6 Nisan 2010 Salı

Neşe Düzel, Zubeyir Aydar'la Konuştu


Dünya değişti. Biz de değiştik. Silahlı mücadelede ısrar etmiyoruz. Eskiden her şey PKK’ydi. Şimdi her şey KCK. PKK, ‘KCK’ hareketinin içinde sınırlı bir bölüm... Avrupa’da Türkiye’ye paralel bir KCK operasyonu yapıldı. Türkiye, ABD’ye isim listeleri veriyor. Amerika’nın aracılığıyla Avrupa Birliği ülkeleri harekete geçiyor... Ermeni tasarısının kabulüne karşılık, ‘al sana Belçika’da operasyon’ dediler. Bunun arkasından ciddi çatışmalar gelecek. Kandil ve Türkiye’de askerî operasyonlar yapılacak.

Zübeyir Aydar: ‘Askerî operasyonlar başlayacak’

NEDEN ZÜBEYİR AYDAR

Türkiye bir yandan anayasa değişikliklerini konuşup tartışıyor. Bu değişiklikler gerçekleşirse, bu ülkede ilk kez darbe anayasasının hukuk sistemine dokunulacak. Böylece adaletin “adil” dağıtılmasının yolu açılacak. Sivil bürokrasinin vesayeti törpülenecek. Ama Türkiye’de hiçbir zaman iyi bir haber tam olarak gündeme hâkim olamıyor. İyi gelişmenin yanında mutlaka bir de kötü bir gelişme yaşanıyor. Tam darbe hukukunun temeline dokunulması tartışılırken, Güneydoğu’dan askerî yığınak haberleri geliyor. Kandil’den Murat Karayılan “kendisine suikast yapılacağını” söylüyor. Bütün bunlar, ciddi bir gerginleşmenin hatta önemli bir çatışmanın sinyalleri. Peki, ne oluyor? PKK ve KCK durumu nasıl görüyor? Tekrar bombaların ve mayınların patlayacağı, askerî harekâtların yapılacağı, gençlerin öleceği yoğun bir çatışma ortamına mı gidiliyor? PKK’nın anayasa değişiklikleri karşısındaki tavrı ne? Bütün bunları Belçika’da yapılan operasyonda tutuklanan ve hapisten yeni çıkan KCK liderlerinden Zübeyir Aydar ile Belçika’da konuştuk. DEP milletvekiliyken, partinin kapatıldığı gün yurtdışına giden ve onaltı yıldır Avrupa’da yaşayan Zübeyir Aydar, durumu nasıl gördüklerini, beklentilerini, kendi açılarından barışın hangi şartlarda olabileceğini anlattı.
* * *
NEŞE DÜZEL: Tutuklanabileceğinize dair bir ihtimal var mıydı aklınızda yoksa tutuklanmak sürpriz mi oldu? 

ZÜBEYİR AYDAR: Böyle bir şey beklemiyordum. Sürpriz oldu tabii. Benim bu ülkenin yasalarını ihlal eden bir faaliyetim yok. 

Hangi suçtan tutukladılar sizi?
 
Avrupa Birliği, 2002 yılında PKK’yi terör örgütleri listesine almış. Şimdi bize, “PKK terör örgütleri listesindedir. Sizler de terör örgütünün yan kuruluşlarında yönetici olarak faaliyetlerdesiniz” diyor. Bize, tek tek kişi olarak bunu yapmışsınız, şunu yapmışsınız diye bir suçlama yöneltmiyor da, hepimize genel olarak aynı şeyi söylüyor. “Avrupa’da kamplar kurmuşsunuz, gençleri toplamışsınız, onları eğitmişsiniz, Kürtlerden paralar toplamışsınız” suçlamasını yapıyor. 

Peki, sizi daha sonra hangi gerekçeyle bıraktılar?
 
Polisin iddiaları mahkemece inanılır bulunmadı. Ben hukukçuyum. Yirminin üzerinde gözaltı oldu. Herkese genel sorular soruldu. Biz sekiz kişi içeri alındık. Üç hafta sonra da tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldık. Aslında bu bir soruşturma... Hakkımızda dava açılıp açılmayacağı henüz belli değil. Soruşturma sürüyor.

Size poliste neler sordular? 
 
Roj TV’yle, Mezopotamya Radyosu’yla ve Belçika’daki dernek faaliyetleriyle ilgili sorular sordular. Benim polisteki ifadem çok kısa. Sonra hâkime çıktık. O da benzer sorular sordu. Baktım ki niyeti bizi tutuklamak, ifade vermedim. Çünkü, “bizim sizi alıkoyma yetkimiz var” falan gibi laflar etti. “Avukatım yok, ifade vermiyorum” dedim. Ardından tutuklama mahkemesine çıktık, hem avukatlar hem biz savunma yaptık. Bizi gençleri eğitme, Kürtlerden para toplama gibi iddialarla suçladıkları tutuklama belgesi ise bütün bunlardan sonra geldi. 
 
Sizce, sizin tutuklanmanızın gerçek nedeni ne? 
 
Tamamıyla siyasi bir operasyon bu. Bir yerlerde “bunlar içeri alınmalı” diye bir karar alındı ve bizi içeri alabilmek için de bu suçlamalar yapıldı. Yani siyasi gerekçelerle bir dosya oluşturuldu.

Avrupa’da siyasi konjonktür mü değişiyor?
 

Aslında bütün bu yaşananlar, dönemin Amerikan Başkanı Bush’la Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın, 5 Kasım 2007’de Beyaz Saray’da yaptıkları ikili görüşmeden sonraki gelişmelerdir. Bush o görüşmede, PKK’nin hem Amerika’nın hem Irak’ın hem de Türkiye’nin düşmanı olduğunu söyledi. 

Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, o görüşmeden hemen sonra PKK’nın tasfiyesine karar verildiğini söylemişti. Sizce de PKK’nın tasfiyesine mi karar verildi o görüşmede?
 

Tabii böyle bir şey var. Kendi aralarında böyle bir tasfiye kararı var. Bu işin merkezi Amerika. Bilgiler, Türkiye’den geliyor. Amerika’ya listeler veriyorlar. Türkiye, “ben şu isimlerden, şu kurumlardan rahatsızım” diyor. Amerika da Avrupa Birliği’nde belli ülkelere, belli yerlere baskılar yapıyor. Böylece Amerikalıların aracılığıyla Avrupa’daki bazı ülkeler harekete geçiyor. Bütün bunlar Ankara için yapılıyor.

Türkiye’de de bir süredir “KCK operasyonu” adı altında gruplar halinde Kürt siyasetçiler tutuklanıyor. Avrupa’da da Türkiye’dekine paralel bir KCK operasyonu mu yapıldı?
 

Böyle bir operasyon yapıldı tabii ki. Bütün bu operasyonlar, son bir yıldır peş peşe yapılan operasyonların bir devamıdır. Bunun arkasından askerî operasyonlar gelecek. Türkiye’de ve Kandil’de askerî operasyonlar yapılacak. Hatırlayın.

Neyi?

Geçen sene 29 martta seçim yapıldı ve AKP bütün devlet ve ordu desteğine rağmen sandıkta istediği sonucu alamadı. Ve 14 nisanda polisiye operasyonlar başladı. Binlerce insan içeri alındı ve hâlâ alınmaya devam ediyor. Adına, “KCK operasyonu” deniyor ve her biri siyasi parti ya da dernek üyesi olan insanlar tutuklanıyor. Eskiden insanlar PKK’li diye içeri alınırdı, şimdi KCK’li diye alınıyor. Türkiye, son bir yıldır yedi-sekiz bin insan aldı içeriye. Bunların yarısı hâlâ cezaevinde.

KCK nedir?
 

Bizim genel hareketin bir toplamıdır KCK. Türkçe karşılığı Kürdistan Topluluklar Birliği, meclisler birliği gibi bir şey. Bir meclisi var. Bu meclis Kongre-Gel’dir. Bir de Kongre-Gel’in içinden seçilmiş yürütme konseyi var. Ben şu anda onun üyesiyim. Eskiden her şey PKK’ydi.

Şimdi her şey ne?
 

Şimdi her şey KCK.

KCK, PKK’nın üstünde mi?

Evet. PKK, KCK adı verilen hareketin içinde sınırlı bir bölüm.

Bu durumda en tepede sizler mi varsınız?

En tepede Abdullah Öcalan yer alır. Ondan sonra Meclis, ondan sonra da Yürütme Konseyi.

En tepede sizler varsınız yani... 

Evet. 31 kişilik Yürütme Konseyi’nin başkanı Murat Karayılan’dır.

Avrupa’daki operasyonlara dönersek... Sadece Belçika’da değil, Fransa’da, İtalya’da da tutuklamalar oldu ve bunlar aynı zamana denk geldi. Bu, ortak bir tavır varmış düşüncesi yaratmıyor mu sizde?

Tabii ki yaratıyor. Önce Fransa’da başladı. Ardından İtalya’ya, sonra da Belçika’ya uzandı. Bunların hepsi birbiriyle ilişkili.

PKK ve KCK’ya karşı Avrupa’da eskiye kıyasla ne tür yaklaşım farkları ortaya çıkıyor?
 

2001’de yaşanan 11 Eylül ikiz kuleler saldırısından ve İspanya’daki bombalamalardan sonra Batı ülkelerinde kanunlar değişti. Daha çok İslami gruplar hedeflendi ama gene de bu değişimden herkes nasibini aldı. Bize yönelik de bu tür şeyler oldu. Ayrıca başta da dediğim gibi, 2007’deki Erdoğan-Bush görüşmesinden sonra gelişmeler hızlandı. Mesela...

Evet...

Bizimle ilgili dosyada, “biz sizi üç senedir takip ediyoruz” deniyor. Çünkü bir yerlerde Afganistan’a asker gönderme, Fransa’dan Airbus uçağı satın alma gibi siyasi ve ticari pazarlıklar yapılıyor. Mesela... Bize bir ay önce 4 martta operasyon yapıldı. 4 martta Amerikan Kongresi’nde Dış İlişkiler Komisyonu’nda Ermeni tasarısı görüşülüyordu. Türkiye’yi bir taraftan sıkıştırdılar, bir taraftan rahatlattılar. Ermeni tasarısının kabulüne karşılık, “al sana Belçika’da operasyon” dediler.

11 Eylül’ün ardından, Avrupa artık hiçbir silahlı mücadeleyi desteklememe kararı almış olamaz mı?
 

Avrupa bizim silahlı mücadelemizi hiçbir zaman desteklemedi ki. Ayrıca Avrupa ülkelerinin bizimle ilgili iddiaları da gerçek değil. Biz burada silahlı faaliyetin bir parçası değiliz. Biz bu ülkede yasal çerçeveler içinde bulunuyoruz. Benim işim siyaset ve diplomasidir.

Avrupa PKK’ya ve KCK’ya karşı tavır alırsa, bu, sizin gücünüzü nasıl etkiler?
 

Avrupa zaten tavır almış ve 2002’den beri PKK’yi terör listesine koymuş. Ama şu var. Avrupa’da hükümetler her şey değildir. Avrupa’da kamuoyu var, mahkemeler var. Kanunlar var. Üstelik bu şekilde operasyonlar yapıldıkça bizim etrafımızda daha çok kenetleniyorlar. Avrupa’da yıllardır bizimle hiç ilişki kurmamış insanlar şimdi gelip bizden görev istiyorlar, ne yapabiliriz diyorlar. Yürüyüşler, mitingler için biz Belçika’da geçmişte en fazla bin kişi toplardık. Bize operasyon yapıldı ve bir gün sonra on bin kişi yürüdü. Türkiye yanlış yapıyor. Meseleye güvenlik gözüyle baktığı sürece bu sorunu çözemez. 

Avrupa da mı Kürt sorununa güvenlik meselesi olarak bakmaya başladı sizce? 

Avrupa pazarlık yapıyor. Avrupa bizim üzerimizden Türkiye ile pazarlık yapıyor. Bu ülkelerin sadece ihale değil, Ortadoğu’da, her yerde çeşitli çıkarları var.

Avrupa PKK’ya ve KCK’ya karşı tavır alırsa, politikalarınızda bir değişiklik olur mu? 

Yok. Bizim politikamız zaten çok net. Bizim politikamız demokratik, barışçıl çözüme yöneliktir. Biz yasalar çerçevesinde çalışıyoruz burada.

Amerika da sizi “uyuşturucu kaçakçıları” listesine aldı. Bunu neden yaptı sizce?
 

Çok ahlaksızca bir şey bu. Geçen 14 Ekim 2009’da üç tanınmış ismi listeye aldı. Beni, Murat Karayılan’ı ve Rıza Altun’u. PKK’yi terör listesine almak yetmedi, bir de bu yapıldı. “Al Capone yöntemi” diyorlar buna. “Mafya lideri Al Capone suçluydu. Onu bir türlü içeri tıkamıyorduk. Vergi kaçakçılığından tıktık. Bunlara da, uyuşturucu kaçakçılığı suçlaması yükleyelim” diye düşünüyorlar. 

Amerika tarafından suçlu ilan edilmeniz nasıl sonuçlar verir sizce? 

Eğer Avrupa’da buna inanılsaydı, şu anda benim içeride olmam gerekirdi. Avrupa’da yine de oturmuş bir hukuk sistemi var. Bu ülkelerde her şey hükümetlerin istediği gibi gitmiyor. Bu ülkelerde hukuk ve vicdan da var.

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olmak için girişimlerde bulunması ve bazı yasalarını değiştirmesi, Avrupa’nın PKK’ya ve KCK’ya bakışını nasıl etkiledi? 
 

Olumsuz etkiliyor. AKP, demokratikleşmede ve Kürt sorununu çözmede ciddi adımlar atmadığı halde, bu konularda kendi propagandasını Avrupa’da çok iyi yapıyor. Aslında sekiz yıldır iktidarda olan AKP’nin Kürt sorununu çözme niyeti falan yok. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu, Anayasa Mahkemesi’ni, oralarda çöreklenmiş Ergenekon kırıntılarını, takıntılarını, yandaşlarını savunmuyorum. Hepsine de karşıyım. Çünkü bu Ergenekon örgütünden en çok ben ve arkadaşlarım zarar gördüler ama AKP, anayasa değişikliğinde de sadece kendi ihtiyacı olanları değiştirmeye çalışıyor.

Askerî vesayetin ve yargı vesayetinin bu ülkede hafifletilmeye çalışılması sadece AKP’nin ihtiyacı olan bir şey mi sizce?
 

Tamam... Keşke öyle olsa... 1982 Anayasası’nın elle tutulur bir yanı yok ama AKP yüzde 10 seçim barajını kaldırmıyor.

Baraj düşürülmezse, anayasa değişikliğini desteklemeyecek misiniz? BDP referandumda CHP ve MHP’nin yanında mı yer alacak?
 

Birinin yanında olmak diye bir şey yok. AKP oturup BDP’yle müzakere yapmıyor. Türkiye’de çok ciddi bir anayasa değişikliği lazım. Az bir şeyle bütün değişiklik taleplerinin üstünü örtmek doğru değil. 

Yargının bugünkü durumu da Kürtlerin büyük bir sorunu değil mi? Yargının durumu sadece Türklerin temel sorunu mu?
 

Kesinlikle bizim de sorunumuz. Sistemin değişmesi gerekiyor. Bu, Kürtlerin de menfaatine ama ben AKP’nin niyetini konuşuyorum. Yüzde 10 barajı dünyanın hiçbir yerinde yok.

Doğru...

Bakın... AKP sekiz yıldır iktidarda. Suça batmış koruculuk sistemini bile kaldırmadı. Türkiye hâlâ Kürtlerin varlığını kabul eden bir duruma gelebilmiş değil. “Bu ülkede Kürt diye bir halk var. Bunların hakları var” noktasına hâlâ varılamadı. Türkiye, Kürtleri hâlâ folklorik bir unsur olarak algılıyor. Türk kimliğinin bir alt kimliği olarak görüyor. Her şeyi tek millet kavramı içinde asimile etmeye çalışıyor. Mevcut durum buyken, AKP hükümeti kendisini dışarıya sanki bir şeyler yapmış gibi pazarlıyor. AKP, açılım falan diyor ama Kürtleri hâlâ karşısında bir irade olarak istemiyor.

Kürtlerin niye yarısı AKP’ye oy veriyor sizce? Bu durumu nasıl açıklıyorsunuz?
 

AKP’nin değil, devletin Kürdistan’da bir tabanı var. Korucusu var, kurulmuş düzen ilişkileri var. Bunlar AKP’ye oy veriyorlar. Dünün CHP’lileri, DYP’lileri, ANAP’lıları hepsi şu anda AKP’de. Avrupa’ya gelince... Türkiye konusunda kolayca ikna olmaya çok müsait. Çünkü şu anda Amerika da, Avrupa da orduya karşı, AKP’yi destekliyor. AKP bir nevi ABD projesi gibi ortaya çıktı. Amerika’nın Soğuk Savaş döneminde politikası ordu merkezliydi.

