Şimdi III. Dünya Savaşı olarak
tanımlanan sürecin de bir Ortadoğu savaşı biçiminde yaşandığını
görüyoruz. Bu kez bölgenin Batısı da Doğusu da hepsi işin içinde ve
bütün küresel aktörler bu mücadeleyle ilgili.
Duran KALKAN
Ortadoğu bölgesinin yerkürenin önemli
bir coğrafik alanını işgal ettiği biliniyor. Yine insanlığın
toplumsallaşması ve devletleşmesi sürecine öncülük eden bölge olduğu
tarih tarafından açıkça kaydedilmiş durumda. Bu nedenle Ortadoğu'daki
gelişmeler, neredeyse yerkürenin bütün alanları üzerinde etkide
bulunuyor.
Günümüz Kürdistan'ında yaşanan
gelişmeler de Ortadoğu'daki durumu derinden etkiliyor. Bölgenin
merkezinde yer alması, Dicle-Fırat havzasından oluşması nedeniyle tarih
boyunca insanlığın gelişiminde önemli bir yere sahip bulunuyor. Doğal
olarak da günümüz dünyasında yaşanan mücadelenin Ortadoğu ve Kürdistan
eksenli olması kaçınılmaz hale geliyor. O nedenle sadece bölgesel değil
dünyaya ait bütün çelişkiler Ortadoğu'da yoğunlaşmış durumda. Bundan
dolayıdır ki, bölgemizde çok kapsamlı bir ideolojik, siyasi ve askeri
mücadele yaşanıyor.
Kapitalist modernite sisteminin dünya
çapında hegomonik hale geldiği süreçten bu yana da yaşanan üçüncü büyük
çatışma merkezinin yine Ortadoğu olması bu tarihsel-güncel gerçeklikten
kaynağını alıyor. Çok iyi biliniyor ki I. Dünya Savaşı her ne kadar
Avrupa devletleri arasında süren ve İngiltere-Almanya önderlikleri
arasındaki hegomonik hesaplaşmayı ifade etse de Ortadoğu'yu ele geçirme
ve paylaşma savaşı olarak ortaya çıktı. Çünkü Dünya hegemonunun kim
olacağı bu sahadaki hakimiyet üzerinden belirlenecekti. Yine II. Dünya
Savaşında bölgenin kuzey hattı, Sovyet-Rusya toprakları büyük bir
çatışma alanı olsa da, hedef yine Ortadoğu'yu Kuzeyinden ve Doğusundan
ele geçirerek Hindistan’a ulaşabilmekti. En azından savaşı çıkartan
Hitler Almanya’sının saldırı politikasının esası buydu. I. Dünya
Savaşında Ortadoğu'nun Batı bölümü temel bir savaş alanı olurken, II.
Dünya Savaşında bu durum Zagrosların doğusuna kaydı. İran sahası önemli
bir gerginlik ve hesaplaşma alanı olarak ortaya çıktı.
Şimdi III. Dünya Savaşı olarak
tanımlanan sürecin de bir Ortadoğu savaşı biçiminde yaşandığını
görüyoruz. Bu kez bölgenin Batısı da Doğusu da hepsi işin içinde ve
bütün küresel aktörler bu mücadeleyle ilgili. İdeolojiden askerliğe,
siyasetten ekonomiye kadar bütün mücadele araç ve yöntemleri etkin bir
biçimde kullanılıyor. O nedenle de bundan önceki savaşlar daha çok
askeri boyutlu olurken, bugün Ortadoğu üzerinde adeta bir topyekun özel
savaş gibi toplumsal yaşamın bütün alanlarını içine alacak bir kapsam ve
derinliğe sahip olan bir küresel savaş yaşanıyor. Bu da yaşanan savaş
sürecinin özgünlüğünü ifade ederken gelecek açısından da savaşın ne
kadar derin-kapsamlı hale geleceğini ve çatışmanın ne kadar yoğun
olacağını ortaya koyuyor. Özellikle de bugün ideolojik, ekonomik,
siyasi, psikolojik boyut o kadar öne çıkıyor ki, askeri boyut zaman
zaman birincil plana geçse de eskiye göre diğer boyutlarla paralel
süren, bazen onların gerisinde kalan bir durumu yaşıyor.
Bütün bunlar ve özellikle günümüzde
yaşanan bu kadar kapsamlı ve derinlikli çatışma süreci elbette ki
bölgede yaşanan değişim ve dönüşüm durumunu ifade ediyor. Aslında
miadını tamamlamış kapitalist modernite sisteminin aşılması için
insanlığın 20.yüzyıl boyunca geliştirdiği mücadele, şimdi yeni kavramlar
ve kuramlar temelinde, yeni bir Ortadoğu ve ona dayalı olarak yeni bir
küresel insanlık yaşamının yaratılması üzerinden sonuç almaya çalışıyor.
Bu nedenle değişimden yana olanı, karşıt olanı doğru tespit etmek
kadar; değişim ve dönüşümün temel karakteri nedir sorusuna doğru yanıt
vermek gerekiyor. Çünkü en gerici olanlar kendini devrimci olarak
gösterebiliyorlar. En fazla toplumsal değişimi engelleyenler kendini
yenilikçi, değişimci olarak ortaya koyabiliyorlar. Temel değişim
dinamiği olarak adeta motor rolü oynayan güçler teröristtir, vb.
denilerek aforoz edilebiliyorlar. O nedenle kimin gerçekte neyi temsil
ettiği, ne anlama geldiği, ne değer ifade ettiği, nasıl bir rol oynadığı
çok net olarak görünmeyen karışık, muğlak, bulanık bir ortam var.
“Bulanık suda balık avlama” misali birçok kesim, özellikle de medya
gücüne dayanarak kendini çok farklı bir biçimde takdim edebiliyor.
Kurdun dumanlı havayı sevmesi gibi bazı iktidar kurtları, bu bulanık
havada kendilerini ilerici, yenilikçi, demokrat olarak sunmaya
çalışabiliyor. Bu bakımdan günümüzde Ortadoğu'da yaşanan gerçekliği
doğru çözümlemek çok büyük önem taşıyor. Bu, aynı zamanda dünya çapında
insanlığın özgürlük ve demokrasi yürüyüşünün doğru anlaşılması ve
stratejik-taktik planlamaya kavuşturulması açısından da gerekli oluyor.
Elbette bunun için de tarihsel
gerçekliğin çok iyi bilinmesi gerekiyor. Özellikle tarihsel adımlarda
Ortadoğu'nun neyi ifade ettiği, neleri yaratan bir konumda bulunduğu
gerçeğinin iyi bilinmesi gerekiyor. Ortadoğu'da bugünkü yaşananları
tarihten kopuk olarak doğru çözümlemek asla mümkün değildir. Yine
küresel düzeyde yaşanan çatışmalardan kopuk olarak da günümüz
Ortadoğu’sunda yaşanan III. Dünya Savaşı gerçeğini doğru anlamak ve
çözümlemek olanaksızdır. Bu nedenle de her ne kadar bir bölgesel düzey
ifade etse de Ortadoğu'da yaşananların tarihsel ve küresel düzeyle
derinden bağı olduğunu çok iyi görmemiz, anlamamız gerekiyor.
Bu noktadan yaklaştığımızda tarih içinde Ortadoğu'nun ortaya koyduğu temel karakterleri şöyle sıralayabiliriz:
1-Ortadoğu coğrafyasının, özellikle de
Dicle-Fırat havzasının, Zagros-Toros kavisinin, yani Altın Hilal olarak
ifade edilen coğrafyanın insanlığın toplumsallaşma merkezi olduğunu çok
iyi biliyoruz. Tarım-Köy devriminin burada yaşandığı, kadın
öncülüğündeki neolitik devrimin merkezinin bu alan olduğu günümüzde
tarih bilimi tarafından çok daha net ve kapsamlı bir biçimde
aydınlatılmış ve ifade edilmiş bulunuyor. Bu bakımdan da Ortadoğu
toplumsallığın merkezidir. Toplumsallık demek, politik ve ahlaki yapının
gelişmesi demektir. Bireycil olmaktan, düşünemeyen yani reflekslerle
hareket eden canlılar olmaktan çıkmak, bunları aşan bir temelde bir
topluluk olarak birlikte ortak yaşamı temel ahlaki kurallar ve politika
kanunlarına göre yürütür hale gelmek; çok sağlam toplumsal dokuların
oluşturulması anlamına geliyor. Bu nedenle Ortadoğu'nun binlerce, hatta
on binlerce yıla yayılan bir toplumsallaşma sürecine sahip bulunduğu
tartışma götürmez bir gerçek oluyor. Bu da Ortadoğu'da toplumsal
değerleri ifade eden politik-ahlaki toplum yapısının güçlü olduğu
anlamına geliyor. Her ne kadar beş bin yıllık devletçi uygarlık
sistemleri tarafından bu değerler tahrip edilmeye çalışılsa da, hala
demokratik toplum değerlerinin Ortadoğu'da yaşayan bütün toplumlar
içerisinde değişik düzeylerde var olduğunu gözlemlemek zor değildir. Bu
da demokratikleşme, özgürleşme bakımından Ortadoğu'yu çok güçlü bir
potansiyele sahip kılıyor. Günümüzde demokratik ulus gelişiminin böyle
çok güçlü bir tarihsel-toplumsal gerçekliğe dayandığı biliniyor. Yani
güçlü bir toplumsallık var. Tarım-Köy toplumuna dayanan, neolitik
devrime dayanan, kadın özgürlüğüne dayanan bir toplumsallaşma bu.
Günümüzde de bütün tahribatlara ve çarpıtmalara rağmen böyle bir
toplumsallaşmanın dünyanın diğer alanlarına göre çok ileri düzeyde
yaşandığı tartışma götürmez bir gerçek.
