İsrail askeri istihbaratının
bir yetkilisi Suriye'de Başar El Esad rejiminin silahlı muhalefete karşı
kimyasal silah kullandığı suçlamasında bulundu.
İsrail ordusu askeri istihbarat
bölümü bünyesindeki araştırma ve inceleme departmanı şefi general Itai
Brun, ordunun resmi Twitter hesabında yayınlanan açıklamasında "Esad
Suriye'de kimyasal silahlar kullanıyor" dedi.
SARİN GAZI MI?
Bir kısmı asker radyo tarafından da
yayınlanan güvenliğe ilişkin uluslararası bir konferansta konuşan Brun,
"Büzülen göz bebekleri, ağızdan çıkan köpük ve gördüğümüz diğer
işaretler ölümcül kimyasal silah kullanıldığını doğruluyor" diye ekledi.
"Ne tür kimyasal silahlar? Öyle
görünüyor ki sarin gazı" şeklinde devam eden Brun, bu gözlemlere nasıl
ulaştıklarına açıklık getirmedi.
1988'de 5 bini aşkın Kürdün
katledildiği Halepçe katliamında Sadam rejimi tarafından da kullanılan
sarin gazı aşırı zehirli bir sinir ajanıdır. Vücuttaki sinir
sistemlerinin dengesini bozarak felç yapan bu kimyasal maddenin çok
küçük bir damlası bile öldürücü olabiliyor. 1991'de Birleşmiş Milletler
tarafından kitle imha silahları kategorisine alınan sarin gazının
üretimi ve depolanarak saklanması 1993'te Kimyasal Silahlar Konvansiyonu
tarafından yasaklandı.
ŞEYH MAKSUT'TA KULLANILDI
Esad rejimi ve silahlı muhalefet kimyasal saldırılar konusunda karşılıklı olarak birbirlerini suçluyor.
13 Nisan günü Suriye rejimi
helikopterleri Halep'te Kürtlerin çoğunlukta olduğu Şeyh Maksut (Şêx
Meqsûd) mahallesine bomba yağdırdı. Saldırıda Beki Yunis ve Yahya Yunis
isimli iki çocuk ile bir kadın hayatını kaybetti, 16 kişi de yaralandı.
ANF'nin yayınladığı görüntülerde, sürekli titreyen, yarı baygın ve
ağızları ile burunlarından beyaz bir köpük çıkan yaralılar görünüyordu.
Doktorlar, bombardımanda kimyasal silah kullandığını söylerken, görgü
tanıkları helikopterlerden konserve kutularına benzeyen bombalar
atıldığını belirtiyordu. Bu bombardımana ilişkin Kürt ordusu YPG de bir
soruşturma başlattıklarını bildirmişti.
AMERİKALILAR ARAŞTIRIYOR
Amerikalı üst düzey bir yetkili 18
Nisan günü yaptığı açıklamada Amerikan istihbarat servislerinin de rejim
tarafından olası kimyasal silah kullanımını araştırdıklarını belirtti.
Bir çok kaynak, Suriye'de son
zamanlardaki çatışmalarda şüpheli bir kimyasal maddenin kullanıldığını
söylüyor. Geçtiğimiz hafta, BM'li diplomatlar Suriye'de en az bir kez
kimyasal silah kullandığına dair Batılı ülkelerin ellerinde kanıtlar
olduğunu söyledi.
FRANSA VE İNGİLTERE'DE KANIT VAR!
Washington Post gazetesi ve
Foreign Policy dergisinin adını vermek istemeyen yetkililere
dayandırdığı haberlerine göre, Fransa ve İngiltere sahada
gerçekleştirilen incelemeler, tanıklarla ve isyancılarla görüşmeler
sonucunda Halep'in içi ve çevresi, Humus ve belki de Şam'da sinir
gazları kullandığına dair elde ettikleri bilgileri BM Genel Sekreteri
Ban Ki-moon ile paylaştı.
ANF
Cahit Mervan
Güney
Kürdistan’da haftalık Sivil dergisine özel bir demeç veren KCK Yürütme
Konseyi üyesi Cemil Bayık ‘Biz siyaseti gizli yapmıyoruz’ diyerek yeni
sürecin kendileri açısından karakterini açıkladı. Gerçekten de PKK,
hiçbir dönemde olmadığı kadar bu süreci şeffaf sürdürmeye özen
gösteriyor.
PKK lideri Abdullah Öcalan başta olmak üzere, Kürt tarafının
sözcüleri bu şeffaflığın gereği olarak yeni döneme ilişkin düşünce ve
projelerini, siyasi taleplerini, atacakları adımları ve bunların
yaratacağı olası sonuçları mümkün olduğunca kamuoyu ile paylaşıyorlar.
Kürt tarafı açısından ortada gizli-kapaklı bir gündem ve ajanda söz
konusu değil. KCK yöneticileri o kadar açık ve net cümleler kuruyorlar
ki, özel olarak satır aralarını okumak için çaba göstermeye gerek
kalmıyor. Bir de buna ‘PKK söylediğini yapar ve sözünün eridir’
biçimindeki Kürt hareketinin karakterini belirten bir prensip de
eklenince, ortada falcılara, niyet okuyuculara gerek kalmıyor. Yani yeni
dönemin şifreleri açık ve şeffaf.
Süreç başladığı günden buyana Kürdistan Özgürlük Hareketi, yaptığı
hiçbir açıklamayla ikircikli bir tutum göstermedi. Barış ve çözüm için
kararlı ve bütünsellikli bir tavır ortaya koydu. Süreçten vazgeçmesi ve
moda deyimle ‘masayı devirmesi’ için onca neden varken dahi bunu
yapmadı.
SAYGI DUYULMASI GEREKEN TUTUM
Aslında 30-31 Aralık 2012 gecesi Lice’de 10 gerillanın katledilmesi,
ardından 9 Ocak 2013’te Paris’te Kürdistan Enformasyon Bürosu’nda
PKK’nin kurucu kadrolarından Sakine Cansız, Kürt diplomasisinin önde
gelen isimlerinden Fidan Doğan ve Kürt Gençlik Hareketi’nden Leyla
Şaylemez’ın kalleşçe olduğu kadar, hunharca katledilmesi masadan kalkmak
için yeterli bir nedendi. Ama Kürt hareketi bunu yapmadı. Kararlı
olduğu kadar, büyük bir metanet göstererek sürecin ilerlemesi için
çalıştı.
Eğer bugün silahlar susmuş, negatif de olsa bir barış söz konusuysa
ve çözüm için uygun zemin arayışı varsa, bu Kürt tarafının gösterdiği
muazzam irade ve saygı duyulması gereken fedakarlık sayesinde oluyor.
Bunun böyle bilinmesinde ve kayıt altına alınmasında sayısız yarar var.
Ancak Kürt tarafının bu saygı duyulması gereken tutumu ve kararlı
duruşu, barış ve çözüm için gösterdiği fedakarlık, muhatabı tarafından
tam algılanmıyor veya algılanılmak istenmiyor. Kürt tarafı çatır çatır,
her gün ve mümkün olduğu her araçla görüş ve niyetini kamuoyu ile
paylaşırken, Türk tarafı işi basite indirgemeye, hafiften almaya
çalışıyor.
Hatta sürecin ruhuna ve karakterine aykırı olarak Kürt tarafına
gerekli saygıyı göstermiyor. Neredeyse Kürt tarafının barış ve adil bir
çözüm için attığı adımları ve yaptığı fedakarlığı bir zaaf olarak lanse
etmeye çalışıyor. Aslında bunu yaparak hem kendisini, hem de kamuoyunu
kandırıyor.
SORUN GERİ ÇEKİLME DEĞİL
Bu nedenle Türk tarafı Kürt ve Kürdistan sorununu PKK’nin gerilla
güçlerini sınır dışına çekme meselesine indirgiyor. Bunun böyle
olmadığını her aklı kafasında insan anlar, görür. Zaten 1999’da farklı
konjonktürden dolayı geri çekilen ve sorunun siyasal çözümü için Türk
devletine altın tepside olanak sunan gerilla, çözüm olmadığı için birkaç
yıl sonra geri döndü. Demek ki sorun sadece gerilla güçlerini Türkiye
sınırları dışına çekmek değil.
KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı önümüzdeki saatlerde çok sayıda basın
mensubunun huzurunda bir kez daha sürece ilişkin görüşlerini kamuoyu ile
paylaşacak. Türk tarafının üzerinde ısrarla durduğu geri çekilme
konusuna da açıklık getirecek.
Bir kez daha diyoruz, çünkü Türk tarafı yarattığı algının kurbanı
olarak geri çekilmeyle yatıyor-geri çekilmeyle kalkıyor. Cemil Bayık’ın
dediği gibi PKK siyaseti gizli yapmadığı için bu konuda rahat. Bugüne
kadar KCK yöneticilerinin yaptığı açıklamaları takip edenler geri
çekilmeye ilişkin Kürt tarafının üç aşağı-beş yukarı ne söyleyeceğini
bilmeleri gerekiyor.
Kürt tarafı hem sürecin geneline ilişkin ve hem de onun bir parçası
olarak 23 Mart’ta ilan ettiği ateşkesin devamı olan gerilla güçlerinin
sınır dışına çekilmesine ilişkin kararını açıklayacak. Ve büyük
ihtimalle-ısrarla belirtikleri gibi-‘çözüm sürecinin bir parçası olarak
geri çekilmeyi şu tarihte başlatıyoruz ancak ne kadar süreceği, Türk
tarafının atacağı adımlara bağlı olarak gelişecek’ diyecekler.
PKK KAPININ KİLİDİNİ AÇIYOR
Belki de KCK yöneticileri basın mensuplarını önümüzdeki günlerde veya
aylarda, mesele Mayıs’ın sonu veya Haziran ayının başında sembolik
olarak çekilecek olan ilk grubunun Güney Kürdistan sınırları içine
geçişini izlemek için davet edecekler. Böylelikle geri çekilme başlamış
olacak. Ancak altını kalın çizgiyle çizmek gerekiyor ki bu geri
çekilmenin tamamlanması öyle kolay olmayacak.
Kaldı ki kimsenin elinde sihirli bir değnek yok. Türk tarafı gerekli
adımları atmazsa çekilme duracak ve emin olun çekilenlerde geri dönecek.
Çünkü gerilla güçlerinin şimdi geri çekilmesi 1999 yılının 2
Ağustos’undaki geri çekilmeyle bir benzerliği söz konusu değil. Şartlar
ve konjonktür tümden değişmiştir.
O dönem çekilme belki bir zorunluluktu. Kürt tarafı kısmen böylesine
bir adım atmaya mecburdu. Ama şuan durum çok farklı. Kürt tarafının
gerilla güçlerini geri çekmesi için herhangi bir mecburiyeti veya
zorunluluğu söz konusu değil. Bunun altını ısrarla çizmek gerekiyor.
