20 Temmuz 2011 Çarşamba

Arap Baharı mı İran Kışı mı?

 

Arap baharı’ denilen olguyu birçokları 68 gençlik hareketiyle kıyaslamaktadır; ancak isyanların dışardan müdahalelerle sonuç alınmaya çalışılması bile, bunun böyle olmadığının göstergesidir. Arap dünyasını sallayan ‘Arap baharı’nın bir ‘İran kışı’na dönüşebileceği gerçeğinin gözden kaçırılmaması da gerekir.


Tunus’la başlayan halk ayaklanması, Mısır’da yüzbinlerin katıldığı toplumsal ayaklanmalar, domino etkisiyle Bahreyn’e, Yemene ve sıçraması, “isyan”ın artık bir yerle sınırlı kalmayacağının ve giderek de bölgeselleşeceği yönündeki tezleri güçlendirdi. Nitekim yaşananlar da bunun böyle olduğunu gösterdi.

Halkların hayalleri çalınıyor

Tüm Arap coğrafyasını sarsan isyan dalgası hemen herkeste, ne oluyor acaba? Yeni bir devrim ve isyan dalgasıyla mı karşı karşıyayız, sorusunu beraberinde getirdi. Oysa devrimleri, sosyal patlamaları ve benzeri ayaklanmaları bir araya getiren gerçeğin, ekonomik ve sosyal olduğu kadar, psikolojik faktörleri de var. Kavramlar üzerinden yürüdüğümüzde Arap coğrafyasındaki isyanın ciddiyetini görebilmek zor olmasa gerek. Ancak bu üç kavramın dışardan oluşturulan basınç ve yönlendirmeyle nasıl kullanılıp değersizleştirildiğine de tanık olduk. Özgürlük taleplerinin içinin boşaltılıp tarihin çöp sepetine atılması için her sey kullanıldı. Oyunu sahneleyenlerin, sahneye koyanların halkların özgürlük, demokrasi talepleriyle pek ilgilendikleri yoktu. Onlar başka bir oyunun peşinde, halkların hayallerini çalma derdindeydiler.

Tepkinin dışa vurumu

İsyana açılan her pencerenin, politik yapıların bakış açısına göre değiştiği gerçeğini de bir kenara not almakta fayda var. Bu yüzden konuya ilişkin analizler yaparken asıl kaygımız, yanlış anlamalara ve anlam kaymalarına engel olmak, biraz da olsun başka perspektiflerden bakabilmek. Bu mival üzerinden isyan diye gösterilen seylerin gerçekte çok iyi organize edilmiş gösteriler olduğunu söyleyebiliriz. Asağıda bu gösterilerin neden çok iyi organize eldildiğini dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım.
Eylemlere sıradan insanların katılması; daha fazla özgürlük, daha fazla aş, ekmek ve daha demokratik bir ülke taleplerini pekiştiren bir unsur oldu... Yıllardır uğradıkları baskılar, aşağılanma, devletin buyruğundakileri insan yerine koymaması sonucu biriken tepkinin dışa vurmasıdır. Bu gerçeği yok sayma şansımızın olmadığını biliyorum. Buna rağmen oyunun bu talepler üzerine kurgulandığı gerçeğini de görmemiz gerektiği kanaatindeyim.

Halkın talepleri manipüle edilip kullanılmaya çalışılıyor

ABD’nin Ortadoğu’daki işgalle kalıcılaşması ve IMF, Dünya Bankası patentli neoliberal saldırılara karşı mülksüzlerde biriken öfke, kapitalizmin küresel krizinin yıkıcı sonuçlarıyla doruğa çıktı. İşsizlik, yoksulluk, sefalet yetmiyormuş gibi uzun yıllardır devletin zorbalık ve onur kırıcı icraatlarına da maruz kalan Arap halkı, sonunda ayaklandı. Korku duvarını yıkan mülksüzler sokaklara döküldüler ve Arap Dünyası’nda bir ilki gerçekleştirerek; diktatörlerine yöneldiler.

 
Neo-liberalizm adına bu eylemleri analiz edenler kendi çıkarları doğrultusunda bu tepkiyi kaşıyıp nasıl kullacaklarını hesapladılar. İsyan hareketi, yavaş yavaş kendi mecrasından çıkarılıp farklı mecraya akması sağlandı. Amerikanın ve AB’nin Ortadoğu’da yapmak istediklerini darbelerle değil, ama kitlerleri manipüle ederek gerçekleştirme imkanı da doğmuş oldu.
 
Batı’nın sahte demokrasisi: Ilımlı İslam rejimleri

Suriye, Libya, Mısır’daki isyanlar, ABD ve AB’nin taleplerini karşılamakta zorlanan gerici faşist rejimleri, kitleleri kullanarak dönüştürmeye, kendi denetiminde ideolojik ve askeri olarak kullanacağı yeni rejimleri inşa ederken mülksüzlerde biriken enerjinin de boşalımı sağlanmış olacaktı. Asıl soru Libya’da Albay Kaddafi, Mısır’da Hüsnü Mübarek, Suriye’de Beşar Esad yaratılan bu basınçla devrilip yerine ne konacaktır? 

 
Uyduruktan demokrasi talebi üzerine bina edilen pratiğe bakınca gerçek çırılçıplak ortadadır. Amerika ve AB adına demokrasi dedikleri, gerçekte faşizmin tam kendisi olan ılımlı İslam kavramıdır. Bu kavram içinde olan ülkeler Bahreyn, Ürdün, Fas gibi ülkelerdeki demokrasi talepli gösteriler kanla bastırılmasına göz yuman ‘batı demokrasi’nin ikiyüzlülüğü gözlerden kaçmamalı.

Batı’nın gözdeleri: Erdoğan ve Gülen


Ilımlı İslamla kastedilen şey; Amerika’nın ve AB’nin Türkiye’de başarıyla hayata geçirdiği örnek AKP ve Fehtullah Gülen çizgisidir. Amaçlanan ise bu pratiğin tüm Arap Yarımadası’nda hayata geçirilmesidir.

 
Neo-liberalizmin Ortadoğuya yönelik politik hedefinin bugünün şartlarında ancak ılımlı İslamla mümkün olacağı, taleplerinin ancak bu şekilde karşılanacağı Arap halklarının yeraltı ve diğer kaynaklarının daha rahat sömürülmesinin önü açılacağı düşüncesi, Ortadoğu siyasetini belirleyen odakların ortak fikridir. R.T. Erdoğan’ın parlatılıp, yoksul Arap halkına, Batılı canavarlara karşı direnen yürekli bir lider, diye sunulması; çok iyi kurgulanmış planın bir parçasıdır. Ilımlı İslamın kurtuluş gibi sunulması, Fethullah  Gülen güdümlü misyoner okulların Ortadoğu’da mantar gibi çoğalması bu planın ne zamandan beri adım adım hayata geçirildiginin de göstergesidir. Süreç bu okulların açılması ve örgütlenmesiyle başlamış, gelinen aşama ise sürecin artık tamamlandığı düşünülmüş olmalı ki bu okularda örgütlenen yapı, isyanın içinde aktif olarak yer almıştır. İsyan içindeki İslamcı gurupları bir araya getirip örgütleyen, finanse eden dünya otorilerinin çıkarını pekiştiren Gülen grubudur. Batı dünyasını öcü gören, Arap halklarının hayallerini çalma işini üstlenen cemaat, neo-liberalizmin kendisine biçtiği rolü çok iyi oynamış, kendi ideolojisi olan ılımlı İslamı da ihraç etmiştir.