Şimdi değil mi?

Şimdi Amerika’nın Türkiye’de eskisi gibi bir militarist yönetime ve Türk ordusuna ihtiyacı yok. Zaten bu yüzden orduya “değiş” diyor. Amerika’nın şimdi El-Kaide, Hizbullah, Hamas, İran karşısında AKP gibi bir ılımlı İslam’a ihtiyacı var. Bunu model olarak sunmaya çalışıyor ve bu yüzden de Türkiye ile ilişkisine “model ortaklık” diyor. 

PKK bugün bir yanda silahlı bir mücadele sürdürüyor. Bir yanda da Türkiye’den ayrılmak gibi bir amacı olmadığını açıklıyor. O zaman bu silahlı mücadelenin amacı ne?  

Bu mücadele, 26 yıllık bir olay. 26 yılı yaşanmamış olarak kabul edemeyiz. 26 yıldır yaşananlar bir gerçektir. Şu anda dağlarda, cezaevlerinde, Avrupa’da sürgünde binlerce insan var, onlar da gerçektir. Biz, “gelin bu işe bir çözüm bulalım” diyoruz.

Ne öneriyorsunuz?

Biz, silahlı mücadelede ısrar etmiyoruz. Bunu Türkiye ile tartışmak, müzakere etmek istiyoruz. Bize siyaset yolu açılsın. Bize kendi kimliğimizle siyaset yolu açılırsa, o zaman silah devreden çıkar. Biz, “her şeyi illa silahla halledeceğiz, Türk ordusunu şöyle yapacağız, böyle yapacağız, kurtarılmış bölgeler kuracağız” diye ısrar etmiyoruz. Geçmişte bunlar vardı. Dünyanın düzeni böyleydi. Siz de Soğuk Savaş döneminden geçmediniz mi? Siz de o teorileri okumadınız mı? Hepimiz bu teorilere göre şekillenmedik mi? Şimdi dünya değişti. Biz de değiştik, değişiyoruz. 

“Dünya değişti. Sivil siyasetin önü açılırsa, silahı bırakmaya hazırız” diyorsunuz ama Türkiye’de siyasetin önü ne zaman açılmaya çalışılsa, demokrasi yolunda adımlar atılacak olsa ve mevcut askerî sistem zayıflamaya başlasa, PKK’nın mayınlı, bombalı eylemleri, saldırıları artar. AB süreci hızlandığında da, sivil anayasa hazırlandığında da hep böyle oldu. Türkiye’nin demokratikleşmesinden PKK olumsuz etkilendiği için mi PKK ile demokrasi arasında böylesine ters bir ilişki var?
 

Hayır, öyle değil. 5 Aralık 2008’den beri tek taraflı bir ateşkes yaşandı. Ama ordu, 30 martta operasyon başlattı. Bir yıldır KCK operasyonlarında binlerce insan içeri alındı. Bunlara rağmen biz Kürt açılımıyla ilgili yol haritası hazırladık. Burada insanlardan görüş topladık ve başkanımıza ilettik. O da yazdı, devlete verdi. Ama devlet bu yol haritasına el koydu, kamuoyuna açıklamadı. Sonra biz ülkeye barış grupları gönderdik. Kürtler biraz sevindi diye yer yerinden oynadı. DTP kapatıldı. Belediye başkanları içeri alındı. Şimdi bize Belçika’da da operasyon yapılıyor. Ayrıca her tarafta da askerî hareketlilik var.

Nasıl?

Bu askerler pikniğe gitmiyorlar. Ölüm haberleri geliyor. Türkiye çözüme yanaşmıyor. Operasyonlar her tarafta çok arttı. Biz kendimizi savunuyoruz. Benim korkum şu ki, ciddi bir çatışmalı döneme girildi. 

neseduzel@gmail.com

Bir Reklam...

Filme göre Atatürk ve beraberindeki heyet Erzurum Pasinler’e gelerek deprem bölgesini geziyor. Yıkıntılar arasında ağlayan çocuklar, yerle bir olmuş kerpiçten evler, harabeler içinde hastalar yaşlı ve çaresiz insanlar...

- Otur dayı otur.
- Geçmiş olsun.
- Sağolasın Paşam.
- Kaybın büyük mü dayı ?
- Melmeketimiz sağolsun.
- Kimin kimsen yok mu ?
- Evlatlarımı herpte şehit vermişem.
- Bak devletin sana yardıma geldi, ne istersin devletinden ?
- Bişey istemirem Paşam.
- Biz yedi düvelinen herp etmişix, koca melmeketi yeniden kurmuşux.
- O bize yetir.
- Üzülme dayı, bu halin çaresine bakacağız.
Anadolu Sigorta’nın 85. Yılını kutlamak için hazırladığı bir reklam filmi. Bu reklam filminde 1924 Erzurum Pasinler ( Hasankale ) depremi konu ediliyor.
Filme göre Atatürk ve beraberindeki heyet Erzurum Pasinler’e gelerek deprem bölgesini geziyor. Yıkıntılar arasında ağlayan çocuklar, yerle bir olmuş kerpiçten evler, harabeler içinde hastalar yaşlı ve çaresiz insanlar...
Yukarıdaki diyaloğ da deprem bölgesini gezen Atatürk ve Erzurum şivesi ile konuşan yaşlı bir vatandaş arasında geçiyor.
Yıl 2010, 8 Mart. Elazğ’a bağlı Karakoçan ve köylerinde meydana gelen 6 şiddetindeki depremde, 38 kişi hayatını kaybediyor, 60’tan fazla insan yaralanıyor.
85 yıldan bu güne ne değişmiştir, 85 yıldan bu yana devlet hangi halin çaresine bakmıştır ?
85 yıl öncesi izlediğimiz deprem filminde kerpiçten evler yıkılmış, köyler viraneye dönmüştür.
85 yıl sonra, 2010 yılında canlı canlı izlediğimiz depremde yine kerpiçten evler yıkılmış, köyler yine viraneye dönmüş; insanlar yine çaresiz,yine umutsuz, yine perişan kalmıştır.
Devletin Başbakanı tıpkı 85 yıl önceki gibi koruma ordusuyla deprem bölgesine giderek nutuklar çekmiş, üstüne üstlük bilgiçlik taslayarak; suçu yörenin mimarı yapısı gereği kerpiç yapılara bağlamıştır.
2010 yılında bile insanlar hala kerpiç evlerde oturuyorlarsa, evinin bir yanını hayvan barınağı diğer yanında kendisi yaşıyorsa bunun bir sorumlusu olmalıdır.
Devlet kendi yapmış olduğu reklam filminde bile kendini ele vermiştir. 85 yıl önce kerpiç evler, 85 yıl sonra yine kerpiç evler ve orta çağ gürünümlü ilkel yapılar...
85 yıl boyunca Türkiye Devleti bir arpa boyu yol alamamıştır. Modern devlet, büyük devlet, AB’ye girmeye hazırlanan devlet, 2010 Karakoçan depremi ile halkı kandırdıkları ortaya çıkmış, sınıfta kalmış ve modern görünümlü makyajı bir kez daha dökülmüştür.
Halkının mutluluğu için çalıştıkları iddiasında olan Türkiye Devleti yöneticileri, o iki fotoğrafa bir kere daha baksınlar ve memleketi nereden nereye getirdiklerini; daha doğrusu getiremediklerini bir kez daha görsünler. Utanırlar mı bilemiyorum.
murat.nesimi@hotmail.com

CERN'de ne arıyorlar?


Standart Model’in varlığını emrettiği, daha doğrusu kurulan matematiksel formülün işlemesi için ihtiyaç duyulan bir şey var, ona Higgs Parçacığı adı veriliyor. Eğer bu parçacık yoksa, daha önceki kısmi kanıtları nedeniyle Nobel alan Standart Model de çökecek, yok varsa, o zaman model doğrulanacak.Ama ya Higgs parçacığı yoksa, ya ona rastlanamazsa? Tabii parçacığın yokluğunu kanıtlamak varlığını kanıtlamaktan çok daha zor ama diyelim 3 milyar çarpışmanın hiçbirinde bu parçacık ortaya çıkmazsa belki de ‘Yokmuş’ diyebileceğiz. 8 milyar dolarlık soru bu işte.Bu haftanın en önemli olayı, en azından benim için, Avrupa Nükleer Araştırmalar Örgütü CERN’in İsviçre-Fransa sınırındaki devasa büyüklükteki tünellerinde, yani ‘büyük
hadron çarpıştırıcısı’ adı verilen insanlık tarihinin en büyük makinasında yapılan deneyin başarıyla başlamasıydı.


Bu deney, onyıllardır tasarlanan, uğrunda 8 milyar dolardan fazla para harcanan bir deney. Belki aylardır deneyle ilgili olarak gazetelerde (Radikal dahil) bazı ipe sapa gelmez ama insanın içini gıcıklatıcı bilgiler okuyorsunuz. Yok büyük patlama (big bang) anının şartları yeniden yaratılıyormuş, yok bu deney sırasında kazayla bir ‘kara delik’ oluşabilir ve böylece dünyanın sonu gelebilirmiş vs.
Hatta bu spekülasyonlar sonunda Türkiye’de de gösterilen bir televizyon dizisine bile esin kaynağı oldu. Flashforward isimli, benim de ilgiyle izlediğim dizi, CERN benzeri bir yerde yapılan deney sırasında insanlığın başına geldiği öne sürülen bir dizi olayı konu alıyor.
Şimdi size, CERN’deki deneyde gerçekte ne arandığını yazacağım ve siz de muhtemelen bu yazıyı sonuna kadar okursanız, “Yani bu muymuş?” duygusuna kapılacaksınız, “8 milyar doları bunun için mi harcadı Avrupa?”
***
Deneyde ne arandığını anlamak için, profesyonel fizikçilerin affına sığınarak bazı çok kaba özetlemeler yapacağım.
Söze şöyle başlamalıyım: Bu dünyada bir atomu gören kimse yok. Evet, atomun varlığını biliyoruz, bir atomun nelerden oluştuğu hakkında da teorilerimiz var ama bir atomun nasıl atom olduğunu, hangi temel parçacıklardan oluştuğunu ve o temel parçacıkların da hangi şartlarda nasıl davrandıklarını bilmiyoruz.
Bunu bilmeyince de, evrenin oluşumu, maddenin oluşumu, kütlenin oluşumu hakkında da fazla bir şey bilmiyor oluyoruz. Bu konularda bazıları geniş kabul görmüş, bazıları ise hala spekülatif muamelesi gören ama hep ciddi ciddi insanlarca ortaya atılmış teorilerimiz var.
Sorun şu: Biz Einstein’dan beri, evrenin büyük ölçekte nasıl hareket ettiği hakkında bir fikre sahibiz ama o evrenin temeli olan atomaltı ölçekte neler olduğunu bilemiyoruz. ‘Kuvantum Fiziği’ veya ‘Kuvantum Mekaniği’ denen koca bir fizik dalı bu soruların cevabını aramakla meşgul.
Kuvantum düzeyinde, yani atomu meydana getiren temel parçacıklar düzeyinde ciddi bir sorunumuz var: O parçacıkları gözümüzle gözleyemiyoruz.
Çünkü bizim ‘görmek’ için ışığa, yani fotonlara ihtiyacımız var ve görmeye uğraştığımız şeyler de bir nevi foton. Yani, sırf bakmaya çalıştığımızda bile görmeye çalıştığımız şeyi bozuyoruz.
İşte bu yüzden, atom ve atomaltı seviyesindeki her şeyle ilgili bilgilerimiz teori ve hipotez düzeyinde. Hepimiz okullarda gördük, atomun bir şekli var, işte ortada çekirdek, etrafında dolaşan elektronlar ve nötronlar. Bu bir görselleştirmeden, bir insanın kafasındakinin grafik aktarımından başka bir şey değil. Gerçekte kimse atom görmediği için, bu şekli de bakarak çizmedi elbette.
İşte bu şekil gibi bir dizi soyutlamamız var; bazılarını elimizdeki matematik öyle gerektirdiği için denkleme katmışız, bazılarını türlü çeşitli deneyler sayesinde bir ölçüde gözlemişiz vs.
Zaten tam da bu yüzden o bilim dalının adı ‘Teorik Fizik.’
İşte bu teorilerden birinin adı da, Standart Model. Halen bunun en geçerli kabul edilen teori olduğunu, bu teorinin bazı bölümlerinin deneylerle de doğrulandığını söylemeliyim; yoksa her şeyi birer hayalden, birer varsayımdan ibaret sanabilirsiniz.
Standart Model’in varlığını emrettiği, daha doğrusu kurulan matematiksel formülün işlemesi için ihtiyaç duyulan bir şey var, ona Higgs Parçacığı adı veriliyor. Eğer bu parçacık yoksa, daha önceki kısmi kanıtları nedeniyle Nobel alan Standart Model de çökecek, yok varsa, o zaman model doğrulanacak.
Fizikte işler böyle yürüyor. Einstein da, İsviçre’deki patent ofisindeki bürosunda soyut düzeyde özel ve genel görelilik kuramlarını geliştirdiğinde sadece kendi hayal gücüne ve aklına ve tabii matematiğe dayanıyordu. Zamanla iki kuram da deneylerle doğrulandı.
İşte CERN’de aranan şey bu Higgs parçacığı. Eğer varsa ne ala, model doğrulanacak, halen heyecanla deneyin sonucunu bekleyen İngiliz fizikçi Peter Higgs belki bir Nobel kazanacak, maddenin kendisi hakkında bilgimiz inanılmaz ölçüde genişleyecek ve kim bilir başka ne olumlu sonuçlar alacağız. Ama ya Higgs parçacığı yoksa, ya ona rastlanamazsa? Tabii parçacığın yokluğunu kanıtlamak varlığını kanıtlamaktan çok daha zor ama diyelim 3 milyar çarpışmanın hiçbirinde bu parçacık ortaya çıkmazsa belki de ‘Yokmuş’ diyebileceğiz.
8 milyar dolarlık soru bu işte.
***
Bu köşenin fiziki sınırlarını fazlasıyla zorluyorum o yüzden yazıyı burada kesmeliyim, eğer ilginizi çektiyse haftaya Higgs parçacığı ve deneyin ayrıntılarıyla ilgili daha fazla sohbet ederiz

‘Eski Said’den ‘Yeni Said’e


Said-i Nursî, 1919-1921 arasında kendi tabiriyle “şiddetli bir inkılab-ı ruhiye” (ruhi bunalım) geçirdi. Yaptığı “vicdan muhasebesi” sonunda siyasi bağlarından sıyrılıp tamamen manevi alana yönelmeye karar verdi. Yuşa Tepesi’nde ve Sarıyer’deki bir evde yaşadığı bu kargaşa döneminin ardından, kendi tabiriyle “Eski Said” ölecek, “Yeni Said” doğacaktı.
Modern İslami canlanış (tecdid) hareketleri içinde özel bir yeri olan Nurculuğun temel düsturu, insanlığın refah ve saadetinin beşer kaynaklı düsturları rehber edinen modern medeniyet aracılığıyla değil, kaynağı vahiy olan Kur’an aracılığıyla sağlanmasıdır

Geçen hafta bıraktığım yerden devam edeceğim ama önce bir hatamı düzeltmek istiyorum: “Said-i Nursî kerametler gösterdi” diyeceğime “Said-i Nursî mucizeler gösterdi” demişim. Meğerse mucizeyi sadece peygamberler gösterirmiş. Yazının başında Said-i Nursî’nin Kadiri Şeyhi Abdülkadir Geylani (ö. 1166) ile manevi ilişkisinin sürdüğünü söylemek istemiştim, “manevi” kelimesi nedense düştüğünden sanki Abdülkadir Geylani, Said-i Nursî’nin çağdaşıymış gibi bir anlam çıkmış. Said-i Nursî’nin İTC ve Teşkilat-ı Mahsusa ile ilişkilerine yönelik eleştirilere gelince, gerçeğin kendisi neyse onu yazdım. Bazı okurların Teşkilat-ı Mahsusa’yı MİT, MOSSAD, CIA, KGB gibi günümüzün istihbarat örgütleriyle karıştırdıkları anlaşılıyor. O yıllarda Teşkilat-ı Mahsusa için çalışmak, bir çeşit cihat, bir tür vatan savunması veya işgale/istilaya karşı direnişi örgütlemek anlamına geliyordu. Teşkilat-ı Mahsusa’nın bugünkü kötü ünü 1915 Ermeni Tehciri sırasındaki rolünden gelir. Yani ortada alınacak bir durum yok. Şimdi hikâyemize devam edelim.

