8 Eylül 2010 Çarşamba

Çözüm olmazsa Gerilla ve Halk Ortaklaşacak

AKP iktidarı özellikle de Recep Tayyip Erdoğan, Kürt sorununun geldiği durumu ve önümüzdeki dönem bu sorun etrafında nelerin gelişebileceğini göremiyor.

Erdoğan ve ekibinin karşısındaki Ankara merkezli siyaset aktörleri söylemleri ve eylemleri ile sadece AKP’yi güçlendiriyorlar. Özellikle MHP ve CHP’nin Kürt sorunu merkezli söylemleri başta olmak üzere temel sorunlarda tarz-ı siyaset hiç değişmiyor. CHP’nin öylesine liderliğine soyunmuş Kemal Kılıçdaroğlu ve MHP’nin bilinen söylemlerini tekrarlayan Devlet Bahçeli ile bazı siyasal yapılar AKP’nin iktidarına ve Erdoğan’ın giderek toplumu baskı altına alan politikalara hizmet ediyor. Erdoğan da bunu çok iyi anlamış olmalı ki siyasetinin merkezine bu siyasi aktörleri alarak polemik yapıyor. Hatta BDP’yi de bu zemine çekmek için söylemler tazeliyor. Ama Erdoğan ve ekibi siyasal gündemi öyle eksik okuyor ki yakın gelecekte olabileceklerin farkında bile değil.

KÜRT SORUNUNDA TARİHSEL DÖNÜŞÜM YAŞANIYOR

Diyarbakır’a giderek hem Kürt sorununu, hem de “tek dil, tek millet tek bayrak tek vatan” söylemi ile de Türk milliyetçilerinin sorununu çözdüğünü düşünüyor. O kadar günübirlik düşünüyor ki, Diyarbakır’da topladığı insanların eline verilen Türk bayrakları ile Kürdistan sorununu çözmüş, seferden başarılı geri dönen komutan olarak İstanbul’u fethettiğini sanıyor.

Oysa bu AKP yönetimi Türkiye’yi bölgenin en güçlü, dünyanın da sayılı ülkesi haline getireceğini söylüyordu. Ne hikmetse Ortadoğu’nun en önemli iki sorunu olan Kürt ve İsrail/Filistin meselesinde önemli dönemeçlerin yaşandığı bu dönemde AKP saha dışı kalmış durumda. Kürt meselesinde PKK lideri Abdullah Öcalan’ın çabaları ve çağrıları ile KCK’nin 13 Ağustos’ta ilan ettiği eylemsizlik süresinde son iki haftaya girilirken AKP’nin kendisini bu sürecin dışında tutması, soruna kendini muhatap olarak görmemesi çok anlaşılır değil. Sürecin gelişmesi için açık ve gizli yol ve yöntemlerle böyle bir sürecin gelişmesini isteyen AKP’nin neden böyle davrandığı konusu Kürtler açısından çok yönlü değerlendiriliyor. Şimdi bu değerlendirmelerin ne olduğuna kısaca göz atalım:

Birinci değerlendirme Öcalan’dan: İmralı’da çözüm ve çatışmasızlık sürecinin gelişmesi için gelen her çağrıyı ve çabayı desteklediğini söyleyen Öcalan’ın geçtiğimiz hafta avukatları ile paylaştığı şu analizi ve uyarısı oldukça önemli: Çözümün gelişmemesi durumunda Kürdistan’da ikili iktidar durumu ortaya çıkar. Bir taraftan KCK iktidarı diğer taraftan devlet iktidarı olur, bu şekliyle yürür. İşte Kosova, Kuzey Kıbrıs örnekleri var, devletten bir beklenti içine girmezler. Gelişmeler gösteriyor ki yeni bir çatışma süreci ihtimal dahilindedir. KCK de bundan sonra bir karar alırsa bu devrimci bir karar olmalıdır.

İkincisi; KONRA GEL 4. Ara Dönem toplantısı ve KCK Yürütme Konseyi toplantısında da AKP’nin ve Türkiye devletinin bu sürece yönelik tutumu çok yönlü olara değerlendirildi. 20 Eylül’e kadar devletin adım atmasını bekleyeceklerini belirten Kongra Gel Başkanlık Divanı ve KCK Yürütme Konseyi yetkilileri şu noktalara dikkat çekiyor; “13 Ağustos’tan bu yana siyasi ve askeri operasyonların durmadığına dikkat çeken toplantımız; yüksek bir olasılıkla Türk devletinin referandumdan sonra sınır ötesi askeri operasyona girişeceği ihtimali de göz önünde bulundurularak hazırlıkların yapılması gereği üzerinde titizlikle durmuştur.”

Üç; KCK imha amaçlı topyekün bir saldırının başlamasına karşı tüm Kürdistan parçalarında ve yurtdışında direnişe geçeceklerini açıklayarak şu noktalara vurgu yapıyor: “Buna göre güçlü meşru savunma taktiğiyle gerilla ile sömürgeci sistemde niteliksel dönüşüm yaptıracak serhıldanlarla halk sürecin esas belirleyicisidir.’’

Dört; Demokratik Toplum Kongresi, Güney Kürdistan’da Kürt siyasetçileri ve kurumları ile görüştüler. DTK Eş Başkanı Ahmet Türk açıklamasında Kürt Ulusal Konferansı konusunda ortak görüşün yakalandığına dikkat çekiyor. Hem Talabani, hem Barzani hem de diğer Kürt siyasal yapılarının görüşleri de Kuzey Kürdistan’daki temel sorunun çözüm yöntemi etrafında ortaklaşıyor. Türk devletinin anti-Kürt ittifak çabalarına karşı Kürtlerin ulusal birlik çalışmaları yoğunluk ve gerçeklik kazanıyor.

Beşincisi; Türkiye’de 12 Eylül’de yapılacak olan Referandum ile Kürtlerin “Boykot” kararı 22 Temmuz 2007 Genel, 29 Mart 2009 Yerel seçimlerinde aldıkları başarılı sonuçlardan çok daha büyük başarı getirebilir. Özellikle Kürdistan’da Boykot oranı Kürtlerin Türkiye ile olan tarihsel bağlarını siyasal-kültürel ve sosyal olarak yeniden tanımlamasını beraberinde getirecektik. TC Anayasası ve TC devletinin Kürdistan’da meşruiyetini tamamen kaybetme durumunu sağlayacaktır. Bunun anlamı da Kürtlerin istediği Demokratik Özerklik çözümünden daha radikal bir çözümü beraberinde getirebilir.

TÜRK ORDUSU KENDİSİNİ AKP DE HALKI KANDIRIYOR

Bütün bu uyarılar ve açık çağrılara rağmen AKP’nin MHP’nin azılı şoven söylemi ile özdeşleşmesi, yeni Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner ile aynı düşünceleri paylaşması; AKP’nin çözüm yerine 2008’de Yaşar Büyükanıt ile birlikte denedikleri Zap Operasyonu sürecindeki politikaları izleyeceğini gösteriyor.

Yine AKP’nin İran, Suriye ve Irak ile anti-Kürt, anti-PKK merkezli ittifak çabalarını derinleştirmesi de bunun göstergesi. Zaten Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve AKP’nin derin ismi Cemil Çiçek’in de son dönem açıklamalarında ortaya çıkan mesaj da bu yönlü. İsrail-Filistin görüşmelerinin yeniden başladığı bu süreçte AKP’nin kendisini bu sürecin dışında tutması yada bulması da izlediği politikaların şekilsizliğini göstermek açısından dikkat çekici. Ancak hem bölgesel hem de Kürt sorunu merkezli gelişmeler gösteriyor ki TSK’nin yeni genelkurmay Başkanı 17 Ekim Tezkeresinin uzatılmasını isteyerek kendisini, AKP de bu isteklere destek verip, Kürtlere karşı MHP ile milliyetçilik yarışına girere halkı kandırıyor.