Mısır’da rejim yıkılmadı sadece şekil değiştirdi

Batılı güçlerin, medya aracılığıyla kendi halklarına Arap halklarının gerici faşist rejimlere karşı demokrasi için ayağa kalkışlarını gösterirken, Kürtleri görmek istememesi, yalan ve ikiyüzlü politikalarının ne denli inkara dayandığının da göstergesidir. Özgürlük için ayaklandığını Tahrir Meydanı’ndaki sivil itaatsizlik eylemlerini yazıp çizen Batı medyasının, Kürtlerin doğal talepler için başlatmış olduğu sivil itaatsizlik eylemlerine ilişkin tek satır yazmamaları şaşırtıcı olmasa gerek. 

 
Solcu olduğunu söyleyen çevreler de bu kara propagandanın etkisinde kalmakta, somut değerlendirmelerden çok suyun akışına kendilerini bırakmaktadırlar. Gerçeğin bu kadar iyi gizlenebilmesi ‘Tahir Meydan’ında yıkılmak istenen dikta rejimi değildir özünde. Asıl hedef Amerika’nın ve AB’nin Ortadoğu’da daha da kalıcılaşmasıdır. Amerika’ya yönelik oluşan tepkinin, yine Amerikan propagandası altındaki suni özgürlük hareketidir. Mısır’da Mübarek rejimi yıkılmamış, sadece şekil değiştirmiştir. İslamcı örgütler bu iş için kullanılmış anti Amerikancı tepki doğrudan Hüsnü Müberek ve ailesine yönelmiştir. Suriye’de de çok farklı değildir. Radikal unsurlar Amerika tarafından parasal olarak beslenmiş ve örgütlenmiştir.

Türkiye; Truva atı ya da neo-liberalizmin sopası

Suriye’deki İslamcı grupları Türkiye finanse etmiş ve korumuştur. Türkiye’nin Suriye’yle yakınlaşması sadece sızmayı kolaylaştırma için yapılmıştır. Vizelerin karşılıklı kaldırılması, militanların Türkiye’ye giriş-çıkış kolaylaştırmış silah ve cephanenin Suriye içlerine akışını sağlamıştır. Dostluk sadece görüntüdedir.  

 
Örneğin Almanya Dışişleri Bakanı Westerwelle, “Türkiye Arap ilkbaharında anahtar rolü oynuyor ve artık Avrupa bunu daha iyi anlıyor. Türkiye’nin İslam ülkeleri arasındaki köprü fonksiyonundan korkmak yerine bunu kullanmalıyız” derken, Türkiye’nin bu işe ne kadar girdiğini de anlatıyordu. Yine Westerwelle, Ankara’nın bölgede ağırlığını artırdığını ve artık bölgesel bir güç olduğunu belirterek, “Türkiye’nin bölgede ağırlığı çok arttı. Birçok konuda örneğin Suriye’deki sorunun çözümünde anahtar rol oynuyor.


Türkiye son yıllarda Afganistan, İran, Irak, Libya, Tunus ve Mısır’daki gelişmelerde belirleyici rol oynadı” derken, kastedilen Türkiye’nin, bugün hepimizce malum olan hangi rolleri (Truva atı) üstlendiğidir. Erdoğan, Esad’a “orantısız güç kullanıyorsun, sonuçlarına katlanırsın” derken, kendisinin Kürt halkına yönelik orantısız güç kullandığı hepimizce malumdur. Neo-liberalizmin sopası rolünü üstlenen Türkiye bunu zaman zaman açıktan, zaman zaman da gizli gizli yapmaktadır.

İran kışına dönüşebilir

Hedefinden saptırılan tepki gerçek düşmandan uzaklaşmış olduğundan emperyalist-kapitalist kamp suyun farklı mecrada akması için İslamı ve yoksulların inançlarını çok iyi kulandıklarını,dün terörist addettikleri hatta Guantanamo’da uzun süre esir olarak tutuklarını zamanla devşirip Libya gibi ülkelerde hem (Libya’daki iç savaşta El-Kaideci militanların aktif olarak yer aldıkları artık aşikardır) isyana angaje etmeleri de planın bir parçasıdır.

 
Arap baharı diye dillendirilen olguyu bugün, birçokları 68 gençlik hareketiyle kıyaslamakta, teorik çözümlemeler yapmaktadır; ancak isyanların sıra halinde başlayıp sonuçlandırılması, sonuçlanmayan yerlerde ise dışardan müdahalelerle sonuç alınmaya çalışılması bile bu ayaklanmaların 68 baharından binlerce fersah uzak olduğunun göstergesidir. Öyle ki Arap dünyasını sallayan geniş çaplı protesto hareketi “Arap baharı”nın bir “İran kışı”na dönüşebileceği gerçeğinin gözden kaçırılmaması da gerekir.

Ekonomik krizle de bağı var

2011’’in ilk çeyreğinde, bütün dünyanın gündemine şu ya da bu şekilde oturan, neo-liberal politikaların iflası sonucu oluşan ekonomik krizin, henüz ne olup ne olmadığı anlaşılmamışken; Arap devletlerinin, işleyişini dumura uğratan sokak gösterileri, Arap dikta rejimlerinin sarsılıp kimlik değiştirmelerine neden olan “isyan dalgası”, sessizliği kırma noktasında kaldıraç olabilir mi acaba?
 “Neden” diye sorduğumuzda, geldiğimiz ülkenin Türkiye denilen bölümünde, onca ölüme, gözyaşına rağmen, sessizliğin hala devam etmesidir. Bu örnekleri elbette çoğaltmak mümkündür.

 
Arap Yarımadası’ndaki isyanı ya da sosyal patlamayı ayrıcalıklı kılan özgün durumun elbette hali hazırda yaşanan ekonomik krizle de bağlantısı var. Bunun yanında, dünyayı yöneten egemenlerin, dünyanın birçok yerinde çeşitli sebeplerle neden oldukları krizler de bu süreci tamamlayan etkenlerdendir. Soruları çoğaltmak mümkün olmakla beraber, ancak bunun gereğinden fazlasının bize katkısından ziyade, gerçeğin anlaşılamasını zorlaştırıp, durumu daha da karmaşık sorular yumağına dönüştürür. 

 
İsyana açılan her pençerenin, politik yapıların bakış açısına göre değiştiği gerçeğini de bir kenara not almakta fayda var. Bu yüzden yazıyı kaleme alırken, asıl kaygımız, yanlış anlamalara ve anlam kaymalarına engel olmak, her pencereden kısa da olsa bakabilmekti. İsyanın baharına dikkat kesilip kışa hazırlıklı olmalıyız…

DURSUN KAZAN

Yalan

 
Ölünceye dek iki cümlecik bile Türkçeyi konuşamayan Kürt bir anadan olmama rağmen ilk kez, delikanlılık çağlarıma denk gelen Altmışlı yıllardaki TİP (Türkiye İşçi Partisi ve  DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları)’nun düzenlediği Doğu Mitingleri”nde   “Kürtolduğumun farkına (bilincine) vardım.
Şimdilerde yaşım altmış beş..

        Kısa sayılmayan bu ömür boyunca ve şu saniyeye kadar, Türkiye Cumhuriyeti devletinin her hangi bir zamanda Kürtlerle  barışa “karar” vermiş olduğuna  inanmamışımdır. Yıllardır fikr-i sabit haline gelen bu düşüncemi en yakın arkadaşlarıma sayısız kez dile getirmişimdir.

        Bilmem ne harp dairesinin derinlerdeki devlet örgütlenmesini bir yana bırakın; Genel Kurmay başkan ve subaylarının, Milli Güvenlik Kurulu bileşenlerinin ya da her hangi bir hükümetin her hangi bir bakanlar kurulu toplantısında, “yahu arkadaşlar yeter, kendi insanlarımıza ve tüm dünyaya duyurmak üzere  bu kardeş kavgasının ‘son”una geldiğimize dair bir karar alalım artık..” diye bir barış iklimini yaratacak düşünce ve kararlılığın içinden geçtikleri bir “an”larının olmuş olduğuna inanmıyorum.