***
Said-i Nursî esaretten döndükten sonra Enver aşa tarafından İslam dünyasının sorunlarına çözümler üretmesi, İslam’a yönelik saldırılara ilmî cevaplar vermesi için kurulan ve bir çeşit İslam akademisi olan Dar’ül-Hikmet-i İslamiye’ye üç aylığı 150 altına ordu üyesi olarak atandı ancak sağlık nedenleri yüzünden toplantılara sadece izleyici olarak katıldı. Bu dönemdeki tek siyasi faaliyeti, 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal eden İngilizlerin baskısıyla Dürrizade Abdullah Efendi tarafından Kemalist güçlerin aleyhine çıkarılan fetvaya karşı çıkmak oldu.
Said-i Nursî, 1919-1921 arasında kendi tabiriyle “şiddetli bir inkılab-ı ruhiye” (ruhi bunalım) geçirdi. Yaptığı “vicdan muhasebesi” sonunda siyasi bağlarından sıyrılıp tamamen manevi alana yönelmeye karar verdi. Yuşa Tepesi’nde ve Sarıyer’deki bir evde yaşadığı bu kargaşa döneminin ardından, kendi tabiriyle “Eski Said” ölecek, “Yeni Said” doğacaktı. Bu dönüşümün ara durağı Kemalistlerle kurulan kısa süreli ilişki oldu.
Said-i Nursî ile Mustafa Kemal’in 1919’da İstanbul’da tanıştığı ileri sürülür. İddialara göre 23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM açıldığında, Fevzi (Çakmak) Paşa ve Mustafa Kemal kendisini Ankara’ya resmen çağırmışlardı. Ancak Ankara’ya, Enver Paşa’nın Pamir Dağları’nda hayatını kaybetmesinden sonra gitti. Bu nokta önemli çünkü Said-i Nursî ile Enver Paşa’nın ilişkisi 1918’den sonra da devam etmişti. Muhtemelen 1921 yılında bir gün, şakirtlerinden Molla Süleyman ile birlikte, Üsküdar’a geçmek üzere bir sandala binen Said-i Nursî, Kız Kulesi’nde verdikleri mola sırasında önce derin düşüncelere dalmış, ardından birden elindeki çantayı açmış ve içinden bir mektup çıkarmıştı. Mektup o sırada Türkistan’da bulunan Enver Paşa’dan geliyordu. Said-i Nursî, oracıkta Enver Paşa’ya “Ey kahraman-ı hürriyet” diye başlayan bir cevap yazmıştı.
  TBMM’de ‘hoşâmedî’   Meclis Zabıtları’na göre, Said-i Nursî, 9 Kasım 1922 tarihinde TBMM’de “hoşâmedî merasimi” ile karşılandı. Bu karşılanıştan cesaretlenmiş olmalı ki, 19 Ocak 1923 tarihinde Meclis’e hitaben yazdığı on maddelik beyannamesiyle Türk Kurtuluş Savaşı’nın Allah’ın inayetiyle kazanıldığı, buna rağmen Türkiye’yi daha Müslüman bir yaşam tarzına kavuşturmak için hiçbir şey yapılmadığını anlatarak Meclis üyelerini tehlikeli bir laiklik dalgasının Türkiye’yi boğmak üzere olduğu yolunda uyarıyordu. Said-i Nursî’ye göre beyannameden etkilenen 60 kadar mebusun düzenli olarak namaz kılmaya başlaması, Mustafa Kemal’i kızdırmış, Said-i Nursî’ye “Sizin gibi kahraman bir hoca bize lazımdır. Sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz!” diyerek sitem etmişti. Yine Said-i Nursî’ye göre, daha sonra bu tavrından pişmanlık duyan Mustafa Kemal Said-i Nursî’nin gönlünü almış, ardından kendisine 300 lira maaş, köşk, mebusluk, Diyanet Azalığı ve Şark Umum Vaizliği önermişti. Ancak Said-i Nursî bu teklifleri reddetmişti.   Van’a dönüş Gerçeğin böyle mi olduğunu bilmiyoruz. Bildiğimiz, Said-i Nursî’nin, 17 Nisan 1923’te Van’a gitmek üzere trene bindirildiği. Tren biletini serbest iradesiyle mi aldı, yoksa Ankara mı eline verdi derseniz, bana nedense ikincisi gibi geliyor. Burada bir parantez açalım: 2 Şubat 1923’te Mustafa Kemal’in de aralarında bulunduğu 167 mebusun imzasıyla Van’da Medresetü’z-Zehra’nın kuruluşu konusunda bir kanun teklifi Meclis’in gündemine getirilmiş, hatta hükümet bu iş için 150 bin lira tahsisat ayırmış, ancak teklif iki yıl komisyondan bekledikten sonra 29 Kasım 1925’te reddedilmişti. Bu vazgeçişin, Said-i Nursi’ye yönelik tavırdan ziyade Kürtlere yönelik tavırla ilgili olması muhtemel görünüyor.
Şeyh Said İsyanı’ndan Barla’ya Hilafetin kaldırılmasıyla başlayan laiklik atağının etkisiyle olacak, Van’da üzerindeki gösterişli Kürt kıyafetini sade bir kıyafetle değiştiren Said-i Nursî, kâh Nurşin Camii’nde dersler veriyor, kâh Erek Dağı’nda inzivaya çekiliyor, kâh Doğu Anadolu’nun önde gelen Kürt liderlerini ağırlıyor, kâh ilerde Risale-i Nur adıyla tanınacak eserinin ilk nüshalarını kaleme alıyordu ki, 13 Şubat 1925’te patlak veren Şeyh Said Ayaklanması’na destek vermekle suçlandı ve İstanbul’a götürüldü. Kendisi bu iddiayı reddettiği gibi kendisini isyana katılmaya davet eden Şeyh Said’e şöyle bir mektup yazdığını ileri sürdü: “Yaptığınız mücadele kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Çünkü Kürt-Türk birdir, kardeştir. Türk milleti bin senedir İslamiyet’e bayraktarlık etmiştir. Dini uğruna milyonlarca şehit vermiştir. Binaenaleyh, kahraman ve fedakâr İslam müdafilerinin torunlarına kılıç çekilmez ve ben de çekmem.” Bu mektup gerçek midir bilinmez ancak dönemin bütün belgelerini ellerinde tutan resmî tarihçilerin bugüne dek, Said-i Nursî’nin isyana karıştığına dair bir kanıt ortaya koyamadıkları bir gerçek.
İstanbul’daki yargılamalarda suçsuz bulunduğu halde, önce Burdur’a, 1926 yılının ocak ayında ise Isparta’ya sürüldü. Sürgün yeri olarak seçilen Isparta, aynen memleketi Bitlis gibi, din adamı yetiştiren, 60 medrese, 200 Kur’an kursu ve sayısız tekkenin bulunduğu, merkezden kopuk dağlık şehirdi. Kısacası ortam Said-i Nursî’yi etkisiz hale getirmeye hiç müsait değildi. Bu arada muhafazakârlığıyla tanınan Fevzi Paşa, bölgedeki yetkililere Said-i Nursî’ye hürmet etmeleri talimatını vermişti. Said-i Nursî, tedbiri elden bırakıp bir medresede ders vermeye başlayınca Isparta’nın Barla kazasına sürüldü. Ama Barla’da geçirdiği 8,5 yıl boyunca etkisini ve ününü biraz daha arttırdı. Bitlis ve Van olmak üzere memleketin çeşitli yerlerinden ziyaretçileri eksik olmadığı gibi Risale-i Nur külliyatının büyük bir bölümü burada yazıldı. Kendi ifadesiyle ‘yarı ümmi’ olduğu için, Said-i Nursî söylüyor, şakirtleri yazıyordu. Müritlerinden ‘Santral Sabri’ bu risaleleri civar köylere dağıtıyordu. Bu sefer o köylerde eli kalem tutanlar kopyalama işine girişiyorlardı. Böylece risaleler ve cemaat kartopu gibi çoğalıyordu.
Bir iddiaya göre, Kâzım Karabekir’in arka çıkmasına rağmen, 1934’te Barla’dan tekrar Isparta’ya getirildi. 1935’te Isparta, Milas, Antalya, Bolvadin, Aydın, Van’da Nur cemaatine yönelik bir tutuklama furyası oldu. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın deyimiyle “Kürt Hoca” ve müritleri kamyonlarla Eskişehir’e getirilerek cezaevine kondular. Said-i Nursî mahkemede kendini, siyasete katiyen karışmadığını, yaptığı işin tarikat oluşturmak değil, imanı teşvik etmek olduğunu söyleyerek savunduysa da tesettür ve kadınların miras hakkı konulu bir risalesinden dolayı, 11 ay hapse mahkûm edilmekten kurtulamadı. Mart 1936’da hapisten çıktığında jandarma eşliğinde 7,5 yıl kalacağı Kastamonu’ya doğru yola çıktı.

Kastamonu ve Emirdağ yılları Ancak ilginçtir, İstiklal Mahkemesi yargıçlığı yapmış olan Avni Doğan’ın valiliğini yaptığı bu şehirde bile rejim Said-i Nursî’nin üzerindeki özel kıyafeti ve sarığı çıkartmayı başaramadı. Dahası Said-i  Nursî Isparta’nın ‘Nurcu’ köyleriyle ilişkisini sürdürdüğü gibi Nur Risalelerini çoğaltma ve dağıtma işi aralıksız devam etti. Bir iddiaya göre risalelerin 60 bin kopyası bu dönemde dağıtılmıştı. Dağıtılıyordu ama bu dönemde okuma yazma oranlarının yüzde 35’lerde olduğu düşünülürse, risalelerin okunduğu şüpheliydi. Yine de devlet işi sıkı tuttu ve 1943’te Nur talebelerine karşı yeni tutuklamalar yapıldı. Yargılama Denizli’de olacaktı ama Said-i Nursî arada Ankara’ya götürüldü. İddiaya göre amaç sarığını çıkartmaktı. Ankara Valisi Nevzat Tandoğan zorla sarığını çıkarıp başına bir şapka geçirmeye çalışmış ama başarılı olamamıştı. Pes etmeyen Tandoğan, istasyonda kendisine tam suçüstü yapacakken, Said-i Nursî’nin ifadesiyle “başına musallat olan bir pire yüzünden başını kaşımak için şapkasını çıkarttığı” için tutuklanmaktan kurtulmuştu.
Komünizm tehlikesi Denizli hapishanesinde geçirdiği dokuz ayda pes etmek bir yana hapishanede mürit edinmeye devam eden Said-i Nursî (ve talebelerinden çoğu) mahkemede yine beraat etti. Ardından Temyiz Mahkemesi, risalelerin “ilmi gaye ile hazırlandığına” ikna olup kararı onayınca, Said-i Nursî için nispeten özgür günler başladı. Bir buçuk ay kadar kaldığı Denizli Şehir Oteli’nde ziyaretçi akınına uğrayan Said-i Nursî’nin yeni evi Afyon-Emirdağ’dı. Bu sefer devlet bonkör davranmış, 400 lira harcırah vermişti. Denizli Mahkemesi’nin beraat kararının onandığı 1945’ten itibaren yayın yasağı kalmadığı için Risaleler açıkça (artık daktilo ve teksir makinesiyle) basılıyordu.
1947’de başta CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran olmak üzere bazı devlet büyüklerine mektuplar yazarak “memleketi tehdit eden komünizm tehlikesi”ne karşı uyardığını düşünürsek, (Türkiye’deki komünist sayısı bir elin parmaklarını geçmediği halde Said-i Nursî dinsizlikle özdeşleştirdiği komünizmin fanatik bir düşmanıydı) Said-i Nursî’nin başını çektiği İslamcı hareket Kemalist rejimi pes ettirmeyi başarmıştı. İnönü’nün Hilmi Uran’a “Said-i Kürdî şimdi nerede, ne yapıyor?” diye sorduğu, Hilmi Uran’ın mahkemelerin devamlı beraat kararı verdiğini söylemesi üzerine “Zeki adamdır. Divan-ı Harplerden ve istiklâl mahkemelerinden yakasını kurtarmasını bildi!” dediği rivayet olunur.
DP dönemi ve ‘Üçüncü Said’ Ancak, İslamcı akımlara karşı genel yumuşamaya karşı Ankara’nın Said-i Nursî alerjisi sürüyordu. Said-i Nursî, 1948’de halkın dinî hislerini istismar etmek ve halkı devlete karşı kışkırtmaktan 20 ay hapse mahkûm oldu. Hapiste iken, ülke “çok partili” döneme girmişti. Said-i Nursî, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde dine saygılı olduğu ve komünizme karşı mücadele verdiği için DP’yi desteklemiş, seçimlerden sonra çıkarılan genel afla serbest bırakılmıştı. Bu desteğe rağmen, Barla Mektupları ve Emirdağ Lahikası’nda adını vermeden Mustafa Kemal’den “deccal” ve “din yıkıcı Süfyan” diye söz etmesi, müritlerinin de Mustafa Kemal hakkında “beton Kemal” türü aşağılayıcı ifadeler kullanması, DP’nin bile üzerindeki yasağı kaldırmasını imkânsız kılmışa benziyordu. Nitekim aftan sonra yine Emirdağ’a dönmek zorunda kaldı. Ankara’ya gelmesine ise (bir istisna dışında) izin verilmedi. Ama bu dönemi baş döndürücü bir tempoda geçti.
1951’de Eskişehir’e gitti ve bir süre Yıldız Oteli’nde kaldı. Burada kendisini bol miktarda TSK mensubu ziyaret etmişti. Bunlar arasında havacılar çoğunluktaydı. “...Askeriyede bir ruh var, o ruh benimle dosttur” sözünü bu ziyaretlerden birinde etmişti. Aynı yıl Türkiye’ye resmî bir ziyaret yapan Pakistan Maarif Bakan Vekili Ali Ekber Şah, Said-i Nursî’yi de ziyaret etti ve kendisini Pakistan’a çağırdı. Said-i Nursî “cephenin burası” olduğunu söyleyerek teklifi reddetti. Bu tarihten itibaren Pakistan ve Irak’ta Risale-i Nur yayınlarının satışı patlama yaptı. Bunu diğer Ortadoğu ülkeleri izledi.
1952’de İstanbul Savcılığı, hakkında bir kez daha dava açtı. Duruşması büyük bir olay oldu. Üzerinde siyah bir cüppe, başında da resmen yasaklanmış olan sarık bulunuyordu. İstanbul Üniversitesi’nden müritleri günlerce mahkeme salonunu ve caddeleri doldurdular, 1953’te beraat etti. Aynı yıl, İstanbul’un fethedilişinin 500. yılı vesilesiyle Fener Rum Patrikhanesi’ni ziyaret etti ve Patrik Athenagoras’la görüştü.
1954’te talebesi Muhsin Alev’i Nur hareketini yayması için Almanya’ya gönderdi.
1955’te Türkiye ve Irak arasında imzalanan Bağdat Paktı’nı (adı sonra CENTO oldu) bölge barışına ve Türk-Arap-Hıristiyan dostluğuna yardım edeceğini söyleyerek destekledi.
1956’da takipçilerine bir süredir oy kaybeden DP’yi destekleme çağrısı yaptı. 1957 seçimlerinde oyunu açıkça DP’ye verdi. Böylece kendi deyimiyle “Üçüncü Said” dönemine girdi.
Urfa’da vefatı ve sonrası 1959 yılını ülke içi seyahatlerle geçirdi. Pek çok ile gitti. Ankara’ya 1922’den sonraki ilk ziyaretini ise 30 Aralık 1959’da gerçekleştirdi. Ziyareti sırasında müritlerinin coşkulu ilgisi müesses nizamın koruyucularını tedirgin etmiş olmalıydı ki, 11 Ocak 1960’ta Bakanlar Kurulu’nun “Emirdağ’da oturmasını tavsiye eden” kararı kendisine tebliğ edildi. Yassıada evrakları arasında bulunan ve Menderes’in kasasından çıktığı söylenen 12 Ocak 1960 tarihli mektubunda, kendisine uygulanan ev hapsinin “30 senelik muhaliflerin yaptığından daha ağır geldiğini” söylüyordu. Ancak Said-i Nursî hükümetin talimatı dinlemedi. Önce Isparta’ya ardından Urfa’ya gitti ve 23 Mart 1960’ta Urfa’da hayata gözlerini yumdu ve buradaki Halil’ür-Rahman Camii Haziresi’ne defnedildi.
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra, mezarının bir ziyaret yeri olmasından rahatsızlık duyan Milli Birlik Komitesi (MBK) Konya İmam Hatip Okulu’nda öğretmenlik yapan kardeşi Abdülmecit Ünlükul’un Konya Valiliği’ne bir dilekçe yazarak, kardeşinin mezar yeri uzak olduğu için ziyaret edemediğini ve bulunduğu yere aldırmak istediğini söyleyen dilekçesini Said-i Nursî’nin mezarını Urfa’dan taşımak için kullandı. 11 Temmuz 1960’ta mezarından çıkarılan vücudu önce Afyon’a, ardından Isparta’ya nakledildi ve Isparta Şehir Mezarlığı’na gömüldü. Ardından yakın talebeleri, mezarı, bilinmeyen bir yere naklettiler. Yani Said-i Nursî’nin mezarı, Cumhuriyet’in simgesel öneme sahip diğer mağdurları Seyit Rıza ve Şeyh Said’in mezar yerlerinde olduğu gibi bilinmiyor değil, bilinmesi yakın talebelerince istenmiyor. Bunun nedeni de Said-i Nursî’nin 1948’de mezar yerinin gizli kalmasını vasiyet etmesi olmalı.
Yine pek çok konuya değinme fırsatı bulamadan sayfa bitti. Haftaya başka konuda buluşmak üzere iyi pazarlar...
Ermeni Meselesi’ndeki tavrı Said-i Nursî’nin Ermeni Meselesi’ne nasıl yaklaştığı konusunda iki ayrı görüş vardır. Said-i Nursî’ye göre kendisi 1915-1916’da Ruslara karşı savaşırken Ermeni çocuklarını korumuş, Ermeniler de kendisinin şahsında Müslümanların ahlakına hayran kalmışlardır. (Tarihçe-i Hayat, s. 99) Bu ve benzeri birkaç ifade daha, günümüzde sol çizgideki araştırmacıların Said-i Nursî yorumlarının temelini oluşturur. Solcular böylece Ermeni Meselesi’ni İslamcıların görüş alanına sokmayı umut ederler. Buna karşılık, resmi ideologlara göre, Kemalizm’in kadim düşmanı Said-i Nursî’nin, daha doğrusu “Said-i Kürdî”nin, Ermeni Tehciri’ni kınaması, “üç büyük düşmanın” (mürteci-Kürt-Ermeni) işbirliğine karine teşkil eder.
Benim görüşüme göre ise, Said-i Nursî, İttihatçıların 1915’te Ermenilere yönelik politikalarına eleştiri getirmemiştir. O dönemde siyasi meselelere ilgisi düşünülünce bu sessizliği manidardır. Tersine, Ermeni komitacıların, Doğu Anadolu’da izledikleri politikaları şiddetle kınamıştır. Nitekim yukarıda sözü edilen kurtarma olaylarının hiçbirinde “Ermeni erkekleri” yoktur. Eğer kadın ve çocukların kurtarılması hikâyeleri doğru ise, bu en fazla, merhamet duygusu ile açıklanabilir. Öte yandan Said-i Nursî’nin Ermeni sempatisine kanıt olarak gösterilen “Şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir (bağlıdır)” şeklindeki ifade, 1915 Ermeni Tehciri ile ilgili olmayıp, 1910’da, Doğu Anadolu’da, Kürtlere oranla daha ilkel şartlarda yaşayan Ermenilerin, Batı medeniyeti ile ilişkilerinden dolayı, her geçen gün gelişerek Kürtleri geride bırakmaları tehlikesine karşı Kürtlerin de, Ermeniler gibi kendilerini geliştirmeleri amacıyla sarf edilmiştir. Dahası 1935’te Eskişehir’de yargılanırken Ermenilerin ve Rumların “Avrupa’nın dinsiz komiteleri adına nasıl anlaşmazlık ve kötülük tohumları saçtığını” anlatmış, 1945’te Afyon Cezaevi’nde yatarken, bu görüşlerini müritlerine tekrarlamış, 1952 yılında beklemiş bir yemekten dolayı zehirlendiğinde, kendisini Ermeni Taşnak Komitesi’nin zehirlediğini düşünecek kadar kuşkucu bir tavır göstermiştir.
‘Said-i Kürdî’ meselesi Bugün bazı Kürt milliyetçilerinin Said-i Nursî’ye iltifat etmelerine, Türk milliyetçilerinin ise kendisini vatan haini görmesine neden olan “Kürtçülük” iddialarına gelince; Said-i Nursî, Şafii Kürt olduğunu hiçbir zaman saklamamıştı. Konuşmalarında bol bol “Kürt”, “Kürdistan”, “Kürtçe” gibi terimleri kullanır, zaman zaman “Said-i Kürdî” diye imza atardı. Hayatı boyunca Kürtçe eğitim veren bir Şark üniversitesi kurmak için uğraştı. İlk gençliğinden beri “şal-i şapik” denilen yöresel Kürt kıyafetini giydi. Kırmızımsı kahverengi sık dokunmuş yünlü kumaştan yapılma bol bir pantolon, yelek, uzun deri çizmeler, beli birkaç defa saran bir kuşak ve etrafı şalla sarılmış bir sarıktan meydana gelen bu kıyafeti, başlangıçta elindeki Çerkez yapısı kırbaç, belindeki büyük bir hançer, tabanca ile göğsünde çapraz fişeklikler tamamlardı. Daha sonraki yıllarda bu kıyafeti, ucuz Avrupa ürünlerinin yerli ürünleri piyasadan silmesini protesto etmek için seçtiğini söyleyecekti ama sonuç olarak Said-i Nursî’de etniklik ve kültür anlamındaki “Kürtlük bilinci” güçlüydü. Ama resmî tarihçilerin kasıtlı olarak gözden kaçırdığı gerçek, Said-i Nursî’nin “Kürt Meselesi” söz konusu olduğunda siyasi açıdan İslamcı-Osmanlıcı çizgiye her zaman sadık kaldığıydı. Örneğin 1918’de başlangıçta kültürel amaçlarla kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti’ne girdiği iddia edilir ancak Cemiyet’in ilk genel kurulunda seçilen yöneticiler arasında Said-i Nursî’nin adı yoktur. Ocak 1919’da toplanan Paris Barış Konferansı sırasında Osmanlı Devleti’nin eski Stockholm Sefiri Şerif Paşa ile Boğos Nubar Paşa’nın bağımsız bir Kürdistan ve Ermenistan için çalıştıklarında, Said-i Nursî, Sebilürreşat ve İkdam gazetelerinde yayımlanan iki yazıyla bu girişimi şiddetle eleştirmiştir. Yazıların ortak teması, Kürtlerin her şeyden önce Müslüman oldukları, dolayısıyla Kürtlük davasının manasız olduğu, Kürtlerin yabancı himayesinde bir muhtariyet yerine ölümü tercih edecekleri ve eğer Kürtlerini düşünecek biri varsa bunun Ermeni Bogos Nubar Paşa değil Osmanlı Devleti olduğudur.
Ayrıca dönemin ünlü yazarlarından Konsolidci Arif Bey’e göre, İttihat ve Terakki’nin amansız muhalifi, Serbesti gazetesinin sahibi Kürt asıllı Mevlanzade Rıfat Bey, kendisine, Said-i Nursî’ye Kuva-yı Milliye’den ümitli olmadığını, bu yüzden Ermeniler gibi Kürtlerin de kendi bağımsız devletlerini kurmasının doğru olacağını söyleyen bir mektup yazdığını, ancak Said-i Nursî’nin bu teklifi reddettiğini söylemiştir. 1925’te Şeyh Said İsyanı sırasındaki tutumu da bu anlatılarla uyumludur.

