Suriye'de yaşanan iç savaş sürerken Türkiye'nin de silah ve para
desteğinde bulunduğu Özgür Suriye Ordusunun , Genelkurmay ve MİT
denetiminde Hatay'dan Ceylanpınar ilçesine sivil araçlarla getirilerek
Serekani ilçesine girmeye çalıştığı iddia edildi.
Alınan
bilgilere göre, Türkiye tarafından desteklenen "Özgür Suriye Ordusu"na
bağlı yaklaşık 600 kişiden oluşan bir tabur büyüklüğündeki bir kuvvet,
Genelkurmay ve MİT tarafından Hatay'dan Türkiye topraklarına sokulduktan
sonra, sivil araçlarla Türk subaylar denetiminde gizlice Ceylanpınar
ilçesine getirildi.
Ceylanpınar'da sınır bölgesinde bekletilen
bu özel birlik, Türk subaylarının denetiminde 3 ayrı noktadan Suriye
topraklarına girerek Serekani ilçesinin hemen dışında konuşlandı. Burada
Suriye askerleri ile çatışan birliklerin ilçeye girmeye çalıştığı
bildirilirken, Türk subayların da yerel giysilerle Resulayn'da oldukları
ileri sürüldü.
ANF
BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş Mardin’in Kızıltepe ilçesinde konuştu.
Polisin halka saldırmasına tepki gösteren Demirtaş "Kürtlerin katili
Kenan Evren’in heykelini dikebiliyorlar da, bir halk önderinin posterini
mi açamaz. Bu halkın katilini, Kürtleri diri diri yakanları, iktidar
adına sahipleniyorlar da, milyonlar önder olarak gördüğü iradesini mi
sahiplenemeyecek. Biz bu meydana Başkan Apo'nun heykelini dikeceğiz
heykelini" dedi.
BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ve
beraberindekiler, Derik ilçesinden yüzlerce konvoyluk araçla Kızıltepe
ilçesine doğru yola çıktı. Polisin saldırısı sonrasında BDP seçim
aracının kente girmesiyle birlikte halk Özgürlük Meydanı'na doğru
yürüdü. "Bijî Serok Apo", "Bijî berxwedana zindanan", "Direne direne
kazanacağız", "Tutsakların direnişi direnişimizdir" sloganları atan
kitle, kısa sürede yaklaşık 10 bin kişiye ulaştı. Alanda, "Zindan
direnişini selamlıyoruz" pankartı ve "Şov değil ölüm orucu", "Zindan
direnişçilerinin talepleri taleplerimizdir" dövizleri açtı. Halk, PKK
bayrakları, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın posterlerini açarak,
alkış ve zılgıtlarla konvoyu karşılandı.
Büyük alkış ve
zılgıtlar arasında, "Serhildanın öncüsü kahraman Qoser gençliği,
fedakarlığın cesaretin timsali Kürt anaları sizleri selamlıyorum. 63.
gününde bu kritik aşamasında kendi evlatlarını sahiplenen, alanlarda,
meydanlarda direnen tüm halkımızı selamlıyoruz" diyen Demirtaş, "Alana
gelmeden önce bir müdahale olmuş, demişler ki; 'Öcalan posterini
asamazsınız.' Onu diyenlere açıkça sesleniyoruz; Kürtlerin katili Kenan
Evren’in heykelini dikebiliyorlar da, bir halk önderinin posterini mi
açamaz. Bu halkın katilini, Kürtleri diri diri yakanları iktidar adına
sahipleniyorlar da, milyonlar önder olarak gördüğü iradesini mi
sahiplenemeyecek?" sorusunu sordu. Ne yapılırsa yapılsın halkın önderine
sahip çıkacağını belirten Demirtaş, "Siz ne diyorsunuz be, Biz bu
meydana Başkan Apo'nun heykelini dikeceğiz heykelini. Kürt halkı artık
önderiyle, partisiyle, çocuğuyla, yaşlısıyla, genciyle, Ortadoğu'nun en
onurlu halkından biridir. Artık copla, suyla, panzerle tank ve topla bu
halkı yıldıramazsınız. Bu halkın evlatları 63 gündür yemiyor, içmiyor ne
için işte bu meydanda posteri açılan önderi için, işte 'yaşasın zindan
direnişi' anadili için. Onun için bu halk bu evlatlarına sahip çıkıyor,
onun talepleri olan önderliğin özgürlüğü için. Neymiş poster açamazmış,
bal gibi de açar sen de gel engelle" dedi. Türkiye'de ıslık çalmanın
bile yasak olduğu dönemden bugüne gelindiğine vurgu yapan Demirtaş,
"Zulüm ettiniz, gözaltında işkence yaptınız, asit kuyulara attınız,
zindanlara attınız, katliamlardan geçirdiniz, binlerce köy yaktınız,
yıktınız, milyonlarca kişiyi göç ettirdiniz, bu halk size teslim olmadı,
şimdi İdris Naim'in iki kıytırık copuyla, panzeriyle mi teslim
alacaksınız" diye sordu.
‘MEYDANLAR FAŞİST ZİHNİYETE DAR EDİLMELİ’
Cezaevlerindeki
açlık grevlerine sahip çıkılması gerektiğini belirten Demirtaş, Kürt
gençliğine de şu çağrıyı yaptı: "Genç yoldaşlarımıza çağrımızdır; her
zaman meydanlarda olmalısınız, madem ki, bu alanları meydanları bize dar
etmeye çalışıyorlar, siz de bu alanları direnişinizle faşist
zihniyetlilere dar etmelisiniz. Sadece bugün değil, her gün her saate bu
alanlarda olmalısınız. Bu halk evlatlarının ölümüne izin vermemeli. Her
geçen dakika her geçen saniye canımızdan can gidiyor. Eğer
zindanlardaki yoldaşlarımız bu halkın özgürlüğü için bedenlerini ölüme
yatırmışlarsa bu halkın yıllardır verdiği direniş ve mücadelesine
güvendiği içindir. Açlık grevini AKP hükümeti başlattı, ama bitirecek
olan sizlersiniz, sizin direnişiniz olacaktır. 63 gündür hükümette
anlatmaya çalışıyoruz, onlar anadilinde savunma, eğitim yapmak
istiyorlar diyoruz. Tüm anlatmalarımıza rağmen, anlamıyorlar,
kulaklarını kapatmışlar dinlemek istemiyorlar. Belki birçok kişi
anlıyor, ama anlamayan bir tek kişi var o da Kasımpaşalıyım diyen
Başbakan. Duymuyor, anlamıyor. İşte siz direnişinizle, ona
yoldaşlarınızın sesini duyuracaksınız, anlatacaksınız,
hatırlatacaksınız" diye konuştu.
‘YEMEĞE SEVDALI OLSAYDIK, BAŞBAKAN OLURDUK’
Erdoğan’ın
açlık grevi eylemleri için "Şov yapıyorlar, şantaj yapıyorlar"
açıklamalarına da sert tepki gösteren Demirtaş, "Kürt halkının özgürlüğü
için canını veren arkadaşlara 'şov yapıyorlar, şantaj yapıyorlar'
diyenlere Kızıltepe Meydanı'ndan sesleniyoruz, eğer şov, şantaja, yemeğe
sevdalı olsaydık, senin gibi Başbakan olurduk, konforlu olurduk, ama
biz bunu seçmedik. Biz özgürlük için bedel veriyoruz. Sen daha Başbakan
olmak için, belediye başkanı olmak için, cemaatten, Pelsivanya'dan izin
almamışken, bu halk alanlardaydı. Sen daha Kemal Pir'i, Hayri Durmuş'u,
Mazlum Doğan'ı, Ali Çiçek'i bilmiyorsun, tanımıyorsun. Onlar da
direnirken 'şov mu' yapıyordu. O dönemin direnişin sembolü olan
Mazlumların yoldaşları, zindanda açlık grevinde ama bir fark var,
milyonlarca yoldaşları dışarıda onlara destek veriyor" dedi.