ÇÖZÜM OLMAZSA DEVRİMCİ SAVAŞ GÜNDEMDE

Türk devletinin ve AKP iktidarının söylemlerini değerlendiren Kürt tarafının daha da çoğaltılabilecek alt başlıklardaki mesajları açık ve net. Şimdiye kadar demokratik dönüşüm çabaları sonuç almazsa devrimci demokratik dönüşüm çabasına girilecek. Gerilla ve halk ortaklaşacak. Kentlerdeki serhildanlara gerilla dinamiği eklenecek… Kürdistan’daki sömürgecilik niteliksel dönüşümü sömürgeciliğin bir bütün olarak Kürdistan’dan çıkarılması olarak ele alınacak.

Avrupa Birliği nüfusunun çoğunluğu yabancı

Avrupa Birliği ülkelerindeki yaklaşık 32 milyon yabancı ülke vatandaşı arasında en büyük grubu 2 buçuk milyonla Türkiyeliler oluşturuyor.

Avrupa Birliği İstatistik Kurumu Eurostat'ın 2009 yılı verilerine göre, 32 milyon yabancının 12 milyonu Avrupa Birliği içinden, 20 milyonu ise Birlik dışından geliyor.

Yaklaşık 2 buçuk milyonla Avrupa Birliği'ndeki yabancılar arasında ilk sırayı alan Türkiyelileri 2 milyonla Rumenler, 1,8 milyonla Faslılar, 1 buçuk milyonla Polonyalılar izliyor.

AB'de en fazla yabancı ülke vatandaşına 7,2 milyonla Almanya evsahipliği yaparken, bunu 5,7 milyonla İspanya, 4 milyonla İngiltere, 3,9 milyonla İtalya ve 3,7 milyonla Fransa izliyor.

Yabancıların ülke nüfusuna oranı Lüksemburg'da yüzde 43,5'e ulaşırken, Romanya ve Polonya'da binde 1'e geriliyor.

Eurostat'a göre, Türkiye'de 103 bin 800 yabancı ülke vatandaşı yaşarken, bunların 45 bin 300'ü AB ülkelerinden geliyor.

Karayılan: Devlet adım atmazsa süreç biter

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, 20 Eylül’e kadar devlet ve hükümetin eylemsizliğin çift taraflı ateşkese dönüşmesi için bir adım atmaması halinde sürecin kendiliğinden biteceğini söyledi. Karayılan, “12 eylül ile 20 eylül arasındaki süreç çok önemlidir. Bu süreç içerisinde AKP hükümeti ve Türk devleti inandırıcı, gözle görülür bir girişimi yapmalıdır” dedi.

Murat Karayılan ANF’ye verdiği mülakatta Kongra-Gel 4. Ara Dönem toplantısı, referandum, boykot ve müzakere tartışmaları ile 20 Eylül’de sona erecek olan eylemsizlik sürecine ilişkin önemli açıklamalarda bulundu. Karayılan, adım atılmaması halinde eylemsizlik sürecinin kendilğinden biteceğini söylerken, demokratik özerkliğin bir çözüm formülü olarak kabul edilmesiyle Kürt mücadeleeinin artık yeni bir aşamaya girdiğini vurguladı.

20 Eylül’e kadar cevap verilmemesinin eylemsizlik sürecinin reddedilmesi anlamına geleceğini ifade eden Karayılan, sorunun ancak diyalog ve müzakere ile çözülebileceğini belirterek, “Biz buna hazırız. Ama diyalog ve müzakere değil de, şiddetle sonuç alınmak istenirse bizim uzattığımız barış eli tutulmayıp, saldırganlıkla karşılanırsa, biz bunun karşısında direnerek, demokratik özerklik sürecini işleme koyacağız” diye uyardı.

ARA DÖNEM TOPLANTISI YENİ BİR SAYFA AÇTI

*Önemli siyasal gelişmelerin yaşandığı bir süreçten geçiyoruz. Böyle bir dönemde Kongra Gel 4. Ara dönem toplantısını gerçekleştirdiniz. Genel Kurulunuz son iki buçuk aylık siyasal süreci ve eylemsizlik kararını nasıl değerlendirdi?

-Mücadele tarihimizin bu önemli döneminde gerçekleşen Kongra Gel 4. Ara Dönem toplantısı önemli kararları alan bir toplantı olarak gerçekleşti. Toplantı sadece iki buçuk aylık bir süreci değerlendirmedi. Geçmiş bir yılın pratiğini de kapsamlı bir biçimde değerlendirmeye tabi tuttu. Aynı zamanda siyasal durumu yoğun bir biçimde tartıştı ve önemli değerlendirmelere ulaştı. Bir bütün olarak dünyadaki siyasal durum, bölgenin içinde yaşadığı siyasal süreç, Kürt özgürlük hareketinin konumu, bu dönemde nasıl hareket edebileceği ve hangi görevlerle karşı karşıya olduğu vb. konularda ciddi tartışmalar yaptı. Özgürlük hareketinin mücadelenin bu aşamasından itibaren süreci başarıyla cevaplamak için hangi politik yaklaşım ve taktiklerle yaklaşması gerektiği noktasında önemli tespitler yaptı ve bu temelde kararlar aldı. Bu kararların en önemlisi tabii ki demokratik özerklik kararıydı. Bu nedenle diyebiliriz ki Kongra Gel 4. Ara dönem toplantısı Kürdistan özgürlük mücadelesinde yeni bir sayfa açtı, mücadelemizde yeni bir dönemin gündemde olduğunu teyit etti. Hem 1 Haziran 2010’da başlayan hamleyi yerinde buldu hem de gerçekleşen otuz yedi günlük eylemsizlik sürecini yerinde ve isabetli bir tutum olarak belirledi. Geçen iki buçuk aylık hamlesel çıkış sürecinde yaşanan yetersizlikleri irdeledi. Hem siyasi-örgütsel alanda ve hem de askeri alanda gücümüzün tümünün devreye girmediğini, ancak yüzde otuz düzeyindeki bir gücün harekete geçirildiğini değerlendirdi. Bu anlamda bundan böyle gelişebilecek olan mücadele sürecinin daha kapsamlı ve yeterli bir düzeyde geliştirilmesi gerektiği üzerinde durdu. Bunun için bir takım kararlar aldı, yıllık projeleri kabul etti. Böylece hem bir yılı değerlendiren hem de gelecek yılı planlayan önemli bir toplantı olarak kayda geçtiğini söylemek mümkündür.

Bu dönemde sadece Kongra Gel 4. Ara dönem toplantısı yapılmadı. Başka da bir dizi önemli yönetim toplantıları gerçekleştirildi. Bilindiği gibi PKK meclisi yılda bir kez toplanır. Bu dönemde PKK meclisi de yıllık olağan toplantısını gerçekleştirdi. PKK meclisi de özellikle ideolojik, örgütsel boyut üzerinde yoğunlaşarak, geçmiş yılı detaylı bir biçimde, birçok açıdan değerlendirmeye tabi tuttu ve önümüzdeki yılın mücadele perspektifini ana hatlarıyla somutlaştıran bir planlamaya ulaştı. Çok önemli bir toplantı olarak sürece yön veren bir tartışma zenginliğiyle derinlik kazanan PKK meclis toplantısı özellikle öncü kadronun durumu, konumu, yaşadığı yetersizlikleri çok yönlü bir biçimde değerlendirdi. Mücadele tarihimizin bu önemli aşamasında öncü gücün siyasal, diplomatik, ideolojik, kültürel, sosyal ve askeri alanda öncülük misyonunun gereklerini yerine getirmesi durumunda hareketimizin başlatmış olduğu bu hamlesel çıkışı başarıyla sonuçlandıracağını belirledi. Sürece dönük büyük bir kararlılık ve cesaretle yürümesi gerektiği doğrultusunda bir kararlılığa ulaştı. PKK meclis toplantısı sürecin başarısı için özellikle ideolojik, örgütsel boyutunu ele alarak, yaşanan yetersizlikler karşısında eleştiri ve özeleştiri yaptı. Doğru Apocu öncülük çizgisinde mücadelenin başarıya ulaşmasının yol ve yöntemlerini, yaşam biçimini somutlaştırarak, planlamasını yaptı.

