17 Mart 2011 Perşembe

İslam Üzerine bir Söyleşi


Dicle Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Felsefe bölümünde öğretim üyesi ve felsefe bölüm başkanı Yrd. Doç. Dr. Bülent Sönmez Riyaroni.Com'a Konuştu...
Dicle üniversitesi felsefe bölüm başkanı Bülent sönmez Riyaronin sorularını cevapladı. Peygamber ve filozof, Ahlak Felsefesinde Güncel Konular, Modern Batı Düşüncesi Hristiyanlık ve Din Algısı gibi felsefe ve ilahiyat konularını içeren kitapların yanında 'Bu Kapı Yalnızlığa Açılır' adında bir şiir kitabı olan Yrd. Doç. Dr. Bülent Sönmezle; İslam dünyasının günümüzde fikri ve felsefi manada yetersiz oluşunu, İslam'ın sol hareketlerle ilişkisini, eski ve yeni İslamcıların sanat telakkisini, Ortadoğudaki politik ve toplumsal ayaklanmaların düşünsel bir arkaplanın olup olmadığını vb. konuları konuştuk.
Riyaroni: Bilimlerin tarihine baktığımızda, günümüz bilimlerini bir çok noktada temellendiren ve katkıda bulunan İslam dünyasının, günümüzde fikri ve felsefi manada yetersiz olarak ifade edilmesine bakışınız nedir?

B. Sönmez:
Bu sorunun iki boyutu bulunmaktadır. Birincisi meselenin ilerlemeci bir paradigmayla ele alınması yani gerilik ve ilerilik dış dünyanın kontrolü açısından bir üstünlük ve aşağılık yargısı olarak önümüze konmaktadır. Bu paradigmanın ne kadar sahih olup olmadığını yaşadığımız olaylar göstermektedir. Şimdi kültürel kategoriyle bilimsel kategori aynı düzlemde ele alınmaktadır. İslam dünyasının geriliği ve ileriliği bilimsel ve teknolojik üstünlük anlayışıyla değerlendirilmektedir. Oysa Batı’nın kültürel ve entelektüel sorunlarından türeyen bir çok proplem islam dünyası için söz konusu değildir. Kıyas yapılırken üstünlük ve aşağılık gibi değerler ortaya konurken kıyaslanan unsurların kendilerine özgülüğünü dikkate almak gerekmektedir. Bu yüzden Batı ve İslam dünyası kıyaslaması öteden beri yanlış bir zemin üzerine oturmaktadır. Bu kıyaslama hem Batı dünyasını hem de İslam dünyasını net bir biçimde anlamaya engeldir. Üretilen paradigmanın kendisi zaten sorunludur çünkü bu paradigma tamamen maddi unsurların belirleyiciliği ile üretilmiş tektipleştirici ve Batı’nın maddi dünyanın kontrolü noktasındaki başarısını (ne derece başarı diyebiliriz) esas almaktadır. Bu paradigmanın hem Doğu’ya hem Batı’ya çok şey kaybettirdiği söylenebilir. Bu paradigmaya takılmadan İslam dünyasının sorunlarına gelirsek sağlam bir teoloji, kozmoloji ve epistemolojinin hayatı yönlendirmediğini söyleyebiliriz. İslam dünyasında bugün Batı dünyasını bir çok düşünsel proplemini aşmaya yardımcı olmuş bir zengin ve derin alt yapı bulunmaktadır. Sorun bu alt yapının ortaya çıkarılıp ayıklanmasıdır. Siyasi çekişmelerin entelektüel ve kültürel dirilişi sekteye uğratan bir olumsuz yanı bulunmaktadır.
Riyaroni: Sizce günümüz İslam dünyasının fikri ve felsefi manada en büyük yetersizliği nedir?

B. Sönmez:
Aydınlanma, Hristiyan teolojisinin insanı Tanrı ve insan aklını da ilahi buyruk(teoloji) adına yok saymasına tepki olarak gelişti. Tanrı ve Vahiy (hristiyan teolojisi diyebiliriz buna) eksenli düşünme biçimi Batıda insanı ve insan aklının aşağılanması gibi bir görünüm sergilemişti. Buna tepki olarak gelişen Aydınlanma, Tanrı yerine insanı (hümanizma) Vahiy yerine ise intellect? (akıl demiyorum) koydu. Bu iki yaklaşım biçimi yüzyıllar boyu hesaplaştı. Batı Aydınlanmaya kendi entelektüel ve kültürel havzasının bilincinde olarak ulaştı. Tanrı ve vahiy karşıtlığı belli bir çaba ve alınteri sonucu ulaşılan bir noktaydı. Yani onların dalaletleri bile belli bir varoluş kaygısının ürünüydü. En ateşli tanrıtanımazlar bile Kutsal kitabı çok iyi biliyorlardı. Sonraları Aydınlanmanın temel söylemleri bu çatışma ve entelektüel yoğunluğun doğal seyri olarak sorgulanmaya başlandı. Akıl, bilim ve ilerleme gibi Aydınlanmanın üç ana dayanağı da yoğun eleştirilere uğratıldı.
İslam dünyasının bu çatışmaların yansımalarından etkilenmemesi mümkün değildi. Ancak Batı dünyasının kendisine özgü şartları ile İslam dünyasının kendine özgü şartları arasında kimi benzerlikler olmakla birlikte çoğu noktada bir örtüşme bulunmuyordu. Örneğin İslam dünyasında teoloji vardı ama Kilise ve seçkin din adamı sınıfı yoktu. Bu özel şartların dikkate alınmaması İslam dünyasında iki eğilimin öne çıkmasına neden oldu; muhafazakâr/tutucu eğilim ile modernist /yenilikçi eğilim. Her iki eğilimin temel özelliği de kolaycılıktı. Saldırmak ve savunmak temelinde ortaya çıkan iki kolaycı uç İslam dünyasının sahih aydınlanmasını engelleye geldi. Muhafazakâr eğilim Batının özgül şartlarında gelişen Aydınlanmanın bütün söylemlerine duygusal bir tepki koydu. Yanı sıra modernist eğilim Batıdaki skolastisizm karşıtı bütün söylemleri aynen kendi toplumlarına tercüme etti. Sonuçta kesif, anlamsız ve haksız bir kördöğüşü yaşanmaya başlandı. Bu durum İslam dünyasının gerçek aydınlanmasına engel oldu ve hala da engel olmaya devam etmekte.
Oysa İslam dünyasının da bugün boyutları ne olursa olsun bir Aydınlanma pratiğine ihtiyacı bulunmaktadır. Bu Aydınlanma her yeniye duygusal tepkiler koyarak karşı çıkan gerici zihniyetle yeni ve farklı bulduğu her şeyi en basit bir çaba sarf etmeksizin hemen benimseyen cahil zihniyeti aşmakla gerçekleşecektir. Hamasi ve duygusal ilgilerin üstünde entelektüel ilgilerle meselelere eğilmekle gerçekleşebilecek geniş bir çabadır bu.
O halde yetersizliğimiz modern çağda bütüncül evrensel bir zihniyetin inşasını sağlamak gerekmektedir. İnsanın Allah ile, kendisi ile, insan ile, devlet ve toplum ile ilişkisini bütüncül bir bakış ile ele alınması gerekmektedir. Müslüman çağın problemlerine cevap verecek tek insandır. Ama müslümanın öncelikle çağın zihniyetini yaşadığı coğrafyayı hangi kültür dünyasına ait olduğunu ve kendisine din olarak gelen anlayışların insanlığın ortak birikimi ile ilişkisinin nasıl olduğunu anlaması gerekmektedir. Bu yüzden sağlam bir teoloji ve kozmolojiye ihtiyaç bulunmaktadır. Bunun yolu da kurana dönüş ile gerçekleşecektir. Kur’an’
ın insanlığı diriltme noktasındaki buyruğu bizim kalkış noktamız olmalıdır. Bu bize bütüncül bir insan anlayışı sunar. İslam’ın anlaşılması için bugünün insanının müspet şeyleri bulmaya yatkın aklının dikkate alınması ve bu akla hitap edecek metodun bulunması gerekmektedir…
Şeriati de bir konuşmasında ‘’Çağın bilimlerini öğrenin ve orada bulamadığınız zaman Kuran’a gelin’’diyerek öncelikle çağa egemen zihniyetin anlaşılmasının önemini belirtir. Mehmet akif Ersoy da ‘’doğrudan doğruya Kur’an’dan alarak ilhamı asrın idrakine söyletmeliyiz Kur’anı’’ diyerek aynı çizginin önemine dikkat çeker.
Burada İslam’ı çağın algısına uydurmaktan değil (Ki bu her dönemde görebildiğimiz bir sapma bir tahriftir) çağın algısına sunmaktan sözetmek gerekmektedir.
Kur’an’a dönüş hamlesi tarihsel dinsel ve siyasi tartışmaların ötesine geçerek yeniden ele alınmakla mümkün olacaktır. Gazali’nin İhya ile yapmak istediği şey de buydu ancak Gazali çok önemli hatalar yaptı. Onu tartışmanın yeri burası değil. Bu hatalar onun yanlış anlaşılmasının da kapısını açtı. O halde İslam dünyasının düşünsel sorunlarını aşmada üç terim önemlidir. Bunlar ihya, tecdid ve Aydınlanma kavramlarıdır. İhya kurana dönüşle gerçekleşecek bir arınma ve arındırma sürecidir. Tecdid bu arındırma sürecinin toplumsal yenileşmeye kapı açmasıdır. Tecdidden kastettiğimiz budur. Aydınlanma ise bilgelik ve gerçekliğe dönüş olarak anlaşılmalıdır. Kendi gerçekliğinden kopuk tarihsel bir anlayışa mahkum olmadan çağın meselelerini irdelemenin adı olarak aydınlanmadan söz ediyoruz. O halde çağın zihniyetini tanımak, İlahi çağrıyı tanımak, yaşanan toplumu tanımak gibi önemli bir borcu vardır.
Riyaroni: İslam'ın sol hareketlerle ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Son zamanlarda ‘sol ilahiyat’ diye kavramsallaştırılan ve popülaritesi olan tartışmalara nasıl bakıyorsunuz?
B. Sönmez: Burada sol derken zannedersem Marxist söylemi kastediyorsunuz. Çünkü sol kavramı tek başına meramı anlatmada çok da aydınlatıcı olmayacaktır.Ben kavramlardan çok sizin ifade etmek istediklerinizi esas alıyorum..
Son zamanlarda İslam’
ın sol ile ilişkisi gündeme gelmektedir. Çok önceleri Hasan Hanefi’ye atfedilen islami sol söylemi çokta tutarlı bir söylem olmaktan uzaktır. Rahmetli Mustafa SİBAİ bir ara İslam sosyalizmi diye bir kavram geliştirmişti o dönemde bu ifade çok tartışılmıştı. SİBAİ, İslam sosyalizmi ifadesiyle aslında Müslüman gençlerin sosyalizme yönelmelerini engellemek istemişti, adeta onlara sizin aradığınız İslam’da fazlasıyla var demek istemişti.
Meseleye geniş açıdan baktığımızda İslamın sosyalist değil personalist (şahsiyetçi) olduğu söylenebilir çünkü sosyalizm toplumu esas alan tepkisel bir yaklaşımdır. Oysa İslam için ne toplum ne birey ne cinsiyet asla tek başına bir değer değildir. İlkeler toplumdan da bireyden de öncedir ve insan olmanın temel dinamiği ilkeli olmaktır. Bu ilke bütün insanlığın üzerinde ittifak ettiği ötekine saygı, yaşama saygı diye özetlenecek şeydir. Ne birey adına ne toplum adına ne cinsiyet adına bu ilkelerden vazgeçilemez. Sosyalistlerin diline doladığı "emek kutsaldır’’ ifadesi örneğin ilke dikkate alınmadığından pek bir anlam ifade etmez. Emek ancak ilke ile değer kazanır. Yaşamın yok edilmesine dönük hiçbir çaba (emek) kutsal olamaz. Geçen bir dergide Ebu Cehil’in antikomünist olduğunu söyleyen bir değerli dostum vardı, bu cümleyi okuduğumda ne komünizmi ne de İslamı ciddi anlamda temellendiremediğini, tepkisellik sonucu da buraya savrulduğunu düşündüm. Ebu Cehil ne antikomünist ne de sermayedar o birisine tepeden bakan, mal ve evlatlarıyla övünen, insanları kategorilere ayırarak değer veren bir insandı, kendi kabilesini çok severdi. Tabi o ayrı bir tartışma konusu. Komünizm hem ontolojik hem epistemolojik hem de kozmolojik açıdan islamla herhangi bir benzerliğin kurulması mümkün olmayan bir inanç sistemidir. Bunu burada uzun uzun anlatmaya gerek yoktur. İslam tevhide (birlik bütünlük ve uyuma) komünizmin dayandığı diyalektik materyalizm ise çatışkı ve çelişkiye inanır. Bu yaklaşımıyla dünyada komünizmin hiçbir medeniyet pratiği olmamış hiçbir sağlam toplum sistemi kuramamıştır. İslamın sol düşünceye ihtiyacı yoktur ama insanların İslam’
ın bütüncül evrensel söylemine ihtiyacı vardır. İslam yaşayarak çatışmayı öngörürken Komünizm çatışarak yaşamayı öne koyar… İslami sol gibi söylemler popülist, kompleksli ve derinliksiz kafa yapılarının ürünüdür.
Riyaroni: Felsefeci kimliğinizin yanında aynı zamanda edebiyatla da ilginiz var hatta bir şiir kitabınız da var sanırım, size göre eski ve yeni İslamcıların sanat telakkisi nasıl ve aralarında varsa farklar nelerdir?
B. Sönmez: Şimdi İslamcılık çok geniş bir yelpaze… Selefilik zaten şiirle sanatla alakalı değil hatta şiir ve sanatla uğraşmayı itikadi bir mesel gibi ele alacak kadar meseleden uzak bir yaklaşım biçimidir. Diğer yanda da çeşitli İslami cemaat ve guruplar bulunmaktadır.
Şiir ve sanat özellikle yeni İslamcı kuşak arasında gündemde olmuş kısmen bağımsız düşünmeye çalışan insanların önderliğinde yürümüştür. Necip Fazıl, Fethi Gemuhluoğlu, Sezai Karakoç gibi isimler önemli açılımlar sağlamışlardır gençlerin sanata yönelmesinde..
Aslında bu ülkede şiirin hasını da İslamcılar ortaya koymuştur. Sezai KARAKOÇ, İsmet ÖZEL, Metin ÖNAL mengüşoğlu, Arif AY, İhsan DENİZ, Hüseyin ATLANSOY, Mustafa KARAOSMANOĞLU, diye bir çırpıda aklıma gelen isimler İslamcı kuşağın 1960’lardan bugüne sağlam bir şiir geleneği oluşturduklarını gösterir. Bir de bu dönemde ortaya çıkan dergilere vesairelere baktığımızda çok büyük bir birikimin oluştuğu söylenebilir.
Sola gelince; kendisini edebiyatla ifade etmekle birlikte özellikle 70’li yıllarda çok ideolojik tutumları sebebiyle şiirin de sanatın da uzağına düştüler. 70’lerden sonra sol içinde kayda değer hiçbir şairin bulunmaması manidardır.(Ataol Behramoğlu’nu ev Ahmet Telli’yi dışta tutarsak)
Ancak İslamcılar sanat konusunda yetkin olmakla birlikte etkin olamadılar. Bunun bir çok sebebi var. Murad Kapkıner’in bir sözünü hatırlıyorum İMAM HATİPLİLER dışındakilere hitab etmek istiyorum artık demişti. Bunun bir yolu var mı demişti.
Türkiyede en önemli sorun -bütün ideolojik kamplar için söylenebilir bu- aşırı politize olmaktır...
Politik alanda entelektüel ve kültürel derinlikten çok sloganlar önemlidir. Bizden olduğu için okunan yazarlar vardır. Nazım solcu olduğu Necip Fazıl sağcı (!) olduğun için okunur.
Yani estetik ilgilerden çok politik ilgiler yön verir beğeniye. Estetik beğeni yoktur aslında politik tercihler vardır: Estetik ise bu politik tercihlerin bir aksesuarıdır. Geçen bir derneğe şiir okumam için çağırmışlardı: drneğin yöneticisi değerli arkadaşım beni takdim etmek için çıktı ve "sevgili öğrenciler baktık ki vizelerden falan sıkıldınız biz de size şiir okuyacak hocamızı çağırdık, böylece derneğimiz sizi rahatlatmayı amaçladı.."
Bu sözleri duyunca orada bir aksesuar olarak bulunduğumu anlamış oldum. Tabi bu sadece o arkadaşın kafasındaki kurguydu. Ne gelenler ne de ben bunun çok ötesinde idik. Kendimi öğrencileri eğelendirecek bir araç olarak görmedim elbette arkadaşımı da hoşgördüm. Aldırmadı yani işte şiire bakış bu akademisyenin bakışı bu..
Evet Türkiye’de dindarlığın ikinci problemi de köyden kente göç ile beliren bir durumdan kaynaklanmaktadır.
Ben dindar insanların hiçbirinin evinde ciddi bir tabloya ya da güzel bir vazoya vesaireye rastlamadım. Türkiye dindarlığı köylülük üzerine kurulu bir dindarlık olmaktan hala kurtulamadı. Başörtüsünde bile çok ciddi zevksizlik ve absürd örtünme biçimlerinin görülmesi köyden kopuş ve kente adapte olamayış ile izah edilebilir.
Üçüncü nokta İslamcıları okumanın fiyakası yok. Beyaz adam asla bir İslamcının eserini okumaya tenezzül etmez. İslamcı kimi entelektüeller ve sözümona İslamcı medya, ya bağlı olduğu cemaatin propagandasını yapacak eğer biraz entelektüelse piyasada servis edilen egemen paradigma tarafından tescilli isimleri öne çıkararak kompleksten kurtulacaktır.
Riyaroni: Düşünen insan mutlaka bir mayına çarpan insandır. İzmlerden birine girmek mecburiyetindedir, siz cemil MERİÇ’in bu aforizmasını nasıl değerledniriyorsunuz?

