26 Ağustos 2012 Pazar

Canavar...

Günay ASLAN

Nietzsche, ‘canavarla savaş ama, canavara benzeme’ diyor.

‘Lanetli düşünür‘, insanın zaman içinde savaştığı düşmanına benzemesi tehlikesi olduğunun altını çiziyor ve bu konuda dikkatli olunması gerektiği öğüdünü veriyor.

Nietzsche’nin öğüdüne içinden geçmekte olduğumuz dönemde her zamankinden daha çok ihtiyacımız var!

Zira, Kürtlerin Türk devletine karşı verdikleri mücadelede sahip oldukları en büyük güç ahlaki üstünlükleridir ve bunun devam etmesi gerekmektedir.

Ahlaki üstünlük Kürtlerin biricik gücü ve aynı zamanda özgür geleceğidir.

Bu nedenle şartlar ne olursa olsun bunu gölgeleyecek eylem ve yaklaşımlardan özellikle kaçınmak gerekiyor.

Kirli savaşla alakası olmayan, hatta o savaşın mağduru durumundaki insanların zarar görmesine yol açan vicdan yaralayıcı eylemler, Kürtleri haklı kavgalarında haksız konuma düşürmekten; meşru özgürlük mücadelelerini gölgelemekten başka bir sonuç vermez.

Bu nedenle Antep’teki bombalı saldırıyı kınamak kadar, ikircikli davranmamak, karşı tarafının psikolojik saldırılarına endeskli olmadan yapılması gerekeni yapmak, atılması gereken adımları hızla atmak gerekmektedir.

Kurulduğu günden bu yana Kürtlere karşı insanlık suçları işleyen; Koçgiri’de,Piran‘da Ağrı’da, Zilan’da, Dersim’de, Sefo Deresi’nde ve son olarak da Roboski’de genç yaşlı, kadın çoluk çocuk demeden insanları topluca katleden Türk devletinin ve eline masum Kürtlerin kanı bulaşan AKP Hükümeti’nin geniş kitleleri savaş konseptine dahil etme çabasının önü ancak, bu şekilde kesilebilir.

Kitleleri yedeklemesinin fırsat verilmemesi halinde, Kürt halkına karşı uyguladığı ‘milli politikası‘ çöken devletin ve onun Kürdistan’daki son kalesi olan AKP Hükümeti’nin işi daha da güçleşecektir.

AKP’nin PKK’ye boyun eğdirme stratejisi olarak devreye soktuğu ‘güvenlik politikası‘ da bu sayede kısa sürede tarihin çöp sepetine gidecektir.

Bu anlamda KCK’nin yaptığı, ‘Antep saldırısı AKP’ye yaramıştır‘ açıklaması önemlidir. Açıklamada ifade edildiği gibi içinde düştüğü çöküntünden kurtulamayacağını gören AKP, bu saldırıyı fırsat olarak değerlendirmiş ve şanına yaraşır bir pişkinlikle sivillerin canı üzerinden kirli oyunlar tezgahlamanın çabasına girişmiştir.

Antep saldırısını Kürt halkına karşı yeni bir saldırı dalgasının zemini yapmak istemiş, yeniden atağa geçmiştir.

AKP, görünürde karşı çıksa da ömrünü uzatmak, önümüzdeki yıl yapılacak olan yerel seçimleri ve arkasından yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimini kotarmak amacıyla Türkiye’yi Olağanüstü hal ya da sıkıyönetime süreklemek istemektedir.

Zira, iki yıl öncesinin Anayasa Referandumu ile bir yıl öncesinin genel seçimleri döneminde olduğu gibi yeni bir ateşkes artık söz konusu değildir. Savaşın yayılması halinde yerel seçimler gibi Cumhurbaşkanlığı seçimi de riske girecektir. Savaş ortamında bu seçimler mümkün görünmemektedir.

AKP’nin Antep’te yan yana dizilmiş cenazelerin başında Türkiye‘ye saf tutturması ve devletin zirvesini oraya yığması bu yüzdendir.


