5 Nisan 2012 Perşembe

Economist’ten Türk Ekonomisi İçin ‘Çökme’ Uyarısı

Ekonomi ve politika dünyasının önde gelen dergilerinden Economist Türkiye için “sonunda, bugünkü gidişle, bir tür çökme tehlikesi endişe verici şekilde büyük” yorumunda bulundu. Özel sektörün ‘on sente’ bağımlı olduğu iddiasında bulunan dergi, Türk liderlerinin şimdiden iş yapmayı kolaylaştırıcı reformlara başlaması gerektiğine dikkat çekti, ancak asıl sıkıntının liderlerin büyük bölümünün bu ‘aciliyeti’ kabul etmediğini belirtti.

The Economist, Türk ekonomisi hakkında son dönemlerin en ilginç ve Ankara’nın tepkisini de bir o kadar çekecek bir makale yayınladı.

"Özel sektör 10 sente bağımlı" diyen Economist’in 7 Nisan tarihinde piyasaya çıkacak sayisinda “Ankara’ya Mesaj: Türkiye neden endişe duyulan bir ekonomi” başlıklı yazıda Ankara’yı kibir ve rehavetin içinde olmakla eleştirdi.

Türk hükümetine sert eleştirilerin yer aldığı makalede özetle şu tespitler dikkat çekti:

- “2 Nisan’da yayınlanan rakamlar yıllık GSYİH’ büyümesinin 2011’in dördüncü çeyreğinde yüzde 5.2’ye yavaşladığını gösterdi ve başlangıç verileri bu yıl için ek kötüleşme ortaya koydu. Ne yazık ki dengesizlikler devam ediyor.

- Daha yavaş büyüme eşliğinde de olsa enflasyon yüzde 10’un üzerinde ve cari işlemler açıklarının GSYİH’nın yüzde 8’i düzeyinde kalması olasılığı var.

- Küçük doğrudan yabancı yatırımla birlikte, açığın büyük bir bölümünün değişken bonolar ve banka finansmanıyla finanse edilme ihtiyacı var. Kısaca Türkiye aşırı ısınmış durumda değil. Büyüyen bir rekabetçilik sorunu ve yabancı sermayenin en risklilerine aşırı bağımlılık durumu var.
- Şu an için, yabancılar endişesiz görünüyor. Lira güçlendi, İstanbul borsası yıl başından bu yana yüzde 20 yükseldi. Ancak sermaye akışlarındaki belirgin canlanma Türkiye’deki ekonomiye güvenle; zengin dünyanın merkez bankalarının, özellikle de Avrupa Merkez Bankası’nın büyük likidite sağlamasından olasılıkla daha az ilgili. Zengin dünyadaki ucuz para Türkiye’nin şu anki krizi atlatmasına imkân verdi. Ve bol likidite sürerse, ülke bir süre için daha sorunların etrafından dolaşabilir. Ancak sonunda, bugünkü gidişle, bir tür çökme tehlikesi endişe verici şekilde büyük.

- Yabancıların harcayacağı on sente bağımlı özel sektörüyle Türkiye’nin hükümeti daha fazla tasarrufla denkleştirmeye ihtiyaç duyuyor. Gerçekte aksi oldu.

-Türkiye’nin mali pozisyonu diğer yükselen piyasalarla kıyaslandığında sağlıklı olsa da vergi tahsilâtı sürdürülemez düzeydeki ithalatla olduğundan biraz güzel göründü.

-Daha sıkı para politikası cari işlemler açığını azaltmaya yardımcı olur. Ancak bu yetmez. Türkiye’nin dış hesaplarında kalıcı iyileşme, rekabetçiliği artırıcı yapısal reformlar ve işçilerinin esnekliğinin iyileştirilmesini talep ediyor.