Bu toplantı ardından KCK yürütme konseyi de toplantısını gerçekleştirerek, hem halk meclisi konumundaki Kongra Gel toplantısını hem de PKK meclisi toplantısının sonuçlarını somut bir planlamaya kavuşturdu. Bu temelde bazı gerekli düzenlemeleri yaptı. Genel yıllık planlama perspektifi içerisinde önümüzdeki dört ayın somut planlamasını geliştirdi. Bu anlamıyla gerçekleşen her üç toplantı da mücadelemizin bu aşamada daha yeterli, daha doğru ve daha başarılı bir mücadele performansına ulaşabilmesi için gerekli karar ve tedbirleri aldı. Toplantılarımız, neyin, nasıl, nerede ele alınması, sürece nasıl yaklaşılması gerektiği, özellikle parti öncülüğünün, komuta kademesinin bu dönemde oynaması gereken rolün esaslarına nasıl yaklaşılması gerektiği noktasında önemli analizler yaptı. Önderliğimizin de eleştiri ve uyarıları temelinde yılın planlama perspektifini somutlaştıran toplantılar oldu. Bu anlamıyla hareketimiz yeni sürece birçok açıdan hazırlıklı, toparlanmış ve kararlaşmış bir biçimde girme avantajını kazanmış olmaktadır.

ÖZERKLİK KONUSUNDA KARAR TASARISI ONAYLANDI

*Hareketinizin demokratik özerkliğe yönelik önemli açıklamaları oldu. Kamuoyunda da yoğun bir tartışmaya yol açtı. Toplantınızda demokratik özerkliğe ilişkin herhangi bir karar alındı mı veya bunu pratik olarak uygulamaya yönelik tartışmalar oldu mu? Bu yönlü projeleriniz neler?

-Hareket olarak gerçekleştirdiğimiz her üç toplantımızın da ele aldığı en temel konu demokratik özerklik konusu olmuştur. Özellikle Kürdistan halk kongresi olarak Kongra Gel Ara Dönem toplantısı demokratik özerklik projesini tartışıp, özerklik konusunda bir karar tasarısını onayladı. Bugün Kürdistan’da demokratik özerkliğin temel bir toplumsal istem haline geldiğini, toplum içindeki çeşitli demokratik kurum ve kuruluşların demokratik özerkliği kabul ettiğini, demokratik özerkliğin Türkiye’nin içinde yaşadığı sorunları aşmada ve Kürt sorununu çözüme kavuşturmada temel bir çözüm perspektifi olacağı yönündeki karar tasarısını kabul etti. Demokratik özerklik toplumdaki çeşitli kesimlerin çözüm perspektifi olarak kabul ettiği bir çözüm formülü haline gelmiştir. Zaten özerklik tarihsel süreç boyunca, farklı kültürlerin bir arada yaşama formülü olagelmiştir. Aynı zamanda günümüzde de farklı kültürlerin eşit, özgür bir biçimde bir arada yaşamasının temel formatı olduğunu tespit eden toplantımız hem Kürt sorununun çözümünde hem de Türkiye’deki tıkanmanın aşılmasında da önemli bir çözüm anahtarı olacağını değerlendirdi. Hatta Ortadoğu bölgesinde mevcut yaşanan sorunların aşılmasında demokratik özerklik yönteminin önemli bir çözüm formülü olacağını değerlendirdi.

MÜCADELEMİZ ARTIK YENİ BİR AŞAMAYA GİRDİ

Kısaca Kongra Gel Ara Dönem toplantısının demokratik özerkliği bir çözüm formülü olarak kabul etmesi, PKK toplantısının da paradigmasal anlayışımıza uygun stratejik bir yaklaşım olarak değerlendirmesi sürece kesinlik kazandırmıştır. Bu toplantılarda demokratik özerkliği tüm parçalarda Kürt sorununun çözüm formülü olarak görülüp, kararlaşmasıyla mücadelemiz artık yeni bir aşamaya girmiş olmaktadır. Bundan sonra Kürt özgürlük hareketi demokratik özgürlük için direnecek, mücadele edecek ve demokratik özerklik formülasyonunun pratikte hayat bulması için mücadele yürütecektir.

ETNİSİTEDEN ÇOK YERİNDEN YÖNETİMİ ESAS ALAN BİR MODEL

Toplantılarımız bu çerçevelerde kararlar aldı. Fakat demokratik özerkliği klasik bir otonom isteme ya da sadece Kürt sorununun çözümü için bir otonom sistem olarak algılamak yanlış olacaktır. Bizim geliştirmek istediğimiz demokratik özerklik modeli etnisiteye dayalı bir modelden ziyade yerinde yönetimi esas alan demokratik bir modeldir. Tüm yetkilerin bir merkezde toplanmasından ziyade belirli düzeyde yetkilerin halka devredildiği, halkın yerelde kendi kendini yönettiği, yürüttüğü demokratik bir model gibi ele alınması daha doğru olacaktır. Kapitalist modernitenin dört yüzyıllık ulus-devlet sisteminin toplumlar arası sorunları derinleştirdiğini, milliyetçiliği, etnisiteyi öne çıkardığını, bu temelde milliyetçiliğe dayalı olarak gelişen savaşlarda büyük trajedilere neden olunduğu bilinmektedir. Dolayısıyla burada esas olarak kapitalist modernite icadı olan ulus-devlet anlayışının toplumlara, toplumsal zenginliklere ket vurduğu, bu zenginlikleri dumura uğrattığı; “tek ulus, tek dil, tek devlet, tek vatan” gibi tekçi bir anlayışla tüm kültürleri, dilleri, zenginlikleri kırımdan geçirerek, tekleştirdiği ve kültürel katliamlara yol açtığı açık bir gerçektir. Çağımızda artık bunun giderek aşıldığı, başta Avrupa olmak üzere yeryüzünün birçok bölgesinde yerinde yönetim anlayışının öne çıkarılarak, merkezi devlet yetkilerinin giderek daraltıldığı bilinen bir husustur. Bu gerçeğin Türkiye’de de artık uygulanması gerekmektedir.

ULUS DEVLET YERİNDE DMOKRATİK ULUS

Demokratik özerkliği hem Kürdistan bölgesinde hem de ülkenin diğer bölgelerinde de uygulayarak, Türkiye’yi gerçek anlamda demokratik bir ülkeye dönüştürme projesi olarak ele almak gerekiyor. Burada ulus devleti tümden dağıtalım, tümden ortadan kaldıralım gibi bir anlayış yoktur. Ulus devlet yerine demokratik ulus, tek vatan yerine ortak vatan anlayışı esas alınmaktadır. Demokratik cumhuriyet, ortak vatan, demokratik ulusun temeli ancak demokratik özerklikle geliştirilebilir. Dolayısıyla demokratik özerkliği hem Kürt sorununun bir çözüm anahtarı, Kürt halkının ulusal, kültürel, kimliksel haklarına kavuştuğu bir çözüm formatı ve hem de Türkiye’yi demokratikleştiren bir çözüm formülasyonu olarak görmek gerekiyor. Biz bu çerçevede demokratik özerkliği ele almaktayız. Bu konuda daha geniş bir çalışmamız söz konusudur. Bu çalışmanın sonuçlarını daha sonra kamuoyuyla paylaşmamız mümkün olacaktır. Biz demokratik özerkliği artık Kürt sorununun çözümünde ve Türkiye’nin demokratikleştirilmesinde, hatta bölge halkları arasındaki sorunların çözümünde, bölgede demokrasinin geliştirilmesinde önemli bir çözüm modeli olarak görüyoruz. Dolayısıyla Kürt halkı tarafından, Kürt halkının demokratik kurum ve kuruluşları tarafından kabul görmüş olan bu çözüm modelini gerçekleşen toplantılarımız en üst düzeyde kabul etmiş ve demokratik özerkliği bir ulusal karar düzeyine çıkarmıştır.

