30 Kasım 2012 Cuma

Bin 'Devrimci Genç' YPG'ye Katılıyor



Batı Kürdistan Devrimci Gençler Hareketi, 15 Aralık’a kadar bini aşkın üyelerini Halk Savunma Birlikleri’ne (YPG) katma kararı aldıklarını açıkladı.

Devrimci Gençler Hareketi, Batı Kürdistan’ın en büyük kenti Qamişlo’da bir toplantı düzenledi. Gençlik Merkezi’nde yapılan toplantıda hareket adına açıklamayı okuyan Hemze Tolhildan, bu tarihi süreçte Devrimci Gençler Hareketi’nin Kürt halkının çıkarlarını, varlığı ve kimliğinin korunmasını esas aldıklarını söyledi.

Tolhildan, Kürt halk önderi Abdullah Öcalan’ın felsefesi ve demokratik halk çıkarları doğrultusunda bugün Batı Kürdistan devrimine öncülük yapabilecek durumda olduklarını ifade etti.

Açıklamada şöyle denildi: “Bugün Kürdistan Özgürlük Hareketi birçok kazanım elde ederken, Türk, Arap ve Fars ırkçılığı gölgesindeki şovenist sistemler tüm güçleri ile Kürtlerin üzerine gelerek bu kazanımları boşa çıkarmak istiyor. Ne yazık ki bazı muhalif çevreler de ırkçılığa alet olarak, Baas rejiminin ırkçı saldırı ve zihniyetini aratmayan bir şekilde Suriye devrimi ve geleceğine hizmet etmeyen davranışlar içerisine girdi. Halep’in Eşfrefiye mahallesinde başlayan ve Afrin ile Kobani’ye yayılan olayların ardından en son çete gruplar Türkiye üzerinden Serêkaniyê’ye girerek, kendileriyle birlikte yıkım ve talan getirdiler. Bu saldırı özünde Kürdistan’ın işgal girişimidir”
Devrimci Gençler Hareketi, YPG’nin saldırılar karşısında büyük bir direniş gösterdiğini belirtirken, YPG’yi tek savunma gücü olarak kabul ettiklerini belirtti. Bu zorlu dönemde YPG’ye destek olmayı hem ahlaki hem de yurtsever bir görev olarak gördüklerini ifade eden Tolhildan, “Bu temelde, biz Devrimci Gençler Hareketi olarak 29 Kasım’dan 15 Aralık’a kadar bini aşkın üyemizi YPG saflarına katma kararı aldık” dedi.

“Biz YPG’ye bağlılığımızı ifade ediyor ve Kürt halkının düşmanları ile ırkçı çevreleri kirli ellerini topraklarımızdan çekmeleri konusunda uyarıyoruz” diyen Tolhildan, şöyle noktaladı: “Biz Devrimci Gençler Hareketi olarak, hiçbir saldırı karşısında sessiz kalmayacak ve YPG öncülüğünde kahraman halkımızı her koşulda koruyacak kararlılıktayız.”
Geçtiğimiz Temmuz ayında kurulan YPG’nin savaşçı sayısı konusunda kesin bir bilgi yok. İki ay önce bu sayının 10 binin üzerinde olduğu tahmini yapılmıştı. YPG Anakarargah Komutanı Sipan Hemo, Ekim ayı başlarında ANF’ye verdiği mülakatta, “Askeri sır olduğu için bir sayı belirtemiyoruz, ancak mümkün olduğunca çok kişiyi eğitmek istiyoruz. Batı Kürdistan’da 3 milyon kişi yaşıyor ve kaynayan bir bölgede bulunuyoruz. Bu nedenle savunma amacıyla gücümüzü büyütmek istiyoruz. Hedefimiz büyük, bir ordu oluşturmak istiyoruz” diye ifadelerini kullanmıştı.

Paramiliter gruplar 8 Kasım günü Türkiye üzerinden Serêkaniyê kentine girdi. Bunun üzerine Suriye rejiminin kenti havadan bombalaması sonucu en az 10 sivil hayatını kaybetti. 19 Kasım günü El Kaide çizgisindeki Türkiye destekli Guraba el-Şam ve Nasra Cephesi’nin saldırısında Halk Konseyi Başkanı Abid Xelil’in katledilmesi ardından YPG ile şiddetli çatışmalar yaşandı. 23 Kasım gününe kadar yaşanan çatışmalarda üçü silahlı grup sorumlusu olmak üzere en az 57 çete mensubu öldürüldü. Bu çatışmalarda 3 YPG savaşçısı, bir Asayiş üyesi ve bir Halk Konseyi üyesi hayatını kaybetti.

23 Kasım günü Türkiye destekli saldırgan gruplar ateşkes önerisinde bulundu. YPG, Guraba El Şam isimli grubun 48 saat içinde kenti terk etmesi, Kürt, Arap, Ermeni ve Asuri-Süryanilerden oluşan bir halk meclisinin kurulması şartı ile öneriyi kabul etti. Saldırganlar ağır kayıplar ardından 25 Kasım günü sürenin dolmasından önce kenti terk ettiler. 


ANF

29 Kasım 2012 Perşembe

Karayılan: Serêkaniyê Direnişi AKP Planını Bozdu

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Türk devletinin Batı Kürdistan’daki Kürt zeminini ortadan kaldırılmak istediğine dikkat çekerek Serêkaniyê’deki YPG öncülüğündeki direnişin bu planı bozduğunu belirtti. Karayılan, “Planları Serêkaniyê’den sonra Dirbesiye, Cizir bölgesini ele geçirmekti. YPG’nin direnişi önemli bir işlev gördü. En azından bu planı durdurdu. Türk devletinin silahlı gruplar eliyle yürütmek istediği bu projenin önüne geçti” dedi.

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, dün akşam Sterk tv’de yayınlanan özel programda Batı Kürdistan’da yaşanan gelişmeleri de değerlendirdi. Suriye’de geçmişte en çok zulüm gören, rejimin baskılarına maruz kalanın Kürt halkı olduğunu söyledi.

Toplumun diğer kesimlerinin de belli düzeyde zulüm gördüğünü hatırlatan Karayılan, “Ama şurası kesin ki, en ağır zulmü gören Kürt halkıdır. Gelişen süreçle birlikte Kürt halkı da bu mücadele içerisinde kendisini belli ölçüde bilinçlendirmiş, örgütlendirmiş bir halktır. Ve Kürt Halkı, mücadelesini silahla değil, siyasal yöntemlerle yürütüyor” dedi.

Suriye muhalefetinin siyasi gösteriler ile siyasi sürece başlattığını da söyleyen Karayılan şunları belirtti: “Sonra bu silahlı muhalefete dönüştü. Silahlı muhalefete dönüşünce, iki taraf birbiriyle çatışırken, Kürtler dedi biz silahlı mücadele yürütmüyoruz, siyasi muhalefet yürütüyoruz. Biz muhalefetin bir parçasıyız, demokratik Suriye için mücadele ediyoruz. Demokratik Suriye içerisinde Özerk Kürdistan bölgesini savunuyoruz. Biz Suriye’nin bir parçasıyız, ama silahlı mücadeleye dâhil olmayacağız dediler. Bu biçimde Kürtler kendi mücadelelerini siyasal yöntemlerle yürütmeyi kendi çıkarlarına daha uygun gördüler. Ama bu arada silahlı mücadele giderek kapılarına doğru dayandı. Onlar da kendi içlerinde kendilerini hazırlamışlar demek ki. Savunma güçlerini kurmuşlar, yani tecrübeden geliyorlar. Belirli düzeyde örgütlülük düzeyleri söz konusudur. Silahlı muhalefet Halep kazalarında iktidarı ele geçirince Kürtler de kendi bölgesinde ele geçirdi.”

‘AKP KÜRTLERİN STATÜ KAZANMASINA KARŞI’

Türkiye’nin amacının Kürtlerin Batı Kürdistan’da statü kazanmasını engellemek olduğunu söyleyen Karayılan, bunun için de başta siyasi muhalefet üzerinde baskı uyguladığını belirtti. Serêkaniyê’ye saldıran gruplardan Guraba El Şam’ın Selefiler grubu olduğunu söyleyerek Türkiye’nin bu grubun her türlü ihtiyacını temin ettiğini kaydeden Karayılan, ikinci grubun ise El Nasra Cephesi olduğunu belirtti. Bu ikinci grubun da El Kaide çizgisinde bir grup olduğunu söyleyen Karayılan, “Bu iki grup Serêkaniyê’ye girdi. Kürtler karışmadı, kendi mahallesinde oturdu. Onlar rejim güçleriyle çatıştılar, rejim güçleri orayı terk etti. Sonra Kürtlere yöneldiler. Kürtler diyalog geliştirdi. Hatta Serêkaniyê Şehir Meclisi Başkanı çatışma ortamına, müdahale ediyor, gidiyor, onu da vuruyorlar” diye konuştu.

Kürt düşmanlığının açığa çıktığını söyleyen Karayılan, benzer durumların Halep ve Afrin’de de görüldüğünü söyledi. Karayılan’ın Serêkaniyê saldırısına ilişkin yorumu ise şöyle: “Bu sefer de Serêkaniyê’de tamamen Türkiye’ye dayalı, yani bu güçlerin, hepsi araçlarıyla, silahlarıyla, geliyor çatışıyor, akşam gidiyor, Türkiye tarafında dinleniyor. Sınır diye bir şey yok. Karargahını Ceylanpınar’da kurmuş.”

Buradaki ilişkinin temelinin Kürt düşmanlığı üzerine kurulduğunu söyleyen KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, “Kaldı ki kendileri diyorlar, biz Türkiye ile her şeyi aynı düşünmüyoruz. Ama Türkiye bize destek veriyor, Türkiye de sizi istemiyor, onun için biz de sizi istemiyoruz. Planladıkları Serêkaniyê’den sonra Dirbesiye daha sonra Kürdistan’ın Cizir bölgesini ele geçirmek” dedi. Karayılan, böylece Kürt zemininin ortadan kaldırılmasının hedeflendiğini ifade etti.

AKP hükümetinin bu silahlı güçlere sadece yardım, destek vermediğini, bizzat silahlandırdığını, eğitini ve yönlendirdiğini sözlerine ekleyen Karayılan, bunu da “çok ileri düzeyde bir ilişki durumu söz konusu” cümlesiyle değerlendirdi. Karayılan, yaşanan bütün gelişmelerin Türkiye toplumundan gizlendiğini vurguladı.

‘YPG GÜÇLERİNİN DİRENİŞİ ÖNEMLİ BİR İŞLEV GÖRDÜ’


Karayılan, Türkiye destekli bu güçlerin Serêkaniyê’deki başarısızlığında Batı Kürdistan’daki Kürt halkının oluşturduğu savunma güçleri sayesinde olduğunu kaydetti. Karayılan, şöyle konuştu: “YPG’nin direnişi gerçekten önemli bir işlev görmüştür. En azından bu planı durdurmuştur. Türk devletinin bu silahlı gruplar eliyle yürütmek istediği bu projenin önüne geçmiştir. Bu açıdan ben Serêkaniyê’de Batı Kürdistan halkımızın sergilemiş olduğu o kahramanlığa büyük bir saygı duyuyorum ve onları kutluyorum.”

‘TÜRKİYE KÜRT-ARAP ÇATIŞMASINI HEDEFLİYOR’

Kürtlerin kurduğu birliğin öneminin de altını çizen Karayılan, Türk devletinin birliği parçalamayı hedeflediğini de söyledi. Birlik kurulur kurulmaz, Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Hewler’e gelerek, “Bu birlik yanlıştır” biçiminde bir yorumda bulunduğunu ifade eden Karayılan, Davutoğlu’nun o yorumuna ilişkin ise şunları belirtti:

“Nasıl oluyor, bir toplum, bir sürü siyasi gücü bir araya geliyor, birlik kuruyor. Yanlışmış, seni niye ilgilendiriyor ki?” Kürtler arasında kurulan birliğin önemine dikkat çeken Karayılan, “Bir birlik kurmuş, Türkiye’nin işi gücü bu birliği parçalamaktır. Diyor ki bu PYD’yi dışlayın ben size değil, otonomi, federasyon hakkını bile tanımak için çaba sergiliyorum. Peki, onlar PYD’yi nasıl dışlayacak. PYD en büyük kitlesel güç, diyor ki çatışın birbirinizle ben size orada federasyon veririm, bunu dışişleri bakanı bizzat söylemiştir. Siz orada PYD’yi dıştalayın, hedefleyin, zayıflatın, biz size federal sistemi veririz demişlerdir. Sanki kendisi Suriye’nin hakimi. Bu açık söylenmiş bir sözdür. Yani nedir, işte siz eğer PYD’yi dışlarsınız bunu yaparız.“

AKP’nin Kürtler arası çatışma yaratmayı hedeflediğini de belirten Karayılan, bu olmayınca da Kürtlerle Arapları çatıştırmaya çalıştığını söyledi. Karayılan bölgedeki Arap güçlerine ise şu çağrıyı yaptı: “Türk devletinin böyle histerik bir biçimde Kürt düşmanlığının yörüngesine girmeyin. Kürt halkı orada en mazlum halktır, rejimden en çok zarar gören halktır. Rejime karşıyasınız, Kürt halkı ile ittifak yapmanız gerekir. Gidip Türk devleti ile ittifak temelinde oradaki Kürt halkına saldırmanız nasıl izah edilecek… Siz Allaha inanıyorsanız, Allah böyle mi emreder. Allah demez mi mazlumlardan yana olun, zorbalardan yana değil.”

‘ÖCALAN’IN FELSEFESİNİN ETKİSİNİ KİMSE YADSIYAMAZ’


Batı Kürdistan’da yurtseverlik bilinci, toplumun örgütlü olduğunu söyleyen Karayılan, “Artık Kürtlerde bir güçlenme var, Kürtlerde fedailik gelişmiş. Önder Apo’nun oradaki etkisini, felsefesinin etkisini kimse yadsıyamaz. Bu var diye orda PKK var anlamına gelmiyor. Ama şunun görülmesi önemli, Önder Apo’nun Kürdistan’da geliştirdiği çizgi, tüm Kürt gençliği ile Kürt insanında kendine güveni ve fedailiği geliştirmiştir. Batı Kürdistan gençliği direnir. Ben ona inanıyorum. Kendi başına ordulara karşı direnecek potansiyele sahiptir” dedi. 


ANF

Karayılan: Yoğun Biçimde Silahlanma Çabası İçindeyiz

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, silahsızlanmanın gündemlerinde olmadığını belirterek, “Gündemimizde olan şey, silahı bırakma değil yoğun bir biçimde silahlanma sorunudur. Biz şu anda daha yetkin biçimde silahlanma çabası içerisindeyiz. Ortadoğu bölgesi kaynıyor” dedi. Karayılan, “AKP kendisi Suriye’deki muhalifleri silahlandırarak grup grup içeri gönderiyor. Biz niye silah bırakalım?” diye ekledi.

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan dün akşam Sterk TV’de yayınlanan özel programa konuştu. PKK’nin 34. Yılının büyük bir mücadele yılı olarak geçtiğinin altını çizen Karayılan, 35. yılın çözüm yılı, Kürt sorununun çözümünde sonuç alma yılı olacağını belirtti.

PKK’NİN 34. YILI GERİLLANIN HAMLE YILI OLDU

Karayılan’ın değerlendirmeleri şöyle: “2011 yılının ortalarına kadar çözüm demokratik yöntemlerle çözüm ihtimali vardı. Daha o zaman Oslo süreci gündemdeydi. Protokoller verilmişti. Seçimlerin sonucu bekleniyordu. Seçimler sonrası Başbakan’ın cevap vermesi bekleniyordu. Temmuz ayının sonunda Başbakan olmuş bir olayı gerekçe göstererek süreci askıya aldı. Ardından hareketimize karşı topyekün bir savaş gündemleştirildi. Başta Önderliğimize karşı tecrit, siyasi soykırımın derinleştirilmesi yaygınlaştırıldı. Avukatlar gazetecilere kadar boyutlandırıldı. 2011 yılı kışı itibariyle operasyonlarla hareketimiz hedeflendi. Bunun karşısında biz direniş mücadelesini daha da boyutlandırma gereğini gördük. Gerillanın hamlesel çıkışı gerçekleşti. Alan hakimiyeti temelinde daha yoğunluklu bir savaş durumu pratikleşmek durumunda kaldı. Hemen belirteyim, 2012 başlarında da ve yıl boyunca da Türk devletinin saldırıları sürekli gündemde oldu. Ancak gerillanın hamleleriyle buna karşı gereken cevaplar verildi. Dolayısıyla gerillada bir büyüme, bir sıçrama gelişti. Ve birçok yerde önemli sonuçlar elde etti. Bu anlamda yıl bir gerilla hamle yılı oldu. Aynı biçimde bütün faşizan baskılara saldırılara rağmen halkımızın direnişi serhildan biçimindeki duruşu da özellikle son aylar itibariyle çok daha yükselerek gereken düzeyi yakaladı.

AÇLIK GREVİ DİRENİŞİ GERİLLA HAMLESİNİ TAMAMLADI


İşte mesela 17 Kasım’da cezaevindeki açlık grevlerini desteklemek amacıyla yapılan toplumsal açlık grevi direnişi her şeyi ortaya koymaktadır. Kürt halkının sürekli kendini yenilediği, militan ürettiği, hiçbir zaman öncüsüz kalmayacağı, açıkça ortaya çıktı. Zaten 2012 yılında partimizin 34. Yılında gerçekleşen diğer bir olay da gelişen savaş sürecinin tırmanış göstermesi, serhildan hareketinin gelişim kaydetmesi cezaevlerini de mücadele sürecine katmayı beraberinde getirdi. Cezaevinde başta 600-700 kadronun geliştirdiği daha sonra yayılarak on bini aşan açlık grevi direnişi tümüyle süreci tamamladı. Hem gerillada hem kitlede hem zindanlarda hem de Kürdistan’ın diğer parçalarında özellikle Batı Kürdistan’daki devrimsel çıkış, yine diğer parçalardaki diyelim kazanımları daha da ilerletme ulusal bilincin gelişmesi, uluslar arası alanda yürütülen Öcalan’a Özgürlük İmza kampanyası ve bunun gibi gelişmeler gösterdi ki 34. Yıl aslında bir zirve yılıdır. En fazla güçlü olduğu en fazla kitleleri mücadeleye yönlendirdiği en çok kamuoyunu etki altına aldığı yıldır. 35. yıl artık giderek sonuç alma yılı olacaktır. Mevcut uluslar arası bölgesel koşullar Mücadelemizin dayandığı süreç artık bunu dayatıyor. 35. yılda bir çözüm süreci olabilir diye düşünüyoruz. Çözüm süreci olabilmesi için halkımızın toplumsal kalkışı direnişi daha da kapsamlılaşacak, eğer sömürgeciliğin konumunda herhangi bir değişiklik olmazsa gerilla çok daha ileri düzeyde bir hamleyle sürece cevap verecektir. Çünkü Ortadoğu kaynıyor. Ortadoğu’da gelişen süreç birçok şeyi alt üst edecek bir süreçtir. Kürt halkı da kendi doğal hakları için verdiği mücadeleyi yükseltecektir. Bunun iç ve dış etmenleri mevcuttur. Bu anlamda mücadelemizde 35. Yıl büyük yükselişin olduğu bir yıl olacak. Ya çözüm olacak, ya da toplumsal direnişin yükseldiği özgürlük mücadelesinin yükseliş kazanarak artık bir irade güç haline geldiği bir yıl olacaktır.”

