24 Mayıs 2010 Pazartesi

KAPİTALİST DÜNYA EKONOMİSİ YENİ BİR FAZLA ÜRETİM KRİZİNE GİRDİ

Her ne kadar tam bilinmese de geçen senenin Ekim ayından bu senenin Ekim ayına kadar borsalarda buharlaşan miktarın 26 trilyon dolar olduğu hesap ediliyor. İngiltere Bankası'nın hesabına göre sadece değersizleşen banka kâğıtlarından dolayı buharlaşan miktar 2,2 trilyon dolardır. 2007 yılının 2. çeyreğinde 1.726 trilyon dolar piyasa değeri olan 15 finans devinin piyasa değeri mali krizle birlikte 825 milyar dolar eridi ve 20 Ekim itibariyle 901 milyar dolara geriledi. En çok zarar edenler: Citigroup; 255 milyar dolar. HSBC; 215 milyar dolar;  JPMorgan; 165 milyar dolar;  RBS dördüncülüğü 120 milyar dolar; UBS; 116 milyar dolar (JPMorgan araştırmasından).

Yani borsa havası bulutlu olmanın da ötesindedir. Bir iniyor bir çıkıyor. Aynen zıpkın yemiş balık gibi. Satışa sunulan niyetin değerine göre hareket ediyor. Bugünlerde ise satışa sunulan niyet çok değil. Geleceği satın almak için de koşular hiç uygun değil. Bu nedenle en ufak bir “umut” borsanın tavan yapmasına neden olabiliyor. Açık ki,  kriz dönemlerinde borsa değerleri hareketinde süreklilik kazanan istikrarsızlık geçerlidir.   Burjuva basın dünya borsalarındaki BU durumu ancak „çöktü“ ile tanımlayabiliyor. Doğru bir tanımlama. Ama eksik.

Çökme sadece borsalardaki „değerler“de olmadı. Dünya mali sistemi altüst oldu. Kapitalist dünya mali sistemi çökmüştür, neoliberal sistem çökmüştür. Kapitalist dünyada mali sistemin neoliberal yapılanmasında önemli bir rol oynayan yatırım bankacılığı çökmüştür. En azından dünya mali sisteminin merkezi konumunda olan ABD'de çökmüştür. Dün mali pazarları düzensizleştirelim diyenler bugün mali pazarları yeniden kurallara bağlayalım demeye başlamışlardır. Dün kuralsızlaştırmadan bahsedenler bugün kurallardan bahsetmeye başlamışlardır. Artık önemli olan borsalardaki düşüşün ne kadar olduğu değil. Önemli olan, kapitalist dünya ekonomisinde kriz sorununun mali sektörü; banka ve kredi krizi karakterini kaybetmiş olmasıdır. Bu bakımdan borsalardaki endeks hareketi artık maddi değerlerin üretiminde; sanayide krizin; fazla üretim krizinin seyrini göstermesi bakımından bir anlam taşıyabilir.

Sanayi üretiminin gelişme seyri:
Dünya ekonomisinde durum tespiti yapmak için verilerin neyi gösterdiğine bakmak gerekir. Sanayi üretiminin seyri ekonominin durumunu analiz etmek için en önemli veridir. Biz de bu verilerden hareket edeceğiz.

OECD-Ülkelerinde Sanayi Üretimi, 2000= 100

2008
Ülkeler
2008'in 1. çeyreğinden
2. çeyreğine 
Ocaktan Hazirana 
 Ocaktan Temmuza 
Ocaktan Ağustosa 
Hazirandan Temmuza veya Temmuzdan Ağustosa  
Almanya
-1,3
-1,8
-3,7
-
-1,9......Hazirandan Temmuza
Fransa
-1,4
-3,0
-1,9
-
+1,2.....Hazirandan Temmuza
İtalya
-0,6
-1,2
-1,7
-
-0,8......Hazirandan Temmuza
İspanya
-3,7
-8,4
-3,1
-4,8
-1,8......Temmuzdan Ağustosa
İngiltere
-0,7
-1,0
-1,5
-2,0
-0,5......Temmuzdan Ağustosa
Japonya
-1,0
-1,6
-0,01
-3,7
-3,6......Temmuzdan Ağustosa
Kore
+1,3
+1,4
+0,9
-1,2
-2,1......Temmuzdan Ağustosa
ABD
-0,7
-0,9
-0,9
-2,0
-2,8......Ocaktan Eylüle
AB
-0,9
-1,3
-1,6
-
-0,3......Hazirandan Temmuza
Avro Alanı
-0,8
-1,6
-2,0
-
-0,4......Hazirandan Temmuza
G-7 ülkeleri
-0,8
-1,3
-1,2
-
 -
OECD-Avrupa
-1,0
-2,2
-2,2
-
0,0
OECD-Toplam
-0,8
-1,5
-1,2
-
0,0
Brezilya
+2,2
+4,0
+2,9
+2,7
-0,2.....Temmuzdan Ağustosa
Rusya
+2,2
+3,1
+3,7
-
+0,6.....Hazirandan Temmuza
Hindistan
+0,3
+1,4
+3,7
-
+1,4.....Hazirandan Temmuza

Alman sanayi üretimi son iki çeyrek ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür.
Fransız sanayi üretimi son iki çeyrek ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür. Ancak Hazirandan Temmuza üretim mutlak büyümüştür. Sanayi üretiminin gelişme yönü göz önünde tutulursa bu üretim artışı istisnai olarak görülmelidir.
İtalyan sanayi üretimi son iki çeyrek ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür. İtalyan sanayi üretimi 2007 yılı sonu itibariyle de 2000 yılındaki seviyesine ulaşamamıştı; 2007 itibariyle 2000 yılına göre yüzde 2 oranında mutlak küçülmüştü.
İspanya sanayi üretimi son iki çeyrek ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür.
İngiltere sanayi üretimi son iki çeyrek ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür. İngiltere'de sanayi üretimi 2007 yılı sonu itibariyle de 2000 yılındaki seviyesine ulaşamamıştı; 2007 itibariyle 2000 yılına göre yüzde 2,8 oranında mutlak küçülmüştü.
Japon sanayi üretimi son iki çeyrek ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür.
Amerikan sanayi üretimi son iki çeyrek ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür. Alım gücü zaten düşük olan Amerikan halkı kredi krizinden dolayı harcamalarını daha da sınırlandırmış ve bunun sonucu olarak perakende ciroları Eylül ayında üç sene önceki seviyesine düşmüştür. Amerikan gayri safi üretiminin yüzde 70'inin tüketimden oluştuğu düşünülürse tüketici harcamalarındaki gerilemenin anlamı daha iyi anlaşılır.
AB açısından durum: AB toplamında sanayi üretimi son iki çeyrekte ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür.
Avro Alanında sanayi üretimi son iki çeyrekte ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür.
G-7 Ülkeleri toplamında sanayi üretimi son iki çeyrek sürekli mutlak küçülmüştür. Aynı durum OECD-Avrupa ülkeleri toplamı ve OECD-genel toplamı için de geçerlidir.
Böylece dünya üretiminin çok büyük bir kısmını; yüzde 70'inden fazla bir kısmını oluşturan bu ekonomiler açık ki yeni bir fazla üretim krizi sürecine girmişlerdir. Çekilen kredi sıkıntısı; yaşanan kredi dar boğazı ve başka nedenlerin yanı sıra esas olarak maddi değerlerin üretiminin (Burada sanayi üretimi) arka arkaya birkaç çeyrek ve ay sürekli mutlak küçülmesi, yeni bir ekonomik krizin patlak vermesinin kıstası olarak görülmelidir. Yani süreklilik kazanmış bu mutlak küçülme, ekonomilerin yeni bir fazla üretim krizine girdiğinin açık ifadesidir. Bu kıstasa göre yukarıdaki verilere dayanarak dünya ekonomisinin 2008'in ikinci yarısından (ikinci çeyreğinden itibaren yeni bir ekonomik kriz (fazla üretim krizi) sürecine girdiğini söyleyebiliriz. Bu kriz, henüz başlangıç aşamasındadır ve ekonomi ve toplumsal yaşam üzerindeki etkisi giderek görülecektir.

Şüphesiz ki henüz ekonomik kriz içinde olmayan ülkeler de var. Bu ülkelerin başında Çin ve Hindistan gelmektedir. Bunların dışında Rusya, Brezilya ve Türkiye de ekonomik krizde olmayan ülkeler arasındadır. Ama bu ülke ekonomileri de dünya mali krizinden (banka ve kredi krizinden) etkilenmişler ve bu etkilenme üretimin seyrine de yansımıştır.

Küreselleşmenin nimetlerinden; demokrasiden, herkese işten, özgürlükten artık pek bahseden yok. Her ülke kendi sermayesini kurtarma derdine düşmüş durumda. Ekonominin küçük oranlarda da olsa büyüme dönemi artık geride kalmıştır.  Verilerin de gösterdiği gibi dünya ekonomisi, mutlak küçülme ve durgunluk (yerinde sayma) sürecindedir. 

Şu veya bu ülkede değil, kapitalizmin kalesi sayılan emperyalist ülkelerin sanayi sektöründe siparişler, durmanın ötesinde mutlak azalıyor. Kredi, yakıcı bir sorun oluyor; hem nakit yetmezliğinden hem de güven ortamının kalmamış olmasından dolayı büyük uluslararası tekeller de dâhil üretim birçok alanda durmuş ve işçilerin sokağa atılmaları gündeme gelmiştir.