Çünkü gerilla güçlerini geri çekmek için Kürt tarafının attığı son
adım doğru algılanmaz ve gerekli karşılıklı güven verici adımlar
zamanında atılmazsa, bu iş çok değil bir kaç ay sonra tıkanır kalır.
Süreç kesintiye uğrar.
Şimdi PKK bir kez daha kendisine güvendiği için, Türkiye ve Kürdistan
kamuoyunun beklentilerini de dikkate alarak risk alıyor. Sürecin
derinleşmesi ve kalıcı, adil bir barış için kapının kilidini açıyor.
Artık bu saatten sonra açılan bu kapıdan içeri girmek ve çözüm için
gerekli risk almak ve adım atmak Türk tarafına, yani hükümet ve devlete
kalıyor.
Deyim yerindeyse ‘Arabayı atın önüne koşmak’ dönemi kapanıyor.
KCK’nin yapacağı geniş katılımlı basın toplantısından sonra Türk
tarafının mazereti sona eriyor. Oyalama, kendini yere atma dönemi
bitiyor. İmralı görüşmelerinde üzerinde mutabakata varılan sürecin yeni
aşamaları kaçınılmaz olarak gündeme geliyor.
ESAS HEDEF: DEMOKRATİK TÜRKİYE, ÖZGÜR KÜRDİSTAN
PKK lideri Abdullah Öcalan ile ve Türk devlet yetkilileri arasında
süren müzakerelerde üç aşamalı bir süreç öngörüldüğü ve bir plan
üzerinde mutabakata varıldığı artık bir sır değil.
Birinci aşama: Eğer taraflar temel prensipler üzerinde hem fikir
olurlarsa, ilk önce karşılıklı olarak silahlar susturulacak ve gerilla
güçleri mevsim koşulları da göz önüne alınarak geri çekilmeye
başlayacak. Bu adım için meclis bir komisyon kuracak, Akil İnsanlar
devreye girecek, hükümet gerekli idari ve hukuki güvenceleri sağlayacak.
İkinci aşama: Bu aşama aslında en zor aşama. KCK yetkililerinin
gerilla güçlerine çekilme startı verdiği andan itibaren başlamış olacak.
Bu aşama Kürtlerin demokratik ve özgürce kolektif haklarının sağlanması
için yasal ve anayasal adımların atılacağı bir süreç olacak. Bu süreç
örneğin vatandaşlık tanımından, seçim barajının düşürülmesine, yerel
yönetim özerklik şartına ilişkin Türkiye’nin çekinceleri kaldırmasından,
Kürtler başta olmak üzere herkesin kendi kimliği ile siyaset yapma ve
örgütlenme hakkının tanınmasına ve bunun anayasal güvenceye
kavuşturulmasına kadar bir dizi reformu ön görüyor.
Üçüncü aşama: Normalleşmeyi, daha değişik bir deyimle ‘helalleşmeyi’
ve Türkiye-Kürdistan stratejik ittifakını öngörüyor: Kürtlerin kolektif
haklarının ve varlığının güvenceye alındığı, Kürtlerin kendi kendilerini
yönetmeye başladığı, Abdullah Öcalan dahil olmak üzere hiç kimsenin
esir, rehin ve tutsak konumda olmadığı bir normalleşme süreci olarak ele
almak gerekiyor. Yani Türkiye’nin demokratikleştiği ve buna paralel
olarak Kürdistan’ın özgürleştiği bir süreç olarak ön görülüyor.
Kimse burada yıllara yayılan bir süreçten bahsetmiyor. Birinci ve
ikinci aşamanın birazda iç içe geçerek bu yılın sonuna kadar tamlanması
bekleniyor. Veya öngörünle bu. Bunun kolay olmadığını herkes biliyor.
Ayrıca bütün bu sürecin kazasız-belasız atlatılacağını düşünmekte
saflık olur. Ancak yol kazalarını, sabotajları aza indirmek, milliyetçi,
faşist, ırkçı ve statükocularının olası tuzaklarını atlatmak, hatta
kimi Kürt marjinal gruplarının ucuz ve kara propagandalarının önüne
geçmek mümkündür.
Bununda yolu PKK’nin yaptığı gibi siyaseti gizli-kapaklı bir şey
olmaktan çıkarmaktan geçiyor. Süreci mümkün olduğunca şeffaf ve halkı
katarak götürmekte yatıyor.
Batı Kürdistan
Halk Savunma Birlikleri (YPG), Suriye rejim güçlerinin Efrin’e bağlı
Ziyaret ve Gunde Mezin köylerine yönelik saldırılarının Halep’in Şeyh
Meksud ve Eşrefiye mahallelerine yönelik saldırılarının devamı olduğunu
belirterek, “Rejim Kürtleri kirli savaşın içine çekmeye çalışıyor” dedi.
YPG Basın Merkezi, Suriye rejim güçleri tarafından dün Efrin’in
Şerawa ilçesine bağlı Ziyaret ve Gunde Mezin köyüne yönelik
gerçekleştirdiği bombardımanla ilgili açıklamada bulundu. Açıklamada,
devam etmekte olan bombardımanda 9 yaşındaki bir çocuğun yaşamını
yitirdiği, çok sayıda kişinin yaralandığı ve büyük maddi hasarın meydana
geldiği belirtildi. Bombardıman sonucu iki köy halkının ise Kimar,
Berad u Kurzel ile Efrin merkezine göç ettikleri aktarıldı.
Ziyaret ve Günde Mezin köyüne yönelik bombardımanların Halep’in Şeyh
Meksud ile eşrefiye mahallelerine yönelik saldırıların bir devamı olduğu
belirtilen açıklamada, “Bu köylere yönelik saldırılar rejimin yüzünü
göstermektedir. Rejim 3 aydır Kürtlerin bölgesinde karışıklık çıkarmaya
çalışarak Kürtleri kirli savaşın içine çekmeye çalışıyor” dendi.
Açıklamanın sonunda, YPG’nin rejimin söz konusu planının hayata
geçmesine izin vermeyeceği vurgulanarak şöyle dendi: “Biz saldırılara
gerekli cevabı vereceğiz. YPG olarak gelişebilecek saldırılara karşı da
gereken cevabı vermeye hazırız. Halkımızın varlığı varlığımızdır. Köy ve
kentlerimizi koruyacağız.”
ANF
KCK Yürütme Konseyi Üyesi
Mustafa Karasu, 1993 yılındaki ilk ateşkesten günümüze tek taraflı
ateşkesleri, devletle görüşmeleri, bu süreçlerin hangi koşullarda
geliştiği ve nasıl sonuçlandığını değerlendirdi.
ANF ve Yeni Özgür Politika'ya
konuşan Karasu, Türk devletinin Öcalan ile vardığı mutabakat
çerçevesinde belirlenen üç aşamalı çözüm planına göre adımlar
attıklarını söylerken, ateşkes ve gerilla güçlerinin geri çekilmesinin
de bu kapsamda olduğunu ifade etti. AKP'nin hem kafasının karışık
olduğunu hem bütünlüklü bir duruş göstermediğini kaydeden Karasu,
"PKK'yi ezemiyorlar! Önlerinde iki politika var; ya oyalayacak ya da
çözecek. Bunlardan hangisine girecek, daha belli değil. Yakında
netleşecek" dedi.
AKP’nin çözüm politikası olduğuna
inanarak veya çözüm politikası olduğunu düşünerek bu işin içine
girmediklerini vurgulayan Karasu, "Demokratik siyaset sürecine sokarak
AKP’yi ve devleti bir çözüme zorlayacağımızı, bu mücadele gücüne sahip
olduğumuzu düşünüyoruz" diye konuştu.
KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa
Karasu, her zaman Kürt sorununun siyasal demokratik çözümüne hazır
olduklarını hatırlatarak, geçmiş dönemlerde Türk devletinin zihniyetinin
buna hazır olmadığını dile getirdi. Karasu, "Biz kesinlikle Önder
Apo'nun ortaya koyduğu projeye bağlıyız. Bu çerçevede de AKP'nin adım
atmasını istiyoruz. Herkesten, bütün demokrasi güçlerinden, bütün
çevrelerden de AKP'nin adım atması için demokratik duruşlarını,
tutumlarını güçlü ortaya koymalarını istiyoruz" dedi.
1984 yılında başlayan
silahlı mücadeleden sonra 1993'te ilk ateşkesi ilan ettiniz. İç ve dış
koşullar sorunun demokratik çözümüne ne kadar hazırdı?
Önder Apo, 1988'de M. Ali Birand
ile yaptığı bir röportajda açıkça şunu söylüyordu: 'Türk devleti bir
memuru bile olsa göndersin, görüşelim'. Yani bu sorunları tartışalım
diyerek kendisinin çözümden yana olduğunu ortaya koyuyordu. Daha o zaman
sınırlara dokunmadan da Kürt sorununun belirli bir demokratikleşme
temelinde çözülebileceğini belirtmişti. Bu röportajdan sonra birçok
gazeteci gelip Önder Apo ile görüşmüştü. Önder Apo bütün bu görüşmelerde
Kürt sorununun makul demokratik çözümünü istiyordu. Bu yönüyle 93'ten
önce de defalarca Önder Apo'nun çağrıları vardı; fakat o güne kadar bu
çağrılara cevap bulamamıştı. Bir de ilk dönemlerde bu hareketi kimse
ciddiye almıyordu. Ama 90'larda serhıldanlar gelişip savaş büyüyünce
artık Türkiye'de Kürt sorunu ilk defa birçok boyutuyla tartışılmaya
çalışıldı, tartışmalar boyutlandı. Öyle ki basında Kürt sorununun
demokratik temelde çözülmesi ve Kürtlerin haklarının verilmesi gerektiği
konusunda birçok düşünce ortaya atıldı. Bunu dile getirenlere 'ver-
kurtulcular' gibi isimler takıldı. Biraz çözümden yana olanlar böyle
değerlendirildi.
1990’lı yılların başları
serhıldanların ve gerilla mücadelesinin oldukça geliştiği, Türkiye
devletinin zorlandığı ve Kürt sorunuyla ilgili tartışmaların
yoğunlaştığı bir dönemdi. İktidarda olan ANAP ekonomiyi canlandırmak,
Türkiye'yi siyasal olarak bölgede etkin kılmak istiyordu. Özal pragmatik
bir kişiydi. Kürt sorununun kısa sürede çok hızlı gelişmesinin
Türkiye'yi ciddi sıkıntılarla karşı karşıya getireceğini görmüştü. Bu
yüzden Cengiz Çandar, Talabani ve başka aracılar yoluyla Önder Apo'ya,
'bir yumuşama yaratalım, ateşkes yapalım, bir şeyler olabilir,'
biçiminde mesajlar göndermişti. Mücadelenin geldiği düzey, Türk
devletini zorluyordu. Türk devleti sıkışmıştı. Hem de Kürt sorunu önemli
düzeyde tartışılmış, açığa çıkmıştı. Önder Apo, eğer bir demokratik
çözüm olursa, o temelde Kürt sorununda bir adım atılabilir, bir
başlangıç yapılabilir ve bu bir çözüme doğru gidebilir düşüncesindeydi.