Tabii, Olağanüstü hal ya da sıkıyönetim de AKP’yi kurtaracak değildir. Ne de olsa Türkiye’nin Kürt krizi diyalog ve müzakere dışında çözülemeyecek bir aşamaya gelmiştir.

Sorunun muhatabı PKK artık bölgesel bir iradedir ve sorun da hem bölgesel hem de küresel bir meseledir.
Süreç de Kürtlerin lehinedir. Türkiye ise çözümsüzlüğü daha fazla sürdürmesi söz konusu bile değildir. AKP kısa sürede ya pes edecektir ya da kendisiyle birlikte Türkiye’yi de felakete sürükleyecektir. Üçüncü bir yol bu şartlarda mümkün değildir.

30 yıllık savaşın sarstığı ve yıpratığı Türk ordusu da savaş arzusunu yitirmiştir. Ordu moralsizdir. AKP orduyu kendi siyasal hedeflerini gerçekleştirmek amacıyla savaşla bir süre daha yormak ve yıpratmak istemektedir ancak, bundan daha fazlası Halepçe benzeri kimyasal katliamlar ve ‘ulusal boğazlaşmalar‘ dışında mümkün değildir.

Dolayısıyla kim yapmış olursa olsun, AKP‘nin psikolojik açıdan avantajlı hale gelmek amacıyla pişkince kullandığı sivillere yönelik eylemlere herkesten önce Kürtlerin kararlı bir şekilde karşı çıkmaları, ahlaki üstünlüklüklerini korumaları gerekmektedir.

Son olarak; Türklerin, Kürtlerin ve o topraklarda yaşayan herkesin çektiği bütün acıların kaynağı Türk devletidir.
Onun ırkçı, inkarcı, imhacı canavar sistemidir.

Ve artık, canavarın da ömrü tükenmiştir.

Kürtlerin şahsında şimdi insanlık galip gelecektir.

Herkesin özlemi olan barış, özgürlük, refah ve demokrasi de Anadolu ve Mezopotamya topraklarına bu sayede gelecektir.

gunayaslan@hotmail.de

Hürmüz Boğazı İçin Küresel Enerji Oyunu



İran’a yönelik olası bir müdahalede en önemli noktalardan biri bu ülkenin enerji kaynaklarının devre dışı kalması ve dünyada deniz yoluyla taşınan petrolün yüzde % 40’ının geçtiği Hürmüz Boğazının durmasının yaratacağı sonuçlardı. Bu ikisi Avrupa endüstrilerini çökertebilir ve dünyayı enerji ve dolayısıyla ekonomik krize sürükleyebilirdi. Bu sorunun aşılabilmesi için Amerika Birleşik Devletleri dünya ekonomisinin kaderi gibi görünen Hürmüz Boğazının çevresinde tarihin en büyük küresel enerji oyununu kurdu. Amaç dünya ekonomisini en kötü senaryoya karşı hazırlamaktır. Zaten Avrupa’yı da Tahran’a karşı yaptırıma bu proje ile razı edebildi.

Bu oyun alternatif kaynakların aktifleştirilmesi ve üretimlerinin artırılması, Boğaza Alternatif Enerji boru hatlarının yeniden yapılandırılması ve küresel enerji fiyatlarının kontrol altında tutulmasını içeriyor.

Konu hakkında görüşlerine başvurduğumuz RusEnergy şirketinin ortağı ve analizcisi Mihail Krutihin Amerika Birleşik Devletlerinin dâhi iç tüketimi durdurup neredeyse sadece ihracat için üretmeye başladığını söylerken, fiyatlardaki istikrarsızlıktan sadece İran değil tüketici ülkelerdeki geçici ekonomik durgunluğun rolü olduğunu ifade etti.

OPEC KURULUŞ STRATEJİSİNİN TERSİNE DÖNEBİLİR?