AÇLIK GREVLERİNDE MESAJ YERİNİ BULDU

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan cezaevlerinde 68 gün devam eden ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla sona eren açlık grevlerinin ortaya çıkardığı sonuçları da değerlendirdi.

“Cezaevi direnişinin gündeme girmesinin temel amacı, sürece müdahale etmekti. Yani bu tamamen zindandaki arkadaşların kendi inisiyatifleriyle gelişti. Süreç tıkanmış, çatışmaya dönüşmüş ve çatışma yaygınlaşmaktaydı. Bu arkadaşlar talepleriyle süreci farklı bir yöne evriltme gayretiyle, barışı getirmek, demokratik çözüm sürecine yol vermek için kendi bedenlerini ortaya koydular. Büyük bir fedakarlıkla, büyük bir insani duruşla bunu gerçekleştirdiler. Ama AKP Hükümeti bunu görmedi. Özellikle AKP Lideri, Başbakan bunu hiç görmek istemedi. Amaç neydi, Önderliğin özgürlüğü ve üzerindeki tecritin kaldırılması, anadil eğitim hakkı ve savunma hakkı. Şimdi bunlar gerçekleşirse çözüm süreci gelişmez mi barış gündeme girmez mi, girer. Burada strateji nedir çözüm sürecini dayatmadır. Önemli bir düzey kazandı, yüksek kararlılık ve fedakârlık sergilendi. Her ne kadar Başbakan bir sürü yakıştırma yaptı tahrik edici bir üslup kullandıysa da, onlar da herkes de anladı ki bu iş ciddi bir iştir bunu yapanlar kararlıdır. Mesaj yerini buldu. Eylem amacına ulaştı. Doğru, belki bugün şunu diyemeyiz demokratik süreci gündemleştirdi, geliştirdi diyemeyiz. Ama öyle bir sürecin gelişmesi için zemin yarattı. Bir yerde Önder Apo’nun üzerindeki tecrit özgürlük sorunu anadil hakkını uluslar arası gündeme oturttu. Dolayısıyla demokratik çözümün gündemleşmesi için zemin oluşturdu. Bu ne kadar değerlendirilir değerlendirilmez ayrı bir konu.”

TUTSAKLAR ÖLÜM ORUCU YAPACAKTI BİZ ÖNÜNE GEÇTİK

Karayılan, Türk devletinin propagandasının aksine açlık grevi sürecinde daha büyük bir krizin önüne geçmek için çaba harcadıklarını ifade etti. Tutsakların açlık grevini ölüm orucuna dönüştürme kararlarının olduğunu belirten Karayılan şu açıklamalarda bulundu:

“Cezaevindeki arkadaşlar bunu ölüm orucu biçiminde tasarlamışlardı. Kendilerinin görüşü ölüm orucu biçiminde geliştirmeydi. Ölüm orucu biliyorsunuz şartlarını ortaya koyar, gerçekleşmezse sonuna kadar gider. Ama açlık grevi ucu açıktır. Tartışmaya açıktır. Sanırım 50. günündeydi. Tekrar bir öneri getirildi. Önceden 40 arkadaşın belirlendiği, bu arkadaşların kademeli bir biçimde açlık grevlerini ölüm orucuna dönüştüreceklerini, bu işin sonuca doğru götürülmek üzere kararlı olduklarını yansıtan yazılı bilgilendirmeleri bize ulaştı. Biz düşündük. Eğer süreç bu biçimde boyutlanırsa ki kademeli ölüm oruçları gündemleşecek. Ve aylar sürecek peş peşe şahadetlerin yaşanması gündeme gelecek. Karşı taraf, Erdoğan her gün tahrik ediyor biz de ‘siz bilirsiniz’ desek süreç giderek daha da büyük bir kriz ve çatışmaya dönüşecekti. Her gün cezaevinde şahadetlerin yaşandığı yerde gerilla eli kolu bağlı kalamaz, Kürt gençliği eli kolu bağlı kalamaz. Zaten toplum ayağa kalkmış. Çatışma daha da büyüyecek hatta toplumsal bir çatışmaya dönüşecekti. Bu nedenden dolayı biz yönetim olarak yumuşatmaya çalıştık. Ölüm orucuna geçilmemesi açlık grevi biçiminde sürdürülmesi konusunda ısrar ettik. Yani bir nevi biz yumuşattık. Sonra da Önderliğimiz yaptığımız çağrı ile sonlandırdı. Türk devleti ise, PKK’nin militanlık gerçeğini, PKK’de oluşan sorumluluk duygusunu herkesin kendi inisiyatifi ve iradesiyle mücadelenin en ağır yükünü omuzlama isteğini görmediği için Kandil’den talimat gelmiş dediler.

Belki son dönemde Türk devleti içinde belli kesimler de işin ciddiyetini gördü, onların da çabaları oldu. Ama esas olarak Önderliğimiz bu süreci en iyi gözlemleyen izleyen ve bu sürecin bir yerde temel direği haline gelen bir kurumsal kişilik olarak sürecin önüne geçme inisiyatifini kullandı. Açlık grevinin bırakılması yönünde yaptığı çağrı çok önemlidir. Birçok şeyi kurtarmıştır. Bunun değerinin iyi görülmesi burada önem taşımaktadır. Şunu da herkes iyi bilmeli; PKK kadrosu dediğini yapan insandır. Sözünü çiğnetmeyen kimsedir. Eğer dünya âlem karşısında söz verilmişse asla o sözü çiğnetmez. Ve hepsi sonuna kadar giderdi. Önderlik de kendi kadrosunun yüksek kararlılığını bildiği için sona erdirin dedi. Sonuç nedir, Türkiye’yi daha fazla geren çatışmayı daha fazla tırmandıran bir sürecin önüne Önder Apo geçmiş oldu, Hareketimiz bunun zeminini sağladı. Artık top karşı tarafa geçti, onlar ne yapar yakın süreçte göreceğiz.”

‘NİÇİN SİLAH ALDIK NİÇİN BIRAKACAĞIZ?’

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın “silah bırakırlarsa başka ülkelere gidebilirler” şeklindeki sözlerini değerlendirdi ve “yeni bir ateşkes gündemde mi” sorusunu da yanıtladı.

“Mevcut durumda gündemimizde olan şey, silahı bırakma değil yoğun bir biçimde silahlanma sorunudur. Biz şu anda daha yetkin biçimde silahlanma çabası içerisindeyiz. Ortadoğu bölgesi kaynıyor. AKP kendisi Suriye’deki muhalifleri silahlandırarak grup grup içeri gönderiyor. Biz niye silah bırakalım? Niçin silahı aldık ve şimdi niçin bırakacakmışız? Bir amaç için aldık. Şimdi de herhangi bir zorluğumuz yok. Bu silahlı mücadeleyi yürütmek için koşullar her zamankinden daha fazla elverişlidir. Neden bırakacakmışız? Öyle yağma yok. Kimse çocuk değil. Batı Kürdistan’daki Kürtler eğer erkenden durumu fark edip silahlanmamış olsalardı, kendi savunma örgütünü kurmamış olsalardı şimdi o silahlı grupların kölesi olurlardı. Ama erkenden fark edip silahlandıkları için bir irade durumundadırlar. Kürt halkı her yerde tarihin bu döneminde irade olmada ısrar edecektir. Herhangi biçimde gerileme, teslim olma, pasif durma asla olmayacaktır. Bunu herkes bilmeli. O açıdan silahları bıraksınlar, yurtdışına yaşayabilirler bunlar çok bayat şeyler. Gelişen süreci doğru okuyan siyasetçiler daha doğru konuşabilir. Biz öyle siyasetçilerin ortaya çıkmasını bekliyoruz” diye konuştu.

Türk devletinin diyalog süreci ile bu sorunu çözelim demesi halinde buna da hazır olduklarını beyan eden Karayılan, Kürt sorununun çözümünde muhatap olarak Kürt Halk Önderi Öcalan’ı gördüklerini yineledi. Karayılan şöyle konuştu:

"Kendisinin güvenlik, sağlık ve serbest hareket etme olanaklarını geliştirin. Diyalogla çözmek üzere köklü biçimde çözmek tümden silahları devre dışı etmek üzere diyalog sürecine böylece imkan verin deriz. Türkiye’yle bir arada yaşama Türkiye sınırları içerisinde demokratik eşit özgür bir biçimde bir yaşamı geliştirme stratejisinden vazgeçmiş değiliz. Ama eğer bu değil de işte öteden beri Türk devletinin Kürt halkına onun özgürlük mücadelesine ‘terördür terör şiddetle yok edilecek’ diyerek üzerimize gelmeye devam edeceklerse de bizim zaten tutturduğumuz bir mücadele stilimiz var. Herkes yolunda yürür. Ama bizim tercihimiz elbette ki cezaevindeki yoldaşların da ortaya koyduğu gibi yeni demokratik bir çözüm sürecinin gündemleşmesidir. Eğer Türk tarafı buna kani olmuşsa, eskisi gibi öyle oyalama kandırma taktikleriyle gelinecekse kimse hiç buna teşebbüs etmesin. Bizim bu tür şeylere karnımız tok. Ama yok gerçekten bu süreci siyasal diyalog yöntemlerle çözmeye karar kılmışlarsa bu konuda zihinsel bir oluşum süreci gelişmişse biz buna varız. Şimdi bu zindan direnişleri ardından gelişen bir yumuşama ortamı vardır. Ama bize yansıyan açık resmi bir şey söz konusu değildir. Biz ortamdan bahsediyoruz. Zemininin oluşmuş olmasından bahsediyoruz. Kimse farklı durumlar mı var gibi bir arayışa girmemeli. Bizim açımızdan öyle bir şey yok. Somut şeyler olursa ortaya konulur. Fakat bir zemin var. Bazı yumuşatıcı sinyaller var. Bunlar ne kadar gerçeğe dönüşür bilemeyiz. Biz mücadelemizi yürütmek zorundayız. Her şeyden önce Önderliğimiz üzerinde tamı tamına 486 gündür kanunsuz bir tecrit uygulaması vardır. Bu kadar şey ortadayken birileri bizden adım bekliyorsa yanılıyor. Bu büyük bir haksızlık olur. Hele hele Önderliğimiz çatışmaya doğru tırmanışın önüne geçtikten sonra tekrar bizden adım beklemek yanlıştır. Bu konuda top tamamen karşı taraftadır.”


ANF

Benlisoy: AKP, Kürt-Arap Gerilimi Yaratmak İstiyor


Suriye'de yaşanan gelişmelere ilişkin ANF'nin sorularını yanıtlayan araştırmacı tarihçi Foti Benlisoy, AKP'nin bölgede Kürt-Arap geriliminin zeminini hazırladığına dikkat çekti.

Araştırmacı tarihçi Foti Benlisoy, Türkiye'nin Suriye'ye ilişkin tüm planlarının arkasında Kürt sorununun olduğunun altını çizdi, Güney Kürdistan tarzı travmatik deneyimi Batı Kürdistan'da yaşamak istemediğini belirtti. Benlisoy, "Dolayısıyla Türk hükümetinin Güney Kürdistan'a yönelik müdahalesine de Batı Kürdistan'a yönelik müdahalesine de karşı çıkmadan onun Suriye meselesine yönelik angajmanına karşı çıkmanın anlamı yok" dedi.

AKP'nin Kürt-Arap geriliminin zeminini hazırladığına dikkat çeken Benlisoy, Suriye'deki siyasal ve askeri çatışmanın giderek mezhebi bir karakter kazanmasının yanında bir etnik karakter kazanmasının, ayaklanmanın kendi kendini bacağından vurması anlamına geleceğini söyledi, "Çünkü Esad rejiminin dağıtılıp daha demokratik bir rejim yaratılabilmesinin tek koşulu Suriye'de Kürtlerin demokratik siyasal özlemlerini tatmin edebilen siyasal bir form tarif edilmesi" dedi.

Araştırmacı yazar Foti Benlisoy, Suriye ve Batı Kürdistan'da yaşanan gelişmelere ilişkin olarak ANF'nin sorularını yanıtladı.

Libya'da 8 ayda iktidar düştü. Suriye için de ilk beklenti buydu. Ancak böyle olmadı. Suriye'de hesaplar tutmadı mı?

Suriye meselesine fazlasıyla Libya merkezli bakılıyor. Baştan beri Libya kıyası hakim oldu.

Bu bakış doğru değil mi?
Pek doğru değil. Libya'da başka dinamikler söz konusuydu. Örneğin, emperyalist merkezler tarafından Libya petrolünün çok önemli olması nedeniyle, bugün Suriye'de yaşanan uzun süreli istikrarsızlık orada göze alınamazdı. Bir başka özellik Arap devrimci süreci içinde Libya, emperyalist aktörlerin süreci kontrol edemediği bir dönemden çıkışın da işaretiydi. Emperyalist aktörlerin, Libya'daki ayaklanmayı çalması, yani oradaki halk hareketini kendi kontrolüne alması sadece Libya'ya değil, bütün Arap devrimci sürecine ilişkin bir müdahaleydi.

Suriye’de ise baştan itibaren emperyalist aktörlerin uluslararası askeri müdahale seçeneğini masaya koymadı, böylesi bir yönelim söz konusu olmadı.

YEMEN FORMÜLÜ ARANACAK

Neden?

Esad rejiminin Libya’nın tersine ABD ile ilişkileri iyi değildi. Libya'da Kaddafi rejimi, 2000 yıllardan itibaren ABD, İngiltere ve Fransa ile herhangi bir sorun yaşamayan bir rejimdi. Esad rejimi böyle değil; ancak buna rağmen askeri müdahale seçeneğinin açıkça gündeme gelmediğini görüyoruz. Bu Suriye'nin bölgedeki özgün konumuyla ilgili. Suriye'ye yönelik askeri bir müdahalenin yaratacağı bölgesel deprem emperyalist aktörler açısından ürkütücü. Özellikle ABD Suriye’ye açıktan bir askeri müdahalenin askeri, siyasi ve ekonomik maliyetini kaldırabilecek durumda değil. Ortada Libya’daki gibi petrol akışının devamlılığını garantiye almak gibi bir aciliyet de yok. İkincisi, Suriye'de Esad sonrasına dair garantiler yok. Suriye kapalı bir kutu.

Mesala Mısır'da Mübarek devrilmeden önce aşağı yukarı hangi politik aktörlerin güçlü olduğunu, Mübarek devrilirse eğer, hangi politik aktörlerin öne çıkabileceğini öngörmek belki mümkündü. Suriye'de ise böyle bir açıklık yok. Suriye'de şimdi devasa bir hareketlilik görüyoruz, yeni toplumsal ve siyasal akımlar ortaya çıkıyor. Yani emperyalist aktörler açısından ciddi bir belirsizlik söz konusu.

İsrail'in Suriye rejimiyle sürekli bir ihtilafı olmasına rağmen, Suriye onun için kestirilebilir, hatta 'güvenilir' bir rakipti. Şimdi oluşmakta olan siyasal, sosyal, askeri istikrarsızlık İsrail açısından dahi kaygı verici. Dolayısıyla bir açık müdahale seçeneği yok ortada. Bence emperyalist aktörlerin temel stratejik yönelimi, hem Beşar Esad rejiminin yorulması, yıpranması hem de onun karşısında oluşmuş muhalefetin yorulması yıpranması. Bunun sonucunda emperyalist aktörler bir tür aracı konumunda ortaya çıkarak, Yemen'de olduğu gibi diktatörün çekildiği ama diktatörlük kurumlarının mümkün mertebe ayakta kaldığı bir uzlaşı formülü uygulamaktı.

Emperyalist aktörler bu plana yakın mı?

Bir bakıma evet. Suriye’de tarafların yıprandığı, güçsüzleştiği bir hal var. Ancak emperyalistler açısından mevcut durum kontrolden çıkabilecek bir hal de alabilir. Hillary Clinton'un son açıklamasındaki, "Suriye Ulusal Konseyi, içerdeki muhalefeti ne kadar kapsıyor?" sorusu, onların tasavvurlarının, alanda cereyan eden mücadeleler açısından geçerli olmadığını ortaya koyuyor. Doha'da oluşturulan çatı örgütünün ne kadar kapsayıcı olacağı tartışmalı. Bizde Suriye'deki çeşitli muhalif grupların emperyalizmin bir piyonu olduğu düşüncesi hakim. Ancak Clinton'un açıklaması bir dizi müdahalelerine rağmen ABD’nin dahi o çatışma içerisinde tasarımlarını tam olarak hayata geçiremediğini gösteriyor. Bunda Esad rejiminin beklenenden daha sert ve kararlı çıkmasının etkisi de var.

TÜRKİYE GÜNEY KÜRDİSTAN TRAVMASINI TEKRARLAMAK İSTEMİYOR

Suriye ile ilgili tartışmalarda Batı Kürdistan çok özgün bir yerde duruyor. Bir özerklik ilanı da söz konusu oldu. Türkiye bu gelişimin önüne geçmeye çalışıyor. Batı Kürdistan'ın gelişimi engellenmesine uygun bir siyasi konjonktür var mı?

Güney Kürdistan tarzı bir travmatik deneyimin Batı Kürdistan'da yaşanması kaygısı, Türkiye'nin baştan itibaren Suriye'deki gelişmelere bu kadar aktif bir şekilde katılmasını beraberinde getirdi. Bu yüzden de Türkiye, Suriye Ulusal Konseyi'nin oluşturulmasında Kürt demokratik taleplerinin mümkün mertebe yansıtılmamasına çalıştı. Suriye Ulusal Konseyi (SUK) içinde Müslüman Kardeşler etkiliydi. Türk hükümetinin, Suriye Müslüman Kardeşleri ile ayrıcalıklı bir ilişkisi var. Türkiye'nin Suriye'de arkasında durduğu temel politik aktör, Müslüman Kardeşler. Bu nedenle Kürt muhalefetini SUK’a entegre etmek Türkiye açısından önemliydi. Fakat, Kürt muhalefetinin, Türkiye'nin denetim altında tuttuğu yapıya monte edilemediğini gördük. Suriye'deki Kürt muhalefeti derken, sadece PYD'den bahsetmiyorum, Kürt Ulusal Konseyi'ndeki tüm Kürt siyasal partilerinden bahsediyorum.

Türkiye'nin alternatifleri var elbette. Özellikle PYD'nin, Batı Kürdistan'da etkin olmaya başlaması, Türkiye'nin farklı stratejileri devreye sokmasını beraberinde getiriyor. Örneğin, Esad'ın PYD ve PKK ile gizli bir anlaşma yaptığı söylemi, sadece iç tüketime dönük bir söylem değil. Aynı zamanda Suriye'deki çatışmada da Türkiye'nin öne sürdüğü bir argüman. Türkiye, Suriye'deki değişik muhalif siyasal akımlarla görüşürken, onları kendi denetimi altına almaya çalışırken, aynı zamanda onlarla PYD ve Kürt muhalefeti arasındaki açıyı daha da büyütmeye çalışıyor. Bunu yaparken, bu söylemi onlar üzerinde de yeniden üretmeye çalışıyor. Bunda, yani Arap muhalefetinde PYD’ye dair şüphe oluşturmakta etkili olduğunu görüyoruz.

Üzerinde daha önce çok durmadığımız bir başka faktör de şu: Türkiye'nin Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) üzerinden Kürt bölgesindeki gelişmeleri tayin etmeye girişmesi. Türkiye'de ÖSO'nun emir-komuta zinciri içinde merkezi bir yapısının olduğu yönünde bir hayal var. Oysa ÖSO farklı siyasal yönelimleri olan yerel askeri birimlerden oluşan heterojen bir yapı.