Özal'ın bu yaklaşımlarına, arabulucuların girişimlerine tutarlı ve ciddi
bir çözüm eğilimi göstererek ateşkes ilan etme kararı aldı.
Önder Apo ateşkes ilan etmeden önce hareketin yönetiminin görüşlerini
de aldı. Böyle bir şey düşünüyoruz, ne diyorsunuz diye sordu. Biz uygun
olacağını söyledik. O zaman Avrupa'ya yeni gitmiştim. İki ay öncesinde
de Önderlik sahasındaydım. Önderlik "Özal ne yapmak istiyor?" diye
tartışıyordu. Hatta bir süre önce biz cezaevinden serbest bırakılmıştık,
'sizi niye bıraktılar, acaba bir yumuşama belirtisi midir?' gibi
değerlendirmeler de yapıyordu. Bu ortamda Önder Apo bütün arkadaşların,
gerilla komutanlarının görüşlerini de alarak 17 Mart'ta tek taraflı
ateşkes ilan etti.
Her türlü özel savaşın yürütücüsü olan Özal’ın Kürt sorunundaki algısını değiştiren gerçeklik neydi?
Özal, Demirel Hükümeti döneminde de
önemli bir yetkiliydi. 24 Ocak Kararları'nın mimarıydı. Türkiye
tarihinde faşizmi, zulmü temsil eden 12 Eylül döneminde de ekonomiden
sorumlu Başbakan Yardımcısı'ydı. Bu açıdan siyasal zihniyeti, 12
Eylülcülerin zihniyetinden çok farklı değildi. Fakat ekonomist,
pragmatik ve biraz da ABD'de kalmış bir kişilik olduğundan dolayı klasik
devlet politikalarına yakın olsa da, bundan çabuk esneyebilecek bir
karakter taşıyordu. 15 Ağustos Atılımı olduğu zaman ilk başlarda PKK'yi
ciddiye almamış, kendine göre o da 'üç-beş çapulçu' biçiminde
değerlendirme yapmıştı. Daha sonra savaş gelişince, ilk özel savaşı
uygulayan, özel kuvvetleri kuran, koruculuğu başlatan Özal oldu. Niye?
Bütün dünyada, ABD'de, başka yerlerde çıkan gerilla hareketleri özel
ordularla, özel kuvvetlerle ezilmeye çalışılıyordu. Özal'ın hemen aklına
gelen, özel kuvvet kurup Kürt Özgürlük Hareketi'ni bununla ezmekti.
OHAL ilan edildi, koruculuk sistemi, özel ordu geliştirildi. Ama bütün
bunlar sonuç almadığı gibi 90'lı yıllarda serhildanlar gelişti, gerilla
büyüdü. Özal'ın dış politikası sıkıntıya girmeye başladı. Kendince
Türkiye'deki belirli ekonomik sıkıntıları gidermeye çalışıyordu ve bazı
adımlar atmıştı; ama hareketimiz Türk devletini büyük ekonomik
sıkıntılara sokacak bir mücadele dayatmıştı. Bütün bunlar Özal'ın
düşünce değiştirmesine neden oldu. Kendine göre farklı projeleri de
vardı. Aslında 1. Körfez Savaşı'ndan sonra Güney Kürdistan'ı bir
federasyonla Türkiye'ye bağlama gibi yaklaşımları da yansıdı. O zaman
ordu buna karşı çıktı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay istifa
etti. Bu yönüyle dış politikada geleneksel, içe kapanmacı devlet
anlayışın dışına çıkarak biraz daha yönü, ufku, vizyonu dışa dönük bir
siyasi kişilikti. Kürt sorununu çözerse, hem içerde hem dışarıda önünün
açılabileceğini düşünüyordu. Bu nedenle özel kuvvetlerle savaşı
geliştirmek isteyen, koruculuğu, özel savaşı ilk şekillendiren Özal,
1993'e gelindiğinde, eski yöntemlerle Kürt sorununun ezilemeyeciğini
gördü. Çünkü diriliş gerçekleşmiş, kürt halkı ayağa kalkmıştı. O zaman
yöntem değiştirerek belirli konularda yumuşama yaparak bu sorundan
kurtulmayı hedefliyordu. Özal'ın bu noktaya gelmesinin böyle bir
tarihsel süreci olduğunu düşünüyorum.
Ateşkesin uzatılmasından iki gün sonra Özal’ın ölümünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Klasik Türk devletinde bırakalım
Kürt sorununu çözmeyi, Kürtleri muhatap alma bile yoktur. Tabii, 17
Mart'taki ateşkes de bir muhatap almaydı. Bir nevi Türk devleti ile
Kürtlerin bir siyasal diyalog içine girmesi anlamına geliyordu.
Türkiye'deki mevcut klasik devlet zihniyetinin kesinlikle buna tahammülü
yoktu. Kürdün adının anılmasına bile tahamülü yoktu. Onlar tamamen
Kürtleri Türkleştirip Kürdistan'ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı
haline getirmek isteyen bir zihniyetin sahibiydiler. Özal'ın bu
yaklaşımlarıyla birlikte devlet içinde buna karşı bir öfke, bir tepki
ortaya çıktı. Bunu sonradan daha iyi anlıyoruz. Devlet içinde 'bu da
nerden çıktı? Türkiye Kürtlerle böyle bir ateşkes sürecine giremez,
bunun lafı bile edilemez; taktik olsa bile değerlendirilemez' biçiminde
çok katı bir anlayışın ortaya çıktığını ve derhal organize olduğunu
biliyoruz. Bir de 92 yılında bir konsept belirlenmişti. Özal da bu
konsepti biliyordu; ama bu konseptle de bu savaşın tümden biteceğine
inanmıyordu ya da aklına yatmıyordu. O konsept neydi? 1992'de dağlarda
alan hakimiyetini amaçlayan ve şehirlerde 'faili meçhul' cinayetler,
baskı, işkence yapan bir kirli savaşla Kürt Özgürlük Hareketi'ni ezme
hedeflendiyordu. 93 ateşkesi sırasında böyle bir konsept devredeydi.
92'de, Milli Güvenlik Kurulu'nda da PKK'nin mutlaka her türlü yol ve
yöntem kullanılarak bastırılması yönünde karar alınmıştı. MGK dışında
ayrıca derin devlet denen çekirdek de zaten bu yönlü karar almıştı.
Doğan Güreş, Mehmet Ağar zaten baştan beri kirli savaşın
merkezindeydiler. Daha sonra Tansu Çiller de bu kirli savaş ekibine
dahil oldu. Daha Özal döneminde bu kirli savaş konsepti benimsenmişti.
Hatırlanırsa 'Hizbullah'ın kullanıldığı kontra cinayetleri 92'de
başlamış, 1993 yılında da 'faili meçhul' cinayetler yoğunlaşmıştır. Ama
Özal'ın buna pek kafası yatmadı. Onun için farklı bir yola girmek
istedi. Bu da yeni kirli savaş konseptini benimsemiş derin devlet
tarafından ihanet olarak görüldü. Böyle bir yumuşama sürecine girilince,
bu iş daha fazla uzamadan hemen tasfiye edilmesi kararı alındı. Özal'ın
öldürülmesi kesinlikle derin devletin kararıdır. Özal’ın yaklaşımları
Türk devletinin 80-90 yıllık çizgisinden bir sapmayı ifade ediyordu. Bu
sapmaya izin vermek istemediler. Bu nedenle ateşkesin uzatılmasından
hemen sonra Özal'ı katlettiler.
Özal’ın ölümünü Öcalan
ve PKK nasıl karşıladı? “Özal öldürüldü” açıklaması ilk olarak Öcalan
tarafından dile getirildi. Neden böyle bir kanaate varmıştı?
Şunu kabul etmek lazım; savaşan
güçler birbirlerini iyi tanırlar. Tarih boyunca mücadele içindeki
Kürtler, Türkleri iyi tanıdılar. Aslında Türkiye de Kürt Özgürlük
Hareketi'ni bu süreçte iyi tanıdı. Bu yönüyle Özal'ın öldürülmesinden
sonra Önder Apo'nun derhal 'bu bir iç infazdır, öldürüldü' demesinin
nedeni, Türk devletini iyi tanıdığındandır. Türk devletinin Kürt ile bir
diyalog içine girecek, biraz Kürt konusunda yumuşayacak kişilere
tahammül edemeyeceğini çok iyi bildiğindendir. Türk devletinin Kürt
inkarcılığı ve Kürt düşmanlığının derinliğini savaş içinde de yakından
gören bir Önderlik gerçeği var. Sadece savaş içinde hisseden de değil,
bizzat Kürtler üzerindeki uygulamalardan çok derinden hisseden bir
Önderlik olduğu için bu ateşkes ve yumuşama sürecini derin devletin
kabul etmeyeceğini önceden hissetmiştir. Hatta Özal haber gönderip bazı
şeyleri konuştuğunda Önderlik, "Bu Özal gerçekten cesaretli midir? Yoksa
bu Türk devletini tanımıyor mu?" gibi düşüncelere sahip olmuştur. "Özal
bunları nasıl söylüyor?" diyordu. O dönemde Özal'ın böyle bir yumuşak
düşünce iletmesi, hatta gerekirse federasyon da olabilir gibisinden
sözler söylemesi gerçekten de Türk devletinin klasik politikasında büyük
bir yarılmayı, büyük farklılığı ifade ediyordu. Bu da Önder Apo'da
'acaba gerçekten Özal yapabilir mi, bu sözleri bu devlet içinde nasıl
söylüyor?' biçiminde kuşkular yaratmıştı. Ölünce de "demek ki Özal
farkında değil, bu devleti tanımıyor" diyerek bu ölümün 'devlet
politikasından farklı düşünen, bir sapmayı ifade eden kişinin bu devlet
tarafından öldürülmesi' olduğunu ilk söyleyen Önder Apo'dur. Çünkü bu
devleti, devletin Kürt politikasını en iyi tanıyan Önder Apo'dur.