Demirtaş'ın
konuşmasından sonra, konvoy Nusaybin ilçesine doğru yolla çıktı. Bu
sırada Nusaybin yolunu tutan polisler, gaz bombası ve tazyikli su ile
kitleye saldırdı. Kitlenin taşlarla karşılık vermesi üzerine çatışmalar
ara sokaklara yayıldı. Polis BDP seçim aracına da gaz bombası atarken,
aracın arka camları kırıldı. İlçede uzun süre çatışmalar devam etti.
Polis müdahalesi sırasında bir gencin kafası kırıldı. İsmi öğrenilmeyen
genç, hastaneye kaldırıldı.
ANF
Açlık grevleriyle ilgili tüm yapıcı girişimlere rağmen Türkiye Başbakanı
Erdoğan’ın zindanlarda ölümlere kendini yatırdığını kaydeden KCK
Yürütme Konseyi Başkanlığı, “karşımızda ölümlerden vicdanı sızlamayan ve
siyasal kazanç elde etmek isteyen sadist bir Başbakan ve tek adamla
yönetilen bir diktatörlük sistemi bulunmaktadır. Tehlikeli bir hal alan
bu gidişata dur demek için, tek yol direnmek ve mücadele etmek
kalmıştır” dedi. KCK, Kürt halkını, Kürdistan’daki tüm parti ve
kuruluşları direnişi toplumsal düzeyde yükseltmeye, demokratik kesimleri
Kürt halkıyla eylem birliğini geliştirmeye çağırdı.
KCK Yürütme
Konseyi Başkanlığı, cezaevlerindeki süresiz dönüşümsüz açlık
grevlerinin ölüm sınırına ulaşmasıyla ilgili yazılı açıklamada bulundu.
Hareket olarak ölümler yaşanmadan makul taleplerin karşılanarak
açlık grevinin sonlandırabileceği şeklinde bir yaklaşımın sahibi
olmalarına rağmen Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın zindanlarda ölümlerin
yaşanmasına kendini yatırdığına dikkat çeken KCK, gerek cezaevlerinde
gerekse dışarıda yaşanacak ölümlerden ve olaylardan bizzat Başbakan
Erdoğan’ın kendisinin sorumlu olacağını belirtti. Tüm yapıcı
girişimlerin sonuçsuz kaldığı yerde tek yolun direnmek olduğunu
vurgulayan KCK, tüm demokratik kesimlere de daha aktif devreye girme
çağrısında bulundu.
KCK’nin açıklaması şöyle:
“Son derece
insani, haklı ve meşru taleplerle süresiz dönüşümsüz açlık grevi eylemi
başlatan zindan direnişçileri 63. gününü doldurarak ölüm sınırına
dayanmıştır. Başbakan Erdoğan, eylemin başından 63. gününe kadar açlık
grevi eylemcilerinin direniş ve taleplerine ilişkin her türlü gayri
insani ve siyasi ahlaktan uzak tutumunu sürdürerek adeta ölümleri teşvik
eder bir duruma girmiştir. Erdoğan ve hükümeti, halkımıza ve Kürt
siyasetine karşı izlediği saldırgan-faşist politikalarla, suçlu olmasına
rağmen zindan direnişçilerini karalamaya, suçlamaya çalışarak ortamı
germeyi esas alan bir siyaset üslubunu izlemiştir. Ancak halk ve kamuoyu
vicdanı bu egemen ve sömürgeci zihniyet ve faşizm karşısında direniş
bayrağını yükselterek insani değerlere, demokrasi ve özgürlük
değerlerine sahip çıkmıştır.
FAŞİSTLERİN LÜGATINDA ŞANTAJ, HALKLARIN LÜGATINDA DİRENMEK!
Bedeniyle,
düşüncesiyle direnmenin dışında kendisine başka bir yol bırakılmayan
Kürt siyasetçilerinin, demokrat ve aydınların, yurtseverlerin eylemini
şov ve şantaj olarak nitelemek Başbakan Erdoğan’ın akıl, vicdan, ahlak
ve siyasi anlayışını ortaya koymaktadır. Her gün adım adım ölüme
yaklaşmak nasıl bir şantaj olabilir? Faşistlerin lügatında bunun adı
şantaj; halkların lügatında bunun adı direnmek, insanlık onurunu yaşamı
pahasına korumaktır. Elbette ezilenlerle ezenler, hükmedenlerle
mazlumlar, diktatörlerle halk, faşistlerle demokratlar, vicdansızlarla
vicdanlılar, sömürgeci egemen güçlerle sömürge olanlar halklar ve
kesimler aynı dilli kullanamazlar. Ancak sözcüklerin taşıdığı anlam
üzerinden hiç düşünmeden sadece kin, intikam kusmak için konuşuyor olmak
bir duruma öyle yapıştırıverince tutacağını sanmak Erdoğan siyasetinde
olduğu gibi sapır sapır dökülmeyi getirir.
İdam tartışmalarını
yeniden gündemleştirerek Kürt halkını ve özgürlük hareketini idam
şantajıyla ölümle tehdit etmeyi bir politika olarak belirleyen
kendisidir. Cumhuriyet tarihi boyunca zaten Kürtlere Dersim, Ağrı,
Zilan, Hani, Sivas, Maraş katliamlarıyla soykırım uygulanmış ve bir
gecede ileri gelenlerin boynuna idam ipi geçirilmiş ve mezarları bile
bilinmektedir. Buna rağmen Kürt halkı boyun eğmemiş ve tam tersine PKK
ve Önderliği, bu zulme, inkarcılığa karşı örgütlü bir başkaldırı
hareketi olarak tarih sahnesine çıkmıştır. AKP hükümeti idam, soykırım
politikalarıyla Kürt halkına boyun eğdiremeyeceğini, teslim
alamayacağını yakın tarihine bakıp ders çıkarmasını bilmelidir.
AKP
hükümeti, Kürt halkının demokratik, siyasal haklarına günlük olarak
saldırarak tamamen siyaset alanını Kürtlere kapatıp demokratik eylem ve
demokratik örgütlenme çalışması yürüten on binlerce kişi hakkında
düşünceleri ve siyasi faaliyetlerine ilişkin düzmece iddianamelerle
haklarını gasp ederek cezaevlerini doldurmuştur. AKP hükümeti, siyasi
yöntemleri devre dışı bırakarak iktidarının zorba gücüyle sonuç
alacağını zan etmektedir. Oysa tarihin tüm insanlığa öğrettiği yegane
ders; gözünü iktidar hırsı bürümüş, zulümle iktidarını sağlamlaştırmak
isteyen, akıttığı kanlar üzerinden kendini güç yapan nice zorba, zalim,
diktatör ve faşistlerin hazin sonu hep aynı olmuştur. Tarihin karanlık
sayfalarında lanetli yerlerini almanın ötesinde yüce insanlık ailesinde
hiçbir yer edinememişlerdir.
‘KARŞIMIZDA ÖLÜMLERDEN VİCDANI SIZLAMAYAN BİR DİKTATÖR VAR’
Açlık
grevi eylemcilerinin makul taleplerinin karşılanabileceği, hükümetin bu
konuda adım atarak direnişin, ölümlere yol açmadan sonlandırılabileceği
yönünde bir yaklaşım sahibi olduk. Sorunun çözülmesi konusunda
Hareketimizin ortamı yumuşatma çabalarına ve başta BDP olmak üzere tüm
duyarlı kesimlerin, Türkiyeli aydın ve demokratların çabasına zerre
kadar değer vermeyip gerçekten zindanlarda direnenlerin ölmesine, ağır
sakatlanmasına kendisini yatırmıştır. Başbakan Erdoğan bizzat eylemin
ilk gününden ve bugüne değin ağır hakaret ve tahriklerle ortamı germiş,
çıkmazı dayatmıştır.
