20 Mart 2010 Cumartesi

İçimizdeki işkenceci

“France 2” TV’sinde yayınlanan “Ölüm Oyunu”nun görüntülerini izlediniz mi?
Gerçekten ürkütücü görüntüler...
Aslında düzmece bir yarışma bu... işin aslı, bir deney...
Yarışmacı bir stüdyoya buyur ediliyor.
Rakibine soru sorması, yanlış cevap alırsa da ceza olarak ona elektrik vermesi isteniyor.
Yapımcılar, “Elektrik verilene bir şey olursa sorumluluk bizde” diyorlar.
Yarışmacı voltaj makinesinin başına geçiyor.
Rakibi de elektrik odasına alınıyor.
Yarışmacı soru soruyor. Cevap yanlış olursa şalteri kaldırıp her soruda artan dozda elektrik veriyor.
Az sonra içerden korkunç çığlıklar yükselmeye başlıyor.
Aslında elektrikli sandalyede oturan, bir aktör.
Ancak yarışmacı, bunu bilmiyor. O, yarıştığını sanıyor.
Çığlıklar artınca yarışma sorumlusuna bakıyor, “Acı çekiyor, duralım” diyor; ancak yetkili, otoriter bir sesle devam etmesini söylüyor. Ve yarışmacı boyun eğiyor, isteneni yapıyor.
“Ölüm Oyunu”na 80 yarışmacı katılmış.
Sırf doğru cevap veremedi diye bir yetkilinin emriyle, rakibini ölümcül şokla cezalandıranların oranı korkunç:
Yüzde 81...
Bazısı elektriğin dozunu 460 volta, ölüm sınırına kadar çıkarabiliyor.
Bu neyin kanıtı?
İnsanoğlunda, otoriteye itaat eğilimi çok yüksek...
Ona mantığını ve vicdanını kaybettirip yok yere adam öldürtebilecek kadar yüksek...
* * *
Yarışma, aslında 1961’de Yale Üniversitesi’nde Prof. Milgram tarafından yapılmış bir
psikoloji deneyine dayanıyor.
Milgram’ın cevap aradığı soru şuydu:
“Nasıl oldu da
Nazi Almanya’sında yüz binlerce insan, Yahudi soykırımında yer alabildi? Masum insanlara toplama kamplarında işkence yapanlar, ‘Bir görev verdiler; yaptım’ derken doğru söylüyor olabilir miydi?”
Milgram, 40 gönüllü denek buldu. Onlara “Öğrenmede cezanın etkisini ölçüyoruz. Siz öğretmen olacaksınız. Öğrenciniz sorunuzun cevabını bilemezse elektrik şokuyla cezalandıracaksınız” dedi.
Amaç, onların vicdanlarıyla otoritenin emirleri arasında nasıl bir tercih yapacaklarını görmekti.
Deney başlamadan asistanlarına “Sizce ne sonuç çıkar?” diye sormuştu.
Çoğu “Birkaç sadist dışında elektrik veren çıkmaz” görüşündeydi.
Sonuç, hepsini şoke etti.
Deneklerin yüzde 68’i, hiç tanımadıkları insanlara acı çektirme fikrinde sonuna kadar gitmişti.
Sırf, başlarındaki yetkili öyle istiyor diye...
* * *
İnsanoğlunun otorite karşısında kolayca canavarlaşabileceğini kanıtlayan Milgram’ın “itaat deneyi” 1980’lerde
ODTÜ’de uygulandı.
Deneyi yapan Prof. Olcay İmamoğlu hemen hemen aynı sonuçlara ulaştı.
Demek ki, dönem, coğrafya, refah, cinsiyet farklılıklarını aşan, genel bir hastalık söz konusuydu.
İnsanoğlu, inancı, kazancı, milliyeti, cinsiyeti ne olursa olsun, otoritenin buyruğu altında kolayca sistematik bir vahşetin parçası haline gelebiliyordu.
Almanya’da da böyleydi bu; Anadolu’da da...
Diyarbakır Cezaevi’nde de, Ebu Gıreyb’de de... Kenan Evren’in baskıyı artırdıkça alkış, Tayip Erdoğan’ın öfkelendikçe oy alması da boşuna değildi.
İtaatkârlığın reçetesi mi?
Henüz yok.
O reçeteyi de bizden küçük zalimler yaratan efendilerimizin yazmasını bekliyoruz çünkü...