SELEFİ/İSLAMİ DALGA YÜKSELİYOR

Bunun anlamı ne? Ne önemi var?

Değişik siyasal aktörlerin bu yerel ve parçalı silahlı birimleri kendi yedeklerine alma ihtimalini daha da kuvvetlendiriyor. Türkiye'nin kendine yakın bulduğu, lojistik destek sağladığı ya da finanse ettiği silahlı birimler aracılığıyla –bunlardan kimisi ÖSO etiketini kullanıyor, kimisi kullanmıyor- bir takım provokasyonlara giriştiği ortada. Haseki vilayetindeki bir dizi çatışmayı buna bağlamak gerekiyor. Türkiye bölgede bir Kürt-Arap geriliminin zeminini oluşturmaya çalışıyor adeta. Bu çok tehlikeli bir şey. Suriye'deki ayaklanmanın karşı karşıya olduğu en büyük sorun, dış aktörlerin, ayaklanmayı, kendi jeostratejik çıkarları doğrultusunda esir alması ve kullanmaya çalışması. Bu nasıl sonuçlar yaratıyor? Örneğin Katar ve Suudi Arabistan, kendilerine yakın silahlı grupları desteklerken, Suriye'deki halk hareketi içindeki İslami güçlerin gücünü artırıyor. Bu da Suriye'de son dönemde güçlendiği görülen Selefi/İslami dalgayı yaratıyor.

Suriye'de İslamcılığın güçlenmesi ne anlama geliyor?

Bu, ayaklanmanın başında neredeyse hiç olmayan mezhebi bir söylemin, halk hareketi içinde yaygınlaşması demek. Ayaklanmanın başında, hiçbir zaman mezhep ayrımlarının halk hareketi içinde ifade edilmediğini görüyoruz. Edildiği durumda bile çok sınırlıydı. Beşar Esad rejimi daha çok bu ayrımlara sarıldı. Yakın dönemde ise Katar ve Suudi Arabistan'ın finansal, siyasal, diplomatik manevralarıyla birlikte Suriye'deki muhalif hareket içindeki siyasal çatışmayı, mezhepsel terimlerle okuyan - örneğin şöyle: Nusayri-Safevi diktasına karşı Sünni ezilen halk adına cihat yapıyoruz- bir söylem yaygınlaştırılıyor.

Türkiye bu durumda nasıl bir pozisyon alıyor?

Türkiye de buna simetrik bir şey yapıyor. Müslüman Kardeşler ile özel ilişkisi dolayısıyla daha “ılımlı” İslami söylemi zaten yaygınlaştırıyor. Ama aynı zamanda bir Kürt-Arap geriliminin de zeminini yaratıyor.

KÜRTLER BAASÇI REJİMİN EN BÜYÜK KURBANLARI

Böyle bir gerilimin tarihsel gerilimi var. Güncel olarak, Kürt-Arap gerilimi planı tutar mı?

Dediğin gibi tarihsel olarak zemin var. 1960'larda yapılan nüfus sayımı ile yaklaşık 100-120 bin Kürt'ün vatandaşlık hakkından mahrum bırakılması, kamusal hayatta yer alamaması, dillerini kullanamaması, Araplaştırma politikaları sonucunda sürgüne maruz kalmaları, gayrimenkul alıp satamamaları... Bunlara karşı kendisini Arap milliyetçisi olarak tanımlayan bir rejim var.

Bunun yanında, muhalefet dediğimiz siyasal akımların önemli bir oranda kalkış noktası da bir tür Arap milliyetçiliği. Kürtlerin bireysel kimliklerini tanımaya dönük bir söylem varsa da, Kürt ulusal özlemlerinin, kendi kendini yönetme arzusunun, kolektif düzeyde kültürel hakların tanınmasının söz konusu olmadığını görüyoruz muhalefette de. Dolayısıyla da PYD'nin ya da Kürt Konseyi'ni oluşturan Kürt siyasal partilerinin muhalefetle de arasındaki soğukluğun temel kaynağı, muhalefetin de bu Arap milliyetçiliği geleneğini şu ya da bu biçimde benimsemiş olması. Bu yüzden de Kürt muhalif yapılarının, Suriye muhalefetine entegrasyonu söz konusu olamadı.

Ama şunu abartmamak gerekiyor. Türkiye'de özellikle AKP'nin öne sürdüğü gibi Kürtler eşit mesafe de almıyor. Kürtler Baasçı Esad rejiminin en büyük kurbanlarından biri. Onlar zaten sistematik olarak uzun yıllar boyunca Esad rejiminin muhalifi olarak kaldılar. 2004 Qamışlo Katliamı hatırlardadır. Dolayısıyla Esad rejiminin dağılmasından en çok sevinç duyacak topluluk Kürtlerdir. Kürtlerin tereddüdü, yeni oluşacak Suriye'de kendi ulusal taleplerinin karşılanıp karşılanmayacağı meselesi.

Bu sorunun şu an için yanıtı yok değil mi?

Yok. SUK'un bir önceki başkanı Kürt'tü. Demin bahsettiğim soğukluğu bertaraf etmeye dönük kimi girişimler oldu ama ara kapanmış değil. Hatta Serêkaniyê'deki çatışmalarda gördüğümüz değişik silahlı gruplar arasında PYD'nin Esad rejimi ile işbirliği yaptığı algısı da pekişmiş gözüküyor. Bu Türkiye kanalının yaygınlaştırdığı bir algı aynı zamanda. Bu mesafe daha da mı açılır, yoksa kapanır mı, onu göreceğiz. Burada Türkiye'nin tavrı çok kritik. Siyasal ve askeri çatışmanın giderek mezhebi bir karakter kazanmasının yanında bir etnik karakter kazanması, Kürtlere karşı değilse bile Kürtleri dışlar hale gelmesi, aslında ayaklanmanın kendi kendisini bacağından vurması olacaktır. Çünkü Esad rejiminin dağıtılıp daha demokratik bir rejim yaratılabilmesinin tek koşulu Suriye'de Kürtlerin demokratik siyasal özlemlerini tatmin edebilen siyasal bir form tarif edilmesi. Bu yapılamadığı takdirde, Beşar Esad rejimi yerine başka bir rejim gelecektir, o rejim de Kürtler açısından pek farklı olmayacaktır.

DİĞER HALKLARLA BERABER KALICI BARIŞ KOŞULLARI OLUŞTURULMALI

Esad rejimi devam ettiği ya da değiştiği durumda -bugünkü muhalefet yapısına bakıldığında- ilk hesaplaşacakları yerin Batı Kürdistan olduğunu düşünüyorum.

Olabilir. Bugün Irak'ta yaşadığımız sürece bakalım. Maliki rejimi ile Irak bir toparlanma yaşadı. Adeta bu derlenmenin doğal bir yan ürünü olarak Irak hükümeti ile Güney Kürdistan yönetimi arasında ciddi bir gerilim yaşanmakta. Dolayısıyla Kürtlerin kendi demokratik sosyal ve siyasal taleplerini bölgede gerçekleştirmesinin yolu oradaki diğer halklarla kalıcı barışın koşullarını oluşturabilmek.

Kürt tarafının niyeti böyle mi? Diğer halkları sürece kattıklarını düşünüyor musunuz?

Kürt tarafı da çok çeşitli. Arap kamuoyunda, Kürtlerin Irak’ta ABD işgalinin bir aktörü olarak değerlendirildiğini unutmamak gerekiyor. Maliki de bu algı üzerine giderek, Kürt düşmanlığına oynayarak, Şii ve Sünni toplulukları Arap milliyetçiliği aracılığıyla birleştirmeyi öngörüyor. Dolayısıyla bu gerilimin arkasında böyle bir tarihsellik de var.

Unutmayalım bölgenin tarihinde benzer durumların çok örneği vardır. Siyasal rejimin şu ya da bu nedenle çözüldüğü ya da zayıfladığı koşullarda Kürtlerin kendi kendilerini yönettiği yapılar kısa süre için oluşmuştur. Ama söz konusu devletler kendini toparladığı andan itibaren bunların, dediğin gibi, ilk vurduğu da Kürtler olmuştur. Dolayısıyla ulusal özlemlerin karşılık bulduğu kalıcı bir barışı inşa edebilmek konjonktürel başarıların ötesinde bir şey gerektiriyor. Suriye'deki Kürtlerin siyasal kazanımlarının kalıcı olabilmesi Suriye'nin daha demokratik, özgür olabilmesiyle mümkün. Böyle bir Suriye için farklı unsurları kapsayan demokratik bir çerçevenin tarif edilebilmesi gerek.

Suriye'den Türkiye'ye gelelim. Suriye'ye yönelik emperyalist müdahalelere karşı çeşitli eylemler yapıldı. Bu eylemlerde Batı Kürdistan'a yönelik Türk devletinin müdahaleleri söz konusu olmadı. Neden böyle?

Umarım bir tercih değildir. Tercih değilse şu demektir: AKP iktidarına karşı çeşitli tepkiler söz konusu. Bu tepkilerle kolaycı bir ittifak aranıyor olabilir. Kürt meselesini görmeden Suriye politikalarına itiraz ederek CHP tipi itirazla çok rahat bir araya gelinebilir. Herhangi bir pürüz olmaz. Muharrem İnce'nin Meclis'te yaptığı konuşma vardı, Güney Kürdistan'a yapılan müdahaleyi meşrulaştıran tezkere için "ne güzeldi" diyordu. Yeni tezkereye ise karşı çıkıyordu. Bu söyleme teslim oluruz savaş karşıtı hareket olarak. Oysa bizim sürekli iki tezkerinin söz konusu olduğunu vurgulamamız gerek.

Türkiye'nin Suriye'ye ilişkin müdahale, mahipülasyon ya da angajmanının arkasında hep Kürt meselesi var. Dolayısıyla Türk hükümetinin Güney Kürdistan'a yönelik müdahalesine de Batı Kürdistan'a yönelik müdahalesine de karşı çıkmadan onun Suriye meselesine yönelik angajmanına karşı çıkmanın anlamı yok.

Belli ki Türkiye'de çok geniş bir kesimde, Suriye'ye yönelik askeri maceraya karşı tepki var. Büyük ihtimalle, AKP'ye oy vermiş birçok insanın da paylaştığı bir kaygı bu. Dolayısıyla, Suriye ile doğal olarak birbirine bağlı Kürt meselesini birbirine iliştirmek, muhalefeti buradan örmek, bize ek bir enerji de sağlayacaktır. Kürt meselesinde de barışı talep edebilmek için oradan bir kanal açacaktır. Kürt meselesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin yürüttüğü savaşa karşı tepkileri çoğaltmak için Suriye’deki savaş politikasının, aslında buradaki savaş politikasının bir uzantısı ve devamı olduğunu savunmak bizim açımızdan faydalı olacaktır. Yani sonuçta bugüne kadar çoğu kez yapılanın tam tersini yapmak gerekir. Bunu yaparsak, yani Suriye konusuyla Kürt meselesini ne kadar ilişkilendirirsek, Kürt halkının taleplerini karşılayan bir barışı savunmak açısından daha olumlu bir konumda olacağımızı düşünüyorum.

AKP'NİN SURİYE POLİTİKASI ABD DAYATMASINDAN İBARET DEĞİL

Güncel politikaya bakarak soruma yanıt verdin... Sol, sosyalist hareketin genetik kodlarındaki Kemalizm'le hesaplaşmanın etkisi nedir bu tutumda?

Daha derinde bulunan nedenler var tabi... Suriye eylemlerinde temel slogan, "Katil ABD, Ortadoğu'dan defol". Sanki AKP’nin Suriye politikası ABD’nin bir dayatmasından ibaret. Esas itibariyle kendi hükümetini, kendi hükümetinin dış politika tercihini çok da odağına almayan bir söylem. Aslında Suriye meselesinde solun politik hedefi Türkiye sermayesi, onun kolektif aklı olarak Türkiye devleti değil. ABD ve ABD'nin piyonları ya da ajanları olarak gördüğü yerel elemanlar, taşeronlar sadece. Türkiye sosyalist hareketin emperyalizmi nasıl algıladığı, kapitalizmin gelişimini nasıl anladığıyla alakalı bir durum bu. Tabi ki, bahsettiğin milli girdi, milliyetçi girdiyle de alakalı. Sosyalizm derken azımsanmayacak bir bölümümüzün antikapitalist boyutu olmayan, bağımsızlık çerçevesine sıkıştırılmış bir “sosyalizmi” kastetmemizle de alakalı. Sosyalist hareket içinde bu kadar bağımsızlık, bu kadar yurtseverlik vurgusu, antikapitalizmden arındırılmış antiemperyalist vurgu oldukça Kürt meselesi ile barışması çok zor olacaktır. Önemli bir bölümü yurtseverlik diliyle konuşan Türkiye sosyalist hareketi neoliberalizmin ve savaşın ikili basıncı altında ezilmiş Kürt halkına ne kadar değebilir ki.

MESELE SADECE İDEOLOJİK VE KÜLTÜREL SÖYLEM DEĞİL

Son olarak, "yeni osmanlıcılık" konusunu konuşmak istiyorum. Türkiye dış politikasında "yeni osmanlıcılık" tutar mı?


Mesele keşke bir ideolojik ya da kültürel söylem olarak Osmanlı emperyal nostaljisiyle sınırlı olsa. “Osmanlıcılık” söyleminin ardındaki daha temel dinamiklere bakalım: ABD'nin bölgedeki gücü, 2000'li yılların başındaki gücü değil. Bu yüzden ABD bir takım, alt emperyal aktörler aracılığıyla hareket ediyor, onların politik hamlelerini daha fazla gözetmek zorunda kalıyor. Mesela bu yüzden daha fazla Katar ismini duyuyoruz. Irak'ı işgal ederken, Katar ismini bu kadar çok duymuyorduk. ABD politikaları paralelinde hareket eden bölgesel aktörlerin, hareket sahasının arttığı bir dönem bu. Türkiye de bir altemperyal aktör olarak bu sahadan istifade etmek istiyor. Davutoğlu'nun diliyle söylersek, "bir oyun kurucu aktör" ya da bölge gücü olarak devreye girmek istiyor. Dolayısıyla bölge gücü olarak temayüz etmek arzusundaki Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye gibi aktörler arasında işbirliği olduğu kadar rekabet de söz konusu oluyor. Türkiye'nin aktifleşen dış politika tercihleri arkasında böyle bir dinamik de var.

Bir başka husus, Türk sermayesinin, eski Osmanlı coğrafyasını oluşturduğu söylenen topraklarda, hatta daha ötesinde Orta Asya'da etkin bir aktör olmasının adımları Özal döneminde atıldı. Güney Kürdistan meselesini Türk sermayesinden bağımsız tartışmamız mümkün değil. Türkiye sermayesi Güney Kürdistan'ın yeniden inşaası sürecinde etkin bir rol aldı. Barzani'nin AKP kongresinde konuşma yapması Erdoğan'a kişisel sempatisinden kaynaklanan bir şey değil. Türkiye ile Güney Kürdistan arasında oluşan çok ciddi iktisadi bağlar söz konusu. AKP hükümeti Barzani yönetimini mutlak anlamda kontrol edemez ancak üzerinde basınç oluşturacak ciddi bir iktisadi nüfuza sahip. Türk sermayesi daha geniş bölgede, Suriye'de örneğin çok etkin bir aktör haline gelmişti. Mısır ve Libya'da buna dahil.

Yani AKP'nin dış politikasının zeminini oluşturan daha yapısal dinamiklerden bahsederken, ABD'nin son 10 yıl içinde bölgedeki gücünün gerilemesi ve Türk sermayesinin daha aktif hale gelmesine bakmak gerekiyor.

Bu Türk dış politikasını bölgede daha etkin bir rol almaya doğru itiyor. Osmanlı meselesi bunun sosu. AKP, İslamcı bir kökenden geldiği, milliyetçi-muhafazakar olduğu için böylesi bir dış politika uygulamıyor. İdeolojik tercihler dolayısıyla ortaya çıkmış bir dış politika yönelimi değil bu. Elbette etkisi vardır ideolojik tercihlerin. Ancak, az önce de bahsettiğim gibi daha yapısal, temel dinamikler söz konusu.


ANF

27 Kasım 2012 Salı

Erdoğan Talimat Verdi, Dokunulmazlık Fezlekeleri Meclis'e Gönderildi

Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Pazartesi günü yaptığı açıklama ardından BDP’lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılması için fezlekelerin Meclis Başkanlığı’na gönderildiği bildirildi. BDP’liler hakkında sadece düşüncelerini açıkladıkları için bugüne kadar yüzlerce fezleke hazırlandı.

BDP'li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması talebi ile hazırlanan ve Adalet Bakanlığı tarafından Başbakanlığa gönderilen fezlekeler, bugün Başbakanlık'tan Meclis Başkanlığı'na gönderildi.

Alınan bilgilere göre BDP Eş Genel Başkanı ve Siirt Milletvekili Gültan Kışanak, BDP Grup Başkanvekili ve Bingöl Milletvekili İdris Baluken, BDP Hakkari Milletvekilleri Adil Kurt ve Esat Canan, BDP İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel, BDP Van Milletvekili Nazmi Gür, BDP Bitlis Milletvekili Hüsamettin Zenderlioğlu, BDP Ağrı Milletvekili Halil Aksoy, BDP Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü ve Van Bağımsız Milletvekili Aysel Tuğluk hakkında, "silahlı terör örgütüne yardım etmek" suçundan TCK ve TMK uyarınca soruşturma açılmasına izin verilmesi talebini içeren dokunulmazlık dosyası, evrak kaydı yapıldıktan sonra TBMM Anayasa ve Adalet Karma Komisyonu'na sevk edilecek. Fezlekeler, komisyonda oylandıktan sonra Meclis Genel Kurulu'na gelebilecek.

TALİMAT ERDOĞAN’DAN

Erdoğan Pazartesi günü İspanya'ya hareketinden önce Ankara Esenboğa Havalimanı'nda açıklamalarda bulundu. BDP'lilerin silahlı devlet güçlerine yönelik tutumuyla ilgili soruya yanıt veren Erdoğan hem hakarette bulundu hem de BDP'li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılacağını söyledi.

Erdoğan, “Dokunulmazlık zırhına bürünen bu zevatla ilgili kararımızı dokunulmazlıklarını kaldırılmak suretiyle vereceğiz. Ondan sonrası artık yargıya ait” şeklinde yanıt verdi.

Erdoğan Eylül ayının ilk haftasında da yaptığı bir açıklamada BDP’lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılması için “yargıya talimat verdiklerini” söylemişti. Erdoğan şöyle demişti: “Eğer kendilerine çok daha rahat yer arıyorlarsa kendilerine adres verdim, Kandil’e gitsinler, ama bu parlamentonun içinde mücadele edeceklerse anayasa ne emrediyorsa, hukuk neyi emrediyorsa o çerçevede hareket etmeye mecburdurlar. Yargıya zaten gerekenleri söyledik, yargı da gereğini yapıyor, biz de parlamentoda gereği neyse onu yapacağız.”

KAPLAN: DOKUNULMAZLIK ZATEN YOKTU

BDP'nin Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan dokunulmazlıklara ilişkin Twitter üzerinden yaptığı açıklamada "Bize mecliste dokunmak isteyenin keşke hırsızlık, sahtekarlık, ihaleye fesat yolsuzluğundan fezlekesi olmasaydı, nerdesin ilahi adalet" dedi.

