Günay ASLAN
Nietzsche, ‘canavarla savaş ama, canavara benzeme’ diyor.
‘Lanetli
düşünür‘, insanın zaman içinde savaştığı düşmanına benzemesi tehlikesi
olduğunun altını çiziyor ve bu konuda dikkatli olunması gerektiği
öğüdünü veriyor.
Nietzsche’nin öğüdüne içinden geçmekte olduğumuz dönemde her zamankinden daha çok ihtiyacımız var!
Zira,
Kürtlerin Türk devletine karşı verdikleri mücadelede sahip oldukları en
büyük güç ahlaki üstünlükleridir ve bunun devam etmesi gerekmektedir.
Ahlaki üstünlük Kürtlerin biricik gücü ve aynı zamanda özgür geleceğidir.
Bu nedenle şartlar ne olursa olsun bunu gölgeleyecek eylem ve yaklaşımlardan özellikle kaçınmak gerekiyor.
Kirli
savaşla alakası olmayan, hatta o savaşın mağduru durumundaki insanların
zarar görmesine yol açan vicdan yaralayıcı eylemler, Kürtleri haklı
kavgalarında haksız konuma düşürmekten; meşru özgürlük mücadelelerini
gölgelemekten başka bir sonuç vermez.
Bu nedenle Antep’teki
bombalı saldırıyı kınamak kadar, ikircikli davranmamak, karşı tarafının
psikolojik saldırılarına endeskli olmadan yapılması gerekeni yapmak,
atılması gereken adımları hızla atmak gerekmektedir.
Kurulduğu
günden bu yana Kürtlere karşı insanlık suçları işleyen;
Koçgiri’de,Piran‘da Ağrı’da, Zilan’da, Dersim’de, Sefo Deresi’nde ve son
olarak da Roboski’de genç yaşlı, kadın çoluk çocuk demeden insanları
topluca katleden Türk devletinin ve eline masum Kürtlerin kanı bulaşan
AKP Hükümeti’nin geniş kitleleri savaş konseptine dahil etme çabasının
önü ancak, bu şekilde kesilebilir.
Kitleleri yedeklemesinin
fırsat verilmemesi halinde, Kürt halkına karşı uyguladığı ‘milli
politikası‘ çöken devletin ve onun Kürdistan’daki son kalesi olan AKP
Hükümeti’nin işi daha da güçleşecektir.
AKP’nin PKK’ye boyun
eğdirme stratejisi olarak devreye soktuğu ‘güvenlik politikası‘ da bu
sayede kısa sürede tarihin çöp sepetine gidecektir.
Bu anlamda
KCK’nin yaptığı, ‘Antep saldırısı AKP’ye yaramıştır‘ açıklaması
önemlidir. Açıklamada ifade edildiği gibi içinde düştüğü çöküntünden
kurtulamayacağını gören AKP, bu saldırıyı fırsat olarak değerlendirmiş
ve şanına yaraşır bir pişkinlikle sivillerin canı üzerinden kirli
oyunlar tezgahlamanın çabasına girişmiştir.
Antep saldırısını Kürt halkına karşı yeni bir saldırı dalgasının zemini yapmak istemiş, yeniden atağa geçmiştir.
AKP,
görünürde karşı çıksa da ömrünü uzatmak, önümüzdeki yıl yapılacak olan
yerel seçimleri ve arkasından yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimini
kotarmak amacıyla Türkiye’yi Olağanüstü hal ya da sıkıyönetime
süreklemek istemektedir.
Zira, iki yıl öncesinin Anayasa
Referandumu ile bir yıl öncesinin genel seçimleri döneminde olduğu gibi
yeni bir ateşkes artık söz konusu değildir. Savaşın yayılması halinde
yerel seçimler gibi Cumhurbaşkanlığı seçimi de riske girecektir. Savaş
ortamında bu seçimler mümkün görünmemektedir.
AKP’nin Antep’te
yan yana dizilmiş cenazelerin başında Türkiye‘ye saf tutturması ve
devletin zirvesini oraya yığması bu yüzdendir.
