Tarihsel süreç içerisinde tüm egemen sınıflar kendi çıkarlarını geniş kitlelerin çıkarı gibi sunmak ve söz konusu çıkarlar etrafında örgütlemek için
Tarihsel süreç içerisinde tüm egemen sınıflar kendi çıkarlarını geniş kitlelerin çıkarı gibi sunmak ve söz konusu çıkarlar etrafında örgütlemek için bir takım ideolojilere başvurmaktan geri durmamışlardır. Toplumların yapay, kültürel temellerde bölünerek toplumsal çelişkilerin ve maddi sınıfsal çıkarların üzerinin, farklı medeniyetlerin çatışması biçiminde gösterilmesi yöntem olarak hiçte yeni bir şey değildir. Tarih, Hıristiyanlık ya da İslam adına yapılan, ama gerçekte egemen güçlerin çatışmasından başka bir şey olmayan nice savaşlara tanıklık etmiştir. Doğu ile Batı uygarlıklarının dinler üzerinden karşı karşıya gelmesi biçiminde sunulan haçlı seferleri bunun çarpıcı bir örneğidir. Oysa bu savaşlar, dinler ya da uygarlıklar arası bir savaş değil, dönemin egemen güçlerinin ticaret tollarını ele geçirmek için başlattıkları iktidarlaşma ve hegamonik güç savaşlarıydı.
“Avrupa’da kapitalizmin doğuşunda Ortadoğu’nun belirleyici katkısı Hıristiyanlıkla bağlantılıdır. Ortadoğu’nun 10.yüzyıla kadar Avrupa’nın ahlakını belirlemeyi tamamladığı, feodal Avrupa’nın doğuşunda temel rol oynadığı( hem siyasi hem dini), haçlı savaşlarıyla bir kez daha Ortadoğu’nun Avrupa’ya taşındığını belirtmek gerekir. Tüm bu hususlar olmazsa olmaz belirleyici özelliklerdir.” (A.ÖCALAN)
Haçlı seferleri sonrasında Batılı güçlerin Doğu’ya olan ilgisi daha da artmıştır. Bilginin başlıca nedeni: birincisi, haçlı seferleri beraberinde ticari ilişkileri de geliştirmiş, Venedik, Cenova ve Fransa’nın liman kentleri ile Mısır, Suriye ve tüm Doğu dünyasına uzanan bir ticaret ağı kurulmuştur. Dolayısıyla Doğu ticari çıkarlar açısından önem kazanmıştır. İkincisi, feodal beylikler çözülüp yerlerine merkezi krallıklar kurulmaya başlarken, ticaretle birlikte yeni bir sınıf, burjuvazi de gelişmeye başlamıştır. Bu gelişmelerin etkisiyle 1312’de Viyana’da toplanan Kiliseler Şurası Paris, Oxford, Bologna, Avignon ve Salamanca üniversitelerinde Şark kültürünün araştırılması ve dillerinin öğrenilmesi için kürsüler kurulması kararı alınmıştır. Böylece Batı’da Şarkın incelenmesi akademik meslek düzeyine yükselecek ve bir Doğu bilimi dalı doğacaktır.