B. Sönmez: Bu sözünü hatırlayamadım. Kusurumu bağışlayın lütfen…
Riyaroni: Ortadoğudaki politik ve toplumsal ayaklanmaların düşünsel bir arkaplanı var mı?
B. Sönmez: Elbette.. Mağlupların zaferi diyebiliriz buna. Umarım mesele politik ihanetlere kurban edilmez. Ortadoğudaki direniş Osmanlının parçalanma sürecine isyandır. Arap dünyası yüzyıllık ihanetin farkına varalı çok olmuştu ama bugün özellikle Türkiyedeki politik gelişmeler (ki Yurtdışında da bunu gözlemleyenler çok olmuştur) Ortadoğu’nun kendine gelişini hızlandırmıştır. Artık Ortadoğuda ayrışma değil bütünleşme gerçekleşecektir. Ancak zafer elde etmek kadar onu korumak da önemlidir. Askeri zaferler geçicidir. Entellektüel ve ahlaki dirilişin bulunmadığı hiçbir hareketin sadra şifa olamayacağı ortadadır. Üstad Sezai Karakoçun dediği gibi direniş değil, diriliş gereklidir.
Riyaroni: İslam coğrafyasının batı karşısında felsefi, bilimsel ve teknolojik olarak geride kalmasının temel nedenleri nelerdir?
B. Sönmez: Ahmet Cevdet PAŞA’nın dediği gibi kanun-u kadime muhalefet, asrın icaplarına uymamak. Said Halim Paşanın Buhranlarımızda altını çizdiği şey de budur.
Riyaroni: Siyasetbilimciler ve sosyologlar; kent dindarlığına ihtiyaç olduğunu, kent dindarlığının sanatla, bilimle, felsefe ve kültürle daha barışık olduğunu islamın şehir dini olduğunu ve aslında islam diye anlatılan bir çok şeyin köylülükle ilgili olduğunu söylüyorlar. Size göre kent dindarlığı ve köy dindarlığı var mıdır, varsa siz nasıl kıyaslıyorsunuz?
B. Sönmez: Evet vardır. Yukarıda söylemeye çalıştım fazla irdelemek yanlış anlaşılmaya kapı açabilir.


Riyaroni: Kendi gençlik öneminizi de göz önünde bulundurarak, günümüz gençlerinin felsefeye ya da düşünsel hayata olan ilgileri noktasında bir atış ve ya azalış söz konusu mudur, bu bağlamda Gençlerin, günümüzde felsefeye bakış açısını nasıl değerlendiriyorsunuz?

B. Sönmez: Gençler demeyelim bence. Yani gençler denilince sanki tek suçlu onlarmış hiç kimsenin suçu yokmuş gibi bir izlenim oluşuyor. Şu an büyük meseleler içinde büyüyor gençler. Köyden kente göç, dünyanın küçülmesi, internet cep telefonu vesaire gibi aygıtlar bütün bir toplumu ilgilendiriyor. Genç yaşlı kategorisine bu yüzden çok sıcak bakmıyorum. O yüzden yargılamayalım; anlayalım gençleri ve yeni durumları iyi analiz edelim.


Riyaroni: Son olarak doğu – batı felsefesi olarak felsefeyi ayrıştırmak felsefeye haksızlık değilmidir, sizce felsefenin doğusu veya batısı varmıdır?

B. Sönmez: Felsefe felsefedir. Ama doğu felsefesi ve batı felsefesi diye bir ayrımdan çok bir felsefe geleneği var mıdır diye sormak lazım. Buna ezeli hikmet diyen Genuon ve ekolü bütün bir insanlıkta ezeli bir hakikatin olduğunu ve felsefenin bu hakikatin ifadesi olduğunu söylüyor. Doğu ve Batı diye ayıranlar İslam Hristiyan ayrımı yapıyorlar ki bu da çok sağlıklı değil,DESCARTES batılı olduğu kadar Müslümanların da talebesidir Roger BACON, İ.KANT, Spinoza için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Bunlar Batılı ama bizim filozoflarımızdır.
Bu yüzden Felsefi düşünüşün ana çizgilerin kavramak Doğu mu Batı mı gibi ayrıştırmalarla uğraşmaktan daha sağlıklı. Acak bugün Türkiye’de Felsefe diye okutulan şey Hristiyan teolojisi ve türevleridir. Çünkü Batı düşüncesi gerek Ortaçağ, gerekse Yeniçağ boyunca hep Kilisenin ekseni etrafında dönmüş durmuştur. Düşünce adamları Ortaçağda, Kilisenin doğrularını rasyonel temellere oturtma, Yeniçağda da kiliseden kurtulma yönünde hamleler yapmakla uğraşmışlardır. Örneğin AGUSTİNUS bir papaz olmasına rağmen Feuerbach bir papaz olmasına rağmen, Berkeley bir papaz olmasına rağmen felsefe tarihlerinde yer almakta ancak Farabi yer almamaktadır. Oysa Farabi Berkeley’in veya Hegelin yanında çok seküler kalır (tabir caizse).
Üstelik bunun böyle olduğuna dair de bir bilinç yoktur. Bu isimler okunmasın demiyorum.bu isimlerin konu olarak alınması ayrı şey kaynak olarak alınması ayrı şeydir.
Felsefe alanında boy gösterenlerin bir kısmının amacı zaten felsefe falan değildir. Bunlar belli ideolojik kampların söylemlerini felsefe ambalajı ile sunma gayreti içindedirler. Sahih bir felsefe geleneği bu yüzden oluşmamaktadır. Yani havanda su dövülmektedir büyük ölçüde. Bu yüzden akademik alanda ciddi anlamda hiçbir özgün felsefi eser yoktur. İlahiyatlarda da ayrıca sorun vardır. İlahiyatlarda felsefe angarya olarak görülmektedir. Felsefe dersleri herkesin verebileceği dersler olarak algılanmaktadır. Felsefe insanı dinden imandan eder gibi bir yargı da hala aşılabilmiş değildir.
 