92'den itibaren bir taraftan kirli savaş sürüyor, diğer taraftan
Özal'ın yumuşak söylem ve yaklaşımları var. Açıktan açığa Önderlik şunu
düşündü: "Bu ölüm, kirli savaşçıların Özal'ı tasfiye etmesidir". Yani o
kirli savaş kanadının Özal'a "bu da nerden çıktı, pişmiş aşa niye su
katıyorsun? Biz bir tasfiye, yok etme kararı aldık, sen bu politikaya
destek vermeyerek bu politikayı tökezletecek yaklaşımlar gösteriyorsun"
dediler ve Özal'ı katlettiler. Onu katledenler bellidir. Kesinlikle o
dönemde TSK kademeleri içindeki belirli generallerdir, yine Köşk
içerisinde, çevresinde görev alan Ordu kesimleridir. Sadece askeri
istihbarat değil, MİT de bu işin içinde olabilir. O dönemin kirli savaş
ekibi tarafından Özal'ın katledildiği kesindir. Bunu Demirel de, Mehmet
Ağar da, Doğan Güreş de bilmektedir. Nitekim o dönemde bir tek Özal
değil, Eşref Bitlis de öldürüldü. Bu kirli savaşın içinde olan ve
sonradan düşüncesi biraz farklılaşan JİTEM'ci Cem Ersever bile
öldürüldü. Yine bazı albaylar, generaller öldürüldü. Tüm bunlar, o
dönemde Türk devleti ve ordusu içinde çok sert bir kirli savaşla Kürt
Özgürlük Hareketi'ni bastırmak isteyen bir kanadın varlığını kanıtlıyor.
Özal'ın öldürülmesi de bu kanadın yaptığı cinayetlerden biri olarak
tarihe geçmiştir.
Özal’ın ölümü ateşkes sürecini nasıl etkiledi? Ondan sonra nasıl bir süreç gelişti?
Özal’ın ölümü ile birlikte bizde
de, Önderlik'te de bir inançsızlık gelişmişti. Çünkü Kürt sorununda
belli adım atmak isteyen bir Cumhurbaşkanı'nın bu devlet tarafından
öldürülmesi tabi ki ciddi bir durumdur. Cumhurbaşkanı'nın bile Kürt
sorununda yumuşak bir söz söylemesine müsaade edilmeyen bir yerde bu
sorun nasıl çözülecek? Bu konuda tabi ki ateşkes belli bir tehlikeye,
kuşkuya girmiştir. Önder Apo Kürt sorununun çözümüne hazırdı, böyle bir
çözüm eğilimi, bu konuda kararlılığı da vardı.
Hareketimizde 'acaba bu devlet
gerçekten de bu sorunu çözer mi' biçiminde bir yaklaşım vardı. Özal
yaşarken de, daha bu iş yeni geliştirilirken de belirli kuşkular vardı.
Hepimiz Önderliğin projesine destek verdik. Ama devletin politikalarını,
özel savaşı görüyorduk. Özal’ın ölümü ile birlikte bizde bu ateşkesin
bundan sonra çok fazla sürmeyeceği gibi bir eğilim ortaya çıktı.
Olgular, olaylar bunu gösteriyordu. Çünkü sadece Özal öldürülmedi; aynı
süreçte operasyonlar da sürüyordu. Şurada burada gerillalar
katlediliyordu. Gerillaların katledildiği bir ortamda ateşkesi sürdürmek
de mümkün değildi. Yaptığımız ateşkes biraz da Özal’ın girişimi, onun
gönderdiği aracılar sonucu gerçekleşmişti. Ama Özal'ın ölümüyle ortada
muhatapsız kalmış bir ateşkes vardı. Devletin diğer kesimleri Özal’dan
faklı düşünüyorlardı. Bu yönüyle Özal’ın öldürülmesinden sonra bizde de
herkeste de 'bu ateşkes süreci nasıl olacak' biçiminde bir merak
oluşmuştu.
33 asker olayı bunun sonucu muydu?
O olaydan önce birçok yerde
gerillalar katlediliyordu. Birçok arkadaşımız şehit düştü. Bu durum
gerillada, gerilla komutanlarında belli bir tepkisellik yaratmıştı. Bu
sürece inanç belli düzeyde zayıflamıştı. Biz o zaman Avrupa’daydık, bu
katletmelere karşı toplumda da bir tepki vardı. Öyle anlaşılıyor ki,
Türk devletinden çeşitli çevreler bunu gördü. İşte bu süreçte büyük
ihtimalle devletin bilinçli bir yaklaşımı da olabilir, askerler silahsız
ve korumasız yola çıkarılıyor. Şemdin’in provoke edilmesi de olabilir.
Şemdin gerillalarının tepkisini de biliyor. Bu tepkisel ortamı da
değerlendirerek askerlerin öldürülmelerine karar veriyor. Aslında
öldürmeyebilirler, bir kısmını esir de alabilirlerdi. Tabi ki bu olay
çok kuşkuludur. Bir nevi Özal’ın öldürülmesinden sonraki ortamda gelişen
inançsızlıkla ateşkesi bitirmeye yönelik bir girişimdir. Bu iş,
savaştan başka bir yöntemle olmaz diyen o kirli savaşçıların, bir
provokasyon biçiminde bu askerleri bir yem olarak gerillanın önüne
sürdüğü konusunda ciddi kuşkular var. 33 askerin ölümü konusunda bu
yönlü ilk değerlendirmeler yapan da yine Önder Apo’dur. Şimdi AKP'liler,
onların kalemşorları ve Fethullahçılar '33 asker olayı şöyledir,
böyledir' diyorlar. "Özal’ı katleden devlet bunu da yapar" düşüncesinden
yola çıkarak bu askerlerin yem olarak gerillaların önüne
gönderildiğini, Şemdin’in de -bilinçli veya bilinçsiz- bu provokasyona
alet olduğunu söylemiştir. Bu açıdan Önderliğin bu kuşkularını akla
yatkın gördük.
Şemdin sadece bu olayda değil, o dönemde birçok yönden devlet
tarafından yönlendirilmiş ve bunun sonucu bazı eylemlere girişmiştir.
Haber sızdırarak ya da çeşitli istihbarat yöntemleriyle devlet onu
yönlendirmiştir. Şemdin Amed’deyken devletin belli düzeylerde
yönlendirmesiyle hareket etti, bu çerçevede gerçekleştirdiği eylemler
vardır. Yani sadece bu 33 asker olayında değil, belki başka eylemlerde
de böyle önüne yem olarak askerlerin atıldığı bir kişiliktir.
Devletlerin birçok kirli oyunları, özel savaş politikaları vardır.
Şemdin’in bir yönüyle de basın tarafından popüler edilmesi bununla
bağlantılıdır. Belki de örgüt içinde sorun çıkaracak bir kişi haline
getirmek amaçlı planlı bir çalışma da olabilir. Daha sonraki pratiği
görülünce Şemdin’in bu kadar popüler edilmesi kuşkusu güçlenmiştir.
Söylendiği gibi örgütte bir ağırlığı, bir kişiliği ve kimliği olmadığı
halde onun basında bir nevi ikinci adam haline getirilmesi manidardır.
Önderlik çok önceden; 'bu devlet Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı bu
kadar kirli yöntem kullanıp her türlü inkar ve imhayı ve her türlü
karalama propagandasını yaparken, neden bu Şemdin öne çıkarılıyor'
biçiminde kuşkularını da dile getirtmiştir.
Ateşkesi bitiren sadece
Özal’ın ölümü veya 33 asker olayı mıydı? Ateşkes neden devam
ettirilemedi, neden kalıcı bir barışa dönüşmedi?
Ateşkesin sonlanmasının nedeni
sadece 33 askerin ölümü değildir. O sadece küçük bir vesile olabilir.
Esas neden, devletin zihniyetidir. Yoksa Şemdin Bingöl'de 33 asker
öldürmüş, bundan dolayı bu ateşkes sonuçlanmış ve çözüm olmamış gibi bir
yaklaşım yetersizdir. Eğer devlette ve siyasette bir çözüm iradesi
olsaydı, 33 asker olayı da aşılabilirdi. Karşılıklı çözüm iradesi
olsaydı rahatlıkla aşılabilirdi. Devlette zaten böyle bir irade yoktu.
Ya da 33 asker provokasyonunu yapan zaten böyle bir iradedir. Bu yönüyle
ateşkesi sona erdiren esas etken, Türk devletinin hazır olmamasıdır.
Önderlik de, 'acaba bazı şeyler olabilir miydi' diye değerlendirmeler
yapmıştır. Ama o sadece bir ihtimaldir. O günden bugüne bütün gelişmeler
dikkate alındığında devletin hazır olmadığı çok açık görülecektir.
Bugün bile hazır değil. O gün hazır olduğunu düşünmek kesinlikle doğru
değildir. 1993 yılında bir çözüme gitmek gerçekten de kolay değildi. Çok
güçlü bir irade olması gerekiyordu. Bizim de eksikliğimiz olabilir.
Belki biz daha fazla teşvik edici ve ortamı daha iyi hazırlayan
olabilirdik. Ama biz ne kadar doğru yaklaşsak da ortam ve atmosfer
farklıydı. Mesela bugünkü gibi çok yumuşak yaklaşımlar göstererek 17
Mart 1993'te gerçekleştirilen ateşkes sürecini başarıya götürmek, sonuç
almak kesinlikle o dönemde mümkün değildi. Türkiye’nin iç koşulları buna
hazır değildi. Ordu halen 'ben bu hareketi ezerim' düşüncesindeydi. Bir
de devlet yeni yeni kirli savaşla kitleyi susturmaya çalışıyordu,
kendisini örgütleyerek gerilla üzerinde kısmen etkili olmak istiyordu.
Böyle yeni bir karar almış, yeni bir konsept hazırlamış ve buna dönük
adımlar atıyordu. O savaşın ve attığı bu adımların sonuçları belli
olmadan, o dönemde bu ateşkesten sonuç almak mümkün değildi.
96 yılında bölgesel güçlerin blok halinde ittifak arayışları gelişti. Böylesi bir dönemde Erbakan'ın başbakanlığına onay verilmesinin Kürt sorunu ve PKK ile bağlantısı neydi?