        Peki, o halde Kürt hadisesiyle yıllardır başı dertte olan TC hükümetlerinin bu güne kadar yaptıklarını ne şekilde, nasıl tanımlamalı?

        “Savsaklama” diye yanıtlarsak kanımca en doğru tanıyı koymuş oluruz:  T.C. hükümetleri bu güne kadar, içinde barındıracağı kaçınılmaz ve muhtemel “taviz”ler nedeniyle başlı başına rizikolu bir haline gelen Kürt sorununu çözüme kavuşturma yerine “kendinden sonrakilere havale” etmenin en gerçekçi  kolay siyaset olduğuna inanmışlardır.

        Anlayacağınız Kürtleri her dönemde “idare” etmişlerdir.
        İyi de, yarım asra varan kan  ve heder olan milyarlarca dolar kaybı bu insanları hiç mi ilgilendirmemiş ya da ilgilendirmiyor?
        Evet, hiç ilgilendirmiyor.

        Herkesin ağzında sakız ama yeridir diye biz de yineleyelim:  Siz ülkenin içine düştüğü  her hangi bir ekonomik çöküntü ya da krizden  ötürü açlıkla karşı karşıya kalan bir başbakan , bakan ya da bir komutan gördünüz ?

Bırakın Türkiye’yiDünya tarihinde bile bir örneği yoktur.
        Siz, yere düşen on binlerce genç içerisinde bu güne kadar bir hükümet yetkilisi ya da meseleyi ille de kan ve barut yoluyla çözeceğini düşünen bir komutanın çocuğuna rastladınız mı?
        Olan yoksul, gariban Anadolu insanlarına olduğu sürece bu sanıldığı gibi çok vahim değildir (!) 

        İktidar ve muktedirler, “Türkiye büyük, nüfusça kalabalık bir ülke. Senede en az beş bin insanımızı trafik kazalarına veriyoruz zaten, varsın buna yılda yüz- iki yüz de asker eklesek ne olur ki..” diye düşünüyorlarsa!

        Hiç..Ne olacak, bana göre öyledir de.
        Yani siz, savaşı durdurmaktan bu kadar korkan yönetenlerin,  bunları akıllarından geçirmediklerini düşünüyorsanız ben buna düpedüz saflık derim!.

        Bir seçim yaşadık. Kürt tarafı akıllara durgunluk veren, dünyada izleyen herkesi kendisine hayran bırakan bir emek ve yöntemle başarılı bir sonuç aldı. Kürt halkının kurtuluşu değildi bu belki ama barışa giden yolda güçlü bir hamle olacaktı.Ama her zaman olduğu gibi kursağımızda bırakıldı. Neticede ne olduğunu herkes gördü. Seçimin rakamsal sarhoşluğunda olanlar  barış düşleyenlere, çözüm yerine kafalarının arkasındaki “hükümdar olma”nın yol haritasını  gösterdiler: Muhalefetin burnunu sürtme!..
       
        Yirmi genç gitti, yüreklerimizi dağlayarak.
        Asker değilim, sebep ve sonuca dair hadisedeki teknik ayrıntılara girmeyeceğim. Ne ki, olaydan sonra  “Türk-Kürt” düşmanlığını içlerinde gizleyen kimi kalemşörlerin yazıp söyledikleri insanları çıldırtacak  düzeyde. Üstelik koro halinde: Vay efendim işler tam rayına girmişken, barışa giden yolların taşları döşeniyorken, vs. vs.

        Külliyen Yalan!
        İşler ne zaman rayına girdi, hükümdarın şişinmesinden başka akılda kalan bir şeyi gösterin bana!
       
        İlk günden itibaren yüzde ellinin keyfini (kendisine biat etmeyen muhalefetin  burnunu sürtmek suretiyle) çıkarmaktan başka Hünkâr T. Erdoğan ve AKP’nin   siyasi iklimi ılıklaştıran ne gibi bir girişimi oldu. Yaşadıklarımızın üzerinden bir şey geçmedi, daha dündü, hatırlayanınız var mı?.

        Kimi zaman suret-i haktan görünerek kafa karıştıran ve aslında Kürt hadisesinde alttan alta  AKP’nin, “Kendi Kürdünü yaratma”  değirmenine su taşımaktan başka hayırlı bir işine tanık olmadığımız Ahmet Altan arkadaşımız,  15.temmuz günü son olayla ilgili olarak,
 “Amaç neydi?

Böylesine
büyük bir acı ve öfke yaratan cinayet niye işlenmişti?

Askerlere pusu kurarken PKK
nasıl bir tepkinin oluşacağını biliyordu, neden böyle bir tepki yaratmak istiyordu?

Niye “barışı” konuşulamaz hale getiriyordu?


Bu cinayet, Öcalan’ın İmralı’daki müzakerelerde “
bir barış konseyi kurulması” için anlaşmaya varıldığını açıklamasının hemen ardından geldi..”

       Yazısı uzun ama sadece bu kısmını bile ele aldığımızda yıllardır alanlarda yüz binlerin örgüt için “Halktır, halk burada!” dediği PKK için neredeyse bir “cinayet örgütü” olduğunu demeye getiriyor..
       Türk medyasının salvosuna kapılarak ve şimdilerde oluş biçimiyle askerlerin geniş bir çatışma alanında meydana gelen bombalamalar sonucu yaşamlarını yitirdikleri tartışılıyor (Bknz. İç İşleri Bakanının konuyla ilgili ilk demeci) ve hadise daha yaşken, nedense sayın Altan bunun PKK tarafından kurulan bir “tuzak” sonucu yaşamlarını yitirdikleri yargısına varıyor.

      Kaldı ki iddia etmiyorum, ayrıca tuzak da olabilir. Bu neyi değiştirir, tartışmayı sürdürmek gidenleri geri getirmiyor çünkü. Asıl varmak  istediğim husus “barış” konusudur. Mal bulmuş mağribi gibi Taha Akyol, Fikret Bila ve daha bir sürü yazarlardan geri durmayan Ahmet ALTAN da sanki “barışa ramak” varmış da bu hadiseyle ortam dinamitlenmiş. Şöyle diyor PKK için: “Niye “barışı” konuşulamaz hale getiriyordu?”

      İyi güzel de AKP ne zaman “barış”tan söz etti Allah aşkına, söyler misiniz, dediği gibi İmralı’nın,  kurulduğu ya da kurulacağını söylediği “Barış Konseyi”nin gerçekleşmesi söz konusu idiyse son görüşmelerinde AKP (lafzen olmasa bile)  bunu ihsas ettiren yumuşaklığı BDP’ye neden göstermedi, sayın ALTAN buna da az biraz değinseydi ya.Her türlü talebe “kapalı” olduğunu daha AKP-BDP görüşmesi başlamadan önce “çözüm”ü tıkayan T.C.nin şimdiki imparatoru değil miydi?

      O halde hangi barışa ramak kalmıştı anlayamıyorum.
      Kör müydük, sağır mıydık biz yoksa.
      ***   ***
       
      BDP’nin en kritik ve önemli Kürt illerinde AKP’yi tepetaklak etmesi çok kişide olduğu gibi onun da içine oturmuş anlaşılan. Bir de CHP gibi hükümdara diz çökmüyor ya buna da çok üzülüyor hazret, ama belli etmiyor (!)

Küba ve `Sosyalizmini` Yerinde Görmek-7


Latin kültüru yayaş yavaş yok oluyor. Geleneksel eğlence, muzik, dans ve giyecekler artık yerini kapitalist kültüre bırakıyor. ABD`ye müthiş bir özenti var. Sınırları açsan, serbest bıraksan çoğunluk terkedip gider. Ve gidiyorlar… Her yıl binlerce insan yurtdışında bulunan akrabaları tarafından davetiyeyle ülkelerini terk ediyor. Biz Kürtler gibi..
 