NE EVETÇİLER NE HAYIRCILAR KÜRTLERİ GÖRMÜYOR

*Referanduma sayılı günler kaldı. BDP boykot kararında ısrarlı bir şekilde çalışmalarını sürdürüyor. Söz konusu BDP olunca AKP ve CHP referandum çalışmasından ziyade, BDP’nin boykot tutumuna karşı propaganda çalışması yürütüyorlar. Bu tutumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Referandum süreci Türkiye’de bir seçim havasında gelişmekte ve bir iktidar kavgasına dönüşmüş bulunmaktadır. Sistem içindeki egemen güçler ve partiler açısından bir iktidar mücadelesine dönüşen bu referandum süreci Kürtler açısından ise bir kimlikli duruş mücadelesine dönüşmüştür. Çünkü ne evetçilerde ne de hayırcılarda Kürtleri görme, Kürt kimliğine saygı gösterme ve Kürt sorununun çözümüne dönük bir politikaya sahip olma durumu yoktur. Ne söz konusu paketin içeriğinde bu vardır ne de söz konusu tarafların söyleminde çözüme dönük herhangi bir şey vardır. Dolayısıyla buna karşı Kürt halkının da duruşu, bunu boykot etme ve kimlikli duruşunun ifadesi olarak boykotçu tutumunu en geniş bir biçimde sergilemek olmuştur. Kürt halkı artık kimliksizliği, yok sayılmayı asla kabul etmeyeceğini, kendi kimliğine, özgürlüğüne bağlı, kandırılamayacak onurlu bir halk olduğunu referandum boykot taktiğiyle gösterecektir. Aslında işin bu noktaya gelmemesi için Önderliğimiz bazı çabalar sergiledi. Yine BDP diyaloga ve uzlaşmaya açık olduğunu yansıtan bir politik duruş gösterdi. Fakat ilgili taraflar olumlu bir yaklaşım göstermediler. Dolayısıyla mevcut durumda Kürt halkının tümü BDP’nin almış olduğu boykot kararının etrafında birleşmek ve bütünleşmek durumunda olmalıdır. Çünkü konu siyasal bir konudur. Kürt halkının siyasal bir duruşu sergilemesi gerekmektedir. Dolayısıyla Kürt ulusal çıkarları açısından boykotçu duruşun etkili bir biçimde pratikleşmesi Kürt özgürlük davasının daha güçlü bir pozisyon kazanmasını beraberinde getirecektir. Kürt sorununun temel çözüm formülü demokratik özerklik formülü olarak halkımız ve kurumlarımız tarafından kabul görmüş bir çözüm perspektifidir. Kürt halkının siyasal tutumu olarak gelişen boykotu en yaygın bir biçimde uygulamakla demokratik özerkliğin adeta referandumdan geçirilmesini sağlamış olacaktır. Kürt halkı hiçe sayılmayı kabul etmediğini, demokratik cumhuriyet ve özerk Kürdistan’ı istediğini, artık sıradan, basit manevralarla aldatılamayacağını, kendi kimlikli duruşunu ve öz gücüne dayalı siyasetini yetkince uygulayabilecek güçte olduğunu bu boykotla gösterecektir. Bu gerçeği gördükleri için düzen partileri tarafından BDP hedeflenmektedir. Çünkü onlar Kürt halkının iradeleşmesini, Türkiye siyasetinde güç sahibi olmasını istememektedirler. Ancak bugün Kürt halkı da artık bir siyasal iradi güç haline gelmiştir ve bunu referandumu boykot etmekle etkili bir biçimde ortaya koyacaktır.

KİMLİKLİ DURUŞ İÇİN SANDIĞA GİTMEYİN

-BDP Diyarbakır’da coşkulu boykot mitingi gerçekleştirdi. BDP’nin bu yönlü çalışmaları ile çeşitli çevrelerin, bazı Kürt aydın ve sanatçıların referandumda AKP’yi destekleyen tutumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

-AKP’nin bu anayasa paketi sadece Kürt halkını yok saymıyor. Alevi halkımızı da, tüm ezilen kesimleri ve emekçileri de yok sayıyor. Çeşitli kültürel varlıkları da yok sayıyor. Dolayısıyla boykot tutumunu alacak olan çok çeşitli demokratik kesimlerin ve Kürt halkının ne evet, ne hayır, boykot tutumunda yetkinlik göstermeleri, yeni bir anayasanın gündemleştirilmesi, Kürt sorununda demokratik özerklikle çözüm formülünün gündemleştirilmesi olguları daha güçlü bir biçimde gündeme gelmiş olacaktır. Günümüzde gelinen noktada boykot, 12 eylül anayasasını reddeden, onun zihniyetini asla kabul etmeyen; AKP’nin yaptığı yamalamayla 12 eylül anayasasının düzelemeyeceğini, dolayısıyla 12 eylül anayasasını tümden reddetmek gerektiğini güçlü bir biçimde ifade etmektedir. Bu nedenle BDP’nin geliştirmekte olduğu ve çok çeşitli kesimlerin de katılmak durumunda bulunduğu referandumda seçim sandığına gitmeme, demokratik bir anayasayı savunma, Kürt sorununda demokratik özerklik çözümünü gündemleştirme anlamında çok güçlü bir duruş olacaktır. Biz tüm halkımızın, tüm yurtsever demokratik kurum-kuruluşların ve şahsiyetlerin bu referandumda seçim sandığının başına gitmeyerek, demokratik anayasayı dayatma, kimlikli duruşu gösterme bakımından tutum almaları gerektiğini belirtiyoruz.

FİLİSTİNLİ BİR YURTSEVER İSRAİL SİSTEM PARTİSİNDAN YANA TAVIR ALABİLİR Mİ?

Bu konuda bazı kesimlerin demokratlık adı altında farklı tutum belirlemeleri Kürt siyasal duruşunu zedeleyen bir tutumdur. Bu çevreler öyle orta yere çıkıp, tutumumuz budur diyeceklerine, Kürtler arası diyalog temelinde bütünlüklü bir duruşu tercih etmeleri gerekirdi. Çünkü şunu bilmemiz gerek; artık bir Kürt siyaseti vardır. Yani Amed’te demokrasi öyle düşmandan yana tavır almak, Kürt halkının çıkarlarına zarar vermek değildir. Kürt halkı dişinden, tırnağından edinerek, en değerli evlatlarını şehit vererek bir mücadele yürütüyor. Demokrasi adı altında bu mücadelenin altını oymaya kalkışmak demokratça bir duruş değildir. Kürt halkının binbir zorlukla geliştirdiği bu kutsal mücadeleye sırt çevirmektir. Bu mücadeleyi tasfiye etmek isteyen güçlere kapıyı açmaktır. Bu konuda hangi koşullarda bulunduğumuzu, siyaset yaptığımızı görmeliyiz. Buna göre demokratik tercihi geliştirmek zorundayız. Filistinli bir yurtsever, demokratik duruş adı altında gidip İsrail sistem partisinden yana tavır alabilir mi? Hayır, alamaz. Bu ulusal ihanet olur. Aynı şey neden Kürdistan için geçerli olmasın ki? Türk devletinin İsrail’den ne gibi bir farkı vardır? İsrail hiç olmazsa Filistin’in dil, kültürel ve özerk olarak yaşama hakkını tanıyan bir devlettir. Peki ya Türk devleti? Türk devleti hiçbir şey tanımıyor. Ana dil hakkını tanıyor mu? Hayır! Kürt siyasetini tanıyor mu? Hayır! Kürt halkını hala asimile etmekten, soykırıma tabi tutmaktan vazgeçmeyen bir sömürgecilik anlayışı vardır. Bu sömürgeciliğin yanında yer alacaksın, ben demokratik tercihimi yapıyorum, diyeceksin. Bu kendi ulusuna, toplumsal gerçeğine ters düşmek anlamına gelmektedir. Herkes biliyor ki bir kimsenin devlete yakın durması, AKP’den yana tavır alması tabii ki birçok maddi çıkar sağlama imkanına kavuşturacaktır. Hiç kimse devlete ve AKP’ye yakın durarak, bireysel, ailesel, grupsal çıkarlarını demokrasi adı altında kamufle edemez. Biz bu konuda tüm yurtsever demokratik aydın, sanatçı, sivil toplum kuruluşlarının artık Kürdistan’ın ve Kürdistan siyasetinin gelip dayanmış olduğu noktayı gözeterek, tutum belirlemelerinin gerekli olduğunu düşünüyoruz. Kürt halkı artık kendi siyasetini, sosyalitesini oluşturmak, kültürel ve sanatsal çevrelerini örgütlemek, hatta yurtsever demokratik çizgide ekonomik gerçeğini oluşturmak zorundadır. Sömürgecilik Kürt sermayesinin oluşmasını, Kürt dilinin, Kürt sosyalitesinin gelişmesini istemez ve her şeyi kendisine tabi kılmak ister. Bunu en son geniş bir biçimde AKP yoluyla yapmaktadır. Kendine dahil ederek, uşaklaştırarak, kendi gerçeğinden uzaklaştırarak “ben sizi temsil ediyorum” diyerek, Kürt halkının iradeleşmiş gerçeğini tasfiye etmek istemektedirler. Herkesin bunu görmesi gerekiyor. Bu temelde tutum geliştirmek daha gerçekçi ve daha doğrudur.

