamuoyu nezdinde başlatan isim oldu. Bu çerçevede Fransız halkının konuyla ilgili görüşlerini paylaşması için bir internet sitesi (debatidentitenational.fr) kuruldu. Buna paralel olarak iktidar partisi UMP’den bir grup milletvekili de burka konusuyla ilgili kendi çalışmalarına yer vermek üzere başka bir internet sitesi oluşturdular (la-burqa-en-debat.fr).

NPA’dan tartışmaya yeni boyut!
Konu hakkında Fransız kamuoyunun nabzını ölçmeye yönelik bütün bu adımlar atılırken Başbakan Fillon ‘Fransız toprakları üzerinde vücudu komple örten burka tarzı giyinme biçimine karşı olduğunu’ bildirdi („la burqa n’est pas la bienvenu en France“- Burka Fransa’ya hoş gelmemiştir). Ocak 2010’a gelindiğinde UMP içerisinde konunun bir yasa ile mi, yoksa farklı yollarla mı çözülmesi gerektiği tartışılmaya devam ederken, Başbakan Fillon yasa fikrine katıldığını ifade etti. Bununla beraber UMP, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından verilebilecek muhtemel bir olumsuz karardan sakınmanın yollarını aramaya da devam etti. Halkın da dahil edildiği 6 aylık bir tartışma süreci sonunda ilgili komisyon raporunu açıkladı ve 15 maddelik bir tedbirler paketi önerdi. Bunlardan biri de „Cumhuriyet değerlerine aykırı olması nedeniyle burkayı reddeden bir parlamento kararı alınması“ idi. Konuyla ilgili tartışma ve çalışmalar bölgesel seçimlerin sonrasına bırakılmış ve ortalık bir parça yatışmaya başlamışken sosyalist partinin başörtülü bir üniversite öğrencisini seçimlerde aday gösterdiğini açıklaması tartışmayı yeniden alevlendirdi.

Troçkist parti NPA’in 22 yaşındaki üniversite öğrencisi başörtülü Ilham Moussaid’i bölgesel seçimlerde Vaucluse bölgesinden aday göstermesi sağ ve sol partilerin kendi içinde de farklı görüşlerin doğmasına neden oldu. Kimi siyasiler başörtülü bir kadının kendi dini aidiyetini açık olarak ortaya koyduğunu, dolayısıyla ‘herkesi ve milli iradeyi temsil etmesi gereken’ bir adayın bu ilkeye baştan ters düştüğünü, bunun hiçbir şekilde kabul edilemez olduğunu savunurken, kimileri de bu tartışmaların Fransa’daki „İslamofobik atmosferi“ daha da beslediğini ifade ederek Ilham Moussaid’in adaylığını destekledi. Adaylığa karşı olanlar bu tür simgelerin kullanımının özel alanda sınırlı kalması gerektiğini, Cumhuriyet, yani milli irade tarafından seçilen ve herkesi temsil eden bir vekilin, kendisinin özel sahasında kalması gereken bir simgeyi kamusal alana taşıyamayacağını, buna gerek olmadığını ifade etti. 
Bu konuda iktidardan en sert tepki Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’ye yakınlığıyla bilinen İçişleri Bakanı Brice Hortefeux’den geldi. Fransız İçişleri Bakanlığı’na göre, ülkede çoğu 30 yaşın altında olan, bu şekilde tamamıyla kapanmış yaklaşık 360 kadın yaşıyor. Bunların yarısı kendi isteğiyle çarşaf giyenlerden, dörtte biriyse sonradan İslam dinine geçen Fransızlardan oluşuyor. „Beni rahatsız eden burka ve peçe… Bunlar bana ülkemizde kökten dinci akımların olduğu zamanları hatırlatıyor. Cumhurbaşkanı Sarkozy haklı olarak, olayın dini simgelerle alakası olmadığını, konunun kadınlık onuru ve kadınlara baskı uygulanmasıyla ilgili olduğunu vurguladı. Mevzu cinsiyet eşitliği… Ve bu cumhuriyetimizin en temel değerlerinden biri.“ Fransa’da burka, çarşaf ve peçenin yasaklanması için önerge veren komünist Milletvekili Andre Gerin, kadınların giydikleri bu kıyafetleri „seyyar hapishane“ olarak adlandırıyor. Seçim bölgesi Lyon’un banliyölerinde peçeli kadınların sayısındaki artışa dikkati çeken Gerin, NPA’nın yanlış bir yolda olduğunu belirtiyor.

Fransa’da muhalefetteki Sosyalist Parti bu konudaki tartışmalar sırasında açık tavrını koyarak, „Burkanın heryerde yasaklanması mümkün değil. Bir damgalıyıcı yasa olacağını biliyoruz. Ben hükümetten ve cumhurbaşkanından bunun hakkında düşünmesini istiyorum. Yasanın arkasından siyasi kazanımlar elde etmeye çalışmasınlar.“ açıklamasında bulundu.

Adım adım 2012’ye!
Aslında konu; türban veya burka gibi dini pratiklerin ne ölçüde hoş görülüp görülmeyeceğinin yanında, Fransa’nın göçmenlerin uyumu konusunda hayata geçirdiği uyum politikalarının ne ölçüde başarılı olduğu konusuyla da doğrudan ilgili. Kendini laikliğin beşiği olarak gösteren Fransa, göç ile beraber ortaya çıkan yeni sosyal yapıya yanıt vermekte hayli zorlanıyor, çoğunluğu Kuzey Afrika ülkelerinden gelen Müslümanlardan oluşan azınlıklarla çok ciddi sosyal çatışmalar yaşıyor ve bu çatışmalar yabancı düşmanlığı, İslamofobi gibi olguları da beraberinde getiriyor. 2005’te Fransa’nın banliyölerinde meydana gelen çatışmalar, bu başarısızlığın bir göstergesi olarak kabul ediliyor. 2005’de yaşananlar Sarkozy’nin Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde asıl dayanak noktası haline gelmişti ve Sarkozy’i iktidara taşımıştı. 2005 olaylarından hemen sonra bir güvenlik endişesi yaygarası koparılmıştı. Bugün yine aynı endişe hortlatılıyor.