Bankalar kredi koşullarını ağırlaştırıyorlar ve risk primlerini yukarı çekiyorlar. Bu da kaçınılmaz olarak kredi alma güvencesini ortadan kaldırmaktadır.
Bu gelişmeden öncelikle etkilenen sektörlerin başında inşaat, otomobil ve deniz nakliyatı gelmektedir. Özellikle konut alanında spekülasyonun yaygınlaşmış olduğu ABD, İngiltere, İspanya gibi ülkelerde inşat sektörü büyük bir darbe almıştır. İrlanda'da ise bu sektör tamamen çökmüş durumdadır.

Asya ülkelerinde durum:
Ekonomik kriz Asya'yı da sarsmaya başladı.   Hemen bütün Asya ülkelerinde sorun artık banka iflasları ve borsaların çöküşü olmaktan çıkmıştır. Bu ülkelerde de sorun artık doğrudan doğruya fazla üretim krizidir. Hemen bütün Asya ülkelerinde; daha doğrusu Güneydoğu Asya ülkelerinde ihracat ekonomide belirleyici öneme sahiptir. ABD ve Avrupa'da krizin patlak vermesi, talebi düşüreceği için Asya ülkeleri tekstil, oyuncak, elektronik ürünlerini satamayacaklar. Bunun sonucu işletmelerin iflası ve işçilerin sokağa atılması olacaktır.

ABD'den AB'ye emperyalist ülkeler Çin'e umut bağladılar. Çin ekonomisinin lokomotif rolü üstlenebileceğini ve böylece dünya ekonomisinin krizi teğet geçeceğini sanıyorlar. Ama yanılıyorlar. Her şeyden önce Çin ekonomisi, her ne kadar şimdiye kadar güçlü bir büyüm göstermiş olsa da dünya ekonomisini yönlendirecek derecede güçlü bir ekonomi değildir ve bu anlamda Amerikan ekonomisinin oynadığı rolü üstlenecek durumda değildir. 1,3 milyar nüfuslu Çin'de insanların tüketim için harcadıkları miktar 2007'de ancak 1,2 trilyon dolardı. Buna karşın 300 milyonluk ABD'de tüketim harcamaları 9,7 trilyon dolardı. Yani Çin ekonomisi iç pazardan ziyade dış pazara, öncelikle de ABD ve AB'ye yapılan ihracata bağımlıdır. ABD ve AB'nin krizde olması durumunda -şimdi böyle bir durum söz konusudur- Çin ekonomisinde kaçınılmaz olarak kapasite fazlalığı doğacaktır. Bu kapasite fazlalığı da kaçınılmaz olarak önce stoklanacak, fiyatların düşmesine ve sonunda da işletmelerin kapanmasına ve işçilerin sokağa atılmasına neden olacaktır.

2007 yılında yaklaşık yüzde 12 oranında büyüyen Çin ekonomisi elbette diğer ülkelerden daha az yıkımla bu krizden çıkacaktır. Ama Çin ekonomisinde de son bir kaç yılda büyüme oranları giderek düşmektedir. Çinli uzmanlar ekonomideki büyüme oranlarının düşmesinin bir eğilim olarak devam edeceğini söylüyorlar. 1978'den bu yana sürekli yıllık ortalama olarak yüzde 10 oranında büyümüş olan Çin ekonomisinde büyüme oranlarının küçülmesi, etkisini mutlaka dünya ekonomisinde de gösterecektir.

Çin ekonomisinin krize girmesi durumunda 67.000 ihracatçı işletmenin iflas edeceği hesap edilmektedir. Çin'de gayri safi üretimin üçte biri ihracat kaynaklı olduğu düşünülürse bu kadar ihracatçı firmanın iflas etmesinin Çin ekonomisine ağır bir darbe olacağı açıktır. 

Japonya ekonomisi 1990-1994 dünya ekonomik krizinden bu yana hep çelişkileriyle boğuşmak zorunda kalmıştır. Japonya büyük bir iflas dalgasıyla karşı karşıyadır. En azından uzmanları bu görüşteler. Eylül ayında iflas eden işletme sayısı 2007'nin aynı dönemine göre yüzde 34 oranında daha fazlaydı.
ABD ve AB'nin krizde olması, aynen Çin ihracatı gibi Japon ihracatını olumsuz etkileyecektir.
Dünyanın bu bölgesinde kriz, Çin, Japonya, Güney Kore ve 10 Asean devletinin (Brunay, Birma, Endonezya, Kamboçya, Laos, Malezya, Filipinler, Singapur, Tayland ve Vietnam) likidite sorununu çözmek için kredi fonu oluşturmalarına neden olacak kadar etkilidir.   

Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri de krizden dolayı sarsılıyor. Bu ülkelerde kriz etkisini kaçınılmaz olarak AB'ye yansıtacaktır. Rusya hariç bu ülkeler toplam olarak dışarından 1,6 trilyon dolarlık borç aldılar. Borç ve faiz ödemelerinde güçlüklerle karşılaşmaya başladılar.

500 milyar dolarlık döviz rezervi olan Rusya da kriz baskısı altında. Rus hükümeti bankalara 700 milyar dolar pompaladı. GSH'ya oranı bakımından bu miktar, AB'nin ve ABD'nin pompaladığı miktardan çok fazla. Rusya, zor durumda kalabilecek bir borçlanma limitinde. 

Latin Amerika'da da durum pek farklı değil. Batı Avrupalı bankaların Aysa, Orta ve Doğu Avrupa ve Latin Amerika ülkelerine („gelişen pazarlar“a) verdikleri kredinin toplam miktarı 4,7 trilyon dolar. İsviçre bankalarının „gelişen ülkeler“e ve Doğu Avrupa ülkelerine verdiği kredi miktarı GSH'sının yüzde 50'sine eşit. Bu oran İsveç açısından yüzde 25, İngiltere açısından yüzde 24 ve İspanya açısından da yüzde 23'tür. ABD'nin verdiği kredi ise GSH'sının ancak yüzde 4'üne eşit. İspanya'nın sadece Latin Amerika ülkelerine verdiği kredi miktarı 316 milyar dolar. ABD'ninki ise 172 milyar dolar. Şimdi sorun, bu paranın ödenmesinde ve bu ülkelerin hiçbiri bu miktarı ödeyecek durumda değil.
Emperyalizme bağımlı, „gelişen ülkeler“e sermaye akışı durmuş ve gelen sermaye de kaçmaya başlamıştır.

Ekonomik kriz ve işsizlik sorunu:
Mali ve şimdi patlak veren ekonomik krizden dolayı dünya çapında ne kadar işçinin sokağa atıldığı pek bilinmiyor. Ama daha Amerikan konut krizinin patlak verdiği dönemde Amerikan konut ve banka sektörlerinde çalışan on binlerce işçi ve banka çalışanı sokağa atılmıştı. Bu yılın başından bu yana ise ABD'de krizden dolayı işsiz kalanların sayısı 760 bindir. 

Wall Street'in mali şirketleri bu sene içinde 110 bin çalışanını sokağa atmıştır. 2009 ortalarına kadar da toplam 250 bin çalışanını işten atacağı hesap edilmektedir. Bu, 1929-1932 krizinden bu yana en büyük işten çıkarma dalgası olarak tanımlanmaktadır.
 
Ekonomik krizden oldukça etkilenen Amerikan otomobil sektöründe çalışan işçi sayısı 350.000. İlgili sektörlerle birlikte toplam çalışan işçilerin sayısı 4,5 milyon. Krizin derinleşmesi durumunda on binlerce iş yeri kapanma ve on binlerce işçi de sokağa atılma tehlikesiyle karşı karşıyadır.  

Özellikle Avrupa'da otomobil sektöründeki krizden dolayı 100 bin işçinin işsiz kalacağı tahmin edilmektedir. Avrupa'da otomobil sanayinin çekirdek sektörlerinde çalışan işçilerin sayısı 2,1 milyondur ve bu sektörlerle ilişki içinde olan diğer sektörlerde çalışanlarla birlikte işçi sayısı 12 milyonu geçiyor. Yani 12 milyondan fazla işçi, iş bakımından otomobil sektörüne bağımlı. Demek oluyor ki, otomobil sektöründe yaşanan kriz, bu kadar insanı doğrudan etkiliyor.  
Medyada çıkan haberlere göre sadece VW tekeli, 25 bin işçiyi işten atmayı planlamaktadır. 

Yahoo tekeli çalışanlarının yüzde 10'unu (1.500 kişi) işiten atmıştır. Bu senenin başında ise 1000 çalışanını işten atmıştı.

Çin her yıl 15-20 milyon insana iş bulmakla karşı karşıya. Çin'in krize girmesi durumunda bu kadar insan işsiz kalacak demektir.   

Sadece mali krizden dolayı dünya çapında işsiz kalanların sayısının 20 milyon olacağı tahmin ediliyor.

BM'in hesabına göre dünya çapında işsizlerin sayısı krizden dolayı 210 milyona çıkacak. Bu sayıya İLO'nun verileri de dâhil. İLO, bugünden 2009 sonuna kadar 20 milyon insanın işsiz kalacağını hesap ediyor.
Hemen bütün emperyalist ülkelerde işsizlik oranları yükseliş trendindedir.