137 milyar varillik rezerve sahip İran tek başına dünya küresel petrol üretiminin yüzde 5’ini, gazın yüzde 6’sını karşılıyordu. Yani petrol piyasasının yüzde 9,3’üne sahipti. Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) içindeki payı ise % 12.

Washington yaptırımları kararlı biçimde artırarak İran’ın ham petrol üretimini 2002 yılından bu yana en düşük seviyeye geriletmeyi başardı. Bu açığı kapatmak için Suudi Arabistan son 30 yılın en yüksek petrol üretimini gerçekleştirdi. Haziran ayında günlük ortalama petrol üretimini yüzde 3 artırarak 10,1 milyon varile çıkardı.

Bölgedeki diğer alternatif kaynaklardan Libya'nın ham petrol üretimini hızla artırarak devrimden önceki düzeyine ulaştı. Daha ülkedeki iç karışıklıklar sürerken ham petrol üretimi günde 1,5 milyon varile ulaştı. İç savaştan önce üretim 1,6 milyon varildi. Libya’daki yönetim değişikliği hidrokarbon ihracatı konusunda gözlerden uzak tutulan stratejik bir değişikliğe de yol açıyor. OPEC’in kriz sonrası aldığı üretim sınırlaması ile ilgili kararı kaldırdı böylece OPEC’in enerji üretimi konusunda ortak strateji sürdürme yeteneğinin kırılmasında önemli bir rol oynadı.

İran Venezüella ve Ekvator'u da yanına alarak 14 Haziran günü Viyana’da toplanan OPEC petrol bakanları toplantısında üretim kotasının düşülmesini istedi (böylece fiyatları istikrarsızlaştırabilecekti). Ancak Suudi Arabistan önderlik ettiği diğer ülkeler bu kotanın muhafaza edilmesini istedi. OPEC’in günlük üretim kotası korunduğu sürece diğer ülkeler İran’dan dolayı ortaya çıkan boşluğu doldurmak zorunda. Riyad zaten Haziran 2011’de OPEC toplantısını beklemeden üretimi arttırmıştı. Riyad ile yeni Trablus’un tutumları sürerse OPEC stratejik ortaklığının kuruluş ilkesi olan (ve küresel şirketler tarafından kırılamayan) anti sömürgeci duruş zedelenir. İran gerginliği bu örgüt için kötü bir sınav oldu.

Üretim konusunda diğer değişiklik Amerika Birleşik devletlerinden geldi. Bu ülke üretimi arttırıp iç tüketimi azalttı ve ağırlığı ihracata verdi. Zaten Nisan’daki G8 toplantısında üretimi artırma önerisinde bulunulmuştu. Bu konuda görüşlerine başvurduğumuz RusEnergy’nin analizcisi Krutihin şöyle diyor: “Bu yaptırımlar pazara ciddi etkide bulunmadı çünkü birçok ülke petrol rezervleri bulunmaktadır ve ajansın söylediği gibi İran’dan ihracat durur yâda körfez kapatılırsa bile büyük sıkıntı yaşanmayacak ama petrol rezervleri de ancak bir aya yeter. Bu tür yaptırımlar ve kararlar birkaç gün için geçerli oluyor buda yeni ihracatçıların devreye girmesi için yeterli zaman kazanmak içindir. Yoksa söz edilen küresel kaynaklar değil”

Petrol üretimini artıran sadece Suudi Arabistan ve Libya değildi, ABD’de aynı yolu izledi, petrol üretimi 6 milyon varili buldu. Bu da son 14 yılın en büyük seviyesine işaret ediyor.

ALTERNATİF BORU HATLARI YAPILANDIRILIYOR

Bunun üzerine Tahran Hürmüz boğazını kapatma konusundaki yasayı mecliste onaylamıştı bile. ABD ise boğazın kapanması halinde savaşın başlayacağı tehdidinde bulunsa da önemli olan petrol kazanı olarak bilenen bu bölgenin alternatif hatlara kavuşturulmasıydı, yani Hürmüz Boğazına olan ihtiyaçlarının asgariye indirilmesiydi.