Bülent Sönmez Kimdir?

"Yrd. Doç. Dr. Bülent Sönmez" Adıyaman’da doğdu.
İlköğrenim ve liseyi Adıyamanda okudu.
Konya, Selçuk Üniversitesi’nde lisans, yüksek lisans ve doktora öğrenimini tamamladı.
Uzun bir dönem Milli Eğitimde öğretmenlik yaptı.
Halen Dicle Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Felsefe bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.

Bülent Sönmez’in Yayınlanmış çalışlmaları;
Peygamber ve Filozof (2002),

Bu Kapı Yalnızlığa Açılır (şiir 2007),

Ahlak Felsefesinde Güncel Konular I -Gizli Kimlik-(2007)

Modern Batı Düşüncesi Hristiyanlık ve Din Algısı (2008)
http://www.riyaroni.com/roportajlar/816-yrd-doc-dr-bulent-sonmez-riyaronicoma-konustu.html

Bir Savaş/Savaşım Nasıl Kazanılır-I/II


Bu sene Kürt Milleti’nin, Halkı’nın direnme gücünün sınandığı bir yıl olacaktır. Psikolojik savaşın ivme kazanmasını, derinleştirilmesini çok iyi okuyalım. İşbirlikçilerin can derdine düşmüş numarasına yatarak kopardıkları, “TAK”ın ölüm listesine alındık gibi hayasızca tezler üretmeleri sebepsiz değildir.

Savaş, yani sertleşmiş politik mücadele çok cidi bir iştir. Kazanma “sanat”ını bilmeden bir savaşa/savaşıma girişmek anlamsız bir intihardır. Çünkü bilhassa devlet düzeyinde örgütlü bir güce karşı sadece belli bir düzeyde yarattığınız bir direnme makinasını kullanarak savaşıyorsanız, düşmanın/düşmanların yanlarına aldıkları dostlarına, deneyim birikimlerine, arşivlerine ve tahrip sanayii ürünlerine çok iyi vakıf değilseniz peşinen intihara kalkışmışsınız demektir.


Savaş sadece sıcak temastan ibaret değildir. Bütün alanlarda ve en önemlisi silahsız alanlarda daha acı bir şekilde verilir. Bu alanlar tam deyimi ile psikolojik savaş alanlarıdır. Psikolojik savaş alanları tahminlerin çok üstünde geniştir ve sıcak temas anlarını da kapsamı içine alır.. Zamanımızda kullanılan teknolojik olanaklar çok fazladır. Hatta diyebiliriz ki, düşmanın kullandığı şimdiki teknolojik gelişmiş teknolojik malzemenin yardımı ile psikolojik savaş alanları tam anlamı ile bir bataklığa dönüşmüştür. Montaj işlemi ile yaratılmış sahte belgeler, internet kullanarak insan karalamalar yeni ve etkili silahlardır. Bunları boşuna tekrarlayıp durmuyorum.


İlhakçı-inkarcı Türk Devleti’nin bütün ideolojik aygıtlarında bu ahlaki çöküntü yaşanmaktadır. Okullar sahte bilimin, camiler münafıklığın, kahvehaneler “dedikodu üretim birimleri”nin, tanınmış sahsiyetlerin çoğunluğu sahtekarlığın, TV’ler olmayaanı olmuş göstermenin, sinemalar ve diziler o olmayan “Türk’ün yüce tahrip gücü”nün, ekonomi, dünyayı bile ikiye katlayacak seviyeyi yakalama yalanının merkezleri olarak işlemektedirler. Hele internet alanı tam bir şeref ve haysiyet celladı olarak işlev görmektedirler. İşte bu ortamda 2011 yılına girmiş bulunuyoruz.


Bu sene Kürt Milleti’nin, Halkı’nın direnme gücünün sınandığı bir yıl olacaktır. Psikolojik savaşın ivme kazanmasını, derinleştirilmesini çok iyi okuyalım. İşbirlikçilerin can derdine düşmüş numarasına yatarak kopardıkları, “TAK”ın ölüm listesine alındık gibi hayasızca tezler üretmeleri sebepsiz değildir. Türk Devleti’nin yeni cadı kazanı “Taraf” adlı gazeteye dayandırılan ve bazı odakların hemen sahip çıktığı iddia, Kürtler arası uçurumu derinleştirme amaçlı bir iddiadır. Bu iddia TAK’ı pek tanımayan kişilere bu örgütü BDP’nin bir kolu halinde gösterme çabasına hizmet için öne sürülmüş gibi görünüyor ve psikolojik savaşın esaslı bir parçasıdır. Benim takip edebildiğim kadarı ile TAK şimdiye kadar, yöneleceği kişiler işbirlikçi de olsalar, Kürtler’i şimdiye kadar hedefe oturtmamıştır (tabii ki bu duruş ebediyete kadar sürmeyebilir). TAK yapacağı eylemleri önceden ilan etmez. Eylemi gerçekleştirir ve sonra da sahip çıkarak ilan eder. Tıpkı İstanbul’da 4.5 richter gücünde bir sarsıntı yaratan Vedat Acar’ın eylemi gibi..


Bence BDP hiç bir şekilde TAK’ın gelecekteki muhtemel eylemlerine “cana kastetmek” falan diye önceden ambargo koymak gibi bir angajmana girmeden kendi işine bakmalıydı. Bu olmamış olan tehdidi sömürmeye hazır TRT-altı’cı Celîlê Celîl gibi köşede bucakta pusuya yatan entel Kürtler var. Onlar her fırsatta TC’nin öne sürdüğü yapay gündemleri istismar etsinler de o değerli şerefleri yükselsin! Bu entel takımı neden Kürdistan Ormanları yanarken, ekonomi yerle bir edilirken, kadınlarımız ve çocuklarımız istismar edilirken toplu bildiri yayınlamazlar, merak ediyorum. Aynı takımın çocuk ve kadın istismarına karşı bir tek bildiri yayınlamaması manidardır. Ama olmayan TAK tehdidini olmuş gibi göstermek gibi bir pişkinlik göstereceklerdir. “Ortada fol yok yumurta yok, bu bağırtı niye” diye sormaya gerek yok. İşte size psikolojik savaş, işte size bu savaşın işbirlikçi takımı..


Bu sene Kürtler açısından önemli olan hususlar şunlardır:


-Türk Devleti, sorun erteleme ve böylece bıkkınlık yaratma politikasını aynı hızla sürdürecek mi?


-Hedefi çözüm olan bir ateş-kes gerçekleşecek mi?


-Meclis platformunu kullanmak bakımından önemli olan seçimlerde Kürtler başarı sağlayacaklar mı?


-ABD’nin çekilmesi ile oluşan boşluğu doldurma mücadelesinde Türk Devleti ne yapacak?


Bugün bu şıklar arasından seçimleri ele alacağım.


2011 Seçimleri’nde Türk Devleti’nin nasıl bir davranış sergiliyeceğini kestirmek ve ona göre davranmak mümkündür. Sürece baktığımızda;


-Türk Devleti’nin adam satınalma metodunu daha da geliştirerek bu seçimde hayata geçirme hususunda tereddüt etmeyeceğini bilelim. Satın alınacak Kürt piyasasının hiç de durgun olmadığını görüyoruz. Sanatçısı ile, yazarı ile, münafığı ile, hocası ile yeteri kadar “eleman” bulunuyor. Bunun dışında aynı Türk Devleti, kendi yarattığı yoksulluk girdabındaki insanları kömür, buzdolabı, çamaşır makinası, yiyecek filesi ile avlamaya hazır bekliyor. Sanki Kürdistan’daki ekonomiyi çökerten, insanları göçlere zorlayan, kadın istismarının yollarını sonuna kadar açan, intiharlara seyirci kalan AKP iktidarı ve giderek tüm türk devleti değilmiş gibi davranmaları pişkinliğin doruğudur. Erdoğan’ın o cehalet kokan demeçlerini dinlemek Türk Halkı’nın bir kesiminin de hoşuna gidiyor.


-Türk Devleti, özellikle asker kesimi, Emine ayna gibi değerli Kürt Kadınları’nı seçen kitleyi sahaya inerek karalamaya çalıştığını hep birlikte gördük, izledik (İlker Başbuğ, Mardin). Aynı Türk Ordusu kurmaylarının Türk Meclisi’nde DTP ve ardından BDP var diye uğramadıkları da hatırdadır. Türk Hükumeti’nin de Türk Kanunları’na göre kurulmuş olan bu parti yöneticileri ile bir araya gelmemekte ısrarlı oldukları biliniyor. Böylece bu partiye oy vermiş olan milyonlara hakaret edildiği de açıktır..


-Çok daha önemli olan husus, Türk Devleti’nin 2007 Seçimlerinde açıkça hırsızlık yaparak 57 Kürt belediyesini çaldıkları, 6 Kürt Vekilliğini gaspettikleri unutulmasın. Bu davranışlarına belgeli bir tepki göstermemek, onları teşvik etmekle eş anlamlıdır. Bu husus çook çook, ama gerçekten çook düşünülmeli, hırsızlığı, gaspı açıklamama hatasından vazgeçilmelidir. Eğer belgeler açıklanıp kuvvetle üstünde durulmazsa, sahtekarlığın, haziranda yapılacak Türk Meclisi’nin seçimlerinde daha da derinleştirileceğini, BDP’nin grup kurmasına engel olunacağını bilmek için kahin olmaya gerek yok.


Bu durumda yukarıdaki saptamaları da dikkate alarak seçime çok ciddi bir şekilde hazırlanmak gerekiyor.


Gelecek yazımda hazırlık konusunu işleyeceğim..


Bir Savaş/Savaşım Nasıl Kazanılır?-II

 
Bir önceki bölümde Türk Devleti’ni yöneten ve artık yeni bir dikta rejimi olarak tanımlanması gereken Münafık AKP iktidarının çok bilinçli bir şekilde ve dini bir elbise giydirmek suretiyle daha da derinleştirdiği psikolojik savaş yürüttüğünü gördük. Şimdi ben, Türk Devlet iktidarının bu hamlesine karşın neler yapılması gerektiğini ortaya koymaya çalışacağım.

Bu hamleyi daha da bilinçli hayata geçirmek için Münafık AKP’nin iktidarı tümüyle yeniden şekillendirdiği bu süreci Kemalizm’den koparmadan, ama ona yeni bir ruh veren Erdoğan tipi faşizmi kısaca açmak gerekiyor. Neo-emperyalist dönemdeki gidişatın ayak seslerini çok iyi ortaya koyan Georgi Dimitrov’un Faşizm tarifini dışlamadan, ancak Türk Devleti’ne özgü olarak yaratılan bir faşizm tipinden kısaca bahsedeceğim. Evet, Kemalist Türk Devleti bir diktatörlük, ama yüzü faşizme yönelik bir temelde doğdu. Bu temelde:


-neredeyse tüm dünyadaki benzerlerinin papucunu dama atabilecek kadar derin bir şövenizm dalgası eşliğinde yürütülen ve emirle yaratılan bir millet ülküsü hakim kılınmıştır. Bu Türk Devlet literatürüne “Ulus-Devlet” yaratma savaşımı olarak geçmiştir. Artık Türk Devleti’ne bağımlı özellikle Kürdistan, Lazistan, Pontus ve Doğu Gürcistan ülkeleri’nin ismi dahi silinmiş, bağımlılık hali ilhaka dönüştürülmüştür. Kemalist cumhuriyete baktığımızda Kürdistan’a alt-sömürge nitelemesi ortadan kaldırılmış, dil tamamen yasaklanmış, yer adları dahi o uyduruk türkçeye çevrilmştir.


-Yerel, bölgesel emperyalist bir devlet yaratmak için Hatay’da ve Musul Meselesi’nde olduğu gibi bir genişleme siyaseti her zaman kafalarının bir köşesinde varlığını sürdürmektedir.