Bir konuda bize çok benziyor Kübalılar. Çok dedikoducu ve tembeller. Tembeller çünkü aldıkları maaş çalışkan olmayı gerektirmiyor. Niye çalışsınlar ki! Bu nedenle bazen bir kahve ya da yemek masaya elli dakika sonra geliyor. Çok müşteri olduğundan değil, işi önemsememekten dolayı böyle oluyor. Kahve içeceksin bir yerlerde. Ya kahve makinası bozuk  ya da kahve yok.

 
Havanna gibi büyük bir şehirde bile alışveriş yerlerinde çok az hesap makinası var. Kalem ve kağıtla hesaplıyorlar. Devir teslim saatlerinde bir saat birşeyler almak için seni bekletirler.
Ama gençler güzel giyiniyor. Nereden buluyorlar, diye sordum. Miami`de, ABD ve İtalya`da yaşayan onbinlerce Kübalı oralardan satın aldıkları ucuz giyecekleri buraya getirip yakınları aracılığıyla satıyorlar veya dağıtıyorlar.

 
Karın doyurma sorununu yukarıda anlatmıştık. Ama şunu da eklemek gerekiyor. Haftanın en az üç günü Firihole dedikleri siyah kuru fasulye yemeği ve pilav yenir.. Bütçe yeterliyse belki ayda bir kaç defa tavuk. Diğer günler ise sadece ekmek ve içindeki bir parça peynir veya sucuk. Büyük kentlerde yaşam daha pahalı ama yasak ticaretten dolayı ekstra kazanma olanakları da fazla. Ama uzak kasaba ve köylerde yaşam çok zor. Daha ucuz ancak yemek sorunu yüzbinleri aç uyumaya zorluyor.
 
Sorun hem para ve hem de yiyecek bulmakta. Halkta para yok ve dışarıda yiyecek yok. Ama siyah kuru fasulye her zaman vardır. Devlet bunu herhangi bir şekilde garantiye almıştır. Ama pirinci bulamadığın olur. Ve platano dedikleri büyük muz ile topraktan çıkarılan değişik bitki kökleri de en çok yenilen yiyecekler.
 
İnanın, bizim ülkedeki en küçük ilçede bile daha çok yiyecek, giyecek ve diğer ihtiyaçlarını karşılarsın. Tabii paran olursa… Buralarda yemek yok. Var olan da çok kötü.
Şunu da ilave etmek gerekir. Küba halkına ödenen 10-20 doların yarısıyla belki yiyecek ihtiyacının yarısını karşılıyabiliyorsun. Sorun olan şey ise aynı yemek çeşidinin haftanın dört gününde yenmesi. Siyah kuru fasulyeyi haftanın beş günü halkın yüzde sekseni yemek mecburiyetinde. Başka türlü karın doyurmak çok zor.
 

Bir kaç sohbetten önemli notlar

 
Havanna`da beş gün büyük bir evde bir oda kiraladım. Ev sahibi bir mühendis, hanımı da Forex tipi bir devlet dairesinde yurtdışından akrabaların gönderdiği parayı sahiplerine yetiştirmekle görevli memur. Mühendis ev sahibi sistem taraftarı, sosyalist ve Fidel`i savunan ve ona değer veren biri. Partide delege, mahalle meclisine üye. Ancak öyle aktif bir siyasetçi değil. Bir çok defa İspanya, Doğu Almanya ve Sovyetlerdeki kendi dalında mühendis toplantılarına gitmiş. Bilgili ve bilinçli. Aldığı maaş 500 peso yani 20 dolar. Eşi ise 12 dolar maaş alıyor. Toplam ayda 32 dolar. Yani yılda 400 dolara yakın bir gelirleri var. Ben beş gün için yüz dolar kira ödedim. Bir ay odayı kiraya verse gecede 20 dolardan ayda 600 dolar kazanacak. 200 dolar devlete  oda kiralama ruhsatı için öderse geriye 400 dolar kalır. Demek istediğim, devletten aldığı bir yıllık geliri turisten bir ay içinde alıyor. Tabii yılın her günü turist kiracı bulmak da kolay değil. Ruhsat için devlete ödenen para kadar oda kiralamayanlar da oluyor ve bunlar zor durumda da kalıyor. Bu durum bir kaç ay sürerse ev sahibi kiralama iznini iptal ediliyor.

 
Mühendis ev sahibiyle bir kaç gece sohbet ediyoruz. Bizim bildiğimiz Marksizm ve sosyalizm böyle değildi, diyorum. Herkese yetenek ve ihtiyacına göre mutluluk vaad ediliyordu. Ancak burada ne yetenek var ve ne de ihtiyaçlar karşılanabiliniyor, diye soruyorum. Biz sosyalizmi böyle bilmiyorduk, cümlesini dert yanarak Fidel ve sistem taraftarı sosyalist Tony`e iletiyorum. Cevap şöyle oluyor: "Bizim hiç bir şeyimiz yok ki, ne yer altı ve ne de yer üstü gelir getirecek hiç bir kaynağımız, zenginligimiz yok. Hiç bir yerden yardım alamıyoruz. Bir de ABD ambargosu bizi zor durumda bırakıyor. Devlet ne yapsın. Hiç bir şeyi olmayan bir ülkede oniki milyonu doyurmak kolay mı?  Ancak devlet var olanla, yani turizm gelirleriyle halkını zar zor besleyebiliyor. Başka ne yapılabilinir ki! Ama düzelecek. Raul (Fidel`in yerine geçen kardeşi) bu iki yıldır reformlar yapmak için planlar, düzenlemeler yapıyor. Sosyalizme ters düşmeden bu ülkeyi geliştireceğiz. Bu ambargo bir kalksa vs.”
Evet, ne yapılabilinir ki! Söyledikleri doğru. Dünyada artık dayanışma diye bir şey yok. Her şey menfaata dayalı. İki sistemli dünya yok artık. Bu nedenle sosyalizmin yol alması zor. Belki yıllar önce konuşulan bir veya bir kaç ülkede sosyalist devrimlerin başarma sansının olup olmadığı tekrar tartışılmalı, diyorum.
Yine de Tony`e `Çok şey yapılabilinir kardeşim, çok şey……` dedim.

 
İlk bölümlerde aktardığım bilgilerin bir kısmını Tony`den alıyorum. Tabii onun olumlu gördüğü şeyleri ben eleştiriyorum. Mesela, o devlet tüm ihtiyaçları karşılıyor, diyor. Ben bu yeterli değil, diyorum. O eğitim ve sağlıktan övünerek söz ediyor. Ben sokakta başkalarından duyduğum eleştirileri ona iletiyorum. O emperyalizmden söz ediyor. Ben tamam, doğru diyorum  ama sosyalizmi geliştirmek icin gayret, çaba yok diye de ekliyorum. O da haklı ben de haklıyım düşüncesiyle kendimi avutuyorum..
Özetlersek buradaki resmi ideolojiye göre, ABD Küba`ya embargo uyguluyor ve diğer Avrupa ülkelerini de buna zorluyor. Batı ve ABD, Küba`ya mal satışını engelliyor. Küba bunlarla ticaret yapamıyor. En büyük sıkıntı bu. Geriye bir kaç fakir Latin Amerika kalıyor. Onlarla olan ilişkiler ve turizm gelirleriyle Küba bugün ayakta durabiliyor.

 
Aslında Küba sadece mal alamamaktan şikayetçi. Halbuki mal alınacak para olsa ambargo kolayca delinir. Bir de serbest ticaretten söz ediliyor. Bu engelleniyor deniliyor. Ancak Küba ne satacak ta gelir sağlanacak, bundan söz edilmiyor.