Sovyetler Birliği dağılmış, ABD
dünyada büyük bir güç haline gelmiş. Fakat Ortadoğu'da Sovyetler'in
dağılmasından sonra oluşan boşluk hala doldurulamamış. 96 yılında
bölgede böyle bir ortam var. ABD Ortadoğu’ya müdahale etmek ve tümüyle
hakim olmak istiyor. Ama bunun karşısında hala Rusya, Çin ve
Ortadoğu'daki bazı klasik iktidar engelleri var. O günkü Ortadoğu,
ABD’nin yeni projesinin, yani sermayenin güvenli ve serbest dolaşımı
biçiminde ifade edilen Yeni Dünya Düzeni'nin merkezi, omurilik soğanı
haline getirebileceği bir Ortadoğu değil. Önünde uluslararası ve
bölgesel birçok engel var. Bu açıdan o dönemde ABD, bölgede hakimiyetini
geliştirmek açısından Türk devletini kullanmak istiyor. Çünkü Türkiye
NATO üyesidir. Dikkat edilirse Erbakan, İslamın lideri, Siyonizm düşmanı
olarak öne çıkan birisidir. Ama ne gariptir ki, Türkiye tarihinde
İsrail’le en büyük anlaşmayı yapan Erbakan olmuştur. Türkiye ile İsrail
tarihinin en büyük askeri, teknik ve siyasi anlaşması Erbakan döneminde
imzalanmıştır. Bunu şunun için yapmıştır: Hem Türkiye, ABD’nin bölge
politikalarına entegre olacak, ortak hareket edecek hem de İsrail’e
taviz vererek, anlaşarak, ortak hareket ederek ABD’nin Kürt Özgürlük
Hareketi'ne karşı desteğini elde edecektir. Kürt Özgürlük Hareketi'ni
ezmek için ABD’nin desteğini almak önemlidir. Erbakan Hükümeti döneminde
İsrail’le bu kadar kapsamlı anlaşma yapılmasının nedeni, PKK'yi tasfiye
etmede İsrail üzerinden ABD’nin desteğini daha fazla almak içindir. Bu
açıdan Türkiye'deki derin devlet, Erbakan’ı da kullanmıştır. Erbakan’ın
böyle bir anlaşmanın altında imzası vardır. Bu anlaşmaların nedeni,
giderek Önder Apo’nun esaretiyle sonuçlanacak komploda ortak davranma,
daha sonra ABD’nin bölgeye yapacağı müdahalede Türkiye'yi buna uygun
hale getirmektir. İsrail’le ilişkiler Erbakan’ın Hükümeti döneminde bu
nedenle gelişmiştir.
Erbakan ve partisi kendine göre
belli bir tutarlılığı olan, en azından içerde kendi öngördüğü siyasal
İslamcı politikaları yürütmeye çalışan, hatta dışa karşı biraz daha
bağımsız davranmak isteyen bir liderlik, bir partidir. Böyle bir parti,
İsrail’le anlaşma yapmaya mecbur kalıyor. Çünkü Türkiye’nin en temel
sorunu Kürt sorunudur. Kürt sorunu söz konusu olduğunda devlet
politikalarına çok aykırı davranamıyorlar. Yakın tarihte Özal’ın durumu
da var, katledilmiş.
Siyasal islam'ın temsilcisi Erbakan Hoca'nın Kürt sorununa yaklaşımı nasıldı? PKK'yle nasıl bir diyalog arayışına girdi?
1995’in Aralık ayında seçim oldu.
Biz Aralık'ta bir ateşkes daha ilan ettik. PKK Merkez Komitesi'nin bir
toplantısı oldu. Önderlik toplantıya telefonla katıldı. Bu ateşkes çok
kısa sürdü. Çünkü Türk devleti çok ciddiye almadı. Bu konuda herhangi
bir gelişme olmadı. Daha sonra anlaşılıyor ki Önderliğe, Erbakan’ın
aracılarla haber gönderme ve ilişki kurma durumu var. Çünkü savaşın
olduğu bir yerde hükümetler sıkışıyor. Erbakan da PKK’ye karşı, Kürtlere
karşı savaş yürütürse kendi düşündüğü politikaları ne içerde ne de
dışarıda uygulayamayacağını görmüştür. PKK’ye karşı savaş sürdüğü
müddetçe devletin o klasik politikası doğrultusunda hareket etmek
zorundadır. Başka türlü hareket etmesi mümkün değil. Bu açıdan ortamı
yumuşatmak istemiştir. Eğer bir ateşkes olabilirse, süreç
yumuşayabilirse kendi politikalarını uygulayabileceği düşüncesiyle
mektuplar göndermiştir.
Şuna biz de inanıyoruz; eğer elinde
olsaydı, Erbakan Kürt sorununa çözüm konusunda Özal’dan daha ileri bir
yaklaşım gösterebilirdi. Erbakan inanmış bir insandı. Bugünkü AKP
Hükümeti gibi dış güçlere bağımlı, dış güçler tarafından beslenen bir
güç değildi. Türkiye'deki İslamcı damara dayanıyordu. Yeni yetişen bir
sermaye ve orta sınıf vardı. Dış sermayeye daha mesafeli olan, biraz
daha milli denilebilecek (artık günümüzde çok milli sermaye de yok ama)
biraz daha geleneksel değerlere bağlı, gerçekten farklı düşünebilecek
bir siyasi vizyona sahipti. O yönüyle Erbakan gerçekten de İslamcı bir
liderdi. Bu yönüyle bazı değerleri vardı. Bugünkü siyasal İslamcılar
gibi altı kaval üstü şişhane, kapitalist modernitenin bir numaralı
pratikleştiricisi değildi. Bugünkü siyasal İslamcılar aslında kapitalist
modernitenin Ortadoğu’daki ajanları gibidirler. Erbakan öyle değildi.
Samimi olarak kapitalizme, emperyalizmin uygulamalarına belirli düzeyde
karşı çıkan, bu yönüyle de Kürt sorununu kendi içinde çözmek isteyen bir
eğilime, kişiliğe sahipti. Ama derin devletin Erbakan’a Kürt sorununu
çözme konusunda fırsat vermesi mümkün değildi. Bu nedenle Erbakan’ın
girişimlerinden herhangi bir sonuç çıkmamıştır.
28 Şubat darbesinin Erbakan'ın Kürt sorununa cılız da olsa bir çözüm arayışına girmesiyle bağlantılı olduğunu düşünüyor musunuz?
28 Şubat darbesini AKP'liler,
siyasal İslamcılar çok dillendiriyorlar, gündemleştiriyorlar; ama bu
darbe esas olarak Erbakan’a yapılan darbedir. Şu anda 'yenilikçiler'
denilen Erdoğan’ın, Abdullah Gül'ün önü 28 Şubat darbesiyle açılmıştır.
Bunu böyle belirtmek gerekir. Erbakan’ın politikalarından rahatsızlık
vardı. Bu rahatsızlık sadece Türk devletinin, derin devletin
rahatsızlığı değildir. ABD ve Avrupa da rahatsızdı. Halbuki 1980 darbesi
bir yönüyle de Türkiye'de klasik Kemalist iktidar yerine işbirlikçi
siyasal İslamın da sistem içine alındığı yeni bir Türkiye yaratma
projesiydi. ABD'nin 'yeşil kuşak projesi' vardı; buna göre de İslamı
sistem içine almadan, işbirlikçi İslamı kullanmadan, Türkiye ve
Ortadoğu'da toplumsal temeli olan İslami kesimleri işbirlikçi hale
getirmeden Ortadoğu’yu, Türkiye’yi gerçek anlamda yönetmek, Ortadoğu'yu
istedikleri doğrultuda kullanmak mümkün değildi. Bu yönüyle Erbakan bu
projenin önünde de engeldi. Bu açıdan 1980 yılında başlayan Türkiye’yi
değiştirme, belirli bir İslami işbirlikçilikle bütünleştirerek tamamen
Batı'nın İslamı veyahut kapitalist değerler taşıyan bir İslam modelini
ortaya çıkarma arayışında 28 Şubat, Erbakan ve partisine yönelik hem dış
destekli hem de içerdeki güçlerin birlikte yaptığı bir harekettir.
Erbakan'ın Kürt politikasındaki yumuşak yaklaşımları da bu darbeye neden
olmuştur. Dikkat ederseniz o zaman bir tek Erbakan’a yönelik darbe
yapılmamış, birçok yazar da andıçlanmıştır. Bu yazarların çoğu da Kürt
sorununa yumuşak yaklaşanlardır. Erbakan’ın Kürt sorununda ilerde
yumuşak yaklaşacak veyahut belirli bir uzlaşma arayacak kişiliğini
bildiklerinden dolayı, hem Erbakan eğilimini hem de bu yönlü düşünen
aydın ve yazarların hepsini 28 Şubat post-modern darbesiyle ve
sonrasındaki politikalarla safdışı etmişlerdir.
Aynı süreçlerde hem cezaevi
hem de Avrupa üzerinden devletin, PKK ile çeşitli temaslara girdiği
biliniyor. Bu diyalogların biçim ve içerikleri hakkında neler
söyleyebilirsiniz?
97’de ilişkiye girmeler hala
çözülmesi gereken durumlardır. Cezaevinde Sabri arkadaşlarla (Sabri Ok)
da ilişkilenilmiştir. Hatta Sağmalcılar Cezaevi'ndeki bizden tutuklu
olan daha sonra bizden kopanlarla belirli savcıların, derin devletle
ilişkili kişilerin ilişkide olduğu söylenmektedir. Yine bir dönem
sanıyorum Afyon veya Uşak cezaevinde arkadaşlarla ilişkilenilmiştir.
Arkadaşlar dağa rapor göndermişlerdi. O da Önderliğin yakalanmasından
sonraydı. 97 yani Önderliğin yakalanmasından önce cezaevi üzerinden
Avrupa üzerinden bu tür ilişkiler geliştirilmeye çalışılmıştır. Ordu
içindeki belirli bir kesim ilişki kurmak istemiştir. Hatta 1997’ydi, ben
İran’da/Urmiye’deydim. O zaman imkanlar olduğu için bazı çevrelerle
ilişki kuruyorduk. Yılda bir iki defa cezaevi arkadaşım, değerli dostum
olan Eşber Yağmurdereli ile telefon görüşmelerim oluyordu. Bir gün Eşber
Yağmurdereli 'ordudan belli bir kesim bir kanal üzerinden benimle
ilişki kurdular, PKK ilişki kurmak istiyorlar' biçiminde bir düşüncesini
belirtti. Ben de Önderliğe Eşber Yağmurdereli üzerinden Ordu içinden
birileri hareketle ilişki kurmak istiyor, dedim. Önderlik tamam,
bakalım, dedi. Fakat sonradan herhangi bir şey çıkmadı. Önderlik bana
hiç sormadı. Sonradan anlıyorum ki zaten o dönemde yine Ordu çevresinden
belli ilişkiler var. Artık aynı ilişkiler mi, farklı mıdır bilemiyoruz.