Güç dengeleri


Yaşar KayaTürkiye’nin doğudaki komşusu İran’ın Türkiye ile münasebeti hep inişli çıkışlı olmuştur. 1639 da Kasr-i Şirin antlaşması ile Kürdistan Acemler ve Türkler arasında pay edilmiştir. Bu İran’ın Kürtleri parçalayan ilk resmi antlaşmasıdır. Ağrı hareketi sırasında Ağrı dağının eteklerinin bir bölümü İran sınırları içinde kaldığı için, Kürt savaşçılar bu bölgeye girmekte ve insan cephane- lojistik temin etmektedirler. Başkaldırı uzun sürer, Türkiye cumhuriyeti İran ile yeni bir sınır antlaşması yapmak için temasa geçer. Dönemin dışişleri Bakanı, Tevfik Rüştü Aras’ın başkanlığında görüşmeler yürütülür. (Netice buna sınır düzeltilmesi diyorlar) Ağrı dağının bu eteği isyanı söndürmek için Türkiye’ye bırakılır. Buna karşılık Van’ın Başkale ilçesinin sınırı içindeki bir toprak parçası İran’a verilir. Bu Fars’ların Kürtlere hediyesidir. İran Şahı'nın Saddam Hüseyin ile Arap körfezini alıp Kürt hareketinin (1975’deki ölümsüz Barzani hareketini) çökmesine sebebiyet vermesiyle, tarih tekerrür eder. Bu da İran’ın Kürtler ikinci hediyesidir.
İkinci komşu Suriye’dir. Suriye 1930’lara kadar Fransız sömürgesidir. 1938’de Hatay için bir referandum yapılır. Her ne hikmet ise Mustafa Kemal’in aday gösterdiği Şükrü Sökmensüer Hatay Cumhurbaşkanı olur ve bir yıl sonra da Türkiye’ye iltihak eder, Apo Şam’ı terk edinceye kadar bu iki mesele Türkiye ile Suriye arasında devam eder. Üçüncü mesele Suriye’den Öcalan’nın çıkması ile son bulur.
Komünizmin çöküşü ile sözüm ona Türkiye kuzey’deki tehlikeyi atlatmış, soğuk savaş yıllarını geride bırakmıştır. Şimdi ise gaz ve petrol yolu sorun teşkil etmektedir. Güney’deki komşu ile problemi, Lozan’la başlar, Osmanlı dönemi Kürt isyanlarını hesaba katmazsanız tabi. Güney komşusu artık Irak Federal Cumhuriyeti ile Kürt Federe devletidir. Bağdat’ta gidilirken Hewler’le işi daha çok artmıştır. PKK ağırlıklı olarak Güney’de üstlenmiş, Türkiye ile yirmi beş yıllık bir savaş yürütmüştür. Irak, PKK’nin Güneyi terk etmesini istemekte ısrarlıdır. A.B.D. her çeşit askeri destekle Türkiye’yi desteklemektedir. Artık Türkiye’nin karşısında ne Kral Faysal ne de Baasçıların Irak’ı vardır. Var olan iki Federatif devlettir. Kürt sorunu ve PKK sorunu, Türkiye’nin kendi cumhuriyetini kurtarma sorunu haline gelmiştir. Olay buraya kilitlenmiş durumdadır. Artık batıda bir Bulgar sorunu yoktur. Ama her şeye rağmen bir Yunan sorunu ve bir Kıbrıs sorunu vardır.
Bu zamanlar dört tarafı düşmanla çevrili olan Türkiye söylemi havada kalmış, yeni dengeler oluşmuştur. Türkiye yeni dış politikasını problemsiz komşularla yürütmeye çalışmaktadır. Bunda elbette ki yeni dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da payı vardır. Kimisine göre Türkiye bir nevi yeni Osmancılık politikası gütmek istemektedir, elbette ki iyi komşuluk münasebeti ile Yeni Osmancılık ayrı ayrı şeylerdir. Yeni Osmancılığı duyup yaygara basanlar çağ dışı Kemalizm’in korusudur.
Bölge ve şartlar yeniden bir Osmancılık politikası kaldıracak durumda değildir. Aşağı yukarı komşuların hepsi ulus devletlerdir. İran ile rejim zıtlığı vardır. Neticede Türkiye’de yedi başlı ejderha gibi alt edilmemiş Ergenekon, Irak’ta Baas kalıntıları, Suriye’de halen Esadizm hüküm sürdürmektedir. Bu bakımından bölgede istikrarlı, demokrat yüzü batıya dönük Türkiye bir denge unsurudur. Ayrıca örnektir. Eski CİA görevlisi Graham Fuller yeni yazdığı kitaba Türkiye için, yıldızı yükselen ülke adını koymuştur. Bu tesadüfü değildir. Çok iyi bir araştırmanın ürünüdür, çok okumaya değer bir kitap. Geçtiğimiz aylarda A.B.D. deki uzun tatilinden dönen Neçirvan Barzani ayağının tozu ile KDP’nin Genel Başkan yardımcısı görevine başlamıştır. Zaten öteden beri bizde hakim olan görüş şudur; Kürt halkının % 70’nin oyunu alarak Kürdistan Federe Devleti Cumhurbaşkanı seçilen Mesud Barzani’nin artık parti Başkanlığı yapması caiz değildir. O bir ulusa mal olmuş bir şahsiyettir. Partiyi artık başkaları yürütsün. Neçirvan Barzani’nin son Türkiye ziyareti, Dovutoğlu ve Erdoğan’la yaptığı görüşmeler çok büyük önem taşımaktadır. Güney’de Kürt Federe devleti ile iyi münasebetlerin yolu iki yılı aşkın bir dönemdir başlamış ve yürümektedir. Türkiye’nin Erbil’de Konsolosluk açması ve sıkı münasebetler belirli bir politikanın yürütmekte olduğuna ispat etmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti, kendini kurtarma projesine karar verirken, bir yerde yedi başlı Ergenekon canavarı, bir yerde de Anayasa değişikliğiyle uğraşmaktadır. Kürtlerin nerede ve kimin yanında yer alacağı hususu ise başlı başına bir yazı konusudur.

Yaşar Kaya
yasar.kaya@hotmail.de

Bahar Operasyonlari

Hasan BildiriciHer sene bahar aylarında Türk ordusunun Kürdistan’daki ölüm birliklerinde bir hareketlilik homurtusu başlar. Tanklar, toplar ve modern savaş uçakları; çoğunluğu açlık sınırı altında yaşayan Kürt halkının köy, kasaba ve şehirlerini çiğneyip geçer. Tanklar, yırtık papuçlu Kürt çocuklarının tedirgin izlerine palet çizikleri atar. Kürdistan’nın köy, şehir ve kasabalarını vuracak biçimde konumlanmış askeri birliklerin ölüm homurtusu, baharla birlikte kışlık zahiresini hazırlamaya çıkan üretici Kürt çalışanlarının sinir sisteminin canına okur.
Bu, vatan olamamış, doğurduğu çocuklara anadilini verememiş, ülkesinin adını anamaz hale gelmiş Kürt soyunun yüzyıllık yazgısıdır.
Türk savaş uçakları ve tanklar, dağlardan gerilla cesedi indirecektir. Ölüm birliklerinin homurtu nedeni budur.
Öte yandan gerillalar, çıplak vadilerin ve dağların dolması için ağaçların yaprak vermesini bekler. Daha sonra çatışma çıkacak, aşağılara asker ve gerilla cesetleri inecektir. Birinci Dünya savaşı dört, İkinci Dünya savaşı beş yıl sürmüştür. Fakat Kürt savaşı, Kürtler teslim olmadıkça, yeniden Türk ölüm taburlarının postallarını öpmedikçe daha yıllarca sürecektir.
Çünkü Türk devlet ve ordusu, dört parçadaki Kürt halkına stratejik düşmanlık temelinde konumlanmıştır. Hala bunun için, Kürt Federasyonunun “Kürdistan” damgalı pasaportlarını da kabul etmemektedir. Yine Güney Kürdistan ile kurulan ilişkilerin temelinde, Kuzey Kürdistan’ın tümüyle iç edilmesi mantığı yatmaktadır.
Türk egemenlik sistemine sadece yakayı değil, her şeyini kaptırmış anadili yasak Kürt toplumun kölelik yazgısıdır bu. Nasıl yaşayacağımıza; ne kadar Kürt ne kadar Türk olacağımıza; nerede merminin patlayıp nerede patlamayacağına; ölüm kışlarının nerede konumlanacağına; ne zaman operasyonlara çıkıp ne zaman çıkmayacaklarına; hangi köyün yıkılıp, hangi köyün ihya edileceğine; hangimizin yaşayıp hangimizin öleceğine, hangimizin serbest, hangimizin tutuklu kalacağına, hangimizin ülkede, hangimizin sürgünde can vereceğine karar veren Türk egemenlik sistemidir.
Bahar gelmiştir, Kürdistan dağları yeşermiş, çiçekler açmıştır. Fakat bizim çocuklarımız baharı değil, tankları göreceklerdir. Sabah mahmurluğunu F-16’ların alçak uçuşları yırtacaktır.
Bu ara Kürtler ne yapacaktır? Kemalist Ergenekon’la, dinci Ergenekonculuk arasında loto oynayacaklardır. Bin cinayetli Mehmet Ağar, Ergenekon’un Babası Süleyman Demirel, CİA ajanı Tansu Çiller, Diyarbakır’ın kemiklerini kıran Ünal Erkan, 12 Eylül Celladı Kenan Evren, Kürde karşı en şiddetli savaşı sürdüren Doğan Güreş, Lice kasabı İlker başbuğ, cinayet şebekerinin koruyucusu Yaşar Büyükanıt, sağcı Ergenekon tarafından devletin en tepesine getirilen Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan’ların varlığını es geçip; cılkı çıkmış rütbe hırsızı Avrasyacı üç-beş general eskisine yönelik operasyonların peşine takacaklardır bizi.
Aynı anda iki düşman anlayışa karşı olmayı beceremeyen, bir düşmanına karşı çıkarken mutlak olarak diğer düşmanının oltasına takılan geleneksel Kürt tarzıdır bu… Bu tarz, tarih boyunca başarısız ve yeniktir.
Dedim ya, bahar gelmiştir. AKP’li faşistlerle, yarı ilahileştirilen Türk ordusunun ırk stresi Kürdistan coğrafyasında atılacaktır… Çünkü Kürdistan sadece Kemalist diktatörlerin değil, Türk-İslam faşizminin de atış poligonudur…
Bahar gelmiştir; Kürdistan dağlarının ters laleleri açacaktır.
Fakat bu ara direnenler de olacaktır. Kürt halkına stratejik düşmanlık yapan Türk namluları, eninde sonunda kendi diz kapağına doğru bükülecektir.
Çünkü biz halkız; sömürge namlularından daha güçlü, onlardan daha yerliyiz.
Türk ölüm birliklerinin kışlalarından tek tank çıkmayana kadar sürecektir bu direniş.
Köy koruculuğu ve işbirlikçi ihanet kendinden utanacaktır.
Bahar gelmiştir, Kürt halkının düşmanı olan birlikler ölüm homurtularıyla harekete geçecektir. Direnenler de olacaktır bu arada…
Çünkü Kürdistan’da bir halk vardır, halkın yaşam yasaları, en eskisinin otuz yıllık ömrü olan ölüm silahlarının yasalarından daha güçlüdür…
Red ve inkarı yırtıp attık, kimliğimizi tasdik ettirdik, Kürdistan'ın tank paletleri altındaki baharlarını da geri alacağız.

Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

Emperyalizm ve Manipülasyon

  Hatırlarsınız, 12 Şubat 2010’da ABD ve diğer NATO güçleri, sözde, Talibanların kalesi olan ”Marjah” köyünü ele geçirip  büyük bir ”zafer” elde etmişler. Dünya medyası da; ABD ve diğer NATO güçleri, Afganistan’da Talibanlara karşı büyük bir ”zafer” elde ettiklerini yazıyor ve yayıyordu.

Emperyalizm ve manipülasyon üzerine daha önceleri yazmam gereken notlardı. Ama araya başka çalışmalar girdi. Bu güne kaldı. Başlıyorum, notlarıma şöyle başlıyorum: Emperyalizm, yalnızca askeri savaş değildir. Emperyalizm, aynı zamanda, manipülasyon oluyor. Manipülasyon, Emperyalizmin elinde ve hizmetinde olan medya araçları ile dünya kamuoyunu yanıltmak için yapılan bir savaş oluyor, bir medya savaşı oluyor. Bu medya ile, bu medya savaşı ile dünya halkları, dünya kamuoyu yanlış bilgilerle yönlendiriliyor. Manipüle ediliyor. Emperyalizmin bir yüzü budur.
Emperyalizm bir yüzü askeri savaş, diğer yüzü de manipülasyondur. Emperyalizm tarihi bunun örnekleri ile doludur. Vietnam’da bu oldu. Latin Amerika’da bu oldu. Ortadoğu’da ve Irak işgalinde bu oldu. Şimdi de, Afganistan’da, Talibanlara karşı yürütülen savaşta manipülasyon yöntemi kullanılıyor. Bu yöntemle, emperyalizmin “muazzam” ve “yenilmez gücünü” iki de bir, dünya kamuoyuna lanse ediyorlar. Gerçeği yalanla değiştirerek, yalandan “zaferler” elde ediyorlar. Afganistan’daki, “Marjah zaferi(!)” bunun bir örneği oluyor.
Hatırlarsınız, 12 Şubat 2010’da ABD ve diğer NATO güçleri, sözde, Talibanların kalesi olan ”Marjah” köyünü ele geçirip büyük bir ”zafer” elde etmişler. Dünya medyası da; ABD ve diğer NATO güçleri, Afganistan’da Talibanlara karşı büyük bir ”zafer” elde ettiklerini yazıyor ve yayıyordu. Zafer, sözde Talibanların kontrolündeki ”Marjah” köyünün Talibanlardan kurtarılması olarak gösteriliyordu. Oysa ki, Afganistan’da, ”Marjah” adında köy yoktur. Afganistan’da, ”Marjah” adında ne şehir, ne de bölge bulunmaktadır. Afganistan’da ”Marjah” diye bir yer yoktur! Anlaşılan, Amerika ve diğer emperyal güçler, Afganistan’da yedikleri darbeler nedeni ile, ”Marjah” gibi sahte köyler uydurarak, Talibanların da yenilebileceği dünya kamuoyuna lanse etmeye ihtiyaç duymuşlar!
Emperyalizmin askeri alandaki başarısızlığını gözlerden saklamak için ellerindeki tek yöntem, manipülasyon yöntemi kalıyor. Bu yöntemle hâlâ güçlü olduklarını göstermeye çalışıyorlar. Bu yöntemle, medya ile yapılan bu manipülasyon kampanyaları ile moral buluyorlar. Artık günümüzde emperyalizmin tek moral kaynağı manipülasyon kampanyaları oluyor. Bu kampanyalar olmasa işgal ettikleri tek tek ülkelerde bu kadar zaman tutunamazlardı. Bu, birinci nokta oluyor.
İkincisi şu: Manipülasyon kampanyalarının bir başka özelliği insanları tıpkı sürüler gibi yönlendirmek oluyor. Sonunda manipüle edilen halk ya da sürüleştirilerek yönlendirilen halk, emperyalizmin muazzam gücüne ve zaferlerine inandırılıyor veya inandırılmak isteniyor. Tıpkı Afganistan’da var olmayan “Marjah zaferi” gibi.
Sonuçlar açıktır: Bir: Günümüzde emperyalizm, ancak, manipülasyon yolu ile “zaferler(!)” elde edebiliyor.
İki: Emperyalizm, askeri savaş yanında, kurnazlık, hile, oyun ve düzenbazlık oluyor. Manipülasyon budur, bu oluyor. Manipülasyon, ince hilelerle, uydurmalarla, gizlice, kimseye farkettirmeden, dünya kamuoyunu kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek oluyor.
Evet, emperyalizm, askeri savaş yanında, manipülasyondur. Görevleri, dünya kamuoyunu yanıltmak ve yönlendirmek oluyor.
Onların görevi bu oluyor, ama bizim de işimiz ve görevimiz, emperyalizmin manipülasyon yöntemlerini gözler önüne sermek, onların bu ikiyüzlü, kurnaz ve dalavereci yöntemlerini teşhir etmek oluyor!

Beyaz Türklerin Irkçı-Şoven Partisi

Gladio’nun Truva Atları İnkar, asimilasyon ve katliam, Türk devlet ideolojisinin gerçek karakteridir ve bu ideoloji derin devletin partisi CHP’de temsilini bulmaktadır.

Gladio’nun Truva Atları
İnkar, asimilasyon ve katliam, Türk devlet ideolojisinin gerçek karakteridir ve bu ideoloji derin devletin partisi CHP’de temsilini bulmaktadır. Bu özelliğinden dolayı CHP’nin amblemi olan “altı ok” aynı zamanda CHP’nin ve devletin ideolojisi anlamındadır. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş süreçlerinde, katliam-soykırım, inkar ve asimilasyon politikalarını bir strateji olarak benimseyen ve kendisini bunlar üzerinde kurumlaştıran-iktidarlaştıran CHP, Anadolu’da ve Kürdistan’daki katliamların sorumlusudur. CHP Türkiye’de ki her türlü değişim ve yeniliğin karşısında olmuştur. “Tek tip insan” formulasyonunda hakları kimliksizleştirme görevini üstlenmiştir. Bu anlamda “tek devlet, tek bayrak, tek dil, tek millet” kavramlarının sahibi ve savunucudur.
Türkiye’nin karanlık tarihinde yerini alan, TC ordusunun 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 gerçekleştirdiği askeri darbeleri, 12 Mart 1971 muhtırası CHP’nin provokasyonları sonucu gerçekleşmiştir.
CHP’nin iktidar olduğu süreçler Anadolu ve Kürdistan için tam bir yıkım ve katliam iken, ABD’nin Türkiye’deki çıkarlarının en fazla sonuç aldığı dönemler olmuştur. Buna TC devletinin 1950’li yıllarda NATO’ya girişi, Gladio’nun Türkiye’de kurulması, Kore’ye asker gönderilmesi ve Türkiye’de solun tasfiye edilmesi, Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlerin katliamı, inkar ve asimilasyonu için kullanılan kirli yöntemlerin güncellenmesi CHP’nin yürüttüğü konseptlerle gerçekleşmiştir.
CHP, ayrıca Türkiye ve dünyadaki siyasi dengeleri gözeterek farklı kimliklere girebilme özelliğine de sahiptir. Bu durum CHP’nin “altı ok”unda değişik biçimlerde de görülmektedir. Şartlar-dünyadaki siyasi dengeler, ABD’nin Türkiye’deki çıkarları neyi gerektiriyorsa ‘ok’lardan biri CHP’nin mevcut stratejisini ve politikalarını belirlemektedir. Kuruluş sürecinde Cumhuriyetçi, halkların katliamı ve inkarında milliyetçi; dünyada devrimci mücadelelerin yükseldiği bir dönemde halkçı olabilmektedir. Buna en iyi örnek, Şeyh Sait ve Seyit Rıza öncülüğünde başlatılan isyanların katliamla bastırılması sırasında içte uyguladığı inkarcı-milliyetçi çizgisi, dışta ise Sovyetlerden yardım alabilmek için Cumhuriyetçi kimliğine bürünmüştür. Yine 1965 yılı ortalarında CHP’nin genel başkanı olan İsmet İnönü’nün, Türkiye’de ‘solun yükselişi’ni göz önünde bulundurarak “CHP ortanın solundadır” sözleri mevcut gerçekliği açıklamaktadır. Türkiye’nin geçmiş tarihine biraz bakıldığında CHP’nin, iktidarı ele geçirmek ya da iktidarda kalabilmek için her türlü renge girebildiği görülmektedir. Aynı zamanda yine aynı çıkar merkezlerine hizmet gereği, devlet iktidarını ele geçirmek isteyen ordu için darbe koşullarını hazırlayan yine iktidarda olan diğer partilerin ABD’nin belirlediği politikalar çerçevesinde amaçlarına ulaşması için sergilediği muhalefetle asıl icraatların uygulanması için gerekli zemini oluşturmaktadır. Bu süreç özellikle Deniz Baykal’ın CHP’nin başına getirilmesiyle daha fazla ortaya çıkmıştır. ABD’nin Türkiye’deki Fetullah Gülen ve AKP öncülüğünde geliştirmek istediği ‘ılımlı İslam projesi’ en fazla CHP ve Deniz Baykal’ın sergilediği muhalefet sayesinde olmuştur.

Türkiye Gladio’su ve Truva Atları
CHP’nin iktidarda olduğu 18 Şubat 1952’de, Truman Doktrini gereğince geliştirilen askeri ilişkiler çerçevesinde kont-gerilla eğitimi görmek üzere 16 kişiden oluşan bir subay kafilesi ABD’ye gönderildi. Bu subayların arasında Alparslan Türkeş, Turgut Sunalp, Tümgeneral Daniş Karabelen, Ahmet Yıldız, Mucip Ataklı ve Suphi Karaman, Kenan Evren gibi isimleri 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde duyulacak subaylar vardı. ABD, CIA’nın paravan kuruluşu JUSMATT’ın (JUSMAT-Joint US Military Mission for Aid to Turkey) yardımıyla oluşturduğu bu ekipten Tümgeneral Daniş Karabelen’i Türkiye’de Gladio’yu kurmak için görevlendirdi. Türkiye Gladio’su 27 Eylül 1952’de faaliyete geçti. Örgütün masrafları, JUSMATT tarafından karşılanıyordu. Gladio’nun askerlerden oluşan ana omurgası oluşturulduktan sonra sıra sivil kanadın oluşturulmasına gelmişti. “Vatanseverler” olarak belirlenen siviller arasında hükümetlerin temel kurumları-dokunulmazlığı ve değiştirilmesi zor olan yasama, yargı ve yürütme organlarında görevlendirilecek kişilere ağırlık verilmekteydi. Ayrıca bakanlık müsteşarlıkları, parti başkanları, polis müdürleri, üniversite yönetimleri ve okul idareleri, diyanet işleri başkanlıkları, yargıçlar ve diğer hukuk temsilcileri, sendika lideri, etkili basın-yayın organlarının sahipleri bulunmaktaydı. Yani toplumu yönlendiren, kontrol eden ve toplum üzerinde etkisi olan kişiler, Türkiye siyasetine etkide bulunan kişiler, Gladio’nun sivil kanadını oluşturuyordu. Askerler gibi sivillerde tek tek ABD’ye götürülüp Florida’da bulunan Gladio’nun merkezinde eğitiliyordu. Amerikanın çıkarları için eğitilen ve ABD’nin Türkiye'deki Truva atları olan “vatansever gönüllüler” eğitimlerini tamamladıktan sonra önceden belirlenen devletin kilit noktalarına yerleştiriliyordu. Hücre tipi yapılanma tarzında gerçekleşen uygulamada Gladio’unun hiçbir üyesi diğerini tanımıyordu. Güvenilirliğine inanılan üyeler, teşkilata ‘gizli yeminle’ alınıyor ve ömür boyu görevli oluyorlardı.
ABD’nin Türkiye’deki Truva atlarından biri olacak olan, 20 Temmuz 1938 yılında Antalya'da doğan Deniz Baykal, 1850’lerde Kafkasya’dan göç eden Sabetays Hüseyin Hilmi ve Mısır göçmeni Feride’nin oğludur. Antalya özellikle o dönemler Sabetaysların yoğun olarak bulundukları şehirlerinden birisidir. Deniz Baykal’ın babası da CHP’lidir ve İttihat Terakki üyesidir. Aynı zamanda Sabetay Sevi’nin Kapancılar koluna bağlıdır.
Deniz Baykal’da babasının yolundadır. İlk-orta ve liseyi Antalya’da tamamladıktan sonra 1959 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitiren Deniz Baykal, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesine 1960 yılında asistan olarak girer. Türkiye Gladio’sunun başında olan Tümgeneral Daniş Karabelen, babası da CHP’li olan Deniz Baykal’ı üniversite dönemlerindeki ulusalcı ve İttihatçı faaliyetleri nedeniyle yakından tanıyordu. Tümgeneral Karabelen’in önerisi üzerine Deniz Baykal’da Gladio üyesi olarak 1963 yılında doktora çalışmalarını tamamlama bahanesiyle ABD’ye, Gladio merkezine gönderildi. İki yıl boyunca Florida’da Gladio merkezinde eğitildi.
Özel Harp Dairesi eski Başkanı ve Özal döneminde Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği görevlerinde bulunan emekli Orgeneral Kemal Yamak, Türkiye Gladio’sunda bulunan Deniz Baykal gibi milletvekili, parti başkanı olmuş sivilleri şu sözlerle anlatıyordu: “Aslında onlar milletvekilliği dönemlerinde değil, daha genç yaşlarda bölgesinde güvenilir, saygın, sözü geçen ve gerektiğinde halkıyla bütünleşerek, milleti ve vatanı için yapılacak mücadelede önder olabilecek niteliklere sahip oldukları için seçilmişlerdi. Milletvekili oluşları da bu seçimin doğruluğunu gösteriyor.”
Deniz Baykal’ın da sivil kanadında üyesi olduğu Türkiye Gladio’sunun ilk adı, Seferberlik Tetkik Kurulu (STK) olarak belirlenmişti. Bu örgüt, daha sonraki yıllarda ABD’deki yönetmeliklere uygun olarak isim değişikliğine gitti. 1965’de Özel Harp Dairesi (ÖHD), 1990’lı yıllardan itibaren ise Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK) ismini aldı.
Gladio örgütünün ülkelere göre değişik ismi vardır: Yunanistan’da Pelle di Montone (Kırmızı Koyun postu), Almanya’da Sword, Avusturya’da Schwert, İtalya’da Gladio (Kılıç) olarak bilinmektedir.
Gladio, tamamen ABD’nin çıkarları temelinde kurulmuş, talimnameleri dahil, kuruluş fikri ve finansı, ABD tarafından sağlan, ordular içinde resmi ama faaliyetleri illegal olan bir örgüttür. Örgütün faaliyetleri ile ilgili ne bir kanun, ne bir yönetmelik, ne de bir tüzük vardır. Gladio faaliyetleri 1965’te onaylanarak yürürlüğe giren (Sahra Talimnamesi) ST 31-15 kodlu ‘Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesi’ çerçevesinde belirlenmiştir.
Deniz Baykal, Amerika’dan döndükten sonra, Özel Harp Dairesinin Türkiye meclisindeki siyasi oluşumu olan CHP içinde görevlendirildi. 1973 Ekim’inde yapılan Genel Seçimlerde CHP’den Antalya Milletvekili olarak seçtirildi. Ardından 1974 yılında kurulan Ecevit hükümetinde maliye bakanlığı, 1978 Ecevit hükümetinde ise enerji ve tabii kaynaklar bakanlığı görevlerini getirildi.
Özel Harp Dairesi, Deniz Baykal’ı CHP’nin başına geçirmek istiyordu. Bülent Ecevit’e karşı CHP içinde hizipçiliği ile öne çıktı. Deniz Baykal hem ABD’nin hem Özel Harp Dairesinin Truva atıydı. Yerleştirildiği bütün ortamlarda hizipçiliği ile ÖHD’nin politikalarının uygulanması için gereken ortamı yaratıyordu. Türkiye’de ABD’nin çıkarlarına göre hareket etmeyen hükümetler ve partiler Deniz Baykal gibi Truva atlarıyla düşürülüyor ya da parçalanıyordu. Deniz Baykal’a kargaşa yaratma ve parçalama görevi verilmişti.
Ecevit başkanlığındaki hükümetinin düşülmesinde yine Deniz Baykal devredeydi. ABD’nin Bor madenleri konusunda isteklerini karşılamak amacıyla sergilediği entrikalar CHP’nin sonunu getirdi. Bor madenleri konusunda hükümete aldırdığı kararlardan üç ay sonra CHP hükümet düşürüldü.