2- Merkezi uygarlık diye tanımladığımız
ve günümüzde küresel kapitalist hegemonya olarak ortaya çıkan sistemin,
bu bölgede doğup geliştiği, dünyanın diğer alanlarına buradan yayıldığı
yine tarih bilimi tarafından netçe kanıtlanmış bir gerçektir. Burada
devletleşme ve iktidarlaşma olayından söz ediyoruz. Bunun milattan önce 4
bin yıllarından önce hiyerarşik toplum yapılanmasına dayanarak
geliştiğini ve esas olarak da neolitik devrimin yarattığı temel
toplumsal değerleri emerek palazlandığını tarih söylüyor. Bu palazlanma
üzerinden aşağı Mezopotamya’da Uruk başta olmak üzere Sümer kentleşme
sistemi olarak geliştiği biliniyor. Sümer şehir devletlerinin oluşumu
giderek kırsal alana, yukarı Mezopotamya’ya doğru gelişme yayılma
gösterirken Babil, Akad, Asur sistemlerine doğru evirilirken kent-site
sistemi olmaktan çıkıp giderek imparatorluklaşma durumu yaşanıyor. Bu
değişimin batıda Nil havzasından, Doğuda Hindistan’a, ardından ise bütün
Asya, Afrika, Avrupa ve dünyanın diğer alanlarına yayıldığını
biliyoruz.
Sümer-Uruk sitesinden başlamak üzere
devletçi merkezi uygarlık, adeta bir kartopu gibi büyüyerek ve akıp yer
değişimi sağlayarak, yayılarak bütün dünyayı egemenliği altına almış
bulunuyor. Günümüzde neredeyse insanın ve toplumunun onsuz asla var
olamayacağı, yaşayamayacağı bir olgu gibi ortaya konan; gerçekte ise
toplumun içinden çıkmasına rağmen onun üzerinde yer alarak toplumsal
değerleri baskı ve sömürüyle ele geçirmeyi ifade eden sistem, bu biçimde
ortaya çıkmış bulunuyor. Kısaca baskı ve sömürü düzeninin,
devletçi-iktidarcı egemenlik gerçeğinin en çok geliştiği, en erken
ortaya çıktığı, en uzun süreli var olduğu devletçi merkezi uygarlığın
doğuş alanını, merkezini ifade ediyor Ortadoğu.
Bu uygarlık alanında her gelişen,
büyüyen fatih kendisini öncesiz ve sonsuz ilan edebilmek için
Ortadoğu'yu ele geçirmesi, Dicle-Fırat havzasına sahip olması gerekiyor.
Böylece tarih boyunca güçlenen her devletçi sistemin kendini dünya
fatihi haline getirmek için Mezopotamya’ya yöneldiğini, Ortadoğu'yu ele
geçirmeye çalıştığını görüyoruz. Bu nedenle başta Mezopotamya olmak
üzere Ortadoğu'nun tümü tarih içerisinde hep bir işgal, istila, çatışma
alanı olarak büyük savaşlara, hesaplaşmalara sahne oluyor. Devletçi
uygarlık sisteminin gelişimi, devletçi-iktidarcı düzenin giderek
dünyanın her yerinden daha fazla Ortadoğu’da derinleşmesi toplumsal
değerlerin daha çok emilmesine, sömürülmesine, tahrip edilmesine,
aşındırılmasına yol açıyor. Toplumsallığı zayıflatarak devletçilik,
iktidarcılık geliştiriliyor ve güçlendiriliyor. Bir yandan dıştan gelen
işgal ve istilaların yol açtığı tahribatlar, talanlar, yağmalamalar
demokratik uygarlık değerlerini tahrip ederken, diğer yandan demokratik
toplum gerçeği bütün bu baskı ve sömürü düzenlerine karşı direnerek var
olmaya çalışıyor. Bu çatışma ortamında, sürekli baskı, sömürü ve saldırı
karşısında kesintisiz bir direniş içinde olma, politik-ahlaki toplumun
yaşam kaynağı, demokratik toplumun var olma etkeni oluyor. Aksi durumda
yani direnişte etkili olamama halinde elbette büyük ölçüde tahribatlara,
doğal, komünal toplum değerlerinin üzerinde tahribatların yaşanmasına,
aşınmaların olmasına yol açıyor. Aslında Beş bin yılı aşkın süredir
Ortadoğu gerçeğini, tarihini biraz da bu çatışma, demokratik uygarlık
değerleriyle devletçi-iktidarcı merkezi uygarlık sisteminin saldırıları
arasındaki mücadele, çatışma belirliyor. Ortadoğu'nun bir de böyle bir
gerçekliği var. Böylece demokratik toplum değerleri direnme gücünü bir
sisteme kavuşturarak kendini var edebiliyor. Yine beş bin yıl boyunca bu
alan, hep dışarıdan imha, işgal, talan hedefleyen saldırılara sahne
oluyor. O nedenle merkezi devletçi uygarlık sistemi en çok burada
gelişiyor; sistemleşiyor, temel ölçülerini, değerlerini burada var
ediyor. Dünyanın diğer alanlarına esas olarak buradan yayılıyor.
3- Son devletçi uygarlık hamlesini ifade
eden İslam devriminin bölge üzerindeki etkilerini de daha özgün olarak
ele almak gerekiyor. İslam devrimi bir yandan neolitik tarım-köy
devriminin yarattığı güçlü toplumsallaşma değerlerine, öğelerine
dayanırken; diğer yandan bunların aldığı, emdiği değerlerle birlikte
devletçi uygarlık sistemiyle yeniden üst düzeyde bir birleşmeyi, yeni
bir devletçi iktidarcı sistem yaratmayı ifade ediyor. Her ne kadar
ideolojik şekillenişinde, ilk siyasi hamlelerinde özgürlükçü ve
demokratik karakteri fazla olsa da, daha sonraki süreçlerde İslamiyet,
devletçi iktidarcı sistemle birleşerek yeni bir merkezi devletçi
uygarlık haline gelmeyi ifade ediyor. Burada şunu görüyoruz: bölgenin
daha önceki tarihsel süreçte iki temel karakterinin İslam devrimi
tarafından birleştirilmeye çalışılması söz konusu. Yani hem
politik-ahlaki toplumu ifade eden doğal demokratik toplum değerlerinin
ve hem de Sümer’den başlayan merkezi devletçi uygarlık değerlerinin esas
alınması, bunların birleştirilmeye çalışılması gerçeği var. İslam
devrimi, İslam uygarlığı giderek böyle bir durumu ifade ediyor.
İslamiyet altında Ortadoğu'da Arap
kavmiyetçiliği güçlenip ortaya çıksa da diğer kabile, kavim düzenleri de
benzer bir biçimde gelişme gösteriyorlar. Kabile, aşiret düzeninden
kavmiyete geçiş, tarihin derinliklerinden gelen güçlü toplumsallık
değerlerine dayalı olarak gerçekleşiyor. Arap kavmiyeti biraz İslam
ideolojisinin doğuş alanı, birincil kavmi olma nedeniyle öne çıksa da,
diğer kavmiyetler de reddedilmiyor, inkar edilmiyor, geriye düşmüyor. Bu
bakımdan İslam egemenliği ideolojik, siyasi olarak Arap kavmiyetinin
bölge üzerindeki etkinliğini belli ölçüde geliştiriyor. Fakat onunla
birlikte diğer kavmiyetleri de reddetmiyor, geriletmiyor, köreltmiyor,
tasfiye etmiyor. Devletçi egemenlik olarak da aslında kavmiyetlerin
eşitliği fikri üzerinde bir birlik, bütünlük yaratıyor. İster
Emevi-Abbasi hanedanlıklarının geliştirdiği imparatorluklar döneminde
olsun, isterse daha sonra bölgede egemenlik kuran Osmanlı hanedanının
etkinlik döneminde olsun bu gerçeklik kendini var ediyor. Yani bir
yandan Arap kavmiyetçiliğinin biraz gelişimi, yine diğer yandan öteki
kavmiyetçiliklerin de eşitlik ilkesi temelinde gelişimini ve bu anlamda
toplumsallığın varlığı temelinde yaşamını sürdürmesi sağlanırken, öte
yandan devletçi-iktidarcı sistem bunun üzerinde bir bölgesel hakimiyet
sağlıyor. Sümer’den başlayarak gelişen devletçi sistemin hep gelişme,
büyüme bölgeyi ve yerküreyi ele geçirme eğilimine bağlı olarak İslam
devletçi sistemi de Ortadoğu'yu birleştirerek Asya’ya, Afrika’ya,
Avrupa’ya yayılmaya çalışıyor. Şimdi burada bazı temel özellikleri yine
görüyoruz. İslami devrim sürecinde Arap kavmiyetçiliği biraz gelişmekle
birlikte, diğer bütün kavmiyetler gelişme gösteriyorlar. Yani demokratik
toplum değerleri var oluyor ve gelişiyor. Bunlar bir arada, kardeşçe
yaşama özelliğini koruyorlar. Diğer yandan merkezi devletçi sistem en
son Osmanlı imparatorluğu gerçeğinde görüldüğü gibi bölgenin önemli bir
kesimini devlet siyaseti altında birleştirme gücünü gösteriyor. Bu
dönemde bölge tam bir siyasi birlik içine alınmasa da iki ya da üç
siyasi gücün egemenliği altında yaşayan bir konuma geliyor. Çok fazla
parçalanmışlığı yaşamıyor. En son Osmanlı-İran imparatorlukları
biçiminde Zagros silsilesinin doğu ve batı yakasında gelişen siyasi
egemenlikler olarak varlık buluyor. Bu aslında bir bölgesel bütünlük
demektir. Her ne kadar tek bir devlet sistemi var olmasa da Ortadoğu
bölgesi gibi geniş bir alan açısından iki imparatorluk altında birleşmiş
olmak devletçi sistemin birlik eğilimini bölgede hayata
geçirebildiğini, uygulayabildiğini gösteriyor.
Tarihsel süreç içerisinde yaşanan bu üç
büyük temel karakterin yanına bir dördüncü olarak da son iki yüzyılda
Avrupa’da gelişen kapitalist modernite sisteminin bölge üzerinde
egemenlik kurma, bölgeye taşma, yayılma çabalarını ve bu temelde bölgede
ortaya çıkan sonuçları, gelişmeleri koyabiliriz. Bu da önemli bir
karakteri temsil ediyor. Her ne kadar içten olmazsa da, bölgeye ait
olarak gelişmese de, dıştan, Avrupa’dan gelen bir saldırı olarak ortaya
çıksa da sonuçta giderek bölgeyi egemenliği ve etkisi altına alıyor.
İçselleşiyor, bölgeselleşiyor ve bir Ortadoğu gerçeği haline geliyor.