Karşımızda ölümlerden vicdanı sızlamayan ve
siyasal kazanç elde etmek isteyen sadist bir Başbakan ve tek adamla
yönetilen bir diktatörlük sistemi bulunmaktadır. Tek dil, tek millet
ülküsü tek adam ülküsü olarak şimdi de Türk usulü Başkanlık sistemiyle
yasal hale getirilmek istenmektedir. Başbakan Erdoğan bu çizgisiyle,
Kürt halkının öncü kadrolarını zindanlarda şahadete ulaşmalarını
sağlamak, dışarıdaysa imha operasyonlarıyla özgürlük militanlarını
tasfiye ederek sonuç almayı yeğlemektedir. Oysa zindan direnişçilerinin
canları pahasına ortaya koyduğu tutum, çatışmayı durdurma ve yeni
barışçıl demokratik çözüm sürecinin başlamasına dönük ortam hazırlayan
çok insani bir tutumdur. Kürt halkının en değerli evlatlarının uğruna
yaşamını feda ederek barış yolunu açmak için kendi öz iradeleriyle
başlattıkları bu direnişe Erdoğan’ın sömürgeci faşist şiddeti dayatması
AKP’nin Kürt sorununa yaklaşımını ortaya koymaktadır. Böylece AKP’nin
gerçek yüzü zuhur etmiş, vicdan, hukuk ve ahlaktan yoksun tamamen
zulümle sonuç almak isteyen bir zihniyeti temsil ettiği açığa çıkmıştır.
Geçmişte de çokça denenen bu yolun hiçbir sonuç almayacağı ortadayken,
bundan sonra gerek cezaevlerinde ve gerekse de dışarıda yaşanacak
ölümlerden, şahadetlerden ve olaylardan bizzat Başbakan Erdoğan’ın
kendisi sorumlu olacaktır. AKP’nin bu zulüm siyasetine karşı özgürlük
hareketimiz ve halkımız her biçimde direnecek ve gereken cevabı
vermesini bilecektir. Kanla beslenen bu zulüm iktidarının halkımızın
iradesi karşısında başarısız kalacağı kesindir.
‘DİRENİŞ TOPLUMSAL DÜZEYDE YÜKSELTİLMELİ’
Tüm
yapıcı girişimlerin, çağrıların sonuçsuz kaldığı ve tehlikeli bir hal
alan bu gidişata dur demek için, tek yol direnmek ve mücadele etmek
kalmıştır. Tüm yurtsever halkımız bilmelidir ki, öz evlatları olan
zindan direnişçileri Kürt halkının da kendi dili ve kültürüyle insanca
bir yaşama kavuşmaları için hayatlarını ortaya koymuşlardır. Egemen
güçler tarafından Önderliği ve öncüleri imhaya tabi tutulan bir halkın
özgür olması asla mümkün değildir. Tarihin bu aşamasında Kürt halkı,
Önderliği ve öncüleriyle ancak ve ancak onurlu bir yaşam olanağına sahip
olabilir. Bu gerçekten hareketle dağlarda, şehirlerde başlayan direniş
halkasına zindanlardan katılan yoldaşlarımızın ortaya koyduğu iradeyle
bütünleşmek, direnişi toplumsal bir düzeye çıkarmak temel bir
yurtseverlik görevi haline gelmiştir. Zindanlarda yaşanacak şahadetlerin
önüne geçmek ve şiddet, soykırım politikasına dur demek için başta
Kürdistan gençliği ve kadınları olmak üzere tüm halkımız, Kürdistan’daki
tüm parti ve demokratik kurum-kuruluşları harekete geçmelidir. Kürt
özgürlük hareketinin en değerli kadrolarının adım adım şahadete gittiği
böylesi bir süreçte yurtseverlerin ve kadroların tüm Kürdistan’da ve
yurt dışında cevap olması gereken bir dönemdeyiz. Direniş her yerde
toplumsal düzeyde yükseltilmelidir.
Türkiye’nin birliğinden
bütünlüğünden ve halkların kardeşliğinden yana olan demokratik-devrimci
tüm kesimleri, vicdan sahibi tüm insanları daha aktif devreye girmeye,
Kürt halkıyla omuz omuza faşizme karşı eylem birliğini geliştirmeye
çağırıyoruz! Kazanan halkların özgürlük ve demokrasi mücadelesi
olacaktır.”
ANF
BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Mardin'in Derik ilçesinde
yaptığı konuşmada, "Dilimizi kabul etmeyen, yok sayan, bu halkın
önderine saygı göstermeyen zihniyete, faşist zihniyetlere direnişimizle
Kürdistan'dan defol diyeceğiz" dedi. Gençlere ve metropollerde yaşayan
Kürtlere seslenen Demirtaş, “İdris Naim Şahin copları, panzeri karşımıza
dikebilir; ama biz bunları dinlemeyeceğiz, direneceğiz” dedi.
BDP
Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, PKK'li ve PAJK'lı tutsakların
öncülüğünde PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın güvenlik, sağlık ve özgürlük
koşullarının sağlanması ile anadil önündeki engellerin kaldırılması için
yürütülen süresiz-dönüşümsüz açlık grevlerine dikkat çekmek için, Mardin
M Tipi Kapalı Cezaevi önünde yapılacak mitinge katılım için ilçeleri
gezdi.
Demirtaş ve beraberindeki Mardin Milletvekili Erol Dora,
BDP PM üyeleri, belediye başkanları ve çok sayıda kişi, onlarca araçlık
konvoyla ilk olarak Mazıdağ ilçesinde BDP İlçe Örgütü binasına geldi.
Burada partilileri selamladıktan sonra Demirtaş ve beraberindekiler,
geçtiğimiz hafta polisin attığı gaz bombasıyla başından yaralanan Emanet
Eneş'i Kocakent (Teznê) köyündeki evinde ziyaret etti. Demirtaş,
Eneş'in ailesinden sağlık durumu ile ilgili bilgi aldıktan sonra onlarca
araçlık konvoyla Derik ilçesine geçti.
İlçe girişi ve çarşı
merkezinde halk, BDP'nin seçim otobüsüyle beraber, Kelah Mahallesi
Kaniya Guzê mevkiinde açılan "Direniş Çadırı"na kadar yürüdü. Binlerce
kişi sarı kırmız yeşil flamaları açarak, otobüsü karşıladı. Karşılamada
"Ölümlere izin vermeyeceğiz, taleplere yanıt verilsin, açlık grevi
direnişçilerini selamlıyoruz, anadilde eğitim talebi kabul edilsin,
Öcalan'a özgürlük" pankartı, "Zindan direnişçilerinin kutsal direnişini
selamlıyoruz talepleri taleplerimizdir" dövizi ve 14 Temmuz 1982
tarihinde Diyarbakır Cezaevi'nde başladıkları ölüm oruncunda yaşamını
yitiren PKK'nin öncü kadrolarının fotoğrafları ile Öcalan'ın posterleri
taşındı.