-Tüm bu büyüme patlamasına karşın Türkiye’nin daha fazla doğrudan yabancı sermaye çekmemesi bir bilmece. Bir neden birçok yönden şu katı güney Avrupa ekonomilerini andıran emek yasalarında olabilir. Yatırıma bir diğer engel ise düzenleme kalabalığı. Türkiye Dünya Bankası’nın ‘İş Yapmak’ liginde Yunanistan’dan iyi ancak Kazakistan’dan kötü.
-Bu tür reformlar zaman alacak, yani Türkiye’nin liderlerinin şimdiden başlaması çok önemli, zengin dünyadaki düşük faiz oranları yabancı parayı sel gibi akıtsa bile. Sıkıntı bu liderlerin büyük bölümü aciliyeti kabul etmiyor. Rehavetin sınırlarındaki güvenle Ankara’daki yaygın görüş, yabancı sermayenin akmaya devam edeceği ve Türkiye’nin, yabancıların da paylaşmak isteyecekleri parlak bir geleceği bulunduğu. Makroekonomik dengesizliklerin eşlik ettiği bu kibir, Türkiye’nin beklentilerine ilişkin dikkatli olmak için iyi bir sebep.”
ANF NEWS AGENCY

Hitler'in 50. Sene-i Devriyesi ve 12 Eylül



Foti Benlisoy
 
 
Sabah gazetesi, ‘CHP’yi tarihiyle yüzleştirdi’ gibi isabetli bir başlıkla vermiş haberi. Aslında tüm gazetelerde yer aldı. Başbakan Erdoğan, AKP meclis grup toplantısında kendisini faşizan uygulamarı nedeniyle Hitler ya da Nazi benzetmelerinde bulunan Kemal Kılıçdaroğlu’na cevap vermiş. Verirken de son dönemlerde pek sevdiği bir tarzın izinden giderek tarihi vesikaları ‘konuşturmuş’. Adolf Hitler’in ’50. sene-i devriyesi’, yani doğumgünü münasebetiyle düzenlenen törenlere bakan, milletvekili ve komutanlardan oluşan büyük bir heyetin katılımına dair 11 Nisan 1939 tarihli bir hükümet kararnamesi bunlardan biriymiş. Erdoğan ayrıca dönemin Cumhuriyet gazetesinin 1932 ve 1941 tarihli iki nüshasının, üzerinde "Milli Şefimiz ile Führer arasında samimi tebrikler" ile "Kemalist Türkiye'den Faşist İtalya'ya selam" başlıklarının yer aldığı birinci sayfalarını da göstermiş.

Hızını alamayan Erdoğan "Nasıl? İşte CHP, budur. CHP Genel Başkanı eğer Hitler sevdalısı arıyorsa o gurur duyacağı CHP tarihine baksın, orada bulur" diyerek taşı gediğine koymuş.

Erdoğan bunu yapmayı alışkanlık haline getirdi gerçekten. Kendi iktidarına yönelik eleştirilerin etrafından dolanmak için ‘tarihle yüzleşmeyi’ seçiyor. Kendisine otoriter pratikleri nedeniyle ‘faşist’ mi denmiş, ‘şak’ diye asıl CHP’nin faşist olduğunu, Hitler’e, Mussolini’ye derin bir muhabbet beslediğini ‘belgeleriyle’ ifşa ediveriyor. Başka bir zamanda CHP’nin faşizme meyyal olduğunu ima etmek dahi radikal bir çıkış olacakken, Kemalizmin otoriter köken ve uygulamalarına dair bir tarihsel tartışmayı gündeme getirecekken, bugün, hem de bir başbakanın ağzından böylesi sözler duymanın siyaseten hiçbir ‘sorgulayıcı’ tarafı yok. Yok; çünkü ‘tarihle hesaplaşmanın’ ya da ‘yüzleşmenin’ nötr, siyasal ihtilaflardan, politik-sosyal güç dengelerinden bağımsız bir objektif manası yok. Tarihi vesikaları açıklama tek başına tarihle özgürleştirici bir yüzleşme anlamını taşımayabiliyor. Tam tersine, Hitler-CHP örneğinde olduğu üzere, geçmiş barbarlıkların bugünkü barbarlıkların üzerini örtmek için kullanılması sonucuna varıyor. Yani AKP’yi otoriter pratikleri dolayısıyla eleştirmenin önünü kesen bir araç halini alabiliyor. Bu tarz bir ‘geçmişle yüzleşme’ bugünün tahakküm ilişkilerini haklılaştıran, geçmişin karanlığını vurgulayarak bugünü ululayan bir söylemsel strateji halini almış durumda.