Yalnız o dönemde hareketle ilişkilenmek isteyen bir kanadın olduğu
görülüyor. Ya da bir komplo çerçevesinde Önderlik ve PKK ile bu tür
görüşmeler içine giren bir planlamanın varlığından söz edilebilir. Şimdi
baktığımızda şu ortaya çıkıyor ki; bu kesinlikle herhangi bir çözüm
yaklaşımı değil, bir komplo/tasfiye planı var. Bu görüşmeleri gevşetme,
duyarsızlaştırma, dikkatleri dağıtma, sanki bir yumuşama var gibi bir
eğilim yaratarak komployu daha kolay gerçekleştirme planının parçası
olarak değerlendiriyoruz. Önder Apo da o dönemdeki ilişkileri komplo
öncesi bu komployu hazırlama planları olarak değerlendirmektedir.
Sayın Öcalan'ın 93
yılından itibaren soruna siyasal çözüm arayışlarına girdiği ve en küçük
fırsatı bile değerlendirdiği biliniyor. 2000’li yıllara kadarki mücadele
stratejiniz bu arayışların sonuca gitmesine ne kadar uygundu?
Önderlik 88’den başlayarak
demokratik çözüm arayışına girmiştir. 93’te ateşkes ilan etti. 95’te de
bir ateşkes var. 98’de zaten kapsamlı bir değerlendirmeye dayalı ateşkes
var. Ama bunlar sonuca ulaşmadı. Şimdi şunu söyleyebiliriz; bizim
önceleri bağımsız devlet kurma biçiminde söylemimiz ve kafamızda
devletçi bir paradigma vardı. Ulusal kurtuluşu bir devlet kurma
biçiminde algılıyorduk. Fakat devletçi paradigmaya ve ulusal kurtuluşu
devlet kurma biçiminde anlamamıza rağmen bizim Türkiye sınırları içinde
halkların kardeşliğine dayalı bir çözüm yaklaşımımız vardı. Bu yönüyle
bizim 2000 öncesindeki paradigmamız demokratik siyasal çözüme engeldi,
dersek çok doğru olmaz. Fakat şu doğru; demokratik siyasal çözümün
ortamını hazırlama konusunda zayıflıklarımız vardı. Daha çok savaşa
yüklenme, savaşta darbe vurarak sonuç alma yaklaşımı daha ağırlıklıydı.
Bu yönüyle Türkiye toplumunu etkileme, Türkiye toplumunu hazırlama
çabamız eksik kalmıştır. Bunları söylemiyor da değildik, ama ağırlıklı
olan savaş olduğu ve savaşla sorunu çözme, kopararak sorunu çözme
yaklaşımı olduğu için o tür eğilim ve çabalarımız etkili olmuyordu. Bir
Türkiye partisinin kurulmasını da destekledik, Türkiye soluna da,
demokrasi güçlerine de seslenmemiz oluyordu; fakat paradigmamız hala
devletçi ve vurarak koparma yaklaşımına dayalı olduğu için sizin
belirttiğiniz demokratik siyasal çözüme, daha yumuşak bir çözüm zemini
yaratmaya yönelik çabalarımız yetersiz kaldı. Türk devletinde gerçekten
bir çözüm eğilimi olsaydı, yani bugün ifade ettiğimiz Demokratik
Özerklik, Türkiye sınırları içinde çözme eğilimine yatkın olsaydı,
kesinlikle 2000 öncesinde de hareketimiz ve Önderlik bir çözüme hazırdı.
Belki bütün birleşenlerimiz veyahut toplum buna çok hazır olmayabilir,
devletçi zihniyet olabilir; ama Önderlik hazırdı ve Önderliğin projesine
toplum da Hareket de bağlı kalırdı. Bu yönlü eksiklikler olmasına
rağmen ben 2000’den önceki paradigma döneminde de bizim demokratik
siyasal çözüme hazır bir Hareket olduğumuzu rahatlıkla söyleyebilirim.
Öcalan'ın esaretinden
sonra ana hatlarıyla PKK hangi konularda değişim yaşadı, bunun Kürt
sorununun siyasal demokratik çözümüne yansıması nasıl oldu?
2000’lerden sonraki paradigma
değişiminin esası şu: En başta devlete yaklaşımımız değişti. Devletin
bir kurtuluş olmadığı, devlet dışı da toplumların özgür, demokratik
olabileceği, devlet olmadan da ulusal sorunun çözülebileceği biçimindeki
bir eğilim Önder Apo’nun paradigmasıyla gelişti. Sadece Önder Apo'da
değil, hem toplumda, hem Hareket içinde öyle bir eğilim gelişti. Önder
Apo’nun yeni savunmaları üzerine yapılan eğitimle birlikte Hareketimiz
gerçekten bir paradigma değişimine uğradı. Demokrasi içinde,
demokratikleşme temelinde Kürt toplumunun demokratik örgütlenme gücüne
dayanarak, -savaş bir meşru savunma biçiminde sürse de, gerilla
mücadelesi devam etse de- demokratik toplumu örgütleyerek, toplumun
gücüne dayanarak da Kürt sorununun çözülebileceği ve bu temelde
serhildanlarla hem Kürdistan'da hem Türkiye'de demokrasi mücadelesini
geliştirerek, Türkiye'deki demokrasi güçlerinin de bu direnişe katılarak
Türkiye’nin demokratik temelde değiştirilip Kürt sorununun
çözülebileceği düşüncesi bizde yeni bir çözüm yaklaşımı, yeni bir çözüm
politikası olarak devreye girdi. Nitekim 2000’lerden sonra dikkat
edilirse yalvarırcasına Kürtler 'barış barış' demeye başladı. Ağzını
açan herkes barış, demokratik çözüm, dedi. Öyle ki birçok çevreden bize
"Bu kadar barış denir mi? Bu kadar yalvarırcasına barıştan niye söz
ediyorsunuz" biçiminde eleştiriler geldi. 2000-2004 arasında bu yönlü
eleştirileri çok fazlasıyla aldık. Doğru muydu bu eleştiriler? Doğruydu.
Çok fazla barış, çok fazla demokratik çözüm, dedik. Ama bunu söylememiz
yanlış değildi. Buna inanarak söyledik. Onu eleştirenlerin mantığı
yanlıştı. Bizim yaklaşımımız doğruydu. Fakat Türk devleti, 1999’la 2004
arasındaki beş-altı yıl süren geri çekilme dönemini, o ateşkes dönemini,
o sessizlik dönemini doğru değerlendiremedi. Bunu PKK’nin bir
zayıflığı, güçsüzlüğü olarak gördü. Barışçıl demokratik çağrılarımızı
da, 'güçsüzdürler, savaşamıyorlar, yalvarıyorlar' olarak değerlendirdi.
Bu nedenle, bugün herkesin de kabul ettiği gibi 1999-2004 arası beş-altı
yıllık süre gerçekten heba edildi. Ama biz hazırdık. Biz gerçekten
zihniyet olarak hem toplumu hem Hareketi böyle bir çözüme hazırlamıştık.
Buna hazır olmayan devletti. Devlet, Kürtlerin varlığını tanımak
istemiyordu. Kürtleri, Türkleştirerek; Kürdistan’ı ulusal yayılma
alanına çevirmek istiyordu. 1999'dan sonra da bu politikaya devam
ettiler. Hatta 'PKK yenildi, Kürtler yenildi, bir daha ayağa kalkamaz'
dediler. 'Şu anda yapılması gereken Kürtleri rehabilite etmektir'
dediler; hatta 105-110 tane de tedbirden söz ettiler. Güya ekonomik,
sosyal, kültürel tedbir alacaklardı, Kürtler rehabilite olacaktı, artık
bu isyan da tümden bitmiş olacaktı! 99-2004 arası süreçte devletin bizim
demokratik çözüm yaklaşımımıza tepkisi böyle oldu.
AKP hangi koşullarda ve neyin karşılığında iktidara getirildi? O dönemin siyasal konjonktürü neydi?
Önder Apo esaret altına alındıktan
sonra o güne kadar savaşın ekonomik yükünün, faturasının her yıl
biriktirilerek diğer yıla aktarıldığı, bunun sonucu da ekonominin büyük
bir zayıflık ve kriz kaynağı teşkil ettiği bir gerçeklik vardı. Önder
Apo esaret altına alındıktan sonra ekonominin bu zayıflığını gidermek ve
kriz yaratacak karakterini ortadan kaldırmak için 20 yıllık savaşın
faturası Kemal Derviş eliyle Ecevit-Yılmaz-Bahçeli Hükümeti döneminde
halkın üzerine yıkıldı. Hem savaş döneminin anti-demokratik uygulamaları
halkı yıldırmıştı hem de 20 yıllık ekonomik fatura halkın üzerine
yıkılmıştı. Bu durum savaş dönemindeki partilerin üzerine kalmış ve
onlara karşı halkta büyük bir tepki ortaya çıkmıştı. İşte bu partilerin
üzerindeki bu büyük kambur AKP'nin iktidara gelmesi için elverişli bir
ortam yaratmıştı.
AKP Hükümeti ya da Erbakan'ın
partisinden çıkarılan 'yenilikçiler' Türkiye'nin 20 yıllık ağır
sorunlarının belirli partilerin sırtına yüklendiği ve diğer taraftan da
Kürt Halk Önderi'nin yakalandığı, silahlı güçlerin sınır dışına
çekildiği, savaşın durduğu ve belirli bir yumuşak ortamın ortaya çıktığı
bir dönemde seçimlere girdi. Bu süreç aynı zamanda ABD’nin Irak’a
müdahale etmesinden önceki yıla tekabül ediyordu. 2003’te ABD Irak‘a
müdahale edecekti, 2002'de Türkiye'de seçimler oldu. Ortadoğu zor bir
bölgedir. Eğer Türkiye'de siyasal İslamcı bir iktidar olmazsa hem
Türkiye'nin tam desteğini alamaz, hem de Türkiye'de ABD’nin Irak’a
müdahalesini sabote edecek savaş karşıtı gelişmeler ortaya çıkabilirdi. O
açıdan kendine yakın bir siyasal İslamcı iktidarı Türkiye'de iktidara
getirerek Irak’a müdahalesini kolaylaştırmıştır. Türkiye bir siyasal
İslamcı iktidar olarak Irak’a müdahaleye karşı çıkmazsa o zaman diğer
bölge ülkeleri de Irak müdahalesine sessiz kalırdı. Bu açıdan Irak’a
müdahale döneminde siyasal İslamcı bir iktidarın Türkiye'de işbaşında
olması ABD’nin çıkarına olacaktı.
Türkiye'deki derin devlet açısından
da diğer partiler yıpranmıştı. Kürtlerin rehabilite edilmesi lazımdı.
Bunu en iyi CHP veya MHP yapamazdı, çünkü savaşta yeterince teşhir
olmuşlardı. Biraz demokrasiden söz eden, yumuşamadan söz eden siyasal
İslamcı bir AKP iktidarıyla islam dini de, Kürtlerin dini inançları da
kullanılarak Kürtler tümden sisteme entegre edilebilirdi. Bu yönüyle
AKP’nin iktidara gelmesi hem iç güçlerin, hem de dış güçlerin işine
geldi; ikisinin de çıkarına olan bir momentte AKP iktidara geldi.