Tedbir olarak Suudi Arabistan ve Arap emirlikleri yeni boru hatları çalışmalarının hızlandırılması oldu. Arap Emerlikleri 15 Temmuz da petrolü batıdaki sahalardan doğu kıyısındaki depolama tesislerinin bulunduğu Fuceyra limanına götürecek olan 370 km uzunluğundaki yeni boru hattını açtı. Açılışa Exxon, Mobil, Shell ve Total şirketlerinin temsilcileri katıldı. Bu hat ilk aşamada günde 1,5 milyon varil ham petrolü (ihracatın % 65’i anlamına gelmektedir) aktarabilecek.

Suudi Arabistan aynı dönemde Fuceyra limanının diğer tarafındaki Arap yarımadasında da alternatif bir boru hattı için çalışmalar başlamıştı. Suudi Arabistan Basra Körfezi yakınından Kızıldeniz kıyısındaki Yanbu'ya uzanan doğu-batı doğal gaz hattını, petrol hattına dönüştürdü. Suudi Arabistan’ın bu hattın dışında 3 milyon varil petrol ihraç eden başka bir boru hattı daha var. Bu iki Arap ülkesinin Hürmüz boğazının dışındaki petrol borularını debileri 6,5 milyon varil düzeyine ulaşıyor, ki bu Hürmüz Boğazından geçen kaynakların % 40’ına denk geliyor.

Suudi Arabistan’ın daha önce durdurulan iki yedek boru hattını daha yeniden yapılandırma kararı aldı.

Tüm bunlar körfeze alternatif hatların ve dolayısıyla olası korkunç savaşta enerji akışının devam etmesi için gerçekleştirildi. Eğer tüm bunlar devreye girerse boğazın (bir tehdit olmaktan çıkaracağı için) kapanmasının önünü alabilir. Bazı politik analizciler bugüne kadar savaşın başlamamasının sebebinin bu boğaz olduğunu, dolayısıyla bu düzenlemelerin müdahaleyi yakınlaştırdığını belirtiyorlar.

FİYAT İSTİKRARSIZLIĞI ÖNLENEMEDİ

Oyunun diğer önemli bir ayağı ise fiyat istikrarı üzerindeki kontrolün sürdürülmesi olarak dikkat çekiyor. RusEnergy bu konuda şunları belirtiyor: “Arap ayaklanmaları Petrol üretimini düşürdü ama savaştan hemen sonra yeniden hızla artarak çatışmalardan önceki seviyesine ulaştı.

Fiyatlardaki istikrarsızlığın sebebi tüketici ülkelerdeki ekonomik dengesizliktir. Şu anda enerji tüketimini azaltıyorlar. Bunların en başında da Amerika Birleşik Devletleri geliyor. Bu ülke neredeyse sadece ihracat için üretmeye başladı. Bunu sebebi enerji ithal eden yani tüketici ülkelerdeki geçici ekonomik durgunluktur.”