-İzmir İktisat Kongresi ile ulusal sanayi kurumlarını tereddütsüz teşvik edici tüm kurumları (Etibank, Sumerbank, Ziraat Bankası, İş bankası, Demiryolları vs) hayata geçirici adımlar atılmıştı.


Ama Türk Resmi İdeolojisi’nin en temel hareket noktası şövenizmdir. Bu Türk tipi faşizmin de temel direğidir.


Biz AKP’nin uygulama alanına koyduğu faşizmi, İspanyol General Franco’nun “Katolic Espaniola” ve “Ulusal Sendikacılık” (Falang) öngörüsü ile uygulama alanına sokulan bu ülkeye özgü faşizm ile mukayese etmek ve ortak noktalarını bulmak mümkündür. Franco faşizminde tüm emekçiler ulusal falanglarda örgütlenmek zorunda bırakılırlar. Bağımlı uluslar İspanyol Devleti tarafından yok sayılır, dilleri, ülkelerinin adı yasaklanır. Bask ve Katalonya buna en iyi örnektir.


AKP ideologları da “tek adam” Erdoğan’ın çevresinde buna benzer bir yapılanmayı geliştirme yoluna gidiyorlar. Ama AKP faşizmi özgündür. Rakibi olan Kemalist faşizm ile hala mücadele halindedir. AKP faşizminde bağımsız tüm sendikalar ve işçi konfederasyonları büyük bir baskı altına alınmış vaziyettedir. Buralardan koparılan emekçiler “AKP falangları”nda, mesela Memur-Sen’de veya Hak-İş’te toplanmaya zorlanmışlardı, hala da zorlanıyorlar. Sivil halka yönelik baskılar da işin cabasıdır. Bu açıdan bakıldığında münafıklar rejiminde en büyük darbeyi Kürtler ve kadınlar yemişlerdir. Emekçiler hala olan bitenin farkında değildirler. Onlar “şehitler” söyleminin arkasına takılmış, büyük bir şöven dalganın kurbanları olmuşlardır. Kendi öz taleplerini ertelemek zorunda bırakılmışlardır. Orduyu hizaya getirmek suretiyle Kemalizmi nötralize eden, polis teşkilatını devleştirerek sokak hakimiyeti kuran, Adliye teşkilatını Kemalistlerden koparıp üstüne oturan, güçler ayrılığı prensibini boşa çıkaran, devletin tüm ideolojik aygıtlarına el koyup psikolojik savaş şartlarına göre yeniden dizayn eden AKP’nin karşısında içte iki cılız güç (MHP ırkçıları ve CHP’li kemalistler) ve dışta ise Kürtler kalmıştır. AKP münafıkları şu anda Kürt direnişini dönek Kürt entelleri sayesinde içten çökertmek, arkadan vurmakla meşguldur.


Erdoğan boyuna sesleniyor.. “Sanatçılarımız ülkenize, Türkiye’ye dönün” diyor. Hiç bir şerefli anlaşmaya yanaşmadan bu çağrıyı yapıyor, kıçı büyük kafası küçük olan sanatçıları teker teker avlıyor. Tek vatan, tek millet, tek bayrak, tek dil sloganını asla bırakmayan ve etnik, bölgesel, dinsel milliyetçiliğe karşı olduğunu söyleyen yeni Türk Hakanı (Führer’i) Erdoğan Dönek Kürt entellerini parmaklarının uçlarındaki ip ile bir kukla misali oynatıyor..


Öte yandan Kürtler’e yönelik cinayetler, tutuklamalar, işkenceler, ajanlaştırma değirmenleri hızla işliyor. Faşizmin bu tür pisliklerine asla ses çıkarmayan TRT-altı tayfası, önlerine konan her türlü ihanet çorbasını kaşıklıyor, Kürd’ü karalayıcı bildirilere imza atmakta tereddüt etmiyor. TAK’a karşı yayınlanan ve asıl itibarı ile teslimiyetçiliğe prim veren bildiride Celîlê Celîl’in de adını görmek beni hiç şaşırtmadı. Bir Êzdî’nin din hanesine Êzdî yazdırmak Türk makamlarına müracaat etmesi ve bu müracaatın Türk makamlarınca red edilmesine hiç ses çıkarmayan Celîlê Celîl’dir bu imza sahibi. Gel de buradan yak!


Bir yandan Neo-Faşizm’in Kürdistan’daki uygulamaları, öte yandan da Kürd’ün Kürd’ü hançerlemesi iyice analiz edilerek karşı atak hazırlanmalıdır.


(devam edecek)

A Sirac Kekuyon

AKP, Milli Görüş İdeolojisi ve Kürtler -1

    Seçim sürecinde olan Türkiye ve Kürdistan’da iktidarda olan AKP ve AKP yandaşı basın Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesine her medotu mübah görerek saldırıyor. Amaç; Kürdistan'da AKP menşeli TC işgalini taçlandıracak bir seçim sonucunu elde etmektir.
AKP’nin Kürdistan ve Kürt siyasetini anlamak için ve bazı Kürt aydınlarının birçok tarihsel gerçeği ya gözardı ederek veya görmeyerek AKP’ye çanak tutması ve hatta bazılarının, örneğin piskolojik olarak türklüğü benliğinin ta derinliklerine kadar içseleştirimiş, kimlik edinmiş bir Mehmet Metiner gibilerle aynı saflarda düşmesi, Milli görüş ideolojisine bir daha göz atmamızı zorunlu kılmaktadır.

     Herkesin bildiği gibi; Türkiye’de Kürtler tarihsel olarak herzaman sistematik bir yok edilme ve asimilasiyon gerçekliğiyle karşı karşıya olmuşlardır. Ancak Cumhuriyet devleti eliyle siyasi, kültürel ,dilsel, kimliksel, yani aidiyet boyutuyla dayatılan jenosid, asimilasiyonun yeterli olmadığını gören, yada yanlış, eksik yapıldığını sanan, kendilerine kendilerince misyonlar yükleyen farklı siyasi gelenkler oluşmuş, bu ideolojik guruplar asmilasiyon, yok etme, siyasal soykırımı başarıya ulaştırma konzeptleri geliştirilmişlerdir. Bu konzeptlerin din ve millli’lik üzerine inşa edilmesi ise Kürt toplumsal gerçekliğin iyi okumalarıdan olmuştur.

     Kürdistan’ın dört parçaya bölünmüş olmasından kaynaklanan, tarih içinde oluşmuş farklılıklar, sömürge olmanın yarattığı kültürel, sosyal, iktisadi tahrisel farklılıklar ve en önemliside dindar bir halk olmasının verdiği önemli verileride devletten farklı okuyup ve farklı işleyen, konzeptlerinde tüm detayları dikkate dikkate alan, önderliğinide bir kaç hafta önce 80 yaşlarında ölen Erbakan’ın çektiği Milli Görüş ideolojisinin çok iyi işlediği bugün çok net, somut görülmektedir. Önceleri İttihat-ı Terraki ideolojisi ve daha sonra da Cumhuriyetin ırkçı, tekçi ideolojisiyle beslenmiş bu İdeoloji, Kürtlerin asimilasiyonuna çok derin ve pragmatik yöntemlerle yaklaşmışlardır. 

     Boşuna bu ideoloji temsilcilerine "Takkunyacılar" denilmemiştir.
TC.devleti, tek başına bu kadar ağır ve zor bir sorunda Kürt halkını tümüyle asimile edemeyeceğini kendi özgün devlet tecürbesiyle bildiği için, hep farklı arayışlar içinde olmuştur. İşte bu çerçevede Milli Görüş ideolojisi devreye girmiştir. Arada sırada pratik siyasette devletle Milli görüş ideolojisi çatışma içinde görünmüş olasa da, özünde devletin Kürtler boyutunda yürüttüğü siyaseti tamamlamıştır. 12 Mart 1971 döneminde Milli Nizam Partisinin kapatılması ve ardında yine Erbakan’a siyaset yolu açılarak İsviçre'den Türkiye’ye dönüşünün sağlanması kendiliğinde bir plan değil, aksine daha sonra açıklanan belgelerde de yer aldığı gibi devletin bizzat oluşturduğu konzept çerçevesinde olmuştur. İlginçtir, Erbakan’nın hep askerlerle sorunlu olduğu söylenirdi. Öyle ki 12 Eylül askeri darbesinin ve 28 Şubat Askeri darbe girişimlerini Erbakan’nın ve çevresinin proveke ettikleri söylenir. Ama gerçek öyle değil. 12 Eylül Faşizminin ikitidarda olduğu dönemlerde en az ve belkide hiç dokunulmayan çevre milli görüşçüler olmuştur. Erbakan 12 Eylül 1980 de partiler kapatılıp, liderleri gözlem altına alınırken, sadece askerler tarafından 10 ay"misafir" edilmiştir.

     Kürdistan’da ulusal Kurtuluş mücedelesini kırmak için geliştirilen en önemli proje devletin askeri ve polisiyle yürütüğü baskıcı, savaş temelli siyaseti olmamıştır. Aksine Milli görüş dayanıklı islam projesi olmuştur. Din çerçeveli asimilasiyon,soykırım siyaseti geliştirilirken ümmet ve islam kavramları dindar Kürt halkına anlatılarak, aldatılmak isteniyordu. Fetullah Gülen hareketinin bugün Kürdistan'da yürüttüğü çalışmada bu meyillidir. 

     Milli görüş geleneği, hiç bir dönem açıkça Kürt halkının Anadilinin yaskalanmasının, köy ismilerinin türkçeleştirlmesinin, faili meçuhl cinayetleri islamla karşıt, insanlık düşmanı bir siyaset olduğunu söylememiştir. En azınında 2000’li yıllara kadar hiç ağzından çıkarmamıştır. Aksine İslamı, müslüman olamayı, Ümmet kavramını Türk olmakla özdeşleştirmiş ve Müslüman olmanın olmazsa olmazı Türk olma olduğunu vaaz etmiştir. -Akıncılar hareketinin konzeptleri, siyasetleri iyi irdelendiğinde bu türklük yanı somut olarak görülür.- Bir taraftan Türk olmanın köken ve ırkla alakalı olmadığını Kürtlere söylerken,öte yandan Türklüğün fetihçi (işgalci,talancı) yanını öne çıkararak propagandasını yapmaktaydı. Hatta Erbakan Mehter takımları eşliğinde İstanbulun fethini sistematik olarak kutlamayı bir gelenek haline getirmişti.
Türkçe’nin öğrenilmesinin temel koşut olarak her alanda dayatıldığı yine "Akıncılar" hareketi üzerinde yürütülmüştür. Müslümanlıkla ilgili tüm yayınlar Kürtler içinde türkçe yapılmaktaydı. Ekonomiye bakışlarıda "ağır milli sanayi" adında, tamamen türkçülük ve türklük üzerine oluşturlumuştur. Bugün Anadolu sermayesi, sanayisi ki, -ilginçtir hiçbir Kürdistan kenti aralarında yok- Kayseri- Konya eksenli türk kimliklidir. Yani Milli Görüş için önemli olan Kürt,Kürtler ve onların hakları değil, Kürdistan’ın her boyutuyla, derinlikli olarak fethiydi. Bu nedenle de osmanlıda var olan devşirme kültürü canlandırılarak, türkleştirilmiş, benliklerinden edilmiş Mehmet Metinerlerin bulunup yetiştirilmesi gerekmekteydi.

     Ümmet kavramı üzerinden asimile ettikleri, Kürtlüklerini de soyutlayarak, farklı bir kimliği içseleştirmelerini sağladıkları Kürt kökenli ama Kürtlüğü tanımayan, kürtlüğün acısını yaşamayan ve hatta Kürdün insanca yaşaması için mücadele eden insana ölüm kusan bireyler üzerinde Kürtlere "Kürt olmak önemli değil çünükü hepimiz müslümanız", Propagandasıyla kürtlerin asimile edilmesi, kürtlerin kürtlüklerine düşman olmasına çalışılmıştır. İkinci yazımızda "Akıncılar" hareketi eliyle oluşturulan Hizubullah haraketi ve türkleştirilmiş, kimliksiz, kimseye yaranamayan aşağılık komplekslerininin ayukka çıktığı ve bu nedenden ötürü agresiv olan Kürt kökenli AKP’li aydınları işlerken, AKP’nin neden Kürtler için çok tehlikeli olduğunu açıklamaya çalışacağız..