Tony`in eşinin kuzini yakınlarda oturuyor. Ziyarete geldi. Arabası var. Büyük bir yük gemisinde kaptan yardımcısı. Gemi devletin. Yılda bir kaç defa bir iki aylık uzun yolculuğa çıkıyor. Latin ve kıyı Afrika ülkelerine bir kaç kez mal getirmek için gitmiş. Ayda iki yüz dolara yakın bir maaşı var. Geri gelirken de biraz birşeyler getirip satabiliyor. Arabayı böyle almış. On yıllık eski bir araba ama temiz, bakımlı. Gemi seyahatı olmadığı zaman bazen arabasıyla taksicilik yapıyor. İzni olmadan. Bana eğer istersem son gün havalananına götürebileceğini teklif etti. 15 dolar ödeyecektim. Kabul ettim. Efendi bir adam. Yolda giderken bir kaç soru soruyorum. Hanımı doçent doktor. Sistemden şikayet ediyor. `Gemiyle yurtdışına gidiyorsun, neden geri geliyorsun`, diyorum. Ya eşim ve çocuklarım, diyor. Eşi ayda 27 dolar alıyor. Tıp`ı bitiren bir kaç yıl mecburi hizmet vermek zorunda. Eşi bunu halletmiş ama  yurtdışına çıkamıyor. Binlerce doktor yurtdışına kaçıp, oralarda doktorların kazandığı 3-5 bin doları kazanmayı hayal ediyor. Ama yurtdışına çıkmak çok zor, nerdeyse doktorlar için legal olarak imkansız. Taksiyle beni havaalanına götüren kaptan yardımcısı sistemi eleştiriyor. Çocuklarımın burada geleceği yok, diyor. Yokluk içinde yaşıyoruz, diyor. Evinde oda kiraladığım kuzinini bile kıskanıyor. Oda kiralamaktan binlerce dolar kazandığı için, kendisi bu imkana sahip olmadığı için de sistemi eleştiriyor. Dünyada insanların en eşit olduğu Küba`yı eleştiriyor. Biz de eşitlik yok diyor. Ben bu kadar, kuzenim şu kadar kazanıyor, diyerek gelir farkını anlatmaya çalışıyor.

Büyük bir caddede  bahçeli bir cafeteryada oturuyorum. Etrafı dinliyor, gözlemliyor, önemli özellikler ve karakterlere dikkat etmeye çalışıyorum. Dil, kültür ve giyecekleri bir yana bırakırsak sanki herhangi bir ülkenin bir kahvesinde oturuyorum. Yoldan gelip geçenler ve yakınımda oturanlar yüksek sesle konuşuyor, havadan sudan ya da ekonomik durumdan söz ediyor. On-yirmi dakikada bir yanıma bir dilenci, bir şeyler satmaya çalışan çerezciler, sigara, içecek isteyen birileri yaklaşıyor. Yaşlı bir nine eski lastik ayakkabılarını gösterek elindeki patlatılmış mısırı satarak yeni ayakkabı alacağını söylüyor ve nerdeyse önümdeki kahveye göz dikiyor. `Kahve içme, tansiyonu yükseltir` diyerek kahvede gözü olmadığını belirtiyor. Sempatik, tatlı bir nine, yanımdaki sandelyeyi gösterek oturmasını istiyorum. Yaşı 78. Batista döneminde genç bir kız. Devrim dönemini de hatırlıyor. Ben soruyorum, o cevaplıyor. Sohbeti derinleştiriyoruz. Biraz bana zor gelen bir Küba ispanyolcası konuşuyor. Anlamadığım kelimeleri, cümleleri başka bir şekilde anlatmasını istiyorum ki önemli olan şeyleri kaçırmıyayım. Tabii ona meyve suyu ve aç olduğu için bir pasta ısmarlıyorum.

 
En önemli sorum şöyle oluyor. Bugünü Batista dönemiyle karşılaştırdığında hangi dönem ona göre daha iyi? Her iki dönemin iyi ve kötü yanları var, diyor. Fakir o zaman da fakirdi. Şimdi de durum ayni. Ancak şimdi nerdeyse her kes fakir ve perişan. Batista döneminde çok iyi yaşayan zenginler vardı. Simdi onlar yok. Demokrasiyi soruyorum. Batista döneminde baskı vardı, diyor. İnsanlar politika yapamıyordu. Ama şimdiki baskı öncekine benzemiyor. Zor ve şiddet yok. Ancak ekonomik açıdan baskı altındayız. Bakın bu elimdeki bir kaç küçük poşet mısırı satabilmem için ayda 60 pesoyu (2,5 dolar) devlete ödemem gerekiyor. 


Ayakkabılarını ve topuklardaki yarayı göstererek, `ayakkabı almam lazım`, hergün satışa çıkamıyorum. Ama ayakkabı almam için bu hafta hergün çıkmam lazım,` diyor. Tekstilden emekli, ayda 170 peso (7dolar) maaş alıyor. İki oğlu var. Ama yalnız oturuyor. `Çocuklar yardım etmiyor mu?` diye soruyorum. `Nasıl etsinler ki, onların da durumu benden iyi değil ki` diyor.
 
Sokaktaki polisleri soruyorum, satışa engel oluyorlar mı, diye. `Polisler çok kötü diyor. Fidel polislerin halka bu kadar kötü davrandığını kesinlikle bilmiyor`, Eğer Fidel polislerin bu kötü tavırlarını bilse, kesin kabul etmezdi, diyor. Halbuki ben polislerin halka çok nazik davrandıklarını her gün görüyordum. Ama sık sık kimlik kontrolu halkı bezdirmiş.

 
Kalkıyor, ben de ucuz bir ayakkabı kaça alınır hesabını kafamda yaparak eline gerekli dolarları sıkıştırıyorum. Beni öperek uzaklaşırken uzaktan el sallıyor.

 
Kendi ülkemdeki yaşlı dede ve nineleri düşünüyorum. Bizimkilerin hali daha iyidir, diyerek kendimi avutuyorum….
------------
devam edecek….
 
cumalicotkar@live.se

90 Yıldır Kanayan Yara: Filistin -4


İntihar saldırıları için ilk fetva 1983’te Lübnan’daki Hizbullah eylemleri için İranlı mollalarca verilmişti. Bugün en büyük destek Vahabi ulemadan geliyor. Anlaşılan, ‘bir kısas olmadan bir insanı öldüren bütün bir kâinatı öldürmüş gibidir’ ayeti, Filistin için geçerli değil.
Yaser Arafat
İsrail-Türkiye ilişkileri

Ocak 1950’de Seyfullah Esin’in ataşe olarak Tel-Aviv’e gönderilmesiyle başlayan gayrı resmî ilişkiler, 6 Mart 1950’de İsrail’in tanınmasıyla resmîleşmişti. Bu adım Türkiye’nin Batı Bloğu ve NATO’ya dahil olma politikalarıyla uyumluydu. MOSSAD, aynı yıl Türkiye’de bir istasyon açmıştı.

Türkiye 1951’de Mısır’ın İsrail gemilerini Süveyş Kanalı’ndan geçirmeme kararını protesto eden Batı ülkelerine katıldı. Türkiye ile Mısır’ın ilişkisi bu yüzden gerildi ama Türkiye İsrail’deki temsilcisini geri çekerek ortamı yumuşattı. Ancak İsrail’le ticari, askerî ve istihbarat ilişkileri sürdü. Bu dönemde, Türkiye İsrail’e mülteci geçişine izin verdi.

Haziran 1954’te ABD’yi ziyaret eden Başbakan Adnan Menderes Arap ülkelerini İsrail’i tanımaya davet etti. Mısır Başkanı Nasır, Türkiye’nin İsrail yanlısı politikalarının Arap dünyasında nefretle karşılandığını açıkladığında Türkiye bunlara aldırmadı, çünkü o sırada Batı ülkelerinin Ortadoğu’daki mutemet adamı olmayı hayal ediyordu. Yine de, Arap ülkelerinin tepkisini çekmemek için İsrail’le ilişkileri düşük profilli yürütmeyi tercih etti.