Kaplan, dokunulmazlıklarının; zaten olmadığını kaydederek, "Dokunulmazlığımız kalkacakmış, hayret, var mıydı ki? Seçilmişleri atanmışlara ezdiren bir düzen, yönetim, milletin iradesine saygı duymuyor ki. Arkamızda bizi seçen irade halkın gücü olmasa bir saniye nefes aldırmazlar, ama bize dokunanlar siyaseten hep yandılar, yok oldular " ifadelerini kullandı.

YA YOLSUZLUKLAR?

BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Ağustos ayında Twitter üzerinde hangi parti mensupları hakkında hangi gerekçelerle fezleke hazırlandığına ilişkin bilanço vermişti. “Meclis'te dokunulmazlıklar kime yarıyor, hangi suçları işleyenler korunuyor, bir kez daha hatırlatmakta fayda var" diyen Selahattin Demirtaş BDP'li milletvekillerinin fezlekelerini ise "Düşünce açıklamaya yönelik" diye belirt. Demirtaş'a göre fezlekelerin dağılımı şöyle:

İhaleye fesat karıştırma fezlekeleri: AKP yüzde 83, CHP- MHP yüzde 17, BDP yüzde 0.

Görevi kötüye kullanma fezlekeleri: AKP yüzde 72, CHP-MHP yüzde 28, BDP yüzde 0.

Sahtecilik, dolandırıcılık fezlekeleri: AKP yüzde 67, CHP-MHP yüzde 33, BDP yüzde 0.

Düşünce açıklamaya yönelik fezlekeler: (Çeşitli yerlerde yapılan konuşmalar) BDP yüzde 100, AKP, 0, CHP 0, MHP 0.

YÜZLERCE FEZLEKE HAZIRLANDI

BDP’li vekiller hakkında bugüne kadar yüzlerce fezleke hazırlandı. Hazırlanan 800’ü aşkın fezlekeden 600’e yakını BDP’li vekiller hakkında hazırlandı. Sadece 2012 yılının ilk beş ayında 180 fezleke BDP’li vekilleri hedef aldı.

En son 6 Kasım günü Diyarbakır 7. Ağır Ceza Mahkemesi, Diyarbakır'dan bağımsız milletvekili seçilen KADEP Genel Başkanı Şerafettin Elçi'nin dokunulmazlığının kaldırılması yönünde fezleke düzenlenmesine karar verdi.

Van Cumhuriyet Başsavcılığı, Hakkari’nin Şemdinli İlçesi’nde 17 Ağustos’ta gerillaların gerçekleştirdiği yol kontrolüne takılan 10 BDP’li vekil hakkında hazırladığı fezlekeyi 31 Ekim günü Adalet Bakanlığı’na gönderdi. 15 sayfalık fezlekede BDP Eşgenel Başkanı Gültan Kışanak, Hakkari milletvekilleri Adil Kurt, İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel, Van Milletvekili Nazmi Gür, Bitlis Milletvekili Hüsamettin Zenderlioğlu, Ağrı Milletvekili Halil Aksoy, Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü, Hakkari Milletvekili Esat Canan, Grup Başkanvekili İdris Baluken ve Bağımsız Van Milletvekili Aysel Tuğluk hakkında, ''PKK ve KCK silahlı terör örgütüne yardım etmek'' iddiasıyla soruşturma açılmasına izin verilmesi talep edilmişti.

Diyarbakır'da geçen yıl yapılan genel seçim çalışmalarında yaptığı konuşmalardan dolayı hakkında dokunulmazlığının kaldırılması için 10 Ekim günü BDP milletvekilleri Altan Tan ve Nursel Aydoğan hakkında fezleke düzenlendi.

29 Ağustos günü Malatya Cumhuriyet Başsavcıvekilliği'nce 5 BDP milletvekili hakkında hazırlanan fezlekeler TBMM Başkanlığı'na gönderildi. Terörle Mücadele Kanunu'nun (TMK) 10. Maddesi'yle görevli Malatya Cumhuriyet Başsavcıvekilliği, kendi sorumluluk alanında katıldıkları faaliyetlerde konuşmalar yapan BDP Milletvekilleri Sabahat Tuncel, Gültan Kışanak, Özdal Üçer, Emine Ayna ve Nursel Aydoğan'la ilgili inceleme başlatmıştı. 

Tuncel: Dokunulmazlık gündemimizde değil 

BDP İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel, Başbakan Erdoğan'ın dokunulmazlık tehdidine "Bizim zaten dokunulmazlığımız yok" diyerek yanıt verdi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, dün yaptığı açıklamada, BDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldıracaklarını belirtmişti. Erdoğan, "Alışılmışın dışında bir karar vereceğiz. Dokunulmazlık zırhına bürünenlerin dokunulmazlıklarını kaldıracağız. Sonrasına yargı karar verecek" demişti.

BDP İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel, dokunulmazlıkların BDP'nin gündeminde olmadığını belirtti ve şöyle konuştu. "Bizi dokunulmazlık tartışmaları ile sınamanın hiçbir anlamı yok. Zaten BDP'li milletvekillerinin dokunulmazlıkları yok. Bunu bir tehdit olarak kullanmaktan vazgeçsinler. Başbakan'ın gündem saptırmak için söylediği sözlerden birisidir. Kendileri bilir. Derler ya; 'ölümden öte köy mü var', öyle yani... Biz dokunulmazlık için gelmedik parlamentoya. Halkımızın özgürlük mücadelesi, emek, ekoloji, kadın mücadelesini büyütmek için geldik. Biz doğru noktadayız. Bu politika karşısında zorlananların başvurdukları bir yöntem. Biz bunu gündeme dahi almıyoruz. Kendileri bilir, ister kaldırsınlar ister kaldırmasınlar."

BDP'li Sebahat Tuncel, geçtiğimiz Eylül ayında "PKK'ye üye olmak" iddiasıyla 8 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırılmıştı. Milletvekili seçilmesinden sonra dokunulmazlık kazanmasına rağmen devam eden dava sonucunda, Tuncel'e yurt dışına çıkış yasağı da konulmuştu. Karar Yargıtay tarafından onaylanırsa, meclise gönderilecek.

ESP: Fezleke saldırısından vazgeçilmeli 

Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP) Genel Merkezi, Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın BDP’lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılması için açıklaması ve fezlekelerin meclise getirilmesine tepki gösterdi. "AKP hükümetinin çözümden anladığı şeyin ez, çöz ve imha et politikasıdır" diyen ESP, iktidarı fezleke saldırısında vazgeçmeye çağırdı.

ESP, Başbakan Erdoğan’ın Pazartesi günü İspanya ziyaretinden önce düzenlediği basın toplantısında BDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılacağı açıklaması ve ardından fezlekelerin meclise gelmesine yazılı bir açıklama ile tepki gösterdi.

ESP, “Erdoğan’ın bu söylemi kullanması ve fezlekelerin meclise gönderilmesi tesadüfü olmasa gerek. Erdoğan’a bu açıklamayı yapmaya zorlayan Kürt sorunu karşısında içine düştüğü çözümsüzlük sarmalıdır. AKP hükümetinin çözümden anladığı şeyin ez, çöz ve imha et politikasıdır” dedi.

Açıklamada şu ifadelere yer verildi: “AKP, açlık grevleri sürecinde Kürt halkının ve özgürlükten yana güçlerin sokakta, mecliste, zindanlarda yürüttüğü mücadele karşısında çaresiz kalmanın intikamını alma peşindedir. Parlamentoda yürütülen mücadelenin sokağın gücüyle birleştiğinde neleri başarabileceğini görmüş olmanın tedirginliği içindedir. Erdoğan Kürt halkının sokaktaki iradesini Milletvekillerinin fezlekesini bir kılıç gibi sallayarak teslim almak istiyor. Fütursuz ve saldırgan olması bundandır. Bu nedenle Kürt siyasetçilerine yönelik yaygın tutuklama furyasını sürdürüyor. Milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılmasından bahsediyor.

Mecliste bulunan BDP milletvekilleri düşüncelerinden ve siyasi faaliyetlerinden, kitle hareketinin en önünde bulunuyor olmalarından dolayı dokunulmazlıkları kaldırılmak isteniyor. Fakat BDP’li vekillere dokunulmadan önce Başbakan Erdoğan’ın yolsuzluk dosyası meclis raflarında tozlanmaya bırakıldı. Öncelikle kendisi ile ilgili yolsuzlukların hesabını vermelidir.

Erdoğan’ın vekillerin dokunulmazlıklarını kaldırması karşısında Kürt halkının seçtiği temsilcilerine, siyasi iradesine sahip çıkacaktır. Kürt halkı sokakta elde ettiği siyasi iradesini kırma girişimlerini boşa çıkaracaktır. Böyle bir girişim karşısında özgürlük ve barış için mücadele edenlerin birleşik mücadelesini karşısında bulacaktır. AKP iktidarı fezleke saldırısından vazgeçmeli ve fezlekeleri geri iade etmelidir.”

ANF

 

25 Kasım 2012 Pazar

Duru Karakoluna Saldırının Görüntüleri Yayınlandı(VIDEO-Haber)


HPG gerillaları tarafından 16 Kasım günü Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Angul (Duru) Karakoluna yönelik bomba yüklü traktörle düzenlediği saldırının görüntüleri yayınlandı.

Gerilla TV’de (www.gerilatv.net) yayınlanan görüntülerde, şiddetli bir patlama yaşandığı, alevlerin metrelerde yükseğe sıçradığı ve dev bir duman bulutu oluştuğu görülüyor. 2 Kamera ile çekilen görüntülerde, karakolun büyük bölümünün havaya uçurulduğu net görünüyor.

HPG Basın İrtibat Merkezi (HPG-BİM), karakola yönelik saldırının “fedai” bir eylem olduğunu belirterek, bu eylemde 36 askerin öldüğünü açıklamıştı. Açıklamada 4 ton paylayıcı yüklü aracın patlatıldığı eylemde 10 asker mevzisi, 1 tank, 1 A4 ağır silah mevzisi, karakol cephaneliği ve karakol çevresinde bulunan konteynırların imha edildiği aktarılmıştı.

Eylemin ardından Türk ordusunun düzenlediği operasyon sırasında da 6 askerin öldüğü bildirilmişti. Türk yetkililer patlamada can kaybı veya yaralanma olmadığını öne sürmüştü.

Gerilla TV 3 Kasım günü yine Lice’de Duru karakoluna yönelik yapılan bir saldırının görüntülerini de 9 Kasım günü yayınlamıştı. Saldırıda ilk kez iki kamera ile yakın çekim yapılması dikkat çekmişti. 45 dakikada gerilla tarafından düşürülen karakolda 26 askerin öldüğü açıklanmıştı. Eylemde ayrıca 1 tank, 1 A4 ağır otomatik silah ve 1 uçaksavarın imha edildiği, 2 G3 silahı ve bu silahlara ait 6 şarjöre ile 1 asker kimliğine el konulduğu bildirilmişti. 


ANF

Türk ordusunun kayıplarını gizlediğinin kanıtı 

Türk ordusunun HPG gerillaları karşısında yaşadığı kayıpları gizlediği bir kez daha kanıtlandı. 16-19 Kasım tarihleri arasında Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde HPG gerillaları tarafından silahı ele geçirilen Ali Metin isimli askerin akıbeti belli değil.

HPG, 16-19 Kasım tarihleri arasında Hakkari’nin Şemdinli ilçesi kırsalında düzenlenen operasyonlara ilişkin yapmış olduğu açıklamada 38 askerin öldürüldüğünü, 1 skorsky helikopterin düşürüldüğünü, 1 skorsky helikopterin ise darbelendiğini bildirmişti.

Hakkari Valiliği ise yaşanan çatışmalara ilişkin verdiği bilgide 5 askerin öldüğünü iddia etmiş ve bu askerlerin Üsteğmen Gökhan Korkut, Jandarma Üstçavuş Mehmet Bostancı, Jandarma Üstçavuş Bekir Çavuş, Jandarma Astsubay Çavuş Nihat Gün, Uzman Çavuş Bilal Akgün olduğunu kamuoyuna duyurmuştu.

HPG tarafından bu operasyon ve yaşanan çatışmalar ilişkin yapılan açıklamada öldürülen askerlere ait silahlar hakkında da bilgi verilmiş, 3 adet HK33 melez silahı, 1 adet M16 silahı, 1 adet suikast silahı, 2 sırt çantası ve çok sayıda askeri malzemeye el koyulduğu açıklanmıştı.

Türk ordusunun kayıplarını gizlediğinin ispatı da bu silahlarda gizli. HPG kaynakları gerillaların el koyduğu belirtilen suikast silahının Ali Metin isimli bir askere ait olduğunu kaydediyor. Valilik tarafından yapılan açıklamada ismi geçmeyen Ali Metin’in akıbeti ve nerede olduğu bu bilgiler doğrultusunda büyük bir soru işareti oluşturuyor.

Daha önce Şemdinli’de yaşanan birçok çatışmada da gerillalar öldürülen askerlere ait kimlik ve listeleri kamuoyuyla paylaşmış, Türk ordusunun kayıplarının gizlendiğini belgelere dayanarak gösterilmişti.

Valilik tarafından yapılan açıklamada asker kayıplarının gizlenmesinin yanında gerilla kayıplarına ilişkin de yalan bilgiler yayımlanmıştı. 4 gerilla cenazesinin ele geçirildiği, 1’i yaralı 4 gerillanın sağ yakalandığı, 2 gerillanın da teslim olduğunu iddia edilmişti. Oysa bu konuda da HPG kaynakları Türk yetkililerine yalanlıyor. HPG kaynakları bu çatışmada yaşamını yitiren 4 gerillanın cenazesinin gerilla denetimindeki alanlarda defnedildiği bilgisini de paylaştı.  

ANF

24 Kasım 2012 Cumartesi

Aldar Xalil: 'Tek Halk İki Ordu Olmaz'

HEWLER - Bir süredir Hewler’de toplantı halinde olan KYK(Kürt Yüksek Konseyi), toplantılarına bugün ara verdi. KYK üyesi ve TEV-DEM Koordinasyonu Aldar Xalil bu arada Hewler’de düzenlenen bir semire katıldı. Yerel saatle 14.00’da başlayan ve yaklaşık iki saat süren seminerde Xalil, Suriye’de Kürtlerin durumunu ve KYK’nın Hewler toplantılarına ilişkin olarak katılımcıları bilgilendirdi.

ENKS’de son kararı verecek kimse yok

Özellikle Suriye Kürtleri Ulusal Meclisi (ENKS) içinde yer alan partilerin kendi içinde birlik olmadıklarını ve parçalı duruşlarının devrim süreci önünde ayakbağı oluşturduğunu söyleyen Xalil, “KYK’nın beş üyesi ENKS temsilcisi. Beş üyesi de Halk Meclisi (EGRK) üyesi. Biz KYK olarak toplanıyoruz, karar alıyoruz. Biz Halk Meclisi olarak gidiyoruz, alınan kararı uygulamak için seferber oluyoruz. Ama bakıyoruz ENKS’de hiç hareketlilik yok. 'Niye?' diye soruyoruz, diyorlar; 'kendi aramızda daha karara varmadık', ya nasıl olur? Biz KYK’de karar almıştık' diyoruz, ama onlar 'yok' diyor. Yani ENKS toplam 16 partiden oluşuyor. Ama onları temsilen 5 kişi KYK’da yer alıyor. Kimse kimseyi dinlemediği için o gariban 5 temsilciyi de kimse dinlemiyor. Her parti kendi başına. Hatta her partinden bir temsilcinin KYK’da yer almasını istiyorlar. Gerçi biz olabilir dedik. Ama ona da muhalefet ettiler. KYK’nın sorunu da işte bundan çıkıyor. ENKS içindeki parçalanmışlıktan, ortak hareket etmemekten kaynaklanıyor” dedi.

‘Bir halkın ayrı iki ordusu kardeş kavgalarına yol açar’

Toplantılarında konuşulan en önemli konulardan birinin de askeri güçler sorunu olduğuna dikkat çeken Xalil, ENKS’nin YPG (Yekineyên Parastina Gel-Halk Savunma Birlikleri) dışında 'ayrı bir askeri güç' kurmak istediğini kaydetti. “Bir halkın iki ayrı askeri gücü olmaz” diyen Xalil, iki askeri gücün kardeş kavgalarına neden olacağının altını çizdi. İki ayrı askeri güç yerine tek güç, ama ortak komuta kademesi kurmayı teklif ettiklerini söyleyen Xalil, bu konuda tartışmaların hala sürdüğünü belirtti.

‘ÖSO diye bir ordu yok’

Suriye’de rejim karşısında Özgür Suriye Ordusu ismiyle savaş veren gücün tek bir güç olmadığı, aslında Özgür Suriye Ordusu diye bir ordunun olmadığına işaret eden Xalil, “Herkesimin bir askeri gücü var. Hepsinin ayrı ayrı ismileri var. Kimsenin kimseden haberi yok. Orada El-Kaide’de savaşıyor, Müslüman Kardeşler’de, Türk devleti de. Orada kimse kendi ismiyle savaşıp tepki odağı haline gelmek istemiyor. Bundan dolayı kim ne yaparsa Özgür Ordu adı altında yapıyor. Serêkaniye’deki de böyledir. Oraya girenler Türk devletine bağlı hareket eden çete gruplarıdır. Ama Özgür Ordu diyorlar kendilerine. Özgür Orduyla alakları yok onların. Hepsi Türkiye tarafından desteklenen, bırakalım destekleme aralarında Türk subayları var. Serêkaniye’de savaşanlar onlar. Afrin’deki, Halep’teki, daha birçok olayı yapanların Türkiye’den geldiğin biliyoruz. Karargahları orada. Türk subaylarıyla birlikte çalışıyorlar. Bunlar iddia değil. O gruplar kendileri gelip bize söylüyorlar” diye konuştu.

Katılımcıların sorularını yanıtlayan Xalil, Katar’daki toplantıyı hatırlatan bir dinleyicinin, diplomaside Kürtler adına kimin muhattap alınacağı sorusuna ilişkin olarak Hewler’de yürütülmekte olan toplantının bu ve benzer daha bir çok sorunu netleştirmeye çalıştığını söyledi. 


DİHA

23 Kasım 2012 Cuma

Her Türden Emperyalist-Statükocu Saldırıya Rağmen Kürt ve Arap Direnişine Dayalı Demokratik Ortadoğu Devrimi Mutlaka Gelişecek

Şimdi III. Dünya Savaşı olarak tanımlanan sürecin de bir Ortadoğu savaşı biçiminde yaşandığını görüyoruz. Bu kez bölgenin Batısı da Doğusu da hepsi işin içinde ve bütün küresel aktörler bu mücadeleyle ilgili.  
 

Duran KALKAN

Ortadoğu bölgesinin yerkürenin önemli bir coğrafik alanını işgal ettiği biliniyor. Yine insanlığın toplumsallaşması ve devletleşmesi sürecine öncülük eden bölge olduğu tarih tarafından açıkça kaydedilmiş durumda. Bu nedenle Ortadoğu'daki gelişmeler, neredeyse yerkürenin bütün alanları üzerinde etkide bulunuyor.

Günümüz Kürdistan'ında yaşanan gelişmeler de Ortadoğu'daki durumu derinden etkiliyor. Bölgenin merkezinde yer alması, Dicle-Fırat havzasından oluşması nedeniyle tarih boyunca insanlığın gelişiminde önemli bir yere sahip bulunuyor. Doğal olarak da günümüz dünyasında yaşanan mücadelenin Ortadoğu ve Kürdistan eksenli olması kaçınılmaz hale geliyor. O nedenle sadece bölgesel değil dünyaya ait bütün çelişkiler Ortadoğu'da yoğunlaşmış durumda. Bundan dolayıdır ki, bölgemizde çok kapsamlı bir ideolojik, siyasi ve askeri mücadele yaşanıyor.