12 Eylül’e ilişkin yaşanan süreç de benzer bir boyut taşımıyor mu? Onca insanın ahını almış Evren ve Şahinkaya’nın yargılanması elbette hayırlı bir gelişme. Ancak açıkçası 12 Eylül’le hâkim ‘yüzleşme’ biçimi, yani tartışmanın bir sivil siyasetle cenah-ı askeriye arasındaki ihtilafa indirgenmesi, onu neoliberal konsensüsü sorgulayan değil, besleyen bir şekle büründürüyor. 12 Eylül ile mesela Esenyurt’ta 11 işçinin öldüğü ve ‘iş kazası’ denen cinayetler arasında, 24 Ocak kararlarından gelen tarihsel bağa dokunan bir ‘hesaplaşma’ elbette gündeme gelmiyor. 12 Eylül ve Diyarbakır Cezaevi hakkında edilen tonla laf, çoğu zaman aslında darbelerle hesaplaşan mevcut iktidarın Kürt meselesinde ‘ceberrut devlet’ zihniyetinden bambaşka bir yerde durduğunun bir delili olarak ortaya konuyor. Diyarbakır Cezaevi, yani Kürtlerinin ezilmişliğinin hafızası, muktedirlerin elinde Kürtlerin bugün de eziliyor olmaya devam etmeleri gerçeğini gizleyen bir iktidar söylemi halini alıyor. Darbenin yarattığı toplumsal tahribat, son referandum sırasında ayan beyan ortaya çıktığı üzere, mevcut hükümetin siyasal konumunu pekiştirmeye dönük bir araç halini alabiliyor. Böylece ''darbelerle hesaplaşma'' adı altında Türkiye’de demokrasinin ulaşmış olduğu ‘seviye’ tescil edilmiş oluyor. 12 Eylül ürünü anayasanın temel yönelimlerini (güçlü yürütme ve neoliberalizm) muhafaza etmekle kalmayıp pekiştireceği aşikâr bir yeni anayasa tartışması, işte tam da bu ‘darbeci geçmişle yüzleşiyoruz’ nidaları altında, sivilleşme-demokratikleşme olarak sunulabiliyor. Kısacası, geçmişin acıları istisnaileştirilerek, tarihe havale edilerek, bugün de geçerli olan sömürü ve tahakküm ilişkilerinden azade kılınarak tekerrürü mümkün olmayan ‘benzersiz’ hadiseler haline getirilmiş oluyor. Böylece bu ‘yüzleşme’, hesaplaşılmak istenen tarihin bugün de devam ettiğini gözlerden gizlemek anlamını taşıyor. Dün açıklanan KCK iddianamesinde Ragıp Zarakolu’nun 12 Eylül 1980 darbesinin ardından cezaevinde kalırken tuttuğu notların da delil sayılması, tarihle hesaplaşıyoruz diye rehavete sürüklenmekten ziyade, tarih kadar onunla mevcut hesaplaşma biçimiyle de hesaplaşmamız gereğini hatırlatıyor. Yüzleşmemiz gereken tarihin ne yazık ki bugün de hâlâ ‘bizimle’, yani tepemizde olduğunu bir an bile unutmaya hakkımız yok.

*Kaynak: www.sdyeniyol.org

ANF NEWS AGENCY

Bakın ‘KCK Mahkemeleri’ Neymiş?

Kürt Toplumu Adaleti Kendi İçinde Yaratıyor
Filiz Koçali
 
 
İstanbul ‘KCK’ davası diye bilinen davanın iddianamesi mahkeme tarafından kabul edilmiş. Biz dosyayı henüz görmedik ama 'basınımızın' acar elemanları nasıl olduysa dosyayı ele geçirmişler ve içeriği hakkında bilgi vermeye başladılar. İddianamede var olduğu söylenen suçlamalardan biri, “KCK mahkemeleri”yle ilgili. Bu mahkeme işi çok mühim ve en çok çarpıtılan konulardan biri.

Öncelikle, bu mahkeme diye lanse edilen durumu iyi anlamak gerekiyor. Anlamak için de BDP’nin yoğun oy aldığı yerlerdeki “suç” oranlarına ve “suç” niteliklerine bakmak gerekiyor.

BDP’nin etkin olduğu yerlerde kan davası var mı?

BDP’nin etkin olduğu yerlerde namus cinayeti var mı?

BDP’nin etkin olduğu yerlerde küçük yaştaki kızlara cümbür cemaat örgütlü tecavüz var mı?


Yok. Ya da genel ortalamanın çok çok altında.