Haci Erdogan

Yeşil Ergenekon

    Ergenekon soruşturması kapsamında yapılan (3 Mart’ta başlatılan) operasyonda gazeteci Ahmet Şık ve Nedim Şener gözaltına alınıp tutuklandılar. Kanser tedavisi görmekte olan Edebiyatçılar Derneği yönetim kurulu üyesi Ahmet Mümtaz İdil gözaltına alınmaya çalışıldı. Bu operasyonu diğer Ergenekon operasyonlarından farklı kılan, AB ve ABD’nin bundan kaygı duyması oldu. Hatta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bile kaygı duydu. Ayrıca içlerinde Avrupa Gazeteciler Birliği (AEJ) ve Uluslararası Af Örgütü’nün de bulunduğu bazı yabancı ve yerli örgütler iki gazetecinin muhalif görüşlerinden dolayı gözaltına alınmalarını ifade özgürlüğünün sınırlandırılması olarak değerlendirdiler. Bu kınama organizasyonları arasında benim de üyesi olduğum PEN ve Edebiyatçılar Derneği vardı.
 
     Nedim Şener, Hrant Dink’in katline giden yolu Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları kitabında yazmaya çalışmıştı. Kırk Katır Kırk Satır kitabında da Ahmet Şık "Ergenekon"u anlatıyordu. Tuhaftır ki Ahmet Şık Nokta’da "Darbe Günlükleri" haberine de imza atmıştı. Bu operasyonda Ahmet Şık’ın Polis-Gülen Cemaati ilişkilerini irdeleyen "İmamın Ordusu" adlı henüz basılmamış bir kitabının ele geçtiği söyleniyor. Savcı Zekeriya Öz’ün bu operasyonla ilgili yaptığı açıklama-açıklanamayacak delillerden bahsetmesine karşın!-kamuoyunu tatmin etmemiştir. Ergenekon, TİT, JİTEM, Hizbulkontra gibi katil örgütlerin işlediği cinayetlerin, suçların ortay çıkarılmasını ve cezalandırılmalarını isteyen biriyim. Bu nedenle de Ergenekon operasyonunu, darbecilerin yargılanmasını, katillerin ortaya çıkarılmasını destekledim. Ancak önceleri bu örgütlerin üzerine hızla giden AKP hükümetinin sonraları deşifre olmuş birkaç kişiyle bu işleri sınırlandırmak istediği kanaati bende oluştu. 17 000 faili meçhul(?) Kürt insanının katilleri araştırılmadı. Karakol bahçelerine kadar uzanan "ölüm çukurları"na gömülen bu insanların katilleri ortaya çıkarılmak istenmedi.

     Ergenekon Savcısı’nın yazılı açıklamasına rağmen, bu iki gazetecinin şahsına bakılarak, soruşturmaların Ergenekoncu katillerin, darbecilerin, Ergenekon yöneticilerinin bulunmasından çok AKP’ye muhalefet eden herkese yönelebileceği kuşkusunu doğuruyor. Ergenekon’un İttihat ve Terakki’nin Teşkilatı Mahsusa’sından Mustafa Suphilerin Karadeniz’de katledilmelerine, Şeyh Sait Ayaklanması’na, Dersim Katliamı’na, oradan da Maraş, Çorum, Sivas, 1 Mayıs katliamlarına ve daha birçok katliama uzandığını söyleyebiliriz. Ergenekon’un tasfiyesi bir yüzleşmeyi gerektirir. Buna cesaret edemeyenlerin (AKP’nin) bir bakıma Ergenekon’la uzlaştığını ve hatta kendi Ergenekon’unu kurduğu şüphesini yarattığını gözlemliyoruz. Türkçü, ırkçı bir Ergenekon’dan İslamcı (Yeşil) bir Ergenekon’a geçişin emareleri yoktur denemez.
Ergenekon soruşturmaları-istense!-tüm eylemleri, cinayetleri ve suçluları ortaya çıkartacak kadar genişleyebilirdi. Mesela Yüzbaşı (Binbaşı) Atilla Uğur’un Mardin’de görev yaptığı dönemde ilişkide bulunduğu feodal reisleri, korucular, korucubaşları, itirafçı PKK’liler, aşiretler saptanabilir. Yüzbaşı Aytekin Özel’in de Mardin’deki eylemleri, uygulamaları, adamları, olaylarıyla birlikte açığa çıkarılabilirdi. Yüzbaşı Cemal Temizöz’ün Cizre’deki faaliyetleri, işbirlikçileri tüm ayrıntılarıyla ortaya konabilirdi. Ancak bu adamlardan (yerli işbirlikçilerden) bazılarının şimdilerde Bölgede AKP içinde faaliyet göstermeleri soruşturmaların derinliğine yapılamadığı kuşkusunu veriyor. Bu bir durumu daha vurguluyor: AKP’nin (derin)devlet, JİTEM, Ergenekon ve TSK ile uzlaştığını! Eğer bu doğru değilse ahtapotun tüm kolları ortaya çıkartılmalı ve suçlular korunmamalıdır. Ölüm çukurlarına, artezyen kuyularına, petrol kuyularına atılan ve Jandarma karakolları kalorifer kazanlarında yakılan Kürtlerin hesabı sorulmalıdır.
 
    Son zamanlarda Yüksekova’da, Hakkari’de MEZİT adlı bir Jitemvari örgüt türedi. Plakasız araçlarla, geceleri, kar maskeli üyeleri Yüksekova’da tehdit dolu bildiriler dağıtmaktadır. Biz beş yüz kişiyiz, göreceksiniz, filan gün katliam yapacağız gibi cümleleri içeren bildiriler Hükümet’in, Vali’nin, Kaymakam’ın, Emniyet Müdürü’nün gözleri önünde dağıtılmaktadır. MEZİT üyeleri güpegündüz (21 Şubat 2011 günü Yüksekova’da) bir pasaja bomba yerleştirirken halk tarafından kovalandı. MEZİT üyelerinden biri kendini fark eden bir esnafa (Oğuz Karagöz) silah çekti, esnaf bunun silahını aldı ama boğuşma esnasında üye esnafın parmağını ısırıp kopardı. 2 Mart’ta da yine benzer bir bomba yerleştirme eylemi oldu. Bombacı polis memuru (Aziz İba?) linç edilmekten kurtuldu. Bu olayların valilik ve kaymakamlıkça örtbas edileceği kuşkusu oluştu. Yargının ise bu olayları sorgulayıp sorgulamadığı bilinmiyor. Bu olaylardan çıkışla ilk bakışta MEZİT’in Yüksekova’da bir polis örgütlenmesi olduğu intibası oluşuyor. Bölgede Hançer Timi adlı bir illegal çete daha var. Bıçak Timi’nden de söz edilebilir. Daha başka timlerden söz ediliyor. Tüm bunlar hayırlı ve iyi şeyler değildir. Eğer AKP kendi Ergenekon’unu (Yeşil Ergenekon) yaratıyorsa, Kürt sorununu benzer yöntemlerle, cinayetlerle, lejyoner orduyla (korucular), asimilasyonla ve hukuksuzlukla çözecek demektir. Tüm bunların kendisinden yeni bir demokratik anayasa ve AB tipi bir demokratik düzen beklenen AKP’nin döneminde-AB ve ABD’nin gözleri önünde-hiçbir direnç gösterilmeden vuku bulması da oldukça düşündürücüdür.

Marxizmde İktidar ve Ulus-Devlet Yanılgısı


Son iki yüzyılda devrimcilerin başarısızlıklarının temelinde yatan, iktidar ve onun modern somut hali olan ulus-devlet konusundaki yanılgılarıydı. Toplumsal sorunların çözümünde temel halka olarak iktidara gelmeyi öngörüyorlardı. Programlarındaki ilk hedef, iktidarın ele geçirilişi olarak gösteriliyordu. Tüm mücadele biçimleri bu perspektife bağlanmıştı. Halbuki iktidarın kendisi özgürlüksüzlük, eşitsizlik ve antidemokratizmdir. Araç, kendisine bulaşan en sağlam devrimciyi bile hasta edebilecek geleneksel özelliklere sahiptir. Kaldı ki, kurtuluş aracı saydıkları iktidar konusunda tarihsel-sosyolojik bir çözümlemeleri de yoktu. Tarih boyunca iktidarın nasıl oluştuğu, geçirdiği aşamalar, ekonomi ve devletle ilişkisi, uygarlıklar içinde oynadığı rol, toplumda nasıl yer aldığı gündeme bile getirilmedi. Sanki devrimcilerin eline geçerse ‘sihirli bir değnek’ gibi nereye dokunulsa orayı cennete çevirecekti. Hangi soruna değdirilirse hal yoluna sokacaktı. Diktatörlük tarzı bile daha cazibeli olabiliyordu. Burjuva diktatörlüğüne karşı proleterya diktatörlüğü ilan edilmişti. Bundan daha iyi tuzağa düşmek olamazdı. Yüz elli yıllık kahramanlıklar mücadelesi iktidar girdaplarında boğuldu gitti. Sonunda elinde kalan araç olarak iktidarın kapitalizmin en gerici, eşitsizlik, özgürlüksüzlük ve antidemokratik mekanizması olduğu anlaşıldı. Fakat çok şey kaybedilmişti. Hıristiyanlık tarihindeki iktidar hastalığının bir benzeri tekrarlanmıştı.

Ulus-devlete yaklaşım daha felaketli bir hal aldı. Modernitenin bu en milliyetçi, cinsiyetçi, dinci ve bilimcilikle yoğrulmuş Leviathan’ı, içinde mücadele edilecek temel ve doğru çerçeve olarak kabul gördü. İktidarın milliyetçi toptancılık, cinsiyetçi toplumculuk, dinci fanatizm ve bilimci pozitivizmle içi şişirilmiş, tarihin en ucube vatandaşını yaratan, toplumu tümüyle devletin içinde eriten ve sonuçta faşizme götüren yapının temeli olduğu anlaşılan ulus-devlete ilişkin de hiçbir çözümleme geliştirilmemişti. İktidarın toplumun çeperlerine kadar sızdırıldığı bu araç bilimsel sosyalizmin de tercihi olunca, sosyalizmin kaderi belli olmuştu. 1989’daki resmi çözülüş ilanı bir formaliteydi. Sovyetler’in demokratik niteliği daha Ekim Devrimi’nin başlarında kaybedilince, doğacak olanın sosyalizm değil, kapitalizm olacağı anlaşılmalıydı. Ulusal kurtuluşun umut edileni verememesi de bu iktidar biçimiyle yakından bağlantılıydı. Özgürlüklerin, eşitlik ve demokrasinin bastırılmasının temeli olan bir araçla nasıl özgürlük ve eşitlikler inşa edilecekti? Demokrasi zaten iktidarı gevşeten bir araç olarak görüldüğü için, iktidarın başında devreden çıkarılmıştı.

Ulus-devlet, proto-faşizm olarak tarih boyunca toplumun kazandığı zenginliklerin üzerinde buldozer gibi geçip, geleceğin umutlarını da karanlıklara boğuyordu. Geriye en nesnel putçu bir pozitivist milliyetçilik diniyle korunan, kendini tek doğru olarak inşa eden, duygusuz, soykırıma kadar varan gaddarlığıyla tanınan, bizzat tanrılaşan ulus-devlet kalıyordu. Sermayenin beş bin yıllık tarihinde ilk defa ekonomi, siyaset, toplum ve ideolojinin tek potada eritilerek elde edilen bu güç tekelinin kendisi tüm bu sorunların kaynağıydı. Açık ki, ulus-devlet kavram ve uygulama olarak aşılmadıkça, sosyalizm mücadelesi kendini aldatmaktan başka bir anlama gelmeyecekti. Endüstriyalizmi de ulus-devletin ikizi olarak çözümlemedikçe, başta kentin kanserleşmesi ve çevrenin yıkımının önüne geçilemez. Devrimci bir hedef gibi gösterilen endüstriyalizm, devlet tekelciliğinin azami kâr biçimidir. Olsa olsa firavun sosyalizmi olarak anlam bulabilir. Çözülüşe kadar SSCB, günümüzde de Çin sosyalizmi, endüstriyalizmin en kaba uygulayıcıları olarak, kapitalist sistemi en çok besleyen rejim konumuna düştüler. İkisinin en katı ulus-devlet ve endüstriyalizm modernisti haline gelmeleri, liberal kapitalizmin bir zaferiydi.