Krizin yansıma alanları:
Otomobil sektörü: Dünya çapında otomobil üretimi tıkanmıştır. Otomobil ve yan sektörlerinde durum “felaket”e doğru gitmektedir: Almanya'da Opel, Ford, Daimler, BMW tekellerinde üretim kısmen durdurulurken, genel olarak düşürüldü. Neden olarak talep yetersizliği öne sürülmektedir. Bu işletmelerde henüz kitlesel işçi kıyımına başlanmadı. Şimdilik çareyi üretimi azaltmakta ve tatili uzatmakta arıyorlar.

Avrupa'da Eylül ayında alınan otomobil ruhsat sayısı geçen yılın aynı ayına göre yüzde 8,2 oranında gerileyerek 1,305 milyona düşmüştür.  Yeni ruhsat sayısı Almanya'da yüzde 1,5; İngiltere'de yüzde 21,2; İspanya'da yüzde 32,2 oranında gerilemiştir.

Toyota ve Daimler'den sonra PSA da (Peugeot, Citroën) sürümün dramatik gerilediğine dikkat çekmekte. Avrupa'nın ikinci büyük otomobil üreticisi olan PSA tekeli, üretimi yoğun bir biçimde düşürmüştür.

Otomobil pazarında kriz Asya'da da etkili olmaya başlamıştır. Özellikle Japon otomobil tekelleri dünya çapında sürüm sorunları olduğunu; satışların kısmen büyük oranlarda gerilediğini açıkladılar. Japon arabalarının en çok pazarlandığı Avrupa ve ABD'nin krizde olması, otomobil alımını olumsuz etkilemektedir.

ABD'de on yıllardan bu yana en ağır otomobil krizi yaşanmaktadır. ABD'de otomobil satışı, bir sene öncesine göre bu senenin Eylül ayında yüzde 27 oranında gerilemiştir. General Motors, Chrysler ve Ford gibi Amerikan otomobil devleri iflasın eşiğine gelmiş durumdalar. Aylardan beri sürekli ve milyarlarla ifade edilen zarar yapmaktalar.  General Motors ve Chrysler'in birleşmesi ise uzmanlar tarafından çaresizliğin bir sonucu olarak değerlendirilmektedir.

Devletten para koparma kuyruğuna otomobil tekelleri de girmiş durumdalar.

Elektronik sanayi de krizden etkilendi: Bu sektörün 3 dünya devi zararlarını açıkladı: Toshiba, bir çeyrek yılda 272 milyon dolar zarar etti. Fujitsu'nun karı yüzde 21 ve Sony'nin karı da yüzde 72 düştü.

Kriz etkisini taşımacılık sektöründe de göstermiştir: Beş seneden beri ilk defa Eylül ayında uçak yolcu sayısı azaldı. Yolcu sayısı geçen senenin Eylül ayına göre bu Eylül ayında yüzde 2,9 oranında geriledi.  Meta taşımacılığındaki gerileme de yüzde 7,7 oranındadır.
Dow Jones-taşımacılık şirketleri Mayıstan bu yana yüzde 35 oranında değer kaybetmişlerdir.  
Kriz, taşımacılıkta talebin düşmesine neden olmuştur.
Gemi üretiminde siparişler ya geri alınmakta ya da dondurulmaktadır.

*)Ekonomik kriz, süreç içinde sermaye merkezileşmesine; firma birleşmelerine, iflas eden veya iflasın eşiğine gelen tekellerin rakip tekel tarafından yutulmasına maddi ortam hazırlamaktadır.

*)Ekonomik kriz, mali kriz sürecinde görüldüğü gibi (bankaların devletleştirilmesi) iflasla karşı karşıya kalan üretim tekellerinin devletleştirilmesine de yol açacaktır.

*)Ekonomik kriz, emperyalist ülkeler arasındaki rekabeti, uluslararası tekeller arasındaki rekabeti keskinleştirecek ve devletlerin kendi sermayesini korumak için tedbirler almasına yol açacaktır. Ve bankalarını (mali sermayesini) korumak için tedbir alan emperyalist ülkeler sanayilerini de korumak için tedbirler alacaklardır. ABD, Almanya ve Fransa'nın bu konudaki tavrı bilinmektedir.

*)Bu kriz sürecinde devlet iflasları da yaşanabilir. Önde gelen emperyalist ülkeler başta olmak üzere devasa boyutlara varan banka kurtarma harcamaları, birçok ülkede devlet maliyesinde krize neden olabilir. Daha şimdiden bu kurtarma hareketi için dünya çapında harcanan miktar 3 trilyon doları aşmış durumda. Ve kurtarma paketi hazırlayan ülkelerin hiçbiri bu miktarı nereden temin edeceğini bilmiyor. Bilinen iki kaynak var: Vergi adı altında halkın uzun vadede soyulması -bu soygun mutlaka yapılacak- ve ikincisi de Çin'in borç para vermesi. Çin, mevcut döviz rezervlerini bu iş için kullanır mı, bu bilinmez, ama kullanırsa bunun ceremesi, borç alan ülkeler bakımında oldukça ağır olur.
Bu sefer iflasın eşiğinde olan emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkeler değil veya henüz değil. İflasla karşı karşıya olan ülkelerin başında ABD gelmektedir. Doların güncel yükselmesi; değer kazanması da ABD'yi kurtaramaz. Doların son aylarda değer kazanmasının nedeni, hisse senedi değerlerinde görülen dünya çapındaki gerilemedir. Bu, geçici bir durumdur.

ABD'de kamu borçlanması artık kontrolden çıkmış bir şekilde artmaktadır. ABD'de kamu borcu miktarı GSH'nın yüzde 37'sine eşit. Buna yarı devlet, yarı özel işletme ve kurumlarınkini de eklersek borç oranı GSH'ının yüzde 66'sına eşit oluyor. Mali krizden kaynaklanan borçların GSH'ya oranı yüzde 20 ila yüzde 30 orasında. Bunların toplamı, ABD'nin borçlarının GSH'ya eşit olduğunu ortaya kor. Yani kapitalist dünya borç bakımından yeni bir İtalya veya Japonya ile karşı karşıya. Ama İtalya ve Japonya, ABD'nin dünya hegemonyası için yapmış olduğu harcamaları yapacak duruda değiller. ABD konumunu korumak için para bulmak ve harcamak zorunda!
Kısacası, Amerikan emperyalizminin işi zor!

KAPİTALİZM VE DEVLETİN BORÇLANMASI

Kısa bir süre önce Dubai'nin borçları nedeniyle korkuya kapılan dünya borsaları sallanmıştı. Şimdi de aynı piyasalar bazı AB üyesi ülkelerdeki borçlanmanın boyutlarından dolayı sallanıyor. Açık ki gelişmeler dünya ekonomisinin, her ne kadar eğilim krizden çıkma yönündeyse de, krizden çıkmadığını; olumsuz olabilecek her gelişmeden etkilendiğini, kırılgan bir süreçten geçtiğini gösterir.

Emperyalist burjuvazi, bir dizi kurumları ve ekonomi uzmanları dünya krizinden çıkılıyor doğrultusunda görüşler yayarlarken, bazı devletlerin borçlarını ödeyemeyeceği tehlikesinin önplana çıkmasıyla telaşlandılar. Yunanistan, Portekiz ve İspanya'nın bütçe açıkları ve borçlarıyla ilgili sorunların sadece bu ülkelerle sınırlı kalmayacağı, başka ülkeleri de etkileyeceği ve dolayısıyla krizden çıkılıyor umudunun hüsrana dönüşeceği sermayenin korkusunun sadece bir yönü. Diğer yönü ise başta Yunanistan olmak üzere, Portekiz'de, İspanya'da geniş yığınların mücadeleci tavrının başka ülkede işçi sınıfı ve emekçi yığınları teşvik edeceğidir. Emperyalist burjuvazi bu iki nedenden dolayı korku içindedir.

İlk defa bu kriz sürecinde AB'nin bir kısım üye ülkelerle nasıl bir sömürge ilişkisi içinde olduğu çok çıplak bir biçimde görülmüştür. Yunanistan, Portekiz ve Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin sefil halinin esas sorumlusu başta Almanya olmak üzere AB'nin önde gelen emperyalist ülkeleridir. Böyle bir sonuçla karşı karşıya kalınacağı biliniyordu, ama sorunun boyutları hafife alınıyordu.

AB, Yunanistan ihtiyacı olan 54 milyar Avroyu borç olarak bulabilir, ama bütçe açığını azaltmak için kamu harcamalarını kısmalı, yeni vergi ve ücret politikası yasası çıkartmalı diyor. Yani yeni neoliberal dayatmalar öneriyor. Ama hem Yunan burjuvazisi hem de bir bütün olarak AB, Yunan halkının şiddetli muhalefetiyle karşı karşıya kalacaklarından dolayı korkuyorlar.
Aynı durum ve aynı korku Portekiz ve İspanya için de geçerli.