Peki nasıl oluyor bu? Çünkü, yüzyıllarca ağaların dediğinin tek geçerli söz olduğu, ağır, kuşatıcı geleneklere yaslanarak kadınların katledildiği bir coğrafyada insanlar, insanların bilinci, yaşamı değişiyor.

Çok çarpıcı bir örnek biliyorum. Diyarbakır’dan. Diyarbakır’da birisi birisini öldürüyor. Geçmiş dönemde bunun iki türlü cezası vardı. Birisi mahkemenin verdiği ceza. Devletin mahkemesi öldürene hukuktaki karşılığı neyse o cezayı veriyordu. Ama öldürülen taraf için bu yeterli bir ceza değildi. Geleneklere göre adam öldürmenin cezası karşı taraftan da bir kişinin ölmesiydi. Kan davası denilen şey de böyle başlıyordu.

Diyarbakır’daki örnekte ne oldu? Belediye Başkanı, şehrin ileri gelenleri devreye girdi, kan davasını engelledi. İki tarafın da içini rahatlatacak bir formül buldu. Öldüren taraf bir sağlık ocağı yaptırdı, sağlık ocağına ölen kişinin adını verdi. İşlenen ağır bir suçun ardından kan dökülmediği gibi, başka insanların yaşamını kurtaracak bir sağlık ocağı yapıldı.

Veysi Sarısözen’le birlikte referandum sırasında gazeteye izlenim yazmak için Şırnak’a gittiğimizde de daha yeni yaşanmış bir olaya tanık olmuştuk ve hatta gazeteye de yazmıştık. Olay şu; Basit bir tartışmanın iki yaralıyla hastanede bittiği, daha doğrusu bitmediği, devam etme olasılığı yüksek olduğu bir durumdan partiyi haberdar ediyorlar. Parti yöneticileri araya giriyor, iki taraf barıştırılıyor, kavga büyümeden bitiyor. Biz kavga eden kişilerle konuştuk. Biri partili, diğeri korucuydu. Yanlış anlaşılmasın, kavga nedeni politik filan değil, belediyenin yenilemek için söktüğü kaldırım taşlarını kimin alacağıyla ilgiliydi. Yaptığımız küçük röportajda, korucu “20 yıllık komşuyuz, nasıl böyle yaptık bilmiyorum, ayıp ettik birbirimize, parti barışmamızı istedi, barıştık” diye anlatmıştı durumu. Partili olan kişi ise “kendime yakıştıramadım yaptığımı, neyse ki parti araya girdi de kendimize geldik” diyordu.

Alın size iki adet KCK Mahkemesi.

Yakın zamanda tanık olduğum bir başvuruyu da paylaşayım sizinle. Başvuru nereye? Partiye yani “KCK mahkemesine”... Evli bir kadın, evli bir adama kaçıyor. Tam da kocası askerden geleceği gün. Kocası da amca oğlu. Durum çok karışık. Bildiğim kadarıyla bu durum yasalara göre suç değil, ama o küçücük ilçede bu yapılanın karşılığı büyük. Eskiden olsa cezası kesindi. O kadın mutlaka ve o erkek de muhtemelen öleceklerdi. Ölmediler... Bu aileler ayrı ayrı o şehirdeki partiye başvurdular. Ben o şehirden ayrılırken, parti yönetimi aileler arasında sözü geçebilecek bir heyet oluşturmaya çalışıyordu.

“Nasıl çözeceksiniz” diye sordum. “Öncelikle kadının can güvenliğini sağlamamız gerekir, sonra da iki aileyi tatmin edecek bir karar ortaya çıkarmak... Tabii adamın eşinin de hakları korunmalı.”

Böyle durumda iki aile nasıl tatmin olacak? Eşin hakları nasıl korunacak? Hakikaten çok zor ve karışık bir durum. Ama bunlar yaşanan örnekler ve bir çaresi de bulunuyor ve kimse kan davasından ya da namus cinayetinden ölmüyor.

Bir örnek de başka bir şehirden. Adam evli, İran’dan ikinci bir eş getiriyor. Parti çevresinde bu hiç onaylanacak bir durum değil. Adamın eşi bunu bildiği için partiye geliyor. “O kadını memleketine gönderin, eşimi affedeyim, gelsin evine otursun.” Yine sordum “ne yapacaksınız” diye. “Yeni eşi İran’a gönderemeyiz ama iki kadını da en az mağdur edecek bir çözüm bulacağız” diye yanıtladılar. Adamın neden olduğu bu karmaşık durumdan iki kadın da en az mağduriyetle nasıl çıkabilir, doğrusu ben bilmiyorum. Ama o topraklardaki hayat bilgisi ve politik bilinç bir araya gelince en karmaşık durumlarda bile bir yol bulunuyor. Bunun da adına “KCK mahkemesi” deniyor.