Sık sık "Bijî berxwedana zindanan", "Öcalan", "Bê serok
jiyan nabe", "Direne direne kazanacağız" sloganları atan kitle, alkış
ve zılgıtlarla otobüsten çalan marşlara eşlik etti. Toplanan kitleye
hitap eden BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, böylesine kritik
bir dönemde direnişin sürdüğü günde, Derik'in her köşesinde ortaya
çıkardığı direnişi selamladığını belirterek, "Ama bunu da çok iyi
bilmemiz gerekir ki zindanlarda büyük bir kararlılıkla o kutsal direniş
devam ediyor. Bizler için, Kürt halkı için, sizler için, ortaya çıkan
onurlu değerler için, özgürlük, Kürt sorunun çözümü için bedenlerini
ölüme yatıran, kahramanca direnişi ortaya koyan tutsak yoldaşlarımızı
Derik'ten selamlıyoruz" ifadesinde bulundu.
GENÇLERE ÇAĞRI
Açlık
grevlerinin AKP'nin faşizan politikalarına karşı başlatıldığını; ancak
bunu bitirenin de halkın evlatlarını sahiplenmesi ve onurlu duruşu ile
olacağının altını çizen Demirtaş, "63'üncü gününe giriyoruz, kritik
aşamanın eşiğini aştık, ölümler an meselesi, onun için nasıl ki ilk
günde sizler Kürt halkı ayakta, kararlılığını gösterdiyse bu saatten
sonra daha da çok, saat saat, dakika dakika, saniye saniye direnişlerini
yükseltmelidirler. Çünkü artık saniyeler büyük önem taşıyor. Bu halk
'şantajdır, blöftür, tehdittir, şovdur' laflarına aldırmadan sokaklarda,
elinden ne geliyorsa onun yapılması gerekiyor. Özellikle gençlere çağrı
yapıyorum, sadece Derik'te değil tüm Kürdistan gençliği saniye saniye
alanlarda zindandaki direnişe direniş katalım. Bugünler evde oturma günü
değil, biz direnişimizle 'şov yapıyorlar, şantajdır' diyenlere
meydanlarda direnerek, direnişle nasıl kazanıldığını göstereceğiz"
şeklinde konuştu.
FAŞİSTLERE KÜRDİSTAN’DAN DEFOL DİYECEĞİZ
"Anadilde
savunmayı, eğitimi, kabul etmeyen zihniyette, bu halkın önderine, Kürt
halkının önderine saygı göstermeyen zihniyetlere, faşistlere,
meydanlarda, Kürtlerin olduğu her yerde Kürdistan'dan defol diyeceğiz"
diyen Demirtaş, "Kürt halkının önderine saygı gösterilmesi gerektiğini,
anadilde savunma ve eğitimini kabul ettireceğiz" dedi. Zindanlarda
bulunan Kürtlerin anadilde savunmayı kabul edeceklerse sadece bununla
kalınmayacağını dile getiren Demirtaş, "Biz sadece bununla kalmayacağız,
niye onları zindana attın, bu yoldaşlarımızı niye hukuksuz bir şekilde
cezaevlerine koydunuz, belediye başkanlarımızı, milletvekillerimizi,
çocuklarımızı, siyasetçilerimizi, analar ve babalarımızı niye hukuksuz
bir şekilde zindanlara attıklarını sorgulayacağız ve sonuna kadar da
takipçisi olacağız" diye kaydetti.
ZINDAN DUVARLARI YIKILMIŞTIR
Onurlu
direnişte olan tutsakların yalnız bırakılmaması gerektiğine vurgu yapan
Demirtaş, şunları söyledi: "Birlikte, omuz omuza mücadele vereceğiz.
Analar özellikle analar en büyük bedeli verdiler, evlatlarını vermeye
devam ediyorlar. O analar ki evlatları 63 gündür açlık grevindedir,
direniyor. Şimdi sesleniyoruz, kendi geleceği için değil, ihale,
makarna, kömür, cezaevi koşulları için değil, zindan kapılarında direnen
evlatlarınız için, hangi Kürt rahat uyuyabilir, hangi Kürt rahat yemek
yiyebilir. Benim tanıdığım onurlu bir Kürt evinde duramaz. Evlatlarını
unutmaz, yalnız bırakmaz. İşte biz sizin vekilleriniz olarak da, biz de
onlara bu direnişlerinden dolayı canımız feda olsun diyeceğiz ve onlarla
birlikte, sizinleyiz varız diyeceğiz." Kürtlerin eski Kürt olmadığını
herkesin bilmesi gerektiğine işaret eden Demirtaş, "İşte Hayri Durmuş,
Ali Çiçek, Kemal Pir, Mazlum Doğan; tüm Kürtleri ezmek isteyen güçlere
gösterdiler. Kürtlerin nasıl direneceğini, zindan direnişini nasıl var
ettiğini bir halk olduğunu gösterdiler. Tüm zindanlarda görkemli bir
direniş ortaya koyuyorsak, bu yoldaşların sayesinde olmuştur. Artık
herkes bilsin ki biz ve zindanlar arasında duvar yoktur. Zindanlardaki
direnen yoldaşlarımızla halk buluşmuştur. Zindan duvarları yıkılmıştır"
dedi.
Kürt halkının özgürlüğünün, zindanlardaki açlık grevinin
sonlanmasının Başbakan Erdoğan'ın iki dudağının arasından çıkacak söze
bağlı olmadığına vurgu yapan Demirtaş, özgürlüğü getirecek olanın
zindanlardaki direniş, halkın gösterdiği görkemli direniş olacağını
söyledi. Özellikle metropollerde yaşayan Kürtlere seslendiğini dile
getiren Demirtaş, "Metropollerde yaşayan Kürt halkımıza sesleniyoruz,
sizin ortaya koyacağınız direniş, tavır, belirleyici olacaktır. Herkes,
elinde ne imkan varsa, kullansın. İdris Naim Şahin copları, panzeri
karşımıza dikebilir; ama biz bunları dinlemeyeceğiz, direneceğiz. Çünkü
bu taleplerin kabul edilmesi bu ülkenin geleceğinin aydınlatılması
demektir. Onun için ne zahmetler karşımıza çıkarsa çıksın direneceğiz"
dedi.
Demirtaş'ın konuşmasından sonra seçim otobüsü yoğun ilgiden
dolayı alandan güçlükle çıkarken, kitle PKK ve PKK Lideri Öcalan lehine
sloganlar atarak ilçe çıkışına kadar yürüdü.
Demirtaş, yüzlerce araçlık konvoyla Kızıltepe'ye doğru yola çıktı.
ANF
1 Ekim 1999 yılında Şemdinli’den Türkiye’ye giriş yapan 8 kişilik
birinci Barış Grubu’nda yer alan ve bugün Demokratik Çözüm ve Barış
Meclisleri’nde çalışmalarını sürdüren açlık grevindeki DTK Daimi Meclis
üyesi Seydi Fırat, Türk cezaevlerinde 63 gündür sürdürülen açlık
grevlerinin bir manifesto olduğunu ifade etti. AKP Hükümeti tarafından
açlık grevlerine yönelik geliştirilen tutum ve açıklamaları hakaret
olarak değerlendiren Fırat, “Bu ahlak dışı bir durumdur. Hükümetin
geçmiş zihniyeti tekrar tekrar eylemcilere uygulaması son derece
çirkindir” dedi.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın özgürlük
koşullarının sağlanması ve Kürt dili üzerindeki engellerin kaldırılması
talepleriyle Türk cezaevlerinde bedenlerini ölüme yatıran PKK ve PAJK’lı
tutsaklar öncülüğünde başlatılan süresiz dönüşümsüz açlık grevinde
63’üncü güne girildi. Siyasi tutsakların 12 Eylül’de başlattıkları açlık
grevlerine katılım her gün artarken dışarıda ise 13 DTK Daimi Meclis
üyesi, BDP Eş Genel Başkanı Gültan Kışanak ve BDP’li vekiller ile
Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir süresiz dönüşümsüz
olarak açlık grevlerini sürdürüyor. 1 Ekim 1999 yılında Şemdinli’den
Türkiye’ye giriş yapan 8 kişilik birinci Barış Grubu’nda yer alan ve
bugün Demokratik Çözüm ve Barış Meclisleri’nde çalışmalarını sürdüren
DTK Daimi Meclis üyesi Seydi Fırat, açlık grevlerine ilişkin ANF’ye
konuştu.