Tabii, Olağanüstü
hal ya da sıkıyönetim de AKP’yi kurtaracak değildir. Ne de olsa
Türkiye’nin Kürt krizi diyalog ve müzakere dışında çözülemeyecek bir
aşamaya gelmiştir.
Sorunun muhatabı PKK artık bölgesel bir iradedir ve sorun da hem bölgesel hem de küresel bir meseledir.
Süreç
de Kürtlerin lehinedir. Türkiye ise çözümsüzlüğü daha fazla sürdürmesi
söz konusu bile değildir. AKP kısa sürede ya pes edecektir ya da
kendisiyle birlikte Türkiye’yi de felakete sürükleyecektir. Üçüncü bir
yol bu şartlarda mümkün değildir.
30 yıllık savaşın sarstığı ve
yıpratığı Türk ordusu da savaş arzusunu yitirmiştir. Ordu moralsizdir.
AKP orduyu kendi siyasal hedeflerini gerçekleştirmek amacıyla savaşla
bir süre daha yormak ve yıpratmak istemektedir ancak, bundan daha
fazlası Halepçe benzeri kimyasal katliamlar ve ‘ulusal boğazlaşmalar‘
dışında mümkün değildir.
Dolayısıyla kim yapmış olursa olsun,
AKP‘nin psikolojik açıdan avantajlı hale gelmek amacıyla pişkince
kullandığı sivillere yönelik eylemlere herkesten önce Kürtlerin kararlı
bir şekilde karşı çıkmaları, ahlaki üstünlüklüklerini korumaları
gerekmektedir.
Son olarak; Türklerin, Kürtlerin ve o topraklarda yaşayan herkesin çektiği bütün acıların kaynağı Türk devletidir.
Onun ırkçı, inkarcı, imhacı canavar sistemidir.
Ve artık, canavarın da ömrü tükenmiştir.
Kürtlerin şahsında şimdi insanlık galip gelecektir.
Herkesin özlemi olan barış, özgürlük, refah ve demokrasi de Anadolu ve Mezopotamya topraklarına bu sayede gelecektir.
gunayaslan@hotmail.de

İran’a yönelik olası bir müdahalede en önemli noktalardan biri bu
ülkenin enerji kaynaklarının devre dışı kalması ve dünyada deniz yoluyla
taşınan petrolün yüzde % 40’ının geçtiği Hürmüz Boğazının durmasının
yaratacağı sonuçlardı. Bu ikisi Avrupa endüstrilerini çökertebilir ve
dünyayı enerji ve dolayısıyla ekonomik krize sürükleyebilirdi. Bu
sorunun aşılabilmesi için Amerika Birleşik Devletleri dünya ekonomisinin
kaderi gibi görünen Hürmüz Boğazının çevresinde tarihin en büyük
küresel enerji oyununu kurdu. Amaç dünya ekonomisini en kötü senaryoya
karşı hazırlamaktır. Zaten Avrupa’yı da Tahran’a karşı yaptırıma bu
proje ile razı edebildi.
Bu oyun alternatif kaynakların
aktifleştirilmesi ve üretimlerinin artırılması, Boğaza Alternatif Enerji
boru hatlarının yeniden yapılandırılması ve küresel enerji fiyatlarının
kontrol altında tutulmasını içeriyor.
Konu hakkında görüşlerine
başvurduğumuz RusEnergy şirketinin ortağı ve analizcisi Mihail Krutihin
Amerika Birleşik Devletlerinin dâhi iç tüketimi durdurup neredeyse
sadece ihracat için üretmeye başladığını söylerken, fiyatlardaki
istikrarsızlıktan sadece İran değil tüketici ülkelerdeki geçici ekonomik
durgunluğun rolü olduğunu ifade etti.
OPEC KURULUŞ STRATEJİSİNİN TERSİNE DÖNEBİLİR?