Şimdi itiraz edilen bu. Suç diye nitelenen bu. Kürtler değişiyor. Artık kan davası ya da namus cinayeti nedeniyle suç işlemiyorlar. Partilerine güvendikleri, gönüllü olarak başvurdukları ve en çıkışsız durumlarda bile bir çıkış yolu aradıkları için suç işliyorlar.

Kaynak: Ozgur Gundem

AKP, Kendi İktidarını Yaşatmanın, Halk Adaletin Peşinde!


Ankara - Ankara Adliyesi önünde adalet için bekleyen binlerce kişi, “AKP, iktidarını yaşatma gayretinde. Davanın göstermelik olduğu ve adaletin bu şekilde tecelli etmeyeceği” görüşünde hem fikir. 12 Eylül mağdurları, yakınlarını yitirenler, davanın genişletilip, darbenin arka planında yer alanlardan hesap sorulmasını istiyor.

Dört bir yandan Ankara’ya gelen adalet arayan 12 Eylül mağdurları, yaşadıklarının hesabının sorulmasını istiyor. İşkence görenler, mahpus edilenler, yakınlarını yitirenler ve bir de yaşamları çalınanlar siyah beyaz fotoğraflarıyla Ankara Adliyesi önünde sabahın erken saatlerinden itibaren adalet için bekliyor. Davanın göstermelik bir yargılama olduğunu vurgulayan binlerce kişi, AKP’nin samimiyetsizliğine dikkat çekiyor.

Adalet için davaya müdahil olmak amacıyla İzmir’den gelen İslam Arpat, Makedon asıllı. 50 yıl önce göç ettiklerini belirten Arpat, 12 Eylül’de İzmir’de Buca Cezaevi’nde 3 yıl kaldığını, gördüğü işkenceler nedeniyle halen fiziki rahatsızlıklarının bulunduğunu kaydetti. “Annemle cezaevindeyken ana dilimde konuşamıyordum. Türkçe konuş diyorlardı” diyen Arpat, “Kürtlere Diyarbakır zindanında uygulanan ırkçı dayatmalar bize yönelik de uygulandı. Davaya bugün müdahil oldum. Ancak burada 12 Eylül yargılanmıyor. Çünkü bu darbenin arkasında uluslar arası emperyalizm var. Fakat bugün burada uluslar arası emperyalizmin Türkiye’deki işbirlikçi tetikçileri yargılanmak isteniyor. Asıl sorumlular burada değil. Böyle giderse de 12 Eylüller sona ermeyecek” ifadelerinde bulundu.

’12 EYLÜL KÜRDİSTAN’DA HALEN DEVAM EDİYOR’


Davaya müdahil olmak için Diyarbakır’dan gelen mağdurlardan Ahmet Andiç, Diyarbakır 5 Nolu Ceaevi’nde üç buçuk yıl kaldığını, yaşadıklarının hesabının sorulması ve adalet için Ankara’da olduğunu söyledi. 12 Eylül darbesinin anayasa ve siyasi iktidarıyla bugün de sürdüğünü kaydeden Andiç, şunları söyledi: “32 yıl önce Kürtlerin uyanışından ürkenlerin başlattığı vahşet, işkence ve zulüm bugün Kürdistan’da halen de sürmektedir. Bunca yıldır yaşadıklarımızın yarattığı tahribat ciddi boyutlardadır. Diyarbakır zindanında yapılan işkencenin kokusunu unutmak mümkün değil. Bugün Diyarbakır’da yaşıyorum ama halen 12 Eylül her yönüyle hayatımızda.”