Süveyş Krizi


1955’te Bağdat Paktı kurulurken, Türkiye, İsrail’in 1947 sınırlarına çekilmesi karşılığında İsrail’i pakta davet etti ama İsrail’in efsanevi başbakanı Ben Gurion bunu kabul etmedi.

6/7 Eylül 1955 yağmasından sonra ilk iş İsrail’e, ‘Yahudilere karşı herhangi bir ön yargı olmadığı’ yolunda garanti vermek oldu. Ama 1956’da Mısır Süveyş Kanalı’nı millileştirdiğinde kamuoyu baskısıyla İsrail’i kınamaya mecbur kaldı ve Tel-Aviv’deki ataşesini çekti. Bir de ‘Filistin sorunu çözülünceye kadar’ geri göndermeyeceği tehdidini savurdu ancak, bu lafta kaldı.

1958’de Irak Kralı Faysal’ı deviren Albay Abdülkadir Kasım’ın, Arap milliyetçiliğinin bayrak ismi Cemal Abdülnasır ile yakınlaşması hem İsrail’i hem de Türkiye’yi benzer nedenlerle endişelendirmişti. İsrail etrafını sarılmış hissetmişti, Türkiye ise Kasım’ın, uzun süredir sürgünde yaşayan Molla Mustafa Barzani’yi (Mesut Barzani’nin babası) askerleriyle birlikte Irak’a dönmesine izin vermesinden rahatsızdı. Türkiye, epeydir Kürtlere para ve silah veren, peşmergeleri eğiten İsrail’in Kürtler üzerindeki etkisinden yararlanmak istiyordu.


Film gibi


Türk-İsrail zirvesi macera filmlerine konu olacak şekilde gelişti. O tarihte doğrudan Türkiye uçuşu olmayan El Al’ın bir uçağı İstanbul üstündeyken motorunda arıza çıktığı gerekçesiyle İstanbul’a indi. Uçaktaki İsrail Başbakanı David Ben Gurion ile Dışişleri Bakanı Golda Meir başka bir uçakla gizlice Ankara’ya götürüldü ve Türkiye Başbakanı Adnan Menderes’le buluştu. Aslında plan az daha Yeşilköy’deki kontrol kulesinin telaşı yüzünden suya düşüyordu. Çünkü kule görevlisi, İsrail uçağının arızasını ciddiye almış, piste itfaiye ve cankurtaran araçları yığmıştı. Neyse, Ankara araya girmişti de, önemli konuklar sağ salim Ankara’ya ulaştırılmıştı. Ankara’daki toplantıda MOSSAD ile MİT arasında yeni anlaşmalar yapıldı. Bu ittifaka İran’ın gizli polisi SAVAK da dahil edildi. Elbette arka planda CIA vardı. Böylece hem Nasırcılığa, hem Kürt tehlikesine, hem Sovyetler Birliği’ne ve komünistlere karşı güçlü bir cephe oluşturulmuştu.


Altı Gün Savaşı


1959’da İsrail Tarım Bakanı Moşe Dayan, Türkiye’ye tarım konusunda yardımcı olabileceklerini açıkladığında Türkiye’de bazı çevreler tedirgin oldu çünkü böyle bir teklifin yapıldığı ilk ülke Türkiye’ydi. Halbuki aynı dönemde MOSSAD Kıbrıs’taki Türk direnişçileri eğitmeye başlamıştı.

İki ülke arasındaki ilişkiler 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra da aynı minval üzerine devam etti ama 1964’te Kıbrıs dolayısıyla ABD ile yaşanan ‘Johnson Mektubu’ krizi, ABD’ye mesafe koyarken İsrail’e de uzak durma fırsatını vermişti.

1967’deki ‘Altı Gün Savaşı’ sırasında Nasır, Akabe Körfezi’ne İsrail gemilerinin girişini yasakladığında Türkiye İsrail’i desteklemedi ama İsrail’e yaptığı tek baskı Mısır’dan aldığı Sina Yarımadası ile Suriye’den aldığı Golan Tepeleri’nden çekilmesini istemek oldu.

Filistin konusunda en ciddi tavır, 11 Eylül 1967’de Başbakan Süleyman Demirel ile Ürdün Kralı Hüseyin Ankara’da buluştuğunda konuldu. İki lider, İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini ve Kudüs’le ilgili BM kararlarının uygulanmasını isteyen bir bildiri yayınladılar. Ardından Demirel Sovyetler Birliği’ni ziyaret etti ve Türkiye’nin İsrail’in işgal politikalarına karşı duruşunu tekrarladı. Bu dönem, Türkiye’nin Araplarla İsrail arasında ilk kez dürüst bir hakemlik görevi yaptığı dönemdi.


Elrom cinayeti ve Balyoz Harekâtı


16 Mayıs 1971’de İsrail’in İstanbul Konsolosu Efraim Elrom, Türk Halk Kurtuluş Cephesi adlı solcu örgüt tarafından kaçırıldı. Elrom, 22 Mayıs’ta bir apartman dairesinde ölü bulundu. 23 Mayıs günü İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildi ve bütün şehir didik didik arandı. Olayın failleri hariç pek çok solcu tutuklandı, binlerce kitaba el kondu. Türk solunun bilinçaltında, Balyoz Harekâtı adlı bu sindirme kampanyası ile İsrail ister istemez ilişkilendirildi.


Silah alımına devam


6 Ekim 1973’te Mısır, Süveyş Kanalı’nın doğusundaki Bar-Levi Hattı’nı geçip İsrail ordusunu gafil avladığında Türkiye epey rahatlamıştı çünkü dünyada petrol krizi vardı ve Türkiye, petrol için Arap ülkelerine ve OPEC’e göbekten bağlıydı. Ancak, arka plandaki stratejik ortaklıktan dolayı olsa gerek, OPEC’in baskılarına boyun eğip de İsrail’le ilişkilerini kesmedi. Nitekim 1974’te Kıbrıs Harekâtı yapılırken iki ülkenin istihbaratının sıkı işbirliği yaptığı söylendi. Ancak, Başbakan Bülent Ecevit Kasım 1975 tarihinde BM’de Arap ülkeleri tarafından hazırlanan ‘Siyonizm’in ırkçılıkla eşdeğer olduğunu’ söyleyen karar tasarını destekleyerek İsrail’i bir kez daha ters köşeye yatırdı. Bununla da kalmadı, bir kaç ay sonra Türkiye Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) Filistin halkının temsilcisi olarak tanıdığını açıkladı. Ancak, her zamanki faydacı tavrıyla İsrail’den Safir füzelerini, Hetz tanklarını, Uzi makinelilerini almaya devam etti.

Türkiye, 1978’deki Camp David ‘Barışı’ndan sonra Araplara yakın durmaya başladı. Aynı yıl FKÖ Ankara’da büro açtı. Çünkü Demirel hükümetine destek veren MSP İsrail’e karşı sesini yükseltmiş, Türkiye, İran İslam Devrimi yüzünden tavana vurmuş petrol fiyatlarından dolayı Arap ülkelerine daha muhtaç hale gelmişti. Ancak sonra öğrenildi ki, Lübnan iç savaşı ve Türkiyeli radikal-sol örgütlerin Lübnan’daki Bekaa Vadisi’ndeki örgütlenme çalışmaları yüzünden İsrail istihbaratıyla sıkı işbirliğine devam etmişti.