137
milyar varillik rezerve sahip İran tek başına dünya küresel petrol
üretiminin yüzde 5’ini, gazın yüzde 6’sını karşılıyordu. Yani petrol
piyasasının yüzde 9,3’üne sahipti. Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü
(OPEC) içindeki payı ise % 12.
Washington yaptırımları kararlı
biçimde artırarak İran’ın ham petrol üretimini 2002 yılından bu yana en
düşük seviyeye geriletmeyi başardı. Bu açığı kapatmak için Suudi
Arabistan son 30 yılın en yüksek petrol üretimini gerçekleştirdi.
Haziran ayında günlük ortalama petrol üretimini yüzde 3 artırarak 10,1
milyon varile çıkardı.
Bölgedeki diğer alternatif kaynaklardan
Libya'nın ham petrol üretimini hızla artırarak devrimden önceki düzeyine
ulaştı. Daha ülkedeki iç karışıklıklar sürerken ham petrol üretimi
günde 1,5 milyon varile ulaştı. İç savaştan önce üretim 1,6 milyon
varildi. Libya’daki yönetim değişikliği hidrokarbon ihracatı konusunda
gözlerden uzak tutulan stratejik bir değişikliğe de yol açıyor. OPEC’in
kriz sonrası aldığı üretim sınırlaması ile ilgili kararı kaldırdı
böylece OPEC’in enerji üretimi konusunda ortak strateji sürdürme
yeteneğinin kırılmasında önemli bir rol oynadı.
İran Venezüella
ve Ekvator'u da yanına alarak 14 Haziran günü Viyana’da toplanan OPEC
petrol bakanları toplantısında üretim kotasının düşülmesini istedi
(böylece fiyatları istikrarsızlaştırabilecekti). Ancak Suudi Arabistan
önderlik ettiği diğer ülkeler bu kotanın muhafaza edilmesini istedi.
OPEC’in günlük üretim kotası korunduğu sürece diğer ülkeler İran’dan
dolayı ortaya çıkan boşluğu doldurmak zorunda. Riyad zaten Haziran
2011’de OPEC toplantısını beklemeden üretimi arttırmıştı. Riyad ile yeni
Trablus’un tutumları sürerse OPEC stratejik ortaklığının kuruluş ilkesi
olan (ve küresel şirketler tarafından kırılamayan) anti sömürgeci duruş
zedelenir. İran gerginliği bu örgüt için kötü bir sınav oldu.
Üretim
konusunda diğer değişiklik Amerika Birleşik devletlerinden geldi. Bu
ülke üretimi arttırıp iç tüketimi azalttı ve ağırlığı ihracata verdi.
Zaten Nisan’daki G8 toplantısında üretimi artırma önerisinde
bulunulmuştu. Bu konuda görüşlerine başvurduğumuz RusEnergy’nin
analizcisi Krutihin şöyle diyor: “Bu yaptırımlar pazara ciddi etkide
bulunmadı çünkü birçok ülke petrol rezervleri bulunmaktadır ve ajansın
söylediği gibi İran’dan ihracat durur yâda körfez kapatılırsa bile büyük
sıkıntı yaşanmayacak ama petrol rezervleri de ancak bir aya yeter. Bu
tür yaptırımlar ve kararlar birkaç gün için geçerli oluyor buda yeni
ihracatçıların devreye girmesi için yeterli zaman kazanmak içindir.
Yoksa söz edilen küresel kaynaklar değil”
Petrol üretimini
artıran sadece Suudi Arabistan ve Libya değildi, ABD’de aynı yolu
izledi, petrol üretimi 6 milyon varili buldu. Bu da son 14 yılın en
büyük seviyesine işaret ediyor.
ALTERNATİF BORU HATLARI YAPILANDIRILIYOR
Bunun
üzerine Tahran Hürmüz boğazını kapatma konusundaki yasayı mecliste
onaylamıştı bile. ABD ise boğazın kapanması halinde savaşın başlayacağı
tehdidinde bulunsa da önemli olan petrol kazanı olarak bilenen bu
bölgenin alternatif hatlara kavuşturulmasıydı, yani Hürmüz Boğazına
olan ihtiyaçlarının asgariye indirilmesiydi.