‘AKP, SAMİMİ DEĞİL, SADECE İKTİDARINI YAŞATMAK İSTİYOR’

Andiç, mahkemenin göstermelik olduğunu, ciddi bir sonucun çıkacağını ummadığını belirterek, “Bugün yasalar halen Kenan Evren’in ve 12 Eylül hukukunun. Eğer AKP bu anayasayı, bu hukuku reddedip, demokratik esaslarla yeni bir hukuksal düzenleme getirip, bu yargılamaya gitseydi o zaman bir şeyler çıkabilirdi. AKP, burada ancak kendi iktidarını yaşatmanın gayreti içinde. Biz ise halkı bilinçlendirip, adaletin sağlanması için çabalıyoruz” diye kaydetti.

‘TÜM SORUMLULAR YARGILANMALI’

Darbe döneminde DİSK Dev Maden-Sen genel merkez yöneticiliği yapan ve tutuklanıp 3 yıl cezaevinde kalan Hüsnü Koçyıldız da memleketi Sivas’tan Ankara’ya gelip adalet arayan binlerce kişiden biri. Tutuklandığında hiç mahkemeye çıkarılmadığını, 1984 yılında çıkarıldığı ilk mahkemede de tahliye edildiğini belirten Koçyıldız, “İşkencelerden geçtik. O dönem tutuklanıp da işkence görmedim diyen olamaz. Onur kırıcı muameleler gördük. Cezaevinden çıktıktan sonra da mağduriyetimiz bitmedi. İş vermedi kimse bize. Çoluk çocuk mağdur olduk. Mecburen köyüme gidip babadan kalma tarlaları ekip biçerek bugüne kadar yaşamaya çalıştık. Buradan beklentim yok. Ancak iki general dışında bu süreç genişletilir ve o dönemin tüm sorumluları hakkında kovuşturma başlarsa belki sonuç alınır” dedi.

Davaya müdahil olmak istediğini ancak kabul edilmediğini ifade eden Koçyıldız, darbe döneminin Başbakanları, valileri, emniyet müdürlerinin de dava kapsamında yargılanmasını istedi.

12 Ağır Ceza Mahkemesi Salonu’nda görülen duruşma, aranın ardından tekrardan devam ederken, mağdurlar, adalet peşinde olan binlerce kişinin adliye önündeki kararlı bekleyişi de sürüyor.
ANF NEWS AGENCY

12 Eylül'den Ceset Torbasına...

12 Eylül'ün o karanlık günlerinde Faşist Türk Polisi sokaklarda Terör estirirken...
Faşist Evren ve Takipçisi Erdoğan

Cahit Mervan
 

12 Eylül rejimi ilk yenilgisini Kürdistan’da aldı. Ve bir daha belini doğrultamadı.

Amed zindanında Kürt devrimcilerinin o akıllara durguluk veren direnişi ve 15 Ağustos’ta atılan ‘ilk kurşun’ 12 Eylül faşizmin çökmesine yol açtı.

Darbeciler Kürdistan’da yenildi. Koydukları hiçbir hedefe ulaşmadılar. Kürt halkına, onun devrimci öncülerine diz çökertemediler. Generaller Kürdistan’daki direniş karşısında havlu attılar.

Kürdistan, 12 Eylül ile aslında çoktan hesaplaştı. Onun defterini çoktan dürdü.

Kürdistan devrimi olmasaydı, bugün hiçbir güç ne Kenen Evren’i yargılıya bilirdi, ne de onun bir onbaşısını. Bugün bitmiş, tükenmiş ve Kürdistan devrimi tarafından sıfırlanmış bir darbeciyi yargılamak kolay olsa gerek.

Ancaaak…Meğerse ne kadarda çok 12 Eylül mağduru ‘Türk’ varmış. Meğerse ne kadar da generallerden davacı olmak isteyen ‘mağdur’ varmış. Sıraya dizilmişler. Sözde Evren ve arkadaşlarını yargılayacaklar.

Bu kuru gürültü içinde o adliye koridorlarında 12 Eylül’ün gerçek mağdurlarına sıra gelir mi belli değil.

Ama belli ki bu ülkede darbecileri yargılamak bile bir rant kapısına dönüşüyor. İşin aslı gözden kaçıyor. Adaletin yerini, gece gündüz Kürtlere ve demokrasi güçlerine, 12 Eylül rejiminin gerçek mağdurlarına kin kusanların, düşmanlık yapanların şovu alıyor.

Halbuki 12 Eylül ruhu yaşıyor. Orta yerde Evren’in yarım bırakmak zorunda kaldığı işi tamamlamak isteyen bir iktidar var. Hem de yeni canlar alarak, yeni ocaklar söndürerek işine devam ediyor.