Kapitalist modernite sisteminin dünya çapında hegomonik hale geldiği süreçten bu yana da yaşanan üçüncü büyük çatışma merkezinin yine Ortadoğu olması bu tarihsel-güncel gerçeklikten kaynağını alıyor. Çok iyi biliniyor ki I. Dünya Savaşı her ne kadar Avrupa devletleri arasında süren ve İngiltere-Almanya önderlikleri arasındaki hegomonik hesaplaşmayı ifade etse de Ortadoğu'yu ele geçirme ve paylaşma savaşı olarak ortaya çıktı. Çünkü Dünya hegemonunun kim olacağı bu sahadaki hakimiyet üzerinden belirlenecekti. Yine II. Dünya Savaşında bölgenin kuzey hattı, Sovyet-Rusya toprakları büyük bir çatışma alanı olsa da, hedef yine Ortadoğu'yu Kuzeyinden ve Doğusundan ele geçirerek Hindistan’a ulaşabilmekti. En azından savaşı çıkartan Hitler Almanya’sının saldırı politikasının esası buydu. I. Dünya Savaşında Ortadoğu'nun Batı bölümü temel bir savaş alanı olurken, II. Dünya Savaşında bu durum Zagrosların doğusuna kaydı. İran sahası önemli bir gerginlik ve hesaplaşma alanı olarak ortaya çıktı.

Şimdi III. Dünya Savaşı olarak tanımlanan sürecin de bir Ortadoğu savaşı biçiminde yaşandığını görüyoruz. Bu kez bölgenin Batısı da Doğusu da hepsi işin içinde ve bütün küresel aktörler bu mücadeleyle ilgili. İdeolojiden askerliğe, siyasetten ekonomiye kadar bütün mücadele araç ve yöntemleri etkin bir biçimde kullanılıyor. O nedenle de bundan önceki savaşlar daha çok askeri boyutlu olurken, bugün Ortadoğu üzerinde adeta bir topyekun özel savaş gibi toplumsal yaşamın bütün alanlarını içine alacak bir kapsam ve derinliğe sahip olan bir küresel savaş yaşanıyor. Bu da yaşanan savaş sürecinin özgünlüğünü ifade ederken gelecek açısından da savaşın ne kadar derin-kapsamlı hale geleceğini ve çatışmanın ne kadar yoğun olacağını ortaya koyuyor. Özellikle de bugün ideolojik, ekonomik, siyasi, psikolojik boyut o kadar öne çıkıyor ki, askeri boyut zaman zaman birincil plana geçse de eskiye göre diğer boyutlarla paralel süren, bazen onların gerisinde kalan bir durumu yaşıyor.

Bütün bunlar ve özellikle günümüzde yaşanan bu kadar kapsamlı ve derinlikli çatışma süreci elbette ki bölgede yaşanan değişim ve dönüşüm durumunu ifade ediyor. Aslında miadını tamamlamış kapitalist modernite sisteminin aşılması için insanlığın 20.yüzyıl boyunca geliştirdiği mücadele, şimdi yeni kavramlar ve kuramlar temelinde, yeni bir Ortadoğu ve ona dayalı olarak yeni bir küresel insanlık yaşamının yaratılması üzerinden sonuç almaya çalışıyor. Bu nedenle değişimden yana olanı, karşıt olanı doğru tespit etmek kadar; değişim ve dönüşümün temel karakteri nedir sorusuna doğru yanıt vermek gerekiyor. Çünkü en gerici olanlar kendini devrimci olarak gösterebiliyorlar. En fazla toplumsal değişimi engelleyenler kendini yenilikçi, değişimci olarak ortaya koyabiliyorlar. Temel değişim dinamiği olarak adeta motor rolü oynayan güçler teröristtir, vb. denilerek aforoz edilebiliyorlar. O nedenle kimin gerçekte neyi temsil ettiği, ne anlama geldiği, ne değer ifade ettiği, nasıl bir rol oynadığı çok net olarak görünmeyen karışık, muğlak, bulanık bir ortam var. “Bulanık suda balık avlama” misali birçok kesim, özellikle de medya gücüne dayanarak kendini çok farklı bir biçimde takdim edebiliyor. Kurdun dumanlı havayı sevmesi gibi bazı iktidar kurtları, bu bulanık havada kendilerini ilerici, yenilikçi, demokrat olarak sunmaya çalışabiliyor. Bu bakımdan günümüzde Ortadoğu'da yaşanan gerçekliği doğru çözümlemek çok büyük önem taşıyor. Bu, aynı zamanda dünya çapında insanlığın özgürlük ve demokrasi yürüyüşünün doğru anlaşılması ve stratejik-taktik planlamaya kavuşturulması açısından da gerekli oluyor.

Elbette bunun için de tarihsel gerçekliğin çok iyi bilinmesi gerekiyor. Özellikle tarihsel adımlarda Ortadoğu'nun neyi ifade ettiği, neleri yaratan bir konumda bulunduğu gerçeğinin iyi bilinmesi gerekiyor. Ortadoğu'da bugünkü yaşananları tarihten kopuk olarak doğru çözümlemek asla mümkün değildir. Yine küresel düzeyde yaşanan çatışmalardan kopuk olarak da günümüz Ortadoğu’sunda yaşanan III. Dünya Savaşı gerçeğini doğru anlamak ve çözümlemek olanaksızdır. Bu nedenle de her ne kadar bir bölgesel düzey ifade etse de Ortadoğu'da yaşananların tarihsel ve küresel düzeyle derinden bağı olduğunu çok iyi görmemiz, anlamamız gerekiyor.

Bu noktadan yaklaştığımızda tarih içinde Ortadoğu'nun ortaya koyduğu temel karakterleri şöyle sıralayabiliriz:

1-Ortadoğu coğrafyasının, özellikle de Dicle-Fırat havzasının, Zagros-Toros kavisinin, yani Altın Hilal olarak ifade edilen coğrafyanın insanlığın toplumsallaşma merkezi olduğunu çok iyi biliyoruz. Tarım-Köy devriminin burada yaşandığı, kadın öncülüğündeki neolitik devrimin merkezinin bu alan olduğu günümüzde tarih bilimi tarafından çok daha net ve kapsamlı bir biçimde aydınlatılmış ve ifade edilmiş bulunuyor. Bu bakımdan da Ortadoğu toplumsallığın merkezidir. Toplumsallık demek, politik ve ahlaki yapının gelişmesi demektir. Bireycil olmaktan, düşünemeyen yani reflekslerle hareket eden canlılar olmaktan çıkmak, bunları aşan bir temelde bir topluluk olarak birlikte ortak yaşamı temel ahlaki kurallar ve politika kanunlarına göre yürütür hale gelmek; çok sağlam toplumsal dokuların oluşturulması anlamına geliyor. Bu nedenle Ortadoğu'nun binlerce, hatta on binlerce yıla yayılan bir toplumsallaşma sürecine sahip bulunduğu tartışma götürmez bir gerçek oluyor. Bu da Ortadoğu'da toplumsal değerleri ifade eden politik-ahlaki toplum yapısının güçlü olduğu anlamına geliyor. Her ne kadar beş bin yıllık devletçi uygarlık sistemleri tarafından bu değerler tahrip edilmeye çalışılsa da, hala demokratik toplum değerlerinin Ortadoğu'da yaşayan bütün toplumlar içerisinde değişik düzeylerde var olduğunu gözlemlemek zor değildir. Bu da demokratikleşme, özgürleşme bakımından Ortadoğu'yu çok güçlü bir potansiyele sahip kılıyor. Günümüzde demokratik ulus gelişiminin böyle çok güçlü bir tarihsel-toplumsal gerçekliğe dayandığı biliniyor. Yani güçlü bir toplumsallık var. Tarım-Köy toplumuna dayanan, neolitik devrime dayanan, kadın özgürlüğüne dayanan bir toplumsallaşma bu. Günümüzde de bütün tahribatlara ve çarpıtmalara rağmen böyle bir toplumsallaşmanın dünyanın diğer alanlarına göre çok ileri düzeyde yaşandığı tartışma götürmez bir gerçek.

2- Merkezi uygarlık diye tanımladığımız ve günümüzde küresel kapitalist hegemonya olarak ortaya çıkan sistemin, bu bölgede doğup geliştiği, dünyanın diğer alanlarına buradan yayıldığı yine tarih bilimi tarafından netçe kanıtlanmış bir gerçektir. Burada devletleşme ve iktidarlaşma olayından söz ediyoruz. Bunun milattan önce 4 bin yıllarından önce hiyerarşik toplum yapılanmasına dayanarak geliştiğini ve esas olarak da neolitik devrimin yarattığı temel toplumsal değerleri emerek palazlandığını tarih söylüyor. Bu palazlanma üzerinden aşağı Mezopotamya’da Uruk başta olmak üzere Sümer kentleşme sistemi olarak geliştiği biliniyor. Sümer şehir devletlerinin oluşumu giderek kırsal alana, yukarı Mezopotamya’ya doğru gelişme yayılma gösterirken Babil, Akad, Asur sistemlerine doğru evirilirken kent-site sistemi olmaktan çıkıp giderek imparatorluklaşma durumu yaşanıyor. Bu değişimin batıda Nil havzasından, Doğuda Hindistan’a, ardından ise bütün Asya, Afrika, Avrupa ve dünyanın diğer alanlarına yayıldığını biliyoruz.

Sümer-Uruk sitesinden başlamak üzere devletçi merkezi uygarlık, adeta bir kartopu gibi büyüyerek ve akıp yer değişimi sağlayarak, yayılarak bütün dünyayı egemenliği altına almış bulunuyor. Günümüzde neredeyse insanın ve toplumunun onsuz asla var olamayacağı, yaşayamayacağı bir olgu gibi ortaya konan; gerçekte ise toplumun içinden çıkmasına rağmen onun üzerinde yer alarak toplumsal değerleri baskı ve sömürüyle ele geçirmeyi ifade eden sistem, bu biçimde ortaya çıkmış bulunuyor. Kısaca baskı ve sömürü düzeninin, devletçi-iktidarcı egemenlik gerçeğinin en çok geliştiği, en erken ortaya çıktığı, en uzun süreli var olduğu devletçi merkezi uygarlığın doğuş alanını, merkezini ifade ediyor Ortadoğu.

Bu uygarlık alanında her gelişen, büyüyen fatih kendisini öncesiz ve sonsuz ilan edebilmek için Ortadoğu'yu ele geçirmesi, Dicle-Fırat havzasına sahip olması gerekiyor. Böylece tarih boyunca güçlenen her devletçi sistemin kendini dünya fatihi haline getirmek için Mezopotamya’ya yöneldiğini, Ortadoğu'yu ele geçirmeye çalıştığını görüyoruz. Bu nedenle başta Mezopotamya olmak üzere Ortadoğu'nun tümü tarih içerisinde hep bir işgal, istila, çatışma alanı olarak büyük savaşlara, hesaplaşmalara sahne oluyor. Devletçi uygarlık sisteminin gelişimi, devletçi-iktidarcı düzenin giderek dünyanın her yerinden daha fazla Ortadoğu’da derinleşmesi toplumsal değerlerin daha çok emilmesine, sömürülmesine, tahrip edilmesine, aşındırılmasına yol açıyor. Toplumsallığı zayıflatarak devletçilik, iktidarcılık geliştiriliyor ve güçlendiriliyor. Bir yandan dıştan gelen işgal ve istilaların yol açtığı tahribatlar, talanlar, yağmalamalar demokratik uygarlık değerlerini tahrip ederken, diğer yandan demokratik toplum gerçeği bütün bu baskı ve sömürü düzenlerine karşı direnerek var olmaya çalışıyor. Bu çatışma ortamında, sürekli baskı, sömürü ve saldırı karşısında kesintisiz bir direniş içinde olma, politik-ahlaki toplumun yaşam kaynağı, demokratik toplumun var olma etkeni oluyor. Aksi durumda yani direnişte etkili olamama halinde elbette büyük ölçüde tahribatlara, doğal, komünal toplum değerlerinin üzerinde tahribatların yaşanmasına, aşınmaların olmasına yol açıyor. Aslında Beş bin yılı aşkın süredir Ortadoğu gerçeğini, tarihini biraz da bu çatışma, demokratik uygarlık değerleriyle devletçi-iktidarcı merkezi uygarlık sisteminin saldırıları arasındaki mücadele, çatışma belirliyor. Ortadoğu'nun bir de böyle bir gerçekliği var. Böylece demokratik toplum değerleri direnme gücünü bir sisteme kavuşturarak kendini var edebiliyor. Yine beş bin yıl boyunca bu alan, hep dışarıdan imha, işgal, talan hedefleyen saldırılara sahne oluyor. O nedenle merkezi devletçi uygarlık sistemi en çok burada gelişiyor; sistemleşiyor, temel ölçülerini, değerlerini burada var ediyor. Dünyanın diğer alanlarına esas olarak buradan yayılıyor.

3- Son devletçi uygarlık hamlesini ifade eden İslam devriminin bölge üzerindeki etkilerini de daha özgün olarak ele almak gerekiyor. İslam devrimi bir yandan neolitik tarım-köy devriminin yarattığı güçlü toplumsallaşma değerlerine, öğelerine dayanırken; diğer yandan bunların aldığı, emdiği değerlerle birlikte devletçi uygarlık sistemiyle yeniden üst düzeyde bir birleşmeyi, yeni bir devletçi iktidarcı sistem yaratmayı ifade ediyor. Her ne kadar ideolojik şekillenişinde, ilk siyasi hamlelerinde özgürlükçü ve demokratik karakteri fazla olsa da, daha sonraki süreçlerde İslamiyet, devletçi iktidarcı sistemle birleşerek yeni bir merkezi devletçi uygarlık haline gelmeyi ifade ediyor. Burada şunu görüyoruz: bölgenin daha önceki tarihsel süreçte iki temel karakterinin İslam devrimi tarafından birleştirilmeye çalışılması söz konusu. Yani hem politik-ahlaki toplumu ifade eden doğal demokratik toplum değerlerinin ve hem de Sümer’den başlayan merkezi devletçi uygarlık değerlerinin esas alınması, bunların birleştirilmeye çalışılması gerçeği var. İslam devrimi, İslam uygarlığı giderek böyle bir durumu ifade ediyor.

İslamiyet altında Ortadoğu'da Arap kavmiyetçiliği güçlenip ortaya çıksa da diğer kabile, kavim düzenleri de benzer bir biçimde gelişme gösteriyorlar. Kabile, aşiret düzeninden kavmiyete geçiş, tarihin derinliklerinden gelen güçlü toplumsallık değerlerine dayalı olarak gerçekleşiyor. Arap kavmiyeti biraz İslam ideolojisinin doğuş alanı, birincil kavmi olma nedeniyle öne çıksa da, diğer kavmiyetler de reddedilmiyor, inkar edilmiyor, geriye düşmüyor. Bu bakımdan İslam egemenliği ideolojik, siyasi olarak Arap kavmiyetinin bölge üzerindeki etkinliğini belli ölçüde geliştiriyor. Fakat onunla birlikte diğer kavmiyetleri de reddetmiyor, geriletmiyor, köreltmiyor, tasfiye etmiyor. Devletçi egemenlik olarak da aslında kavmiyetlerin eşitliği fikri üzerinde bir birlik, bütünlük yaratıyor. İster Emevi-Abbasi hanedanlıklarının geliştirdiği imparatorluklar döneminde olsun, isterse daha sonra bölgede egemenlik kuran Osmanlı hanedanının etkinlik döneminde olsun bu gerçeklik kendini var ediyor. Yani bir yandan Arap kavmiyetçiliğinin biraz gelişimi, yine diğer yandan öteki kavmiyetçiliklerin de eşitlik ilkesi temelinde gelişimini ve bu anlamda toplumsallığın varlığı temelinde yaşamını sürdürmesi sağlanırken, öte yandan devletçi-iktidarcı sistem bunun üzerinde bir bölgesel hakimiyet sağlıyor. Sümer’den başlayarak gelişen devletçi sistemin hep gelişme, büyüme bölgeyi ve yerküreyi ele geçirme eğilimine bağlı olarak İslam devletçi sistemi de Ortadoğu'yu birleştirerek Asya’ya, Afrika’ya, Avrupa’ya yayılmaya çalışıyor. Şimdi burada bazı temel özellikleri yine görüyoruz. İslami devrim sürecinde Arap kavmiyetçiliği biraz gelişmekle birlikte, diğer bütün kavmiyetler gelişme gösteriyorlar. Yani demokratik toplum değerleri var oluyor ve gelişiyor. Bunlar bir arada, kardeşçe yaşama özelliğini koruyorlar. Diğer yandan merkezi devletçi sistem en son Osmanlı imparatorluğu gerçeğinde görüldüğü gibi bölgenin önemli bir kesimini devlet siyaseti altında birleştirme gücünü gösteriyor. Bu dönemde bölge tam bir siyasi birlik içine alınmasa da iki ya da üç siyasi gücün egemenliği altında yaşayan bir konuma geliyor. Çok fazla parçalanmışlığı yaşamıyor. En son Osmanlı-İran imparatorlukları biçiminde Zagros silsilesinin doğu ve batı yakasında gelişen siyasi egemenlikler olarak varlık buluyor. Bu aslında bir bölgesel bütünlük demektir. Her ne kadar tek bir devlet sistemi var olmasa da Ortadoğu bölgesi gibi geniş bir alan açısından iki imparatorluk altında birleşmiş olmak devletçi sistemin birlik eğilimini bölgede hayata geçirebildiğini, uygulayabildiğini gösteriyor.

Tarihsel süreç içerisinde yaşanan bu üç büyük temel karakterin yanına bir dördüncü olarak da son iki yüzyılda Avrupa’da gelişen kapitalist modernite sisteminin bölge üzerinde egemenlik kurma, bölgeye taşma, yayılma çabalarını ve bu temelde bölgede ortaya çıkan sonuçları, gelişmeleri koyabiliriz. Bu da önemli bir karakteri temsil ediyor. Her ne kadar içten olmazsa da, bölgeye ait olarak gelişmese de, dıştan, Avrupa’dan gelen bir saldırı olarak ortaya çıksa da sonuçta giderek bölgeyi egemenliği ve etkisi altına alıyor. İçselleşiyor, bölgeselleşiyor ve bir Ortadoğu gerçeği haline geliyor. Bunun Ortadoğu yayılımı, Ortadoğu üzerindeki etkileri nasıldır? Başka bir deyişle kapitalist modernite sisteminin Avrupa uygarlığının ya da Avrupa merkezli uygarlık gelişiminin Ortadoğu'ya yayılımının temel özellikleri, Ortadoğu üzerindeki etkileri nelerdir sorusunu güncel bir olgu olarak ele almak ve çok daha kapsamlı, ayrıntılı bir biçimde değerlendirmek, tartışmak gerekiyor.