İktidar partisinin burka ve peçeli çarşafa yasak konusunda bu denli ısrarlı olmasının arkasında açık olan „güvenlik endişesi“ değil taynı zamanda 2012 yılında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi perspektifi yatıyor. Fransa’da aşırı sağcı lider Jean-Marie Le Pen’in partisi Milli Cephe’nin (FN) 2002 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçiminde özellikle İslam karşıtlığı ve ülkedeki yabancı göçmenleri seçim malzemesi olarak kullanıp seçimin ikinci turuna yükselmesinin ardından, merkez sağ partiler de bu konularda seçmenlerin aşırı sağa kaymasını engellemek için politikalar yürütmeye başladılar. Bu politikanın, Le Pen’in birçok söylemini merkez sağa uyarlayan Sarkozy’nin 2007 yılında cumhurbaşkanı seçilmesinde önemli rol oynadı.. Ancak Sarkozy’nin geçtiğimiz aylarda „öldüğünü“ söylediği FN, bu yıl 14-21 Mart tarihlerinde düzenlenen bölge genel meclis seçimlerinde, islam karşıtlığı söylemi sayesinde oylarını ulusal planda yüzde 12’ye yükseltti. Şu an Fransa’nın dördüncü büyük siyasi hareketi olan FN’nin, ülkenin Belçika, Almanya ve İtalya’yla sınır olan bölgelerindeki oy oranı yüzde 20 civarında. Anlaşıldığı üzere, Fransa’da türban-burka ve laiklik tartışmaları çok farklı eksenlerde devam edecek.

Entegrasyon mu asimilasyon mu!

Fransa’nın şu anda yaşadığı bu ciddi sorunun en önemli nedenlerinden biri de kuşkusuz Fransa Devleti’nin farklılıkları kabul eden ve benimseyen bir entegrasyon anlayışından ziyade, devrimle belirlenmiş Fransız ulusal kimliğinin olduğu gibi kabul edilmesini öngören bir entegrasyon politikası gütmekte ısrar etmesi. Bu tutum göçmenler arasında, özellikle Müslüman göçmenler tarafından, ‘entegrasyon’dan ziyade ‘asimilasyon’ olarak değerlendiriliyor. Aslında bugün Fransa’da sorun olarak görülen Müslüman göçmenlerin büyük bir bölümü, göçmen statüsünden çoktan çıkmış, ikinci, hatta çoğu zaman üçüncü kuşak olarak Fransa’da doğup büyümüş, Fransa’nın kendi vatandaşları olan ve kendilerini Fransız olarak tanımlayan kesimden oluşuyor. Dolayısıyla konu göçmen uyumunun da ötesinde, Fransız Devleti’nin kendi topraklarında doğup büyümüş olan vatandaşlarının bir kısmını hala Fransa ile bütünleşmiş görmemesi meselesi olarak kendini gösteriyor. Bu da bizi tekrar, ‘farklılıkların kabulü’ temeline dayalı çağdaş vatandaşlık anlayışının ne kadar benimsendiği sorusuna götürüyor. Müslüman Fransızların şu anda aklında olan soru ‘Bugün burka, yarın başörtüsü ya da diğer özgürlükler mi’ sorusu. Fransa ise; başörtüsü, burka ve helal yiyecekler gibi Müslüman nüfusla beraber tanışılan konularda nasıl hareket edeceğini hesaplarken, sürekli olarak laiklik kavramına ve onun belirlediği sınırlara atıfta bulunuyor. Ancak bugün gelinen noktada, Müslüman olan/olmayan bir kısım Fransızın devletten beklediği, bu kavramların çok dinli ve çok kültürlü yeni Fransız toplumunun ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yeniden tanımlanması ve geliştirilmesi yönünde. İktidar çatışmaları ve beklentileri, yaşanan ekonomik krizin perdelenmesi vb birdizi sorunla boğuşan hükümetin burka tartışmasını daha uzun süre yürüteceği aşikar. Bu tartışmanın toplum üzerindeki etkisi ise aşırı sağda birikme yaratırken, son bölgesel seçimlerde görüldüğü üzere sol siyasete yönelimi de güçlendiriyor.


‘Farklılıkların’ ve ‘Özgürlüklerin’ kıtası olarak bilinen Avrupa şimdilerde kılık kıyafetle uğraşır oldu.
Avrupa’da son yıllarda yükselişe geçen İslamofobi kendisini Belçika, Fransa, İtalya gibi ülkelerde peçe, burka vb kıyafetlerin yasağının gündeme gelmesiyle gösteriyor.
Belçika güvenlik zaafına yol açtığı için peçe,burka gibi kıyafetlerin açık alanda giyilmesini yasaklamayı öngören tasarıyı Federal Parlemento İçişleri Komisyonu’ndan geçirirken, tasarının haziran ayında yasalaşabileceği ifade edilmekte.Üstelik yasağa uymuyanlar para ve hapis cezalarına çarptırılabilinecek.
İtalya’da hükümetin koalisyon ortağı olan Kuzey Birliği Partisi(KBP) ise Belçika’yı desteklediğini benzer bir tasarıyı parlementoya taşıyacaklarını açıkladı..
İtalya’da faşizm dönemine dayanan bir yasa, güvenlik gerekçesiyle maske ve benzeri biçimlerde kişilerin yüzlerini gizleyerek dolaşmalarını yasaklıyor. Söz konusu yasada 1975’te yapılan değişiklikle yüzün saklanması, teröreylemlerini önleme amacıyla da yasaklanmıştı.
Kaynaklar: Oliver ROY, La laïcité face à l’Islam, Edition Stock, 2005.
Jean BAUBEROT, Laïcité 1905-2005
“Voile islamique: chronologie d’une polémique” , lemonde.fr, 26.01.2010
Libération.fr, „Candidate voilée du NPA:Besancenot assume, Aubry «n’aurait pas accept黓,04.02.2010
Lemonde.fr, “La communauté musulmane entière se sent prise en otage par le débat sur la burqa”, 26.01.2010
Özyurt, C. (2005) Küreselleşme Sürecinde Kimlik ve Farklılaşma, Açılım Kitap Yay. İstanbul.
Yeni Özgür Politika gazetesi