Finans çağı gibi çok ekonomik olarak kendini sunan sistemi hep tersinden okumak daha öğretici bir metottur. O finans deyince, toplumun çeperlerine kadar yayılmış bir iktidar; o ekonomi deyince, ekonomi dışı ve hatta karşıtı; o neoliberalizm dedikçe, katı muhafazakarlık olarak algılamak, bizi daha doğru yorumlara götürecektir. Ulus-devlet, endüstriyalizm ve finans tekeli sadece kapitalist modernitenin değil, beş bin yıllık uygarlık yapısının da çözülüşünü durdurma araçlarıdır.

Demokratik Uygarlık Manifestosu kitabından alınmıştır.

Türklerin Demokrasi Sorunu

Evrensel bir olgu olarak demokrasi sorunu, kabile topluluklarında üstteki hiyerarşik yönetimin ayrışmaya gitmesiyle ortaya çıkar. Kendi içinde doğal demokrasi olan kabile toplumunda idari ayrışım doğal demokrasinin sonunu getirir. Hiyerarşiden despotik devlete geçiş bu süreci derinleştirir. Uygarlık sistemleri özünde bu süreç tarafından belirlenir. Uygarlık, Avrupa’daki kapitalizm aşamasına kadar toplum üzerinde sınırlı oranda nüfuz kurar. Toplumda ahlâki ve politik potansiyel gücünü korur. Avrupa uygarlığı, ulus ve ulus-devlet olgularına -kapitalizmin ve endüstriyalizmin gereği olarak- tanıdığı ayrıcalıkla ahlâki ve politik toplumu derinliğine parçalar, topluma derinliğine sızar. İdeolojik iktidar ve sermaye tekeli olarak bu sızma, tarihte eşi görülmemiş bir tahakküme yol açar. Modernite, bireyi en zayıf konuma düşürür. Verilen mücadeleler sınırlı reformlarla dizginlenmeye çalışılır. Avrupa demokrasisi reformlarla birey ve toplumu ayakta tutmaya çalışır. Birey hak ve özgürlükleri, hukuk devleti bu demokrasinin özünü ve çerçevesini oluşturur. Avrupa Birliği bu temelin sistematik halini ifade eder. Fakat tekelci sistem üstten hâkimiyetini sürdürdüğü için, ortaya çıkan demokratik sistem son derece daraltılmış ve kontrol altına alınmış bir iktidar sistemi olmaktan öteye gidemez. Demokrasi sorunu varlığını sürdürür.
Kendine has olan Sibirya klanları, M.Ö. 7000’lerden itibaren Güney Sibirya eteklerinde buzulların çözülmesiyle başlayan süreç içinde, Ortadoğu kökenli Neolitik Devrimin etkisiyle M.Ö. 4000’lerde kendi neolitik devrimlerini yaşamaya geçerler. M.Ö. 2000’lerde hiyerarşiden uygarlığa, devlete geçiş başlar. Bugünkü Çin merkezli ilk uygarlık M.Ö. 1500’lerde tarih sahnesine çıkar. Etrafında bugünkü Japonya, Kore, Vietnam, Moğolistan ve Türkistan halklarının prototipleri olan boylarla sürekli bir mücadele içinde olurlar. Bu mücadeleleri Çin uygarlığına karşı doğal demokrasi olarak değerlendirmek mümkündür. Çin tarih kayıtlarında ilk defa Hun adıyla bugünkü Türklerin atalarından bahsedildiği görülür. Hun boyları ilkel demokrasiyi yaşadıklarından ötürü, Çin uygarlığıyla sürekli çatışma içinde kalırlar. Kolay kolay uygarlaştırılamazlar. Bu boylar zorlanınca yönlerini Batı’ya çevirirler. Batı Hunları M.S. 400’lerde Orta Avrupa’ya ve Roma’ya kadar geniş bir alanda varlıklarını sürdürürler. Fakat uygarlıklar içinde erimekten kurtulamazlar. Doğu’da Çin, Batı’da Slav kökenli uygarlıklar tarafından hep asimile edilirler. Bu süreç önceleri Hindu ve Maniheizm dinleriyle kırılmak istenmişse de asıl kırılma İslamiyet ile yaşanır. Daha önceleri 550’ler ve 740’larda kurulmaya çalışılan Göktürk ve Uygur devlet deneyimleri bir konfederasyon olmaktan öteye gidemez.

Türklerin Uygarlıkla Tanışmaları
Ortadoğu’ya geçişleriyle birlikte Türk boylarında 11. yüzyıldan itibaren ciddi bir sınıf ayrışması yaşanmaya başlanmış olup, bu süreci demokrasi sorununun başlangıcı olarak almak mümkündür. Türkmen boylarının son Selçuklu Sultanı olan Sultan Sancar’ı kafese koyup ölünceye kadar yanlarında taşımaları, aslında özgürlüklerine ve demokratik yaşamlarına ne kadar düşkün olduklarını gayet iyi açıklamaktadır

Proto-Türklerin asıl uygarlaşmaları İslamiyet ile ciddi olarak temasa geçtikleri ve İslamiyet’i kabul etmeye başladıkları 9. yüzyılda gelişmeye başlar. Karahanlılar ile başlayan ve günümüze kadar devam eden Türklük ve demokratikleşme sorunları bu uygarlık süreciyle yakından bağlantılıdır. Ortadoğu Türk-İslam uygarlığı genellikle Selçuk Bey ve Beyliğiyle başlatılır. Proto-Türkler önceleri de Ortadoğu uygarlıklarında boy göstermeye çalışmışlardır. Fakat kitlesel olarak ve boylar halinde ilk defa Selçuk Bey ve oğullarıyla Ortadoğu’ya yerleştikleri iyi bilinmektedir. Selçuk Bey’in kendisi Ortadoğu’ya doğru yurt edinmeye çalışırken iki dinsel akımla karşı karşıyadır: Musevilik ve Muhammedilik. Dört oğluna verdiği Musevi adlar başlangıçta Hazara Yahudi Türk Devleti’nden ciddi olarak etkilendiğini göstermektedir. Ne kadar Müslümanlaştığı bu nedenle kestirilemez. Türkleşmeyi Müslümanlığa bağlamak mümkündür. Çünkü daha önceleri çok kısa sürmüş Göktürk adı dışında Türk adıyla hiçbir uygarlığa rastlamıyoruz. Bu adın Araplar tarafından verildiği tahmin edilebilir. Fakat çok iyi bilmek gerekir ki, milliyetçilik çağı başlamadan önce, toplumlar kimliklerini soyadlarıyla değil din adlarıyla belirlerdi. O dönemde ya İslam olunurdu ya başka dinden. Toplumsal gerçeklik böyle inşa edilmişti.

Selçuklu Dönemi ve Boyların Direnişi
Selçuklu Beyliği 11. yüzyıldan itibaren kendi kontrolündeki boylar üzerinde katı bir egemenlik kurmaya yönelir. Boylar buna karşı şiddetle direnir. Tarihin kaydettiğine göre, 1017’de İran’a geçen ilk Oğuz-Türk boyları, bey egemenliğinin katılığından şikâyet edenler olmuştur. Beş bin dolayındaki bu ilk kitle, kurtuluşu İran’a kaçmakta bulmuştu. Açık ki Ortadoğu’ya geçen boylarda daha başlangıçtan itibaren kentleşme-sınıflaşma-devletleşme olarak gelişecek olan uygarlığa karşı şiddetli bir direniş vardır. Türkmen adını alan bu ezilmek ve serfleştirilmek istenen kabile boyları bugünkü halkın ilk nüveleridir. Boy aristokrasileri Türkmen’i hor gördükleri gibi, kendilerini de Türk olarak bile adlandırmak istemez. Arap ve Fars, Şah ve Sultanlık unvanlarını tercih ederler. Türkçe’yi unuturlar. Arapça, Farsça ve hepsinden kırma bir Osmanlıcayı kullanırlar. Asıl soy Türklüğü ise Türkmen boylarında yaşanır.

Türklerin İslamiyetle Tanışması ve Başlayan Sınıf Ayrışması
Bu kısa tarihçeyi demokrasi sorunu açısından yorumlarsak şunları söyleyebiliriz: Ortadoğu’ya geçişleriyle birlikte Türk boylarında 11. yüzyıldan itibaren ciddi bir sınıf ayrışması yaşanmaya başlanmış olup, bu süreci demokrasi sorununun başlangıcı olarak almak mümkündür. Türk boylarının İslamiyet ile iki temel gruba bölünmeleri demokrasi sorununun özünü teşkil etmektedir. Aristokrasi, daha doğrusu askeri, dini aristokrasi ve toprak sahipleri devlet içinde yoğunlaşıp iktidar tekelini oluştururken, sistemden dışlanan yoksul kesimler ya eski göçebe boyları gibi yayladan obaya, obadan yaylaya dolaşıp dururlar, ya da kent ve köy yoksulları olarak yaşamlarını zanaatçılık ve çiftçilikle sürdürürlerdi. Tüm Ortadoğu halklarında yaşanan bu bölünme çok sayıda isyan ve kaçkınlıkla sonuçlanmıştır. Mezhep bölünmeleri de bu gerçeklerle bağlantılıdır. Sünnilik hâkim tabakanın mezhebi olarak resmileşirken, muhalif mezhepler ise Alevilik, Şiilik, İşrakiyyunluk, Mevlevilik ve Bektaşilik gibi yarı gizlilik içinde yaşamlarını sürdürmeye çalışırlar. Demokrasi mücadelesi Ortaçağ’da bu mezhepsel görüngüler biçiminde verilmektedir. Dönemin demokratikleşmesi bu mezheplerle sağlanmaya çalışılmaktadır. Ayrıca göçebe kabile yaşamının kendisi demokratik mücadeledir. Ortaçağ’ın tüm kabile düzenlerindeki direnişçi özü, demokratik mücadele olarak yorumlamak en doğru ifade biçimidir.

Ortadoğu’da Ulus-Devlet Çağı
Resmi İslam’ı ideolojik tekel olarak yorumlarsak, yarı gizli mezhep ideolojilerini de demokratik söylemler olarak değerlendirmek mümkündür. 19. yüzyıl başlarına kadar yaşanan bu demokratik halk hareketleri, kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya nüfuz etmesiyle yeni bir sürece girecektir. Bir yandan eski hegemonik güç olan imparatorluk rejimleri ulus-devletçi yönelimlerle dağılırken, diğer yandan yerine geçen küçük ulus-devletler demokrasi sorununu daha da ağırlaştırırlar. Ulus-devletler iki katlı bir yabancılaşmayı temsil ederler; Bir yandan eski uygarlıktan kalma iktidar olarak yabancılaşma, diğer yandan kapitalist modernitenin dayattığı ulus-devlet yabancılaşması. Katmerleşen iktidar tekeli, halk kültürü üzerinde soykırıma varan rejimler uygular. Devlet eliyle kapitalistleşme burjuvalaşma ve faşistleşmeyle iç içe yürümektedir. Türkiye bu süreci 20. yüzyılla birlikte yoğun yaşayacaktır. İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak kendini adlandıran hareket bu gerçeği ifade etmektedir.