Bunun Ortadoğu yayılımı, Ortadoğu üzerindeki etkileri nasıldır? Başka
bir deyişle kapitalist modernite sisteminin Avrupa uygarlığının ya da
Avrupa merkezli uygarlık gelişiminin Ortadoğu'ya yayılımının temel
özellikleri, Ortadoğu üzerindeki etkileri nelerdir sorusunu güncel bir
olgu olarak ele almak ve çok daha kapsamlı, ayrıntılı bir biçimde
değerlendirmek, tartışmak gerekiyor.
Bir kere temel değerleriyle,
ölçüleriyle, ideolojik ilkeleriyle, siyaset anlayışı ve yaşam tarzıyla
bu durum dışarıdan gelen, başkasına ait olan, dolayısıyla bölge
açısından yabancı olan, tarih dışı olan, yerel olmayan bir gerçeği ifade
ediyor. Dıştan ele geçirme, egemenlik kurmayı ifade ediyor. Kısaca
emperyalist bir yayılımı, sömürgeci bir saldırı ve tahakkümü ifade
ediyor. Bu gerçeği görmemiz gerekiyor. Her ne kadar içselleşse, bölge
toplumlarına nüfuz etse, bölgedeki siyasi sistem üzerinde tam bir
hakimiyet kurarak sanki temel bir bölge değeriymiş gibi bir yapı
kazanmış olsa da yine de Avrupa merkezli kapitalist uygarlık sisteminin
Ortadoğu açısından bir yabancı saldırı olduğunu, dıştan dayatma olarak
geliştiğini, dolayısıyla neolitik devrimden gelen temel toplumsal
değerlerin bu saldırıyı tümden kabul etmediğini, benimsemediğini, her
zaman onunla bir çelişki ve çatışma konumu arz ettiğini ifade etmemiz
lazım. Hem de Ortadoğu'nun günümüzde de çok bariz bir biçimde öne çıkan
küresel kapitalist sistemle çelişki ve çatışmasının temel nedenlerini
ortaya koyan bir gerçek. Niye Ortadoğu bugün bu kadar ayrıksı, niye
dünya savaşı Ortadoğu'da yaşanıyor, niye Ortadoğu kapitalist dünya
sistemiyle bu kadar çelişki ve çatışma arz ediyor sorularının cevabı
işte bu durumu net bir biçimde ortaya koyuyor. Bu gerçeği öncelikle
bilmemiz lazım. Buna rağmen dıştan gelen ve son iki yüz yılı aşan bir
süre boyunca yürütülen saldırılarla Ortadoğu'da önemli bazı sonuçlar da
ortaya çıkmış bulunuyor. Bunlardan bir tanesi düşünce sistemi üzerindeki
etkilemelerdir. Yani modern ulusçuluğun ya da milliyetçiliğin ortaya
sokulması olarak ifade edebiliriz. Tarihsel süreç içerisinde kendi iç
dinamikleriyle gelişen kabile, aşiret ve kavim düzeni üzerine Avrupa
kapitalizminin ulus-devletçilik olarak ortaya çıkan dar, çatışmacı,
kendini her şeyin üstünde gören, iktidarı kutsayan bir milliyetçi
zihniyeti, ideolojisi yerleştirilmeye çalışılıyor. Daha önceki tarihsel
süreçte gelişen kabile, aşiret, kavmiyet düzenlerinin iç içe, birlikte,
yan yana, kardeşçe yaşama eğilimlerine karşı kapitalist modernite
sisteminin dıştan dayattığı bu ulus-devletçi milliyetçilik tamamen
ayrıksılığı, kendini esas almayı, başkalarının yok edilişi üzerinde
kendini inşa etmeyi öngördüğü için temel bir çatışma, savaş, kavga ve
soykırım etkeni olarak ortaya çıkıyor. Böyle bir milliyetçilik 19.yüzyıl
boyunca çeşitli adlar altında, eğilimler halinde, örgütlenmelere dayalı
olarak başta Osmanlı ve İran imparatorluklarının merkez alanlarından
olmak üzere taşraları da kullanma temelinde Ortadoğu'ya sızdırılıyor.
20.yüzyılda ise bu sızmalarla sağlanan gelişmeler I. Dünya Savaşının
askeri saldırılarına da dayanarak bir siyasi sisteme kavuşturuluyor.
Bölgede var olan imparatorluk sistemleri ezilerek, yenilerek,
parçalanarak söz konusu milliyetçilikleri esas alan, onlara dayanan
ulus-devletçi sistemler geliştirilmeye çalışılıyor. Bölge siyasi
haritası yeniden çiziliyor. Bunun I. Dünya Savaşı içinde
gerçekleştiğini, Ortadoğu'nun özelliklerinden çok, savaşı kazanan
İngiltere ve Fransa’nın çıkarlarına uygun bir biçimde yapıldığını
biliyoruz. Hala günümüzde de bazı çevreler tarafından yaşatılmaya
çalışılan bu siyasi sınırların çoğunlukla harita üzerinde cetvelle
çizildiğini de biliyoruz. Günümüzde haritaya bakıldığında bu gerçek net
bir biçimde görülüyor. Güncel olarak aşılmaya çalışılan bu siyasi
statükonun, bölge siyasal sisteminin I.Dünya Savaşı içinde ve
sonrasından yaratıldığı herkes tarafından biliniyor. Böylece son iki
yüzyılda Avrupa merkezli olarak yaşanan gelişmelerin Ortadoğu'ya
yayılma, etkinlik kurma ve Ortadoğu üzerinde tahribat yaratma gerçeğine
sahne oluyoruz. Ulus-devlet ideolojisine dayalı, dar-şovenist
milliyetçiliğin tarihsel olarak oluşmuş toplumsallık üzerinde tam bir
zihniyet zehirlemesini ifade etmesi kadar, çizilen ulus-devlet
sistemleriyle oluşan yeni statükonun da kendi içerisinde büyük
düşmanlıklar, çelişki ve çatışmalar ortaya çıkardığını, adeta herkesin
bir birine düşman olduğu, komşunun komşuyu düşman gördüğü bir duruma yol
açtığını netçe görüyoruz. Bu durum faşizm denen rejimlerin doğması
kadar, tehlikeli diktatörlükler olarak tanımlanan kişiliklerin, siyasi
sistemlerin gelişmesine yol açıyor. Ortadoğu'nun bu kadar bölük pörçük,
paramparça olması, Ortadoğu'da bu kadar güvensizliğin, çelişki ve
çatışmaların yaşanması, yine Ortadoğu gerçeğinde bu kadar tehlikeli
faşist zihniyet ve rejimlere dayalı diktatörlüklerin türemesi kesinlikle
buradan kaynaklanıyor. Bunlar Ortadoğu gerçekliğinden çok Avrupa’nın
kapitalist modernite ve ulus-devletçi sistemiyle bağlantılıdır. Fakat
denebilir ki Avrupa’nın ulus-devletçi sistemi, milliyetçiliği,
kapitalist modernitesi gökten mi düştü, bir anda mı ortaya çıktı? Hayır,
öyle olmadı. Peki, bunlar Ortadoğu'daki gelişmelerin bir boyutu
toplumsallık, tarım-köy devrimi temelinde gelişen derin toplumsallık
olurken diğer boyutu Sümer’den itibaren gelişen devletçi sistem olan
Ortadoğu gerçeğine dayanmıyor mu? Evet, bu gerçekliğe dayanıyor.
Kesinlikle Avrupa’daki kapitalist modernite sistemi Ortadoğu'daki
toplumsallaşma ve devletçi-iktidarcı uygarlık sisteminin gelişiminden
kopuk ya da ayrı, bağımsız değildir. Bu değerler üzerinde gelişmiştir.
Uygarlık merkezinin Avrupa’ya kayması biçiminde bir yeni durumu ifade
etmiştir. Bir uygarlık sisteminde merkez kayma olayı yaşanıyor o kadar.
Fakat tabii ki Avrupa’nın geliştirdiği kapitalist modernite sisteminin
kendine ait özellikleri var. Her ne kadar bunlar Ortadoğu'daki
devletçi-iktidarcı sistem değerleri üzerinde yükselse de Ortadoğu
uygarlığının kabul etmediği, gelişmesine izin vermediği bazı tehlikeli
eğilimlerinin önünün açılarak gelişmesine fırsat verilmesi biçiminde
Avrupa kapitalizmi ortaya çıkıyor ve gelişme gösteriyor. Dolayısıyla
kapitalist modernite sistemiyle çelişki içinde olması Ortadoğu
değerlerinin sadece bunun dıştan gelmesi, Avrupa’ya ait olmasından
kaynaklanmıyor. Ortadoğu toplumsallığının bu gerçeğe karşıt olmasından
kaynaklanıyor. Ortadoğu toplumsallığının derin, politik, ahlaki değer
sisteminin Avrupa’nın geliştirdiği kapitalist değersizlikleri kesinlikle
tehlikeli görmesi, onları insanlık dışı bir durum, bir hırsızlık durumu
sayması ve reddetmesiyle oluyor. Yüz yıllarca, bin yıllarca kendisini
kuşatarak, düşüncede reddederek, pratikte tedbir geliştirerek gelişimine
izin vermediği kapitalist ahlaksızlığın, saldırganlığın, sömürünün
Avrupa üzerinden hakim bir devlet ve iktidar sistemi olarak Ortadoğu'ya
yöneltilmesi karşısında Ortadoğu'nun tarihsel gerçekliğinin, toplumsal
değerlerinin direniş içinde olması açık ve anlaşılır bir durumdur. İşte
Avrupa’da gelişen milliyetçi ideolojiye ve ulus-devletçi sisteme karşı
Ortadoğu değerlerinin direnişçi konumda olmasının temel özelliği bu
oluyor; buradan kaynaklı bir direnç vardır.