‘TUTSAKLARIN AÇLIK GREVLERİ MANİFESTODUR’
Açlık
grevleri Kürt halkının mücadelesi ve Türkiye’deki demokrasi mücadelesi
açısından son derece önemli ve kuşatıcı bir eylem olduğunun altını çizen
Fırat, “Böylesine kırılgan bir dönemde ağır koşullar altında ortaya
konulan açlık grevlerine herkesin saygı duyması ve destek vermesi
gerekiyor. Böylesi bir eyleme güç vermeyen, bu eylemden yana tavır
koymayan güçler anlama yetisini yitirmiş güçlerdir. Bugün Türkiye’deki
siyasal rejim aslında aptallaşmayı yaşıyor. Otoriterleşmenin, baskının
keyfiyeti içerisinde hareket ediyor. Bugün kendisini bu şekilde tatmin
edebilir, açlık grevindekilerin taleplerine karşı ciddi bir düzeyde
şovmenlik yapabilir. Büyük bir iştahla bunu kamuoyuna servis ediyor. Bu
son derece çirkin bir yaklaşımdır. Kürt tutsaklarının açlık grevi
eylemi, bu eylemin amacını anlamamaları yönündeki yaklaşım tehlikeli bir
yaklaşımdır. Biz bu yaklaşım çözümsüzlük yaklaşımıdır. Ve siyasi
tutsakların açlık grevleri bir manifestodur” diye konuştu.
‘TUTSAKLARIN YÜCE SESİNİ HÜKÜMET İSTESE DE KISAMAZ, BU EYLEMİ ENGELLEYEMEZ’
Fırat,
Türk cezaevlerinde bulunan siyasi tutsakların 63 gündür sürdürdüğü
açlık grevlerini deklarasyon olarak yorumlayan ve bu deklarasyona başta
Türkiye’deki demokratik, siyasi çevreler ile aydınlar olmak üzere
herkesin sahip çıkması gerektiğini ifade etti.
Fırat sözlerini
şöyle sürdürdü: “Son derece ağır koşullar ve zulüm altında bu eylem
konuluyor. Açlık grevindeki tutsakların yüce sesini hükümet ne kadar
istese de kısamaz, bu eylemi engelleyemez. Bu sesin ne Türkiye kamuoyuna
ne Kürt halkına ne de uluslararası kamuoyuna ulaşmasını engelleyemez.
Eylemcilerin yüce sesi bugün, hem gök kubbenin altında hem de gök
kubbenin kuşaklarında yankılanıyor. Hükümetin buna karşı her ne kadar
manipülasyon yapıyorlarsa engelleyemedikleri de görülüyor. Bu mümkün
değildir. Çünkü öncelikle eylemcilerin yöntemi son derece etkindir.
İkincisi, eylemcilerin perspektifi, amacı son derece insani ve çözüme
yöneliktir. Bu açıdan eylemcilerin duruşu tüm çözümsüzlük duruşlarını
dize getiren bir duruştur. Hükümet kendini ne kadar güçlü hissederse
hissetsin başarılı olamaz. Hangi araçları kullanırsa kullansın, hangi
şiddet yöntemine başvurursa vursun başarı şansları son derece zayıftır.”
HÜKÜMETİN AÇLIK GREVLERİNE KARŞI YAKLAŞIMI AHLAK DIŞIDIR
Türk
cezaevlerinde bedenlerini ölüme yatıran PKK ve PAJK’lı tutsaklar
öncülüğünde 12 Eylül’de başlayan açlık grevlerine daha fazla sahip
çıkılması gerektiğini vurgulayan Fırat, “Bu eyleme bir biçimde destek
vermek hepimizin boyun borcu ve sorumluluğundadır” dedi.
AKP
Hükümeti tarafından açlık grevlerine yönelik geliştirilen tutum ve
açıklamalara da işaret eden Fırat, bunu eylemcilere karşı bir hakaret
olarak yorumladı ve “Bu ahlak dışı bir durumdur. Hükümetin geçmiş
zihniyeti tekrar tekrar eylemcilere uygulaması son derece çirkindir”
ifadesini kullandı.
Fırat, AKP Hükümeti’nin Kürt halkını ve
taleplerini anladığını ancak anlamazdan geldiğinin altını çizerek,
“Hükümet anlamazdan gelmeyi çok seviyor. Aslında anlıyor ancak anlamamak
bir siyaset tarzı olmuş. Bu geçmişte de çok uygulandı, adeta
kronikleşmiş bir tarz oldu. Her sıkıştıklarında buna başvuruyorlar.
Ancak bu çare değil” dedi.
‘AÇLIK GREVLERİ SORUNUN ÇÖZÜMÜNDEKİ EN DOĞRU YÖNTEMİ ORTAYA KOYUYOR’
Kürt
halkının eskisi gibi olmadığını, hakları doğrultusunda sesini daha
güçlü yükselttiğini belirten Seydi Fırat, “Bir taraftan sorunları
çözmedeki zayıflığı bir taraftan otorite, güç olmadaki yoğunluğu hevesi
aslında siyasi iktidarda bir yarılma yaratıyor. Ve siyasi iktidar bu
yarılmayı demagoji ile manipülasyon ile aşmak istiyor. Ancak bu mümkün
değildir. Bu esas itibarıyla onların çıkmazıdır. Bizim içeride ve
dışarıda sürdürdüğümüz özgürlük, demokrasi mücadelemiz aslında bir
biçimiyle onların bu çaresizliğine yeni bir yaklaşım gösteriyor” diye
kaydetti.
Hükümetin Kürt halkına karşı onur kırıcı yaklaşımlar
sergilediğini ifade eden ve hiç kimsenin buna boyun eğmeyeceğini
söyleyen Fırat, “Sayın Öcalan üzerinde işkence düzeyinde olan ağır bir
tecrit vardır ve bunu kabul etmek mümkün değildir. Cezaevlerindeki
siyasi tutuklularda buna karşı tavır ortaya koyuyor. Bu tavır aslında
sorunun çözümünde en doğru yöntemin ne olduğunu ortaya koyan bir
yaklaşımdır” dedi. Fırat, Türk cezaevlerindeki siyasi tutsakların
gösterdiği bu hayati yaklaşıma herkesin sahip çıkması gerektiğini
söyledi.
Siyasi tutsakların güçlü bir irade göstererek bir halkın
taleplerini dile getirdiklerini ifade eden Fırat, eylemi sahiplenmenin
artık dışarının sorumluluğunda olduğunu kaydetti.
BARIŞ ELÇİLERİNİN MÜCADELESİ TARİHE NOT OLARAK DÜŞTÜ
Barış
Grubu olarak Türkiye’ye giriş yaptıktan sonra cezaevlerine konulan
Barış Grubu üyelerine de dikkat çeken Fırat, Aysel Doğan’ın durumunun
ağırlaştığını belirtti. “Onlar zaten barış için yola çıktılar, mücadele
verdiler. Ancak ne yazık ki hükümet bu barış yaklaşımlarını bir şekilde
etkisizleştirdi. Ve önemli bir kısmını ağır cezalar vererek cezaevlerine
koydu ama onların onurlu mücadelesi devam ediyor. Ve onların barış
elçisi olarak gelişleri, amaçları, mücadelesi tarihe bir not olarak
düştü. Şimdi onlar cezaevlerinde ben de burada eyleme katıldım. Bu aynı
zamanda onlara karşıda bir sorumluluğumdur.”