İttihat-Terakki ve Faşizm
Bütün göstergeler İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1920’lerdeki İtalyan Faşist Partisi’yle Alman Nasyonal Sosyalist Partisi’nin prototipi olduğuna işaret etmektedir. Geç kapitalistleşen birçok ülkede benzer gelişmelerin yaşanması tesadüf olmayıp, kapitalist modernitenin varlaşmasıyla ilgilidir. Derinleşen modernite krizinden kendini ancak sert sınıf savaşlarıyla, soykırımlarla güçlü çıkarabileceğini hesaplayan bürokratik burjuvazinin bundaki sorumluluğu belirleyicidir.

Dünya Savaşları ve Demokrasi Sorunu
Aynı dönemde sistemleşmeye çalışan modernitenin ulus-devlet ve endüstriyalizm unsurlarını temel hedef olarak seçen reel sosyalist hareketin bundaki payı da küçümsenemez. Sadece demokrasi değil demos’un, halkın kendisi, kültürel varlık olarak varlık-yokluk sorunuyla karşı karşıya gelmiştir. Her iki Dünya Savaşı sırası ve arası dönemler, kapitalist modernitenin üç ana unsuruyla (kapitalizm, ulus-devletçilik ve endüstriyalizm) dünya çapında hegemonyasını kesinleştirme çılgınlığı olarak yorumlanabilir. Birçok ulus, halk ve kültür iliklerine kadar bu çılgınlığın tehditlerini yaşarken, kurtuluş fırsatını bulanlar da kendilerini abartmaktan ve hâkim sisteme teslim etmekten alıkoyamadılar. Modernizmi aşamayan III. Enternasyonal’in 1930’larda geliştirmek istediği emek ve halk cephesi ile antifaşist cephe deneyimleri demokrasiye pek bir şey kazandırmadı. İkinci Dünya Savaşı sonrasının soğuk savaş döneminde yaşanan liberal demokrasi de, reel sosyalist halk demokrasisi de özünde demokrasinin inkârıydı. Hegemonya savaşlarını demokrasi cilasıyla yürütmek sadece bir taktik meselesiydi. Reel sosyalizmin çöküşü aslında liberalizmin de çöküşüydü. 1990’lar sonrası dünya, sistemin derinleşen yapısal kriziyle çalkalanırken, demokrasi sorunu kendini bütün ağırlığıyla gündemleştirdi. Demokrasi dünya çapında içerik ve biçim olarak yeniden kendini tanımlamaya, demokratik modernite olarak sistemleştirmeye çabaladı.

Türkiye Cumhuriyeti ve Yeni Bir Başlangıç
Türkiye dünyanın bu çalkantılı sürecinde bir yandan varlık-yokluk sorunuyla karşı karşıya gelirken, diğer yandan Cumhuriyet olarak yeni bir başlangıç yapma şansına kavuştu. Bu başlangıcı yaptıran tarihi şahsiyet olarak Mustafa Kemal Paşa ile Cumhuriyet’i özdeş varlıklar olarak yorumlamak mümkündür. Bu iki varlığı çözümlemek günümüzde bile hâlâ önemini korumaktadır. Mustafa Kemal’in kendisi cumhuriyet fikrini bir sır gibi saklayarak uygun günde ilan ettiğini belirtirken, aslında bu önemi ortaya koymaktadır. „Cumhuriyet neye karşı ve nasıl gerçekleşti?“ sorusu kadar, „Hangi evrensellerden kaynaklanıyordu?“ sorusu da halen boşta ve karşılıksız durmaktadır. Kelime olarak demokrasinin Arapça karşılığı olan Cumhuriyet, gerçek demokrasi miydi, değil miydi? Değilse neden bu duruma gelindi? Bunlar doğru yanıtlanması gereken temel sorulardır. Günümüzde Türkiye’nin tüm yaşamı kilitleyen demokrasi sorununu tam kavrayabilmek, bu soruların altındaki gerçekleri çözümlemekle mümkündür.

Jakobenizm burjuva ihtilalciliğidir
Öncelikle Jakobenizm’in modernite evrenseli olarak görüngülük kazandığını varsaymak gerekir. 5.000 yıllık merkezi uygarlığa damgasını vurmuş teokratik geleneğin aşılmasında Jakobenizm merkezi rol oynamıştır. Sınıf itibariyle iktidar olmak isteyen orta kesimi, burjuvaziyi temsil eder. Burjuva ihtilalciliğinin radikal kesimidir. Hem ideolojik hem eylemsel olarak radikalizmi ifade eder. Kendisi için en uygun iktidar koşulları, yabancı addedilen bir gücün yol açtığı işgal ortamıdır. Açık işgal ortamı olmadan, Jakoben burjuvanın iktidar olma şansı yok denecek kadar azdır. Ancak tüm toplum için açık işgal bir felaket olarak karşılandığında Jakobenizm’e gün doğar. Tarih sahnesine bir iktidar olarak çıkmak için ortam artık son derece müsaittir. Toplum bir kurtarıcı aramaktadır. Geleneksel iktidar sahipleri olan teokratik monarşiler, işgali önlemek şurada kalsın, çoktan işbirlikçi rolünü benimsemiş durumdadırlar. Çıkarlarını ancak yabancı güçlerle sıkı işbirliği içinde koruyabilmektedirler. Bu nedenle toplumda ciddi bir meşruiyet kaybı yaşanmaktadır. Bu durumda ideolojik ve örgütsel konumu en müsait olan kesim, işbirlikçi üst tabaka dışındaki orta tabakalardır. Bu tabakalar içinde kendini en iyi eğiten ve örgütleyen güç ise Jakoben burjuvazidir. Jakobenlerin prototipini Hollanda ve Britanya Devrimlerinde görmek mümkündür. Örneğin Crommwell 1640’larda, yani Fransız Devrimi’nden çok önce, kendi krallarının başını uçuran Britanya’nın en büyük Jakoben devriminin lideridir. Aslında en büyük Jakoben devrim 1792’de Fransa’da gerçekleşen değil, Britanya’daki bu devrimdir. Fransa bu modelin ikinci veya üçüncü versiyonudur.

Hollanda’yı değişik biçimde de olsa Jakobenizm’in mayalandığı asıl devrim ülkesi olarak yorumlamak mümkündür. Jakobenizm sadece üst geleneksel tabakanın yönetemez duruma düşmesinin değil, en alttaki yoksullar tabakasının da yönetim için yeterli ideolojik ve örgütsel donanıma sahip olmadığı durumların iktidar hareketidir. Her üç ülkede de benzer koşullar oluştuğunda, Jakobenizm en keskin bağımsızlıkçı, özgürlükçü ve eşitlikçi sloganlarla öne atılarak, toplumun ezici bir kesimini kendi önderliğinde ayağa kaldırır. Kritik an, toplumun ezici çoğunluğunun iktidar için ayağa kalktığı bu andır. En büyük değişimlerin de ana rahmine düştüğü anlardır bu anlar. Her şey iliklerine kadar sarsılır. Yeninin doğuşu için bu sarsıntılar gereklidir. Fransa için bu en kritik an, 1792 Nisan’ında başlar. İşbirlikçi kral, sadece tüm Avrupa aristokrasileriyle işbirliği yaparak, 1789’da başlayan devrime karşı bir karşıdevrim çabası içinde değildir, aynı zamanda kaçış halindedir. Orta sınıfın ılımlı kesimi Jirondenler, radikal adımlar atmaktan çekinmektedirler. En alttaki Babeufçü komünistler çok zayıf durumdadırlar. Ortam Jakobenler için son derece müsaittir. Artık tarihte bilinen en büyük terör dönemlerinden birisi bu koşullar altında yaşama geçmiştir. 1794 Temmuz’unda Jakoben önder Robespierre’in giyotine gönderilmesiyle dönem son bulur. 1792-1794, Birinci Devrimci Cumhuriyet dönemidir aynı zamanda. 1794 sonrası farklı dönemler halinde geçse de, özünde aranan yeni düzendir. Bu arayış günümüze kadar gelen Beşinci Cumhuriyet döneminde de devam etmektedir.

Jakobenizm Orta Sınıfın Radikal İktidar Hareketidir
Jakobenizm’i çözümlemede bazı hususları kalın çizgilerle belirlemek gerekir. Birincisi, bir azınlık hareketi değil, kitlesel harekettir. İkincisi, her ne kadar eşitlik ve özgürlük sloganları çok kullanılsa da, esasta orta sınıfın radikal iktidar hareketidir. Diktatoryal dönem de denilebilir. Üçüncüsü, tüm ülkeye ve topluma yönelik iç ve dış tehditler ortadan kalktıktan sonra maddi ortamını kaybeden Jakoben hareket düşüşe geçer. Yerini genellikle daha sağındaki güçlere, ender de olsa daha solundaki güçlere bırakır. 1870’teki Paris Komünü ve daha önceki, 1848’lerdeki bazı ülke devrimlerinde kısa süre yaşanan bazı hareketlerde görüldüğü gibi.

Jakobenizm ve Ulus-Devlet
Jakobenizm’le bağlantılı olarak belirtilmesi gereken diğer bir önemli husus, ayağa kalktığı anda kendini yeni ve bütün ulus ve (iktidara geçtiğinde) ulus-devlet olarak ilan etmesidir. Bu ulus ve ulus-devletçilik esasta geleneksel toplum formu olan evrenselin, ekümenizmin, ümmetçiliğin yerine geçen yeni kutsalın adı ve biçimidir. İlan edilen yeni ulus ve ulus-devletçilik yeni dindir. Algılanması eski dinin yerini alan yeni din olarak gerçekleşmektedir. İktidar olmak için toplumun yeni bir kutsallık olarak biçimsel ilanı şarttır. Aksi halde eski ümmet tarafından alaşağı edilecektir. Fransız ulus-devletçiliğinin çok katı doğuşu, ihtilal koşullarının aşırı terörize oluşuyla yakından bağlantılıdır. İhtilalin terörize olması orta sınıf radikalizminin bir özelliğidir. Bazen iktidar olmak için çok sert ve acımasız olma gereği duyar. İktidar şansı ortadan kalktığında hızla pasifizme kayması da aynı nedenledir. İktidar olma umudu ve koşulları zayıfladığında en hızlı sönen ve çoğunlukla sağındaki güçlere teslim olan kesim, yine Jakobenler arasından çıkar. Az bir kesimi ise daha da radikalleşerek komünistlere katılır veya bizzat komünist harekete dönüşür. Avrupa’nın ve daha sonra dünyanın tüm devrimci süreçlerinde bu döngüye rastlamak mümkündür. Avrupa somutunda açıklığa kavuşturulması gereken diğer çok önemli bir husus, faşizmle Bolşevizm’in Jakobenizm’le bağıdır.

Jakobenizm, Bolşevizm ve Nazizm
Jakobenizm elbette 1794’te bitmedi, varlığını sürdürmeye devam etti. Kendisinden sonraki tüm devrim süreçlerine değişik biçimlerde damgasını vurdu. İki aşırı sınıf iktidarcılığı ve ulusçuluğunun da babası rolündedir. Alman ulusçuluğu ve en aşırı biçimi olarak Nazizm ne kadar Jakobenik kökenlere sahipse, Rus ulusçuluğu ve Bolşevizm de o kadar Jakobenik kökenlere sahiptir. İtalya faşizminin de kökenleri çok daha açık bir biçimde Jakobenizm’e dayanır. Nazizm ve faşizm -buna bütün faşizmleri eklemek mümkündür- Jakobenlerin tekelleşmiş burjuva iktidarının en terörist biçimini ifade ederken; Bolşevizm de -bütün benzerleri için de söylenebilir- alt tabaka adına iktidar olmuş kesimlerinin terörizmini ifade eder. Her ikisinde de ulus ve ulus-devletçilik çok aşırı biçimde ifade ve inşa edilmiştir, ancak farklı sınıflar adına. Ama ortak bir Jakoben kökenlerinin olduğu inkar edilemez. Burada aydınlatılması gereken en önemli husus, Bolşeviklerin gerçekte ne kadar komünistleştiği sorunudur. Ben şahsen tüm ideallerine rağmen Bolşeviklerin Jakoben kökenli oldukları ve tamamıyla komünistleşemedikleri, komünist dönüşüm geçiremedikleri kanısındayım. İktidarcı ve sınıf ulusçu olmaları kendilerini ulus-devlet olarak kurgulamalarına yol açar. Ulus-devlet ise karşı çıktıkları kapitalizmin temel devlet rejimidir. Endüstriyalizme öncülük etmeleri radikal modernistler olarak ortaya çıkmalarını kaçınılmaz kıldığında, geriye devrimden bir şey kalmaz. Reel sosyalizmin Sovyetler Birliği ve Çin başta olmak üzere yaşadığı deneyimler bu gerçeği doğrular.
YARIN: Avrupa hegemonik uygarlığı ve Türkiye’de Jakobenizm...