Tayyip Erdoğan'ın 'özür borcu' var

Tayyip Erdoğan, çok ayıp etti.
BBC’ye “Bakın benim ülkemde 170 bin Ermeni var; bunların 70 bini benim vatandaşımdır. Ama 100 binini biz ülkemizde şu an idare ediyoruz. E ne yapacağım ben yarın, gerekirse bu 100 binine hadi siz de memleketinize diyeceğim, bunu yapacağım” dediği için.
Vicdansız bir adam olsa, ‘ayıp etti’ demeye gerek olmazdı. Kendisinden beklenen, bilinen davranışı gösterdi der, geçer giderdik. Bu sözleri söylemeden 48 saat önce Roman Açılımı’nda yüzünde o insani, sevecen ifadesiyle eğlenen Başbakan’ın vicdanından kuşkulanamayız.
Hadi kişiliğinin inşa edildiği Kasımpaşa ile Roman vatandaşlarımızın damgasını vurduğu Dolapdere birbirine bitişiktir, Romanlara ilişkin kavrayışını çocukluğundan beri içselleştirmiş olmalıdır Tayyip Erdoğan; peki yine o Dolapdere’de, az üzerindeki Kurtuluş’ta Pangaltı’da hiç mi gariban Ermeni ile teması olmamıştır, vicdanı Dolapdere’nin ötesine uzanamamış mıdır?
Gazze’de insanların yaşadığı dram karşısında gözyaşlarını engelleyemeyen Tayyip Erdoğan’ın vicdandan nasibini almadığını, ‘selektif vicdan’a sahip olduğunu söyleyemeyiz.
Tayyip Erdoğan’ın en yakın dostları Onur Öymen ya da Canan Arıtman olsaydı, bu sözleri söylemesini yine garipsemezdik. Bu açıklamasını yapmasından bir gün önce zaten Canan Arıtman, şu günlerde Onur Öymen aynı beş aşağı beş yukarı aynı sözleri söylemiş, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu karşı çıkmıştı.
Tayyip Erdoğan’ın en yakın dostları yukarıdaki isimler gibi olsa, ‘ırkçı’ der, geçer
giderdik. ‘Irkçı’ birisinin bu gibi sözlerinden hayal kırıklığı duymaz, ‘ayıp ettin’ demezdik. O nedenle, ‘özür dile’ davetinde bulunmak da aklımızdan geçmezdi.
Onun adı Tayyip Erdoğan olduğu için, diyebiliriz. Başbakan Tayyip Erdoğan, o sözleri nedeniyle Ermenilerden özür dilemelidir. Çünkü ‘ırkçı’ içerikteki sözleri başka hiçbir yolla düzeltmek mümkün değildir.
***
Başbatan Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’deki Ermenistan vatandaşı göçmen emekçiler için söyledikleri bir bakıma ‘şecaat arz ederken merdi Kıpti sirkatin söyler’ özdeyişini uygun düşüyor.
Eğer ayda ortalama 400 TL’ye çalışmak zorunda kaldıkları için vatandaşı oldukları ülkelerinden ülkemize gelen Ermeni emekçiler ‘kaçak işçi’ statüsünde olduklarını bile bile, bunca zaman onlara göz yummuşsanız, bile bile ‘yasa dışı’ bir duruma göz yummuşsunuz demektir.
Şayet İnsani mülahazalarla böyle davrandıysanız, ki, doğrusu odur, Batı parlamentolarına soykırım yasa tasarıları geldiği vakit, böyle bir söz söylüyorsanız, o takdirde o binlerce insanı aslında siz ‘siyasi rehin’ olarak tutuyordunuz. Böyle ise yaptığınızın ‘insani mülahaza’ ile alâkası yoktur.
Bu sözlerin ‘siyaseten’ de iler tutar tarafı bulunmuyor. Markar Esayan’ın dün yazdığı gibi ‘Komşularla sıfır sorun siyasetinden, ayda 400 TL’ye çalışan gariban emekçi göçmenleri rehine olarak kullanma seviyesine yapılan sorti baş döndürücü gerçekten’. Gerçekten.
Bu sözler ile Başbakan, hafta başında Dışişleri Komisyonu’ndaki Öymen-Arıtman hattı ile buluşmuş, kendi Dışişleri Bakanı’nın o hattı reddetmesini ise iptal etmiş, sıfırla çarpmış olmaktadır.
BBC’ye söylediklerini gerçekleştirmeye kalkışsa ne olacak? Gerçi kaçak işçi durumundaki Ermenilerin onun söylediği gibi 70 bin değil 15 bin olduğu söyleniyor ama ister 70 bin olsun, ister 15 bin; binlerce Ermeniyi ‘geldikleri yere’ toplayıp göndermek ‘2010 Tehciri’ görüntüsü yaratmayacak mı?
Tayyip Erdoğan’a yakışacak mı bu görüntü?
***
Başbakan, dün, 1915’e gönderme yaptığı konuşmasında “Bizim medeniyetimizde
öldürmek, katletmek yoktur.
Sevgi medeniyetidir. Gelecek kin ve nefret üzerinde kurulamaz” dedi. 1915’te olanı olmamış saymak için ikide bir aynı şeyi söylüyor: “Bizim medeniyetimizde öldürmek, katletmek, soykırıma uğratmak yoktur.”
Hiç kimse, 1915’te olanları ‘İslâm Medeniyeti’ne ya da ‘Türk ulusu’na yüklemiyor. Sorumluluk, Talât Paşa yönetimindeki İttihat Terakki hükümetinde. Tayyip Erdoğan, bunca zamandır İttihatçılık’ın 2000’lerdeki uzantılarıyla boğuşuyor. Günümüzün ‘Talât Paşa Komitesi’ Tayyip Erdoğan’ı bir kaşık suda boğmaya, ‘Tehcir’e hazır.
Tayyip Erdoğan niçin İttihat Terakki’nin günahlarını üstlenmeye bu kadar teşne?
İttihat Terakki’nin bir döneme ait siyasi kararlarının ‘bizim medeniyetimiz’ ile ne ilgisi var?
Tayyip Erdoğan’ın tarihi doğru değerlendirmeye, tarihe ilişkin yeni bir bakış açısı kazanmaya ihtiyacı var.
Ancak, geleceğin ‘kin ve nefret üzerine’ kurulamayacağı konusunda kendisiyle mutabık olan hepimize, tam da ‘kin ve nefret tohumları’nı sulamaya yarayacak türden BBC’ye ettiği sözlerine ilişkin, öncelikle ‘özeleştiri’ ve ‘özür borcu’ var.