“Avrupa sosyal bilimcileri boşuna Doğu’nun takibine çıkmamıştır. Ama ellerindeki Oryantalizm, gerçeği anlatmaktan çok uzaktır. Bu çabaları ön sömürgeci niyetler taşısa bile, asıl amacın bu olmadığını, Avrupa’nın uygarlaşma öyküsünü anlamak olduğunu belirtmek daha doğru bir ifade olacaktır. Çünkü Avrupa’yı çelişki, sorun ve savaşlarıyla anlamanın yolu özellikle Yakındoğu’yu çözmekten geçer.” (A.ÖCALAN)
Hindistan, Çin ve Ortadoğu’nun bir bölümünün sömürgeleştirilmesiyle birlikte doğu’ya ilgi daha da artacaktır. 1798’de Mısır seferine çıkan Napolyon Bonaparte’ın gemisinde bir Şark uzmanı ekibi de yer almıştır. 1800’lü yılların ilk yarısından başlayarak Amerika ve Avrupa’da pek çok Şark Derneği kurulmuştur. Akademilerin yanı sıra bu dernekler de araştırmalar yaparak konferanslar düzenliyorlardı. Yayınlanan kitaplarda ve konferanslarda aşağılayıcı nitelemelerde bulunuyorlardı. Şakın bilim adamı çıkartamayacağı, düşüncelerinin sınırlı olduğu, kendi kendilerini yönetemeyeceklerini, uygarlaştırılmaları gerektiği fikrini inceltilmiş yöntemler kullanarak kanıtlamaya çalışıyorlardı. Neredeyse tüm burjuva aydınlar bu ırkçı koroya kaptırmışlardı kendilerini. Victor Hugo’dan, Flaubert’e kadar pek çok aydın, romanlarında Şarklıları küçümsüyor ve cinsellikten başka bir şey düşünmeyen şehvet düşkünü yaratıklar biçiminde betimliyorlardı. Batı gelişmiş üstün bir medeniyetin ve kültürün temsilcisiydi ve dünya Batı’nın üstünlüğünü ve egemenliğini kabul etmeliydi.
Bu tarihsel gelişim sürecinde Şarkiyatçılık bir düşünce sistemi olarak doğmuş ve günümüze kadar gelmiştir. Batı için Şarklılar, sadece coğrafi koşullar gereği doğuda yaşayanlar’ demek değildir. 18. yy da Doğubilimi ya da Batı dillerindeki adıyla Oryantalizm, Doğu’yu aynı zamanda ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel, dinsel ve askeri yönleriyle de tanımlamıştır. Bu tanıma göre Doğu aynı zamanda İngiliz ve Fransız imparatorluklarının Ortadoğu’daki topraklarda edindikleri sömürgeler(ne yazık ki!) yönetilmesi gereken insan yığınlarıdır. Batılı egemen güçlerin sömürgeci emelleriyle doğrudan örtüşen bir şark imajı yaratılmıştır. Araştırmacıların büyük bir çoğunluğu Doğu’yu düşman olarak gösteriyor ve Doğu uygarlıklarının birikimini yok sayıyorlardı. Tarihsel gelişim çizgisinden kopartılmış, soyut ve Oryantalist uzmanların görüşleriyle yeniden yaratılmış bir Doğu söz konusudur. Çizilen tasvire göre Doğu kimi yönleriyle ilginç, egzotik, ama aynı zamanda barbar, kültürel olarak geri, cahil bir coğrafyadır. Hintliler, Çinliler ve Özellikle de şeytanın soyu olmakla suçlanan Müslümanlar aşağılanıyor, hor görülüyordu. Yayınlanan kitaplarda Doğu insanına dair bitmez tükenmez, akla hayale sığmaz aşağılayıcı öyküler anlatılıyordu. Batının, Doğu için uydurduğu genellemeler ilk önce sömürgeyi yönetme kademesinde başlamıştır. İktidarın en üst kademesinden başlayan ( daha önce ‘şark kendini temsil edebilseydi ederdi zaten’ cümlesiyle) ‘onlar hiçbir şeyden anlamazlar mantığı’ tüm pratiklere yansımıştır. Bağımlı ırklar kendileri için neyin hayırlı olduğunu bilme becerisine sahip değildir. Koşullar yöreden yöreye ufak farklılıklar gösterse de Şarklılar hemen hemen her yerde aynı biçimde çekilip, çevrilebilinirdi. Buna göre de, ne bir Arap’ın, ne Hintli’nin ne de bir Türk’ün Batılı gözünde farkı yoktur. Şark, Batı’nın belirlediği sıfatlara uyuyorsa Şarktır.