Tedbir olarak Suudi
Arabistan ve Arap emirlikleri yeni boru hatları çalışmalarının
hızlandırılması oldu. Arap Emerlikleri 15 Temmuz da petrolü batıdaki
sahalardan doğu kıyısındaki depolama tesislerinin bulunduğu Fuceyra
limanına götürecek olan 370 km uzunluğundaki yeni boru hattını açtı.
Açılışa Exxon, Mobil, Shell ve Total şirketlerinin temsilcileri katıldı.
Bu hat ilk aşamada günde 1,5 milyon varil ham petrolü (ihracatın %
65’i anlamına gelmektedir) aktarabilecek.
Suudi Arabistan aynı
dönemde Fuceyra limanının diğer tarafındaki Arap yarımadasında da
alternatif bir boru hattı için çalışmalar başlamıştı. Suudi Arabistan
Basra Körfezi yakınından Kızıldeniz kıyısındaki Yanbu'ya uzanan
doğu-batı doğal gaz hattını, petrol hattına dönüştürdü. Suudi
Arabistan’ın bu hattın dışında 3 milyon varil petrol ihraç eden başka
bir boru hattı daha var. Bu iki Arap ülkesinin Hürmüz boğazının
dışındaki petrol borularını debileri 6,5 milyon varil düzeyine ulaşıyor,
ki bu Hürmüz Boğazından geçen kaynakların % 40’ına denk geliyor.
Suudi Arabistan’ın daha önce durdurulan iki yedek boru hattını daha yeniden yapılandırma kararı aldı.
Tüm
bunlar körfeze alternatif hatların ve dolayısıyla olası korkunç savaşta
enerji akışının devam etmesi için gerçekleştirildi. Eğer tüm bunlar
devreye girerse boğazın (bir tehdit olmaktan çıkaracağı için)
kapanmasının önünü alabilir. Bazı politik analizciler bugüne kadar
savaşın başlamamasının sebebinin bu boğaz olduğunu, dolayısıyla bu
düzenlemelerin müdahaleyi yakınlaştırdığını belirtiyorlar.
FİYAT İSTİKRARSIZLIĞI ÖNLENEMEDİ
Oyunun
diğer önemli bir ayağı ise fiyat istikrarı üzerindeki kontrolün
sürdürülmesi olarak dikkat çekiyor. RusEnergy bu konuda şunları
belirtiyor: “Arap ayaklanmaları Petrol üretimini düşürdü ama savaştan
hemen sonra yeniden hızla artarak çatışmalardan önceki seviyesine
ulaştı.
Fiyatlardaki istikrarsızlığın sebebi tüketici
ülkelerdeki ekonomik dengesizliktir. Şu anda enerji tüketimini
azaltıyorlar. Bunların en başında da Amerika Birleşik Devletleri
geliyor. Bu ülke neredeyse sadece ihracat için üretmeye başladı. Bunu
sebebi enerji ithal eden yani tüketici ülkelerdeki geçici ekonomik
durgunluktur.”
Ancak fiyat kontrolü o kadar kolay görünmüyor.