Türkiye'nin bütün geçmiş sıkıntılarının, zorluklarının ağır faturasının
önceki partilerin üzerine yıkıldığı bir dönemde seçime girdi ve iktidara
geldi.
AKP'nin iktidara gelmesinde sol ve
demokrasi güçlerinin sorumluluğu da çok büyüktür. Eğer o dönemde sol ve
demokrat güçler demokrasi söylemiyle gerçekten Kürt sorununu çözecek,
Türkiye'yi demokratikleştirecek bir programla seçim meydanına
çıksalardı, böyle bir demokrasi ittifakı kurulsaydı AKP iktidara
gelemezdi. İsmail Cem, Kemal Derviş ve o güne kadar Ecevit'in gölgesi
olan Hüsamettin Özkan, bir parti kurdular. Aslında bunlar bile bir
sinerji yarattılar. Eğer onlar seçime girselerdi, AKP tek başına
iktidara gelemeyecekti. ABD müdahale etti, sistem müdahale etti ve
böylece biraz daha demokratik, yumuşak bir partinin iktidara gelmesinin
önüne geçtiler. Kemal Derviş oradan ayrılıp CHP'ye geçti. Böylelikle o
partinin toplumda yarattığı sinerji birden dağıldı, tılsım bozuldu,
ortada sadece AKP kaldı. Hem uluslararası güçler AKP’ye Irak müdahalesi
döneminde kolaylaştırıcı rol verdiler, hem de iç güçler, derin devlet,
Önder Apo’nun esaret altında olduğu ve Hareketimizin savaşı durdurup
geri çekildiği bir dönemde, dini de kullanarak, demokrasi söylemiyle,
yine AB’ye tam üyelik için hazırlanan paketlerdeki belli yumuşamalarla
Kürtleri sisteme entegre etme, Kürt Hareketini bitirme görevini AKP'ye
verdiler. Bu ikisi çakışınca, koşullar ve zemin de uygun olunca AKP
iktidara geldi.
Hareketiniz hiçbir iktidara
tanımadığı çözüm fırsatını AKP'ye sundu ve çeşitli dönemlerde birçok kez
eylemsizlik ve ateşkes ilanında bulundu. Somut talepleriniz nelerdi,
AKP buna nasıl yaklaştı?
AKP, Kürt sorununun gündemde
olmadığı bir dönemde iktidar oldu. O da şunu düşünüyordu: "PKK yenildi,
artık Kürt sorunu yoktur". Onun görevi sadece Kürt sorununun ortaya
çıktığı sorunları rehabilite etmektir; Kürt sorununu çözme değil! Bu
nedenle 2003 yılında Erdoğan'a sorulduğunda 'düşünmezseniz Kürt sorunu
da yoktur' cevabını verdi. Gerçekten de politikası buydu. Kürt sorununu
çözme değil, biraz daha yumuşak yaklaşarak Kürtleri sistem içinde
rehabilite etme görevi vardı. Hareketimizin bütün çabalarına rağmen AKP
hiçbir adım atmadı, hiçbir çözüm yaklaşımı göstermedi. Bunun sonucu
2004'te Türk devletinin ve AKP'nin Kürt sorununda adım atmama ve
çözümsüzlükte ısrar politikasına karşı yeni bir gerilla hamlesi
başlattık. Biliniyor, ondan önce de Hareketimiz içten tasfiye edilmek
istendi. AKP biraz bu tasfiyeye de umut bağlamıştı. Onun için herhangi
bir adım atmadı. 2004 yılında gerillanın yeniden hamle yapmasıyla
birlikte AKP, Avrupa Birliği ve çeşitli güçlerle birlikte gerilla
hamlesini, Kürt sorununu çözme hamlesini kırmak için bazı arayışlara
girdi. DEP’li Leyla Zana, Hatip Dicle ve diğerlerinin cezaevinden
çıkarılması aslında o dönemde bir projeydi. İşte onlarla ortamı
yumuşatacaklar, onları etkili kılacaklar ve 1 Haziran Hamlesi'nin
gelşmesini engelleyeceklerdi. Onlar üzerinde böyle bir hesap
yapıyorlardı. Fakat bu, hem Hareketimizin çabalarıyla hem de çıkan
DEP’lilerin böyle bir projeye alet olmamalarıyla boşa çıktı. Biz bunu
boşa çıkarınca, Erdoğan, bilindiği gibi 2005'te yeniden bir arayış içine
girdi. Çünkü bizim yürüttüğümüz mücadele AKP'yi zorluyordu. Bu bakımdan
2005'te, belirli aydınların da etkisiyle Erdoğan, Amed'de "Kürt sorunu
benim de sorunumdur, geçmişte hatalar yaptık" biçiminde değerlendirme
yaptı.
O dönemde Erdoğan biraz da 'acaba
bu soruna bir çözüm bulabilir miyiz?' şeklinde düşünmüştür. Kuşkusuz
düşündüğü çözüm Kürtlerin istediği gibi değildir. Ama 'acaba bir şey
yapabilir miyiz?' biçiminde bir yaklaşımla o konuşmayı yapmıştır. Nasıl
ki bir zamanlar Demirel 'Kürt realitesini tanıyorum' demiştir; Çiller
'Bask Modeli'nden bahsetmiştir; Mesut Yılmaz 'AB’nin yolu Amed’den
geçer' demiştir; Özal fedarasyondan bahsetmiştir; yani bütün siyasiler
zorlanınca Kürt sorunu ve çözümünden söz etmiş, bir arayış içine girmek
istemişlerse Erdoğan da 2005’te Amed’de bu yönlü bir konuşma yapmıştır.
Ama tüm bu kişiler bu tür sözleri sarfettikten sonra durumun ve Türk
devlet gerçeğinin amiyane deyimle kazın ayağının kendilerinin düşündüğü
gibi olmadığını görmüşlerdir. Nitekim Erdoğan'ın 2005'te, Amed'de Kürt
sorunu benim de sorunumdur demesinden sonra Şemdinli'de Umut Kitapevi
bombalandı ve polis halka saldırdı. 2 yurtsever öldürüldü. Bombalamayı
yapanlar yakalandı. Erdoğan, sonuna kadar gideceğiz, dedi. Arkasından
Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, 'ben iyi tanıyorum, bunlar iyi
çocuklardır' deyince geri adım attı. Şemdinli olayı için iddianame
hazırlayan Savcı Ferhat Sarıkaya'yı onların önüne yem olarak attı.
Böylece Erdoğan, durumun öyle kolay olmadığını anladı. Ama şunu da gördü
ki, PKK’yle savaşarak bu işi götüremez, iktidarını kaybedebilir. Bu
açıdan kendine göre doğru bir taktik politika izledi. Hem bizi idare
etme hem devleti idare etme politikası izledi. Çünkü savaş sürerse derin
devletin ve toplumun baskısını hissedecek, zorlanacaktı. Bu açıdan
ateşkes ilan edildiğinde devletin ve toplumun baskısını üzerinden
kaldırarak devleti ve toplumu oyalayacaktı. Bize de 'ateşkes yapın, bazı
adımlar atarız' diyerek zaman kazanmış olacaktı. Gerçekten başka
politikası yoktu. Ne Kürt sorununu çözme konusunda bir politikası vardı
ne de PKK'yi şiddetle ezme politikasına hazırdı. 2004-5-6 yıllarında
2007'deki gibi, 2008-2009'daki gibi çok sert politikalara yönelme yoktu.
Çünkü 2002 seçimlerine yumuşak söylemlerle ve demokrasiden söz ederek
girmişti. Kürt sorununu çözme politikası olmadığı gibi, ezme
politikasını yürütme konusunda da toplumu, kendi ittifaklarını
hazırlamış değildi. O zaman orta yol denedi. Bizi ateşkesle oyalamak ve
yumuşak ortamda da devleti idare etmek! 2006 ateşkesi AKP'ye böyle bir
ortam hazırladı.
Öcalan 2006 ateşkesinin bir oyun olduğunu söylerken bunu hangi somut gelişmelere dayandırıyor?
Önder Apo 2006 ateşkesini
eleştiriyor. 2006 ateşkesini AKP'nin bir oyunu ve oyalaması olarak
gördüğü için bunu söylüyor. AKP kendine nefes aldırdı, devlete de
bununla nefes aldırıldı. Daha sonra bu nefes aldırma, Mayıs 2007'deki
Dolmabahçe mutabakatıyla sonuçlandı. Böyle bir mutabakatın olmadığı,
devletin de AKP'nin de sıkışık olduğu, sorunlar yaşadığı dönemde,
AKP'nin bir çözüm yaklaşımı yokken, somut her hangi bir adımı yokken
ateşkese gitmek, aslında AKP'yi ve devleti rahatlattı. Hareketin devleti
ve AKP'yi sıkıştırma imkanını sınırladı. Bu nedenle Önder Apo 'ben
doğru bilgilendirilseydim, ateşkesi yapmazdım' dedi. Zaten ateşkesten
hemen sonra, "Eğer iki-üç ay içinde adım atılmazsa, bunu bir oyun
sayarım" demişti. Önderlik, AKP'nin bir politikasının olmadığını,
zorlandığını ve bu yüzden bir ateşkes yaptırarak oyalamak istediğini
hissetti. Nitekim gerçekten de birkaç ay içinde bunun bir oyun olduğu
ortaya çıktı. AKP adım atmadığı gibi devlet de o ortamdan yararlanarak
Önderliği zehirlemek istedi. Biz erkenden fark edip müdahale edince,
kamuoyuna duyurunca bu adım adım zehirleme girişimi durduruldu. Yoksa
gün gün Önderliği zehirleyerek zaman içinde ölüme götüreceklerdi. Önder
Apo, Türkiye'nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü için hiçbir
faydası olmayan ama Kürt sorununu çözmeyenlerin, Türkiye'yi
demokratikleştirmek istemeyenlerin direncini arttıran, onlara o direnci
bulmasını sağlayan fırsatı sunacağı için bunu "bir oyun sayarım" dedi.
Demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümünü zora soktuğu ve Kürt sorununu
ezerek çözmek isteyenlerin, gericilerin eline fırsat verdiği için bunu
bir oyun olarak değerlendirmiştir.
Mayıs 2007'de
Dolmabahçe'de gerçekleşen Erdoğan-Büyükanıt gizli görüşmesinde ordu ile
siyasal İslamın Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı nasıl bir işbirliğine
gittiğini düşünüyorsunuz?