Hem geleneksel Şarkiyatçılar hem de Kissinger, kültürler arasındaki farklılğı, önce bu kültürleri ayıran bir cephe yaratarak, ardından da Batı’yı öteki’ne hakim olmaya, onu denetim alanında tutmaya, olmazsa (üstün bilgisi, uzlaştırıcı gücü sayesinde) yönetmeye davet ederek açıklar. Bu militanca ayrımlamanın, hangi amaçlar adına, neler pahasına korunduğunu anımsatmak önemlidir. Bu yorumlarıyla, şarkiyatçılığın en nihayetinde gerçekliğin siyasal bir tasavvur olduğunu ve bu tasavvurun yapısı tanıdık ile yabancı arasındaki farkı daha da keskinleştiğini belirtmektedir. Öte yandan 19.yy’da bu ötekileştirme projesin Batının kendi için oluşturduğu imajda ayrıca incelemeye değerdir: ‘’ hiçbir şarklının bir batılıyı yaşlanıp bozulmuş haliyle görmesine izin verilmediği gibi, hiçbir Batılı da kendi görüntüsünün bağımlı ırkın gözlerinde dinç, akılcı ve her zaman tetikte olan genç bir Raca’dan farklı bir şey olarak yansıma olasılığına katlanmak zorunda kalmadı.Tüm bu analizlerin ışığında Şarkiyatçılığı ve Şarkı, Batı tarafından çeşitli nedenlerden ötürü sınıflandırılmış, kendisinden korkulan ama üzerine ahkam da kesilen, yönetilen-yönetilmesi gereken, yapay bir ötekilik hali olarak tanımlayabiliriz.
“Avrupa merkezli sosyal bilim egemenlik kokmaktadır. Ya egemen kılar yada egemenlik altına alır. Halbuki bize gerekli olan demokratik özne olmak ve adilce paylaşmaktır. Avrupa sosyal bilimi özünde liberalizmdir; bir ideolojidir. Ama bu gerçekliğini o denli görünmez kılmıştır ki, büyük muhalif eleştirmenler bile özümseme gücünü gösterebilmiştir. Anti-Avrupacılık da Avrupa merkezli düşüncenin bir parçasıdır. Avrupa’nın Doğu’da, Doğu’nun Avrupa’da olduğundan hareketle, hangi değerlerimizin evrensel olduğunu bilerek tutum geliştirilmelidir. Avrupa’nın birçok değeri öz değerlerimizin bugünüdür, geliştirilmiş halidir.”(A.ÖCALAN)
Oryantalizm Batılı sömürgeci güçler için yol açıcı bir rol üstlenmiştir; araştırmalar yapılmış, Şark dilleri öğrenilmiş, sömürgeci güçler için sadece ideolojik argümanlar değil, stratejide üretilmiştir. Entelektüel dünya, sessizce yürütülen bir Batı ideolojisi olan Oryantalizmin bu kadar net tanımlanabilmesini bir anlamda 20.yy’ın en önemli araştırmacılarından olan Edward Said’e borçludur. Said, kitabında Batılı akademik dünyanın Ortadoğu’ya (çünkü doğudan anlaşılan kutsal topraklar ve Ortadoğu sömürgeleridir) ve islamiyet’e bakışındaki ikiyüzlülüğü, edebi metinler üstünden giderek ortaya sermiş ve akademiye sıçrayan yazının nasıl sistematikleştirerek, düşünce ve yönetim felsefesine dönüştüğünü açıklamaya çalışmıştır. Kaman’ın yorumuyla Şark üstüne ‘bilgi’ edinme sürecinin, Şark üzerinde ‘iktidar’ kurma sürecine nasıl bağlandığını göstermiş ve ‘Oryantalizmin ipliğini pazara’ çıkarmıştır. Edward Said, Şarkiyatçılıkta iki yüzyılı aşkın detaylı bir metinler ve yazarlar dizini ortaya koyarak, Batının üstün medeniyet maskesi ardına saklanarak sürdürdüğü sömürgeciliğin en bilindik sembollerini gözler önüne sermiştir. Said’e göre, Şarkiyatçılık doğunun bizatihi kendisinden daha ziyade Batılı bilinci ile ilgili bir olgudur. Şarkiyatçılıkta, yani Batının Şarkı algılayışı noktasında ( dünyayı şekillendiren gücün politik-ekonomik çıkarlar olduğunu göz önüne alırsak) 21.yy’da da değişen hemen hemen hiçbir şeyin olmadığını görmek mümkündür.