Derin Devletin Siyasi Kalesi
Deniz Baykal’ın içinde Truva atı olarak yer aldığı CHP+Ordu+Yargı=İktidar formülü aynı zamanda Ergenekon’un derin devlet formülüydü. 27 Mayıs’tan başlayarak CHP, her türlü askerî darbenin ve muhtıranın ya bizzat içinde olmuş ya da tahrikçisi olarak bulunmuştur. 27 Mayıs’ta, DP’liler Yassıada’ya gönderilirken, idam edilirken CHP İktidara gelmiş ve Kurucu Meclis’i oluşturmuştur. 12 Mart, CHP’nin darbeci kanadının faaliyetleri sonucunda ortaya çıkmış ve hükümet CHP’lilerden oluşmuştur. 12 Eylül’ün fikir babaları Turhan Feyzioğlu ile Emin Paksüt’tür (Osman Paksüt’ün babası). 28 Şubat’ta Batı Çalışma Grubu’nun en büyük yardımcısı, Çevik Bir’in dostu Deniz Baykal’dır.
Deniz Baykal’da, şimdi TC devletinin başbakanı ve AKP’nin genel başkanı Tayip Erdoğan gibi bir dönem sonra tekrar piyasaya sürülmek için 12 Eylül 1980 askeri darbesinde Ankara'da bir süre gözaltında tutuldu. 1982 Anayasa'sının 5 yıl süreyle siyasi yasağı getirdiği kişiler arasında yer aldı. Daha sonra Çanakkale Zincirbozan Askeri Tesisleri'nde 2. defa gözaltına alındı.
Tayip Erdoğan’da İstanbul Büyükşehir belediye başkanlığı sürecinde okuduğu bir şiir nedeniyle tutuklanmıştı. Daha sonra Tayip Erdoğan’a AKP kurdurulmuş, düzmece yasa değişiklikleriyle milletvekili seçtirilerek başbakan yapılmıştı.
CHP kapatıldıktan sonra Gladio’nun Türkiye’deki versiyonu Ergenekon’un belirlediği yeni görev alanı SHP’den 1987 seçimlerinde Antalya milletvekili seçtirilerek tekrar sahneye çıkartıldı. Sosyal-demokrat olduğunu iddia eden, aslında diğerlerinden hiç farkı olmayan SHP içinde milliyetçi-ırkçı ve Kürt karşıtı düşünceleriyle tekrar ön plana çıktı. CHP içinde Bülent Ecevit karşısında sergilediği hizipçiliği bu seferde SHP genel başkanı Erdal İnönü karşısında göstermeye başladı. Başarılı olamayınca SHP’den ayrıldı. 1982 'de kapatılan siyasi partilerin açılmasına izin veren yasanın sağladığı imkanla 9 Eylül 1992 tarihinde toplanan CHP Kurultayında Genel Başkanlığa seçtirildi. SHP’nin birleşme adıyla tasfiyesi ardından Ergenekon-JİTEM tarafından parti içi darbeyle tekrar CHP’nin başına getirildi. MİT’in 2003’te, İşçi Partisi lideri Doğu Perinçek’in de aralarında bulunduğu 69 kişinin yer aldığı “Ergenekon’un kurucu ve yönetici” şemasında Deniz Baykal’da Ergenekon’un "siyasi ayağı" olarak gösterilmişti. Deniz Baykal, Ergenekon’un belirlediği çizgi de CHP’yi, MHP’ye eş değerde milliyetçi-ırkçı bir çizgiye getirdi.
Ergenekon’u Deniz Baykal’dan, Baykal’ı CHP’den, CHP’yi ise İttihat Terakki’den ayrı düşünmek mümkün değildir. Deniz Baykal’da somutlaşan bunların toplamıdır. Geçmişten beri İttihat Terakki, CHP’de temsil edilirdi. Günümüzde İttihat Terakki, Ergenekon ismiyle “derin devletin” merkezini oluşturmaktadır. Ergenekon’un siyasi alandaki en önemli rolünü yine CHP ve Deniz Baykal üstlenirken, aynı ideolojik bakış açısı ve onun değişik versiyonları olan DP, DSP ve MHP’de Ergenekon kendi temsilini bulmaktadır. Birbirinden çok farklı görünmelerine rağmen sonuçta aynı merkez tarafından kontrol edilmektedirler.
İttihat Terakki ve CHP’nin ilk kuruluş süreçlerini, CHP’nin “Türkçülük” ideolojisinin doğru anlaşılması günümüz CHP’sini ve Deniz Baykal şahsında somutlaşan İttihat Terakki’nin Ergenekon’unu anlamak daha da kolaylaşacaktır.

İttihat Terakki Türkçülüğünde CHP’nin Türkçülük İdeolojisi
1889 yılında İbrahim Temo, İshak Sukuti, Çerkez Mehmet Reşit, Abdullah Cevdet, Dr. Nazım ve Ahmet Rıza gibi isimlerin öncülüğünde kurulan ve sonradan ‘İttihat ve Terakki’ olarak ismini değiştiren Cemiyet, Jöntürklerin ikinci kuşağının sahneye çıkışını ifade ediyordu. Jöntürk önderleri ve daha sonra ki İttihat Terakki önderleri aynı anda hem batıcı ve batı düşmanı, hem Osmanlıcı hem Türkçü, hem İslamcı hem pozitivist, hem milli hem kozmopolit bir çizgiyi savunabiliyorlardı. Kuklası oldukları Almanlar ve daha sonra İngilizler devamında ABD’nin çıkarları neyi gerektiriyorsa, hangi amaca hizmet ediyorsa İttihatçılığın fikir ve ideolojisi de ona göre değişebilmekteydi.
1789 Fransız İhtilali ardından dünyada gelişen milliyetçi dalga da, İttihat Terakki’de “kendi ulusal pazarını oluşturmak ve bu piyasayı korumak” için kendi milliyetçilik tanımını ‘Türkçülükten’ yana oluşturdu. O dönemde Osmanlı Sarayı kendisine “Türk” denilmesini istemiyor, bunu “aşağılama” sayıyordu. Bu durum 19. yüzyılın son çeyreğinde Jöntürklerin “Türkçü” bir ideolojiyi yaratmalarına vesile oldu. Jöntürklerin, ‘Türkçülük’ teorisyeni Fransız vatandaşı Yahudi Leon Cohen’dir. 1869 tarihinde, “Asya Tarihine Giriş; Türkler ve Moğollar” kitabını yazdı. Bu kitap, sonradan Türk ırkçılarının temel kaynaklarından biri haline gelir. “Türkçülüğün Esasları” eserini yazan Kürt kökenli Ziya Gökalp’ın temel başvuru kaynaklarından biri olan bu eser, Mustafa Kemal’in de sıkça başvurduğu bir kitap olmuştur. Yazar Cemil Meriç kitap için “Türk milliyetçiliğinin Kur’an – Kerim’i” demektedir. Leon Cohen, 1876 tarihinde de bu sefer benzer nitelikteki “Gök bayrak” romanını yazmıştır.
Cumhuriyetin kuruşundan hemen sonra “Kemalizm” kitabini yazmıştır. Bu kitapla Leon Cohen, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun prestiji etrafında Türkçülük ideolojini oluşturmuştur.
Türkçülüğün ve Türk milliyetçiliğinin mucitlerinden olan diğer bir Yahudi Armin Herman Vambery’dir. Vambery Macaristan’ın başkenti Budapeşte’deki üniversitede 1870 yılında ilk Türkoloji kürsüsünü kurmuştur. Vambery, 1908 yılında yine Budapeşte’de açılan dünyadaki ilk Türk derneğinin de onursal başkanıdır. Yine 1910 yılında kurulan “Turan Cemiyeti”nin de onursal başkanlığını yapmıştır.
Türk ırkçılardan çok daha ırkçı bir “çizgiyi savunan bir diğer Yahudi ise Avram Galanti’dir. Galanti Cumhuriyetin ilk dönemlerinde bir dönem CHP’den, bir dönem de bağımsız olmak üzere iki defa milletvekilliği yapmıştır. Galanti, Türkiye’deki tüm halkların asimilasyonunu savunmuş, bugünkü “tek”çi anlayışın teorisyeni olmuştur.
Galanti’ye göre ulus olmanın temel dayanağı, ortak dildir. Türkçenin, tüm unsurları ‘ulus’ şemsiyesi altında toplayan bir özelliği olduğunu savunmaktadır. Ona göre dil aynı zamanda kültürel yapıyı da belirlemektedir. Türkçe, ‘Türk’ olmanın gereği, ana ilkesidir. Türkiye’de farklı dillerin konuşulmasına asla izin verilmemelidir. Galanti’ye göre, eğitim de Türkçeyi en iyi şekilde yayacak araçtır. Okul, Galanti açısından da temel öğedir. Ancak ulusal okullar açılır, tek dilde eğitim yapılırsa Türk ulusunun birlik olabileceğini savunur. Türkleşmenin bir tek yolu vardır: “Türk mektepleri yolunda kendilerinde tekil tedrisatı Türkçe yapan mekteplerdir.” Tek bir dili, tek bir kültürü tüm Türkiye’ye yaymak, halklara benimsetmek, onları asimle ettirmek için okullar çok önemlidir. Ulusal birlik açısından bunun gereği yerine getirilmelidir.
13 Şubat 1925’te gerçekleşen Şeyh Sait isyanın kanla bastırılmasının hemen sonrasında, Türkiye ve Kürdistan’da, tüm okullarda eğitimin Türkçe yapılması kararının hükümetçe onaylanması üzerine Galanti, ‘Türkleşmek Yolu’ başlıklı makalesinde bu kararın idari ve siyasi açıdan gerekli, “memleket için birinci derecede hayati bir mesele” olduğunu belirtir. Galanti’nin, günümüz Türkiye gerçekliğinde bile hala geçerliliğini koruyan ve sıkı sıkıya uygulanan düşüncelerinde: bir ulusta birlik oluşturabilmek için gerekli yapılarda “din, mesken, örf ve adet ve lisan da tekleşmek” gerektiğini, farklı dillere, kültürlere izin verilmesi durumunda Türk birliğinin ve bunun etrafında bir araya getirilmek istenen Türkçülüğe dayalı ulusal birliğin zarar görebileceğini savunur.
Galanti’nin yine TC devleti tarafından özellikle Kürdistan’da uyguladığı düşüncelerinden bir tanesi de; “Türkiye sınırları içinde farklı toplulukların yaşadığı yer adlarının Türkçeleştirilmesi” gerektiğini ifade eder.
“Türkçülük” ideolojisi Lumley Davids’den, Leon Cohen’e, Armin Herman Vambery’den, Avram Galanti’ye kadar bir dizi Yahudi ve Kürt olan Ziya Gökalp tarafından ortaya atılmış ve sistemleştirilerek kurulan TC devletinin resmi ideolojisi haline getirilmiştir.
Cumhuriyetin ‘kurucusu-koruyucusu’ olduğunu savunan ve İttihat Terakki’nin devamı olan CHP’nin kurulduğu tarihten itibaren günümüze kadar savunduğu Türkçülüğe dayalı ideolojisi, hepsi de Yahudi ya da Sabetays olan Leon Cohen, Lumley Davids, Armin Herman Vambery, Avram Galanti, Nihat Atsız ve Kürt Ziya Gökalp’in halkların inkarı temelinde oluşturdukları ırkçı Türklüğe dayanmaktadır. Bu Türkçülük ideolojisinde hiçbir halka yer yoktur. Türkmenlerde, Kürtlerde bu Türkçülük ideolojinde ‘Türkleştirilmek’ istenmektedir.
CHP kuruluşundan itibaren ittihat ve terakki cemiyetinin bir uzantısıdır. Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Kazım Karabekir, Celal Bayar gibi cumhuriyetin kurucu kadroları da ittihat ve terakki partisinin üyesidir. Bunların büyük bir çoğunluğu Sabetaycıdır. Özellikle Sabetaycıların Kapancılar kolu İttihat ve Terakki’nin asli unsurudur. Doğal olarak İttihat Terakki’yi kuran Sabetaycılar olunca Cumhuriyet’i kuran ve CHP’yi oluşturan kadrolarda Sabetaycıdır.
İttihat Terakki, “üstün ırka dayalı Türkçülük” ideolojisinde Alman faşizmini kendine örnek almıştır. Bu yakınlık nedeniyle uzun bir süre Almanya tarafından desteklendi. 1. dünya savaşında Almanya’nın yenilmesi ardından yönünü İngiltere’ye döndü. Bu seferde Osmanlı sarayına karşı İngiltere tarafından desteklenmiştir. İngiltere’den aldığı perspektiflerle iktidarı ele geçirene kadar, siyasete müdahale ederek siyasi istikrarsızlığı körüklemiş ve Osmanlının dağılışını hızlandırmıştır. Nitekim İttihat Terakki'nin ilk kabinesinde Maliye Nazırı olan Cavid Bey Sabetaycı bir siyasetçiydi. Cumhuriyet döneminde de ilk kabinede yine Maliye Vekili olarak bulunan Cavid Bey, Mustafa Kemal’e karşı düzenlenen İzmir suikastına katıldığı gerekçesiyle idam edilmişti.
İttihat Terakki, Osmanlı devletinin egemenliği altında bulunan halklar içinde İngiliz politikaları doğrultusunda milliyetçi duyguları kışkırtarak Osmanlıya baş kaldırmalarını sağlamış, başta Türkmenler olmak üzere, Kürtler, Çerkezler ve Laz halklarını da, II. Meşrutiyet'in ilanından sonra da Türkçülük-milliyetçilik ideolojisinde kimliksizleştirme çalışmalarını başlatmıştır. İttihat Terakki’nin Türkçülüğe dayalı milliyetçiliği Siyonist milliyetçiliğidir. İttihat Terakki’nin ideolojisini oluşturan üst kimlik, Türk kimliği aslında Siyonist milliyetçiliğinin birer politikasıydı.
“Kendini Türk kabul eden herkes Türk’tür” felsefesine dayalı milliyetçi anlayışı Sabetaycıların sıkı sıkıya sarıldıkları bir ideoloji haline gelmiştir. Türkçülük, devletin ideolojik ve siyasi örgütlenmesinin odak noktasını oluşturmuştur.
1923 yıllarında yeni kurulan Türkiye ismi verilen devlette, Türk(çü) esaslarına dayalı bir burjuvazi yoktu. Var olan burjuvazi ise “Müslüman olmayan” Rum ve Ermenilerden oluşuyordu. İttihat Terakkinin asli unsuru olan Sebaytaycılar “Müslüman bir burjuvazi” yaratmak için Başta Rumlar olmak üzere Ermenilerin birikimleri bu yeni sınıfa kanla aktarıldı. 1924’de ki Ermeni tehciri ve Rumların çıkartılması ve en son 1956’da ki 6–7 Eylül olayları bu çerçevede gelişen olaylardan bir kaçıdır.
Cumhuriyetin ilanından sonra CHP’de temsilini bulan İttihat Terakki, kurduğu bürokratik yapının idamesini bu seferde İngiltere, 2. dünya savaşından sonra da ABD çıkarları için ön planda tutmuştur.
CHP’nin parti programı, Leon Cohen, Lumley Davids, Armin Herman Vambery, Avram Galanti, Nihat Atsız ve Ziya Gökalp’in düşüncelerinin toplamının bir sentezidir. Ziya Gökalp, CHP’nin programı olarak değerlendirilecek ‘Doğru Yol’u yazmıştır. 1924’ten itibaren de CHP programı, yeni kurulan Cumhuriyetin ideolojisi haline getirilmiştir.