2006 ateşkesi 2006 ortamı AKP'nin
hem devleti idare etme hem bizi oyalama politikasıydı. Ama bunu uzun
sürdüremezdi. 2007 Nisan'ına geldiğinde Cumhurbaşkanlığı seçimi
olacaktı. Ordu, 'eşi türbanlı birini Cumhurbaşkanı yapamazsın' dedi ve
müdahale etti. Niye? Çünkü AKP'nin bir Kürt politikası yok, idare
ediyor. Onun için Kürt politikasında net olmayan, ezme politikası
konusunda da iradesi ve gücü bulunmayan bu AKP'yi kabul etmiyordu. Derin
devlet zaten Kürt sorunun çözümünü istemiyordu. Onun için 27 Nisan
darbesi oldu. Şundan oldu: AKP'nin o güne kadar bir Kürt politikası
yoktu. Tek politikası oyalama ve idare etmeydı. 27 Nisan e-muhtırasıyla
birlikte AKP yeni bir durumla karşı karşıya kaldı: ya 2006'ya kadarki bu
oyalama politikasını sürdürecek, hem devleti hem Kürt Özgürlük
Hareketi'ni idare edecek; - bunu ne PKK kabul ediyor, Ordu da kabul
etmiyor- ya da Kürt sorununda bir çözüm politikası veya ezme
politikasına yönelecekti. Ordu, Kürt sorununda ezme politikan yoksa ben
sana karşıyım, iktidarını engellerim, dedi. Bunun sonucu Mayıs'ta Yaşar
Büyükanıt ile AKP arasında mezara kadar götürülecek anlaşma gerçekleşti.
Mutabakat şu çerçevede oldu: AKP, Kürt Özgürlük Hareketi'ni ezme
politikası izleyecek, Kürtlerin haklarını/hukukunu tanımayacak, bu
konuda tutum sahibi olacak; Genelkurmay ve derin devlet de bu çerçevede
AKP'nin yeniden iktidar olmasına izin verecek ve eşi türbanlı birisinin
Çankaya'da olmasını kabul edecekti. Ne karşılığında AKP yeniden iktidar
olacak? Kürt Özgürlük Hareketi'ni ezme, Kürtlere hak tanımama politikası
karşılığında! 2007'deki Dolmabahçe mutabakatı kesinlikle buna
dayanmaktadır.
Mezara kadar götürecekleri sır;
Kürtlerin ölümü, Kürtlerin yok edilmesi üzerinden yapılan anlaşmadır.
Zaten sıradan bir politikacı bilir; Türkiye geçekliğinde bu kadar önemli
ve mezara götürülecek bir sır, Kürt politikası dışında ne olabilir?
Kürt sorunu dışındaki her şey önceden açıklanabilir. Sadece Kürt
sorunuyla ilgili bir konu mezara kadar götürülebilir. Çünkü bu çok
stratejik bir konudur. En temel ulusal strateji Kürtlerin
Türkleştirilmesi konusudur. Anlatırlar; ne kadar doğru, bilemeyiz; idam
edilmeden bir süre önce Menderes'e, 'Türkiye'nin en temel sorunu nedir?'
diye sormuşlar. Menderes de "Kürt sorunudur" demiş. Mezara giderken
adama soruyorlar, 'sen devlet adamısın bilirsin' diye; o bile "Kürt
sorunudur" diyor. Kürtler üzerindeki bu kirli anlaşma topluma yayılırsa
Kürtler buna tepki duyacaktır. Kürtlerin duymaması gereken bir şeyi,
önemli bir sır olarak götürüyorlar mezara. O nedir? Kürtlerin ezilmesi,
Türkleştirilmesi ve bu sorunun ortadan kaldırılmasıdır!
Yarın:
-Tüm yönleri ile Oslo müzakere süreci
-Kürt hareketinin 'Devrimci Halk Savaşı' kararı
-21 Mart'ta Öcalan'ın Diyarbakır Newroz'undaki çağrısıyla başlayan yeni süreç
ANF
KCK Yürütme Konseyi üyesi Duran
Kalkan, geri çekilme konusunda "ciddi bir sorun" kalmadığını
belirterek, "Bir mücadeleye başladığınızda sonuç garanti değildir ama
koşulların bizden yana olduğu kanaatindeyim" dedi.
Duran Kalkan ve kadın ordusu YJA Star Anakarargah Komutanı Delal Amed, Vatan
gazetesi yazarı Ruşen Çakır'a konuştu. Geri çekilme konusunda ciddi
bir sorun kalmadığını ifade eden Kalkan "Bizden yana ciddi sorun olacak
bir durum yok. Fakat tabii ki koşulların oluşması, pratikleşmesi
gerekiyor. Çekilme bir saatlik, bir günlük iş değil" dedi.
"Yasal güvence" gibi sorunların da "önemli ölçüde bittiği" kanaatinde
olduğunu ifade eden Kalkan, "Bu konudaki açıklamayı birkaç gün içinde
yönetim yapacak. Sanmıyorum ki sorun olsun. Fakat yönetimimizin bazı
görüşleri, önerileri, talepleri olabilir" şeklinde konuştu.
Kalkan, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın mektubunun kendisini
"tatmin ettiğini" belirtirken, Kürt hareketinin üst düzey
yöneticilerinin dile getirdiği tereddütlerin kalmadığına işaret etti.
Kalkan şöyle konuştu: "Evet, kalmadı. Aslında bizim o açıklamalarımız
gerillanın ikna edilmesine dönüktü. Yıllardır oluşmuş bir sistem, bir
çalışma ve mücadele var. İnsanlar oralara kolay gitmemişler, boşa
gitmemişler, bir amaç uğruna gitmişler. Bunu tersine çevirmek bir anda,
öyle kolay olacak bir iş değil. Bir de salt kuru bir emirle de olmuyor.
Askerdirler tabii ama bir amaç uğruna mücadele ediyorlar, yani mecburi
askerlik yapmıyorlar. Onları ancak Önder Öcalan ikna edebilirdi. Bu
nedenle biz “İmralı’dan daha çok çağrı, mesaj gelmeli” dedik; bunlar
yerine geliyor."
"Başlangıç açısından" gerillanın ikna edildiğini söyleyen Kalkan, "Tümü ne olur, o sürece bağlı" diye ekledi.
Delal Amed ise kendisine yöneltilen "Sürecin başından bu yana
dağdakiler ne tür beklenti ve kaygı dile getirdi?" sorusuna şu yanıtı
verdi: "Bu yıl yeni bir hamle süreci başlayacaktı. Tüm hazırlıklar,
motivasyon buna dönüktü. Çok kararlıydılar, ama yeni süreçle birlikte en
çok Önderlik’in (Öcalan) durumunu dile getirdiler. Somut adımlar
bekliyorlar. Ayrıca hükümetten somut adımlar görmek istiyorlar. Bir de,
geçmişte atmış olduğumuz çok sayıda adıma hükümetlerden karşılık
gelmemiş olmasının yarattığı kaygı var."
Duran Kalkan, gazeteci Ruşen Çakır'ın "Bir ara “Hükümet geri
çekilmeyle zaman mı kazanmak istiyor” diye özetlenebilecek kaygılar dile
getiriyordunuz. Öcalan’ın son mektubuyla bu da bitti mi?" sorusunu
şöyle yanıtladı: "Yönetim olarak bu konuyu enine boyuna tartıştık. Böyle
bir anlaşma olmadığını, durumun siyasi süreç değerlendirmesinden
kaynaklandığını, bir görüş ve strateji belirleyerek mücadele edip
birtakım şeyleri değiştirmemiz gerektiğini anladık. İmralı’dan bize
gelen mesaj, verilen bilgiler bu temeldedir. Artık şunu biliyoruz:
Birileri bize hazır bir şeyler vermeyecek, bizler yöntemi değiştirerek
mücadele edeceğiz ve kazanacağımıza da inanıyoruz."
Hükümetin "net bir projesi" olmadığını ifade eden Kalkan, şöyle
konuştu: Hiç yok da değil, bazı söylemler var, fakat çok kopuk
birbirinden ve muğlak. Biz buna rağmen, kendi kararımızla yapıyoruz.
Çünkü her şeyin önü açılsın istiyoruz. Sanki her şeyin önünü PKK
tıkıyormuş gibi bir hava yaratılmak istendi. Zaten değildik ama onlara
göre de engel olmaktan çıkıyoruz ama tabii ki bir kenara çekilmiyoruz.
Bu süreç de yeni başlayan bir mücadele süreci."
"Ama bu süreçte elinizde silah olmayacak..." sorusu karşısında
Kalkan, "Olmayacak tabii ki. Risklidir, bir mücadeleye başladığınızda
sonuç garanti değildir ama koşulların bizden yana olduğu kanaatindeyim"
şeklinde konuştu.
Geri çekilmenin önemli olduğunu ancak esas olanın siyasi çözüm
olduğunu belirten Kalkan, "Devletin bölgede çok daha fazla gücü var.
Bizim çekilmemiz, bu bölgenin tümüyle savaş gücünden arınmasını ifade
etmeli. O zaman siyaset öne çıkabilir, toplumun değişik kesimleri
görüşlerini daha rahat, özgürce ifade edebilir. Bu anlamda geri çekilme
önemli ama esas olan siyasi çözüm, siyasi iradenin atacağı adımdır" diye
konuştu.
"Süreç sorunsuz ilerlerse sonunda ne olacak?" Kalkan'ın yanıtı
şöyle: "Karşılıklı adımlar atılırsa hızla sonuç alınabilir. Sonuçta şu
olacak: Türkiye’nin mevcut durumunda köklü siyasi değişiklikler olacak.
Yeni anayasa Kürtleri ve diğer azınlıkları inkar eden, tekçi bir anayasa
olarak mı kalacak yoksa çoğulcu mu olacak? Ardından buna uygun yasal
düzenlemeler tabii ki. Kürt sorunu hem çok zor, hem çok kolay bir sorun.
Yeter ki çoğulcu bir zihniyet olsun."
Geri çekilmenin zaman alacağının altını çizen Delal Amed, "Fazlasıyla
alır. Belli hazırlıklar lazım. Sonuçta biz nasıl girdiysek öyle
çıkacağız. Güvenlik tedbirlerinin alınması gerekir ki bunu kendimiz
sağlayacağız, kimseden öyle bir beklentimiz yok. Bir de güçlerimiz
sayıca çok, yani zaman alır" ifadelerini kullanırken, Kalkan ise şunları
ekledi:
"Dağlar hep kardır. Karlar eriyince her dere bir çay olacak. Onları
geçmek bu mevsimde çok zordur. Haziran ortasına kadar birçok suyu geçmek
imkansız. Ayrıca Karadeniz’den bir birim yola çıksa Dersim’e 3 ayda
gelir. Dersim’den buraya da yürüse 3 ay."
ANF