Maçlarda psikolojik harekât

Çok değil, 15 yıl öncesine kadar İstiklal Marşı sadece milli maçlarda söylenirdi ve fevkalade anlamlıydı. Şimdi, birkaç yüz kişinin gittiği altküme maçlarında bile söyleniyor. Daha doğrusu, çalınıyor. Çünkü prozodisi (güfte-beste uyumu) fazlasıyla problemli olduğu için, insanlar söyleyemiyor.
Devletin bağımsızlığını simgeleyen milli marşın bu kadar ayağa düşürülmesi korkunç bir şey. Doğu’da dağa-taşa yazılan “Ne Mutlu Türk’üm Diyene”, “Önce Vatan”, “Tek Dil, Tek Millet” gibi sloganların futbol ayağı olarak, 1990’ların ortasında başlatıldı bu uygulama. Karşı çıkmalara rağmen, “Yoksa İstiklal Marşına karşı mısın!” derler korkusuyla hâlâ devam ediyor. Oysa, maçlarda İstiklal Marşı çalmak, hiç lamı cimi yok, gizli devletin Kürt vatandaşlara karşı bir psikolojik harekâtı, ajitasyon kampanyası. Buraya tekrar döneceğiz, önce olayları hatırlayalım.
Bursa’da 27.09.09’da yapılan ve 10 kişinin yaralandığı Bursaspor-Diyarbakırspor Türkiye kupası maçından kareler: Diyarbakır’dan gelenlere küfür ve sandalye yağmuru. Açılan Türk bayrakları. Yükselen tekbir sesleri. “Ne Mutlu Türküm Diyene” ve “Mehmetçiğiz, Türküz” pankartları. Sanki düşman bir ülkenin takımına karşı milli maç yapılıyor. Tribünler inliyor: “PKK dışarı! PKK dışarı!”