Borçlanmanın boyutları...
2009 yılı itibariyle Portekiz’in milli gelirinin yüzde 9.3’üne; İspanya’nın yüzde 11.4’üne ve Yunanistan’ın da yüzde 12.7’sine denk düşen bir bütçe açığı vereceği tahmin ediliyor.
Dünya Bankası’nın 2009 yılı üçüncü çeyrek verilerine göre, bu üç ülkeden Yunanistan’ın kamu borcu 384,1 milyar dolar, toplam dış borcu 594,5 milyar dolar; Portekiz’in kamu borcu 166,9 milyar dolar, toplam dış borcu 538, 1 milyar dolar ve İspanya’nın kamu borcu 463,2 milyar dolar ve toplam dış borcu da 2 trilyon 525,1 milyar dolar seviyesindedir.

Türkiye'de dahil bazı ülkelerin güncel kamu borçlarının ve bütçe açığının GSMH'ya oranları şöyledir:








Bu verilere göre sorun olan sadece bu üç ülke değildir; başka ülkelerde de kamu borçlanması sorun olma boyutlarındadır.

Borç alan iflas edebilir. Bu, kapitalizmin; daha doğrusu para ekonomisinin olmazsa olmaz ilkelerinden biridir. Bu kural devletler için de geçerlidir. Örneğin savaşan bir ülke, savaşı sürdürmek için borç almak zorunda kalabilir ve çoğunlukla da böyledir. Savaş, militarizm harcamaları, devlet giderlerinin gelirlerinden daha büyük olmasına neden olur. Ötesinde kapsamlı ve derin ekonomik krizler devlet borçlanmasının diğer temel nedenidir. Yaşanan ekonomik kriz, devlet borçlanmasının hangi akıl almaz boyutlara vardığını göstermektedir. Teşvik paketleri; kendi sermayesini kurtarma tedbirleri bunun açık ifadesidir.

Yaşanan ekonomik kriz, önde gelen emperyalist ülkelerin -ABD, Almanya, Fransa, İngiltere (bir bütün olarak AB) ve Japonya- yoğun borçlanmasına neden olmuştur. Bunun belli başlı nedenleri şunlardır: Her bir ülke iflasla karşı karşıya kalan mali sermayesini desteklemiştir. Tüketim ve yatırım malları için yapay talep oluşturmak için konjonktür programlarını uygulamaya koymuşlardır. Krizden dolayı vergi gelirleri azalmasına rağmen giderlerde tasarrufa yönelmemişlerdir; yani bütçe açığı giderek artmıştır.

Dünya savaşları dönemini dışlarsak, yaşanan bu kriz süreci, kapitalizmin tarihinde gelişmiş ve „gelişmekte“ olan ülkelerin borç sorunuyla en yoğun karşı karşıya kaldıkları dönemdir: IMF'nin hesaplamasına göre, krizin üstesinden gelmek için G-20 devletlerinin yaptıkları harcamalardan dolayı borçları toplam olarak üç sene içinde (2008, 2009 ve 2010) 9 trilyon dolara varacak. Böylece bu ülkelerin borçlarının GSMH'ya oranları ortalama olarak yüzde 78'den yüzde 108'e çıkacak.

ABD'nin toplam kamu borcu 13,8 trilyon dolar. Japonya'nınki 9,4; İtalya'nınki 3; Almanya'nınki 2,8; Fransa'nınki 2,3; İngiltere'ninki 1,4 trilyon dolardır.
2014'e gelindiğinde Avro Alanı (16 ülke) ülkelerinde kamu borçları GSMH'nın yüzde 100'üne eşit olacak. Bu oran mali kriz yılı 2007'de yüzde 66 idi.

Aşağıdaki tabloda da gördüğümüz gibi krizden dolayı kamu borçları kontrolden çıkarcasına artmıştır. 2007 itibariyle GSMH'ya oranı bakımında en çok borçlu olan ülkelerin başında Japonya, İtalya, Yunanistan ve Belçika geliyordu. 2011'de bu kervana ABD, İngiltere, İrlanda, Portekiz, İspanya, Almanya, Fransa da katılmış olacak. Öyle ki Japonya'da 2007'de kamu borcunun GSMH'ya oranı yüzde 187'7'den 2014'te yüzde 245,6'ya çıkacak.




Önde gelen emperyalist ülkelerin borçtan dolayı iflası pek olası değil, ama ekonomisi küçük ve bağımlı olan ülkelerde durum tamamen değişiktir; bu ülkelerde devlet iflasları olabilir ve mali yönetim; bütçe planlaması BM, IMF gibi uluslararası kurumlarının kontrolüne geçebilir. İsterseniz buna mali protektorat da diyebiliriz.

Tabii bir devletin iflas etmesi, bir işletmenin iflas etmesi gibi değildir; uluslararası tekeller iflas edip yok olabilirler, ama bir devletin iflas etmesinde, borcun kapsamından ziyade iktidar ilişkileri; ülkenin jeopolitik konumu vb. belirleyici rol oynar. Devletin iflası, bir işletmenin iflas ederek yok olması gibi yok olmayla sonuçlanmaz; en fazlasıyla iktidar değişimine neden olabilir veya devrimci bir durumun gelişmesine yol açabilir. Bu bakımdan devlet iflası, söz konusu ülkede sınıf çelişkilerinin oldukça keskinleşmesine neden olur. Aynen Arjantin'de olduğu gibi. Aynen, I. Dünya Savaşında sonra Almanya'da olduğu gibi.

Devlet borçları; kamu borçlanması nedir, devlet niçin borçlanır?

Burjuva devlet borç devletidir.
Devletin aldığı borçların ödenmesi için vergi gelirleri kullanılır ve böylece devlete borç verenler, vergilerin önemli bir kısmını faiz olarak alırlar; kamu paraları/gelirleri istikrazlar üzerinden yeniden özelleştirilir; sermayeye çevrilir. Demek oluyor ki, kamu borçları, devlet alacaklılarının parasını; daha doğrusu işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınların vergi olarak devlete vermek zorunda oldukları miktarın devlete borç para verenlere faiz olarak verilen kısmını sermayeye dönüştürür.

Burjuva mülkiyeti birikiminin gelişmesiyle, yani sanayi ve ticaretin gelişmesiyle devlet sürekli borçlanırken bireyler sürekli daha da zengin oldular. Bu olgu, daha ilk İtalyan ticaret cumhuriyetlerinde ortaya çıktı; daha sonra 18. yüzyıldan bu yana Hollanda'da uç noktaya vardı... ve şimdi de İngiltere'de görülmektedir. Bundan dolayı, burjuvazi para biriktirmeye başladığında devlet ondan para dilenmek zorunda kalır ve nihayet onun tarafından adeta satın alınır“ (Marks, Deutsche Ideologie, s. 344/345).

Kamusal borçlanma, ilkel birikimin en güçlü kaldıraçlarından birisi halini alır. Bir büyücü değneğinin dokunması gibi, kısır paraya üreme gücünü kazandırır ve onu sermayeye çevirir ve bunu, sanayide ve hatta tefecilikte kullanıldığında bile kaçınılmaz olan zahmet ve tehlikelerle karşı karşıya bırakmaksızın yapar. Devlet alacaklıları, aslında hiç bir şey vermemişlerdir, çünkü borç verilen miktar, ellerinde tıpkı nakit para gibi iş görmeye devam eder, kolayca devredilebilir devlet tahvillerine çevrilmiştir. Böylece yaratılan ve yıllık geliriyle geçinen bir aylaklar sınıfı ile hükümet ve halk arasında aracılık eden bankerlerin aniden biriken servetlerini ve gene, her devlet istikrazının büyük bir parçasının kendilerine gökyüzünden inen bir sermaye hizmeti sağlayan, vergi mültezimlerinin, tacirlerin ve özel manüfaktürcülerin zenginliklerini bir yana bırakalım, devlet borçlanması, bir de, anonim şirketlerin, her türlü menkul hizmetler üzerinde yapılan işlemlerin, borsa oyunlarının, kısacası borsa kumarı ile bankokrasinin doğmasına yol açmıştır” (Marks; Kapital, C. III, s. 482/483).

Hayali sermaye oluşumu ve devlet borçları...
Devlet her yıl alacaklılarına, kendilerinden borç aldığı sermaye için belli bir miktar faiz ödemek zorundadır. Bu durumda alacaklı yatırdığı sermayeyi borçlusundan geri alamaz, ancak hakkını ya da mülkiyet hakkını satabilir. Sermayenin kendisi tüketilmiştir, yani devlet tarafından harcanmıştır. Artık mevcut değildir. Devlet alacaklısının elinde, 1) diyelim, 100 sterlin tutarında bir borç senedi vardır ve 2) bu borç senedi, alacaklıya, devletin yıllık gelirinden, yani yıllık vergi gelirinden, belli bir miktar, örneğin 5 sterlin ya da %5 tutarında bir hak sağlar; 3) alacaklı, 100 sterlinlik bu borç senedini dilediği bir kimseye satabilir. Faiz oranı %5 ve devletin verdiği güvence sağlamsa, alacaklı A, bu borç senedini kural olarak B'ye 100 sterline satabilir; B için 100 sterlini yıllık %5 faizle vermek ya da 100 sterlin ödemek suretiyle devletten yılda 5 sterlin tutarında haraç sağlamak hiç fark etmez. Ne var ki, bütün bu durumlarda insanların gözünde bir sürgün (faiz) doğuran burada devlet ödemeleri kabul edilen bu sermaye, hayaldir, hayali sermayedir. Yalnız devlete borç verilen bu meblağ artık mevcut olmamakla kalmayıp, zaten hiç bir zaman onun sermaye olarak harcanması düşünülmemişti ve o ancak sermaye olarak yatırılmakla, kendisini koruyan değere dönüştürülebilirdi. İlk alacaklı A için, yıllık vergilerden kendisine düşen pay, sermayesi üzerinden faizi temsil eder; tıpkı mirasyedinin servetinden tefeciye düşen payın ona faiz olarak görünmesi gibi; oysa her iki durumda da borç verilen meblağ sermaye olarak yatırılmamıştır. Devlete ait borç senedinin satış olanağı, A için, kendi ana parasını geri almanın potansiyel aracını temsil eder. B'ye gelince, onun sermayesi kendi görüş açısından, faiz getiren sermaye olarak yatırılmıştır. Arada geçen işlemi ilgilendirdiği kadarıyla, B, devletin geliri üzerinden A'ya ait bulunan hakkı satın almakla, yalnızca A'nın yerini almış durumdadır. Bu işlem kaç kez yinelenirse yinelensin, devlet borcu sermayesi, tamamen hayali olarak kalır ve o borç senetleri satılamaz duruma gelir gelmez, bu sermaye hayali artık görünmez olur” (Marks; Kapital, C. III, s. 482/483).