Fırat son olarak,
içinde bulunulan kritik sürece dikkat çekerek, hükümetin tutsakların
haklı ve meşru taleplerini duymazdan gelerek adım atmamasına karşı halkı
sokağa direnişe çağırdı.
ANF
Türkiye ve Kürdistan cezaevlerinde süren açlık grevleri karşısında
hükümetin aldığı tavır yabancı basının gözünden kaçmıyor. Avusturya’nın
Der Standard gazetesi, ‘Bülent Arınç iyi polisi, Erdoğan kötü polisi
oynuyor’ değerlendirmesinde bulundu. Fransız l’Express dergisi de açlık
grevlerinin Kürtlere karşı baskıcı politikaları nedeniyle eleştirilen
Ankara’yı zora soktuğunu yazdı.
Ülkenin önde gelen
gazetelerinden Der Standard’ın İstanbul muhabiri Markus Bernath
tarafından kaleme alınan ‘Erdoğan Kürt hükümlülere zorla yedirmek
istiyor’ başlıklı haberde, 150 kadar tutuklu ve hükümlünün sağlık
durumlarının tehlikeli aşamaya girdiği belirtildi. Markus Bernath, bir
taraftan Başbakan yardımcısı Bülent Arınç’ın Kürt politikacılarla
sorunun çözümüne yönelik görüştüğünü, diğer taraftan ise Başbakan
Erdoğan’ın ‘şov ve şantaj’ gibi kelimeler kullandığını hatırlattı.
‘ARINÇ İYİ, ERDOĞAN KÖTÜ POLİS’
Erdoğan
ve Arınç için ‘iyi polis-kötü polis’ tespitinde bulunan Avusturyalı
gazeteci, “Hükümetin iki aydır yaklaşık 700 kadar Kürt tutuklunun
sürdürdüğü açlık grevine karşı yaptığı manevra dahilindeki rol paylaşımı
böyle olmalı” dedi. Bernath, Erdoğan’ın yine bu amaçla iç siyasete
yönelik bir tartışma konusu açmak için idam cezasının geri getirilmesini
öne attığını kaydetti.
ERDOĞAN KIZARMIŞ TAVUK BUDU YERKEN…
Markus
Bernath, Erdoğan’ın gerekirse açlık grevindeki tutsaklara müdahale
edileceğine yönelik sözlerinin de özellikle ‘aydın Türklerde’ kötü
anıları tekrar yeşerttiğinin altını çiziyor. 2000 yılındaki 'Hayata Dönüş
Operasyonu’nu tırnak içerisinde veren Bernath, operasyonda onlarca
tutsağın yaşamını yitirdiğini hatırlattı.
Gazetenin Erdoğan’ın
“kızarmış tavuk budu” yerkenki bir fotoğrafını kullanması dikkat çekti.
Erdoğan, açlık grevlerine tepki gösterirken BDP’lileri “kebap” yemekle
suçlamıştı.
‘AÇLIK GREVİ TÜRK OTORİTELERİ ZORA SOKTU’
Öte
yandan Fransa’nın önde gelen haftalık dergilerinden l’Express de açlık
grevleri ve idam tartışmalarına yer ayırdı. İdam tartışmalarının
Ankara’nın Kürt sorununda giderek sertleştiği bir dönemde geldiğine
dikkat çeken l’Express, tutsakların açlık grevinin ikinci ayına
girdiğini de hatırlattı.
Cumartesi’den bu yana BDP’den
milletvekillerinin de tutsakların ‘hareketi’ne destek verdiği kaydedilen
l’Express’in haberinde, Erdoğan’ın şantaj ve şov benzetmelerine yer
verildi. Bu sözlerin hemen akabinde ise, açlık grevlerinin ‘Kürt
azınlığa karşı baskıcı politikası’ nedeniyle çokça eleştirilen Türk
otoriteleri oldukça zora soktuğu yorumu yapıldı.
ANF
Cahit MERVAN
Türk başbakanı Tayyip Erdoğan ilk önce partisinin Kızılcahamam
toplantısında, daha sonra Türkiye’den kilometrelerce uzak turistik Bali
adasında ve en son Skorsky tipi helikopter de ölen askerlerin cenaze
töreninin ardından idam ipini sallamaya başladı.
Türk başbakanı
idam sehpası kurmak istiyor. Bir cellat başı gibi bu sehpada
muhaliflerini sallamak istiyor. Ancak Erdoğan bir gerçeği unutuyor.
Tarih bir cellat başı gibi ortaya çıkan giyotin ve idam sehpaları kuran
ve daha sonra bizzat kendisi ‘kurban’ edilen kişilerle doludur.
Osmanlı
tarihinde hiçbir padişah, sadrazam, vezir eceliyle şöyle ‘ağız tadıyla’
yatağında ölmedi. Öldürüldü. Ya zehirlendi, ya başı baltayla vuruldu,
ya boğularak bir çuval içinde İstanbul boğazının serin ve derin sularına
bırakıldı, ya da halkın gözleri önünde kurulan bir idam sehpasında can
verdi. Hepsi bir öncekini infaz ederek iktidara yürüdü. Bir gün zehirli
bir yiyeceğin, keskin bir balatanın ya da yağlı bir urganın kurbanı
olacaklarını düşünmemişlerdi herhalde.
Osmanlı padişahları gibi
Fransız Maximilien Robespierre de binlerce insanı giyotine gönderirken o
yağlı, keskin bıçağın bir gün kendi boynuna da ineceğini hiç
düşünmemişti. Robespierre mahkemeler aracılığıyla sayıları bugünde dahi
tespit edilemeyen, kimi kaynaklara göre 40 bini bulan her meslek
grubundan, kadın ve erkeklerin boynunu büyük bir soğukkanlılıkla
giyotinde vurdurttu. Bunu sözde ‘terörün yükselişini’ önleme adı
altında yaptı. Ancak giyotin o keskin bıçağını bir gün de onun için
biledi. Ve 28 Temmuz 1794’te başını gövdesinden koparıp aldı.
Robespierre’den
yaklaşık 140 yıl sonra Almanya’da Adolf Hitler peş peşe girdiği
seçimlerde partisinin oyunu hızla artırdı. 1933 yılının Mart ayında
Potsdam Garnizon Kilisesi'nde düzenlenen bir törenle başbakanlık
görevini ‘üstlendi’, daha doğrusu gasp etti. Bu ‘muhteşem’ Nazi
törenine Hitler frak giymiş halde katıldı. Dönemin Alman cumhurbaşkanı
Von Hindenburg'a oldukça nazik davrandı. Belki o salonda olan hiç kimse
bu Avusturya asıllı Alman’ın ve ekibinin çok hızlı bir şekilde tarihte
eşi benzeri görülmemiş bir kıyım tezgahı kuracağını bilmiyordu. Tahmin
bile edemezlerdi.
Hitler, Fransa’nın Robespierre’si gibi giyotin
kurma işiyle zaman öldürecek değildi elbet. Öldüreceği, infaz edeceği
insan sayısı milyonları bulduğu için tek tek, daha sonra toplu olarak
kurşuna dizmekten vazgeçti. Gaz odaları kurdu. Yüz binlerce insanı gaz
odalarında diri diri öldürdü. Ve Krematoryum fırınlarında yaktı.