Düşmana yapılmaz
Hani maçlarda ideolojik slogan ve pankart yasaktı? Tanıl Bora’nın söylediği gibi (
www.birikimdergisi.com) bunun “Kürtler dışarı!”dan ne farkı var? Bu bölücülük değil de ne? Aynen ne gibi; bazı İzmirlilerin, Kürtlere karşı olduklarını yani bölücülüklerini, 25/01/1985 tarih ve 85/9034 sayılı Türk Bayrağı Tüzüğü md. 17’nin açık hükmüne rağmen balkonlarından sürekli sallandırdıkları Türk bayraklarıyla ilan etmeleri gibi. Türkiye’nin en çok Balkan göçmeni almış/alan iki ilinin Bursa ve İzmir olması bir tesadüf mü acaba? Malum, “İhtida edenler daima daha koyu Müslümandır”.
Diyarbakırspor Başkanı Çetin Sümer demeç verecek: “PKK’lı gibi gösteriliyoruz. Bu durum zoruma gidiyor. Bu göreve, kulüp onların himayesine girmesin diye geldim. Maçı, Apo’nun takımı ile MHP’nin takımı arasında oynanıyormuş gibi bir hale getirdiler. Ben de o bayrak altındaki bir insanım” (Milliyet, 07.03.2010). Çok önemli bir şeyi açıklıyor: Yine 1990’ların ortasında devlet, PKK’nın askeri yenilgisinin verdiği rehavet içinde, kendisine çok “anlamlı” gelen “çözüm”lere girişmişti: Güneydoğu’daki çocukları İstanbul’a Tatilya’ya ve Ankara Atakule’ye götürüp gezdirmiş, Galatasaray’ın maçlarını Diyarbakır’da oynatmış, Van’a gönderdiği bale sanatçılarına başlarında poşuyla gösteri yaptırtmış, Vanspor ve Diyarbakırspor’a büyük yardımlarda bulunmuştu (Türk Dış Politikası Cilt 2, İletişim Y., s.224-225).