Bir kere temel değerleriyle, ölçüleriyle, ideolojik ilkeleriyle, siyaset anlayışı ve yaşam tarzıyla bu durum dışarıdan gelen, başkasına ait olan, dolayısıyla bölge açısından yabancı olan, tarih dışı olan, yerel olmayan bir gerçeği ifade ediyor. Dıştan ele geçirme, egemenlik kurmayı ifade ediyor. Kısaca emperyalist bir yayılımı, sömürgeci bir saldırı ve tahakkümü ifade ediyor. Bu gerçeği görmemiz gerekiyor. Her ne kadar içselleşse, bölge toplumlarına nüfuz etse, bölgedeki siyasi sistem üzerinde tam bir hakimiyet kurarak sanki temel bir bölge değeriymiş gibi bir yapı kazanmış olsa da yine de Avrupa merkezli kapitalist uygarlık sisteminin Ortadoğu açısından bir yabancı saldırı olduğunu, dıştan dayatma olarak geliştiğini, dolayısıyla neolitik devrimden gelen temel toplumsal değerlerin bu saldırıyı tümden kabul etmediğini, benimsemediğini, her zaman onunla bir çelişki ve çatışma konumu arz ettiğini ifade etmemiz lazım. Hem de Ortadoğu'nun günümüzde de çok bariz bir biçimde öne çıkan küresel kapitalist sistemle çelişki ve çatışmasının temel nedenlerini ortaya koyan bir gerçek. Niye Ortadoğu bugün bu kadar ayrıksı, niye dünya savaşı Ortadoğu'da yaşanıyor, niye Ortadoğu kapitalist dünya sistemiyle bu kadar çelişki ve çatışma arz ediyor sorularının cevabı işte bu durumu net bir biçimde ortaya koyuyor. Bu gerçeği öncelikle bilmemiz lazım. Buna rağmen dıştan gelen ve son iki yüz yılı aşan bir süre boyunca yürütülen saldırılarla Ortadoğu'da önemli bazı sonuçlar da ortaya çıkmış bulunuyor. Bunlardan bir tanesi düşünce sistemi üzerindeki etkilemelerdir. Yani modern ulusçuluğun ya da milliyetçiliğin ortaya sokulması olarak ifade edebiliriz. Tarihsel süreç içerisinde kendi iç dinamikleriyle gelişen kabile, aşiret ve kavim düzeni üzerine Avrupa kapitalizminin ulus-devletçilik olarak ortaya çıkan dar, çatışmacı, kendini her şeyin üstünde gören, iktidarı kutsayan bir milliyetçi zihniyeti, ideolojisi yerleştirilmeye çalışılıyor. Daha önceki tarihsel süreçte gelişen kabile, aşiret, kavmiyet düzenlerinin iç içe, birlikte, yan yana, kardeşçe yaşama eğilimlerine karşı kapitalist modernite sisteminin dıştan dayattığı bu ulus-devletçi milliyetçilik tamamen ayrıksılığı, kendini esas almayı, başkalarının yok edilişi üzerinde kendini inşa etmeyi öngördüğü için temel bir çatışma, savaş, kavga ve soykırım etkeni olarak ortaya çıkıyor. Böyle bir milliyetçilik 19.yüzyıl boyunca çeşitli adlar altında, eğilimler halinde, örgütlenmelere dayalı olarak başta Osmanlı ve İran imparatorluklarının merkez alanlarından olmak üzere taşraları da kullanma temelinde Ortadoğu'ya sızdırılıyor. 20.yüzyılda ise bu sızmalarla sağlanan gelişmeler I. Dünya Savaşının askeri saldırılarına da dayanarak bir siyasi sisteme kavuşturuluyor. Bölgede var olan imparatorluk sistemleri ezilerek, yenilerek, parçalanarak söz konusu milliyetçilikleri esas alan, onlara dayanan ulus-devletçi sistemler geliştirilmeye çalışılıyor. Bölge siyasi haritası yeniden çiziliyor. Bunun I. Dünya Savaşı içinde gerçekleştiğini, Ortadoğu'nun özelliklerinden çok, savaşı kazanan İngiltere ve Fransa’nın çıkarlarına uygun bir biçimde yapıldığını biliyoruz. Hala günümüzde de bazı çevreler tarafından yaşatılmaya çalışılan bu siyasi sınırların çoğunlukla harita üzerinde cetvelle çizildiğini de biliyoruz. Günümüzde haritaya bakıldığında bu gerçek net bir biçimde görülüyor. Güncel olarak aşılmaya çalışılan bu siyasi statükonun, bölge siyasal sisteminin I.Dünya Savaşı içinde ve sonrasından yaratıldığı herkes tarafından biliniyor. Böylece son iki yüzyılda Avrupa merkezli olarak yaşanan gelişmelerin Ortadoğu'ya yayılma, etkinlik kurma ve Ortadoğu üzerinde tahribat yaratma gerçeğine sahne oluyoruz. Ulus-devlet ideolojisine dayalı, dar-şovenist milliyetçiliğin tarihsel olarak oluşmuş toplumsallık üzerinde tam bir zihniyet zehirlemesini ifade etmesi kadar, çizilen ulus-devlet sistemleriyle oluşan yeni statükonun da kendi içerisinde büyük düşmanlıklar, çelişki ve çatışmalar ortaya çıkardığını, adeta herkesin bir birine düşman olduğu, komşunun komşuyu düşman gördüğü bir duruma yol açtığını netçe görüyoruz. Bu durum faşizm denen rejimlerin doğması kadar, tehlikeli diktatörlükler olarak tanımlanan kişiliklerin, siyasi sistemlerin gelişmesine yol açıyor. Ortadoğu'nun bu kadar bölük pörçük, paramparça olması, Ortadoğu'da bu kadar güvensizliğin, çelişki ve çatışmaların yaşanması, yine Ortadoğu gerçeğinde bu kadar tehlikeli faşist zihniyet ve rejimlere dayalı diktatörlüklerin türemesi kesinlikle buradan kaynaklanıyor. Bunlar Ortadoğu gerçekliğinden çok Avrupa’nın kapitalist modernite ve ulus-devletçi sistemiyle bağlantılıdır. Fakat denebilir ki Avrupa’nın ulus-devletçi sistemi, milliyetçiliği, kapitalist modernitesi gökten mi düştü, bir anda mı ortaya çıktı? Hayır, öyle olmadı. Peki, bunlar Ortadoğu'daki gelişmelerin bir boyutu toplumsallık, tarım-köy devrimi temelinde gelişen derin toplumsallık olurken diğer boyutu Sümer’den itibaren gelişen devletçi sistem olan Ortadoğu gerçeğine dayanmıyor mu? Evet, bu gerçekliğe dayanıyor. Kesinlikle Avrupa’daki kapitalist modernite sistemi Ortadoğu'daki toplumsallaşma ve devletçi-iktidarcı uygarlık sisteminin gelişiminden kopuk ya da ayrı, bağımsız değildir. Bu değerler üzerinde gelişmiştir. Uygarlık merkezinin Avrupa’ya kayması biçiminde bir yeni durumu ifade etmiştir. Bir uygarlık sisteminde merkez kayma olayı yaşanıyor o kadar. Fakat tabii ki Avrupa’nın geliştirdiği kapitalist modernite sisteminin kendine ait özellikleri var. Her ne kadar bunlar Ortadoğu'daki devletçi-iktidarcı sistem değerleri üzerinde yükselse de Ortadoğu uygarlığının kabul etmediği, gelişmesine izin vermediği bazı tehlikeli eğilimlerinin önünün açılarak gelişmesine fırsat verilmesi biçiminde Avrupa kapitalizmi ortaya çıkıyor ve gelişme gösteriyor. Dolayısıyla kapitalist modernite sistemiyle çelişki içinde olması Ortadoğu değerlerinin sadece bunun dıştan gelmesi, Avrupa’ya ait olmasından kaynaklanmıyor. Ortadoğu toplumsallığının bu gerçeğe karşıt olmasından kaynaklanıyor. Ortadoğu toplumsallığının derin, politik, ahlaki değer sisteminin Avrupa’nın geliştirdiği kapitalist değersizlikleri kesinlikle tehlikeli görmesi, onları insanlık dışı bir durum, bir hırsızlık durumu sayması ve reddetmesiyle oluyor. Yüz yıllarca, bin yıllarca kendisini kuşatarak, düşüncede reddederek, pratikte tedbir geliştirerek gelişimine izin vermediği kapitalist ahlaksızlığın, saldırganlığın, sömürünün Avrupa üzerinden hakim bir devlet ve iktidar sistemi olarak Ortadoğu'ya yöneltilmesi karşısında Ortadoğu'nun tarihsel gerçekliğinin, toplumsal değerlerinin direniş içinde olması açık ve anlaşılır bir durumdur. İşte Avrupa’da gelişen milliyetçi ideolojiye ve ulus-devletçi sisteme karşı Ortadoğu değerlerinin direnişçi konumda olmasının temel özelliği bu oluyor; buradan kaynaklı bir direnç vardır.

5- I. Dünya Savaşı içerisinde ortaya çıkan küresel kapitalist hegemonyanın Ortadoğu'da yarattığı siyasi statükonun temel karakterini incelemek gerekiyor. Aslında bazı çevreler şu devlet ya da bu devlet kuruldu, egemen oldu, güçlendi, Ortadoğu'ya hakim hale geldi diye bu durumu ifade etmeye çalışıyorlar. Tabii bu doğru değil, bir yanlışı ve yanılgıyı ifade ediyor. Aslında Ortadoğu'da hakim olan kapitalist modernite sistemi oluyor. Savaş böyle bir hakimiyetle sona eriyor ve burada da kazanan İngiliz-Fransız öncülüğüdür. Dolayısıyla Ortadoğu siyasi haritası İngiliz-Fransız emperyalizminin çıkarlarına göre şekilleniyor. Ama bir dünya sistemi, küresel sistem olarak gerçeklik buluyor. Yoksa sadece bölgeye özgü, bölgedeki bazı devletlerle bağlantılı bir sistem olmuyor. Bu İngiliz-Fransız emperyalizminin çıkarlarına dayalı oluşturulan bölge statükosunun temel özellikleri neler? Birinci temel özelliği, Kürdistan’ın bölünüp parçalanması, Kürt toplumunun ülkesi ve varlığıyla reddedilmesi, inkar edilmesi ve yok edilmeye çalışılması oluyor. Yani Kürdistan'ı bölüp parçalayarak yok etmeyi öngören bir soykırım rejiminin Kürdistan'a, Kürt toplumuna dayatılmasını ifade ediyor. İngiliz-Fransız emperyalizminin öncülüğünde, hegemonyasında şekillenen Ortadoğu sisteminin birinci karakteri budur. Bu küresel kapitalist statükoda Kürtler yoktur, Kürdistan yoktur. Var olan parçalanmıştır. Bölgede kurulan çeşitli devletlerin egemenliği altına verilmiştir. Kürt ulusal-kültürel varlığı inkar edilerek asimilasyon ile soykırımdan geçirilip başka uluslaşmaların hammaddesi yapılmak istenmiştir. Kısaca bu statükoda Kürtlere ve Kürdistan'a yer yoktur. Kürt-Kürdistan kavramlarını zaman zaman kullanması, özellikle de Güney Kürdistan'da sanki bazı Kürt varlığını kısmen kabul ediyormuş gibi görünmesi tamamen sahtedir, ikiyüzlüdür, aldatıcıdır. Koskoca bir ülkeyi ve toplumu tümden reddetme karşısında bulunmuş bir oyundur. Kolay yutulamayacak, kolay inkar edilemeyecek bir ülke olması konumunda dayatılan bölme, parçalama ve yok etme rejimine karşı itirazlar geliştiğinde kendisini savunma, gerçeği çarpıtma, başkalarını aldatma yöntem olarak kullanılmaktadır. İlkel milliyetçiliğin hayat bulduğu, gıdasını aldığı, dört elle sarıldığı bu olayın, aslında Kürt soykırımının en tehlikeli boyutu, yönü olduğu tartışma götürmüyor. Bu gerçekleri iyi görmemiz, doğru anlamamız gerekiyor. Bu bakımdan genel planda doğru görüş olarak şunu koymamız lazım: I.Dünya Savaşı ardından İngiliz-Fransız emperyalist çıkarları doğrultusunda oluşturulan, dünya hegemonyasına dayanan Ortadoğu statükosunda Kürtler ve Kürdistan'a yer yoktur, yaşam hakkı yoktur. Ret, inkar, parçalanma, yok sayma ve yok etme vardır. Yani koskoca bir olguya soykırım dayatılmaktadır. Bugün büyük çatışmalara, kan ve acılara yol açan, aşılmaya çalışılan bölge statükosunun temel bir özelliği, birinci karakteri bu.

Bununla birlikte ikinci temel karakteri Arap dünyasına dayatılan rejimdir, sistemdir. Her ne kadar Arabistan’a dayatılan Kürdistan'a dayatılandan kısmi farklılık arz etse de yine de bir aşağılama, sömürgecilik, bağımlılık türü Arap ülkesine ve toplumuna da dayatılmıştır. Kürdistan gibi bölünüp inkar edilerek yok edilmeye çalışılmasa da Arabistan da güçten düşsün, parçalansın, zayıf olsun diye bölünmüştür. Çeşitli işbirlikçi hanedanlıklar, kişiliklerin egemenliği altına alınmışlardır. Fakat Kürtler gibi yok sayılmamış, yok edilmeye çalışılmamıştır. Ama parçalanarak, işbirlikçi milliyetçiliğin, ulus-devletçiliğin egemenliği altına alınarak Arabistan’ın ve Arap toplumunun bütün değerleri kapitalist küresel emperyalizm tarafından iliklerine kadar sömürülmeye çalışılmıştır. Burada İslam devrimiyle neredeyse birinci kavim haline gelen Arap kavmiyetinin ikinci plana düşürülmesi, geriletilmesi, parçalanıp güç kaybına uğratılması, sıradan, ikinci planda gelen, etkisiz bir toplum durumuna düşürülerek horlanması, hakir görülmesi, onurunun kırılması durumu söz konusudur. Bu da önemli bir gerçeklik oluyor.

Geriye egemen güç olarak biraz da kendisini örgütleyip tarihten gelen siyasi-askeri egemenlik gücüne dayanan iki merkezin bölgede sanki hakim olacakmış gibi etkili kılınması kalıyor. Bir tanesi Osmanlı mirasına dayanan Türkiye Cumhuriyeti devletinin oluşumu, diğeri ise İran imparatorluğunun devamı olarak ortaya çıkan ve çeşitli aşamalardan geçip günümüzde İran İslam Cumhuriyeti olarak kendisini yapılandıran İran ulus-devletçiliği oluyor. Böylece kapitalist küresel hegemonyanın Ortadoğu'ya dayattığı statüko üç kategoriden oluşuyor. Bir, bölgenin birincil güçleri Türkiye Cumhuriyeti devleti ve İran. Aynı şekilde bölgenin birincil kavmiyetleri; Türk ve Fars ulusçuluğu öne çıkartılıyor, egemen kılınıyor, birinci planda ele alınıyor. Arabistan bölünüp parçalanarak Arap kavmiyeti dar milliyetçilikler, hanedanlıklar, daha sonra ulus-devlet diktatörlüklerinin egemenliği altında ikinci plana düşürülüyor. Türk ve Fars ulusçuluğu tarafından sıkıştırılan, Türkiye cumhuriyeti devleti ve İran devletinin siyasi baskısı altında kuşatılan, ideolojik ve siyasi olarak hep baskı altında tutulan, ekonomik olarak ise küresel tekeller tarafından iliğine kadar sömürülen bir Arabistan ve Arap gerçekliği ortaya çıkarılıyor. Arap toplumu ikinci plana düşürülüyor. Arabistan, bölünüp parçalanan, değerleri sömürülen bir alan konumuna getiriliyor. Tarihsel olarak yaşadığı gerçekliğe, güçlenmeye ters bir biçimde baskı altına alınıyor, geriletiliyor. Onuru kırılıyor; psikolojisi bozuluyor, değerleri sömürülüyor.

Bugün 3. Dünya Savaşının çıkmasına vesile olan, derin çelişki ve çatışmaları bağrından çıkartan, uzun bir sürece yayılmış bir dünya savaşı sistemiyle aşılmaya çalışan siyasi statükonun temel karakterleri budur. Peki, bu statükoyu gerçekten reddeden, kabul etmeyen, bu statükodan zarar gören, dolayısıyla statükoyu aşmaya çalışan kim, ya da kimler? Kim bu statükonun efendisi, kim ezileni? Kim bu statükoya sahip çıkıyor, statükocu oluyor, kim bu statükoyu reddediyor, aşmaya çalışıyor? Günümüzde yaşanan çatışmanın ana ekseni burada ortaya çıkıyor. Bu çatışma içerisinde var olan güçlerin ne anlama geldiğini, neyi ifade ettiğini anlamamız buraya bakmakla oluyor. Buradan ele alıp baktığımızda, statükonun birinci efendisi küresel kapitalist hegemonyadır. Çünkü statükoyu ortaya çıkaran bu güçtür. Mevcut Ortadoğu statükosu tamamen küresel kapitalizmin çıkarlarına göre şekillenmiş; onun baskı ve sömürüsüne hizmet ediyor. O bakımdan küresel kapitalist hegemonya ve onun öncülüğünü yapan güçlerin bu statükoyla ciddi bir çelişki ve çatışmasından söz edilemez. Onlar kendi çıkarlarının gereğine göre bu statükoyu oluşturdular. Yüzyıldır bu statükodan yararlanarak dünya egemenliklerini sürdürdüler. Şimdi de aynı durumu devam ettirmek istiyorlar. Fakat mevcut statüko sürdürülemiyor. Statükonun yok saydığı, reddettiği, zayıflattığı kesimlerin direnci var. Dolayısıyla statükoyu değiştirmek üzere, statükoyu yıkmak üzere devrimci demokratik mücadeleler gelişiyor. O halde o mücadeleleri yok edebilmek için, zayıflatabilmek, etkisiz kılabilmek için bölge toplumlarının reddettiği bu statükoda biraz rötuşlar yapmak gerekiyor. Günümüzde ABD değişimciliğinin temel boyutu budur. Öyle büyük devrimcilik, değişimcilik atfedilen, Büyük Ortadoğu Projesiyle ABD yeni bir Ortadoğu kurmak istiyor denilen yorumun özünde bu yatıyor. Burada öyle köklü bir değişimcilik yoktur. Büyük bir devrimcilik söz konusu değildir. ABD'nin bölge statükosunda değişiklik yapma isteğinin iki temel nedeni var: bir, statükoyu devam ettiremiyor; statükoya karşı mücadele eden güçler var, reddeden güçler var. Dolayısıyla statüko yıkılmak üzere. Onu uzun ömürlü kılmak için bazı rötuşlar yapma, restorasyondan geçirme ihtiyacı duyuyor. İkincisiyse gelişen sömürü çizgisi temelinde bölgenin ulus-devletçi statükosu ulus-üstü sermayenin dolaşım ve sömürüsüne yeterince hizmet etmiyor. Dar, katı ulus-devletçi sınırlar sermaye dolaşımının rahat sağlanmasını ve sömürü yapmasını zayıflatıyor, engelliyor. İşte bu ulus-üstü sermayenin, küresel sermayenin çıkarıyla kısmi bir çelişki arz ediyor. Öncülüğünü ABD’nin yaptığı küresel kapitalist hegemonya bu çelişkiyi çözmek istiyor. ABD'nin devrimciliğinin, değişimciliğinin temel anlamı bu oluyor. Bu düzeyde İngiliz-Fransız emperyalizminin çıkarlarına göre şekillenmiş ulus-devletçi bölge statükosuyla mücadele ve çelişki arz ediyor ABD öncülüğü. Bunun dışında herhangi bir çelişkisi yoktur. Bu da çok yüzeysel, çok sınırlı bir değişimciliktir. Böyle bir değişimciliğin arkasında aslında eski statükoyu biraz cilalayarak, rötuşlayarak devam ettirme eğilimi, anlayışı yatmaktadır. Bu gerçeği net görmek lazım. Öyle çok köklü bir değişim, dönüşümcülük, yeni bir bölge sistemi kurma arayışı kesinlikle söz konusu değil. Eski statükoyu sürdürme, yaşatma eğilimi söz konusu, ama eski yapıyla ulus-devletçi sistemle ona yol açan dar milliyetçi, şoven milliyetçilikle bu gerçekleşemeyince sistemin, statükonun ömrünü uzatacak bazı rötuş düzeyinde değişiklikler yapmayı içeriyor. Bir boyutu budur.