1960 CUNTASININ KÜRT POLİTİKASI - 2

10 Nisan 2010
Yeni_Özgür_PolitikaBugüne kadar Kürtlere uygulanan en temel yöntem demografik yapıyı değiştirmek ve asimile etmektir.Bunun için çıkartılan İskan Kanunları’yla politik ihtiyaçlara göre asimilasyonu sağlayacak biçimde değişikliklerin yapılması hususu, eskiden beri kullanılan bir yöntem ola gelmiştir.

Türkiye’de Kemalizmin en önemli teorisyenlerinden biri olan ve Profesör olarak Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi’ne atanan Güneş- Dil kuramcısı Hasan Reşit Tankut, 1960 darbesi sonrasında da Askeri yönetime bir Etno- Politik İnceleme Raporu verir. Sözkonusu Raporunda, „Dünkü Ermeni meselesi bugün bir Kürt meselesi olarak hortlamak üzeredir“ uyarısında bulunan Tankut, dış basının ve ülke çevresindeki gelişmelerin bunda rol oynadığını belirterek, „dışardaki gazete ve dergilerde zaman zaman yayımlanan bilimsel incelemelerin Kürt aydınlarının beyinlerinde şimşekler parlattığına“ dikkat çekmektedir. Öyleyse, bu durumun bilincinde olarak önlem almak gerekmektedir. Şöyle diyor Raportör:

„Bugünkü Kürt topluluğunda – Türkiye topraklarında- birbirinden ayrı iki unsur vardır: 1- Kırmanç, 2- Zaza… Zazalar’ın bir kısmı da her ikisine de zıt olan Dersimli Aleviler’dir. 30 Yıl önce bu üç unsur birbirini yadırgardı. Son üç yıl içinde her üçünün de bir ırktan olduklarını ileri sürenler çoğaldı. Bunun başlıca sebebi devamlı tenkillerdi (cezalandırmalar MB). Ve tenkil sırasında Kırmanç, Zaza ve Dersimli Alevi ayırmasını bilmemektir. Bugün bir plebisit yapılsa, Kırmanç olmayanların içinde Kürtlük lehine oy verenlerin sayısı çoğalabilir.“ (6)

Sözü, alınacak önlemlere getiren Raportör, şunları söylüyor: „Şurasını cesaretle arz ederim ki,Kürt, Türk’ün bugün için hâlâ düşmanı değildir. Kürt unsuru ayrılsa da, Türk toplumuna düşman olmaz. Bu çok ilerlemiş, gövdelenmiş, dal- budak salmış tehlikeyi önlemenin çeşitli yolları vardır. Fakat çok gecikmiş olduğumuz için şimdi tek bir yol üzerinde yürümeğe mecburuz. Bu yol şudur: Kırmançlık’la Zazalığın arasında bir Türklük barajı kurmak…“ (Agy, s. 220)

Burada dikkati çeken husus, bu dönemde „Zazalık“ olgusunun daha bir bilinçle öne çıkarılmasıdır. Azınlık içinde azınlık statüsünden kaynaklı bir olgu olarak, „Dersimli Alevi Zazalar’ın kendilerini diğer Zazalar’dan ayırdıklarına „ ilişkin belirleme de, özellikle altı çizilen bir husustur.

Daha sonra Kürt toplumu üzerinde çeşitli etno-politik tahliller yaptıktan sonra, sözü yeniden bölgeyi ikiye bölecek Türklük barajına getirerek, şöyle der: „Erciyes’ten Tunceli yakınlarına kadar uzanan bir hattın güneye doğru 50 kilometre derinliğinde bir yerleştirme bölgesi saptamak, - amaca çabuk ve kolay varmak bakımından- gerekli görünür. Bu yerleştirme,( bölgeyi ikiye bölen Türk barajı) olacaktır.“ (Agy,s.230)

Buraların demografik yapısını değiştirmek için „nereden ve nasıl göçmen getirmeli, yerleştirme şartları nasıl olmalı?“ sorularına da cevap veren Raportör, Karadeniz bölgesini adres olarak göstermektedir…Zaten, daha 1925 tarihli Şark Islahat Planı’nın 5. maddesinde; Karadeniz’den bu bölgelere iskân öngörülmekteydi. Tankut, „Zazalar Hakkında Sosyolojik Tetkikler“ adlı çalışmasındaysa; sözü Aleviliğe getirerek şu önemli belirlemede bulunuyor: „Görünürde Türkiye’de yalnız Müslümanlık var sayılır. Halbuki işin içyüzü hiç de öyle değildir. Aleviliği İslâmın bir mezhebi veyahut bir tarikatı sayanlar, tamamıyla aldanmışlardır. Alevilik, Müslümanlık değildir; onu Şiilikle karıştırmak da hata olur.“ (Age, s. 435)

60 Cuntası’nın „Kürt Raporu“
Hasan Reşit Tankut’un hazırladığı 24 Mart 1961 tarihli Kürt Raporu esas alınarak, yeni unsurların eklenmesiyle oluşturulan Yeni Kürt Raporu; hem üsttekiyle benzerlik gösteren hem de farklı önlemler içeren ilginç bir belgedir.