Ancak fiyat kontrolü o kadar kolay görünmüyor. Yaptırımlardan sonra Suudi Arabistan ve Libya sahasında üretimin düzenlenmesi fiyat istikrarını sağlayamadı. Bundan en fazla da bir yandan borç kriziyle boğuşan bir yandan petrol ithal eden Avrupa etkileniyor. Çünkü Suudi Arabistan’da üretilen petrol İran’dan ithal edilenden daha pahaya mal oluyor. Örneğin İran petrolünün varil fiyatı 106,1 dolar iken Suudi Arabistan 107, 5 dolardı. Avrupa İran’dan 35,5 milyon ton petrol alıyor, yani bu bölgenin 365 milyon dolar mali kaybı yaşanıyor. Burada ortaya çıkacak dengesizlik Uluslararası Para Fonuyla (IMF) dengelenmeye çalışılıyor. Örneğin fiyatlar geçen seneden bu yana ortalama % 15 düzeyinde yükseldi( Hatta Türkiye Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı 14 Ağustos’ta Adıyaman’da yaptığı açıklama da Haziran ayından bu yana ham petrol fiyatının yüzde 25 arttığını söyledi). Bütün bunlar ABD’deki kaynakların azalması gibi farklı sebeplere de bağlansa temelde İran’a yönelik yaptırımlar ve Hürmüz boğazındaki risklerden kaynaklanıyor. Eğer Hürmüz Boğazı tam kapanırsa petrolün 120 dolara çıkacağı tahmin ediliyor. Hatta bazıları daha da yükseleceğini belirtiyor. Ekonomik yorumcular eğer petrol fiyatlarında bu düzeyde bir yükseliş yaşanırsa bu dünya ekonomisinin büyüme hızında % 0,5 yavaşlama olacağını belirtiyor.

Petrol fiyatlarını sabit tutmak için sadece petrol üretimi de artırılmıyor aynı zamanda farklı yöntemlere de başvuruluyor. Örneğin ABD enerji enformasyon dairesinin dünya ihtiyaç seviyesini indirdiği gibi manipülatif açıklamalar fiyatları düşürmeye yol açıyor. Uzmanlara göre bu açıklama ABD ve bazı körfez ülkeleri arasında bilinçli bir anlaşma çerçevesinde yapılıyor.

İran’a etkisizleştirmek için enerji sektöründe içine girilen küresel düzenlemelerden kar sağlayan tek ülke Rusya. Örneğin Rus petrol markası Urals’ın fiyatı, 11 Temmuz’da ilk kez Kuzey Denizi petrol markası Brent’in fiyatını geçti. Rus petrolün fiyat olarak geçen yıl da yükseltilmişti ve bu Avrupa ülkeleri tarafından İran petrolüne ambargo kararına karşı bir tepki olarak algılanmıştı. Ama Rusya yaptırımlar konusunda batıyla zaten anlaşmıştı.

Bunları tartışırken Çin’in bu yaptırımların dışında bırakıldığı da unutulmamalı. Çin her hangi bir savaş döneminde ihtiyaçlarını değer üretici ülkelerden karşılamaya çalışacaktır ki o zaman neler olacağını kestirmek zor. 


ANF

Rojava (Batı Kürdistan)’da Kürt Devrimi!

Adım adım özgürlüklerini geliştiren Suriye’deki Kürtlerin mücadelesinde en etkili faktör, tüm Kürt illerinde devrime ilişkin ilk toplantıların, camilerde gerçekleştirilmiş olmasıydı. İlk kıvılcımın yakıldığı yer olan Kobani’de meleler, camilerde halka çağrıda bulunuyordu. Melelerin, “Ülkesi olmayanın, dini de yoktur” çağrıları halkın temel şiarı oldu.

Ülkesi olmayanın dini de yoktur!


Dünyamız son yıllarda “Arap Baharı” olarak adlandırılan, Tunus ile başlayarak domino etkisi yaratan “Diktatörlerin” yıkılışına tanıklık etti. Tunus, Mısır, Libya diktatörlerinin yıkılışından sonra bugün itibarı ile isyanın merkezi Suriye halklarının Baas rejimine karşı giriştiği iç savaş, dünyada ve özellikle bölge ülkelerinde büyük değişim ve dönüşümleri, toplumsal altüst oluşları beraberinde getirmeye adaydır. Hiç şüphesiz bu köklü değişimlerde öne çıkan en önemli faktör, 19. yy’dan itibaren Suriye rejiminin işgali altında bulunan 3 milyon Kürdün direnişi. Dilleri, kültürleri ve ulusal kimlikleri yasaklanmış ve bunlardan 400 binine kimlik dahi verilmeyen, kendi anavatanında mülteci gibi yaşayan, Arap Baharı’nı Kürt devrimine dönüştüren bir halkın öyküsü: Rojava’da Kürt Devrimi!