ASALA’ya karşı elele


1982’de petrol fiyatlarındaki düşmeler sayesinde Arap ülkelerine bağımlılıktan biraz olsun kurtulan Türkiye, İsrail’le daha açık ilişki kurmaya başladı ama esas neden Lübnan’da konuşlanan ASALA benzeri Ermeni örgütlerini MOSSAD yardımıyla etkisiz hale getirmekti. 4 Nisan 1985’de Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu, İsrail’in Washington Büyükelçisi Meir Rosenne ile buluştu. Amaç, ABD’nin Türkiye’ye yardımlarında İsrail’in aracılık etmesini sağlamak ve Türkiye’yi soykırım iddialarıyla bunaltan Ermeni lobisine karşı denge unsuru olarak kullanmaktı. Bölgede Türkiye’den başka dostu olmayan İsrail bu işi seve seve yaptığı gibi, basınında Ermeni Tehciri’ne veya azınlıklara ilişkin tek kelime haber yayınlatmadı.

İsrail’le ilişkiler, Aralık 1987’de Filistin’de patlak veren İntifada eylemiyle tekrar zora girdi. Türkiye iki arada denge tutturmaya çalıştı, İsrail her zamanki gibi alttan aldı, ses çıkarmadı.


Manavgat suyu


1994’te Ezer Weizman and Şimon Peres Türkiye’yi ziyaret ettiler ve Süleyman Demirel’le görüştüler. Aynı yıl Manavgat Nehri’nin suyunu İsrail’e satma konusu gündeme geldi. İsrail düşmanı kesimler hop oturup hop kalkınca, Manavgat’ın altın kıymetindeki suyu denize akmaya devam etti.

İsrail’in cesaretlenip Türkiye’ye ilk kez tepki göstermesi, 16 Eylül 1994’de Başbakan Tansu Çiller ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in FKÖ lideri Yaser Arafat’ı Ankara’da ağırlamasıyla oldu. Kasım 1994’de İsrail’e giden Çiller, ortamı yumuşatmak yerine Kudüs’te Filistinlilerin merkezini ziyaret edince kıyamet koptu. Koptu da ne oldu derseniz, askeri ilişkiler ve MİT, MOSSAD ve CIA işbirliği bütün hızıyla devam etti.

Sonuç olarak, Türkiye İsrail’le ilişkilerini hep saklamak ihtiyacı hissetti. Bu ilişkiden hep mahcubiyet duydu. Böylece İsrail’i meşru bir devlet olarak görmediğini ima etti. Ancak gayri meşru gördüğü bu devletle gayri meşru ilişkileri kurmakta beis görmedi. İsrail ise Türkiye’nin çizdiği bu çerçeveye razı oluyor gözüktü. Bunu yaparken de muhtemelen kendini aşağılanmış hissetti. Filistin gibi karmaşık bir soruna, kafası İsrail konusunda bu kadar karışık olan bir Türkiye’nin ne gibi bir katkısı olacağını hep birlikte göreceğiz.

Kaynak:
Jacob Abadi, Israel and Turkey: From Covert to Overt Relations, http://www.lib.unb.ca/Texts/JCS/Fall95/abadi.pdf; M. Hakan Yavuz. “Turkey’s Relations with Israel.” Dış Politika, XV, no.3-4 (1991), s. 41-69; George E. Gruen, “Turkey’s Relations With Israel and Its Arab Neighbors,” Middle East Review; Spring 1985, s. 33-43; Ömer Kürkçüoğlu, “Turkey’s Attitude towards the Middle East Conflict,” Foreign Policy, 5. no. 4 (1976), s. 23-33.

FKÖ’ye karşı HAMAS kartı


13 Kasım 1974’te BM Genel Kurulu’nda 91 dakikalık bir konuşma yapan Yaser Arafat birden dünyanın gündemine oturmuştu. Bu konuşmayı tarihî kılan, Filistin sorununun ilk kez BM’de bir devlet ya da hükümeti temsil etmeyen bir kuruluş adına dile getirilmiş olmasıydı. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) en aktif üyelerinden El-Fetih’in lideriydi Arafat. Bir şemsiye örgüt olan FKÖ’nün temelleri Ocak 1964’te Kahire’de toplanan Arap Zirvesi’nde atılmıştı. Arap devletleri tarihlerinde görülmemiş bir şey yapıp bir konuda ortak tavır almışlardı. Bir ‘Filistin Milli Fonu’ oluşturmuşlar, askerî okullarına Filistinli öğrencileri almışlar, Arap devletlerinde FKÖ ofislerinin açılmasına olanak sağlamışlardı.


Leyla Halid’i hatırlar mısınız?


1969 yılı Ağustos’unda TWA havayollarına ait bir uçağı Şam’a kaçıran Filistinli teröristlerden birinin kadın olması o yıllarda büyük sansasyon yaratmıştı. Bu cesur kadının adı Leyla Halid’ti. Uçağa İsrail’in ABD elçisi İsaac Rabin’in bineceği haber alınmıştı ancak Rabin uçakta değildi. Leyla Halid’in katıldığı ikinci eylem ise, İsrail havayolları El Al’ın bir uçağının kaçırılmasıydı. Bu sefer uçakta İsrail Askerî İstihbaratı’nın başı Ahron Yarev’in olacağı haber alınmıştı. Amsterdam’da rehin alınan uçak Amman’a gidecekti ama pilot onları Londra’ya götürdü, ekipten Nikaragualı Patrick orada öldürüldü. Sonra İngilizler Leyla Halid’i tutukladı. Ertesi gün Dubai’den kalkan bir uçak Leyla Halid’i kurtarmak amacıyla kaçırıldı. Ve 28 günlük tutukluluktan sonra Leyla Halid takas edildi. Bu olaylar Filistin davasının dünyada tanınmasını sağladı.

Aradan geçen yıllarda, esas olarak silahlı mücadeleyi öne çıkaran Arafat 1973 yılından itibaren diplomasiye ağırlık vererek FKÖ’ye sürgün hükümeti niteliği kazandırdı. Ekim 1974’te örgüt, Arap Birliği, İslam Konferansı Örgütü ve BM tarafından Filistinlilerin tek meşru temsilcisi olarak tanındı. İşte Arafat’ı BM salonlarına kabul ettiren bu tarihçeydi.

FKÖ, ilk merkezi olan Ürdün’den, 1970 yılında, tarihe Kara Eylül diye geçen kanlı bir savaştan sonra çıkarılmış, Lübnan’a taşınmıştı. Ancak 1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesine tepki göstermeyerek büyük itibar kaybetti ve Lübnan’dan da çıkarıldı. Merkez çok uzağa, Tunus’a taşındı.


HAMAS
FKÖ’nün bıraktığı boşluğu, adını ilk kez 1983’te duyuran ‘Al-Harekat al-Muqawama al-İslâmîya fi Filistin (Filistin’deki İslami Direniş Hareketi), kısa adıyla HAMAS aldı. FKÖ seküler bir örgüttü ama HAMAS, Gazze Şeridi’ndeki mülteci kamplarında faaliyet gösteren Mısır’ın kadim Müslüman Kardeşler örgütünün bağrından çıkmıştı. Yıllar sonra, kuruluşunda İsrail’in payı olduğu iddia edildi. İsrail’in amacı, güya FKÖ’nün gücünü kırmaktı. Ancak, 14 Aralık 1987’de başlayan İntifada’dan (Ayaklanma) sonra, İsrail’in yanlış hesap yaptığı anlaşıldı. O gün, Gazze bölgesinde bir İsrail kamyoneti, Filistinli işçileri taşıyan bir araca çarparak dört Filistinlinin ölümüne ve dokuzunun da yaralanmasına neden olmuştu. Yaralıların bulunduğu hastanenin etrafında toplanarak eyleme geçen gençler HAMAS üyesiydiler. Sivil itaatsizlik şeklinde başlayan eylemler kısa sürede Batı Şeria’ya yayılmış, protesto eylemleri, grevler yapılmış. İsrail ürünleri boykot edilmiş, yollara barikatlar kurulmuştu. Filistinli gençlerin ve çocukların sapan, taş ve sopalarına İsrail’in cevabı ağır silahlarla verilmişti. 1993’e kadarki Birinci İntifada’da verilen can kayıpları bini aşmıştı.