İlk kez Can Dündar ile Rıdvan Akar’ın, Ecevit’in Gizli Arşivi’nde bularak yayımladıkları bu Kürt Raporu, „Arşivden çıkan şok belge“ olarak sunuluyor ve „Kürt Sorununa (Hicret) Planı“ başlığıyla veriliyordu.

Cemal Gürsel kabinesince 18 Nisan 1961’de görüşülerek kabul edilen bu Rapor, 1963 yılında da Politika Dairesi Başkanı Kurmay Albay Haşim Tosun’un „muhtıra“ niteliğindeki bir kapak yazısıyla İnönü Hükümeti’ ne sunuluyor ve uygulamaya devam edilmesi isteniyordu. İlk kez 22 Ocak 2008 tarihinden itibaren Milliyet gazetesinde yayımlanan Rapor, Türk basınında da geniş yankı buluyordu. Oysa, temelde bu Rapor, öncekilerin devamından başka birşey değildi. Sözgelimi, demografik yapıyı değiştirerek Kürtler’i asimile etme, eskiden beri öngörülen bir yöntemdi:

„Bölgenin, kendilerini Kürt sananlar lehindeki nüfus strüktürünü Türk lehine çevirmek için, Karadeniz sahillerindeki fazla nüfusla, memleket dışından gelen Türkleri (Balkanlar ve Kafkaslar amaçlanıyor MB) bu bölgeye yerleştirmek. Kendilerini Kürt sananları da bölge dışına hicrete teşvik ve memleketin Türk çoğunluğu (yayındaki ‚çocuğu’ kavramı yanlıştır MB)bulunan yerlerine iskân etmek…“ (7)

Mevcut İskân Kanunu’nun politik ihtiyaçları karşılayacak ve asimilasyonu sağlayacak biçimde incelenmesi ve gerektiğinde değişiklikler yapılması hususu, eskiden beri başvurulan hususlardır. Türk yönetimlerini rahatsız eden hususlardan biri de Erivan, Tahran, Bağdat gibi dış radyolarda Kürtçe yayın yapılması ve eğitim haklarının kullanılmasıdır. Bu nedenle, özellikle Türkiye Kürtleri’ni dış Kürtler’den koparmak amaçlanmaktadır.

Tankut’un, son dönemlerde yapılan yayınların Kürtler’de milliyetçilik fikrini geliştirdiğine ilişkin belirlemesi, bu Rapor’da da kendini göstermektedir. Sözgelimi, temelleri daha İttihadçılar döneminde Naci İsmail ( takma ismi Dr. Friç) gibi düzmece uzmanlar tarafından atılan (Dağlı Türkler) tezinin, bizzat Milli Eğitim Bakanlığı’nca yayımlanan İslam Ansiklopedisi’ ndeki, Minorsky’ nin „Kürtler“ maddesiyle boşlukta kaldığı ve bu durumun derhal düzeltilmesi gerektiği üzerinde durulması, birçok çağrışımlar yapan ilginç hususlardan biridir.

1940’lı yıllarda fasikül halinde yayına başlayan, Türkiye’nin ilk kapsamlı ansiklopedisi, CHP döneminde İnönü, DP dönemindeyse Türk Ansiklopedisi adıyla yayımlanan ansiklopedidir. Bilimsellik iddiasıyla yayımlanan bu ansiklopedinin „Kürtler“ maddesi MİT tarafından yazılmış, küçük çaplı traji- komik bir maddedir. Demokrat Parti döneminde Prof. Dr. Fuat Köprülü öncülüğünde yayımlanan uluslararası nitelikteki İslâm Ansiklopedisi ise; tercüme, te’lif ve ta’dil özelliklerine rağmen, o zamana kadar yayımlanmış en önemli Türkoloji yayınıdır ve Kürdoloji alınında da büyük önem taşımaktadır.

Bu Ansiklopedinin yayın kurulunda, kimi yakınları „49’lar Davası“ndan yargılanan, Kürt kökenli edebiyat tarihçisi Prof. Dr. Abdülkadir Karahan da bulunmaktadır ve bu maddenin, onun çabasıyla bir fasikül halinde eserde yer aldığı bilinmektedir. Salt bu makale bile, resmi tezleri alt-üst eder nitelikte görüldüğü için, derhal önlem alınması istenmektedir. Nitekim, 1960’lı yıllarda yayımlanan Meydan Larousse Ansiklopedisi ile 1980’li yıllarda yayımlanan Ana Britannica Ansiklopedisi’ nin „Kürtler“ maddesi de MİT tarafından yazılmış traji-komik maddelerdir. Türkiye İşçi Partisi, Anayasa Mahkemesi’nin 12 Mart darbesi sonrasındaki kapatma davasında, kendisini bu maddeyle savunmaya çalışmıştır. A. Karahan ise, 1980 Darbesinden sonra Üniversite’den atılan ilk öğretim üyelerinden biri olmuştur.

1960 darbesiyle kültürel yasaklar ve asimilasyon sistemleştirildi
1930’lu yıllardan başlayarak kültürel yasaklar ve asimilasyon konusunda çeşitli önlemler alınmakla birlikte, 60 Cuntası’nın hazırladığı bu yeni Kürt Raporu’nda son derece ilginç bazı yeni önlemlere de başvurulmuştur. Sözgelimi, Kürt mahalli sanatçılarının ve âşıklarının, radyolarda, mahalli ezgilerle Türkçe şarkı söylemeye özendirilmesi bunlardan biridir ve oldukça etkili olmuştur. Gerek bu propagandaların etkisi , gerekse Kürt yazı dilini bilmeyen âşık ve sanatçıların, yoğun biçimde Türkçe söyleyişe yönelmeleriyle; ana dili Dımılki olan Davut Sulari ve İsmail Daimi gibi Dersimli âşıklarla, İçtoroslar’dan anadili Kurmanci olan nice âşıklar ve ozanlar, hemen bütünüyle Türkçe söyleyişe yönelmişlerdir.