Aslında borç alınan ve çoktan harcanmış bulunan sermaye için verilen bu borç senetleri, tüketilmiş bulunan sermayenin bu kağıttan kopyaları, bunları ellerinde bulunduranlar için, sanki bunlar satılabilir ve dolayısıyla da ve tekrar sermayeye çevrilebilir metalarmış gibi sermaye olarak hizmet ederler”.(Marks; Kapital, C. III, s. 494).

Devlet borçları sadece gelecek neslin mi sorunu?
Devlet borçlarının sadece gelecek nesillerin sırtına yıkıldığı ciddi ciddi iddia edilir, ama bunun gerçekle ilişkisi yoktur. Bu iddia doğruysa, bugün alınan kredinin sadece mirasçıların sırtına yıkılacağı da doğrudur. O halde mirasçıların ne olacağı düşünülmeden kredi olarak alınan miktarlar istenildiği gibi harcanabilir.

Geleceğin antisipasyonuna (önceden, vaktinden önce yapılma) gelince; gerçek antisipasyon genellikle, sadece işçi ve yerküre ile bağlantı içinde zenginliğin üretiminde gerçekleşir. Her ikisinde de gelir ve gider (alım ve tüketim anlamında, çn) arasındaki dengenin bozulmasıyla vaktinden evvel aşırı yıpranma ve yorgunlukla gelecek, reel olarak antisipasyona uğrayabilir ve tahrip edilebilir. Her ikisi de kapitalist üretimde gerçekleşir. Sözde, örneğin devlet borçlarında antisipasyona gelince; bununla ilgili olarak Ravenstone haklı olarak şuna dikkat çekiyor: Şimdiki zamanın giderlerini geleceğe kaydırıyoruz (anlayışını) ileri sürüyorlarsa; şimdiki neslin gereksinimlerini karşılamak için gelecek nesil yük altına alınabilir iddiasında bulunuyorlarsa, (bu), henüz var olmayan -tohumları ekilmemiş- gıda maddelerinin tüketimiyle yaşanabileceği (türden bir) saçmalığı savunuyorlar (anlamına gelir). Devlet adamlarımızın bütün bilgeliği, mülkiyetin bir kısım kişilerden başkalarına büyük aktarımından ibarettir” (Marks; Theorien über den Mehrwert, C. 26/3, s. 303/304).

Develet borcu, vergi üzerinden vergi ödeyenlerin mülklerinin, gelirlerinin devlet alacaklılarına aktarılması demektir...
“Devlet borcu, bütün bir halkın emeği üzerine konan ve onun özgürlüğünü sınırlayan bir ipotek değil mi? Kamu alacaklısı diye tanımlanan görünmeyen zalimlerin yeni bir toplumunun doğmasına neden olmuyor mu?” (Marks; Sardonische Anleihe, C. 15, s. 12).

„Ulusal zenginlik denilen şeyden, modern halkların ortak mülkiyetine gerçekten giren kısmı, bunların devlet borçlarıydı. Bunun zorunlu sonucu olarak, bir ulus ne kadar borçlu olursa o kadar zengin olur şeklindeki modern öğreti ortaya çıktı. Kamu kredisi, sermayenin credo'su halini aldı. Ve devlet borçlanmasının doğuşu ile birlikte, devlet borçlarına olan inançsızlık, kutsal ruha karşı işlenmiş, bağışlanmayan günahın yerini alır“ (Marks, Kapital, C. I, s. 782).

Artan vergiler ve harçlar, her devlet borçlanmasının kaçınılmaz sonuçlarıdır...
„Vergiler, hükümet mekanizmasının iktisadi temelinden başka bir şey değildir“(K. Marks; Gotha Programı, C. 19. s. 30).

Devlet borçlarının, desteğini, yıllık faiz vb. ödemelerini karşılamak zorunda olan kamu gelirlerinde bulması gibi, modern vergilendirme sistemi de, ulusal istikraz sisteminin zorunlu tamamlayıcısı idi. Bu istikrazlar, devlete, vergi yükümlüleri, hemen hissetmeksizin olağanüstü harcamaları karşılamak olanağını sağlamakla birlikte, eninde sonunda vergilerin yükselmesini zorunlu kılar. Öte yandan, birbiri ardına yapılan istikrazların birikmesi sonucu vergilerde meydana gelen yükselme, hükümeti, daima, yeni olağanüstü harcamalar için yeni istikrazlara zorlar.
En gerekli geçim araçlarını vergilendirme (yani böylece fiyatlarını yükselme) ekseni çevresinde dönen modern maliyecilik, böylece, otomatik ücret artışlarının tohumunu kendi içerisinde taşır. Aşırı vergilendirme, bir rastlantı olmaktan çok, bir ilkedir ... Bunun, ücretli-emekçinin koşulları üzerinde yaptığı yıkıcı etkiler, ... bunun sonucu olarak, köylülerin, zanaatçıların ve tek sözcükle bütün alt orta-sınıf unsurların zorla mülksüzleştirilmeleri...
Kamusal borçlar ile buna uygun düşen mali sistemin, servetin sermayeleşmesi ve halk kitlelerinin mülksüzleştirilmesinde oynadığı büyük rol,...çoğu yazarları, modern halkların sefaletinin temel nedenlerini yanlış olarak burada aramaya yöneltti
” (Marks; C. I, s. 784).

Ne yapmalı?
Her durumda devrimci değil, yalnızca reformist bir biçimde hareket edecek olan demokratların önerilerini en son sınırına dek itelemeli ve bunları özel mülkiyete doğrudan saldırı biçimine dönüştürmelidirler; böylelikle, örneğin küçük-burjuvalar demiryollarının ve fabrikaların satın alınmalarını önerecek olsalar, işçiler bu demiryollarının ve fabrikaların, gericilerin mülkleri olarak, devlet tarafından hiç bir tazminat ödenmeksizin doğrudan zoralımını istemelidirler. Demokratlar orantılı vergiler önerecek olsalar, işçiler müterakki (gelişmesinde ilerlemiş, çn) vergiler istemelidirler; demokratların kendileri ılımlı bir müterakki vergi ortaya atacak olsalar, işçiler büyük sermayenin yıkımı demek olacak ölçülerle yükselen bir vergi üzerinde diretmelidirler; demokratlar devlet borçlarının düzenlenmesini isteyecek olsalar işçiler devletin iflasını istemelidirler. Böylece, işçilerin istemleri, her yerde, demokratların bilinçlerine ve önlemlerine göre ayarlanmalıdır“ (Merkez Komitesinin Komünist Birliğe Çağrısı, C. 7, s. 253/254).

Devlet borçları, özellikle de emperyalizme bağımlı ülkelerde kamu borçlanması, neoliberalizmin kaçınılmaz dayatmalarının sadece bir sonucudur. Dünya burjuvazisini karanlık günler bekliyor...

BORÇLANMA, KRİZ VE SÖMÜRGECİLİK

Yunanistan ve AB sömürgeciliği:
Yunanistan fiilen iflas etmiş durumda. Sorunun sadece bu ülke ile sınırlı kalmayacağı, başka ülkelerde de borçlanma krizinin patlak vereceği ve dünya çapında yaşanmakta olan fazla üretim krizine bir de uluslararası borçlanma krizinin ekleneceği dünya emperyalist burjuvazisinin korkusu olmuştur. Yunanistan'a mali yardım edilirse, bu yardımı başka ülkelerin de talep edeceği, yardım edilmediği durumda işçi sınıfı ve emekçi yığınların olası sokak mücadelelerinin başka ülkelerde işçi sınıfı ve emekçiler için yol gösterici olacağı uluslararası sermayenin başka bir korkusudur. Bunun ötesinde AB, Yunanistan sorununu kendi sorunu olarak görmekte ve kendisi dışında bir „yardım“ı reddetmekte. Örneğin IMF'nin soruna karışmasını, AB'nin kendi sorununu çözemiyor biçiminde yorumlanacağından çekinmekte. AB'nin başka bir korkusu da Yunanistan borçlanmasının Avro için çok büyük bir tehlike teşkil edeceğidir.