Yaptırımlardan sonra Suudi Arabistan ve Libya sahasında üretimin
düzenlenmesi fiyat istikrarını sağlayamadı. Bundan en fazla da bir
yandan borç kriziyle boğuşan bir yandan petrol ithal eden Avrupa
etkileniyor. Çünkü Suudi Arabistan’da üretilen petrol İran’dan ithal
edilenden daha pahaya mal oluyor. Örneğin İran petrolünün varil fiyatı
106,1 dolar iken Suudi Arabistan 107, 5 dolardı. Avrupa İran’dan 35,5
milyon ton petrol alıyor, yani bu bölgenin 365 milyon dolar mali kaybı
yaşanıyor. Burada ortaya çıkacak dengesizlik Uluslararası Para Fonuyla
(IMF) dengelenmeye çalışılıyor. Örneğin fiyatlar geçen seneden bu yana
ortalama % 15 düzeyinde yükseldi( Hatta Türkiye Enerji ve Tabii
Kaynaklar Bakanı 14 Ağustos’ta Adıyaman’da yaptığı açıklama da Haziran
ayından bu yana ham petrol fiyatının yüzde 25 arttığını söyledi). Bütün
bunlar ABD’deki kaynakların azalması gibi farklı sebeplere de bağlansa
temelde İran’a yönelik yaptırımlar ve Hürmüz boğazındaki risklerden
kaynaklanıyor. Eğer Hürmüz Boğazı tam kapanırsa petrolün 120 dolara
çıkacağı tahmin ediliyor. Hatta bazıları daha da yükseleceğini
belirtiyor. Ekonomik yorumcular eğer petrol fiyatlarında bu düzeyde bir
yükseliş yaşanırsa bu dünya ekonomisinin büyüme hızında % 0,5 yavaşlama
olacağını belirtiyor.
Petrol fiyatlarını sabit tutmak için
sadece petrol üretimi de artırılmıyor aynı zamanda farklı yöntemlere de
başvuruluyor. Örneğin ABD enerji enformasyon dairesinin dünya ihtiyaç
seviyesini indirdiği gibi manipülatif açıklamalar fiyatları düşürmeye
yol açıyor. Uzmanlara göre bu açıklama ABD ve bazı körfez ülkeleri
arasında bilinçli bir anlaşma çerçevesinde yapılıyor.
İran’a
etkisizleştirmek için enerji sektöründe içine girilen küresel
düzenlemelerden kar sağlayan tek ülke Rusya. Örneğin Rus petrol markası
Urals’ın fiyatı, 11 Temmuz’da ilk kez Kuzey Denizi petrol markası
Brent’in fiyatını geçti. Rus petrolün fiyat olarak geçen yıl da
yükseltilmişti ve bu Avrupa ülkeleri tarafından İran petrolüne ambargo
kararına karşı bir tepki olarak algılanmıştı. Ama Rusya yaptırımlar
konusunda batıyla zaten anlaşmıştı.
Bunları tartışırken Çin’in
bu yaptırımların dışında bırakıldığı da unutulmamalı. Çin her hangi bir
savaş döneminde ihtiyaçlarını değer üretici ülkelerden karşılamaya
çalışacaktır ki o zaman neler olacağını kestirmek zor.
ANF
Adım
adım özgürlüklerini geliştiren Suriye’deki Kürtlerin mücadelesinde en
etkili faktör, tüm Kürt illerinde devrime ilişkin ilk toplantıların,
camilerde gerçekleştirilmiş olmasıydı. İlk kıvılcımın yakıldığı yer olan
Kobani’de meleler, camilerde halka çağrıda bulunuyordu. Melelerin,
“Ülkesi olmayanın, dini de yoktur” çağrıları halkın temel şiarı oldu.
Ülkesi olmayanın dini de yoktur!
Dünyamız son yıllarda “Arap Baharı” olarak adlandırılan, Tunus ile
başlayarak domino etkisi yaratan “Diktatörlerin” yıkılışına tanıklık
etti. Tunus, Mısır, Libya diktatörlerinin yıkılışından sonra bugün
itibarı ile isyanın merkezi Suriye halklarının Baas rejimine karşı
giriştiği iç savaş, dünyada ve özellikle bölge ülkelerinde büyük değişim
ve dönüşümleri, toplumsal altüst oluşları beraberinde getirmeye
adaydır. Hiç şüphesiz bu köklü değişimlerde öne çıkan en önemli faktör,
19. yy’dan itibaren Suriye rejiminin işgali altında bulunan 3 milyon
Kürdün direnişi. Dilleri, kültürleri ve ulusal kimlikleri yasaklanmış ve
bunlardan 400 binine kimlik dahi verilmeyen, kendi anavatanında mülteci
gibi yaşayan, Arap Baharı’nı Kürt devrimine dönüştüren bir halkın
öyküsü: Rojava’da Kürt Devrimi!