60 Cuntası’nın Kürt Raporu’nda önerilen kurumlardan biri de, bir Türkoloji Enstitüsü kurularak, „kendilerini Kürt sananların Türk olduklarının ispatlanması amacıyla, Doğu’nun Türk tarihi“ ni yazacak bir kadronun oluşturulması ve bu doğrultuda yayın yapılmasıdır.

Gerçekten, 1960’lı yıllardan başlayarak bu da gerçekleştirilmiş ve önce Devlet güdümlü Belgelerle Türk Tarihi Dergisi adıyla bir yayın faaliyetine girişilmiş; yukarda anılan Jnd. Alb. Nazmi Sevgen dahil birçok kişi burada „Kürtler“e ilişkin yazılar yazmışlardır. Kürtler’in Türklüğünü ispatlamaya çalışan yeminli kalemşörlerden ikisi de Prof. Fahrettin Kırzıoğlu ile Prof. Mehmet Eröz’dür.

Bu doğrultudaki yayın faaliyetleri, 12 Mart darbesinden sonra „Türk Kültürünü Araştırma Ensitüsü“ bünyesinde devam ettirilmiş, bu kurumun niteliği deşifre olunca da Türk- İslamcı bir yayınevi olan Boğaziçi Yayınları adıyla devam ettirilmiştir. Bu kurumlar bünyesinde , terminolojisi „Kürt- Türkleri“ olarak değiştirilen onlarca kitap yayımlanmıştır.

Bu yayınlarda, özellikle Aleviler’in Türklüğünü ispatlamaya çalışan bir isim de dikkat çekmektedir: Haydar Başbuğ. Gerçek adı Hayri Başbuğ olan bu Diyarbakırlı Türkçü Zaza, söyledikleri inandırıcı olsun diye, Aleviler’in sempati duydukları „Haydar“ adını kullanmaktadır!.. Aynı kişiyi, daha sonra Türk Dünyası Araştırmaları adlı yayın faaliyeti ile Zaza Kültürü Yayınları’nda da görüyoruz. Bu defaki adı „M. Tetik“dir ve bu defa „Zazacılık“ akımını yönlendirmeye çalışmaktadır. Buna eğilimli kimi Dersimliler’e de elatmış ve yayın faaliyeti içinde onlara da yer vermiştir.

Yine Diyarbakırlı bir Zaza olan, öğretmen kökenli Ebubekir Pamukçu aracılığıyla bu akım Avrupa’ya taşınmaya çalışılmış, ancak ölümünden önce yaptığı itiraflarla çabuk deşifre olmuştur…

Darbe dönemlerinin gözde kitabı: Doğu İlleri ve Varto Tarihi
Yetiştiğim dönemlerde, Alevi Kürt toplumu arasına bilinçi olarak sokulan Hz. Ali Cenkleri türünden dini halk kitaplarının yanısıra bir de Vartolu bir Alevi Kürt olan Mehmet Şerif Fırat’ın „Doğu İlleri ve Varto Tarihi“ adlı kitabı, adeta sihirli bir deynek gibi evlere sokuluyor ve sıklıkla okunuyordu.

Yukardan beri anlatmaya çalıştığımız resmi tezlerin bir Alevi- Kürd’ün ağzına sokulmuş şekli olan bu kitap, 1940’lı yıllarda iktidarca hazırlatılmış ve 1947’de doğrudan Cumhurbaşkanı İnönü’nün önsözüyle yayımlanmıştı. Aynı kitabın, 1960 darbesinden sonraki basımı da, yeni Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in önsözüyle yayımlanıyordu. 12 Eylül faşist darbesinden sonra, dönemin I. Ordu Komutanı Faik Türün’ün önsözüyle yayımlanan kitap, bu tarihten sonra iyice deşifre olmuş ve eleştirilere uğramıştı. Yukarda andığımız, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü (TKAE) yayınları arasında çıkan bu kitabın ağır eleştirilere maruz kalması karşısında, oğlu Av. Atilla Fırat babasını ve kitabı savunmaya çalışan bir broşürü, yine aynı yayınevinden çıkarıyor, ancak yayınevinin adını kullanmıyordu!..

BİTTİ
MEHMET BAYRAK

1960 CUNTASI’NIN KÜRT POLİTİKASI - 1

09 Nisan 2010
Yeni_Özgür_Politika1960 Anayasası,milliyetçilik ve Atatürkçülüğü harmanlayan bir ideolojiyi resmileştirmiştir. Kurduğu Milli Güvenlik Kurulu ve Özerk Silahlı Kuvvetlerle askeri gücü iktidara ortak etmiştir.

Zoraki yöntemlerle „tek-tip toplum“ yaratmayı önüne temel hedef olarak koyan 1910’lu yılların Türkçü İttihad ve Terakki yönetiminden bu yana, Kürtler’e ve diğer halklara dönük politikada şartlara göre kimi zikzaklar yaşansa da, genel eğilim hep red ve inkâr temelinde seyrederek yakın zamana kadar gelmiştir. Alman militarizminin yedeğinde Birinci Dünya Savaşı’na giren Osmanlı İttihad- Terakki yönetimi, Türk- İslâm ekseninde bir tektip toplum yaratmak amacıyla 1915-16’da Ermeni ve Asuri- Keldani katliamıyla işe başlamış; yenilginin ardından, kadrolarının neredeyse tamamına yakını bu hareketten gelen Kemalistler’ce devam ettirilmiştir. Nitekim, 1919-1921 yılları arasında Kızılbaş- Kürtler’i hedef alan Koçgiri katliamı; ardından da 1923-24 yıllarında Grekler’in, anayurtlarından sürülmesi olayı yaşanmıştır. 1925 Kürt Ulusal Direnme Hareketi’nin bastırılması üzerine 15 bin dolayında Kürt katledilmiş, Asuriler de bundan nasibini almışlardır. Aradaki küçük çaplı „taqtil“ olaylarından sonra, 1935- 1938 yıllarında Dersim’ de sayısı bugün kesin olarak bilinmeyen, ancak onbinlerle ifade edilen yeni bir Kızılbaş- Kürt katliamı gerçekleştirilmiştir.