Kanlı 16 Mart Katliamı'ndan Günümüze

Kanlı, Türkiye tarihinin en kanlı ve en alçakça katliamlarından biri olan 16 Mart katliamının yıldönümünde geçmişe uzaktan bir bakış bile ne kadar önemli? Bu vahşetin üzerinden 33 yıl geçti. Şimdi ülkemiz nüfusunun önemli bölümü ne bu olaydan, ne bu olayın kurbanlarından, ne de bu olayın faillerinden haberdardır. Oysa bugün yaşadığımız bir çok vahşetin, kanıksanan faili meçhullerin ayak izleri takip edilirse bizi o günlere, o karanlık, o vahşet günlerine götürecektir.

16 Mart 1978 Günü'nden, yani İstanbul Üniversitesi'nin solcu, devrimci, sosyalist, Kürt öğrencilerinin üzerine bomba atılıp, ardından otomatik silahlarla taranmalarıyla 7'sinin katledilmesi, kimisi ağır 50'den fazlasının da yaralanması olayından söz ediyoruz. Yaralıların 43 kişisi hastanelere kaldırılmış, bir kısmı tedavi için hastanelere de götürülememişti. (Hastanelere götürülmek de o günün koşulları için solcu, ilerici, devrimci öğrenciler için ciddi bir tehlike arzediyordu). 5 yiğit genç olay yerinde hayatlarını kaybetmiş, hastaneye kaldırılanlardan iki kişi de sonraki günlerde yaşama veda etmişlerdi.


16 Mart'tan Hırant Dink'e


Kaybettiklerimiz Abdullah Şimşek, Baki Ediz, Cemal Sönmez, Murat Kurt, A. Turan Ören, Hamit Akıl ve Hatice Özen... Hala yüreklerimizi kanatıyor. Hala içimizi acıtıyor. Kimimizin hala gözleri yaşarıyor. Bu yiğit insanlar, doğrunun, adaletin, insanca olanın üstün gelmesi uğruna, yapraklarının en yeşil açtığı günlerde yaşamlarından oldular. Ama bu genç filizlere kıyma emrini verenler de, bu kıyımda tetikçilik yapanlar da, bu kıyımdan siyasi rant sağlayanlar da hiçbir bedel ödemediler. Yaptıkları yanlarına kâr kaldı. Kurdukları tezgahlar önemli ölçüde hala çalışmaya devam ediyor.


Şu günlerde çoğumuzun yakından izlediği "Hırant Dink cinayeti operasyonu"nda yaşananlar, başka bir düzlemde nerdeyse aynı biçimde 16 Mart Katliamı'nda da yaşandı. 16 Mart Katliamı'nın sorumlularının cezalandırılmasını engelleyenler daha sonra Hırant Dink cinayetinin yolunu açtılar. Şimdi de bu cinayetin gerçek faillerinin ortaya çıkmasını da vargüçleriyle engellemeye çalışıyorlar.


Faşist Çetelerin Kuşatması   


O günün koşullarında devlet içindeki kimi kurum ve yapılar tarafından korunan ve desteklenen eli silahlı ülkücü-milliyetçi gruplar İstanbul Üniversite'sini işgal etmişler, solcu-ilerici-devrimci-sosyalist öğrencilerin üniversiteye girip öğrenim görmesine tehditlerle engel olmaya çalışıyorlardı. Bu faşist güruhun baskı ve zorbalıklarının engellenebilmesi tüm ilerici-sol-devrimci gençliğin birlikte hareket etmesi, beraber tavır almasıyla mümkün olabilirdi. Bu amaçla tüm sol örgüt ve öğrenciler 1 Mart 1978'den itibaren birlikte üniversiteye gidiyor, dersler bittikten sonra gene hep beraber üniversiteden çıkabiliyorlar, böylece üniversite çevresine konuşlandırılan faşist çember aşılabiliyordu. 15 gün boyunca tüm ırkçı faşist saldırılara karşı devrimci-solcu öğrencilerin mücadele kararlılığı kırılamamış, İstanbul Üniversite'si faşist çetelere terk edilmemişti.


Güvenlik Amiri Reşat Altay!


Bu kararlılığa karşı çılgına dönen çeteler ve devlet içindeki koruyucu ve destekçileri alışılagelmiş zorbalık ve terörü aşan bir eylem ortaya koymaya karar vermişlerdi. Bu kararları devletin istihbarat birimleri tarafından Emniyet arşivine 7 Mart 1978 günü 1.D.2.12780 koduyla kayda geçmişti. Bu istihbaratta "İstanbul Üniversitesi'ne toplu olarak gidip gelen sol görüşlü öğrencilere karşı büyük bir saldırı yapılacaktır" deniyordu. Ama bu istihbarat hasıraltı ediliyor, bombanın atıldığı yerde başka günler 40-50 polis görevlendirilirken, olay günü sadece birkaç polisin bırakıldığı sonradan anlaşılıyordu. Bombayı atıp kaçanları ve bombanın saldırısına uğrayan öğrencilere otomatik silahlarla ateş açanları kovalamak isteyen birkaç polis memuru ise olay yeri güvenlik amiri olan Reşat Altay tarafından engelleniyordu. (Eski Trabzon Emniyet Müdürü sıfatıyla Dink suikasti ile ilgili savcılığa ifade veren Reşat Altay, Bursa Emniyet Müdürlüğü de yapacak kadar yükselen gözde bir devlet görevlisi olacaktı!) Ertesi gün üniversiteye gelen dönemin içişleri bakanı emekli General İrfan Özaydınlı'ya öğrenciler saldırganların Artvin Öğrenci Yurdu'na kaçtıklarını söyleniyor fakat faillerin yakalanması için bu yurtta bir arama bile yapılmıyor.


Gene bu katliamda kullanılan dinamit kalıpların askeri birliklerden, Abdullah Çatlı kanalıyla Zülküf İsot'a ulaştırıldığı, Zülküf İsot'un diğer arkadaşlarıyla beraber polisler eşliğinde bir minibüsle olay yerine getirildiği daha sonraki itiraflarla sır olmaktan çıkıyordu. Tabii ki bu arada olayın koordinatörleri polis şefi Reşat Altay ile Abdullah Çatlı'nın o günlerde defalarca telefon görüşmesi yaptığı da kayıtlarda tesbit ediliyordu. Ama hayır. Devlet bu katliamı engellemek istemiyordu. Tıpkı bugün olduğu gibi... Tıpkı Hırant' Dink'in katledilmesini önlemek istemedikleri gibi...


'Kimseye Kurdara Azadi Dedirtmem'


O günkü koşulların bugünle başka benzerlikleri de var maalesef... O günlerde iktidarda kendisine ilerici diyen Ecevit hükümeti var. Türkiye tarihinin gidişatını değiştiren bu 16 Mart Katliamı yaşanıyor. Günümüzde de kendisine "devleti değiştiriyorum" diyen AKP hükümeti ve iktidarı var. O günün koşullarında kendisine "ilericiyim" diyen Ecevit hükümeti, ülkenin diri, mücadeleci sol güçleri ve işçi sınıfının örgütleriyle açıkça işbirliği yapmayı ya reddediyor, ya da olabilecek en basit ortaklıkları bile elinden geldiğince erteliyor, bazı sol ve işçi örgütlerine karşı tavır alıyor. "Kimseye Kurdara azadi dedirtmem" diyerek meydanlarda Kürt halkının yükselmekte olan mücadelesine karşı da açık saldırı yapıyordu. Bugün de AKP hükümeti Türkiye demokrasi mücadelesinin dinamosu durumundaki Kürt özgürlük mücadelesini karşısına alıyor, Kürt hareketini bastırabilmek, parçalayabilmek, etkisizleştirebilmek için her tür anti-demokratik ve yasadışı girişimlerde bulunmaktan geri durmuyor.


Onlar Bugün Devleti Yönetiyorlar


Tabii ki bugün iktidarın ve devletin nerdeyse tümüne hükmeden AKP yöneticilerinin o koşullarda neler yaptığını, nerelerde olduğunu da anımsamak gerek. Örneğin MTTB'de yönetici olan Recep Tayip Erdoğan 16 Mart Katliamı yapıldığında neredeydi ve ne yapıyordu? Ülkücü çeteler üniversiteleri, mahalleleri işgal edip çatır çatır solcu genç ve aydın öldürürken bu "demokratlar" da ya bu ülkücülerle beraber davranıyor ya da benzer saldırıları bizzat yapıyorlardı. Bugün MHP ile girdikleri "Biz daha çok milliyetçiyiz" yarışını o gün de sürdürüyorlardı. Solcu-devrimci ve Kürt gençleri ülkenin demokrasiye kavuşabilmesi ülkenin dört bir yanında, her gün birer-üçer hayatlarını verirken RTE'nin de yöneticilik yaptığı MTTB ve Akıncılar da benzer saldırıların içinde zaman zaman yer almıyor değillerdi. 16 Mart katliamı'nda karşı tarafla beraber olanların ruhlarındaki kirleri yıkayarak gerçekten demokrasi istedikleri ne kadar inandırıcı olabilir?


Kısacası, ülke tarihinden dersler çıkarmak için çok eskilere gitmeye gerek yok. Bizim gibi orta yaşlı insanların yaşamının bile öğrettiği çıplak gerçekler bunlar. Yalanla, riyayla, ne demokrasi kurulabiliyor, ne de halka refah sağlanabiliyor. Her açıdan tutarlı bir politikalar bütünlüğünü zul sayan iktidarların, sınırlı ölçüde demokrasi isteyen ülke insanlarına çok ağır bedeller ödetecekleri ortadadır.Türkiye halkına, Kürt halkına reva gördüklerini ise söylemeye bile gerek yok sanırım.

   
Birlikte Mücadeleyi Yükseltme Zamanı

16 Mart 1978 Katliamı'nın yıldönümünde aklımızda kalan ders açıktır. "Bir ananın çocuğundan vazgeçtiği günler" denebilecek o günlerde bile mücadele kararlılığı olan insanlar, farklı örgütlere üye olmalarına, farklı görüşleri savunmalarına aldırmadan, ortak hedefler için, meydanı faşist çetelere terk etmemek için hayatlarını vermeyi göze alarak birlikte, beraberce, omuz omuza bir direniş sergileyebildiler. Fedakarlıkları göze almayanların yarınlarda gözü olamayacağını bize gençliğimiz öğretti. Ne yazık ki bu katliamlarda kaybettiğimiz arkadaşlarımızın hayatları pahasına... Bizim hayatlarımızı vererek bu ülkeye mal ettiğimiz değerlerin üzerine oturan AKP hükümeti, şimdi bu değerlerimizi, özgürlük ve demokrasi ihtiyacımızı ve aşkımızı köreltmek için elinden geleni ardına koymuyor.


Ama yaşanan boşa yaşanmadı. Ne ölenler boşuna, ne direnişler yok yereydi... Bugünün Türkiyesi'nde ne demokrasi güçlerinin, ne de  bu güçlerin lokomotifi Kürt özgürlük mücadelesinin daha geride olma hakkı ve lüksü yoktur. Demokrasi için, özgürlükler için, halkın refahı ve mutluluğu için birlikte mücadeleyi yükseltmekten başka yol yoktur.