İttihat Terakki’nin Yeni Versiyonu: CHP
Cumhuriyet Halk Partisi’nin kuruluşu Sivas Kongresi'ne dayanır. 4 Kasım 1919’da toplanan Sivas kongresi aynı zamanda CHP’nin 1. Kurultayı olarak da kabul edilmiştir. Kongrede, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti (ARMHC) adı altında birleştirilmiştir. 23 Nisan 1920'de toplanan Türkiye Meclisi ARMHC delegelerinden oluşmuştu. Ancak meclis içindeki İttihatçılar 1922'de birinci grup ve ikinci grup adıyla ikiye ayrıldılar. Mustafa Kemal önderliğindeki birinci grup, asli unsur olarak gördükleri Kürtlerinde desteğini alarak ülke çapında siyasi örgütlenmeye girişmiş ve 8 Nisan 1923'te yapılan seçimlere tek liste ile girerek biri dışında bütün milletvekilliklerini elde etmişti. 11 Eylül 1923'te Mustafa Kemal tarafından CHP’nin ilk yapılanması olan ‘Halk Fırkası'nı oluşturdu.
29 Ekim 1923'te Cumhuriyetin ilanından sonra Mustafa Kemal’i Cumhurbaşkanı yapan, ikinci grupta yer alan İttihat Terakki ve aynı zamanda İngiltere yanlıları İsmet İnönü, Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Adnan Adıvar, Ali Fuat Cebesoy, Hüseyin Avni, Cafer Tayyar Eğilmez, Refet Bele, Bekir Sami, Hüseyin Cahit Yalçın ve Cavid Bey, Refik Saydam, Celâl Bayar, Sabit Sağıroğlu, Münir Hüsrev Göle, Cemil Uybadın, Kazım Hüsnü, Saffet Arıkan, Zülfü Bey'di. Genel Sekreter Recep Peker Halk Fırkası’nda denetim kurarak Mustafa Kemal’in Halk Fırkası üzerindeki etkisini ortadan kaldırdılar. Mustafa Kemal’i ‘diktatörlükle’ suçlayan İttihat Terakkiciler Halk Fırkası’nın ismini Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası olarak değiştirdiler. 5 Haziran 1925'te de Mustafa Kemal’e İzmir’de suikast gerçekleştirildi. Suikastı düzenleyen Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası üyeleri tutuklandı, önde gelen liderleri idam edildi.
Bu olay üzerine TCF üzerinde yeniden denetim kuran birinci grupta yer alan İttihatçılar, TCF’nin ismini Cumhuriyet Halk Fırkası olarak değiştirdiler. Böylece CHF'nin ‘tek parti’ yönetimi kökleşti. 1931 yılından toplanan Üçüncü Kurultay'da tüzük yenilendi ve partinin programı belirlendi. Bu kurultayda, Cumhuriyetçilik, Laiklik, Milliyetçilik, Devletçilik, Halkçılık ve İnkılapçılıktan oluşan "Altı ok" partinin ana programı olarak belirlendi. Halkevleri adı altında CHF'ye bağlı bir taban örgütünün oluşturulmasına karar verildi.
1935 yılı Mayıs ayında 384 milletvekili ve 160 il delegesi ile toplanan CHF dördüncü kurultayında partinin adı, Türkçülüğün teorisyeni Yahudi Avram Galanti’nin ‘dil devrimi’nin getirdiği yeni anlayış uyarınca Cumhuriyet Halk Partisi olarak değiştirildi. “Kemalizm” sözcüğü Leon Cohen’in “Kemalizm” kitabı esas alınarak parti programına yerleştirildi.
1936 Haziranında yayınlanan bir genelgeyle bütün illerde parti il başkanlığı valilikle birleştirildi ve içişleri bakanı resmen, parti genel sekreterliği sıfatını üstlendi. 1937 Şubatında yapılan anayasa değişikliğiyle, CHP'nin "altı oku" TC anayasasına resmen dahil edildi. Böylece “Tek Parti”nin devletle özdeşleşmesi süreci tamamlanmış oldu.



Teşkilat-ı Mahsusa Geleneği
Teşkilat-ı Mahsusa Trablusgarp Savaşı'ndan sonra Sultan Mehmet Reşat'ın resmi olmayan bir ferman ile 1913'te İttihat Terakki liderlerinden Enver Paşaya kurdurulmuş gizli bir örgüttür. İlk başkanı yine İttihat Terakki kadrosu olan Süleyman Askeri’dir.
Teşkilat-ı Mahsusa model olarak Alman faşizminin SS modeline göre biçimlendirilmiştir. Enver paşanın Almanlarla kurduğu ittifak doğrultusunda Teşkilat-ı Mahsusa elemanları Almanya’ya giderek SS subaylarından eğitim görmüştür. Almanya tarafından finans desteği sağlanmıştır. Teşkilat-ı Mahsusa’nın genel planlaması, hareket ve eylem planı Enver paşa ve Alman genelkurmayı tarafından belirlenmekteydi. Bu amaçla Teşkilat-ı Mahsusa elemanları Balkanlar, Kafkasya, İran, Hindistan ve Afganistan bölgelerinde Almanya çıkarları için görevlendirilmişti.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın kuruluş amacında, Osmanlı ordusunun yanında, bilgi toplamak, sabotaj ve karşı propaganda gibi görevleri üstlenmek amacıyla oluşturulmuştu. Fakat daha sonra İttihat Terakki’nin kontrolüne geçerek Osmanlı karşıtı bir konumda yer almıştır. İttihat Terakki, Teşkilat-ı Mahsusa sayesinde önemli bir güç haline gelmiş, örgütlenme ağını Teşkilat üzerinden gerçekleştirmiştir. Giderleri gizli ve örtülü bir ödenekten karşılanan bu teşkilat; devletin resmi kurumlarından bağımsız ve geniş yetkilerle donatılmış bir şekilde çalışmıştır. İttihat Terakki’ye karşı direnme, muhalefet etme özelliklerini barındıran insanları yıldırmak, tasfiye etmek ve fiziki olarak yok etmekle görevlendirilmişti.
Teşkilat-ı Mahsusa içinde görevlendirilen 39 bine yakın eleman, İttihat Terakki ideolojisine göre şekillendirilmişti. Pan-İslamimizm ideolojisini benimseyen Teşkilat-ı Mahsusa, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin iktidar olması ardından resmileşerek, Türkçülük ideolojisi temelinde yeniden örgütlendirilerek bu seferde Pan-Türkizm ideolojisinde Orta Asya ve Kafkasya’yı birleştirme söylemiyle faaliyetler yürütmüştür.
Teşkilat-ı Mahsusa Osmanlı toprakları içinde olan Sırplara karşı suikast ve sabotaj eylemleri düzenledi. Balkanlarda birçok kanlı katliam gerçekleştirdi. Ortadoğu’da ise İngiliz ve İtalyanların kışkırttığı Arap aşiretlerinin Osmanlı askerlerine karşı verdiği çöl gerillacılığına karşı "karşı-çete" bugünkü adıyla kontr-gerilla savaşının verilmesine öncülük etti.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın esas faaliyet alanı Kürdistan olmuştur. Kürt ileri gelenleri ve beylerine yönelik suikastlar yanında, Kürt aşiretlerini birbiriyle çatıştırmak için provakatif eylemler gerçekleştirmiştir. Taşkilat-ı Mahsusa bünyesinde oluşturulan kontra birlikleriyle köyler basılmış, toplu katliamlar yapılarak korku salınmıştır. Hamidiye alaylarının kurulmasına öncülük ederek, kendi bünyesinde Hamidiye alaylarına katliamlar yaptırmıştır.
Köy boşatmalar, koruculuk, ambargo uygulayarak açlıkla terbiye etme, sürgün, işkence, tecavüz, ajanlaştırma gibi günümüzde Kürtlere karşı TC devletinin uyguladığı tüm kirli yöntemler Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Kürdistan’da uygulanmıştır.
Teşkilat-ı Mahsusa kadrosunda ve hatta yöneticilerinde çoğunlukla; doktorların, mühendislerin, gazetecilerin, politikacıların ve subayların yanı sıra, geçmişi oldukça karanlık gerilla savaşı uzmanlarının da yer aldığı, değerlendirme ve gerektiğinde askeri operasyonlar yapan bir istihbarat örgütüdür. Yani günümüzde olduğu gibi kuruluşu bile devletin en yetkili makamı tarafından organize edilen bu örgüt, kendi içinde birçok meslekten insanı ve özellikle kontra faaliyetler yürüten eli kanlı kiralık katilleri devşirerek halk üstünde genel bir korku havası yaymaya çalışmıştır.
Teşkilat-ı Mahsusa bünyesinde güvenilir ve çete deneyimi olan bireyleri arıyordu. Kadrosunun büyük bir çoğunluğu hatta yöneticilerinde çoğunlukla; doktorlar, mühendisler, gazeteciler, politikacılar ve ordu subaylar bulunuyordu. Bunun yanında geçmişi oldukça karanlık katliam konusunda uzmanlaşmış çeteleri çalıştırıyordu.
Cumhuriyetin ilanından sonra Halk Fırkası(HF), Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) ve Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) kadrolarının önemli bir kısmı Teşkilat-ı Mahsusa olarak meclise mebus olarak girmiştir. Aynı gelenek CHP’nin kurulmasından sonra da devam etmiştir.
Teşkilat-ı Mahsusa sadece içte değil dışarıda da benzeri biçimde sızmalar gerçekleştirmiştir. Teşkilat-ı Mahsusa'nın üst düzey kadrolarından olan Nevrekoplu Celal Bey, Abidinov takma adıyla Bulgar Meclisi'ne milletvekili olarak girmiştir. Bu sızma faaliyeti içte ve dışta sıkça kullanılan bir yöntem olarak uygulanmıştır. Teşkilat-ı Mahsusa Cumhuriyetin derin devleti olarak politika alanına yapılan sızmalarla hem siyaset içinde aktif olarak bulunmak, ona yön vermek ve hem de sürekli bir şekilde istihbarat faaliyetleri yürütmek amacıyla içte ve dışta parlamentolara bu şekilde sızarak ya da burada görev yapanları devşirerek kendileri için ajanlaştırmıştır. Bilenen bu derin devlet-istihbarat yöntemi daha sonraları ABD tarafından Türkiye’de CHP ve Deniz Baykal gibi devşirilmiş-ajanlaştırılmış parti ve kişiler üzerinden yapılmaya başlanmıştır.
Aynı zamanda Teşkilat-ı Mahsusa geleneği, bugünün derin devleti Ergenekon’da kendini yaşatma imkanı bulmuştur. Legal alanda ise Teşkilat-ı Mahsusa zihniyeti CHP’de temsilini bulmuştur.

Katliamla özdeşleşen CHP
Tek tipleşen ve devletleşen CHP, inkar ve katliama dayanan gerçek yüzünü Kürdistan’da ki isyanların katliamla bastırmasıyla göstermişti.
Cumhuriyetin kuruluşunda asli unsur olarak kabul gören Kürtlerin inkârı ve yok sayılması 1925 yılı itibariyle başlar. 1924 yılının Ağustos ayında Amed’de Türk-Kürt kongresi yapılır. Kongrede HF (Halk Fırkası) hükümeti, Kürtlerin taleplerini yerine getirmeye söz vermişti.
Halk Fırkası içinde ittihatçılar denetim kurarak partinin ismini, bugünün CHP’sinin ırkçı-inkarcı oluşumu TCF(Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) olarak değiştirilmesi ardından Kürt inkarı da başlar. İlk başta söz verilen hiç bir şey yerine getirilmez. Kürdistan’a yönelik özel kanunlar çıkartılır. TCF’nin Kürt inkarı, Kürdistan’da Şeyh Sait ile başlayan ve 14 yıl süren isyanlar sürecini başlatmıştı. TCF’nin davamı olan ve yine İttihatçıların egemen olduğu aynı katliamcı geleneğin devamcısı CHF’de (Cumhuriyet Halk Fırkası) başlayan isyanları bastırmak için Takriri Sükun kanunu çıkardı. Ardından bir dönem Kürdistan’da olan ‘Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin (DGM) ilk biçimi olan (Şark) İstiklal Mahkemelerini kurdu.
Şeyh Sait ayaklanması CHF’nin katliamcı politikaları sonucu kanla bastırılır. Amed’de kurulan gezici İstiklal Mahkemesince Seyit Abdülkadir ve Şeyh Sait başta olmak üzere 48 kişi idam edilir ve onlarca kişi de çeşitli cezalara çarptırılır. İsyan sonrasında bölgede temizlik operasyonları yapılır. Halktan olaylara karışanlar tespit edilir ve bölgede silahlar toplanır. Ayaklanma sonucunda 206 köyün ve 8758 evin yıkıldığı, 15 ile 20 bin arasında kişinin de öldüğü kayıtlara geçer.
Şeyh Sait ayaklanmasının bastırılmasından sonra silahlı olan ve iktidar yanlısı olmayan tüm aşiretlere yönelik tedip (yola getirme) hareketleri planlanır. Harekat kapsamında tek tip millet yaratma düşüncesiyle ‘Türkleştirme’ politikalarına hız verilir. Kürdistan’daki isyancı bölgeler boşaltılarak Türkiye şehirlerine sürgün edilir. Aynı zamanda Kürdistan’a da Anadolu'dan Türk nüfus aktarılarak Kürt Halkı zorla Türkleştirilmeye çalışılır.
İsyanlar sürecinde TC devletinin tek partisi ve tek hükümeti CHF tarafından Kürdistan coğrafyasında "Genel Müfettişlik" (bir dönem Kürdistan’da uygulan OHAL valisi statüsünde)adı altında bir uygulama devreye konulur.
Kürdistan’da sürdürülen katliam, soykırım ve asimilasyon politikalarının uygulayıcı gücü CHF hükümetinin Adalet bakanı "dost düşman bilmeli ki, bu memleketin efendisi Türklerdir! Türkiye içerisinde yaşayıp damarlarında temiz Türk kanı olmayanların bir tek hakkı vardır; uşaklık ve esirliktir!" der.
1935 yılında CHF’nin 4. kurultayı gerçekleşir. Partinin ismi CHP olarak değiştirilir. O yıllarda Kürdistan’ın her yerinde isyanlar sürmektedir. Kürdistan'da hâkimiyetini kurmaya çalışan CHP rejimi, 1938'e kadar hiçbir askerin ayak basamadığı bir bölge olan Dersim’i kendisi için tehlike olarak görmekteydi.
25 Aralık 1935’te CHP tarafından “Tunceli Kanunu” çıkarılır. Dersim katliamını savunan sabetaycı CHP’li Onur Öymen’in amcası Hıfzırrahman Reşit Öymen o dönemde meclistedir ve bu kanuna destek verenler arasındadır. Onur Öymen'in İttihat Terakki üyesi olan amcası Hıfzırrahman Raşit Öymen, babası Münir Raşit Öymen Almanya tarafından eğitilerek meclise mebus olarak sokulmuşlardır.
CHP’nin hazırladığı ve meclisten geçirdiği Tunceli kanunu ile Dersim’in adı “Tunceli” olarak değiştirilir. Hemen sonra, daha önce Birinci Genel Müfettişlik kapsamında bulunan Elazığ, Dersim, Erzincan ve Bingöl’ü içeren Elazığ merkezli Dördüncü Genel müfettişlik-valilik ve İstiklal Mahkemesi adı verilen bir askeri mahkeme kurulur. Dersim ve ilçelerinin stratejik noktalarına askeri kışlalar, karakollar, demir yolları ve köprüler inşa edilmeye başlanır. ‘Tunceli kanunu’ çerçevesinde Dersim, “Yasak Bölge“ ilan edilir ve giriş çıkışlar özel izne tabi tutulur.
Bütün bunlar yeni bir katliam hazırlığı içindir. Buna karşı Seyit Rıza önderliğinde Dersim halkı isyan başlatılır. Karakollara, köprülere ve demir yollarına saldırılar düzenlenir.
CHP inkarcı ve katliamcı yüzünü tekrar Dersim’de gösterir. 15 Aralık 1937’de Seyit Rıza ve arkadaşları idam edilir. Fakat buna rağmen Dersim’de Kürtlerin direnişleri devam eder. Seyit Rıza’nın idamına rağmen direnişin kırılmaması üzerine CHP’nin özel izniyle TC ordusu Dersim genelini kapsayacak büyük bir harekat başlatır. Yüzlerce insan bu harekâtta katledilir, evlere doldurularak yakılır. Bu kitle katliamı haftalarca sürer. Amaç Dersim’i bir daha kıpırdayamayacak hale getirmektir. Dersim topraklarının gördüğü en büyük katliamlar yaşanır. Değişik kaynaklara göre 40 bin ile 90 bin arasında kürdün Dersim’de öldürüldüğü, 206 köyün yakıldığı, 8758 evin tahrip edildiği ve on binlerce kürdün yerinden yurdundan zorla batıya göç ettirildiği bir soykırımdır. Hala bugün bile zaman zaman Lac Deresi'nde, Kutu Deresi'nde, Ali Boğazı'nda kurşuna dizilen, Iksor uçurumlarından atılan binlerce insanın kemiklerine rastlanmaktadır.
CHP’nin Kürdistan’da ‘altı oku’yla başlattığı tasfiye harekatının son direniş kalesi Dersim’in düşürülmesi ardından TC devleti Dersim’i 10 yıl için (1938–48) “Yasak Bölge” kapsamına alır ve burada yoğun bir Türkleştirme programı uygulanır. Asimilasyon politikası doğrultusunda Kürt kimliği yerine ‘Alevilik’ ön plana çıkartılır ve bir kimlik olarak kabul ettirilmeye çalışılır.
CHP iktidarıyla yeni kurulan Cumhuriyet, katliam ve inkar politikalarıyla kuruluş amacından saptırılarak günümüze kadar Kürtlerin ve Anadolu’daki halkların katliamına, sürgününe ve asimilasyonuna dönüşür.