5- I. Dünya Savaşı içerisinde ortaya
çıkan küresel kapitalist hegemonyanın Ortadoğu'da yarattığı siyasi
statükonun temel karakterini incelemek gerekiyor. Aslında bazı çevreler
şu devlet ya da bu devlet kuruldu, egemen oldu, güçlendi, Ortadoğu'ya
hakim hale geldi diye bu durumu ifade etmeye çalışıyorlar. Tabii bu
doğru değil, bir yanlışı ve yanılgıyı ifade ediyor. Aslında Ortadoğu'da
hakim olan kapitalist modernite sistemi oluyor. Savaş böyle bir
hakimiyetle sona eriyor ve burada da kazanan İngiliz-Fransız
öncülüğüdür. Dolayısıyla Ortadoğu siyasi haritası İngiliz-Fransız
emperyalizminin çıkarlarına göre şekilleniyor. Ama bir dünya sistemi,
küresel sistem olarak gerçeklik buluyor. Yoksa sadece bölgeye özgü,
bölgedeki bazı devletlerle bağlantılı bir sistem olmuyor. Bu
İngiliz-Fransız emperyalizminin çıkarlarına dayalı oluşturulan bölge
statükosunun temel özellikleri neler? Birinci temel özelliği,
Kürdistan’ın bölünüp parçalanması, Kürt toplumunun ülkesi ve varlığıyla
reddedilmesi, inkar edilmesi ve yok edilmeye çalışılması oluyor. Yani
Kürdistan'ı bölüp parçalayarak yok etmeyi öngören bir soykırım rejiminin
Kürdistan'a, Kürt toplumuna dayatılmasını ifade ediyor. İngiliz-Fransız
emperyalizminin öncülüğünde, hegemonyasında şekillenen Ortadoğu
sisteminin birinci karakteri budur. Bu küresel kapitalist statükoda
Kürtler yoktur, Kürdistan yoktur. Var olan parçalanmıştır. Bölgede
kurulan çeşitli devletlerin egemenliği altına verilmiştir. Kürt
ulusal-kültürel varlığı inkar edilerek asimilasyon ile soykırımdan
geçirilip başka uluslaşmaların hammaddesi yapılmak istenmiştir. Kısaca
bu statükoda Kürtlere ve Kürdistan'a yer yoktur. Kürt-Kürdistan
kavramlarını zaman zaman kullanması, özellikle de Güney Kürdistan'da
sanki bazı Kürt varlığını kısmen kabul ediyormuş gibi görünmesi tamamen
sahtedir, ikiyüzlüdür, aldatıcıdır. Koskoca bir ülkeyi ve toplumu tümden
reddetme karşısında bulunmuş bir oyundur. Kolay yutulamayacak, kolay
inkar edilemeyecek bir ülke olması konumunda dayatılan bölme, parçalama
ve yok etme rejimine karşı itirazlar geliştiğinde kendisini savunma,
gerçeği çarpıtma, başkalarını aldatma yöntem olarak kullanılmaktadır.
İlkel milliyetçiliğin hayat bulduğu, gıdasını aldığı, dört elle
sarıldığı bu olayın, aslında Kürt soykırımının en tehlikeli boyutu, yönü
olduğu tartışma götürmüyor. Bu gerçekleri iyi görmemiz, doğru anlamamız
gerekiyor. Bu bakımdan genel planda doğru görüş olarak şunu koymamız
lazım: I.Dünya Savaşı ardından İngiliz-Fransız emperyalist çıkarları
doğrultusunda oluşturulan, dünya hegemonyasına dayanan Ortadoğu
statükosunda Kürtler ve Kürdistan'a yer yoktur, yaşam hakkı yoktur. Ret,
inkar, parçalanma, yok sayma ve yok etme vardır. Yani koskoca bir
olguya soykırım dayatılmaktadır. Bugün büyük çatışmalara, kan ve acılara
yol açan, aşılmaya çalışılan bölge statükosunun temel bir özelliği,
birinci karakteri bu.
Bununla birlikte ikinci temel karakteri
Arap dünyasına dayatılan rejimdir, sistemdir. Her ne kadar Arabistan’a
dayatılan Kürdistan'a dayatılandan kısmi farklılık arz etse de yine de
bir aşağılama, sömürgecilik, bağımlılık türü Arap ülkesine ve toplumuna
da dayatılmıştır. Kürdistan gibi bölünüp inkar edilerek yok edilmeye
çalışılmasa da Arabistan da güçten düşsün, parçalansın, zayıf olsun diye
bölünmüştür. Çeşitli işbirlikçi hanedanlıklar, kişiliklerin egemenliği
altına alınmışlardır. Fakat Kürtler gibi yok sayılmamış, yok edilmeye
çalışılmamıştır. Ama parçalanarak, işbirlikçi milliyetçiliğin,
ulus-devletçiliğin egemenliği altına alınarak Arabistan’ın ve Arap
toplumunun bütün değerleri kapitalist küresel emperyalizm tarafından
iliklerine kadar sömürülmeye çalışılmıştır. Burada İslam devrimiyle
neredeyse birinci kavim haline gelen Arap kavmiyetinin ikinci plana
düşürülmesi, geriletilmesi, parçalanıp güç kaybına uğratılması, sıradan,
ikinci planda gelen, etkisiz bir toplum durumuna düşürülerek
horlanması, hakir görülmesi, onurunun kırılması durumu söz konusudur. Bu
da önemli bir gerçeklik oluyor.
Geriye egemen güç olarak biraz da
kendisini örgütleyip tarihten gelen siyasi-askeri egemenlik gücüne
dayanan iki merkezin bölgede sanki hakim olacakmış gibi etkili kılınması
kalıyor. Bir tanesi Osmanlı mirasına dayanan Türkiye Cumhuriyeti
devletinin oluşumu, diğeri ise İran imparatorluğunun devamı olarak
ortaya çıkan ve çeşitli aşamalardan geçip günümüzde İran İslam
Cumhuriyeti olarak kendisini yapılandıran İran ulus-devletçiliği oluyor.
Böylece kapitalist küresel hegemonyanın Ortadoğu'ya dayattığı statüko
üç kategoriden oluşuyor. Bir, bölgenin birincil güçleri Türkiye
Cumhuriyeti devleti ve İran. Aynı şekilde bölgenin birincil
kavmiyetleri; Türk ve Fars ulusçuluğu öne çıkartılıyor, egemen
kılınıyor, birinci planda ele alınıyor. Arabistan bölünüp parçalanarak
Arap kavmiyeti dar milliyetçilikler, hanedanlıklar, daha sonra
ulus-devlet diktatörlüklerinin egemenliği altında ikinci plana
düşürülüyor. Türk ve Fars ulusçuluğu tarafından sıkıştırılan, Türkiye
cumhuriyeti devleti ve İran devletinin siyasi baskısı altında kuşatılan,
ideolojik ve siyasi olarak hep baskı altında tutulan, ekonomik olarak
ise küresel tekeller tarafından iliğine kadar sömürülen bir Arabistan ve
Arap gerçekliği ortaya çıkarılıyor. Arap toplumu ikinci plana
düşürülüyor. Arabistan, bölünüp parçalanan, değerleri sömürülen bir alan
konumuna getiriliyor. Tarihsel olarak yaşadığı gerçekliğe, güçlenmeye
ters bir biçimde baskı altına alınıyor, geriletiliyor. Onuru kırılıyor;
psikolojisi bozuluyor, değerleri sömürülüyor.
Bugün 3. Dünya Savaşının çıkmasına
vesile olan, derin çelişki ve çatışmaları bağrından çıkartan, uzun bir
sürece yayılmış bir dünya savaşı sistemiyle aşılmaya çalışan siyasi
statükonun temel karakterleri budur. Peki, bu statükoyu gerçekten
reddeden, kabul etmeyen, bu statükodan zarar gören, dolayısıyla
statükoyu aşmaya çalışan kim, ya da kimler? Kim bu statükonun efendisi,
kim ezileni? Kim bu statükoya sahip çıkıyor, statükocu oluyor, kim bu
statükoyu reddediyor, aşmaya çalışıyor? Günümüzde yaşanan çatışmanın ana
ekseni burada ortaya çıkıyor. Bu çatışma içerisinde var olan güçlerin
ne anlama geldiğini, neyi ifade ettiğini anlamamız buraya bakmakla
oluyor. Buradan ele alıp baktığımızda, statükonun birinci efendisi
küresel kapitalist hegemonyadır. Çünkü statükoyu ortaya çıkaran bu
güçtür. Mevcut Ortadoğu statükosu tamamen küresel kapitalizmin
çıkarlarına göre şekillenmiş; onun baskı ve sömürüsüne hizmet ediyor. O
bakımdan küresel kapitalist hegemonya ve onun öncülüğünü yapan güçlerin
bu statükoyla ciddi bir çelişki ve çatışmasından söz edilemez. Onlar
kendi çıkarlarının gereğine göre bu statükoyu oluşturdular. Yüzyıldır bu
statükodan yararlanarak dünya egemenliklerini sürdürdüler. Şimdi de
aynı durumu devam ettirmek istiyorlar. Fakat mevcut statüko
sürdürülemiyor. Statükonun yok saydığı, reddettiği, zayıflattığı
kesimlerin direnci var. Dolayısıyla statükoyu değiştirmek üzere,
statükoyu yıkmak üzere devrimci demokratik mücadeleler gelişiyor. O
halde o mücadeleleri yok edebilmek için, zayıflatabilmek, etkisiz
kılabilmek için bölge toplumlarının reddettiği bu statükoda biraz
rötuşlar yapmak gerekiyor. Günümüzde ABD değişimciliğinin temel boyutu
budur. Öyle büyük devrimcilik, değişimcilik atfedilen, Büyük Ortadoğu
Projesiyle ABD yeni bir Ortadoğu kurmak istiyor denilen yorumun özünde
bu yatıyor. Burada öyle köklü bir değişimcilik yoktur. Büyük bir
devrimcilik söz konusu değildir. ABD'nin bölge statükosunda değişiklik
yapma isteğinin iki temel nedeni var: bir, statükoyu devam ettiremiyor;
statükoya karşı mücadele eden güçler var, reddeden güçler var.
Dolayısıyla statüko yıkılmak üzere. Onu uzun ömürlü kılmak için bazı
rötuşlar yapma, restorasyondan geçirme ihtiyacı duyuyor. İkincisiyse
gelişen sömürü çizgisi temelinde bölgenin ulus-devletçi statükosu
ulus-üstü sermayenin dolaşım ve sömürüsüne yeterince hizmet etmiyor.
Dar, katı ulus-devletçi sınırlar sermaye dolaşımının rahat sağlanmasını
ve sömürü yapmasını zayıflatıyor, engelliyor. İşte bu ulus-üstü
sermayenin, küresel sermayenin çıkarıyla kısmi bir çelişki arz ediyor.