Hitler’in
can dostu, ülküdaşı ve müttefiki namı değer Duce Benito Mussolini ise,
aynı tezgahı İtalya’da kurmuştu. İktidarının çöktüğü ve bir Alman
subayının üniformasını giyerek İtalya’dan kaçmak istediği zaman, kurduğu
faşist mahkemelerde idama mahkum ettiği insanların sayısını artık
bilmiyordu. Dahası bir gün kendi hakkında da bir mahkemenin ölüm kararı
alacağını hiç düşünmemişti. Çünkü o İtalya’nın ölümsüz ve sonsuza kadar
yaşayacak olan biricik Duce’siydi.
Ama hayat acımasızdı. ‘Rüzgar
eken fırtına biçer’ misali, o da ektiğini biçecekti. İkinci Dünya
Savaşı sona doğru giderken diktatörlüğü çökmüş ve kendisi bir grup
Partizan tarafından saklandığı saman yüklü bir arabanın içinde
bulunmuştu. Hakkında ‘devrim mahkemesinin’ verdiği idam kararı orada
uygulandı. Ve İtalya’yı titreten, idam sehpaları kuran Duce ibreti-alem
olsun diye ayağından bir iple Milano meydanında asılarak teşhir edildi.
İp bu kez gelip Mussolini’yi bulmuş ve onu ayaklarından Milano
meydanında sallamıştı.
Cesedi ipte sallanan Mussolini’nin
akıbeti en çok ülküdaşı Hitler’i ürkütmüş olsa gerek. Hitler ele
geçmemek için, yargılanmamak, daha sonra bir ipte sallanmamak veya bir
askeri birlik tarafından kurşuna dizilmemek için savaşın son
saatlerinde, Berlin’de saklandığı ininde eşiyle birlikte intihar etti.
Cesetleri ise birkaç asker tarafından yakıldı. Halbuki dünyanın en güçlü
‘führeri’ idi. Dudağının arasından çıkan her kelime yüzünü dahi
görmediği, adını dahi bilmediği yüz binlerce, milyonlarca insanın
kaderini değiştiriyordu. Bir söylentiye göre ayaklarından Kızıl
Meydan’da ipte sallandırılmasın diye cesedinin yakılmasını kendisi
istemişti. Her halde Hitler öldükten sonra da ipin onu rahat
bırakmayacağını düşünüyordu.
Peki neredeyse Hitler’den
Mussolini’den bir çeyrek yüz yıldan sonra sayısız idam sehpası kuran,
infaz mangalarını harıl harıl çalıştıran, soykırımcı Saddam Hüseyin’in
iple olan buluşmasına ne demeli? İdam kararı imzalamaktan, öldürmekten
yorgun düşmüş Saddam’da, her halde bir gün iple bu kadar yakın bir kader
paylaşacağını düşünmemişti. Çevresinden hiç kimse onun yağlı urganın
boynuna dolandığını anlattığı bir rüyasını duymamıştı.
Ama oldu.
Yağlı urgan onu da geldi buldu. Hem de daha önce onun emriyle
başkalarını salladığı için, bu kez onu salladı. Saddam’da
Robespierre’nin, Mussolini’nin, Hitler’in yazgısını paylaştı.
Cumhuriyetin
kuruluşuyla birlikte şimdi Ankara’nın başkent, Erdoğan’ın ise başbakan
olduğu ülkede idam sehpaları sık sık kuruldu. İstiklal mahkemelerinin
verdiği kararlar doğrultusunda muhalifler, Kürt liderler ve
taraftarları topluca idam edildi. Cellatlar o kadar titiz çalışıyordu
ki, Kürdistanlı lider Seyit Rıza’yı idam etmek için yaşını küçülttüler,
oğlunun ise yaşını büyüttüler.
Devlet bu geleneğini bozmadı.
Kendi başbakanını da ipte salladı. Daha sonra idam sehpası üç fidan için
kuruldu. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan için. Onlar
korkusuzca davaları uğruna cellada iş bırakmadan sehpalarını devirdiler.
Dönemin ‘balyoz’ lakaplı başbakanı Nihat Erim aradan dokuz yıl sonra
bir deniz kulübünün kapısının önünde otomobilinden indiği sırada
öldürüldü. Artık ‘erim erim eriyesin’ türküsüne gerek kalmamıştı.
12
Eylül 1980’de yönetime el koyan generaller de idam sehpasını kurmakta
gecikmediler. Önlerine gelen kararnameleri imzaladılar. Erdal Eren tıpkı
Seyit Riza’nın oğlu gibi yaşı küçük olmasına rağmen, büyütülerek idam
edildi. Çünkü generaller ‘asmayalım da, besleyelim mi’ fikrine sıkı
sıkıya bağlıydılar. İdam kararı alan generallerin bir kısmı tıpkı
İstiklal mahkemelerini kuran Atatürk ve arkadaşları gibi onlarca,
yüzlerce, binlerce hatta yüz binlerce insanın, farklı inanç ve etnik
topluluğun, farklı dillerde ve inançlarda bedduasını ve lanetini alarak
‘ecelleriyle’ bu fani dünyayı terk ettiler. Kenan Evren ise halen
yaşıyor. Adına yaşamak denirse eğer.
Şimdi bu lanetli yoldan
Türk başbakanı Tayyip Erdoğan yürümek istiyor. Yürüyor da. İktidar hırsı
gözlerini kör etmiş. Kalpsiz ve akılsız bir diktatöre dönüştürmüş onu.
Rehin aldığı binlerce insanın ölümünü seyretmekten zevk alacak kadar da
vicdansız bir diktatör. Kürtler için idam sehpaları kuracağını söylüyor.
Bir zindancı başı gibi, bir cellat gibi ip elinde ha bire bir o tarafa,
bir bu tarafa sallayıp duruyor. Bununla yükseleceğini, büyüyeceğini
düşünüyor.
Halbuki tarih bu zindancı başlarının küçüldüğü, idama gidenlerin ise büyüdüğü anlarla yazılıyor.
Örneğin
14 Nisan 1925 sabahı Bitlis'te Kürt liderlerden Yusuf Ziya Paşa,
Cibranlı Halit Bey, Teğmen Ali Rıza Bey, damadı Faik Bey ve Molla
Abdurrahman ile birlikte idam edildiği zaman ‘ne mutlu benim gibi
birisine sizin gibi alçaklara böylesine yüksek bir yerden bakıyorum’
diyecekti.
Veya TBMM 1. dönem Lazistan vekili Ziya Hurşit 1926
yılında 13 arkadaşıyla birlikte Atatürk’e suikast düzenlemekten idam
sehpasına yürürken ‘beni o kadar yükseğe asın ki, beni asanlar
ayaklarımın altında kalsın’ diyecekti.
Geçmişte idam sehpaları
kuranlar lanetle anıldı. İdam edilenler ise rahmetle. Bu kural
değişmedi. Bir şey daha değişmedi: Nasıl ki giyotin en çok onu kullanan
Robespierre’nin boynunu vücudundan ayırdıysa, nasıl ki bir ip
Mussolini’yi Milano meydanında ayağından salladıysa ve nasıl ki o yağlı
urgan Saddam Hüseyin’i gelip bulduysa, zulüm zulmedenin yanında kar
olarak kalmadı.
Bir gün, hatta öldükten sonrada onu gelip
buldu. Çünkü ip sallanmaya görsün, kimin boynuna kimin ayağına
takılacağı hiç ama hiç belli olmaz.
ANF
İlk açlık grevi başlayalı iki aydan biraz fazla zaman geçti. Bu zaman
içinde açlık grevine katılanların sayısı arttı, ülkenin neredeyse her
yanındaki protestoların yanı sıra Kürtlerin ve Türklerin bulunduğu
neredeyse tüm ülkelerde gösteri yürüyüşleri ve dayanışma grevleri
yapıldı. Çeşitli partiler ve uluslar arası kuruluşlar açlık
grevcilerinin isteklerinin dikkate alınması için hükümete çağrıda
bulundular.