Said’e göre, Şarkiyatçılık, stratejisi gereği, Batılıya görece üstünlüğünü hiç yitirmeksizin Şarkla kurabileceği bir olanaklı ilişkiler dizisi sağlayan bu esnek konum üstünlüğüne dayanır hep. Başka türlü de olamazdı zaten, hele rönesans’ın sonlarından bugüne uzanan görülmedik Avrupa hükümranlığı döneminde. Bilim adamları, misyonerle, tüccarlar, askerler, Şarktan pek bir direniş görmeksizin Şarkta bulunma ya da Şarkı düşünme imkanına sahip oldukları için Şarktaydılar, Şarkı düşündüler. Ayrıca Şarka özgü şeylerin imgesel düzlemde incelenmesi, neredeyse sadece egemen Batılı bilincine dayanıyordu; bu bilincin karşı konulmaz merkezliğinden, önce Şarklının kim ya da ne olduğuna dair genel düşüncelere göre, ardından da salt ampirik gerçeklikçe değil, bir arzu, baskı, yatırım, yansıtma öbeğince de yönlendirilen ayrıntılı bir mantığa göre, Şark dünyası doğdu.
Said, kimi zaman eleştirel duruşunu muhalif diye tanımlar. Bu, emperyal güce ve bilgiye karşı açık bir saldırı duruşudur. Fakat daha sık olan kendisini olumlu şekilde bir hümanist diye nitelendirmesidir. Said’in hümanist bakış açıları, elbette hümanizmin radikal bir eleştirmeni olan Foucalt’dan türetilen yöntem kullanımlarıyla harmanlanamaz. Said, Foucault’nun analizini bir kültürel düzenin egzotik ‘ötekiler’le bağlantılı olarak dışsal bir şekilde nasıl tanımlandığını kapsayacak şekilde genişletmiştir. Emperyalist bir bağlamda tanımlamalar, tekrarlamalar ve tabi halkların ve mekanların metinselleştir(il)meleri, ‘içsel’ temsiller ( örneğin on dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sındaki suçlu sınıflar) ile aynı kurucu rolü oynar ve aynı sonuçlara sahiptir. Hem fiziki hem de ideolojik anlamda disiplin ve mahkumiyettir. Dolayısıyla ‘Doğu’ Said’in analizinde, sadece Batı için var olur. Oryantalizm’deki görevi söylemi parçalamak, baskıcı sistemi ifşa etmek, alınmış fikirlerden ve durağan imgelerden ‘arşivi temizlemektir.
Said genel olarak ‘muhalif’ kültür eleştirmeni duruşun ötesinde, kısaca ele alınmayı gerektiren başka foucaultcu yaklaşımlardan da yararlanır. En önemlisi Nietzsche’nin soy kütüğü adını verdiği eleştirel geriye bakış yaklaşımıdır. Oryantalizm alanı, soy kütüğü bakımından iki şekilde dağıtılmıştır: eşzamanlı ( Doğu’nun tüm Batılı metin versiyonlarını birlikli bir sistem halinde oluşturur) ve artzamanlı olarak ( aeskylos’tan Renan’a ve modern siyasi sosyolojiye ve alan çalışmalarına dek uzanan Doğu hakkında tekil bir ifadeler silsilesi oluşturulur). Tüm soy kütükleri gibi Said’inki de açıklamak ve etkilemek için oluşturulan bugüne yaklaştıkça daha da özgül hale gelir. Dolayısıyla izahatın büyük bir kısmı, oryantalizmin on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın başındaki en parlak dönemini anlatır. Bunun peşinden Ortadoğu’nun bugünkü durumundan klasik geleneğe göndermede bulunarak anlamlar yaratma girişimi gelir.