“Biraz provoke edilerek yapıldı”
Ama asıl, Bursaspor Başkanı İbrahim Yazıcı önemli şeyler söyleyecek: “Maalesef hiç arzu edilmeyen bazı olaylar oldu. Bu sefer olaylar biraz daha farklı bir şekilde, biraz provoke edilerek yapıldı. Bunda Bursaspor’un dahli yoktur” (Radikal, 29.09.09). Peki, kimin dahli var? Yine devam edelim; az sonra!
Diyarbakırlılar dayatıyor: “Bursa ceza almazsa ligden çekiliriz”. Federasyon ikna ediyor. Bursaspor’a yüz bin lira ceza kesiyor (nethaber.com, 02.10.09). Ama denge de sağlanacak: Bu maçta Diyarbakırspor’a da, “Taraftarlarının neden olduğu saha olayları ile antrenörünün başkasına ait akreditasyon kartını kullanması nedeniyle” kırk bin lira para cezası. Ayrıca, Diyarbakır yöneticisi Bülent Fidan’a, akreditasyon kartını başkasına kullandırması nedeniyle 90 gün hak mahrumiyeti. Oysa, rakip Diyarbakırspor değil Fenerbahçe olunca, Bursa’ya ceza yağacak: 11.02.2010 tarihli Bursaspor-Fenerbahçe maçı için bir resmi müsabakayı seyircisiz oynama, ayrıca üç yöneticiye toplam altmış bin lira para cezası ve hak mahrumiyetleri.
Ekilen biçilecek. Geçen cumartesi (06.03.2010) Diyarbakır’da oynamaya gelince sıra, bu sefer sahaya taşlar yağıyor. Hakem yaralanıyor; maç iptal. Ama konumuz açısından asıl önemli olan şu ki, İstiklal Marşı bazı seyirciler tarafından ıslıkla karşılanıyor ve yine bazıları marş bitince PKK’nın marşlarından birine başlıyor: “Herne peş” (ileriye gidin). Nasıl “Şiddet şiddeti doğurur” ise, “Milliyetçilik milliyetçiliği doğurur” oluyor.
Bana inanmazsanız, buna inanacaksınız
Şimdi, baştaki “iddia”ma geri dönelim: Maçlarda İstiklal Marşı çalmak, hiç lamı cimi yok, gizli devletin Kürt vatandaşlara karşı bir psikolojik harekâtı, ajitasyon kampanyası. Ama bendeniz taraflı bir adamım; onun için bana inanmayın. Size inanacağınız sağlam bir dipnot vereyim:
“Maçlardan önce İstiklal Marşı okunması psikolojik harekât çalışmasıdır. Bölücülüğe karşı uygulanmıştır. Lig maçlarında dahi milli marş okutulmaktadır. O dönemde [1990’lar] statlarda PKK aleyhine sloganlar atıldı. İsviçre maçında milli marşımızın yuhalanmasına yönelik olarak Türkiye’de gösterilen tepkiler de psikolojik harekâtın amacına ulaştığını gösterir. Demek ki bu konuda bir milli şuur oluşmuştur”.
Gazeteci Ahmet Dönmez’in 07.02.06 tarihli Zaman röportajında konuşan: Mustafa Ağaoğlu. 1975 yılında 35 yaşındayken MGK Genel Sekreterliği 1. Hukuk Müşavirliğine atandı. 12 Eylül darbesinin ardından MGK Yasasını hazırladı. ‘Gizli Anayasa’ olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesinin hazırlanmasında aktif rol oynadı. 28 Şubat sürecinde alınan kararların uygulanması için oluşturulan Başbakanlık Takip ve Koordinasyon Kurulunda görev yaptı. Şubat 2005’te yaş haddinden emekliye ayrıldı.
İyi maçlar efendim.

Erdoğan kanımızı dondurdu

Görünen o ki Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan salı günü yaptığı açıklamada var olan ironinin
farkına varmadı. Türk lider, ABD Kongresi’nin Ermeni soykırımı tasarısını kabul etmesi halinde Ermenileri Türkiye’den sınırdışı etme tehdidinde bulunuyordu.
Türk hükümeti yıllardır, sayılarının 100 bin olduğu söylenen yasadışı Ermeni göçmenlere, Türkiye’nin komşularına yönelik ‘iyi niyetinin’ bir göstergesi mahiyetinde, ‘müsamaha gösteriyor’.
Şunu aslında söylemeye bile gerek yok: Üst düzey bir Ermeni hükümeti yetkilisi geçen yıl Türkleri ülkelerinde yasadışı yollardan bulunan Ermenilerin sayısını aşırı şişirmekle suçladı. Ona göre sayı
5 bin 200’ü geçmiyordu. Konuyla ilgili çalışan
İstanbul doğumlu Ermeni bir araştırmacı da geçen yıl benzer bir sayıya ulaştı.
Erdoğan, Türkiye’nin ABD’ye yönelik öfkesinin bu en son tezahüründe, fiilen Osmanlı atalarının lügatından bir sayfa açmış oldu. Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermenilere yönelik sistematik tehciri, Türklerin soykırım planının bir parçasıydı.
Erdoğan ve Türk hükümeti Ermeni soykırımını inkâr etmek konusunda öncekileri hiç aratmıyor, fakat BBC’den tüm dünyaya yayımlanan bu son tehdit tek bir şeyi kanıtlıyor: Devlet destekli zulüm sadece Türkiye tarihinin bir parçası değil, aynı zamanda toplumunun derinlerine nüfuz etmiş bir mesele.
Erdoğan’ın açıklamaları, ABD’nin Ermeni soykırımını tanımasına karşı çıkışlarını bir mantığa
oturtmak için Türkiye’nin müttefik olarak öneminden dem vuranlara ciddi bir uyarı da olmalı. Türkiye’nin bu yalanını ısrarla devam ettirmeleri, Erdoğan’a bugün Türkiye’de yaşayan Ermenilere karşı sınırdışı etme tehdidini pervasızca kullanması konusunda yeşil ışık yakıyor.
Nasıl görüntülerin ortaya çıkacağını bir hayal edin: Türkiye İçişleri Bakanlığı yaşadışı olduğu söylenen 100 bin Ermeni’yi evlerinden topluyor ve sürgüne götürecek araçlara dolduruyor. Yoksa sürgüne
yürüyerek gitmelerini mi isterler?