AB-Parlamentosu, Yunanistan üzerinde baskıyı yoğunlaştırmak ve böylece borç sorununu ortadan kaldırmak için harekete geçmekte gecikmedi; AB, çözümü Yunanistan maliyesini kontrol altına almakta gördü. Atina'ya yerleşecek bir „özel temsilci“nin atanmasında bahsedilmektedir; „Özel temsilci“ bir nevi sömürge valisi olarak çalışacaktır.

Bir üye ülkesini kontrol etmek için „özel temsilcilik“ kurumlaşmasına gitmek, AB açısında emsalsiz bir gelişme olacaktır; şimdiye kadar sürekli demokrasiden, üyeler arasındaki eşitlikten bahseden AB, bu kurumlaşmasıyla sömürgeci yüzünü reddedilemez bir biçimde açığa koymuş olacaktır. Peki bu „sömürge valisi“ ne yapacaktır?
1-Yunan hükümetine danışmanlık yapabilir.
2-Tasarruf tedbirleri önerebilir.
3-Harcamaları ve gelirleri ayrıntılı olarak kontrol edebilir.
4-Maliye üzerinden Yunanistan'ın iç ve dış politikasında söz sahibi olabilir.

Böylece Yunanistan, AB'nin Mandası altına giriyor; bir protektoratı oluyor. Görünüşü farklı olsa da fiilen böyle oluyor.
AB Komisyonu, hazırlanan acımasız tasarruf programının uygulanmasını, bütün ayrıntılarını göz önünde tutarak kontrol edecek ve böylece Yunan hükümetinin yeni borçlanmasını iki sene içinde GSYH'nın yüzde 13'ünden yüzde 2'sine düşmesini sağlayacak.

Bunun ne anlama geldiği bilinmiyor değil; bu politikanın temelini Yunan hükümetinin Ocak ayında AB Komisyonuna sunduğu plan oluşturmaktadır. Bu plana göre:
1-Devlet harcamaları yüzde 10 azaltılacak.
2-Kamu sektöründe iş yerleri kapatılacak.
3-Emeklilik yaş sınırı iki sene ileriye çekilecek.
4-Vergiler arttırılacak.
5-Sağlık alanında tasarrufa gidilecek.

AB, bu planı 3 hafta boyunca ayrıntılı olarak inceledi ve uygulamasını üç aylık aralıklarla kontrol edecek. Planda sapma durumunda AB, daha katı yaptırımları gündeme getirecek.

Dışarıya karşı açıklamasında AB, „elimizdeki bütün araçlarla Yunanistan'ı destekliyor ve kontrol ediyoruz“ diyor. Ama açık ki, Yunan parlamentosunun elinden karar verme ve uygulama yetkisi alınıyor; yani seçilmiş Yunan milletvekilleri, devletin harcamaları konusunda özgürce karar veremeyecekler. Yunan halkının sorunları hakkında sadece konuşmuş olacaklar; karar veren AB olacak. Karar verme yetkisi Brüksel'deki AB bürokratlarında olacak. Bu, Yunanistan'ın fiilen AB Mandası, protektoratı olduğu anlamına gelmektedir.
Bu durumu Alman „Süddeutsche Zeitung“ şöyle yorumluyor:
„Cebir yönetimi var olduğu müddetçe Yunan parlamentosu, Avrupalıların gözden geçirmedikleri hiçbir harcama kararı alamaz. Milletvekilleri, hükümet tarafından açıklanan kamu sektöründeki ücret kısıtlamalarına, emeklilikte tasarrufa, vergi ve sosyal sigorta sistemlerindeki reformlara ve devlet harcamalarının yüzde 10 oranında azaltılmasına evet diyecek. Brüksel'den kontrolcüler onlara nefes aldırmayacaklar“.

Yunanistan sorunu, yerel değildir; tamamen bir AB sorunudur. Yunanistan, buz dağının sadece görünen kısmıdır. Sırada Portekiz, İtalya, İspanya, Belçika, İrlanda gibi ülkeler var. Aslında rekor seviyede açıkları olan sadece bu ülkeler de değildir; bütçe açıkları AB'nin Almanya ve Fransa gibi güçlü ülkelerinde de sorundur.

Milyarlarca Avro veya dolarla ifade edilen bu açıklar nasıl oluştu? AB ülkeleri de dahil birçok ülke, bankaların spekülasyon zararlarını karşılamak ve yeniden kar edecek duruma gelmelerini sağlamak için borçlandılar; bu borçlar halkın sırtına yıkıldı. Zararlar devletleştirildi, ama karın özel kalmasına dokunulmadı. Şimdi sıra alınan borçların geri ödenmesine geldi.

Fiilen iflas etmiş haliyle dahi Yunanistan, bankalar için oldukça iştah açıcıdır; borçları için, örneğin Almanya'dan yüzde 3,5 oranında daha fazla faiz ödemek zorundadır. Avrupa Merkez Bankasından neredeyse hiç faiz ödemeden kredi alan bankalar açısında Yunanistan'a borç vermekten daha iyi ticaret olamaz. AB komisyonu bu paraların geri toplanmasını kontrol edecektir.

Henüz uluslararasılaşmış bir borç krizinden; dünya borç krizinden bahsedilemez, ama böyle bir krizin patlak vermesi için çok neden vardır. Önde gelen emperyalist ülkelerin ekonomik güce dayanarak ve ABD ve İngiltere örneğinde olduğu gibi birtakım manipülasyonlarla durumu şimdilik idare ediyor olmaları; borcu yönetmeleri borçlanma alanında da dünya ekonomisinin çıkmaz içinde olduğunu karartmamalıdır. Aslında borç sorunu olan hemen bütün ülkeler, gerçeği; esas borç yükünü gizlemekteler. Borç olarak belirtilen miktar, buz dağının sadece görülen kısmıdır.

Görünen ve gerçek devlet borçları:




Batının sanayileşmiş ülkelerinde kamu borçları II. Dünya Savaşından bu yana devasa boyutlara varmıştır. IMF'nin tahminine göre sanayileşmiş ülkelerin borcunun GSYH'ya oranı yüzde 78'den bu sene içinde yüzde 106'ya ve 2014 senesin de de yüzde 114'e çıkacak. Böylece bu ülkelerin toplam kamu borçları toplam GSYH'larından daha fazla olacak.

Ama bu borçlar sadece bilinen borçlardır. Hükümetler bilanço dışında kalan borçları saklıyorlar; sanki borçların hepsi bilançoda açıklanan kadarmış gibi hareket ediyorlar. Oysa gerçek borçlar, açıklananın birkaç mislidir. Aşağıdaki grafik bu farkı göstermektedir.





ABD, Japonya, Rusya gibi ülkelerle karşılaştırdığımızda AB ülkeleri, örneğin borçları geri ödeme veya mali kararlar konusunda belli bir esnekliğe sahip değiller. Para politikaları konusunda bağımsız hareket edemiyorlar; değerini düşürecekleri veya arttıracakları ulusal paraları yok; uygun görükleri biçimde para miktarını arttırarak enflasyonu teşvik etme olanakları yok. Ancak AB'nin Almanya ve Fransa gibi motor ülkelerinin çıkarları doğrultusunda hareket edebilirler. Dolayısıyla AB'de para politikasını da belirleyen veya belirsizliğe neden olan Alman ve Fransız sermayelerinin çıkarlarıdır.

Borç senetlerinin ulusal para biriminde çıkartılması ve bunların daha ziyade yurt dışında satın alınması, ABD ve İngiltere gibi ülkelerin borçlarını enflasyonla azaltmalarına yaramıştır. Örneğin ABD'nin II. Dünya Savaşından sonra, 1946'da devlet borcu miktarı GSYH'nın yüzde 108,6'sına denk düşüyordu; tam da bu enflasyon politikasıyla 2006'da bu oran yüzde 36'ya düşürülmüştür.

Borçlar arttıkça enflasyonu borç azaltma aracı olarak kullanma eğilimi de güçlenir. Ama GSYH'nın yüzde 90'ına denk düşen bir borç yükünün ekonomik büyümeyi yavaşlattığı da geçmişte birçok ülkede görülmüştür.

Enflasyonu araç olarak kullanıp borçtan kurtulmak kolay bir yol değildir; borç senetlerini satın alanlar, bu politikayı fark edince enflasyon farkı talep edebilirler. Bu durumda sonuç alınmamış olur.
Bir bütün olarak AB'nin borç konusunda enflasyon politikası uygulayabilmesi için bütün üyelerinin, ama özellikle de Almanya ve Fransa'nın bu politikaya evet demesi gerekir; bu durumda Alman ve Fransız sermayeleri enflasyon politikasında; para politikasında aynı çıkarları savunuyorlar demektir. Gerçekleşmesi zor bir olasılık.
Avro ülkelerinin kendi başına bir enflasyon politikası zaten yok. Ortak para biriminden dolayı olamaz da. Örneğin Yunanistan bu politikayı uygulayamaz. Ama Almanya veya Fransa, gerekli görürlerse, ekonomik güce dayanarak böyle bir para politikasının uygulanması için dayatabilirler. Her halükarda Yunanistan'ın iş zor; kamu borç miktarının yüzde 88,1 oranında yurt dışında olması dayatmalara boyun eğeceğinin açık ifadesidir. Yunanistan şimdi, bu borç sorunundan dolayı daha açıktan, daha kapsamlı talan edilecektir.