Bundan sonra birtakım yeni ırkçı yasalar çıkarılarak, 1942’de Ermeni, Yahudi ve Grek sürgününe kapı açılmıştır. 1955’te İstanbul ve İzmir’de cereyan eden 6-7 Eylül türünden yağmalama olayları da, yine aynı gayrimüslim ve gayritürk unsurları yani Rum, Ermeni ve Yahudiler’i hedef alıyordu. Bundan yaklaşık 12 yıl sonra yani 1967’de Elbistan’da, 1978’de ise Maraş’ta yine Alevi Kürtler’e dönük bir katliam yaşanıyor ve bunları Çorum, Alaca, Malatya, Erzincan, Sivas katliamları veya benzeri olaylar izliyordu. 1993’te yine Sivas’ta gerçekleştirilen katliam ile 1995’te gerçekleştirilen Gazi katliamları, eskilere eklenen yeni halkalar oluyordu. 1984’ten beri Kürt halkına karşı yürütülen ve yine onbinlerce insanın hayatına malolan sınır ve kural tanımaz savaş ise hâlâ sıcaklığını korumaktadır. Görüldüğü gibi, bu topraklarda „Türk- İslam İdeolojisi“ nin yolaçtığı, yaklaşık 100 yıllık bir katliam süreği yaşıyoruz… Bir başka söyleyişle, etnik ve dinsel kökenli bugünkü sorunları, bu tek-tipleştirme politikaları yaratmıştır. Yine bir başka deyişle; Kürt, Alevi ve diğer azınlık sorunları bu politikalarla yaşıttır.

60 darbecilerinin 61 Anayasası
Değer yargılarına ve dünya görüşlerine göre kavramların anlam değiştirmesi kuramına uygun olarak, yasaların ve anayasaların „ilerici“ veya „gerici“ olması hususu da kişilere, zümrelere, etnisitelere ve sınıflara göre değişmektedir. Nitekim, Kemalist yönetimin 1925’teki büyük atılımı ve devrimi kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu yani Eğitimin- Öğretimin Birleştirilmesi Yasası, kimi yönleriyle çağdaş yani „ilerici“ kimi yönleriyle ise „gerici“dir. Çünkü bu yasayla, bir bölüm gayrımüslim azınlıklar dışında, anadilde eğitim hakkı yasaklanmış ve Kürtçe eğitimin önü kesilmiştir. Oysa bu yasak, bırakın evrensel insan haklarını, Lozan Antlaşması’ nın 37- 45. maddelerine de aykırıdır. Bu yasak, Şark Islahat Planı ile gizlice karara bağlanmış ve en katı biçimde uygulamaya konmuştur.

1921 Anayasası’nda, „Vilayet manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir“ başlığı altında, bütün vilayetlere idari açıdan özerklik tanıyan bir hüküm getirilmişti. Aynı Anayasa’nın 22. maddesinde; „Aralarındaki ekonomik, toplumsal ve dilsel ilişkilere göre iller birleştirilerek Genel Müfettişlik bölgeleri oluşturulması“ öngörülüyordu. Bu maddeler, dönemin Kürt aydınlarında belli bir umut yaratmış, ancak 1924 Anayasası bir düşkırıklığına yolaçmıştı. 1927’de kurulan Umumi Müfettişlikler ise tam bir Sömürge Valiliği işlevi yüklenmişlerdir.

Göreceli olarak ilerici kabul edilen, sosyalizme açık olduğu vurgulanıp, ilk defa bir Sosyalist Parti’nin kurulmasına ve yaşamasına cevaz veren 1961 Anayasası ise yine 12 Mart Cuntası tarafından değiştirilmiş ve sözkonusu İşçi Partisi de, 4. Büyük Kongresi’nde „Kürt halkının ve dilinin varlığına vurgu yapan“ bir maddeden dolayı kapatılmıştır. Yani, bu olayda da Kürt kimliği turnusol görevi yapmıştır.

Önce 12 Mart, ardından da 12 Eylül 1980 darbecilerinin elinde bir oyuncak haline gelen Anayasaların ardından, yeni ve sivil bir Anayasa ihtiyacının kendisini dayattığı günümüzde; örnek gösterilen ve „ilerici“ kabul edilen 61 Anayasası’na da ciddi eleştiriler yöneltilmektedir. Bu eleştirilerden biri, Prof. Dr. Mustafa Erdoğan’ a aittir. „1961 Anayasasının son derece özgürlükçü ve demokratik bir anayasa olduğu düşüncesi bir hurafedir“ diyen Erdoğan, eleştirilerini şöyle sürdürmektedir: „Bir kere, bu Anayasanın yapılış süreci demokrasi bakışaçısından tam bir skandaldır. Nitekim Anayasayı yapmak üzere teşkil edilen (Kurucu Meclis), darbecilerle CHP ittifakına dayanan ve halkın yarısının temsilcilerini kategorik olarak dışlayan yapısıyla açıkça plebisitçi- otoriter bir organdı. (…)Öte yandan, temsili- demokratik kurumlara karşı askeri- bürokratik isyanın resmi bir meşrulaştırmasına (Başlangıç)ında yer vermesi bakımından bu Anayasa, 1982 Anayasası’na da öncülük etmiştir. Bununla uyumlu olarak bu Anayasa, milliyetçilik ve Atatürkçülüğü harmanlayan bir ideolojiyi resmileştirmiştir. Kurduğu Milli Güvenlik Kurulu ve özerk Silahlı Kuvvetler marifetiyle askeri gücü iktidara ortak etme (onur)u da 1961 Anayasası’na aittir.“ (1)