Protokoller tehlikeli
En şoke edici olansa, dünya liderlerinin bu açıklamaya verdiği tepki. Britanya Başbakanı Gordon Brown’ın davetlisi olarak Londra’da bulunan Erdoğan, gayrı insani tavrından dolayı uyarılmak yerine, Britanyalı yetkililer tarafından soykırım yasanının parlamentodan geçmeyeceği konusunda temin edildi.
Ermenistan başbakanı ve adalet bakanı Erdoğan’ı en son vahim sözlerinden dolayı tenkit etmekte gecikmedi, fakat Ermenistan’ın geri dönen vatandaşlarını bağrına basacağını yüksek sesle dile getirmeliydiler. Bu açıklama Ermenistan’ın liderlerine de şu minvalde açık bir mesaj
vermeli: Baştan beri dar ufuklu olan protokoller süreci, aslında Ermeniler ve ulusal güvenlikleri adına tehlikelerle dolu. (ABD’de yayımlanan haftalık dergi, 17 Mart 2010)

Agos: İttihatçı çok, terakki yok

Agos Gazetesi 'İttihatçı çok, terakki yok' manşeti ile çıktı. Gazete, manşetinde tarihsel hatırlatmalarda bulundu, başyazısında ise Türkiye'nin Müslümanlarına sitem etti. Agos, "Meğerse, devlete rehin düşenlerin özgürleşmesi o denli kolay olmuyormuş" dedi.
Etkin Haber Ajansı / 20 Mart 2010 Cumartesi, 16:47
İSTANBUL- Agos Gazetesi 'İttihatçı çok, terakki yok' manşeti ile çıktı. Agos, Başbakan'ın büyük tartışma yaratan sözlerini okurlarına manşetten şöyle duyurdu: "Ermeniler söz konusu olduğunda, iktidarla muhalefet aynı telden çalıyor. Başbakan Erdoğan İngiltere'de, CHP'den Öymen ve Arıtman Türkiye'de gürledi: Türkiye'de yaşayan Ermenileri sınır dışı ederiz!"