AKP de tutumunu bazen ikircikli de olsa belirledi:
idamla tehdit etti, müdahale ederiz dedi, Kürtçe savunma serbest
bırakılacak dedi ve ne yaparsanız yapın dedi…
Yoğun olaylarla dolu geçen iki ayın üzerine genel bir değerlendirme yapılacak olursa:
Birincisi:
Eski bir deyimle söylenecek olursa, Mısır’daki sağır sultan bile Kürt
halkının anadilde eğitim ve Öcalan’a uygulanan tecridin kaldırılması
isteğini duydu ve buna hak verdi.
İkincisi: Henüz kesin karara
bağlanmamış olmakla birlikte mahkemelerde Kürtçe savunma yapmanın
sağlanacağı açıklandı. Bu açıklamadan geri adım atabilmeleri zor
görünüyor. Hemen uygulamayabilirler, biraz direnebilirler ama bunu fazla
sürdüremezler.
Mahkemelerde Kürtçe savunma yapılabileceğinin
kabul edilmesi (bu konuda herhangi bir şart söz konusu değil, Türkçe
bilenler de Kürtçe savunma yapabilecek) Kürtçe eğitim yönünde atılmış
önemli bir adımdır. AKP bunu bildiği için bugüne kadar mahkemede Kürtçe
savunma yapmayı ya Türkçe bilmemek şartına bağlamış ya da tümden
reddetmişti.
Mahkemelerde Kürtçe savunma yapılabilmesinin kabul
edilmesi, öncelikle bu dilin kamusal alanda kullanılmaya başlanması
anlamına gelir.
Ek olarak, çok sayıda Kürtçe çevirmenin eğitilmesi gerekecektir.
Kürtçe
bilen herhangi bir kişiyi mahkemeye getirip çevirmenlik
yaptıramazsınız. Kürtçe-Türkçe ya da tersi yönde çeviri yapacak
olanların iki dili de iyi bilen yeminli çevirmenler olması gerekir.
Bunların eğitilmesi ve ilgili sınavlardan geçirilerek
görevlendirilmeleri gerekecektir.
Almanya’da yeterli Almancası
olmayan bir Türk ya da Kürt için mahkemenin görevlendirdiği çevirmen
hangi kıstaslara göre yetişmiş ise, bizde de aynısı olacaktır.
Bu uygulama Kürtçe eğitimin yolunu açacaktır.
Bu
yolun kendiliğinden açılmayacağı, çeşitli gerekçelerle engellemeler
yapılacağı bellidir. Bu konuda eskisi kadar direnilemeyeceği de
bellidir.
Yirmi yılda “Kürtçe diye bir dil yoktur” anlayışından
bugüne gelinmiştir ve bundan sonrasının da gelmesi eskisi kadar zor
olmayacaktır.
Bu ülkede her şey direnerek elde ediliyor.
Hükümetler
her hak isteğine karşı çıkıyor, doğal bir hakkı bile tanımamak için
ısrar ediyor, direniş sonucu kabullenmek zorunda kalıyor ve bu kez henüz
gerçekleşmemiş başka isteklere hayır demeye başlıyor.
Mahkemelerde
Kürtçe savunma yapılmasını kabul ettiğiniz ya da kabullenmeye çok
yaklaştığınıza göre, bu konuda neden bu kadar direndiniz?
Kendisine hukukçu denilen bazı kişiler neden böyle bir hakkın olamayacağı konusunda açıklamalar yaptılar?
Yirmi-otuz yıl önce de bazı profesörler Kürtçe diye bir dil olmadığı konusunda açıklamalar yaparlardı.
Rezalet sürekli olarak kendini tekrar ediyor, sadece konu değişiyor.
Talep
önce reddediliyor, ısrarlı direniş sonucu kabul ediliyor, ardından “o
halde biz bu talebe karşı neden direndik” diye sorulmuyor ve başka bir
konudaki talep reddedilmeye başlanıyor.
Yirmi yıl önce
federasyondan söz eden kişi zamanın Türk Ceza Yasası’nın 159. maddesi
gereğince “bölücü propaganda” yapmaktan yargılanırdı.
Şimdi kulaklar ve beyinler bu kelimeye alıştı; konuşuluyor ve tartışılıyor.
Yıllardan beri kendini tekrar eden bu süreci yaşıyoruz.
Süreç aynı, sadece ön plandaki konu değişiyor.
Görünen odur ki, bundan sonra da yaşayacağız.
Uzun bir yol gelindi, ama önümüzde daha uzun bir yol var.
Eskiden ancak hayal edilebilen kazanımlar yavaş da olsa gerçek oluyor ya da en azından gerçek olabilecekleri görülüyor.
Bu çerçevede dikkat edilmesi gereken birkaç önemli nokta öne çıkıyor:
1.
Bilinen bir şey olmakla birlikte sürekli tekrarlanması gerekecek
derecede önemlidir: hiçbir zaman sadece kendinle meşgul olma, sürekli
olarak karşıdakinin ne yaptığına dikkat et.
Türk halkı
psikolojik olarak savaştan yorgun düşmüş durumda ve bu yorgunluk kendini
aldırmazlık olarak gösteriyor. Hiçbir şeye aldırmıyor. Ölümler
kanıksanmış durumda ve savaş uzadıkça bu yorgunluk artıyor.
2.
AKP bunu gördüğü için süreci kısaltmak ya da kısa sürede kendine uygun
sonuç almak istiyor. Bu amaçla kışkırtıyor, tahkir ediyor ve sürekli
olarak Kürt özgürlük hareketini ve Türkiyeli sosyalistleri kendi
istediği alana çekerek orada savaşmaya zorlamak istiyor. Bir yöntem
tutmazsa vazgeçiyor, başkasını deniyor.
3. Recep Tayyip
Erdoğan’ın hemen her konuda görülen tipik bir yöntemi var: her konuyu
tırmandırmaya ve kesin bir çatışmaya götürmek istiyor. Anlaşılabilir bir
psikoloji çünkü insanlar artan oranda bu savaştan yoruluyorlar.
Bıkkınlık her tarafa yayılıyor, “çözün artık bu konuyu” sesleri
yükseliyor, ama nasıl çözüleceği konusunda somutluk bulunmuyor.
4.
Bu durumda yapılması gereken gücümüzü olabildiğince rasyonel kullanmak,
kesin çatışmalara girmekten, gücü bir alana yığmaktan kaçınmak ve bu
şekilde ilerlemektir.
Gerilla savaşının bilinen kuralıdır ve bu
kural sadece kır gerillasında uygulanmaz. Genel olarak politikanın da
gerilla savaşı vardır:
Rakip kesin çatışma istiyorsa, ona bu
fırsatı vermeyeceksin; rakip acele ediyorsa, sen etmeyeceksin; rakip
yorulacak, sen diri kalacaksın.
Hiçbir zaman gücü tek konuda, tek alanda yoğunlaştırmayacaksın.
Karşımızdaki politika açık: hemen o konuda kesin çatışma aranıyor.
Arasınlar, biz onların istediklerini yapmak zorunda değiliz.
Politikanın çok önemli bir kuralıdır:
Sadece senin ne yaptığın önemli değildir, karşı tarafı ne yapmaya mecbur bıraktığın da önemlidir.
Bu yapılabildiği oranda genel politik alan hakimiyeti sağlanır.
Hükümet
açmazdadır. Şu veya bu alanda ilerde sürekli olarak kullanabileceği bir
başarı kazanmak istiyor. Bu nedenle sürekli olarak gerginliği
tırmandırma politikası izliyor.
Ona bu fırsatı vermemeliyiz.
ANF