İnsanlık tarihinde ulusal, toplumsal, sınıfsal tüm ayağa kalkışlar,
insanlığın dipsiz kuyulara atıldığı, onur ve şerefinin ayaklar altına
alındığı, inkara, asimilasyona, köleliğe tabi tutulduğu bir sürece
girildiğinde nesnel ve öznel koşulların bir devrim için uygun ortamı
yaratığını görmekteyiz. Büyük değişim ve dönüşümler, düğmeye basar gibi
kendiliğinden ortaya çıkmaz. Ön hazırlıklar dönemi, bazen çok uzun
sürer. İşte Rojava’daki toplumsal devrimde, büyük hazırlıklar sonucunda
doğdu. Görünen o ki, dünyayı sarsan Arap Baharı’nın tersine, Rojava Kürt
Devrimi’nin özgün yanı, kansız bir devrimle sonuca ulaşması olacak.
Kürt bölgeleri ‘güvenli’, diğer yerlerde ‘kaos ve savaş’
Rojava’daki
örgütlülük düzeyi şöyleydi: Devrimden önce 16 siyasi parti, legal ve
illegal düzeyde faaliyet yürütmekteydi. Bu partilerin pek çok üyesi Baas
Rejimi tarafından tutuklanmış, bir bölümü de ülke dışına çıkmak zorunda
kalmıştı.
Suriye sınırları içerisinde tanımlanan ve şu anda kendilerini “Batı Kürdistan” olarak adlandıran bölgeyi biraz tanıyalım:
Rojava bölgesindeki iller, Baas rejimi tarafından şehir olarak
adlandırılmadığından, 2 bölge ismiyle tanımlanıyor. Birincisi Dêrik,
Tirbê Sipîye, Qamişlo, Amude, Dirbesêyê ve Serê Kanyê’nin bulunduğu
Cizre Bölgesi. Bir diğeri ise Kobanê ve Efrîn. Ayrıca bazı Arap
illerinde de Kürtler var. Bu Kürtler taşındıkları Kürt illerindeki
evlerini de bırakmamışlar. Herhangi bir durumda tekrar geri
dönebilirler. Bu nedenle evleri hem yerleştikleri Arap illerinde, hem de
kendi illerinde var. Bu iller: Hesekê, Şam, Raqa, Minbic, Halep ve
Latkiye. Söz konusu şehirlerden Halep, Kürtlerin en yoğunlukta yaşadığı
il. Toplam Kürt nüfusunun 500 binden fazla olduğu biliniyor. Arap
Alevilerin oluşturduğu Latkiye’de ise 50 Kürt köyü bulunuyor. Ancak şu
anda Kürt halkının bütünüyle ya da kısmen denetiminde bulunan bölgeler
Kobanê, Dêrik, Tirbê Sipîye, Qamişlo, Amûdê, Efrîn, Dirbesêyê ve Serê
Kanyê. Arap illerinde de Kürtlerin bulunduğu mahalleler oldukça örgütlü.
Halk kendi oluşturduğu silahlı YPG gücü ile, bulundukları mahallelerin
güvenliğini sağlıyor. Asayişleri var. Arap illerinde Kürtlerin yaşadığı
alanlar güvenli. Ancak Arapların olduğu mahallelerde kaos ortamı ve
savaş var.
‘Ey Kürtler! Bugün namus günüdür’
Rojava’da tüm devrim hazırlıkları yaklaşık bir yıl sürdü. İlk olarak
örgütlenme çalışmaları Dêrik’te başladı. Daha sonra diğer Kürt
bölgelerine yayıldı. Devlet kurumlarının halk tarafından ele
geçirilmesinden 3 ay önce, Kobanê’de gerçekleştirilen devletin yıllar
öncesinde el koyduğu tarlaların halk tarafından ele geçerilmesi durumu
ise, halkta moral kaynağı oluşturdu. Olay şöyle gelişti: Suriye Rejimi,
uzun yıllardır halkın topraklarına el koymuş, genim (buğday) ve arpayı
kendi denetimlerine almıştı. Kürt halkı kendi topraklarını almak ve
tarlasını kendisi işlemek için 3 ay önce gece devletin el koyduğu
araziye girdi. Tüm tahıla el koydu. Suriye ordusunun olayı duyması
üzerine tarlaya gidişi, halkın kendi içerisinde güvenlik gücü olarak
oluşturduğu Halk Savunma Birlikleri (YPG) tarafından engellendi.