BOYKOT İÇİN EV EV, KÖY KÖY DOLAŞMAK GEREKİYOR

Sonuç olarak tüm yurtsever çevrelerin, demokratik kurum ve kuruluşların tavır birliği içerisinde seçim sandıklarına gitmeyerek, Türk devleti ve AKP hükümeti karşısındaki tutumunu yani iradeleşmiş halk gerçekliği duruşunu ve demokratik bir anayasadan, çözümden yana olan duruşunu göstermelidir. Bu konuda yapılan mitingler elbette ki olumludur. Buna bir şey demiyoruz. Fakat mitinglerle yetinmek olmaz. Ev ev, mahalle mahalle, köy köy dolaşarak tüm yurtsever şahsiyetlerin, kesimlerin, kurumların ulusal demokratik bir tutumun gelişmesi için üstüne düşen sorumlulukların gereğini yerine getirmesi gerekir. Bu temelde sadece sandıklara gitmeme değil, bunun için çalışarak, mutlaka en etkili sonucu almayı hedeflemeleri dönemin bir yurtseverlik görevi durumundadır.

ERDOĞAN AMED’DE BOŞ KONUŞTU

*Bütün gözler Başbakan Erdoğan’ın 3 Eylül’de Diyarbakır’da yapacağı konuşmaya kilitlenmişti. Kardeşlikten çokça dem vuran Erdoğan, Diyarbakır cezaevinden, yaşamını yitirmiş çeşitli Kürt aydınlarından, faili meçhullerden bahsetti. Fakat Kürtlerin taleplerini karşılayacak somut harhangi bir açıklamada bulunmadı. Erdoğan’ın konuşmasında sorunun çözümüne ve tek taraflı ateşkesinize cevap niteliğinde de herhangi ciddi bir söylemi olmadı. AKP’nin bu yaklaşımlarının devam etmesi durumu sizin 20 Eylül’den sonraki tutumunuzu nasıl etkiler?

-Dikkatli bir izleyici hem anayasa değişiklik paketinin hazırlanmasında hem referandum süreci içerisindeki propagandada kullanılan üslup ve tarza baktığında başbakan Erdoğan ve AKP’nin gerçeğini daha iyi görebilir. Oldukça çıkarcı, kendi iktidar ve hakimiyeti dışında hiçbir şeyi düşünmeyen, iktidarı önündeki engelleri kaldırmak ve iktidarını pekiştirmek için her türlü yol ve yöntemi mubah gören bir siyasal zihniyeti temsil etmektedir. AKP, Türkiye’nin temel sorunlarından ziyade öncelikle kendi iktidarını nasıl kalıcılaştıracağını düşünmekte ve bunu esas almaktadır. Durum böyle olunca demokratik yan ve söylem bir demagoji olmakta ve ikinci planda kalmaktadır. Kürt sorunu konusunda ise hiçbir biçimde samimiyet içermeyen, Kürt özgürlük hareketini tasfiye etmeyi kendi iktidarlaşmasında temel bir ayak haline getirmek isteyen bir siyasal duruş içerisindedir. Belli oluyor ki devletle anlaşmasındaki temel konu Kürt özgürlük hareketinin tasfiyesi olmuştur. Yani üstlenmiş olduğu rol ve misyon Kürt sorununu çözme değil, Kürt sorununu bertaraf etme, ortadan kaldırmadır. Bunun yolu da bazı Kürtlere mal-mülk ve mevkii peşkeş çekerek, yine her türlü dini vb. duyguları da sömürerek, yapılmış olan mezalimleri, işkenceleri her şeyi kullanarak, Kürt halkını kandırarak, ikiye bölme ve böylece zayıflatarak, sonuç almaktır. Bu referandum sürecinde AKP’nin bu gerçekliği bir kez daha görülmüştür. Erdoğan’ın Amed’teki konuşması boş bir konuşmadır, tam bir demagojidir. Karşıdaki insanları kandırılabilecek, duygusal, derinliği olmayan bir varlık olarak görme anlayışı hakimdir. Yani Kürt toplumunda isim yapmış bazı kişileri zikrederek, kandıracağını sanmak, bu kadar yüzeysel, sorundan bu kadar uzak bir duruş sergileyerek, sonuç alacağını sanmak ibret verici bir şeydir.

ERDOĞAN TIPKI İSMET İNÖNÜ’NÜN LOZAN’DA YAPTIĞI GİBİ KONUŞTU

Erdoğan’ın Amed’deki konuşması aslında MHP’nin baskısı ve yönlendirmesi altında yapılan bir konuşmadır. Kürt sorununa yaklaşımda sürekli bu ölçü esas alındığı için hiçbir ilerleme kaydedilmemektedir. Kardeşlikten bahsediyor “sizi çok seviyoruz” diyor. “Sizi PKK, BDP temsil etmiyor, biz temsil ediyoruz” diyor. Tıpkı İsmet İnönü’nün Kürt halkını tarihe gömen Lozan’da yaptığı konuşmaları gibi konuşuyor. İsmet İnönü de o zaman “ben Kürt halkını da Türk halkını da temsil ediyorum” demişti. Ama sonucunun nasıl olduğunu gördük.

BUNLAR KARDEŞLİKTEN BAHSETTİKLERİNDE DURUP DÜŞÜNMEK GEREKİYOR

Bunlar kardeşlikten bahsettikleri vakit, durup, düşünmek gerekiyor. Şimdi Erdoğan kardeşlikten ve sevmekten bahsediyor. Peki sormak gerekiyor, bu nasıl bir kardeşliktir? Ana diliyle eğitimi yasaklıyorsun, bu halkın iradesinin meclise yansımaması için yüzde on barajın sürdürülmesinde ısrar ediyorsun, onlarca çocukların şurada- burada vurulmasının bizzat talimatını veriyorsun ve hiçbir olay hakkında tahkikat açmıyorsun, hiçbir cezalandırma yapmıyorsun. Peki bu nasıl bir kardeşliktir? Bu kardeşlik kavramının içinin boşaltılması değil midir? Madem kardeşsek neden ana dil eğitimi yasaklanıyor? Madem kardeşsek neden bu baraj engeli konuluyor? Bu kardeşlik değil, bir hinlik ve egemenliktir. Kardeşlik adı altında kölelik statüsüne tabi tutmadır. Bu kadar Kürt çocuğu vuruldu, öldürüldü, şehit edildi. Hangisi soruşturmaya tabi tutulup da, bu suçu işleyenler cezalandırıldı. Gerçek bu iken Amed zindanındaki vahşeti sömürmeye kalkışmak bir ikiyüzlülük değil midir? Bir de orada yeni bir cezaevi yapılacağını ve Amed cezaevinin de yıkılacağını söyledi. Sanki iyi bir vaatte bulunuyormuş gibi bunu sunuyor. Bu kadar yüzeysel yaklaşmak akıl almaz bir şeydir. Amed zindanında büyük bir vahşet işlenmiştir. Ama aynı zamanda Amed zindanı Kürt halkının ulusal direnişinin şekillendiği bir mekandır. Burada Kürt toplumunun uluslaşma direnişinin büyük destanı yaratılmıştır. Amed zindanı, Mazlumların, Ferhatların, Hayrilerin, Kemallerin ve onlarca kahraman PKK militanının büyük onurlu bir duruş sergilediği, dünyada eşine ender rastlanan vahşete karşı insanlık onurunu temsil ettiği bir mekandır.