İkincisi, I. Dünya Savaşının ortaya çıkardığı Ortadoğu statükosunun efendisi olan, ondan çok yarar gören güçler Türk var Fars milliyetçiliğidir. Türk ve Fars ulusçuluğu, buna dayanan Türkiye Cumhuriyeti ve İran devletleri oluyor. Bu nedenle Ortadoğu'da statükoculuk deyince akla her şeyden önce Türkiye ve İran'daki ulus-devletçi yapı gelmelidir. Bunları görmemek, böyle algılamamak bölge tarihini doğru yorumlamamak olur. Avrupa modernitesinin Ortadoğu'ya girişini doğru anlamamak olur. I. Dünya Savaşıyla ortaya çıkan bölge statükosunun temel karakterini görmemek olur. Bu durumdan da mevcut statükoyu değiştirme yönünde doğru bir anlayış ve mücadele ortaya çıkmaz. Bu bakımdan bölgedeki statükoculuk dendiğinde kapitalist hegemonya belirttiğimiz nedenlerle kısmi değişiklik istese de esas statükocu, tutucu güç olarak Türk ve Fars milliyetçiliklerini, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti ve İran devlet sistemlerini görmek lazım. Statükocu olan güçler bunlardır, eskiyi devam ettirmek isteyen güçler bunlardır. Bölgenin 20.yüzyılda oluşan statükosunun, birinci gücü, efendisi olan güçler bunlardır. Dolayısıyla da onu sürdürme, yaşatmak üzere çaba harcayan, çırpınan, o statükodan yarar gördüğü için onu devam ettirmeye çalışan güçler bunlar oluyor.

Dikkat edilirse burada çoktan beridir bir çarpıtma yaşanıyor. İran’da İslam devriminin gelişimi önemli bir yanılgı oldu. Sanki İslam devrimi bu statükoyla çelişki ve çatışma halindeymiş, onu aşıyormuş gibi bir anlayış ortaya çıktı. Halbuki bu eğilim, yaklaşım kesinlikle yanlıştı. Doğru olan şuydu: İran'ın ulus-devlet milliyetçiliği temelindeki milliyetçi yapılanması biraz zaman aldı. Şahlık sistemi bir ara sistem olarak bu süreci uzattı. Ancak Şahlığın yıkılması arsından İran İslam devletiyle birlikte gerçek ulus-devletçi sistem ve milliyetçilik İran'da egemen kılınmaya yönenildi. Bazılarının küresel hegemonyayla, dolayısıyla bölge statükosuyla çelişkili ve çatışmalıymış gibi sandığı, gördüğü İran'daki İslami ideolojik ve siyasi gelişmeler aslında geç kalmış bir ulus-devletçi egemenliği temsil ediyor. İran'ın bölge statükosuyla tam birleşip uyumla hale gelmesini gösteriyor, ifade ediyor. Bu gerçeği iyi görmek, doğru anlamak lazım.

Diğer yandan günümüzde bir de AKP olayı var. Tıpkı İran İslam devriminin İran için yarattığı yanılsama gibi AKP gerçeği de Türkiye'de bir yanılsamaya yol açıyor. AKP de değişimcilik ve yenilikçilik kavramlarıyla ortaya çıktı. Tutuculuğa, muhafazakarlığa karşı değişimci, yenilikçi güç olduğunu ileri sürdü. Bugün de AKP'nin bölgede değişim yaratmaktan yana olduğunu, Arap Baharı denen isyan hareketiyle gelişen akımlara büyük destek verdiğini, Suriye'de de Beşar Esad statükoculuğu aşılarak Suriye'de değişimi temsil ettiği söyleniyor ya da sanılıyor. Bunların hepsi yanlıştır ve yalandır; gerçekle bir alakası yok. Türkiye bölgenin en statükocu gücü, en tutucu ve milliyetçi gücü. AKP de bu gün en son ve en katı gücüdür. Nasıl ki İran’daki İslami devrim ve rejim bu konuda bir yanılsamayı, sahteliği ifade ediyorsa AKP yenilikçiliği de Türkiye cephesinde aynı sahteliği, yanılsamayı ifade ediyor. O bakımdan da Türkiye ve İran’a değişimcilik atfetmek, Türkiye'deki AKP iktidarında bölgede devrimci değişimci rol, misyon yüklemek gerçekleri tümüyle tersyüz etmeyi ifade eder. Böyle düşünenler bölge gerçeğini hiç bilemezler, doğru çözümleyemezler. Gerçek bunun tam tersidir. Türkiye-İran çelişki ve çatışması da bu gerçeği değiştirmiyor. Bunlar bölge üzerindeki bir hegemonya çatışmasıdır. Zaten kapitalist küresel hegemonyanın Ortadoğu statükosu öyle kurulmuştur. Bir uçta Türkiye cumhuriyeti, diğer uçta İran, bunların çelişki ve çatışmasına dayalı bir bölgesel statüko, egemenlik tesis edilmeye çalışılmıştır. Yoksa bu çelişki ve çatışma durumu bölgede oluşan statükodan, ulus-devletçi statükodan bağımsız değil; onun bir parçası durumunda. Türkiye'nin de bu temelde değişimci yenilikçilik değil de, kaskatı tutuculuk olduğunu, eski statükoyu savunmaya çalıştığını görmek lazım. Denebilir ki peki ama Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da, Suriye’de muhalefeti destekledi. Ama bir yıl önce de yıkılan iktidarları kardeşim diyerek, can ciğerim diyerek destekleyen hem Türkiye Cumhuriyetinin yöneticileriydi hem de Tayyip Erdoğan hükümetiydi. Hüsnü Mübarek Tayyip Erdoğan’ın en değerli kardeşiydi. Muammer Kadafi kardeşiydi. Saddam Hüseyin kardeşiydi. Beşar Esad, iki devlet bir hükümet olacak kadar birleştikleri kardeşlerinden birisiydi. Biz bu tutumları hemen görmezden gelemeyiz, unutamayız. Bunlar açıkça yaşanan gerçekler oldular. Peki AKP hükümeti muhalefetten yana yer almıyor mu? Ne zaman alıyor? ABD tarafından iktidarların ipi çekildiği zaman alıyor. Artık o iktidarın yaşaması imkansız görülünce, efendisi olan ABD kendisine bu fermanı, hükmü verince AKP hükümeti de ortaya böyle bir tavır koyuyor. Zaten dikkat edilirse Beşar Esad yönetimi gidici diyor. Demek ki gidici olmasa Tayyip Erdoğan hükümeti Beşar Esad yönetiminden yana olacak; onunla ilişki ve birlik halinde olacak. Gidici gördüğü için, onda bir gelecek görmediği için artık muhalefeti destekliyor. Yoksa öyle Beşar Esad yönetimine veya Hüsnü Mübarek yönetimine, şuna-buna karşı olduğundan dolayı değil. İşin bir boyutu bu. İkincisi ise, tıpkı ABD sistemi gibi -zaten NATO çerçevesinde ona bağlı- ABD ile sıkı işbirliği içerisinde bu siyasetleri yürütüyorlar. AKP hükümeti-Türkiye cumhuriyeti devleti aslında sürecin uzamaması, bölgedeki değişimin derinleşmemesi için muhalefetten yana yer alıyor,. Örneğin Suriye’de bu kadar hızla Beşar Esad yönetiminin değişmesini istemeleri, Beşar Esad yönetimine karşı olmalarından, yeni yönetime karşı olmalarından kaynaklı değil. Suriye’deki rejimin uzun sürece yayılmasından, değişimin köklü olmasından korktukları için, Suriye'de bir demokratikleşmenin halkların özgürce kaderini belirleyeceği demokratik bir sistemin kurulma olasılığından korktukları için alelacele gidici gördükleri Beşar Esad’ın yerine İhvan-ı Müslim’e dayalı yeni bir diktatörlük gelsin istiyorlar. Suriye'deki merkezi diktatörlük rejimi değişmesin, yıkılmasın; sadece iktidarı yürüten yönetimler, kişiler değişsin çabası içindeler. Bu bir değişim değildir. Var olan statükoyu, rejimi devam ettirebilmek için artık o rejimi sürdürme kabiliyetinde olmayan yöneticileri değiştirme çabasıdır bu. Yoksa rejimin değişimi değildir; hatta ciddi bir yönetim değişikliği de değil, yönetici değişikliğidir. Beşar Esad gitsin yerine benzer biçimde biri gelsin, Suriye sistemi ayakta kalsın istiyor. Mısır’daki istemi de odur, Libya’daki istemi de odur. Bütün Arap alemindeki istemi, tutumu böyledir. Bu bakımdan tıpkı ABD öncülüğü gibi Türkiye ve İran yönetimlerinin de aslında bölgede bir değişim, dönüşüm yanlısı olmak bir yana, statükoyu en çok savunan, koruyan, temsil eden güç olma özellikleri vardır. Politikaları, misyonları buna göredir.

Peki, o zaman bölgede değişimi kim temsil ediyor? Bu bölgedeki mücadele, çatışma nereden ortaya çıkıyor? Bunu doğru anlamak lazım. Birincisi, Kürt toplumu birinci dünya savaşı ardından Kürdistan'ın bölünüp parçalanmasını kabul etmemiştir; reddetmiş, tepki göstermiştir. Kürtlerin yok sayılarak yok edilmesini, Kürt toplumuna soykırım dayatılmasını kabul etmemiştir, reddetmiştir, tepki göstermiş, isyan etmiştir. Şimdiye kadar da bütün parçalarda, yurtdışında esas olarak Kürt toplumu birinci dünya savaşının ortaya çıkardığı kapitalist küresel hegemonyaya dayalı Ortadoğu'nun ulus-devletçi statükosunu kabul etmeyen, reddeden birinci ve temel toplumdur, temel güçtür. Dolayısıyla da eski statükoyla, yani birinci dünya savaşının ortaya çıkardığı, ulus-devletçi statükoyla en çok çelişen, ondan en çok zarar gören, onu baştan itibaren reddederek yıkmaya çalışan, dolayısıyla Ortadoğu’da en temel devrimci, değişimci güç olan Kürt toplumudur, Kürdistan Özgürlük Hareketi’dir. Bunu herkes iyi görmeli, iyi bilmelidir. Tarihsel gerçekliğe baktığımız zaman bunu netçe görüyoruz.

Daha I. Dünya Savaşı ardından Kürdistan'ın bölünmesine dayalı olarak ulus-devletçi egemenlikler geliştirilmeye başladığı anda bütün parçalardaki Kürt toplumu buna karşı isyan etmiştir. Kuzey Kürdistan'da 1925-40 yılları arasında yaşananlar bunu ifade ediyor. Doğu Kürdistan'da 1925’ten 1980’e kadar devam eden isyanlar bunu ifade ediyor. Güney Kürdistan'da 1920’den 1975’e kadar devam eden isyanlar bunu ifade ediyor. Kesinlikle dikkat edelim Kürt toplumu hiçbir parçada Kürdistan'ın bölünmesini ve Kürt toplumunun yok sayılarak yok edilmeye çalışılmasını kabul etmemiştir. Buna sessiz kalmamıştır, buna karşı milyonlarca şehit vermeyi göze alarak tepki göstermiş, direnmiştir. Bu direnişlerde yüz binlerce, milyonlarca şehit vermiştir. Bunların hepsi Kürt toplumuna dayatılan soykırıma direnişin şehitleridir. Bunların hepsi Kürtlerin varlığı ve özgür yaşamını sağlamak isteyen, onu öngören, esas alan direnişlerdir. En son olarak 1970’lerin ortasından itibaren Kuzey Kürdistan'da başlayıp sonra Batı Kürdistan'a, Güney ve Doğu Kürdistan'a yayılarak bir bütünlüklü ulusal direniş hareketi haline gelen PKK işte bu isyanın son halkasını, örgütlü, ulusal bütünlüklü, demokratik topluma dayalı, demokratik ulusçu direnişi ifade ediyor, temsil ediyor. Daha önceki süreçlerde aşiretsel, bölgesel olarak parçalar düzeyinde gelişen, sonuçta ezilen, imha edilen, katliamlarla yok edilmeye çalışılan isyan hareketlerine karşı son 35-40 yıllık süreçte ise Kürdistan çapında ulusal bütünlüğe dayalı bilinçli ve örgütlü bir ulusal demokratik direniş Önder Apo öncülüğünde ve PKK hareketi biçiminde gelişmiştir. İşte bu direniş aslında küresel kapitalist hegemonyanın Ortadoğu'ya dayattığı Kürdistan'ı bölüp parçalayarak Kürtleri yok sayan, yok etmek isteyen imhayı uygulayan, statükoyu reddeden, ona karşı direnerek işlemez kılan, giderek de onu parçalayarak değişime zorlayan temel devrimci dinamik oluyor, değişim ve dönüşümün temel gücü oluyor. Aslında ulus-devlet statükosuyla çelişen, çatışan, mücadele eden Kürt halkıdır, Kürdistan Özgürlük Hareketi’dir, Kürt ulusal demokratik direnişidir. Bu gerçeği görmemiz gerekiyor.  Yüz yıl boyunca çeşitli isyanlar biçiminde bu direniş gerçeği var, son 35 yıldır bütün parçaları etkisine alan PKK öncülüğündeki ulusal demokratik direniş olarak bu mücadele sürüyor. İşte bölgedeki statükoyu parçalayan, kapitalist hegemonyanın ulus-devletçi statükosunu değişime zorlayan, parçalayan ve onu aşarak demokratik ulusların kardeşçe birliğine dayalı yeni bir Ortadoğu sistemi yaratmak isteyen Kürt halkının özgürlük ve demokrasi çizgisindeki bu direnişi oluyor. Birinci direniş, esas direniş bu oluyor. Aslına bölgenin temel esas, birincil dinamiği budur.

İkinci dinamik olarak Arap toplumunu, Arap demokratik arayışlarını görmemiz lazım. Aslında Arap toplumu da başından itibaren bölünüp parçalanmayı ve ikinci sınıfa düşürülmeyi hiç kabul etmemiş, içine sindirmemiştir. Buna çeşitli devletlerde iktidarlara karşı isyan ederek ortaya koymuştur. İkinci dünya savaşına kadar birçok alanda oluşturulmak istenen işbirlikçi yönetimlere karşı çeşitli isyanların geliştirildiğini biliyoruz. II. Dünya Savaşı ardından Nasırcılık, Baasçılık biçiminde gelişen, Filistin kurtuluş hareketinde biraz daha radikal sol tandansla bütünleşen Arap milliyetçiliğinin de temelinde bu reddetme vardır. Eğer Arap milliyetçiliği çeşitli devletler içerisindeki toplumlarda bu kadar etkili olduysa, Arap toplumunu bu kadar sardıysa, aslında başlangıçta dıştan dayatılan bu kapitalist modernite sistemine karşı olma, onu reddetme eğilimi göstermesi nedeniyledir bu. Arap milliyetçiliğinin başta gelişimi bu çerçevededir. Buradan güç alarak toplumdan destek bulmuştur. Çeşitli darbeler biçiminde de ortaya çıksa, subayların ve generallerin harekatları olarak da gelişse özünde bu vardır ve böyle bir içeriği taşıdığı oranda başarı kazanmış, zafere ulaşmış, egemen sistemler haline gelmişlerdir.

Milliyetçilik milliyetçiliktir. Arap milliyetçiliği adı altında Avrupa’dan gelen modernist milliyetçiliği esas aldıktan sonra onu her ne kadar dış güçlere karşı ulusal kurtuluşçuluk gibi göstermeye çalışsa da kısa sürede maskesi düşmüş, gerçeği açığa çıkmış kapitalist emperyalizmin karşıtı, Ortadoğu'daki ulus-devletçi statükonun düşmanı değil, onun daha ileri düzeyde uygulayıcısı, daha modern, daha diktatoryal yürütücüsü olduğu ortaya çıkmıştır. Mısır’daki, Irak'taki, Suriye'deki ve diğer Arap ülkelerindeki gelişmeler tamamen bunu ifade ediyor. Nasırcılığın Hüsnü Mübarek gibi son firavunluğa ulaşması, Baasçılığın Irak örneğinde görüldüğü gibi Saddam diktatörlüğünü ortaya çıkarması, yine Suriye'de olduğu gibi tek kişi yönetimine, diktatörlüğüne yol açması bu gerçeği gösteriyor. Bu bakımdan dikkat edilirse ulus-devletçiliğe karşı değil, tam tersine onun çok daha katı ve keskin uygulayıcılığı oluyor. Bu biçimiyle de Avrupa modernizmine, kapitalizmine karşıtlığı değil, onun bölgeye taşırılması, bölgede içselleştirilmesi, bölgede onun işbirlikçiliğinin yapılması anlamına geliyor. O bakımdan da konumu, rolü hızla gelişiyor. Ama bir kere toplum üzerinde egemenlik kurduğu için uzun süre bu diktatörlükler etkili oldular, egemen halde kaldılar. 30 yıl, hatta 40 yıllık iktidarlar olarak ortaya çıktılar. Sonuçta toplum Avrupa etkisiyle oluşan sahte Arap milliyetçiliği temelinde yanıltıldığını, aldatıldığını görünce dış güçlere Avrupa modernitesine, kapitalist emperyalizme karşıtız diyerek ortaya çıkıp tersinden onların en katı uygulayıcıları olarak Arabistan’da hüküm sürme gerçekleri ortaya çıkınca ve bu gerçeği toplum iyi görünce işte bu diktatörülüklere karşı öfkeyle, nefretle doldular. 2011 Ocak’ından itibaren gelişen Arap isyanı bunu ifade ediyor, toplumdaki tepki bunu gösteriyor. Bu tepki aslında I. Dünya Savaşının ortaya çıkardığı Arabistan’ı bölen, Arap toplumunu ikinci sınıfa düşüren statükoya karşıdır. Bu tepki Avrupa kapitalist emperyalizmine karşıdır. Bu tepki, Avrupa kapitalist modernitesinin ve ulus-devletçiliğinin Ortadoğu'daki, Arabistan’daki temsilcileri olan diktatörlüklere karşıdır. Bunları yıkmaya yöneliyor ve dikkat edilirse demokrasiyi temsil ediyor. Arap tarihiyle, Ortadoğu tarihiyle bu tarihin toplumsal karakteriyle uyumludur, birliği, birleşmeyi temsil ediyor.