Cunta Lideri Gürsel’in Sloganı: ‘’Size Kürt Diyenin Yüzüne Tükürün…“
1960 Askeri darbesi olduğunda, Ortaokuldaydım. Ortaokula Kayseri’de başlamış ve Pınarbaşı’da bitirmiştim. Okula giderken, hergün Hükümet Meydanı’nın en görkemli yerine asılmış bir bez afişle burunburuna gelirdik: „Size Kürt diyenin yüzüne tükürün…“ O sıralar, çevre ilçelerden gelen Kürt öğrencilerle, buranın 93 Göçmeni Çerkez çocuklar arasında söz ve karar sahibi olma temelinde bir çekişme ve gerginlik yaşanıyordu. Nitekim, bu çekişme Kürt gençlerin önderliğini yapan ağabeyimin okuldan süresiz uzaklaştırılmasına yolaçmıştı.

Ancak, Cunta’nın anlı- şanlı lideri, Erzincanlı Kürt ve Alevi olduğu (!) söylenen Org. Cemal Gürsel’ in üstteki sözlerine bir anlam veremiyorduk. Sanki bu slogan doğrudan bizi hedefliyordu. Kendini „Kürt“ bilen insanlar olarak, neden Kürtlüğümüzden utanmalı ve bize „Kürt“ diyenin yüzüne tükürmeliydik?.. Bu, bize bir iyilik mi, yoksa hakaret miydi? Biz bilmiyorsak bile, okumuş büyüklerimiz, bu topraklarda yörenin Afşarlar’ından da, o tarih itibarıyla 100 yıllık geçmişi olmayan Çerkezler’den de daha eski bir halk olduğumuzu söylüyorlardı. Öyleyse, üstelik „Kürt“ olduğu söylenen ve „Cemal Aga“ olarak adlandırılan bu askeri yönetim lideri, neden bize sesleniyordu? Bu durumda, övünmeli mi, yoksa yerinmeli miydik?..

Bu karmaşık duygularla, Lise son sınıfa kadar geldim. Lise son sınıfta, askerlerle birlikte 60 darbesini yapmakla övünen Tarih öğretmenimiz Lala Paşa, birgün okul bitimine yakın bir zamanda sınıfta attığı Kürt ve Kızılbaş karşıtı bir nutukla, hem utanmama hem de isyanıma yolaçtı. Sınıfa fötr şapkayla ve paltoyla giren ve dilinden hiç bir şey anlaşılmayan bu 40 yıllık Kayserili öğretmen, askeri yönetimin doğum ve nüfus kontrolüyle ilgili tutumuna karşı çıkıyor ve böyle bir uygulamaya girişilirse; buna uymayacak Kürtler’le Kızılbaşlar’ın ülkede yönetimi ele geçireceklerini savunuyordu… O anda, tüm gözlerin üzerimde odaklandığını hissetmiştim, çünkü sınıfta tek Kızılbaş- Kürt bendim. Bu nedenle, tam hocanın çıkacağı sırada kapıyı kapatmış ve ağlamaklı bir sesle, ayrımcılık ve düşmanlık yaptığını yüzüne haykırarak, kendisini yönetime şikayet edeceğimi söylemiştim. Yapmıştım da. Ancak, kişiliksiz lise müdürünün birşey yapmayacağını ve Lala Paşa karşısında el-pençe divan durduğunu da biliyordum. Sonuçta, faturayı yine ben ödemiş ve sözkonusu hoca tarafından tek dersten ikmale bırakılmıştım. Bir yıl sonraysa, Ankara’da yüksek eğitime başlamıştım. Yıllar sonra Kayseri’ye bir gidişimde, sinema çıkışında Balkan göçmeni bir sınıf arkadaşım yanıma yaklaşarak, „Biliyor musun, tartışmanızdan sonra Lala Paşa, beni ve Çerkez Mehmet’i çağırarak; (bu tehlikeli bir adam, bunu izleyip bana bilgi verin) diye bizi görevlendirdi“ demişti!.. Evet, bugün de olduğu gibi, onlar „güvenilir“, binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan bizler ise „güvenilmez“ insanlardık… 27 Mayıs’ın bu kahramanı, yeterince bilinçli olmasam da beni 27 Mayısçılar’dan soğutmaya yetmişti…

Atatürk’ün danışmanı Tankut’un 60 cuntası’na hazırladığı ‘’Etno- Politik İnceleme Raporu“
Kemalistler’in Kürtler’e yönelik politikasında belirlenmiş bir çizgi ve süreklilik olduğunu; eski rapor ve planlarda gördüğümüz gibi, 1960 darbesinden sonra hazırlanan çalışmalarda da rahatlıkla görüyoruz.

Yakın dönemlerde anılarını yazan Numan Esin gibi kimi 27 Mayısçı subaylar; sorguladıkları Adnan Menderes’ in, idamından 11 ay önce „Kürt sorununu demokrasiyle çözeriz“ dediğini açıklıyor. Esin, sorgulama esnasında „Kürt sorunu, Türkiye’nin en önemli sorunudur. Siz hükümet olarak ne yapmayı düşünüyordunuz?“ diye sorduğunu belirtiyor ve Menderes’in şu yanıtını aktarıyor: „Bizim çözümümüz demokrasiydi. Halka vereceğimiz serbestlikle bu işe bir çözüm geleceği kanaatindeydik. O yönde hareket ettik. Halkı yönetime ve ülkeye bağlama yolunu seçtik.“ (2)

Tabii, burada sormak gerekir. 10 yıl iktidarda kaldınız. Madem demokrasiyle Kürt sorununu çözecektiniz, neydi o örfi idareler yani sıkıyönetimler. Neydi, o güney sınırındaki mayınlanmış tel örgüler. Daha önemlisi, yönetiminizin son yılındaki yani 1959’daki Kürt aydınları tutuklaması… Bilindiği gibi, Kürt aydınlanmasını ve uyanışını önlemek için, yüzlerce Kürt aydınının ve önderinin tutuklanması öngörülmüş, ilk partide 50 Kürt aydını tutuklanmışken, 27 Mayıs darbesiyle kendileri iktidardan uzaklaştırılmışlardı.