AMED ZİNDANI VAHŞETİN YERİDİR

Amed zindanı direnişin sembolü haline dönüştürülmüştür. Vahşetin yeridir, doğru ama direnişin de vahşete karşı yükselerek, zafer kazandığı bir yerdir. Şimdi orayı tümden yıkıp, belleklerden silmek, geçmişi unutturmak istiyor. Direnişe sembol olmuş bir yeri yıkarak, Kürt halkını belleksizleştireceğini çok kurnazca hesaplıyor. Böylesi bir durum lütuf değil, Kürt halkının direnişçi geçmişini ortadan kaldırmaya dönük bir girişim olacaktır. Dolayısıyla bu referandum süreci itibarıyla AKP’nin ve Erdoğan’ın kullandığı üslup tahrik edici, sorunun çözümüne dönük hiçbir ipucu vermeyen, Kürt halkına ve önderliğine karşı saygısızlık sergileyen bir üslupla hakaret içerikli bir söylem kullanmaktadır. Bu duruş elbette ki bizim geliştirdiğimiz eylemsizlik sürecini zorlayan bir üsluptur. Bizim eylemsizlik duruşumuza karşı siyasal planda bir saldırganlıktır, başka bir şey değil.

20 EYLÜL’E KADAR HERHANGİ BİR DEĞİŞİM OLMAZSA…

*Hükümetin ve devletin eylemsizlik kararınıza ilişkin herhangi bir adım atmadıkları, söylem düzeyinde de klişeleşen sözleri tekrar ettikleri görülüyor. Yine gerillaya yönelik operasyonlar, tutuklamalar devam ediyor. 20 Eylül’den sonra olumlu bir adım atılmadığı takdirde sizin tavrınız ne olacak, süreç nasıl işleyecek?

-Bizim geliştirdiğimiz süreç süreli bir eylemsizlik sürecidir. Bu sürecin iki temel amacı vardır. Birincisi referandum sürecinin daha sağlıklı bir biçimde demokratik bir ortamda gelişme olanaklarını sağlamak, ikincisi de eylemsizlik sürecinin çift taraflı bir ateşkes sürecine dönüşmesi ve müzakere sürecinin başlaması için ortam oluşturmaktır. Eğer devlet ve hükümet oluşturulan bu ortamı doğru değerlendirmeyip, bu eylemsizlik sürecini çift taraflı bir ateşkes sürecine dönüştürmek için herhangi bir çaba göstermez, herhangi bir adım atmaz ve sizin de belirttiğiniz gibi saldırılarına devam eder ise bu süreç kendiliğinden biter. Biz değil, onlar bitirmiş olurlar. Çünkü bizim eylemsizlik sürecini ilan etmemizin nedeni hükümete ve devlete bir şans vermek, kalıcı bir çatışmasızlık ortamının oluşması için devletin saldırılarını durdurmanın koşullarını olgunlaştırmak ve tartışma ortamını yaratmak içindi. Buna rağmen devlet gerillaya karşı operasyonlarını sürdürürse, Kürt siyasal hareketine karşı operasyonlarını, tutuklamalarını durdurmazsa ve siyasal planda da her türlü tecrit, teşhir ve hakaret edici bir üslup kullanır ve sorunun çözümü için adım atmazsa –ki şimdi böyle davranmaktadır- bu ‘ben sizin ilan ettiğiniz eylemsizliği tanımıyorum, ben sizi tasfiye edeceğim, sizi yok etmeye devam edeceğim, yok etme politikasını sürdüreceğim’, anlamına gelecektir. 20 Eylül’e kadar devletin ve hükümetin şuanda sürdürdüğü politikasında herhangi bir değişiklik olmazsa bu bizim uzattığımız barış elinin tutulmaması ve ilan ettiğimiz eylemsizlik sürecinin reddedilmesi anlamına gelecektir. Dolayısıyla buna karşı biz de gelişen ve gelişecek her türlü saldırıya karşı kendimizi savunarak, kendi çözümümüzü pratikleştirme temelinde yolumuza devam etmek durumunda olacağız. Bu konuda bazı dostlar bir kez daha sürecin uzatılmasının faydalarından bahsediyor ama karşıdan herhangi bir adım atılmadan tek taraflı olarak sürecin uzatılamayacağı açıktır. Uzatılması için kesinlikle belirttiğimiz koşullar şarttır. Bu nedenle özellikle bize çağrı yapan sivil toplum kuruluşları ve çevreleri başta olmak üzere barıştan yana olan tüm kesimler harekete geçmeli ve Türk devletinin bizim attığımız adımı karşılıksız bırakmaması için güçlerini ortaya koymalıdırlar.

DİYALOG VE MÜZAKERE OLMAZSA DEMOKRATİK ÖZERKLİK SÜRECİNİ İŞLEME KOYACAĞIZ

Biz özellikle Kürt sorununun artık çözümünü dayattığını, demokratik özerklik formülüyle çözüme gidilmesinin zamanının geldiğini söylüyoruz. Bu diyalog ve müzakereyle olabilir. Biz buna hazırız. Ama diyalog ve müzakere değil de, şiddetle sonuç alınmak istenirse bizim uzattığımız barış eli tutulmayıp, saldırganlıkla karşılanırsa, biz bunun karşısında direnerek, demokratik özerklik sürecini işleme koyacağız. Kendi çözümümüzü kendimiz geliştirerek, sonuç alma yolunda mücadelemizi geliştirmek durumunda olacağız. Olacak olan budur, biz bu konuda kesin ve net bir politikaya sahibiz. Yukarıdaki soruların cevabında da ifade ettiğim gibi hareketimizi bağlayan, toplumumuzun geleceğini belirleyen bir toplantılar dizisi ve tartışma sürecini yaşadık. Bu anlamda kararlılığımız nettir. Biz barışçıl yöntemlerle çözüme varız. Ama gelinen bu noktada dayatılan çözümsüzlük ve tasfiye politikalarını da asla kabul etmeyip, buna karşı direnişle sonuç almak için gerekli karar ve hazırlıklara sahibiz. Kürt sorununun çözüm sürecini hiç kimse hiçbir davranışla erteleyemez, diyoruz. Çözüm kendisini dayatmış bulunuyor. Çözüme gelinmezse artık Kürt toplumu toplumsal düzeyde göstereceği reflekslerle süreci ilerletmek ve çözüm sürecini geliştirmek durumunda kalacaktır.

12-20 EYLÜL ARASI ÇOK ÖNEMLİ

Bu nedenle bu iki haftalık sürecin ilk haftası referandumdur. Ama 12 eylül ile 20 eylül arasındaki süreç çok önemlidir. Bu süreç içerisinde AKP hükümeti ve Türk devleti inandırıcı, gözle görülür bir girişimi yapmalıdır. Aksi takdirde yedinci kez cevap vermemiş bir devlet olarak Kürt halkı nezdinde hiçbir güvenirliği kalmayacak ve artık Kürt halkı kendi öz gücüne dayanarak, kendi çözümünü geliştirmeye ve başının çaresine bakmaya yönelecektir. Bu da büyük bir mücadele sürecinin başlaması anlamına gelmektedir. Çünkü bu aşamadan sonra yeniden eskiyi tekrar eden mücadele yöntemiyle mücadele edilemeyeceği açıktır. Çözüm için ve kesin sonuç almak için daha kapsamlı bir siyasal, toplumsal ve askeri direniş sürecinin kendisini dayatacağı açık ortadadır. Orta yoğunluklu savunma savaşının giderek boyutlanması suretiyle yeni gelişmelere yol açmak temel bir görev durumuna gelecektir. Özellikle Kürt halkının ulusal bir çözüm formülü olan demokratik özerkliğin karar altına alınmış olması önemli bir husustur. Diyalog ve müzakereyle bu sürecin gelişmesine imkan tanımak öncelikli tercihtir. Ancak bu olmazsa sürecin ilerlemesi için mücadelenin kapsamlılaşması gerekmektedir. Kürt halkının tarihsel özgürlük yürüyüşü tarihin bu aşamasında önemli bir evreye ulaşarak, sonuç almayı hedefleyecektir.