Dolayısıyla Ortadoğu'nun ikinci değişim dinamiği olarak demokratik muhtevası son derece yüksek olan Arap halkının bu isyan hareketi ortaya çıkıyor. Dikkat edelim bölgenin küresel kapitalist hegemonyanın ortaya çıkardığı ulus-devletçi statükosuna karşı birinci direniş gücü Kürdistan Özgürlük Hareketi’dir; Kürt ulusal demokratik devrimidir. Bu devrim ve direniş, Kürdistan'da ulus-devletçi statükoyu reddediyor, parçalıyor. Dolayısıyla bölgedeki bu statükonun aşılmasını dayatıyor. Bu statükoyu değiştirmeyi dayatan, statükoyu parçalayan ikinci temel devrimci demokratik direniş olarak da Arap halkının demokratik isyanı ortaya çıkıyor. Bu iki direniş gücü günümüzde, son iki yılda tümüyle iç içe geçmiş, birleşmiş bulunuyor. Aslında bu birleşme, iç içe geçme son iki yılda mı oluyor? Hayır! 30-35 yıldır böyledir. Unutmayalım ki, Kürt halkının Filistin halkıyla emperyalizme, Siyonizm’e, işbirlikçi diktatörlüklere, faşizme karşı direniş ortaklıkları 1970’lerin sonunda başladı. Lübnan’da, Filistin’de, Suriye’de Kürt ve Filistin devrimcileri omuz omuza ortak örgütler içinde yer aldılar, direnişe geçtiler, birlikte şehitler verdiler Beyrut’ta, Selahattin Eyyubi kalesinde, doğu cephesinde! 13 kahraman şehit verdi. Kürt halkı Filistin halkının Siyonizm’e ve emperyalizme karşı direniş mücadelesinde onlarca esir verdi. Her zaman Kürt halkı Filistin halkıyla kardeşçe birliği savundu. Kürt Özgürlük Hareketi Filistin kurtuluş hareketini dost, müttefik, yoldaş bildi; kardeşçe ilişkiler kurdu 33-34 yıldır. Bugün de bu kardeşlik, bu ilişkiler sürüyor. Sadece Filistin direnişiyle mi, hayır! Suriye’de, Lübnan’da, Mısır’da, Irak’ta Arap aleminin hemen hemen her alanında demokratik yurtsever aydın hareketleriyle, ideolojik politik eğilimlerle her zaman dostça ilişki ve dayanışma içinde olmayı esas aldı. Kürt ve Arap direnişleri, özgürlükçü ve demokratik hareketleri hep ortak bir cephede yer aldılar, müttefik oldular. Kürt-Arap dostluğunu, dayanışmasını, birliğini temsil ettiler. Burada en somut birlik Kürdistan ve Filistin halklarının ortak mücadele içerisinde emperyalizme ve siyonizme karşı birliklerinde ve direnişlerinde görüldü. Bunlar tarih olarak sabittirler. Bu tarihsel dayanışma ve demokratik birlik durumu son iki yıldır bölge statükosunu ve onu var eden güçleri yenilgiye uğratmak üzere Kürdistan özgürlük direnişi ve Arap isyanının objektif dayanışması, birliği biçiminde sürüyor. Eşzamanlı direnişler olarak gelişiyor. İşte bu iki mücadele birinci dünya savaşında küresel kapitalist hegemonyanın oluşturduğu Ortadoğu'daki ulus-devletçi statükoyu parçalıyor, yok ediyor. Onun yerine demokratik ulus inşalarını gündeme getiriyor, demokratik toplumu ortaya çıkarıyor, demokrasi hareketlerini geliştiriyor, demokratik devrimleri kökleştiriyor. Demokratik ulus inşası temelinde bölge halklarının kardeşçe birliğine dayalı yeni demokratik Ortadoğu'nun inşasını hedefliyor ve adım adım örüyor. İşte bölgedeki mücadele esas olarak burada yaşanıyor. Bir, bölgede I. Dünya Savaşı içerisinde kapitalist küresel hegemonyanın ortaya çıkardığı ulus-devletçi statükoyu korumaya çalışan güçler, ikincisiyse, bu statükoyu parçalayarak demokratik ulusların kardeşçe bir arada yaşamlarını ifade eden demokratik Ortadoğu birliğini yaratma eğilimi arasındaki mücadele, çatışma oluyor. Bölgedeki esas, temel çatışma budur. Bölgede statükoyu parçalayan güç ise bölgede halkların demokratik ulus çerçevesinde kardeşçe yaşamasını öngören, demokratik birliğinden yana güçler oluyor. Yani Kürdistan Özgürlük Hareketi, Arap demokratik isyanı oluyor. Bunun gibi Türkiye'de, İran'da, bütün halkların bağrında gelişen özgürlükçü ve demokratik hareketler oluyor. Bu gerçeği iyi görmemiz lazım. Bu direnişler nedeniyle özellikle de Kürt ve Arap direnişlerinin eş zamanlı olarak gelişmesi karşısında I. Dünya Savaşının yarattığı ulus-devletçi statükonun kesin parçalanıp yok olacağı, onun yerine halkların kardeşliğine dayalı demokratik Ortadoğu birliğinin yaratılacağı görülünce statükodan yarar gören, devletçi statükoyu yaratan güçler bu gelişmeleri önlemek için karşı saldırıya geçmiş bulunuyorlar. Aslında bölgedeki statükocu güçler ile küresel kapitalist hegemonyanın temsilcisi olan ABD arasındaki çelişki ve çatışmayı, dolayısıyla dünya savaşı denen olayı böyle değerlendirmek lazım. Üçüncü dünya savaşı aslında ABD ile bölgenin ulus-devletçi diktatörlükler arasındaki savaştır. Yani birinci dünya savaşında ortaya çıkan küresel hegemonyanın Ortadoğu'da yarattığı ulus-devletçi statükonun kendi içindeki çatışmasıdır. Bu statükonun küresel dayanaklarıyla yerel güçleri arasında yaşanan bir çatışmadır. Bir iktidar çatışmasıdır, hegemonya çatışmasıdır. Bu, ulus-devletçi statüko Kürt ve Arap direnişleri tarafından yıkılmakla tehdit edilince, bu statükoyu korumak, mücadeleyi saptırmak, halkları yanıltmak, miadını doldurmuş Kürt ve Arap direnişleri karşısında dayanamayarak yıkılmakla yüz yüze olan ulus-devletçi statükoyu kısmen rötuşlayarak yeniden inşa etmek ve uzun ömürlü kılmak için çaba harcayan bir savaş oluyor. Aslında küresel kapitalist hegemonyayla yerel ulus-devletçi diktatörlükler arasında yaşanan III. Dünya Savaşının karakteri budur. Bununla esas olarak çarpıtma, saptırma yaptırılmak isteniyor. Halkların bilinci saptırılmak, dolayısıyla potansiyeli heder edilmek isteniyor. Bu çatışmayla Kürt ve Arap direnişleri karşısında tasfiyeyle yüz yüze gelen bölgenin ulus-devletçi statükosu yeniden inşa edilmek, uzun ömürlü kılınmak, yaşatılmak isteniyor. Burada başını TC yönetimlerinin ve İran devletinin çektiği bölgenin temel statükocu güçleriyle ABD arasındaki mücadelenin temel özelliği de şu oluyor: TC hükümetleri ve İran yönetimi, onun uzantısı biçiminde olan diğer diktatörlükler, ulus-devlet statükosunu olduğu gibi korumaya çalışırken kapitalist hegemonyanın önderliğini yapan ABD ise bunun mümkün olmadığını, artık ulus-devlet statükosunu mevcut karakteriyle ayakta tutmanın imkansız hale geldiğini görerek yıkılmasını önlemek, statükoyu uzun ömürlü kılıp kendi çıkarları doğrultusunda yaşar hale getirmek için kısmı rötuşlama, değişiklik yapmayı zorunlu görüyor. ABD'nin bu değişiklik isteğine karşı bölgesel, yerel düzeydeki ulus-devletçi diktatörlükler ise kendi iktidarlarını korumak için direniyorlar. İşte bu, söz konusu çatışmaya yol açıyor. Böyle bir durum karşısında bölgede kendisinin yaratmış olduğu ulus-devletçi diktatörlüklerle çıkarları kısmen çelişip aşmak için geliştirdiği mücadele nedeniyle küresel kapitalist hegemonya güçleri, ABD Önderliği değişimden yana, devrimci güçmüş gibi algılanıyor, ifade ediliyor. Oysaki onun devrimciliği çok azdır, sınırlıdır, yok denecek kadar zayıftır. Gerçek olan bir restorasyondur, rötuşlamadır, cilalamadır. Biraz sermayenin serbest dolaşımı önündeki engelleri aşmayı ifade ediyor. Diğer yandan ise halklar tarafından nefretle karşılanan ve yıkılmak için isyan edilen diktatörlükleri ortadan kaldırarak mevcut ulus-devlet statükosunun ömrünü uzatmaya çalışıyor.

O nedenle de bir kere bölgede temel değişim dinamiği nedir? Değişim hareketi kimdir? Değişimi savunan ideoloji, eğilim, siyaset, örgütlenme, mücadele hangileridir iyi bilmemiz lazım. Diğer yandan bölge statükosunu savunan kim? Statükoyu yaratan kim? Bugün ondan yararlanan kim? Onu olduğu gibi korumaya çalışan kim? Biraz rötuşlayarak ömrünü uzatmaya çalışan kim? Bunlar arasındaki çelişki ve çatışma nasıl oluyor? Mevcut ulus-devlet statükosuyla halkların özgürlükçü ve demokratik duruşları arasındaki mücadele nasıldır? Bunları iyi görmek, birbirinden kesinlikle ayırmak lazım. İşte bu noktada aslında İran İslam devletinin oynadığı bir rol var. Türkiye'de AKP hükümetinin oynadığı bir rol var. Dikkat edelim statükoyu değiştirmeye, yok etmeye yönelen, onu ciddi bir biçimde işlemez kılan, parçalayan Kürt ve Arap direnişleridir. Bu direnişlere karşı duran, ulus-devletçi statükoyu birinci planda savunmaya çalışan Türk ve İran devletleridir. ABD ve müttefikleri bunun mümkün olmadığını görerek kısmi değişikliklerin bu statükoda yapılmasını istiyorlar. Bir restorasyonu gerekli görüyorlar. Çünkü o olmazsa büyük demokratik devrim olacak, statüko yıkılacak diyorlar. Onların ulaştığı karar bu. İşte bazı rötuşlama, restorasyonal düzeyde değişiklik yapmada küresel hegemonyanın önderliğini yapan ABD bölgede siyasi İslam denen eğilime dayanmak istiyor. Geçmişte de aslında Sovyet sosyalizmine karşı mücadelede siyasi İslam’a dayanmaya çalıştı. Buna yeşil kuşak projesi denmiştir. Türkiye'den İran, Pakistan, Afganistan’a uzanan bir kuşaktı bu. Sovyet Rusya’nın sıcak denizlere inmesini önleme, engelleme hareketiydi. ABD Önderliği bundan kısmen sonuç da aldı. Reel sosyalizmi güneyden yeşil kuşak hareketiyle kuşatarak çözülüşe götürdü. Şimdi bölgede katı ulus-devletçi diktatörlükleri de ılımlı siyasi İslam hareketine dayanarak çözülüşe götürmek istiyor. Nasıl ki katı reel sosyalizmi yeşil kuşak hareketine dayanarak kuşatıp çözülüşe götürdüyse, katı ulus-devlet diktatörlüklerini de ılımlı siyasi İslam hareketlerine dayanarak çözülüşe götürmek istiyor. AKP'yi böyle bir ılımlı İslam modeli olarak görüyor, değerlendiriyor, rol oynatıyor. AKP'nin sözde ılımlı İslam modeliyle bölgedeki katı ulus-devletçi yapıların değişebileceğini hesap ediyor. En başta bu biçimde Türkiye'deki katı Kemalist milliyetçi diktatörlüğün değiştirilip ılımlı İslam’a dayalı bir demokratikleşmeye dönüştürülebileceğini sanıyor. Diğer yandan bunu bütün Arap alemine, hatta İran’a, bütün Ortadoğu'ya bir model olarak sunmaya, bu model temelinde bölgenin her alanında değişiklikler yapmaya çalışıyor. Bu temelde rol oynatmak istiyor. ABD-AKP ittifakı bu temelde oluşmuş bir ittifaktır. AKP aslında bu rol ve misyonla ortaya çıkmış bir hareket oluyor. Dolayısıyla kendisi ilkesi, hedefi, programı olan bir hareket değildir. ABD'nin ılımlı siyasi İslam projesini esas alarak, ona model olma temelinde ortaya çıkan, ABD tarafından desteklenerek Türkiye'de iktidara getirilen, bölgeye de model olarak da sunulan bir hareket oluyor.

Ortada gerçekten bir AKP yoktur. ABD'nin ılımlı siyasi İslam projesi temelinde geliştirilen, ABD'nin desteğiyle ortaya çıkan bir hareket var. AKP tümüyle böyledir. Dikkat edelim, birinci kongresini yapmadan tek başına iktidar oldu AKP. Peki, neye dayanarak, hangi güce dayanarak? Hangi örgütlülüğe ve çabaya dayanarak oldu? Parasını nereden aldı, örgütünü nereden kurdu? Halkı nasıl etkiledi? Arkada koskoca ABD desteği olmasa bunu kesinlikle gerçekleştiremezdi. Bunu iyi görelim, doğru anlayalım. Şimdi dördüncü kongresiyle on yıllık bir hedef daha önüne koymaya çalışıyor, ama iyi bilelim ki, geçen on yılı ABD desteğiyle kurtardı. ABD'nin Türkiye üzerindeki etkinliğine dayanarak, ABD desteğini kullanarak var oldu, iktidar oldu, yargıyı geriletti, orduyu geriletti, CHP ve MHP’yi geriletti; Kürtlere karşı soykırım savaşını yürütüyor. ABD desteği olmazsa bunların hiçbirini yapamaz. Bazıları diyor, halk desteğine dayanarak bunu yapıyor, ne alakası var! AKP'ye destek veren halkın böyle bir mücadeleci gücü yok. Sonuna kadar basit, çıkarcı bir topluluk bu. Gücü, imkanı AKP’de gördüler, oradan yemlenerek aslında yeni bir sınıf, yeni tarz bir burjuvalaşmayı ortaya çıkardılar. Bunu netçe görmek gerekli. İşte ABD tarafından AKP'ye oynatılmak istenen rol bu. Aslında bölgedeki statükonun köklü bir biçimde değişimini engellemek, ulus-devletçi diktatörlüklerin yıkılışını önlemek, Kürt ve Arap devrimlerini tasfiye etmek, buna karşılık kısmi rötuş düzeyinde restorasyonlarla ulus-devlet diktatörlüklerinde bazı değişiklikler yaparak, işte AKP'nin ifade ettiği gibi ileri demokrasiye ulaştık deyip toplumu kandırma hareketi oluyor bu. Aslında Kürt ve Arap devrimlerini tasfiye etme Ortadoğu'da mevcut statükoyu aşacak köklü değişimi ve dönüşümü önleme, kısmi rötuşlarla küresel kapitalist hegemonyaya dayanan, Kürtleri inkar eden, Kürt soykırımı yürüten, Arapları ikinci planda tutan, bölgenin birinci dünya savaşıyla oluşmuş ulus-devletçi statükosunu devam ettirmek oluyor. AKP'nin gerçeği bu. AKP ile bölgede inşa edilmek istenen ılımlı siyasal İslam projesinin hedefi bu, içeriği bu. Bu proje ne kadar güçlü olabilir? Ilımlı İslam ne kadar rol oynayabilir? İslam’ın ılımlısı, radikalı birbirinden ne kadar ayrışır? Aslında bunlar göreceli yaklaşımlar. Ilımlıkla radikallik bir dozaj farklılığını ifade ediyor. İşin esası siyasi İslam’dır. AKP ile bir siyasi İslam modeli geliştirmek istedi ABD, fakat bu model radikal İslam’ı destekledi. Dikkat edilirse birçok alanda ABD desteğiyle gelişen eğilimler ABD ile çatışır hale geldiler. Arap devletlerinde böyle olduğu gibi, bu bir yerde neredeyse Türkiye'de de böyle oluyor. Dolayısıyla ABD'nin AKP ile yaratmış olduğu modelin Ortadoğu'da tutmayacağı anlaşılıyor. Siyasi İslam modelinin I. Dünya Savaşının ortaya çıkardığı ulus-devletçi diktatörlükleri aşma, o statükoyu değiştirme görevini yerine getiremeyeceği, kısmen onları yapsa bile hem bölge halkları hem de dünya için daha tehlikeli, daha çatışmalı bir sistem yaratacağı ortaya çıkıyor. Bu bakımdan son günlerde görülen o ki, aslında bu siyasi İslam’dan ABD ve müttefikleri de biraz kuşkulu. Çünkü radikal İslam tarafından tehdit ediliyor. Bunun arkasında da siyasi İslam vardır. O halde ulus-devlet diktatörlüklerini aşmaya çalışalım derken, radikal İslamcı saldırılarla yüz yüze geliyorlar. AKP ile geliştirilmek istenen siyasi İslam aslında efendileri için yeni bir problem, çıkmaz ortaya çıkarıyor. Son dönemde ortaya çıkan gerçekler biraz böyle. Bu bakımdan da ne ABD'nin oyunları ne de AKP ve benzeri güçlerin siyasi İslam adı altında dinci, milliyetçi diktatörlükler yaratma eğilimleri bölgede yeni bir çözüm olarak ortaya çıkıyor. Tam tersine eski ulus-devletçi statükoyu biraz daha maskeleyerek devam ettirmeyi ifade ediyor. Bunu şimdi Kürdistan'da, Arabistan’da, hatta Türkiye ve İran'da aydınlar çok daha net ve kapsamlı bir biçimde görüyorlar. Bunun yarattığı tehlikeyi seziyorlar. Bu bakımdan da bunların çözüm olmadığını, çözümün köklü ve radikal bir değişim-dönüşüm olduğunu, ulus-devletçi statükoyu bölgede tümden yıkıp aşmak olduğunu görüyorlar. Bunu yaratan güçlerin de Kürdistan özgürlük devrimiyle Arap demokratik isyanı olduğunu görüyorlar. Bunlara sempati, eğilim daha çok gelişiyor. Kürt ve Arap direnişleri birbirlerini daha iyi tanıyorlar, demokratik çerçevede birbirlerine daha çok yanaşıyorlar. Giderek demokratik Ortadoğu birliğinin, demokratik ulusların kardeşliği çerçevesinde yaratılmasını ifade edecek biçimde demokratik Kürt-Arap ilişki ve ittifakının önü açılıyor. Gittikçe bu eğilim gelişme gösteriyor. Bölgenin temel devrimci gücü bu, değişim dinamiği bu. Önümüzdeki süreçteki çatışmalar içinde bu gerçeklik çok daha ortaya çıkacak. Hem ABD'nin rötuşlaştırma restorasyon çabaları boşa çıkacak, hem AKP'nin siyasi İslam’ıyla bunu gerçekleştirmesi tutmayacak, hem de TC ve İran devletlerinin statükoyu olduğu gibi koruma çabaları sonuç vermeyecek. Bütün bunlar gelişen mücadele içinde aşılarak, dolayısıyla bölgedeki ulus-devlet statükosu yıkılarak Kürt ve Arap direnişine dayalı demokratik Ortadoğu devrimi gelişecek. Ortadoğu'nun geleceği, yeniden yapılanışı bu temelde olacak. Ortadoğu tarihiyle uyumlu olan bu, toplumsallaşmasıyla uyumlu olan bu. Uluslararası düzeyde insanlığın özgür ve demokratik yürüyüşüne hizmet edecek, ön açacak gelişme bu. Önümüzdeki süreçte Ortadoğu'da gerçekleşecek olan da, başarı kazanacak olan da budur. Bu temelde biz özgürlük ve demokrasi mücadelesi veren, dış güçlere ve bölge diktatörlüklerine karşı bu temelde mücadele eden, her türlü oyuna karşı uyanık olan, özgürlükçü ve demokratik güçlerin özgürlükçü ve direnişçi herkesi selamlıyoruz, başarılar diliyoruz, gelecek onlarındır; önleri açıktır. Israr ve sabırla birlik içinde yürütecekleri özgürlük ve demokrasi mücadelesi kesin başarı kazanacaktır.