Tüm bu gelişmeler yaşanırken, aynı zamanda Kürt illerindeki örgütler,
Suziki markalı araçlar üzerine monte edilen megafonlarla, sokak sokak
dolaşarak, halkı ‘yönetimi ele geçirmeye’ çağırıyordu. Duyurularda,
şunlar söyleniyordu: “Ey Kürtler, Mele Mustafa Barzani’nin, Şey Sait’in,
Gazi Muhammed’in Selahaddin Eyûbî’nin torunları, bugün namus günüdür.
Şeref günüdür. Tüm yurtseverler alanlara çıksın. Özgürlüğümüzü
kazanalım.”
Melle: Ülkesi olmayanın dini de yoktur!
Rojava devrimindeki en etkili ve önemli faktör, tüm Kürt illerinde
devrime ilişkin ilk toplantıların, camilerde gerçekleştirilmiş
olmasıydı. Halkın, “Camide neden toplanıyoruz?” sorusuna cevap doğal
halk öncüleri olan melleler tarafından cevaplandırılıyordu: “Camiler Hz.
Muhammed döneminde de halkın toplumsal sorunlarını gidermek için
toplanılıp, tartışılan yerlerdi. Sonradan alanı daraltıldı. Biz şimdi
eskisi gibi işlevli hale getiriyoruz.”
Hazırlıkların ardından Baas kurumlarının ele geçirildiği ilk kıvılcımın
yakıldığı yer olan Kobanê’de camilerde, namaz sonrası melleler
duyurular yaparak, halkın eylem ve yürüyüş yapacağı yeri ve günü
belirtip, katılım çağrısında bulunuyordu. Melleler tarafından camilerde
yapılan duyurularda; “Ülkesi olmayanın, dini de yoktur” deniliyordu. Bu
slogan Rojava Devrimi’ne damgası vuran en önemli yol gösterici sözlerden
oldu.
Ve halk, yönetime el koyuyor...
Tarih 19 Temmuz 2012, saat 01.00’ı gösterdiğinde Kobanê halkı, örgütlü
bir şekilde, öncelikle şehrin çıkış yolu üzerinde bulunan devlete ait
tütün mamüllerinin bulunduğu satış noktasına el koydu. Halk tarafından
oluşturulan silahlı güçler (YPG) şehrin giriş ve çıkışını kontrol altına
aldıktan sonra, halk devlete ait birçok kurumu denetimi altına aldı.
Merkez Seqafi adı verilen Kültür Merkezi ve sırasıyla Baas Partisi, halk
halı kursu merkezleri, mahkeme binası ve pek çok kurumun tamamı
barışçıl yöntemlerle Rojava halkının kontrolüne geçti. Kan
dökülmemesinin en büyük nedeni Baas Rejimi’ne bağlı Emin Askeri denilen
silahlı güçlerin halk liderleri tarafından ikna edilmesi ve can
güvenliklerinin sağlanacağı garantisi verilmesi oldu. Kaldı ki, zaten
halk tarafından kuşatılan bu birliklerin karşı koyma şansı da yoktu.
Halen bu birlikler, sivilleştirilip, silahlı halk güçleri tarafından can
güvenlikleri korunmaktadır. Bir kısmı kaçak yollardan Arap kentlerine
dönerken, bir bölümü de Özgür Suriye Ordusu’nun (diğer bir adıyla
Muhalifler) bölgedeki etkinliği nedeniyle can güvenliklerinin olmaması
gerekçesi ile Kobanê’de kalmaya devam etmektedir.
Özgür Gündem