Şu son 10 yıl içinde kaç Kürt çocuğu öldürüldü biliyor musunuz? Kaç kişi cezaevlerinde işkenceye maruz kaldı? Kaç gazete yasaklandı? Kaç kitap toplatıldı? Kaç bin kişi ülkesini terk etmek zorunda kaldı? Kaç milletvekili, belediye başkanı, sendikacı, insan hakları savunucusu, meclis üyesi, siyasi görüşlerinden dolayı kaç vatandaş cezaevinde?

Daha dün. Bingöl M tip cezaevinde şeker hastası ve iki gözü kör olan, 70’ne merdiven dayamış Mahmut Karataş’ın tüm ısrarlı çağrılara rağmen serbest bırakılmadığını ve tabutunun o cezaevinden çıktığını biliyor muydunuz?
12 Eylül döneminin o akıl almaz işkencelerinin şimdi Pozantı’da, Elbistan cezaevinde Kürt çocuk ve kadın tutsaklara karşı uygulandığını da mı duymadınız? O körpecik bedenlerin taciz ve tecavüze uğraması da sizin vicdanlarınızı sallamaya yetmedi mi?

Peki tam da bugün, Kürdistan’da olup bitenlerden de mi bihabersiniz?


Görüntüler ve anlatılanlar 12 Eylül darbesini de aşıyor. David Hackl’ın yönetmenliğini yaptığı Saw filmindeki gibi dehşet sahneler var.

İşte bir örnek.

BDP Amed milletvekili Nürsel Aydoğan Suruç’tan Amara’ya gitmek isteyen bir arabanın polis tarafından ‘ceset torbası’!!! taşımadığı gerekçesiyle engellendiğini bu sabah NUÇE TV’de Aktüel programının da anlattı.

Neymiş: Arabanızın her türlü kağıt-küreği olabilir ama, bir de arabanızda ‘ceset torbası’ taşımanız gerekiyormuş! Ne düzenli bir memleket, öyle değil mi?

Nürsel Aydoğan, Suruç başta olmak üzere Urfa’da 12 Eylül askeri darbe dönemlerinde olduğu gibi olağanüstü bir durumun yaşandığını, hatta onu aşan bir durumun olduğunu, asker, polis, özel timin kasabayı adeta işgal ettiğini anlattı.

Ne zaman anlattı bunları?

Bugün anlattı. 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasının başladığı dakikalarda anlattı.


Bir tarafta 12 Eylül yargılanıyor, diğer tarafta ise 12 Eylül’ü yargıladıklarını iddia edenler tarafından 12 Eylül rejimi yaşatılıyor.

Durum bu. Yaman bir çelişki mi? Hayır. Gerçeğin ta kendisi.


Bu nedenle Evrensel gazetesi haklı olarak 12 Eylül 1980’de içeri alınan MHP lideri nam-ı değer faşist Alpaslan Türkeş’in o gün söylediklerine bir gönderme yaparak, darbecilerinin bugün yargılamasına ilişkin çarpıcı bir manşet atmış: ‘Kendileri yargıda, fikirleri iktidar’da.’

Bu manşetin eksiği var, ama fazlası yok. 12 Eylülcüler yargılanıyor ama 12 Eylül’ün fikride, zikri de şuan iktidarda. Bunların apoletleri ceketlerinin altında gizli sadece.

Örnek vermeye dahi gerek yok.

Çünkü darbecilerin yarım bıraktığı, daha dorusu bırakmak zorunda kaldığı Kürdistan’ı teslim alma işini, o lanet sömürgeci uğraşı Erdoğan-Gülen-Naim Şahin üçlüsü devam ettiriyor da ondan.

Çünkü 12 Eylül Suruç’ta, Kürdistan’da AKP rejiminin şahsında şimdi ‘ceset torbası’ olarak, bir hayalet gibi yaşıyor da ondan.

Ancak bu rejimin akıbeti de, Evren’in rejiminden farklı olmayacak. Tıpkı 12 Eylül faşizmi gibi bu rejimde Kürdistan’da çökecek. Çökmüştür de. Emin olun bu hükümetin hiçbir şovu, takkiyesi, demokrasi ve insani değerler üzerinden oynadığı, çevirdiği numaralar bu sonu engellemeye yetmeyecektir.


ANF NEWS AGENCY