Said’in genel argümanı tözel bir Doğu mefhumunun altını oymaktan ziyade ‘Batı’yı sorunsallaştırmak gibi bir etkiye sahiptir. Bugün ‘Doğu’ hakkında konuşmak bir zamanlar olduğundan daha az yaygındır ama hala ‘Batı’ya Batı kültürüne gelişigüzel göndermelerde bulunabiliyoruz. Said , oryantalizmin parçası olduğu Batı kültürünü resmettiği kadar, onların varsayımlarını da paylaşır. Bu şekilde görüldüğünde, Batı düzeni emperyal, karşılıksız, saldırgan ve potansiyel olarak hegemonyacıdır. Bugün Batı’dan bahsettiğimizde genellikle ayrık bir coğrafi ya da kültürel merkezden karmaşık yollarla yayılan teknolojik, ekonomik, siyasi bir güce işaret ediyoruz. Bu güç, eğer tekil olarak bahsedilebilirse, çeşitli merkezlerden çok çeşitli biçimlerde yayılmaktadır. Bugün Japonya, Avustralya, Sovyetler birliği ve Çin de buna dahildir. Bu değişiklik süreçlerinin küresel kültürel türdeşleşme ya da yeni bir çeşitlilik düzeniyle sonuçlanıp sonuçlanmayacağını söylemek için henüz çok erken. Yeni, eskiye nazaran her zaman monolitik gözükebilir. Şimdilik tüm karşıtlaştırıcı kavramlara şüpheyle yaklaşılmak zorundadır. Bu ister Batılı-geri kalanlar(üçüncü dünya) bölünmesi, ister gelişmiş-azgelişmiş, ister modern-modenrlik-öncesi vs. şeklinde olsun. Said’in Oryantalizm adını verdiği söylem eleştirisi tam da bu nokta da büyük öneme sahiptir.
Evrensel değerler genellikle iki temelden birine dayanılarak, doğruluğu öne sürülür. Ya bize birileri bildirir veya bir şeyler aracılığıyla bildirilir- bir peygamber, peygamberlik kabilinden yazılar ya da bir tür peygamber veya peygamber kabilinden yazıların yetkisi ile meşrulaşma iddiası olan kurumlar- ya da müstesna insanlar veya insan gruplarının engin kavrayışlarıyla ‘doğal’ olarak ‘keşfedilir’. Açığa çıkan gerçeklerin dinlerle ve doğal hukuk doktrinlerinin ahlaki veya siyasi felsefelerle ilişkilerini kurarız. Her iki çeşitteki zorluklar da belirgindir. Evrensel değerlerin her tikel tanımına karşı koyan iyi bilinen iddialar ortaya çıkar. Birçok bin ve bir dizi dini otorite vardır. Onların evrenselcilikleri her zaman birbiriyle uyuşmaz. Ve birbirleriyle durmadan kavga hali içinde olan birçok doğal yasa versiyonu vardır. Evrensellerle-tikeller arasındaki ilişki ve Oryantalist olmamanın yolları üzerine ne söylenebilir? Zira, Oryantalizmin dört bir yanımızı sarıp sarmalayan çok sayıda görünümü bulunmaktadır. Avrupa-merkezci evrenselcilikler tarafından çileden çıkarılan insanlar, hiyerarşiyi tepetaklak etmeyi genellikle cezp edici bulurlar ve bunu iki yoldan yaparlar.