Öncülüğünü ABD’nin yaptığı küresel kapitalist hegemonya bu çelişkiyi
çözmek istiyor. ABD'nin devrimciliğinin, değişimciliğinin temel anlamı
bu oluyor. Bu düzeyde İngiliz-Fransız emperyalizminin çıkarlarına göre
şekillenmiş ulus-devletçi bölge statükosuyla mücadele ve çelişki arz
ediyor ABD öncülüğü. Bunun dışında herhangi bir çelişkisi yoktur. Bu da
çok yüzeysel, çok sınırlı bir değişimciliktir. Böyle bir değişimciliğin
arkasında aslında eski statükoyu biraz cilalayarak, rötuşlayarak devam
ettirme eğilimi, anlayışı yatmaktadır. Bu gerçeği net görmek lazım. Öyle
çok köklü bir değişim, dönüşümcülük, yeni bir bölge sistemi kurma
arayışı kesinlikle söz konusu değil. Eski statükoyu sürdürme, yaşatma
eğilimi söz konusu, ama eski yapıyla ulus-devletçi sistemle ona yol açan
dar milliyetçi, şoven milliyetçilikle bu gerçekleşemeyince sistemin,
statükonun ömrünü uzatacak bazı rötuş düzeyinde değişiklikler yapmayı
içeriyor. Bir boyutu budur.
İkincisi, I. Dünya Savaşının ortaya
çıkardığı Ortadoğu statükosunun efendisi olan, ondan çok yarar gören
güçler Türk var Fars milliyetçiliğidir. Türk ve Fars ulusçuluğu, buna
dayanan Türkiye Cumhuriyeti ve İran devletleri oluyor. Bu nedenle
Ortadoğu'da statükoculuk deyince akla her şeyden önce Türkiye ve
İran'daki ulus-devletçi yapı gelmelidir. Bunları görmemek, böyle
algılamamak bölge tarihini doğru yorumlamamak olur. Avrupa
modernitesinin Ortadoğu'ya girişini doğru anlamamak olur. I. Dünya
Savaşıyla ortaya çıkan bölge statükosunun temel karakterini görmemek
olur. Bu durumdan da mevcut statükoyu değiştirme yönünde doğru bir
anlayış ve mücadele ortaya çıkmaz. Bu bakımdan bölgedeki statükoculuk
dendiğinde kapitalist hegemonya belirttiğimiz nedenlerle kısmi
değişiklik istese de esas statükocu, tutucu güç olarak Türk ve Fars
milliyetçiliklerini, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti ve İran devlet
sistemlerini görmek lazım. Statükocu olan güçler bunlardır, eskiyi devam
ettirmek isteyen güçler bunlardır. Bölgenin 20.yüzyılda oluşan
statükosunun, birinci gücü, efendisi olan güçler bunlardır. Dolayısıyla
da onu sürdürme, yaşatmak üzere çaba harcayan, çırpınan, o statükodan
yarar gördüğü için onu devam ettirmeye çalışan güçler bunlar oluyor.
Dikkat edilirse burada çoktan beridir
bir çarpıtma yaşanıyor. İran’da İslam devriminin gelişimi önemli bir
yanılgı oldu. Sanki İslam devrimi bu statükoyla çelişki ve çatışma
halindeymiş, onu aşıyormuş gibi bir anlayış ortaya çıktı. Halbuki bu
eğilim, yaklaşım kesinlikle yanlıştı. Doğru olan şuydu: İran'ın
ulus-devlet milliyetçiliği temelindeki milliyetçi yapılanması biraz
zaman aldı. Şahlık sistemi bir ara sistem olarak bu süreci uzattı. Ancak
Şahlığın yıkılması arsından İran İslam devletiyle birlikte gerçek
ulus-devletçi sistem ve milliyetçilik İran'da egemen kılınmaya
yönenildi. Bazılarının küresel hegemonyayla, dolayısıyla bölge
statükosuyla çelişkili ve çatışmalıymış gibi sandığı, gördüğü İran'daki
İslami ideolojik ve siyasi gelişmeler aslında geç kalmış bir
ulus-devletçi egemenliği temsil ediyor. İran'ın bölge statükosuyla tam
birleşip uyumla hale gelmesini gösteriyor, ifade ediyor. Bu gerçeği iyi
görmek, doğru anlamak lazım.
Diğer yandan günümüzde bir de AKP olayı
var. Tıpkı İran İslam devriminin İran için yarattığı yanılsama gibi AKP
gerçeği de Türkiye'de bir yanılsamaya yol açıyor. AKP de değişimcilik ve
yenilikçilik kavramlarıyla ortaya çıktı. Tutuculuğa, muhafazakarlığa
karşı değişimci, yenilikçi güç olduğunu ileri sürdü. Bugün de AKP'nin
bölgede değişim yaratmaktan yana olduğunu, Arap Baharı denen isyan
hareketiyle gelişen akımlara büyük destek verdiğini, Suriye'de de Beşar
Esad statükoculuğu aşılarak Suriye'de değişimi temsil ettiği söyleniyor
ya da sanılıyor. Bunların hepsi yanlıştır ve yalandır; gerçekle bir
alakası yok. Türkiye bölgenin en statükocu gücü, en tutucu ve milliyetçi
gücü. AKP de bu gün en son ve en katı gücüdür. Nasıl ki İran’daki
İslami devrim ve rejim bu konuda bir yanılsamayı, sahteliği ifade
ediyorsa AKP yenilikçiliği de Türkiye cephesinde aynı sahteliği,
yanılsamayı ifade ediyor. O bakımdan da Türkiye ve İran’a değişimcilik
atfetmek, Türkiye'deki AKP iktidarında bölgede devrimci değişimci rol,
misyon yüklemek gerçekleri tümüyle tersyüz etmeyi ifade eder. Böyle
düşünenler bölge gerçeğini hiç bilemezler, doğru çözümleyemezler. Gerçek
bunun tam tersidir. Türkiye-İran çelişki ve çatışması da bu gerçeği
değiştirmiyor. Bunlar bölge üzerindeki bir hegemonya çatışmasıdır. Zaten
kapitalist küresel hegemonyanın Ortadoğu statükosu öyle kurulmuştur.
Bir uçta Türkiye cumhuriyeti, diğer uçta İran, bunların çelişki ve
çatışmasına dayalı bir bölgesel statüko, egemenlik tesis edilmeye
çalışılmıştır. Yoksa bu çelişki ve çatışma durumu bölgede oluşan
statükodan, ulus-devletçi statükodan bağımsız değil; onun bir parçası
durumunda. Türkiye'nin de bu temelde değişimci yenilikçilik değil de,
kaskatı tutuculuk olduğunu, eski statükoyu savunmaya çalıştığını görmek
lazım. Denebilir ki peki ama Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da, Suriye’de
muhalefeti destekledi. Ama bir yıl önce de yıkılan iktidarları kardeşim
diyerek, can ciğerim diyerek destekleyen hem Türkiye Cumhuriyetinin
yöneticileriydi hem de Tayyip Erdoğan hükümetiydi. Hüsnü Mübarek Tayyip
Erdoğan’ın en değerli kardeşiydi. Muammer Kadafi kardeşiydi. Saddam
Hüseyin kardeşiydi. Beşar Esad, iki devlet bir hükümet olacak kadar
birleştikleri kardeşlerinden birisiydi. Biz bu tutumları hemen görmezden
gelemeyiz, unutamayız. Bunlar açıkça yaşanan gerçekler oldular. Peki
AKP hükümeti muhalefetten yana yer almıyor mu? Ne zaman alıyor? ABD
tarafından iktidarların ipi çekildiği zaman alıyor. Artık o iktidarın
yaşaması imkansız görülünce, efendisi olan ABD kendisine bu fermanı,
hükmü verince AKP hükümeti de ortaya böyle bir tavır koyuyor. Zaten
dikkat edilirse Beşar Esad yönetimi gidici diyor. Demek ki gidici olmasa
Tayyip Erdoğan hükümeti Beşar Esad yönetiminden yana olacak; onunla
ilişki ve birlik halinde olacak. Gidici gördüğü için, onda bir gelecek
görmediği için artık muhalefeti destekliyor. Yoksa öyle Beşar Esad
yönetimine veya Hüsnü Mübarek yönetimine, şuna-buna karşı olduğundan
dolayı değil. İşin bir boyutu bu. İkincisi ise, tıpkı ABD sistemi gibi
-zaten NATO çerçevesinde ona bağlı- ABD ile sıkı işbirliği içerisinde bu
siyasetleri yürütüyorlar. AKP hükümeti-Türkiye cumhuriyeti devleti
aslında sürecin uzamaması, bölgedeki değişimin derinleşmemesi için
muhalefetten yana yer alıyor,. Örneğin Suriye’de bu kadar hızla Beşar
Esad yönetiminin değişmesini istemeleri, Beşar Esad yönetimine karşı
olmalarından, yeni yönetime karşı olmalarından kaynaklı değil.
Suriye’deki rejimin uzun sürece yayılmasından, değişimin köklü
olmasından korktukları için, Suriye'de bir demokratikleşmenin halkların
özgürce kaderini belirleyeceği demokratik bir sistemin kurulma
olasılığından korktukları için alelacele gidici gördükleri Beşar Esad’ın
yerine İhvan-ı Müslim’e dayalı yeni bir diktatörlük gelsin istiyorlar.
Suriye'deki merkezi diktatörlük rejimi değişmesin, yıkılmasın; sadece
iktidarı yürüten yönetimler, kişiler değişsin çabası içindeler. Bu bir
değişim değildir. Var olan statükoyu, rejimi devam ettirebilmek için
artık o rejimi sürdürme kabiliyetinde olmayan yöneticileri değiştirme
çabasıdır bu. Yoksa rejimin değişimi değildir; hatta ciddi bir yönetim
değişikliği de değil, yönetici değişikliğidir. Beşar Esad gitsin yerine
benzer biçimde biri gelsin, Suriye sistemi ayakta kalsın istiyor.
Mısır’daki istemi de odur, Libya’daki istemi de odur. Bütün Arap
alemindeki istemi, tutumu böyledir. Bu bakımdan tıpkı ABD öncülüğü gibi
Türkiye ve İran yönetimlerinin de aslında bölgede bir değişim, dönüşüm
yanlısı olmak bir yana, statükoyu en çok savunan, koruyan, temsil eden
güç olma özellikleri vardır. Politikaları, misyonları buna göredir.
Peki, o zaman bölgede değişimi kim
temsil ediyor? Bu bölgedeki mücadele, çatışma nereden ortaya çıkıyor?