MANŞETTE TARİHSEL HATIRLATMALAR

'İttihatçı çok, terakki yok' manşeti tarihe mal olan açıklamalarla desteklendi:
1923, Dr. Rıza Nur, CHP Milletvekili: "Vatanımızda başka ırkta, başka dilde, başka dinde bırakmamak en esaslı, en adil, en hayati iştir."
1930, Mahmut Esat Bozkurt, Adalet Bakanı: "Türk bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler."
1934, Şükrü Kaya, İçişleri Bakanı Yardımcısı: (İskan Kanunu hakkında) "Bu kanun tek dille konuşan, bir düşünen, aynı hissi taşıyan bir memleket yapacaktır."
1942, Şükrü Saraçoğlu, Başbakan: (Varlık Vergisi hakkında) "Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında, bu kanun bütün şiddetiyle uygulanacaktır."
1956, Sinan Tekelioğlu, Demokrat Parti Milletvekili: "İstanbul'da Rumlarla, Batı Trakya'daki Türkler değiş tokuş edilsin."
1964, İsmail Sosyal, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü: "Eğer Atina, Kıbrıs buhranındaki tutumunu değiştirmezse Yunan uyruklularının tamamını toptan sınır dışı ederiz."
1991, Sabri Yirmibeşoğlu, Emekli Orgeneral: "Elbette 6-7 Eylül saldırıları Özel Harp Dairesi tarafından planlanmıştı. Olağanüstü planlı bir organizasyondu ve amacına da ulaştı. Sorarım size, bu sıra dışı başarılı bir eylem değil miydi?"
2000, Tansu Çiller, DYP lideri: "Türkiye'de iş yapan 30 bin Ermeni var. Bu Ermeni işadamlarını ya kendi çıkarları adına seferber edelim, gitsin Türkiye için lobi yapsın ya da hemen bu 30 bin kişiyi sınır dışı edelim."
2006, Şükrü Elekdağ, CHP Milletvekili: "Türkiye'de çalışan 70 bin kaçak Ermenistan vatandaşı işçinin kademeli bir şekilde ülkelerine gönderilmesi gerekmektedir. Bu yolda alınacak bir karar esasen bir yaptırım da sayılmaz, çünkü yapılacak olan, hatalı olarak uygulanmasından sarfınazar edilen Türk yasalarının uygulanmasıdır. Bu önerinin gayriinsani olduğunu yazdılar, ancak gayriinsanilik bunun neresinde?!"
2009, Vecdi Gönül, Savunma Bakanı: "Ermeniler ve Rumlar Türkiye'de kalsa, milli devlet olabilir miydik?"
2010, Canan Arıtman, CHP Milletvekili: "Türkiye'de çalışan kaçak Ermenilerin sınır dışı edilsin. 'İsveç'de tasarı lehine oy kullanan veya oylamaya girmeyen üç Türk parlamenterin Türkiye vatandaşlığı iptal edilsin. Ermeni tasarısının kabulü yönünde oy kullanan yabancı veya Türk milletvekillerinin Türkiye'ye girişi yasaklansın."
2010, Tayyip Erdoğan, Başbakan: "Benim ülkemde, 170 bin Ermeni var; bunların 70 bini benim vatandaşımdır. Ama yüz binini biz ülkemizde şu anda idare ediyoruz. E ne yapacağım ben yarın, gerekirse bu yüz binine hadi siz de memleketinize diyeceğim, bunu yapacağım."

BAŞYAZI'DA MÜSLÜMANLARA SİTEM

Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'i politik suikasta kurban veren Agos'un başyazısında yer alan bazı ifadeler ise şöyle:
"Bazı laflar insanın ağzından kaçar... Bunların bazıları gaftır. Ama çoğu, kişinin zihinsel dilinin duyulmayan sesini yansıtır."
"Anlaşılan, o Ermeni işçiler müstakbel bir soykırım gündeminin pazarlık malzemesi olarak tutuluyormuş. Anlaşılan, o Ermeni işçiler Türkiye devletinin elinde rehineymiş."
"Bu topraklarda devletin insanlığı unuttuğuna çok tanık olduk. Olay 1915'de başlamadı ve orada bitmedi. Şu an bile, vakıf mallarını iade etmemek için meşruiyet anlayışını hiçe sayan, hukuku istismar eden, kendi vatandaşını makbul saymayan bir devlet anlayışı ile muhatabız."
"Ancak Türkiye'nin Müslümanlarının giderek bu dilin dışında durabilmelerini beklerdik. Meğerse, devlete rehin düşenlerin özgürleşmesi o denli kolay olmuyormuş. Onlar da çıkıp kendi güçlerine göre başka rehineler aramaktan kendilerini alıkoyamıyorlarmış."
"Şaşırmayız" başlıklı başyazı şöyle bitiyor: "Başbakan merak etmesin... Dizginler elinde. İsterse o insanları gönderir tabi. Hatta isterse bizi bile gönderir. Şaşırmayız..."