“Realist bir değerlendirme yaklaşımı açısından giriş yapmak daha faydalıdır. Gerçekten bir modern dünya-sistemi vardır ve geçmişteki tüm örneklerinden hakikaten farklıdır. Bu sistem Avrupa’nın ve Amerika’nın on altıncı yüzyılda ortaya çıkarmış olduğu bir kapitalist dünya ekonomisidir. Ve bir kere kendini sağlamlaştırmayı başardığında, kendi iç mantığına ve yapısal ihtiyaçlarına göre hareket etmiştir. Bunu yapmak için askeri ve teknolojik yeterliliğini geliştirmiş ve böylece on dokuzuncu yüzyıldan evvel bütün dünyayı kapsamayı başarıncaya kadar, sırasıyla dünyanın her bir parçasını kendine eklemleyebilmiştir. Ayrıca bu dünya-sistemi, önceki dünya-sistemlerinden oldukça farklı işlemiştir.” (IMMANUEL WALLERSTEIN)
Kapitalist dünya-ekonomisinin belirliliklerinden birisi, bu sayede işleme kapasitesini sürdürmede anahtar bir öğe olarak kullandığı temel bir epistemoloji geliştirmek olmuştur. Montesquieu’nun Acem Mektuplarında belittiği, Said’in Oryantalizm’de oldukça hiddetli saldırdığı bu epistemolojidir. İkili ayrılıkları ve özellikle de evrenselcilik ( ki baskın öğelerin kendinde vücut bulduğunu iddia ediyordu) ile tikelcilik ( ki bastırılan herkese aynı sıfatı atfediyordu) arasında yapılan ikili ayrılığın somutlaştıran bu modern dünya-sistemidir.
Said, bizzat Foucault’un söylem kavramını ve onun iktidar yapılarıyla olan doğrudan ilişkisi ile bu yapılar üzerindeki yansımalarını aşikar bir şekilde kullandı. Oryantalizmin özcü söyleminin, hakkında yazılan bölgelerin gerçekliğinden ve özellikle de dünyanın güçlüleri tarafından kataloglanan ve üzerinde çalışılan madunların yaşadığı ve gördüğü gerçeklikten oldukça uzak olduğunu anlatıyordu. Aslında Said, bizlere bilgi çıtamızın eşitsiz toplumsal ve siyasal kurumları oluşturan nedensel bir faktör olduğu için kelimelerin, kavramlar ve kavramsallaştırmaların tek başına bir nedensel faktör değil, ama nedensel faktörlerden bir tanesi olduğunu belirtiyordu. Bize büyük anlatıları reddetmememiz, tam tersine, onlara geri dönmemiz çağrısında bulunuyordu. Çünkü onlar sadece ‘muallakta asılı, ertelenmiş bulunan veya engellenen’ anlatılardı.
Büyük anlatılara geri döndüğümüz zaman iki farklı sorunla yüz yüze kalırız. Bir tanesi, içinde yaşadığımız ve iktidarda olanların ortağı ve uygulayıcıları olduğu evrensel değerleri olan, dünya-sistemi olarak tanımlamış olan dünyaya bağlanmaktır. İkincisi, evrensel değerler adı verilen şeylerin olup olmadığına ve eğer varsa, onları hangi koşullar altında ve ne zaman bilebildiğimizi değerlendirmektir.
Bu yüzden Oryantalizmi dönemin koşulları bağlamına yerleştirmek zorundayız. Birincisi, 1945 sonrası dünya çapındaki ulusal kurtuluş hareketlerinin büyük başarısı ve ikincisi, dünyanın unutulmuş haklarının gerek dünya-sisteminin iktidar yapıları içinde gerekse de bilgi yapıları entelektüel analizleri içinde bulunan meşru yerleri konusundaki taleplerinin bir ifadesi olan 1968 dünya devrimidir.
“Elli yılı aşkın tartışmanın sonuçları: dünya-sistemi içindeki iktidar dengesinin geçirdiği dönüşümler; modern dünya-sistemi tarihinin çoğu döneminde etkili olan ve hepimizin sahip olduğu bilişsel çatıda oldukça derinlikli biçimde bulunan ikili zıtlıkları besleyip baskın düşünme yollarının entelektüel meşrulaştırmasına hizmet eden evrenselciliğin basit kesinliklerine son verdi. Şimdiye kadar yapamadığımız şey ise, bizleri Oryantalist olmayan bir hale getirecek bir alternatif çatı üzerine her hangi bir konsensüse varamayışımız ve gerçekten her hangi bir taslağını çizemeyişimiz olmuştur. Özcesi, Oryantalist olmamak mümkün müdür?” ( IMMANUEL WALLERSTEIN )
Ali Rızgar