TÜRK DEVLETİ ŞU GERÇEĞİ GÖRMEK ZORUNDA…

*Verdiğiniz bir mülakatta Devletin Sayın Öcalan ile diyalog kurduğu yönündeki açıklamanız Türkiye tartışma konusu oldu. Hükümet ilkin reddetti ancak ardından Başbakan Erdoğan da bazı kurumların görüştüğünü doğruladı. Birbirini tutmayan ve sorumluluğu başkalarının üzerine yığan bu açıklamaları nasıl yorumluyorsunuz?

-Devletin Önderliğimizle görüştüğü yönündeki açıklamamızı Türkiye siyasal güçleri ve medyası bir hayli tartıştı. Çok çeşitli açılardan değerlendirmelerle birlikte, oldukça yakışıksız, faydacı, ucuz, dar yaklaşımlar sergilendi. Bu referandum süreci itibarıyla sürdürülen iç çekişmelerinde Önderliğimize, hareketimize hakaret içerikli, küçümseyici, ötekileştirilen, öcüleştirilen davranışlar sergilendi. Bir kere her şeyden önce şunu açıklıkla vurgulamakta büyük fayda görüyorum; Türkiye cumhuriyeti devleti, hükümeti ve Türkiye toplumu artık bir gerçeği kabul etmek zorundadır; Kürt halkı asimile edilemedi, yok edilemedi, Kürt halkı halk olmak gerçekliğini direnerek, sağladı. Bu direnişin önderi, Başkan Abdullah Öcalan’dır. Devlet Kürt halkıyla 1922’ye kadar dış güçlere karşı birlikte mücadele yürüttü. Cumhuriyetin inşasında Kürt halkının kanı vardır. Fakat devlet karşılıklı bazı yanlışlıklar sonucu kuruluştan sonra Kürt halkına sırt döndü ve 1924’ten sonra da katliamlarla bastırmak istedi. Kültürel, siyasal soykırım politikalarıyla fiziki soykırımı zamana yayan bir politikayla sonuç almak istedi. Bunun karşısında direnen Kürt halkı bugün siyaset sahnesinde yerini almış bulunmaktadır. Bunun önderi de, hareketi de illegal, legal siyaseti de mevcuttur. Bugün Kürt halkının yüzde yüz olmazsa da önemli bir kesimini kapsayan, bu hareket Türkiye’nin siyasal gündemini belirleyecek bir düzeye ve güce kavuşmuştur. Siz bunu inkar edemezsiniz. Kürt özgürlük hareketi Türkiye’nin gündemini belirleyecek düzeye gelmiştir. Bu gerçek görülmeden bu sorun da çözülemez. Bu gerçek itiraf edilmeden Kürt sorununun gerçekçi bir biçimde çözüme kavuşması da mümkün değildir. Ama bu artık Türkiye’nin bir gerçeğidir. Yok saymakla, görmemekle, “terörist” ve “terörist başı” demekle siz bunu göz ardı edemezsiniz. Ortada “terör” ve “terörist başı” yoktur. Ortada Kürt halkı ve Kürt halkının mücadele içerisinde şekillenmiş bir hareket ve önderliği söz konusudur, gerçek budur.

KÜRTLER HAYIR DERSE HAYIRCILAR, EVET DERSE EVETÇİLER KAZANIR

Şimdi basına yansıyan iki hakimin kendi aralarında yaptığı konuşma vardır. Gizliden çekilmiş ve basına yansıtılmıştır. Adamlar ne diyor “Öcalan’a ihtiyacımız var, Kürtler hayır derse hayırcılar kazanır” demektedirler. Yanlış mı söylüyorlar? Hayır, çok doğru bir gerçeği ifade etmişler. Bugün Kürt tarafı hayır derse hayırcılar kazanır, evet derse evetçiler kazanır, bu açık bir gerçektir. Niye bu polemik konusu yapılıyor? Çünkü gerçeği görmek istememe tutumu vardır. Bunun için bu hakimleri gizliden kayda çekip, yayınlayanlar suçlanmıyor da hakimler suçlanmaktadırlar. Deve kuşu misali başını kuma gömen bu politikadan dolayı gerçekler bilinmesine rağmen görülmek istenmemektedir.

Siz Kürt halkıyla bir arada yaşamak istiyorsanız Kürt halkı ve önderliği demokratik özerklik formülasyonuyla Türkiye’nin bütünlüğü içerisinde Türkiye’nin demokratikleşmesine katkı sunacak bir siyasal duruşa sahip olduğunu açıklamıştır. Kürt halkı sorunu şiddet değil, barışçıl yöntemlerle çözmek istediğini her platformda ortaya koymuştur. Ama asla şiddet ve baskı karşısında boyun eğmeyeceğini, silah dahil her biçimde kendini savunarak, direneceğini de ifade etmiş, bunu pratiğiyle de ortaya koymuştur. Bu nedenle siz savaşı durdurmak istiyorsanız Türkiye’nin bütünlüğü, barış içinde yaşaması, müreffeh bir ülke olma politikasını geliştirecekseniz, bu gerçekliği göz ardı ederek, yok sayarak veya şiddetle ortadan kaldırarak, bunu yapamazsınız. Gerçeklik budur.

HERKESİN BİLDİĞİNİ GİZLEMEYE GEREK YOK

Şimdi devletin bir kesiminin bu gerçekliği görmesi temelinde önderliğimizle diyalog içerisinde olması durumu söz konusudur. Bu kötü bir şey midir? Hayır, iyi bir şeydir ve olması gerekendir. Ben o röportajda çok samimi bir biçimde bunu söyledim, bunu söylerken herhangi bir kastım da yoktu. Yani referandum sonucunu şöyle ya da böyle etkileme gibi bir kastım yoktur. “Koyun can derdinde kasap et derdinde” derler. Bizimki de o hesaptır. Biz yok edilme sürecine tabi tutuluyor, aşağılanan bir taraf konumunda iken cevap verme durumunda kalıyoruz. Ama diğer taraf oy peşindedir. Sen bunları söyleyerek, benim oylarımı etkilemeye çalıştın deniliyor. Ortada böyle bir şey yok. Bir de biz bunu ilk kez söylemiyoruz. Nisan ayında gazeteci Amberin Zaman benimle röportaj yapmaya geldiği zaman da bunları söyledim ve bu söylediklerim Habertürk gazetesinde yayınlandı. Ayrıca 13 Ağustos’ta yaptığımız yazılı açıklamada da vardır. Ondan bir süre sonra yaptığım röportajda da bu gerçeği gayet doğal bir biçimde ifade ettim. Bu bir gerçektir. Şimdi o yandaş olarak bilinen gazeteciler, köşe yazarları kendi tahrik edici üsluplarına bakacaklarına, Kürt halkını, Kürt halk Önderliğini küçümseyici, şuraya-buraya bağlayan, hemen her şeyde Ergenekon’la bağlantı kurmaya çalışan temelsiz, çarpıtan değerlendirmeler yapacaklarına, daha gerçekçi yaklaşsalardı belki bu tartışmalar da olmazdı. Başta Mümtazer Türköne vb. bazı köşe yazarları devletin Önderliğimizle görüşme ihtimalini dedikodu olarak değerlendirip, bizim bazı sivil toplum kuruluşlarına teslim olduğumuzu, onların çağrıları üzerine ateşkes yapmak zorunda olduğumuzu söylediler. Bu gerçek dışı bir tespit olduğu için ve bir çarpıtmayı içerdiği için ben de neye dayanarak eylemsizlik kararı aldığımızı açıklıkla ifade ederek, kamuoyuyla bir kez daha paylaşmayı gerekli gördüm. Gerçeğin ifade edilmesinden rahatsız olanlar bu kez daha fazla çarpıtmalarla üstünü örtmeye çalıştılar. Nitekim başta çok sert reddetmiş olmalarına rağmen, sonradan devletin bazı kurumlarının ilişki kurduklarını kabul etmek zorunda kaldılar. Çünkü bizim söylediğimiz bir gerçek, herhangi bir kasıt ve saptırma yok. Zaten bizden önce de aynı köşe yazarları bir yıldan beri konuyu işliyorlar. Bazıları “neden açıkladınız” diyorlar. Açıklamadan önce zaten bilmeyen yoktu ki, neden açıklamayalım? Bizim hareketimizin ve Önderliğimizin üslup ve yöntemi açıklıktır. Bazı şeyler gizlenir, doğru. Ama herkesin bildiği bir şeyi gizlemenin ne alemi var? Kendileri gerekli gördüğünde söyleyip, yorumluyorlar. Ama biz söyleyince feryat koparıyorlar. En son Önderliğimiz de görüşme notunda bu konuyu açıklığa kavuşturmuştur. Bence artık bu konu Türkiye kamuoyunda oturmuştur, bilinen bir husustur. Önderliğimiz bu hareketin bir temsil gücü olarak elbette ki muhataptır, diyaloga açıktır. Ama herhangi bir biçimde oyalama, diyalog sürecini sabote edici davranışlarda bulunma tabii ki süreci tersine çevirecektir. Açıkça bu konuda söylenecek olan şey budur.