Bunu doğru anlamak lazım. Birincisi, Kürt toplumu birinci dünya savaşı
ardından Kürdistan'ın bölünüp parçalanmasını kabul etmemiştir;
reddetmiş, tepki göstermiştir. Kürtlerin yok sayılarak yok edilmesini,
Kürt toplumuna soykırım dayatılmasını kabul etmemiştir, reddetmiştir,
tepki göstermiş, isyan etmiştir. Şimdiye kadar da bütün parçalarda,
yurtdışında esas olarak Kürt toplumu birinci dünya savaşının ortaya
çıkardığı kapitalist küresel hegemonyaya dayalı Ortadoğu'nun
ulus-devletçi statükosunu kabul etmeyen, reddeden birinci ve temel
toplumdur, temel güçtür. Dolayısıyla da eski statükoyla, yani birinci
dünya savaşının ortaya çıkardığı, ulus-devletçi statükoyla en çok
çelişen, ondan en çok zarar gören, onu baştan itibaren reddederek
yıkmaya çalışan, dolayısıyla Ortadoğu’da en temel devrimci, değişimci
güç olan Kürt toplumudur, Kürdistan Özgürlük Hareketi’dir. Bunu herkes
iyi görmeli, iyi bilmelidir. Tarihsel gerçekliğe baktığımız zaman bunu
netçe görüyoruz.
Daha I. Dünya Savaşı ardından
Kürdistan'ın bölünmesine dayalı olarak ulus-devletçi egemenlikler
geliştirilmeye başladığı anda bütün parçalardaki Kürt toplumu buna karşı
isyan etmiştir. Kuzey Kürdistan'da 1925-40 yılları arasında yaşananlar
bunu ifade ediyor. Doğu Kürdistan'da 1925’ten 1980’e kadar devam eden
isyanlar bunu ifade ediyor. Güney Kürdistan'da 1920’den 1975’e kadar
devam eden isyanlar bunu ifade ediyor. Kesinlikle dikkat edelim Kürt
toplumu hiçbir parçada Kürdistan'ın bölünmesini ve Kürt toplumunun yok
sayılarak yok edilmeye çalışılmasını kabul etmemiştir. Buna sessiz
kalmamıştır, buna karşı milyonlarca şehit vermeyi göze alarak tepki
göstermiş, direnmiştir. Bu direnişlerde yüz binlerce, milyonlarca şehit
vermiştir. Bunların hepsi Kürt toplumuna dayatılan soykırıma direnişin
şehitleridir. Bunların hepsi Kürtlerin varlığı ve özgür yaşamını
sağlamak isteyen, onu öngören, esas alan direnişlerdir. En son olarak
1970’lerin ortasından itibaren Kuzey Kürdistan'da başlayıp sonra Batı
Kürdistan'a, Güney ve Doğu Kürdistan'a yayılarak bir bütünlüklü ulusal
direniş hareketi haline gelen PKK işte bu isyanın son halkasını,
örgütlü, ulusal bütünlüklü, demokratik topluma dayalı, demokratik ulusçu
direnişi ifade ediyor, temsil ediyor. Daha önceki süreçlerde aşiretsel,
bölgesel olarak parçalar düzeyinde gelişen, sonuçta ezilen, imha
edilen, katliamlarla yok edilmeye çalışılan isyan hareketlerine karşı
son 35-40 yıllık süreçte ise Kürdistan çapında ulusal bütünlüğe dayalı
bilinçli ve örgütlü bir ulusal demokratik direniş Önder Apo öncülüğünde
ve PKK hareketi biçiminde gelişmiştir. İşte bu direniş aslında küresel
kapitalist hegemonyanın Ortadoğu'ya dayattığı Kürdistan'ı bölüp
parçalayarak Kürtleri yok sayan, yok etmek isteyen imhayı uygulayan,
statükoyu reddeden, ona karşı direnerek işlemez kılan, giderek de onu
parçalayarak değişime zorlayan temel devrimci dinamik oluyor, değişim ve
dönüşümün temel gücü oluyor. Aslında ulus-devlet statükosuyla çelişen,
çatışan, mücadele eden Kürt halkıdır, Kürdistan Özgürlük Hareketi’dir,
Kürt ulusal demokratik direnişidir. Bu gerçeği görmemiz gerekiyor. Yüz
yıl boyunca çeşitli isyanlar biçiminde bu direniş gerçeği var, son 35
yıldır bütün parçaları etkisine alan PKK öncülüğündeki ulusal demokratik
direniş olarak bu mücadele sürüyor. İşte bölgedeki statükoyu
parçalayan, kapitalist hegemonyanın ulus-devletçi statükosunu değişime
zorlayan, parçalayan ve onu aşarak demokratik ulusların kardeşçe
birliğine dayalı yeni bir Ortadoğu sistemi yaratmak isteyen Kürt
halkının özgürlük ve demokrasi çizgisindeki bu direnişi oluyor. Birinci
direniş, esas direniş bu oluyor. Aslına bölgenin temel esas, birincil
dinamiği budur.
İkinci dinamik olarak Arap toplumunu,
Arap demokratik arayışlarını görmemiz lazım. Aslında Arap toplumu da
başından itibaren bölünüp parçalanmayı ve ikinci sınıfa düşürülmeyi hiç
kabul etmemiş, içine sindirmemiştir. Buna çeşitli devletlerde
iktidarlara karşı isyan ederek ortaya koymuştur. İkinci dünya savaşına
kadar birçok alanda oluşturulmak istenen işbirlikçi yönetimlere karşı
çeşitli isyanların geliştirildiğini biliyoruz. II. Dünya Savaşı ardından
Nasırcılık, Baasçılık biçiminde gelişen, Filistin kurtuluş hareketinde
biraz daha radikal sol tandansla bütünleşen Arap milliyetçiliğinin de
temelinde bu reddetme vardır. Eğer Arap milliyetçiliği çeşitli devletler
içerisindeki toplumlarda bu kadar etkili olduysa, Arap toplumunu bu
kadar sardıysa, aslında başlangıçta dıştan dayatılan bu kapitalist
modernite sistemine karşı olma, onu reddetme eğilimi göstermesi
nedeniyledir bu. Arap milliyetçiliğinin başta gelişimi bu çerçevededir.
Buradan güç alarak toplumdan destek bulmuştur. Çeşitli darbeler
biçiminde de ortaya çıksa, subayların ve generallerin harekatları olarak
da gelişse özünde bu vardır ve böyle bir içeriği taşıdığı oranda başarı
kazanmış, zafere ulaşmış, egemen sistemler haline gelmişlerdir.
Milliyetçilik milliyetçiliktir. Arap
milliyetçiliği adı altında Avrupa’dan gelen modernist milliyetçiliği
esas aldıktan sonra onu her ne kadar dış güçlere karşı ulusal
kurtuluşçuluk gibi göstermeye çalışsa da kısa sürede maskesi düşmüş,
gerçeği açığa çıkmış kapitalist emperyalizmin karşıtı, Ortadoğu'daki
ulus-devletçi statükonun düşmanı değil, onun daha ileri düzeyde
uygulayıcısı, daha modern, daha diktatoryal yürütücüsü olduğu ortaya
çıkmıştır. Mısır’daki, Irak'taki, Suriye'deki ve diğer Arap
ülkelerindeki gelişmeler tamamen bunu ifade ediyor. Nasırcılığın Hüsnü
Mübarek gibi son firavunluğa ulaşması, Baasçılığın Irak örneğinde
görüldüğü gibi Saddam diktatörlüğünü ortaya çıkarması, yine Suriye'de
olduğu gibi tek kişi yönetimine, diktatörlüğüne yol açması bu gerçeği
gösteriyor. Bu bakımdan dikkat edilirse ulus-devletçiliğe karşı değil,
tam tersine onun çok daha katı ve keskin uygulayıcılığı oluyor. Bu
biçimiyle de Avrupa modernizmine, kapitalizmine karşıtlığı değil, onun
bölgeye taşırılması, bölgede içselleştirilmesi, bölgede onun
işbirlikçiliğinin yapılması anlamına geliyor. O bakımdan da konumu, rolü
hızla gelişiyor. Ama bir kere toplum üzerinde egemenlik kurduğu için
uzun süre bu diktatörlükler etkili oldular, egemen halde kaldılar. 30
yıl, hatta 40 yıllık iktidarlar olarak ortaya çıktılar. Sonuçta toplum
Avrupa etkisiyle oluşan sahte Arap milliyetçiliği temelinde
yanıltıldığını, aldatıldığını görünce dış güçlere Avrupa modernitesine,
kapitalist emperyalizme karşıtız diyerek ortaya çıkıp tersinden onların
en katı uygulayıcıları olarak Arabistan’da hüküm sürme gerçekleri ortaya
çıkınca ve bu gerçeği toplum iyi görünce işte bu diktatörülüklere karşı
öfkeyle, nefretle doldular. 2011 Ocak’ından itibaren gelişen Arap
isyanı bunu ifade ediyor, toplumdaki tepki bunu gösteriyor. Bu tepki
aslında I. Dünya Savaşının ortaya çıkardığı Arabistan’ı bölen, Arap
toplumunu ikinci sınıfa düşüren statükoya karşıdır. Bu tepki Avrupa
kapitalist emperyalizmine karşıdır. Bu tepki, Avrupa kapitalist
modernitesinin ve ulus-devletçiliğinin Ortadoğu'daki, Arabistan’daki
temsilcileri olan diktatörlüklere karşıdır. Bunları yıkmaya yöneliyor ve
dikkat edilirse demokrasiyi temsil ediyor. Arap tarihiyle, Ortadoğu
tarihiyle bu tarihin toplumsal karakteriyle uyumludur, birliği,
birleşmeyi temsil ediyor.
Dolayısıyla Ortadoğu'nun ikinci değişim
dinamiği olarak demokratik muhtevası son derece yüksek olan Arap
halkının bu isyan hareketi ortaya çıkıyor. Dikkat edelim bölgenin
küresel kapitalist hegemonyanın ortaya çıkardığı ulus-devletçi
statükosuna karşı birinci direniş gücü Kürdistan Özgürlük Hareketi’dir;
Kürt ulusal demokratik devrimidir. Bu devrim ve direniş, Kürdistan'da
ulus-devletçi statükoyu reddediyor, parçalıyor. Dolayısıyla bölgedeki bu
statükonun aşılmasını dayatıyor. Bu statükoyu değiştirmeyi dayatan,
statükoyu parçalayan ikinci temel devrimci demokratik direniş olarak da
Arap halkının demokratik isyanı ortaya çıkıyor. Bu iki direniş gücü
günümüzde, son iki yılda tümüyle iç içe geçmiş, birleşmiş bulunuyor.