Cihat ideolojisi


İslam toprağı olan Filistin’de bir Yahudi devletinin İslami açıdan kabul edilmez olduğunu söyleyen HAMAS, Filistin’in kurtuluşunun cihatla olduğunu düşünüyordu. Dolayısıyla İsrail’le görüşmeye gerek duymuyordu. Uzun bir siyasetsizlik dönemi ardından İkinci İntifada başladı. Ancak bu ilki gibi başarılı olmadı. İsrail’in de HAMAS’la görüşmek istemediği HAMAS’ın ruhani lideri Şeyh Ahmed Yasin’in 22 Mart 2003 sabahı cami çıkışında İsrail helikopterinin füze saldırısında öldürülmesiyle anlaşıldı. Halefi, Abdülaziz Rantissi de 17 Nisan 2003’te aynı şekilde öldürülünce, HAMAS’la İsrail’in arası iyice açıldı. İsrail için en kötüsü, 2004 yılı kasım ayında Yaser Arafat’ın ölümüyle başlayan ve Ocak 2005’te Mahmud Abbas’ın devlet başkanlığıyla devam eden siyasî süreçti.

Sabık Yaser Arafat yönetiminin yolsuzluk ve kötü yönetim hikâyelerinin ayyuka çıktığı bir ortamda, HAMAS temiz siyaset vaat ederek, 25 Ocak 2006’da yapılan parlamento seçimlerinde 132 sandalyeli Filistin Meclisi’nde 74 sandalye kazandı. Mahmud Abbas’ın El Fetih hareketi 45 sandalyede kalmıştı. İsrail’in Gazze’nin tamamı ve Batı Şeria’nın bir bölümünden çekilmesi de Filistin halkı nezdinde HAMAS’ın hanesine yazıldı.

Mart 2006’da güzel bir gelişme oldu ve o güne dek, İsrail’in varlığını tanımadığını açıkladığı için İsrail tarafından muhatap alınmayan HAMAS, El Kaide’nin, İsrail’i Filistin’den çıkarmak için yaptığı cihat çağrısını, HAMAS’ın hedefinin sadece işgal altındaki toprakları kurtarmak olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak, İsrail bu beyana itibar etmemekte ısrar etti. Ve bu günlere gelindi. İsraillilerin derin beka endişesini ve Filistinlilerin derin mağduriyet duygusunu giderecek bir çözüm bulunmazsa, korkarım bu savaş her iki tarafı da tüketecek...

Kaynak: İhsan Dağı,
Ortadoğu’da İslam ve Siyaset, Boyut Yayınları, İstanbul 2002; Murat Erdin, Hizbullah ve HAMAS (Düşünceleri, Örgüt Yapıları ve Eylemleriyle), Kastaş Yayınları, 2002.

“Ölülerimizi onların üstüne püskürteceğiz”


1 Haziran 2001’de İsrail’in başkenti Tel Aviv’deki intihar saldırısından sonra gazetecilere mülakat veren HAMAS sözcüsü, diş hekimi Abdülaziz Rantissi “eğer İsrail işgali bitmezse ölülerimizi onların üstlerine püskürteceğiz” demişti. Gerçekten de Filistin’de HAMAS’ın kontrol ettiği Gazze’deki üniversitelerin duvarlarında ‘İsrail nükleer bombalara sahipse bizim de insan bombalarımız var’ yazılı. İlan tahtalarında canlı bomba olarak ölüme giden ve ‘şehitlik mertebesine ulaşan’ kahramanlara verilen beratlar, diplomalar asılı. Şehitlerin hikâyeleri web siteleri, duvar gazeteleri, kulaktan kulağa anlatılan hikâyelerle toplumun her katmanına yayılıyor.


‘Bir kısas olmadan...’


İntihar saldırılarına ilişkin ilk fetva 1983 yılında Lübnan’daki Hizbullah örgütünün eylemleri için İranlı mollalar tarafından verilmişti. 2002’de Irak’da verilen bir fetvada “İsrail’e karşı intihar saldırısı gerçekleştiren Filistinlilerin Cihad’ın en yüce mertebesine ulaştıkları’’ ilan edilmişti. Dahası Irak’ın devrik lideri Saddam Hüseyin de Filistinli şehitlerin ailelerine 25 bin dolarlık yardımlarda bulunuyordu.

Bugün ise en büyük destek Vahabi ulemadan geliyor. Katar üniversitesinde görevli Şeyh Yusuf el-Kardavi intihar saldırısını İslami kurallara uygun bulduğunu açıklamıştı. Hatta intihar saldırısına giderken kadınların bombaları saçlarının ya da çarşaflarının altına nasıl saklayacaklarını bile tarif etmişti. Neyse ki kadınların intihar bombacısı olmaları kolay değil. Katı sosyal normlar, kadınların ailelerinden uzaklaşmalarının da, erkekler tarafından eğitilmelerinin de önünde büyük engel. Öteki engel ise parçalara ayrılsa bile kadının bedeninin erkek polisler ve uzmanlar tarafından incelenmesinin günah olması. El-Ezher İmamı Şeyh Muhammed Tantavi de Batı Şeria’daki işgalci askerlere yönelik intihar saldırılarının şahadet olarak kabul edilebileceğini söylemişti. Anlaşılan, Eski Ahit’te ve Kur’an’da yer alan ‘bir kısas olmadan bir insanı öldüren bütün bir kâinatı öldürmüş gibidir’ ayeti, Filistin söz konusu olduğunda önemini yitiriveriyor...


Sabra ve Şatilla Katliamı


İsrail’in sabık başbakanlarından Ariel Sharon’un politik yaşamının en tartışmalı sayfalarından biri hiç kuşkusuz 16-18 Eylül 1982 tarihinde yaşanan ve tarihe ‘Sabra ve Şatilla Katliamı’ olarak geçen kanlı olaylardaki rolüdür. Beyrut’un güneyindeki bu iki mülteci kampı söz konusu tarihlerde İsrail ordusuna bağlı birlikler tarafından kuşatılmış, birliklerin arasına gizlenmiş Lübnanlı Marunî Falanjist milisler tarafından açılan ateş sonunda, Uluslararası Kızıl Haç örgütünün verdiği rakamlara göre Filistinli ve Lübnanlı 2.750 mülteci hayatını kaybetmişti.

İsrail tüm dünyanın tepkisini çeken olaylardaki ölü sayısını 800 olarak açıklamış ancak sorumluluğunu hiçbir zaman üstlenmek istememişti. BM bile 521 sayılı kararı ile katliamı lanetlemiş ancak suçluların adını anmaktan kaçınmıştı. Halbuki katliamdan kısa süre önce bazı Amerikan, İngiliz ve İsrail gazetelerinde olaya bizzat şahit olan doktorların, hemşirelerin anlatıları yer almıştı. Bunun üzerine İsrail hükümeti bir komisyon toplamayı kabul etti. Kahan Komisyonu, 1983 Şubatında sonucu bildirdi: “Ariel Sharon katliamdan sorumlu bulunmuştur, çünkü Falanjistlerin Filistinlilere ve Lübnanlılara duyduğu büyük düşmanlığı gözardı ederek onları birliklerine dahil etmiş, onları eylemleri sırasında denetlememiştir. Onun yapması gereken Falanjistlerin kampa girmesini engellemekti.” Peki, bu raporun sonucu ne oldu derseniz, cevap koca bir hiç!

Taraf / AYŞE HÜR - Istanbul - 09.01.2009