Yukarda; tek-tip toplum yaratma eksenindeki politikaların temelinin İttihad döneminde atıldığını ve Cumhuriyet döneminde bu politikanın daha kurumsallaştırılarak uygulamaya konduğunu söylemiştim. 1925’te Kürtler’e vurulan darbeden, 1960’da sivil yönetime vurulan darbeye kadar; Kürt sorunu ekseninde „Etno- Politik İnceleme Raporları“ hazırlayan başlıca danışman ve raportör Prof. Hasan Reşid Tankut’tur.

Bu kişinin, 24. 3. 1961 tarihinde Cemal Gürsel başkanlığındaki Askeri yönetime „Doğu ve Güneydoğu Bölgesi Üzerine Etno- Politik Bir İnceleme“ adıyla bir Rapor verdiğini görüyoruz. Tankut, kendisi dışında hazırlanan eski raporların ilham kaynağı olduğu gibi, 1960 darbesi sonrasında hazırlanan ve Ecevit’in kasasından çıkan Rapor üzerinde de etkili olmuştur.

„Türkçülük“ ve „Türkleştirme“ hareketinin ideologlarından olan Hasan Reşit Tankut, 1925 yılında bizzat Mustafa Kemal tarafından Şark İlleri Asayiş Müşaviri ve Türk Ocakları Şark Mıntıka Müfettişi sıfatıyla Kürdistan’da görevlendirildikten sonra, ilk Raporunu 23.7.1928’de dönemin Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali’ ye (Öngören) verir. Elyazması bu gizli Rapora, ilk kez Kürtler ve Ulusal- Demokratik Mücadeleleri adlı eserimizde yer vermiştik. (3)

Resmi- ideolog Hasan Reşit Tankut, bundan sonra 1930, 1938 ve 1961 yıllarında Kürtler Hakkında Andaçlar ve Etno-Politik İnceleme Raporları ve yayımlama düşüncesiyle „Zazalar“ hakkında araştırmalar hazırlar. (4)

Bu raporlar incelendiğinde; tümü arasında bir ideolojik örgü bütünlüğü ve devamlılık olduğunu görürsünüz. Seyid Rıza’nın babası Seyid İbrahim’in de içinde bulunduğu Dersimli Zazalar ile Ermeniler’in, daha 1865’te Dersim’de bir „Kürt- Ermeni Hakları Milli Komitesi“ kurduklarından söz etmese de; 1925 Kürt İsyanı öncülerinden Şeyh Said’in ve Dersim direnişinin dini ve siyasi lideri Seyid Rıza’nın „Zaza“ kökenli olduğuna dikkat çekerek, bundan sonuç çıkarılmasını önerir.

Öneri şudur: Kürdistan, Fırat nehri esas alınmak üzere (T) harfi şeklinde üçe bölünmeli ve bu (T) nin üstünde bir „Türklük Barajı“ kurulmalıdır. (T)nin batısında daha çok Kızılbaş- Alevi Kurmançlar, doğusunda daha çok Şafiî Kurmançlar, kuzeyinde ise daha çok Kızılbaş Zazalar yaşamaktadır. Öyleyse, önce Kızılbaş Zazalar’la Şafiî Zazalar arasına, daha sonra da Kızılbaş Kurmançlar’la Şafiî Kurmançlar arasına bir „Türklük Barajı“ kurulması gerekmektedir. Özellikle, Alevi kimliklerinden dolayı Kızılbaş Zazalar’la Kızılbaş Kurmançları „Türkleştirmek“ daha kolaydır. Ancak, bu dafa da „Ali- İlahilik“ yani Kızılbaş- Aleviliği çelişkisi ortaya çıkmaktadır. Şöyle diyor resmi Raportör: „Bu farklılıklar, Türklüğün lehine büyük bir kazanç ve Türkçüler için bulunmaz bir fırsattır. Buna karşılık Ali- İlahi Zazalığını Türklük’ten ayıran gayet derin ve tehlikeli bir uçurum daha vardır ki, o da Kızılbaşlıktır, Ali- İlahiliktir. (…)Osmanlı ve Osmanlı’yı ifade eden Türk isminden istikrah ettiği için Ali- İlahi Zazalar, kendisini fuzulice görmeye adanmış gitmiştir. Türk milletinin yakın vakte kadar ıslah olmamış yaralarından biri olan Dersim, bu nevi insanlarla meskundur. Bunlar da tıpkı Sivas, Tokat ve Canik Dağlarında ve ovalarında yaşayan Kızılbaşlar gibi;(Varma Yezid’in yanına/ Kokusu siner tenine) derler, ve Yezid onlarca Türk’tür. Bunları Bektaşiler’e benzetmek büyük bir hatadır. Bektaşilik, Melamilik felsefi birer tarikat olduğu halde, Ali- İlahilik bir dindir.“ (5) Tankut, daha 1928’de hazırladığı bu ilk Raporunda 16 maddelik „Türkleştirme Önlemleri“ sunar ve sonraki raporlarında bu „Türkleştirme Paketi“ ni daha da geliştirir.

MEHMET BAYRAK