İnsanlık tarihinde ulusal, toplumsal, sınıfsal tüm ayağa kalkışlar, insanlığın dipsiz kuyulara atıldığı, onur ve şerefinin ayaklar altına alındığı, inkara, asimilasyona, köleliğe tabi tutulduğu bir sürece girildiğinde nesnel ve öznel koşulların bir devrim için uygun ortamı yaratığını görmekteyiz. Büyük değişim ve dönüşümler, düğmeye basar gibi kendiliğinden ortaya çıkmaz. Ön hazırlıklar dönemi, bazen çok uzun sürer. İşte Rojava’daki toplumsal devrimde, büyük hazırlıklar sonucunda doğdu. Görünen o ki, dünyayı sarsan Arap Baharı’nın tersine, Rojava Kürt Devrimi’nin özgün yanı, kansız bir devrimle sonuca ulaşması olacak.


Kürt bölgeleri ‘güvenli’, diğer yerlerde ‘kaos ve savaş’


Rojava’daki örgütlülük düzeyi şöyleydi: Devrimden önce 16 siyasi parti, legal ve illegal düzeyde faaliyet yürütmekteydi. Bu partilerin pek çok üyesi Baas Rejimi tarafından tutuklanmış, bir bölümü de ülke dışına çıkmak zorunda kalmıştı.

Suriye sınırları içerisinde tanımlanan ve şu anda kendilerini “Batı Kürdistan” olarak adlandıran bölgeyi biraz tanıyalım:


Rojava bölgesindeki iller, Baas rejimi tarafından şehir olarak adlandırılmadığından, 2 bölge ismiyle tanımlanıyor. Birincisi Dêrik, Tirbê Sipîye, Qamişlo, Amude, Dirbesêyê ve Serê Kanyê’nin bulunduğu Cizre Bölgesi. Bir diğeri ise Kobanê ve Efrîn. Ayrıca bazı Arap illerinde de Kürtler var. Bu Kürtler taşındıkları Kürt illerindeki evlerini de bırakmamışlar. Herhangi bir durumda tekrar geri dönebilirler. Bu nedenle evleri hem yerleştikleri Arap illerinde, hem de kendi illerinde var. Bu iller: Hesekê, Şam, Raqa, Minbic, Halep ve Latkiye. Söz konusu şehirlerden Halep, Kürtlerin en yoğunlukta yaşadığı il. Toplam Kürt nüfusunun 500 binden fazla olduğu biliniyor. Arap Alevilerin oluşturduğu Latkiye’de ise 50 Kürt köyü bulunuyor. Ancak şu anda Kürt halkının bütünüyle ya da kısmen denetiminde bulunan bölgeler Kobanê, Dêrik, Tirbê Sipîye, Qamişlo, Amûdê, Efrîn, Dirbesêyê ve Serê Kanyê. Arap illerinde de Kürtlerin bulunduğu mahalleler oldukça örgütlü. Halk kendi oluşturduğu silahlı YPG gücü ile, bulundukları mahallelerin güvenliğini sağlıyor. Asayişleri var. Arap illerinde Kürtlerin yaşadığı alanlar güvenli. Ancak Arapların olduğu mahallelerde kaos ortamı ve savaş var.


‘Ey Kürtler! Bugün namus günüdür’


Rojava’da tüm devrim hazırlıkları yaklaşık bir yıl sürdü. İlk olarak örgütlenme çalışmaları Dêrik’te başladı. Daha sonra diğer Kürt bölgelerine yayıldı. Devlet kurumlarının halk tarafından ele geçirilmesinden 3 ay önce, Kobanê’de gerçekleştirilen devletin yıllar öncesinde el koyduğu tarlaların halk tarafından ele geçerilmesi durumu ise, halkta moral kaynağı oluşturdu. Olay şöyle gelişti: Suriye Rejimi, uzun yıllardır halkın topraklarına el koymuş, genim (buğday) ve arpayı kendi denetimlerine almıştı. Kürt halkı kendi topraklarını almak ve tarlasını kendisi işlemek için 3 ay önce gece devletin el koyduğu araziye girdi. Tüm tahıla el koydu. Suriye ordusunun olayı duyması üzerine tarlaya gidişi, halkın kendi içerisinde güvenlik gücü olarak oluşturduğu Halk Savunma Birlikleri (YPG) tarafından engellendi.