Borçlanmada gerçek durum:
Batının sanayileşmiş ülkelerinde gerçek borç miktarı resmi olarak açıklananın birkaç mislidir. Bunun böyle olduğunu „Société Générale“in bir analizinde ("Popular Delusions - Government hedonism and the next policy mistake",11 February 2010) görüyoruz.

Gerçek borçlarla resmi açıklanmış borçlar arasında uçurum var. Avrupa'da Polonya borç şampiyonu durumunda; bu ülkenin gerçek kamu borcunun GSYH'ya oranı yüzde 1550'ye varıyor. Yunanistan açısından bu oran yüzde 800.

Almanya'da devlet borçlarının GSYH'ya oranı resmi verilere göre yüzde 60; gerçekte ise yüzde 400. ABD'de ise bu oran yüzde 500'e varıyor.





Bu veriler, çürümüş, ömrünü doldurmuş kapitalizmin bir göstergesi olmanın ötesinde yaşanmakta olan ekonomik krizin yeni bir aşamasına gösterge olabilir. Bu veriler, emperyalist burjuva ideologlarının ve hükümetlerin krizden çıkışlıyor veya çıkıldı doğrultusundaki açıklamalarının ne denli erken bir açıklama olduğunu göstermektedir. Şüphesiz ki, birçok ülkede maddi değerlerin üretiminde belli bir artış olmuştur, ama dünya mali piyasalarındaki son dalgalanmalar, dünya ekonomisinin ne denli kırılgan olduğunu ve söz konusu üretim artışının da sadece, krizin inişli-çıkışlı bir seyir izlediğini göstermektedir.

Kendi sermayesini kurtarma derdine düşen önde gelen kapitalist ülkelerde kurtarma paketleri, konjonktür teşviki için yapılan harcamalar, bu ülkelerin GSYH'nın yüzde 30'una denk düşen bir miktara ulaşmıştır. Bu teşviklerle istenilen sonuç alınamadı, ama başka sonuçlar gözle görülür oldu; kriz, iflas tehlikesi vb. söz konusu olduğunda neoliberalizm ilke falan tanımıyor; pekala korumacılık yapıyor, sermaye devlete, ulusal limanına sığınıyor (uluslararasılaşmış sermayenin ulusal kökeni var diyor!). Böyle olduğu içindir ki, neoliberal ideologların teorilerine inanma gafletini gösteren sözüm ona Marksistler, nihai olarak devleti önemsizleştirmişler, sermayenin uluslararasılaşmasını geriye dönüşümü olmayan bir aşama olarak göstermişlerdir ve aynı sermayenin kendini devletinin kollarına atmasını ve trilyon dolarlarla ifade edilen borçlarını devlete havale etmesini adeta seyretmişlerdir.
Şimdi sıra bu açığın kapatılmasına gelmiştir. Açığın kapatılması için de sosyal harcamaların, ücretlerin kısıtlanması gerekir. Ve burjuvazi; önemsizleşen o devlet, ulusal kökeni olmayan o sermaye, işçi sınıfı ve emekçi yığınlara vahşice saldırmaktadır; işçi sınıfı ve emekçi yığınların görece ve mutlak yoksullaşması her zamankinden daha çıplak görülür olmuştur.

Yunanistan'da borç krizi ve arkasında gelen sosyal haklara saldırı sadece güncel olandır. Uluslararasılaşmış sermayenin hacmi göz önünde tutulursa Yunanistan'ın borcu miktar olarak pek önemli değildir, ama vesile olabileceği gelişmeler oldukça önemlidir.

EŞİTSİZ GELİŞME VE BORÇLANMA

Küresel dengesizlik:
Dünya ekonomisini kasıp kavuran ekonomik kriz, ülkeler arasında uluslararası dengesizliği de bütün çıplaklığıyla ortaya koymuştur. Hiçbir şey uluslararasılaşmış sermayenin çıkarları doğrultusunda gelişmiyor. G-7 veya sonraları da G-20 ülkelerinin zirveleri, aldıkları kararlar; daha doğrusu temenniler boşa çıktı. Bunun ötesinde dünya ekonomisini, ülkeler, tekeller arası, sermayeler arası çelişkileri yumuşatarak birleştirme, bütünleştirme hayalini güdenleri de doğrulamadı. Marksist teorinin kriz dönemleri için geliştirdiği düşünceler doğrulandı. Sadece Marks değil, onun öğretisini “Emperyalizm” yapıtında geliştiren Lenin'in emperyalizm analizi; Stalin'in bu öğretiden hareketle emperyalizm ve ekonomik kriz analizleri yaşanmakta olan kriz tarafından adeta birbir doğrulandı. Hangi açılardan sorusunun cevabı bu kapsamda bir yazıyı aşar. Bu nedenle bu yazıda sadece bir sorunu ele alacağız: Ekonomik kriz ülkeler arasındaki uluslararası dengesizliği derinleştirmiş; aralarındaki çelişkileri keskinleştirmiştir; bu, kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının bir yansımasıdır. Hani dünya bütünleşiyor, sermayenin ulusal limanı kalmıyor; Kautsky'nin dünya tekeli oluşuyor ya! Bunun böyle olup olmadığını borç sorununu ele alarak göstermeye çalışalım.

Ülkeleri, emperyalist ve emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkeler olarak değil de dış ticaret açığı veren ve vermeyen ülkeler olarak ele alalım. Bakalım bu kategorileştirmeyle nasıl bir sonuca varacağız. Şöyle; bazı ülkeler dış ticaretinde açık vermiyor, bazı ülkeler açık veriyor, yani bazıları üretiyorlar, satıyorlar ve bir dış ticaret fazlası elde ediyorlar, bazıları ise borçlanarak durumu idare ediyorlar.

Almanya kapitalist dünya ekonomisinde yıllarca ihracat şampiyonluğunu sürdürdü. Şimdi onun yerini Çin aldı. Bu ülke aynı zamanda oldukça yüksek birikim oranına sahiptir. Öyle ki, Çin'in 2 trilyondan fazla bir döviz rezervi var. Diğer taraftan dünyanın en büyük tüketicisi ve ithalatçısı ABD'dir. Bu ülkenin dış ticareti sürekli açık vermektedir. ABD, ihraç ettiğinden daha fazlasını ithal etmektedir. ABD yıllarca GSYİH'nın yüzde 5'inden daha fazlasına denk düşen bir açık verdi. Bu açık yurt dışında borçlanma ile kapatıldı.





10 sene içinde, 2000'den 2010' Çin'in dış ticaret fazlalığı 21 misli artıyor; Japonya'nın ortalama olarak yüz milyarın üstünde bir fazlalığı var; 2000'de 33 milyar dolarlık açığı olmasına rağmen Almanya'nın da fazlalığı ortalama olarak yüz milyar doların çok üstünde. Tablodaki son üç ülkede (ABD, Yunanistan ve İspanya) dış ticaret sürekli açık vermektedir. Bu ülkelerin yurt dışından sağladıkları kaynakla aşığı kapatmalarının anlamı şudur: (ABD'yi örnek alıyoruz) ABD'de borçlanmaya dayalı bir tüketim ekonomisi söz konusuydu; ekonomide büyüme tüketime dayalıydı ve faizlerin düşük olması da borç üzerinden tüketimi teşvik ediyordu. Bu tarzda “büyüme”, Amerikan ekonomisini istikrarsılaştırıyor ve istikrarsızlaşan ABD ekonomisi de dünya ekonomisini istihkarsızlaştırıyordu. Yaşanmakta olan kriz, Amerikan tüketicisini, talebi teşvik eden faktör olmaktan çıkarttı ve tasarrufa yönelmelerine neden oldu. Aynı durum borçlanması yüksek olan bütün ülkelerde de görülmektedir; örneğin Avrupa'da Yunanlılar, İspanyollar, İrlandalılar, Portekizliler, harcamalarını sınırlandırmak zorunda kaldılar, aksi taktirde borçtan boğulacaklar. Tam da bu ülkeler AB para birliğine girmekle istisnai bir yükseliş yaşamışlardı. Nedeni çok açık: Birden bire oldukça düşük faizler ödeyerek borçlanabilme ikanına kavuşmuşlardı. Ama balayı veya düşük faiz partisi sona erdi ve gerçekler ortaya çıkmaya başladı.

Kriz, ekonomide ülkeler arası dengesizliği, eşitsizliği bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. Durumun ciddiyetini gören G-20 ülkeleri, Eylül 2009'daki toplantılarında (Pittsburg, ABD) “gelecekte ülkeler arasındaki kabul edilemez dengesizlikten kaçınalım” kararı aldılar. Peki buna hangi ülke uydu? O dönem kısa aralıklarla düzenlenen üç G-20 toplantısında katılımcı ülke devlet başkanları ve Başbakanları toplantıya girerken ortak hareket ederek krizin üstesinden gelinebileceğinden ama toplantı sonrasında da içi boş birtakım temennilerin yanı sıra kendi sermayelerini kurtarmak için teşvik paketlerinden bahsettiler. Her ülke kendi sermayesini, kendi ekonomisini kurtarma derdine düşmüştü.