KİMSE ERDOĞAN’DAN AF BEKLEMİYOR

*Referandum propagandası mitinglerinde CHP tarafından ortaya atılan af konusu yeniden gündeme geldi. Erdoğan afla ilgili tartışmalara çok sert tepki gösterdi. Yeniden ortaya atılan bu af tartışmalarını ve buna yönelik tepkileri nasıl yorumluyorsunuz?

-Kimse Erdoğan’dan af edilmeyi beklemiyor. Biz hareket olarak herhangi bir af beklentisi içerisinde değiliz. Çünkü Kürdistan özgürlük hareketinin hiçbir mensubu suçlu değildir. Tam tersine onlar toplum içerisinde en duyarlı, en fazla sorumluluk taşıyan, dolayısıyla duyduğu toplumsal-ulusal sorumluluk gereğince bireysel çıkarlarından feragat eden, büyük bir fedakarlık sergileyen, Kürt halkının yok edilmesine, asimilasyona, soykırıma tabi tutma siyasetine karşı çıkan, insani duyguları yüksek, en değerli, en seçkin kişilerdir. Halkımız bu hareketin bütün militanlarını böyle görmektedir. Şehitlerini böyle görmektedir. Biz görevimizi yaptık hatta yetersiz ve eksik yaptık. Ama eğer Kürtlerle Türk devleti arasında bir barış olacaksa, Türk devleti Kürt sorununu çözecekse, bir toplumsal uzlaşma, barış ve af konusu gündeme gelmek zorundadır. Evvela Kürt toplumunun Türk devletini af etmesi gerekmektedir. Yoksa Şeyh Saitlerden Zilanlara kadar, Zilanlardan Dersimlere kadar yaşanan büyük mezalimi, katliamı, soykırımı nereye koyacağız? Erdoğan “Dersimi İnönü bombaladı” diyor. Demek ki devlet bombalamış. Dersim’i bombalayan, hatta İhsan Sabri Çağlayan gilin bizzat söylemiyle gazla zehirleyen bir devlet anlayışı suçlu değil midir? Kürt halkı ile barış içinde yaşanmak isteniyorsa Kürt halkının bu katliamlardan dolayı af etmesi gerekmiyor mu? En son bizzat devletin, başbakanların, genelkurmayların, cumhurbaşkanları tarafından talimatlandırılmış çeteler yoluyla faili meçhul cinayet adı altında on yedi bin küsur olay işlenmedi mi? Peki bunları kim affedecek? Açık ki evvela Kürt halkının Türk devletini affetmesi gerekiyor. Tabii ki Türk devletinin de Kürt halkı adına yola çıkan, mücadele eden insanları suçlu saymaması gerekiyor. Eğer bu yolun ya da bu sürecin sonunda bir uzlaşma olacaksa toplumun karşılıklı olarak birbirini affetme durumu vardır. Ama sanki biz suçluyuz, devletin ya da başbakanın bizi affetmesi gerekiyormuş gibi bir hava yaratılmak isteniyor. Af tartışmasını biz çarpıtılmış bir tartışma olarak görüyoruz ve bu tartışma bizi de ilgilendirmez. Çünkü biz öyle af istemiyoruz. Ama biz savaşın sonlanması, toplumsal uzlaşmanın gelişmesi temelinde adalet ve hakikatleri açığa çıkarma komisyonunun kim ne kadar suç işledi, kim ne kadar işlemedi suçları açığa çıkarma ve bağışlama yöntemiyle kalıcı bir toplumsal uzlaşmanın gelişebileceğini elbette düşünüyoruz. Birbirini bağışlama temelinde gelişecek bir af doğal olarak gereklidir ama başka bir biçimde kimsenin kimseden özel bir talebi söz konusu değildir. Ama bununla birlikte başbakanın bu kadar retçi bir biçimde “bizim kanımızda bile af yoktur” diyerek, CHP genel başkanına karşı çıkış yapması bir kez daha başbakanın zihniyetini açığa vuruyor. Demek ki sorunu hiçbir biçimde köklü çözme yok, kandırma var. “Kanımızda bile af yok, hiçbir AKP’li böyle bir şey düşünemez” diyerek, aslında yolun sonunda ne gibi bir çözümsüzlüğü düşündüğünü de açığa vurmuş olmaktadır.

ULUSAL BİRLİK

*Son olarak DTK eşbaşkanları ile bir BDP heyetinin Ggüney Kürdistan ziyareti ile ilgili bir sorumuz olacak. Kürtler arası ulusal birliğin ve bir konferansın yapılması basına yansıdı. Bu konuda sizin görüşünüz nedir?

-Bizim gerçekleştirdiğimiz Kongra Gel 4. Ara dönem toplantısı Kürtler arası bir kongre ya da konferansın toplanması çalışmalarının öncelikli bir çalışma olarak ele alınmasını kararlaştırdı. Biz ulusal birlik duruşunu baştan beri çok önemseyen bir hareketiz. Özellikle yaşadığımız bu süreç her zamankinden daha fazla Kürtler arası ulusal birliği dayatan bir süreçtir. Bu dönemde eğer Kürtler kendi aralarında birlik ve dayanışma kurarak, hamlesel bir çıkış gerçekleştirirlerse Kürt sorununu bölgede çözme koşulları vardır. Eğer bu koşullar değerlendirilmez ise süreç değişerek, tersine de dönebilir. Tersine dönmesi durumunda büyük trajedilerin yaşanabileceği süreçlerin gündeme gelme ihtimali yüksektir. Bu açıdan Kürtler arası ortak bir platformun oluşturulması, ulusal bir stratejinin geliştirilmesi stratejik bir konudur. Ancak bu birlik herhangi bir komşu devlete karşı olmayıp, Kürt sorununu barışçıl yollarla çözmeye dayalı bir birlik olmak durumundadır. Biz bu temelde gelişecek olan birlik çalışmalarını destekliyoruz. Bu açıdan sayın eşbaşkanların ve diğer heyet üyelerinin güneydeki siyasi güçlerle diyalog geliştirmesine karşı değiliz, tersine böyle bir ilişki ve diyalog ortamını anlamlı buluyoruz. Ayrıca böyle bir ilişki ortamının Kürt sorununda barış ve demokratik çözüm sürecinin gelişmesine de katkı sunabileceğini düşünüyoruz. Özellikle dün sayın Ahmet Türk’ün Süleymaniye’de yaptığı basın toplantısında ulusal birlik için iyimser izlenimler edindiğini söylemesi iyi bir gelişmedir. Umarım bu yönlü çabalar sonuç alıcı olacaktır. Biz kendi cephemizde Kürtler arası ulusal birlik ve dayanışmanın gelişmesi için üstümüze düşen sorumlulukların gereğini yerine getirmeye açığız ve bu konuda gerekli çabaları da sergilemek durumunda olacağız.

ANF NEWS AGENCY