Tüm bu gelişmeler yaşanırken, aynı zamanda Kürt illerindeki örgütler, Suziki markalı araçlar üzerine monte edilen megafonlarla, sokak sokak dolaşarak, halkı ‘yönetimi ele geçirmeye’ çağırıyordu. Duyurularda, şunlar söyleniyordu: “Ey Kürtler, Mele Mustafa Barzani’nin, Şey Sait’in, Gazi Muhammed’in Selahaddin Eyûbî’nin torunları, bugün namus günüdür. Şeref günüdür. Tüm yurtseverler alanlara çıksın. Özgürlüğümüzü kazanalım.”


Melle: Ülkesi olmayanın dini de yoktur!


Rojava devrimindeki en etkili ve önemli faktör, tüm Kürt illerinde devrime ilişkin ilk toplantıların, camilerde gerçekleştirilmiş olmasıydı. Halkın, “Camide neden toplanıyoruz?” sorusuna cevap doğal halk öncüleri olan melleler tarafından cevaplandırılıyordu: “Camiler Hz. Muhammed döneminde de halkın toplumsal sorunlarını gidermek için toplanılıp, tartışılan yerlerdi. Sonradan alanı daraltıldı. Biz şimdi eskisi gibi işlevli hale getiriyoruz.”


Hazırlıkların ardından Baas kurumlarının ele geçirildiği ilk kıvılcımın yakıldığı yer olan Kobanê’de camilerde, namaz sonrası melleler duyurular yaparak, halkın eylem ve yürüyüş yapacağı yeri ve günü belirtip, katılım çağrısında bulunuyordu. Melleler tarafından camilerde yapılan duyurularda; “Ülkesi olmayanın, dini de yoktur” deniliyordu. Bu slogan Rojava Devrimi’ne damgası vuran en önemli yol gösterici sözlerden oldu.


Ve halk, yönetime el koyuyor...


Tarih 19 Temmuz 2012, saat 01.00’ı gösterdiğinde Kobanê halkı, örgütlü bir şekilde, öncelikle şehrin çıkış yolu üzerinde bulunan devlete ait tütün mamüllerinin bulunduğu satış noktasına el koydu. Halk tarafından oluşturulan silahlı güçler (YPG) şehrin giriş ve çıkışını kontrol altına aldıktan sonra, halk devlete ait birçok kurumu denetimi altına aldı. Merkez Seqafi adı verilen Kültür Merkezi ve sırasıyla Baas Partisi, halk halı kursu merkezleri, mahkeme binası ve pek çok kurumun tamamı barışçıl yöntemlerle Rojava halkının kontrolüne geçti. Kan dökülmemesinin en büyük nedeni Baas Rejimi’ne bağlı Emin Askeri denilen silahlı güçlerin halk liderleri tarafından ikna edilmesi ve can güvenliklerinin sağlanacağı garantisi verilmesi oldu. Kaldı ki, zaten halk tarafından kuşatılan bu birliklerin karşı koyma şansı da yoktu. Halen bu birlikler, sivilleştirilip, silahlı halk güçleri tarafından can güvenlikleri korunmaktadır. Bir kısmı kaçak yollardan Arap kentlerine dönerken, bir bölümü de Özgür Suriye Ordusu’nun (diğer bir adıyla Muhalifler) bölgedeki etkinliği nedeniyle can güvenliklerinin olmaması gerekçesi ile Kobanê’de kalmaya devam etmektedir.


Özgür Gündem