Aslında bu birleşme, iç içe geçme son iki yılda mı oluyor? Hayır! 30-35
yıldır böyledir. Unutmayalım ki, Kürt halkının Filistin halkıyla
emperyalizme, Siyonizm’e, işbirlikçi diktatörlüklere, faşizme karşı
direniş ortaklıkları 1970’lerin sonunda başladı. Lübnan’da, Filistin’de,
Suriye’de Kürt ve Filistin devrimcileri omuz omuza ortak örgütler
içinde yer aldılar, direnişe geçtiler, birlikte şehitler verdiler
Beyrut’ta, Selahattin Eyyubi kalesinde, doğu cephesinde! 13 kahraman
şehit verdi. Kürt halkı Filistin halkının Siyonizm’e ve emperyalizme
karşı direniş mücadelesinde onlarca esir verdi. Her zaman Kürt halkı
Filistin halkıyla kardeşçe birliği savundu. Kürt Özgürlük Hareketi
Filistin kurtuluş hareketini dost, müttefik, yoldaş bildi; kardeşçe
ilişkiler kurdu 33-34 yıldır. Bugün de bu kardeşlik, bu ilişkiler
sürüyor. Sadece Filistin direnişiyle mi, hayır! Suriye’de, Lübnan’da,
Mısır’da, Irak’ta Arap aleminin hemen hemen her alanında demokratik
yurtsever aydın hareketleriyle, ideolojik politik eğilimlerle her zaman
dostça ilişki ve dayanışma içinde olmayı esas aldı. Kürt ve Arap
direnişleri, özgürlükçü ve demokratik hareketleri hep ortak bir cephede
yer aldılar, müttefik oldular. Kürt-Arap dostluğunu, dayanışmasını,
birliğini temsil ettiler. Burada en somut birlik Kürdistan ve Filistin
halklarının ortak mücadele içerisinde emperyalizme ve siyonizme karşı
birliklerinde ve direnişlerinde görüldü. Bunlar tarih olarak
sabittirler. Bu tarihsel dayanışma ve demokratik birlik durumu son iki
yıldır bölge statükosunu ve onu var eden güçleri yenilgiye uğratmak
üzere Kürdistan özgürlük direnişi ve Arap isyanının objektif
dayanışması, birliği biçiminde sürüyor. Eşzamanlı direnişler olarak
gelişiyor. İşte bu iki mücadele birinci dünya savaşında küresel
kapitalist hegemonyanın oluşturduğu Ortadoğu'daki ulus-devletçi
statükoyu parçalıyor, yok ediyor. Onun yerine demokratik ulus inşalarını
gündeme getiriyor, demokratik toplumu ortaya çıkarıyor, demokrasi
hareketlerini geliştiriyor, demokratik devrimleri kökleştiriyor.
Demokratik ulus inşası temelinde bölge halklarının kardeşçe birliğine
dayalı yeni demokratik Ortadoğu'nun inşasını hedefliyor ve adım adım
örüyor. İşte bölgedeki mücadele esas olarak burada yaşanıyor. Bir,
bölgede I. Dünya Savaşı içerisinde kapitalist küresel hegemonyanın
ortaya çıkardığı ulus-devletçi statükoyu korumaya çalışan güçler,
ikincisiyse, bu statükoyu parçalayarak demokratik ulusların kardeşçe bir
arada yaşamlarını ifade eden demokratik Ortadoğu birliğini yaratma
eğilimi arasındaki mücadele, çatışma oluyor. Bölgedeki esas, temel
çatışma budur. Bölgede statükoyu parçalayan güç ise bölgede halkların
demokratik ulus çerçevesinde kardeşçe yaşamasını öngören, demokratik
birliğinden yana güçler oluyor. Yani Kürdistan Özgürlük Hareketi, Arap
demokratik isyanı oluyor. Bunun gibi Türkiye'de, İran'da, bütün
halkların bağrında gelişen özgürlükçü ve demokratik hareketler oluyor.
Bu gerçeği iyi görmemiz lazım. Bu direnişler nedeniyle özellikle de Kürt
ve Arap direnişlerinin eş zamanlı olarak gelişmesi karşısında I. Dünya
Savaşının yarattığı ulus-devletçi statükonun kesin parçalanıp yok
olacağı, onun yerine halkların kardeşliğine dayalı demokratik Ortadoğu
birliğinin yaratılacağı görülünce statükodan yarar gören, devletçi
statükoyu yaratan güçler bu gelişmeleri önlemek için karşı saldırıya
geçmiş bulunuyorlar. Aslında bölgedeki statükocu güçler ile küresel
kapitalist hegemonyanın temsilcisi olan ABD arasındaki çelişki ve
çatışmayı, dolayısıyla dünya savaşı denen olayı böyle değerlendirmek
lazım. Üçüncü dünya savaşı aslında ABD ile bölgenin ulus-devletçi
diktatörlükler arasındaki savaştır. Yani birinci dünya savaşında ortaya
çıkan küresel hegemonyanın Ortadoğu'da yarattığı ulus-devletçi
statükonun kendi içindeki çatışmasıdır. Bu statükonun küresel
dayanaklarıyla yerel güçleri arasında yaşanan bir çatışmadır. Bir
iktidar çatışmasıdır, hegemonya çatışmasıdır. Bu, ulus-devletçi statüko
Kürt ve Arap direnişleri tarafından yıkılmakla tehdit edilince, bu
statükoyu korumak, mücadeleyi saptırmak, halkları yanıltmak, miadını
doldurmuş Kürt ve Arap direnişleri karşısında dayanamayarak yıkılmakla
yüz yüze olan ulus-devletçi statükoyu kısmen rötuşlayarak yeniden inşa
etmek ve uzun ömürlü kılmak için çaba harcayan bir savaş oluyor. Aslında
küresel kapitalist hegemonyayla yerel ulus-devletçi diktatörlükler
arasında yaşanan III. Dünya Savaşının karakteri budur. Bununla esas
olarak çarpıtma, saptırma yaptırılmak isteniyor. Halkların bilinci
saptırılmak, dolayısıyla potansiyeli heder edilmek isteniyor. Bu
çatışmayla Kürt ve Arap direnişleri karşısında tasfiyeyle yüz yüze gelen
bölgenin ulus-devletçi statükosu yeniden inşa edilmek, uzun ömürlü
kılınmak, yaşatılmak isteniyor. Burada başını TC yönetimlerinin ve İran
devletinin çektiği bölgenin temel statükocu güçleriyle ABD arasındaki
mücadelenin temel özelliği de şu oluyor: TC hükümetleri ve İran
yönetimi, onun uzantısı biçiminde olan diğer diktatörlükler, ulus-devlet
statükosunu olduğu gibi korumaya çalışırken kapitalist hegemonyanın
önderliğini yapan ABD ise bunun mümkün olmadığını, artık ulus-devlet
statükosunu mevcut karakteriyle ayakta tutmanın imkansız hale geldiğini
görerek yıkılmasını önlemek, statükoyu uzun ömürlü kılıp kendi çıkarları
doğrultusunda yaşar hale getirmek için kısmı rötuşlama, değişiklik
yapmayı zorunlu görüyor. ABD'nin bu değişiklik isteğine karşı bölgesel,
yerel düzeydeki ulus-devletçi diktatörlükler ise kendi iktidarlarını
korumak için direniyorlar. İşte bu, söz konusu çatışmaya yol açıyor.
Böyle bir durum karşısında bölgede kendisinin yaratmış olduğu
ulus-devletçi diktatörlüklerle çıkarları kısmen çelişip aşmak için
geliştirdiği mücadele nedeniyle küresel kapitalist hegemonya güçleri,
ABD Önderliği değişimden yana, devrimci güçmüş gibi algılanıyor, ifade
ediliyor. Oysaki onun devrimciliği çok azdır, sınırlıdır, yok denecek
kadar zayıftır. Gerçek olan bir restorasyondur, rötuşlamadır,
cilalamadır. Biraz sermayenin serbest dolaşımı önündeki engelleri aşmayı
ifade ediyor. Diğer yandan ise halklar tarafından nefretle karşılanan
ve yıkılmak için isyan edilen diktatörlükleri ortadan kaldırarak mevcut
ulus-devlet statükosunun ömrünü uzatmaya çalışıyor.