Kamu açıkları girdabı ve uluslararası rekabet:
Son iki-üç sene içinde yaşananları şu perspektifle de özetleyebiliriz: emperyalist ülkelerde ve önde gelen “gelişen” ülkelerde borca karşı borçla mücadele etmek anlayışı hakim oldu. Ekonomiyi destekleme veya teşvik paketleri borca karşı borçla mücadele etmekten başka bir şey değil. Neoliberalizmin temel ilkesi olan pazarlara müdahale etmemek anlayışını ayaklar altına alan burjuva devlet, kendi sermayesini, bu durumda katışıksız ulusal sermayeyi kurtarmak için pazarlara müdahale etti.
Aslında yoğun müdahale süreci 2007'de Amerikan konut piyasasında spekülasyon krizinin patlak vermesiyle başlamıştı. 2008 yılına gelindiğinde devletler, bankalarını -bu durumda “ulusal” bankalarını- kurtarmak için kapsamlı garantiler vermek ve mali destekte bulunmak zorunda kaldılar. Dünya mali sistemini kurtarmak için bu da yetmedi; derinleşen mali kriz maddi değerlerin üretildiği sektörleri de; sanayi sektörünü de etkiledi. Kapsamlı ve derin; 1929-32 kriziyle karşılaştırılan bir fazla üretim krizi patlak verdi. Devletler bu sefer de mali sektörü; bankaları kurtarmanın yanı sıra sanayi tekellerini de kurtarmakla karşı karşıya aldılar, yani daha çok borçlanmak zorunda kaldılar. Böylece tüketim teşvik edilecek, yatırımlarda belli bir istikrar sağlanacak ve kredi tıkanıklığı olmayacaktı. Hiçbir hedefe ulaşılamadı; ABD başta olmak üzere emperyalist ülkelerin sefil hali bunu göstermiyor mu?

Kriz 'de dibe vurdu; en azından şimdilik dibe vurdu. Bu tarihten bu yana ekonomilerde belli bir canlanma görülüyor; üretimde istikrarsız, inişli-çıkışlı bir gelişme söz konusu. Ekonominin bu seyrini borç yükü etkiliyor; ekonomiyi teşvik etmek için devletin yaptığı borçlanma amacına ulaşamadığı; ancak yapay bir canlanmaya neden olabildiği için sorunu çözeceği sanılan borcun kendisi sorun oldu: Özellikle sanayileşmiş ülkelerde kamu borçlanması açıkları II. Dünya Savaşından bu yana en yüksek seviyesine fırlattı. Aşağıdaki grafikte bazı ülkeler bazında bu gelişmeyi görüyoruz.



IMF'nin hesaplamasına göre emperyalist ülkelerde; daha genişleterek ifade edersek sanayileşmiş ülkelerde borç-GSYİH ilişkisinde borçların GSYİH'ya oranı adeta sıçramalı artmaktadır. Yaşanmakta olan krizden önce, 2006'da bu oran yüzde 78 idi. 2010'da bu oran yüzde 106'ya çıktı ve 2014'te de yüzde 114'e çıkacağı tahmin ediliyor. AB ortalaması (27 ülke) 2009'da yüzde 73 idi. 2010'da bu oranın daha da yükseleceği beklenmektedir.

Sanayileşmiş ülkelerde devlet borçları hızla artıyor:



Yukarıdaki grafikte her iki ülke grubunda kamu borçlarının artış hızını görüyoruz. Sanayi ülkelerinde yaşanmakta olan krizle birlikte kamu borçları hızla artarken, “gelişen” ülkelerde kamu borçlanma oranı düşmektedir; bu ülkelerin borçlanması krizden dolayı ancak 2 puan artarak yüzde 40'a çıkmıştır, 2011'den itibaren de yüzde 35'e doğru düşeceği tahmin edilmektedir.

Hesaplamalara göre Batının sanayileşmiş ülkelerinde devlet borçları 2014 yılında yüzde 50 oranında artacak. Aslında burada belli bir orandan ziyade önümüzdeki yıllarda bu ülkelerde devlet borçlarının hızla artmasının kaçınılmaz olduğudur. Kaçınılmaz, çünkü krizden kurtulma veya önünü alma adı altında trilyon doları aşan miktarlar destekleme paketi altında harcandı. Bunlar borç olarak alınmıştı. Sonuç alınamadı; en fazlasıyla dünya çapında yayılmış olan kriz birkaç aylığına yumuşatılabildi. Kriz devam ediyor ve krize karşı mücadelede devletler ekonomiye para pompalamaktan başka bir yol göremiyorlar; yani yeniden borçlanacaklar. Ve kriz, birçok devleti kendi girdabına çekecek; bu sefer borçlanma krizi gündeme gelecek. Bu nedenle önümüzdeki yıllarda, hatta 2010'un ikinci yarısından itibaren yaşanmakta olan ekonomik krizin 2. dalga olarak derinleşmesi büyük bir olasılıktır.

Artan borç, daha doğrusu borcun GSYİH'ya oranının yüksek olması; örneğin Rogoff ve Reinhart gibi iktisatçılara göre açığın yıllık GSYİH'nın yüzde 90'ına varması, ekonomik büyümeyi olumsuz etkilemektedir. Borçlanma belli bir aşamadan sonra borçlanarak ödemeye dönüşmektedir. Bu durumda borç verenin belirlediği -genellikle yüksek faiz- koşullarda sürekli borç bulmak gerekmektedir. Bu da kaçınılmaz olarak ekonomide büyümeyi olumsuz etkiler. Bunun ötesinde devlet borçlanmasıyla enflasyon arasındaki bağ, her zaman, her koşul altında görülmese de kapitalist ekonomide göz ardı edilmemesi gereken bir olgudur.



Grafikte enflasyon oranının yüzde 20'in üstünde olduğu devletlerin toplam devletlere oranıyla aşırı borçlanmış devletleri toplam devletlere oranı arasında bir paralelliğin olduğunu görüyoruz; borçlanma arttıkça enflasyonist eğilimler de artmaktadır.

Yüksek enflasyon oranıyla yüksek devlet borçlanması arasında bağı bazı sanayileşmiş ülkelerde kurmak güç veya böyle bir bağ yok gözüküyor. ABD bu konuda bir istisna. Örneğin İngiltere, Yunanistan, ABD, Japonya, İrlanda ve Hindistan 2009 yılında oldukça yüksek borçlanan ülkeler. Bu ülkelerde borçlanma oranı yüzde 10'un üstünde. Dünya pazarlarının ve borç verenlerin gözü bu ülkelerdeki gelişmelerde. Japonya, Yunanistan, Belçika ve İtalya'da borçlanmanın GSYİH'ya oranı yüzde 100'ün üstünde; borç miktarı GHYİS' değerini geçiyor. Aşağıdaki tabloda bazı ülkelerde devlet borçlarının GSYİH'ya oranını görüyoruz.



Sanayileşmiş ülkelerde borçlanmanın yanında Hindistan hariç bric ülkelerinde devlet borlanmaları, özellikle Rusya ve Çin açısında oldukça önemsiz kalmaktadır.

Borç girdabından kurtulmak için burjuva devletin olanakları sınırlıdır. Olanaklarının sınırlı olması onun sınıfsal yapısında aranmalıdır. Devlet, üretimin hızlı büyümesi için birtakım tedbirler alabilir ve alınan tedbirler de mutlaka ekonomide hızlı bir büyümeyi beraberinde getirmez. Öznel kararlar ile politikalar ile ekonominin nesnel yasaları arasında bir örtüşme olmazsa; tedbirler, politikalar ekonominin nesnel yasalarının işleyişini dikkate almazsa hiçbir işe yaramazlar. Aynen yaşanan kriz sürecinde teşvik paketlerinin pek fazla bir işe yaramadığı gibi.
Hızla büyüyen ekonomi, daha fazla vergi geliri demektir. Borç yükünü azaltmak için bu da bir yoldur. Veya burjuvazi, paranın değerini düşürerek; enflasyonla borç yükünü hafifletme yolunu seçebilir. Burjuvazi şu veya bu tedbiri alabilir. Ama bu ve başka tedbirlerin üstünde duran nesnel gerçeklik, borç yükünü hafifletilmesi, sosyal harcamaların rafa kaldırılması, ücretlerin düşürülmesi demektir. Devlet, işçi sınıfı ve emekçi yığınların ulusal gelirdeki payını ne kadar düşürürse ve aynı zamanda bütçede sosyal giderler için harcamaları ne kadar azaltırsa, kendi kasasına ve sermayenin çıkarına o kadar çok miktar aktarır. İşçi sınıfının örgütsüz olduğu koşullarda burjuvazi bunu nispeten kolay gerçekleştirir.
Burjuvazinin borçlanma sorunu, buna bağlı olarak ulusal gelirin paylaşımı ve bütçenin yapısı, açık ki doğrudan sınıf savaşı konularıdır. Burada söz konusu olan, sömürü, talan sonucunda elde edilen artı değerin burjuvazi tarafından nasıl kullanıldığıdır. Bu değeri üreten işçi sınıfının, ürettiği değere sahip çıkması, kendini sömüren düzene karşı mücadele etmesi anlamına gelir. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, devletin borçlanma ve borç yükünü hafifletme politikası her koşul altında yoğunlaştırılmış sömürü ve baskı politikasıdır.