O nedenle de bir kere bölgede temel
değişim dinamiği nedir? Değişim hareketi kimdir? Değişimi savunan
ideoloji, eğilim, siyaset, örgütlenme, mücadele hangileridir iyi
bilmemiz lazım. Diğer yandan bölge statükosunu savunan kim? Statükoyu
yaratan kim? Bugün ondan yararlanan kim? Onu olduğu gibi korumaya
çalışan kim? Biraz rötuşlayarak ömrünü uzatmaya çalışan kim? Bunlar
arasındaki çelişki ve çatışma nasıl oluyor? Mevcut ulus-devlet
statükosuyla halkların özgürlükçü ve demokratik duruşları arasındaki
mücadele nasıldır? Bunları iyi görmek, birbirinden kesinlikle ayırmak
lazım. İşte bu noktada aslında İran İslam devletinin oynadığı bir rol
var. Türkiye'de AKP hükümetinin oynadığı bir rol var. Dikkat edelim
statükoyu değiştirmeye, yok etmeye yönelen, onu ciddi bir biçimde
işlemez kılan, parçalayan Kürt ve Arap direnişleridir. Bu direnişlere
karşı duran, ulus-devletçi statükoyu birinci planda savunmaya çalışan
Türk ve İran devletleridir. ABD ve müttefikleri bunun mümkün olmadığını
görerek kısmi değişikliklerin bu statükoda yapılmasını istiyorlar. Bir
restorasyonu gerekli görüyorlar. Çünkü o olmazsa büyük demokratik devrim
olacak, statüko yıkılacak diyorlar. Onların ulaştığı karar bu. İşte
bazı rötuşlama, restorasyonal düzeyde değişiklik yapmada küresel
hegemonyanın önderliğini yapan ABD bölgede siyasi İslam denen eğilime
dayanmak istiyor. Geçmişte de aslında Sovyet sosyalizmine karşı
mücadelede siyasi İslam’a dayanmaya çalıştı. Buna yeşil kuşak projesi
denmiştir. Türkiye'den İran, Pakistan, Afganistan’a uzanan bir kuşaktı
bu. Sovyet Rusya’nın sıcak denizlere inmesini önleme, engelleme
hareketiydi. ABD Önderliği bundan kısmen sonuç da aldı. Reel sosyalizmi
güneyden yeşil kuşak hareketiyle kuşatarak çözülüşe götürdü. Şimdi
bölgede katı ulus-devletçi diktatörlükleri de ılımlı siyasi İslam
hareketine dayanarak çözülüşe götürmek istiyor. Nasıl ki katı reel
sosyalizmi yeşil kuşak hareketine dayanarak kuşatıp çözülüşe götürdüyse,
katı ulus-devlet diktatörlüklerini de ılımlı siyasi İslam hareketlerine
dayanarak çözülüşe götürmek istiyor. AKP'yi böyle bir ılımlı İslam
modeli olarak görüyor, değerlendiriyor, rol oynatıyor. AKP'nin sözde
ılımlı İslam modeliyle bölgedeki katı ulus-devletçi yapıların
değişebileceğini hesap ediyor. En başta bu biçimde Türkiye'deki katı
Kemalist milliyetçi diktatörlüğün değiştirilip ılımlı İslam’a dayalı bir
demokratikleşmeye dönüştürülebileceğini sanıyor. Diğer yandan bunu
bütün Arap alemine, hatta İran’a, bütün Ortadoğu'ya bir model olarak
sunmaya, bu model temelinde bölgenin her alanında değişiklikler yapmaya
çalışıyor. Bu temelde rol oynatmak istiyor. ABD-AKP ittifakı bu temelde
oluşmuş bir ittifaktır. AKP aslında bu rol ve misyonla ortaya çıkmış bir
hareket oluyor. Dolayısıyla kendisi ilkesi, hedefi, programı olan bir
hareket değildir. ABD'nin ılımlı siyasi İslam projesini esas alarak, ona
model olma temelinde ortaya çıkan, ABD tarafından desteklenerek
Türkiye'de iktidara getirilen, bölgeye de model olarak da sunulan bir
hareket oluyor.
Ortada gerçekten bir AKP yoktur. ABD'nin
ılımlı siyasi İslam projesi temelinde geliştirilen, ABD'nin desteğiyle
ortaya çıkan bir hareket var. AKP tümüyle böyledir. Dikkat edelim,
birinci kongresini yapmadan tek başına iktidar oldu AKP. Peki, neye
dayanarak, hangi güce dayanarak? Hangi örgütlülüğe ve çabaya dayanarak
oldu? Parasını nereden aldı, örgütünü nereden kurdu? Halkı nasıl
etkiledi? Arkada koskoca ABD desteği olmasa bunu kesinlikle
gerçekleştiremezdi. Bunu iyi görelim, doğru anlayalım. Şimdi dördüncü
kongresiyle on yıllık bir hedef daha önüne koymaya çalışıyor, ama iyi
bilelim ki, geçen on yılı ABD desteğiyle kurtardı. ABD'nin Türkiye
üzerindeki etkinliğine dayanarak, ABD desteğini kullanarak var oldu,
iktidar oldu, yargıyı geriletti, orduyu geriletti, CHP ve MHP’yi
geriletti; Kürtlere karşı soykırım savaşını yürütüyor. ABD desteği
olmazsa bunların hiçbirini yapamaz. Bazıları diyor, halk desteğine
dayanarak bunu yapıyor, ne alakası var! AKP'ye destek veren halkın böyle
bir mücadeleci gücü yok. Sonuna kadar basit, çıkarcı bir topluluk bu.
Gücü, imkanı AKP’de gördüler, oradan yemlenerek aslında yeni bir sınıf,
yeni tarz bir burjuvalaşmayı ortaya çıkardılar. Bunu netçe görmek
gerekli. İşte ABD tarafından AKP'ye oynatılmak istenen rol bu. Aslında
bölgedeki statükonun köklü bir biçimde değişimini engellemek,
ulus-devletçi diktatörlüklerin yıkılışını önlemek, Kürt ve Arap
devrimlerini tasfiye etmek, buna karşılık kısmi rötuş düzeyinde
restorasyonlarla ulus-devlet diktatörlüklerinde bazı değişiklikler
yaparak, işte AKP'nin ifade ettiği gibi ileri demokrasiye ulaştık deyip
toplumu kandırma hareketi oluyor bu. Aslında Kürt ve Arap devrimlerini
tasfiye etme Ortadoğu'da mevcut statükoyu aşacak köklü değişimi ve
dönüşümü önleme, kısmi rötuşlarla küresel kapitalist hegemonyaya
dayanan, Kürtleri inkar eden, Kürt soykırımı yürüten, Arapları ikinci
planda tutan, bölgenin birinci dünya savaşıyla oluşmuş ulus-devletçi
statükosunu devam ettirmek oluyor. AKP'nin gerçeği bu. AKP ile bölgede
inşa edilmek istenen ılımlı siyasal İslam projesinin hedefi bu, içeriği
bu. Bu proje ne kadar güçlü olabilir? Ilımlı İslam ne kadar rol
oynayabilir? İslam’ın ılımlısı, radikalı birbirinden ne kadar ayrışır?
Aslında bunlar göreceli yaklaşımlar. Ilımlıkla radikallik bir dozaj
farklılığını ifade ediyor. İşin esası siyasi İslam’dır. AKP ile bir
siyasi İslam modeli geliştirmek istedi ABD, fakat bu model radikal
İslam’ı destekledi. Dikkat edilirse birçok alanda ABD desteğiyle gelişen
eğilimler ABD ile çatışır hale geldiler. Arap devletlerinde böyle
olduğu gibi, bu bir yerde neredeyse Türkiye'de de böyle oluyor.
Dolayısıyla ABD'nin AKP ile yaratmış olduğu modelin Ortadoğu'da
tutmayacağı anlaşılıyor. Siyasi İslam modelinin I. Dünya Savaşının
ortaya çıkardığı ulus-devletçi diktatörlükleri aşma, o statükoyu
değiştirme görevini yerine getiremeyeceği, kısmen onları yapsa bile hem
bölge halkları hem de dünya için daha tehlikeli, daha çatışmalı bir
sistem yaratacağı ortaya çıkıyor. Bu bakımdan son günlerde görülen o ki,
aslında bu siyasi İslam’dan ABD ve müttefikleri de biraz kuşkulu. Çünkü
radikal İslam tarafından tehdit ediliyor. Bunun arkasında da siyasi
İslam vardır. O halde ulus-devlet diktatörlüklerini aşmaya çalışalım
derken, radikal İslamcı saldırılarla yüz yüze geliyorlar. AKP ile
geliştirilmek istenen siyasi İslam aslında efendileri için yeni bir
problem, çıkmaz ortaya çıkarıyor. Son dönemde ortaya çıkan gerçekler
biraz böyle. Bu bakımdan da ne ABD'nin oyunları ne de AKP ve benzeri
güçlerin siyasi İslam adı altında dinci, milliyetçi diktatörlükler
yaratma eğilimleri bölgede yeni bir çözüm olarak ortaya çıkıyor. Tam
tersine eski ulus-devletçi statükoyu biraz daha maskeleyerek devam
ettirmeyi ifade ediyor. Bunu şimdi Kürdistan'da, Arabistan’da, hatta
Türkiye ve İran'da aydınlar çok daha net ve kapsamlı bir biçimde
görüyorlar. Bunun yarattığı tehlikeyi seziyorlar. Bu bakımdan da
bunların çözüm olmadığını, çözümün köklü ve radikal bir değişim-dönüşüm
olduğunu, ulus-devletçi statükoyu bölgede tümden yıkıp aşmak olduğunu
görüyorlar. Bunu yaratan güçlerin de Kürdistan özgürlük devrimiyle Arap
demokratik isyanı olduğunu görüyorlar. Bunlara sempati, eğilim daha çok
gelişiyor. Kürt ve Arap direnişleri birbirlerini daha iyi tanıyorlar,
demokratik çerçevede birbirlerine daha çok yanaşıyorlar. Giderek
demokratik Ortadoğu birliğinin, demokratik ulusların kardeşliği
çerçevesinde yaratılmasını ifade edecek biçimde demokratik Kürt-Arap
ilişki ve ittifakının önü açılıyor. Gittikçe bu eğilim gelişme
gösteriyor. Bölgenin temel devrimci gücü bu, değişim dinamiği bu.
Önümüzdeki süreçteki çatışmalar içinde bu gerçeklik çok daha ortaya
çıkacak. Hem ABD'nin rötuşlaştırma restorasyon çabaları boşa çıkacak,
hem AKP'nin siyasi İslam’ıyla bunu gerçekleştirmesi tutmayacak, hem de
TC ve İran devletlerinin statükoyu olduğu gibi koruma çabaları sonuç
vermeyecek. Bütün bunlar gelişen mücadele içinde aşılarak, dolayısıyla
bölgedeki ulus-devlet statükosu yıkılarak Kürt ve Arap direnişine dayalı
demokratik Ortadoğu devrimi gelişecek. Ortadoğu'nun geleceği, yeniden
yapılanışı bu temelde olacak. Ortadoğu tarihiyle uyumlu olan bu,
toplumsallaşmasıyla uyumlu olan bu. Uluslararası düzeyde insanlığın
özgür ve demokratik yürüyüşüne hizmet edecek, ön açacak gelişme bu.
Önümüzdeki süreçte Ortadoğu'da gerçekleşecek olan da, başarı kazanacak
olan da budur. Bu temelde biz özgürlük ve demokrasi mücadelesi veren,
dış güçlere ve bölge diktatörlüklerine karşı bu temelde mücadele eden,
her türlü oyuna karşı uyanık olan, özgürlükçü ve demokratik güçlerin
özgürlükçü ve direnişçi herkesi selamlıyoruz, başarılar diliyoruz,
gelecek onlarındır; önleri açıktır. Israr ve sabırla birlik içinde
yürütecekleri özgürlük ve demokrasi mücadelesi kesin başarı
kazanacaktır.