Lozan Antlaşması ve HF- CHP’nin “Muhatapsız Kürt Sorunu Çözümü”
24 Temmuz 1923'teki Lozan Anlaşması’nın esası Sevr Anlaşması’yla çizilen sınırlara Türkiye’de geliştirilen itiraz temelinde siyasi sınırların yeniden belirlenmesiydi. Yani Lozan Anlaşması’nın anlamı Ortadoğu devlet sınırlarında netlik sağlama, onu sonuca götürme ve esas olarak da Türkiye’nin sınırlarının belirlenmesiydi. İngiltere ve Fransa öncülüğünde oluşmuş olan uluslararası sisteme Türkiye’nin bir devlet olarak katılmasının gerçekleşmesiydi.
Lozan Anlaşması Türkiye’nin sınırlarını çizen ve Türkiye devletinin varlığını ortaya çıkartan bir anlaşmaydı. CHP hükümeti adına Türkiye’yi temsil eden delegasyon başkanı İsmet İnönü “biz Kürtleri de temsil ediyoruz” diyerek, kendilerini Türklerin ve Kürtlerin ortak temsilcisi ve yönetimi olarak ifade ediyordu. Ancak konferans süresince Kürt karşıtı görüşleri savundu. Lozan Anlaşması’nda Kürtlerin adı telaffuz edilmedi. Lozan görüşmelerinde Kürt temsilciler bulunmadılar. Bunun için büyük bir özen gösterildi. Lozan konferansında Türkiye’nin sınırları çizildiği halde, Türkiye’ye Türklerin ve Kürtlerin yaşadığı topraklar dendiği halde, iki toplumun ortak devletinin oluşturulduğu söylendiği halde bunlar ne resmi yazıya geçti ne de somut olarak Kürtleri temsil eden herhangi bir heyet Lozan Anlaşması görüşmelerinde bulundu. Lozan’a Kürtler katılmadılar, yok sayıldılar.
Aslında Kürt karşıtı ve Kürtleri parçalayan anlaşmalar sadece Lozan ile sınırlı değildir. Kürt karşıtı ilk anlaşma Kasr-ı Şirin’dir. 17 Mayıs 1639'da Kasr-ı Şirin yani Şirin Sarayı'nda İran ve Osmanlı devletleri arasında imzalandı. Bu anlaşmayla 550 bin kilometrekarelik Kürdistan ikiye bölündü. Daha sonra Lozan Antlaşmasıyla Kürdistan 4 parçaya bölündü.
Anti-Kürt anlaşmalarına her geçen yenileri eklenmektedir. Bunlardan: Sadabat Paktı, Bağdat Paktı, CENTO, Türk-İran ve Türk-Irak Dostluk Antlaşmaları, Cezayir Antlaşması, Suriye-Türkiye arasında Ankara anlaşması, Mavi akım antlaşması, ABD-Türkiye arasında 5 Kasım Antlaşması, Türkiye, Irak ve ABD arasında PKK’yi tasfiye için 4’lü koordinasyon Antlaşması sıralanabilir. Kürtler söz konusu olduğunda Türkiye, İran, Suriye ve Irak aynı tasfiye ve katliam politikalarında bir araya gelebilmektedir. Anti-Kürt karşıtı yapılan antlaşmalar PKK öncesi Kürt hareketleri ve isyanlarının yenilgiye uğratılmasında, Kürt halkının haklarının uluslar arası antlaşmalarda tanınmamasında bu işbirlikleri belirleyicidir.
Cumhuriyetin kuruluşunda asli unsur olarak gösterilen Kürtler, Cumhuriyet kurulduktan sonra devletin ve İttihat Terakki’nin tek partisi CHP’nin Kürt karşıtı, inkar ve katliamıyla karşı karşıya kaldı.
1923’lerde Halk Fırkası diğer adıyla CHP’nin Lozan antlaşmasında “muhatapsız Kürt sorununu çözme yöntemi” bugün AKP hükümeti tarafından, milli birlik projesi ya da açılım vb isimler adı altında güncellenerek Kürt inkarı daha ince yöntemlerle derinleştirilerek, her geçen gün artan gözaltı ve tutuklamalarla siyasal alanda muhatapsız bırakma ve kendini Kürtlerin tek temsilcisi gösterme, PKK ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı Kürtlerin tek siyasi iradesi olarak tanımama politikaları tarihin tekerrüründen başka bir şey değildir.


Sivil Siyasetin Kravatlı Darbecisi
ABD karargahlarında ve NATO merkezlerinde eğitilen, ABD’nin “bizim çocuklar” dediği Kenan Evren gibi devşirilmiş Türk generalleri, 12 Eylül 1980 sabahı gerçekleştirdikleri darbe ile devletin yönetimine el koydular.
Türkiye Meclisi, hükümet, anayasa feshedildi. Tüm ülkede sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Siyasi partilerin, derneklerin ve sendikaların faaliyetleri durduruldu. Cunta başı Kenan Evren ve kuvvet komutanlarının oluşturduğu Milli Güvenlik Konseyi ülkenin tek hakimi oldu.
MGK kararıyla 16 Ekim 1981'de tüm siyasi partiler kapatıldı. Darbe koşullarını hazırlama görevini büyük bir başarıyla tamamlayan CHP’de hazırlanan senaryo gereği diğer partiler gibi kapatıldı. Fakat CHP’nin altı oku görev başındaydı. Darbe koşullarına kendisini uyarlıyordu.
ABD’nin “bizim çocukları” Deniz Baykal, Cunta başı Kenan Evren’in isteği üzerine Cunta anayasasının hazırlık komisyonunda danışmanlık görevinde bulunmuştur. Anayasa’nın üçüncü maddesinde yer alan “Anayasanın değiştirilemez” hükmü, Deniz Baykal’ın önerisi üzerine eklenmiştir. Hazırlanan anayasa, cunta anayasası olsa da diğer yönüyle İttihat Terakki’nin-CHP’nin savunduğu ilkeleri esas alınarak hazırlanmıştı. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve devletleşen CHP’nin varlığı-geleceği bu anayasa ile belirlenmişti. Ordu, yargı ve vitrinde görünen CHP, Anayasa’nın-devletin teminatı ve güvencesiydi.
Askeri cuntanın sivil kanadına yer alan Deniz Baykal’ın destek verdiği darbe anayasası ve MGK, 7 Kasım 1982’de yapılan referandum ile kabul edildi. Aynı oylamayla “ iyi çocuk” Kenan Evren 7.cumhurbaşkanlığına seçildi. 1983 ortalarında da siyasi partilerin faaliyetleri serbest bırakıldı.
MGK’nın verdiği icazet sonrasında, 12 Eylül askeri darbesiyle tasfiye edilen solun yerini doldurma ve sivri uçları kendi içinde eritme görevini üstlenen CHP’nin mirasçısı SODEP, Erdal İnönü başkanlığında kuruldu. Zamanı henüz gelmediği için Deniz Baykal SODEP içerisinde geri planda tutuluyordu.
12 Eylül öncesi CHP içinde yer alan İttihat Terakkiciler, darbe sonrasında HP, SODEP, DSP olarak ikiye bölündüler. Daha sonra Erdal İnönü’nün partisi SODEP-HP birleşmesi ardından kurulan SHP, Deniz Baykal’ın CHP’si ile birleşirken, Bülent Ecevit’in partisi DSP, ABD tarafından eğitilen kontr-gerilla gücünün sivil sözcüsü Deniz Baykal’ın içinde yer alacağı hiçbir parti oluşumunda ve birleşmesinde yer almayacağını açıklamıştı.
26 Eylül 1985'te CHP’nin devamı olduklarını söyleyen, Aydın Güven Gürkan’ın genel başkan seçildiği, Necdet Calp’ın kurduğu Halkçı Parti ile aynı gelenekten gelen Erdal İnönü’nün SODEP’i imzaladıkları bir protokol ile SHP çatısı altında birleştiler. 29 Kasım 1987 genel seçimlerinde SHP %24 oy alarak 99 milletvekili çıkarttı. Deniz Baykal’da SHP’den Antalya milletvekili seçtirilerek meclise tekrar sokuldu.
Derin devletin stratejisinin oluşturulduğu Encümen-i Daniş toplantılarına çeşitli dönemlerde katılan Deniz Baykal, buradan aldığı destek ile SHP genel başkanı Erdal İnönü karşısına çıkartıldı. Kriz ve hizip yaratma, darbe yapma konularında uzman olan Deniz Baykal, kısa bir süre içinde SHP’yi kendi kontrolüne aldı. Erdal İnönü’yü tasfiye ederek kendini SHP’nin genel başkanı seçtirdi. Fakat genel başkanlığı çok uzun sürmedi.
Erdal İnönü ile girdiği genel başkanlık yarışını bir kez daha kaybetti.
SHP’nin 1992 yılında yapılan 7. kongresinde Erdal İnönü tekrar genel başkan seçildi. Deniz Baykal’ı genel başkan yapamayan devletin derinleri, yeniden kurulacak CHP’nin genel başkanı yapmak için Deniz Baykal’ı SHP’den istifa ettirdiler.
1992 yılının Haziran ayında, 12 Eylül rejiminin ürünü eski siyasi partilerin aynı adla tekrar açılmasını engelleyen yasanın kaldırılması ardından CHP’nin ‘tek tip’ siyasetçileri ve İttihat Terakki zihniyetinin mirasçıları Erol Tuncer, Hayrettin Uysal, Altan Öymen, Metin Somuncu, Metin Tüzün, Erdoğan Bakkalbaşı, Coşkun Karagözoğlu, Orhan Akbulut, Avni Gürsoy, Güler Gürpınar, Mehmet Gümüşlü, Hayri Öner, Celal Doğan, Nebil Oktay, Nail Atlı, Mehmet Dedeoğlu, Çetin Bozkurt, Hüseyin Doğan, İlyas Kılıç, İsmet Atalay, Orhan Vural bir araya gelerek 9 Eylül 1992’de CHP’nin kuruluşunu ilan ettiler. Ordu ve derin devlet tarafından önceden hazırlanan Deniz Baykal, CHP’nin genel başkanı olarak seçtirildi.
Böl-parçala-yönet’ politikasında eğitimli olan Deniz Baykal, SHP ve DSP’den 21 milletvekilinin istifa etmesi sağlayarak mecliste grup kurdu. Üç yıl sonra da derin devlet, ‘SHP’nin kendini fesh ederek CHP’ye katılmasını istedi. SHP’nin tasfiye süreci gerçekleştirildikten sonra Deniz Baykal’ın genel başkanlığı önünde artık bir engel kalmıyordu.
Çeşitli dönemlerde taktik gereği geri çekilmeler olsa da Deniz Baykal, İttihat Terakkinin son temsilcisi olarak, “devletin bekası” için ABD’nin ılımlı İslam tercihi AKP üzerinden “model olarak” Türkiye’de başlattığı “ılımlı yeşil işgal harekatı”nın başarılı olmasında kendisine verilen muhalefet görevi ile AKP, MHP ve diğer partiler gibi CHP’de Deniz Baykal ile aynı merkezden-yeniden sahneye sürülüyordu.
Gerçekleştirdiği politikalarla 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül askeri darbe koşullarını hazırlayarak ABD’nin “bizim çocukları” Deniz Baykal ve onun CHP’si ile MHP, bu seferde muhalefet göreviyle AKP üzerinden ABD’nin “Ilımlı İslam” projesinin hayat bulabilmesi için gerekli koşulları yaratmaktadır.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, bu durumu şu şekilde özetlemektedir: “Türkiye’de iki tür hegemonya bugüne kadar gelişmiştir. Birinci hegemonya MHP ve CHP’nin temsil ettiği Beyaz Türkçü hegemonyadır. İkincisi ise AKP’nin temsil ettiği Yeşil Türkçü hegemonyadır. İki hegemonyanın temelinde de faşizm yatar, ikisi de kurumsal faşizmdir. MHP ve CHP’nin temsil ettiği Beyaz Türkçü hegemonya 19. Yüzyıla kadar kendisini dayandırır, yüz yıldan fazla geçmişi var. İttihat terakki zihniyetinin devamıdır. Alman milliyetçiliğine dayanır, Alman ulusal faşizminden esinlenmiştir, kaynağı budur. MHP ve CHP’nin temsil ettiği bu Beyaz Türkçü hegemonya ile Türkiye’yi bir yere kadar getirdiler, bir yere kadar bu politikaları uyguladılar. Şimdi ise uygulanan AKP’nin temsil ettiği Yeşil Türkçü hegemonyadır. AKP’de temsili yetini bulan Yeşil Türkçü hegemonyanın kaynağı ise İngiltere ve Amerika’ya dayanır, Anglo-Sakson’dur. AKP bugün de bu güçlerden desteğini alıyor. Bu iki hegemonyanın faşizmi de kurumsaldır. MHP ve CHP’nin çizgisi ulusal-faşist bir çizgidir, inkar-imha ve asimilasyona dayalıdır. AKP ise her ne kadar kendisini liberal çizgide gösterse de daha kurnaz ve daha sinsidir. AKP şu anda yüzünde liberal bir maske var. Yüzü şirin görünüyor ancak o maskenin altında çok sinsi ve çirkin bir yüz var.”
CHP ve Deniz Baykal, ABD’nin Türkiye’deki Gladio’sunun kravatlı-sivil ‘unsuru’ olarak “Büyük Ortadoğu Projesi”nde ölümü gösterip sıtmaya razı etme politikasıyla AKP, MHP ile aynı zeminde bulunan İttihat Terakkinin son temsilcisidir.

Katliam ve Soykırım Partisi
Türkiye Cumhuriyetinin tarihi halkların inkar-asimilasyon ve katliamıyla bilinmektedir. Kürdistan ve Anadolu halklarının temsili yetiyle 1923’te kurulan Cumhuriyet, daha sonra halkların inkarını esas alarak milliyetçi-Türkçü bir kimliğe büründürülerek esas yörüngesinden saptırılmıştır. CHP’de somutlaşan İttihat Terakki ideolojisi, kendi varlığını ve geleceğini halkların inkarında ve katliamında görmüştür. Bu nedenle Ermeni ve Kürt katliamlarına, Rumların, Ermeni halkların sürgünlerine, Laz, Pomak, Terekeme, Çerkez hakların Türkçülük ideolojisiyle Türkleştirilmesine dayalı bir devlet politikası yürütülmüştür.
1923 sonrası iktidara gelen İttihat Terakki, Alman ulusal faşizminden esinlenerek “Beyaz Türkçü-milliyetçi” bir çizgiyi Kürdistan ve Anadolu’da gerçekleştirmek istemişti. Almanlar, tıpkı ABD’liler gibi “bizim çocuklar” dediği İttihat Terakki ve CHP’nin kurucu kadroları Enver, Talat paşaları ve aynı zihniyetin devamcısı İsmet İnönü, Şükrü Kaya, Fevzi Çakmak, Fethi Okyar gibileri ile Lenin öncülüğünde yeni kurulan Sovyetlerin tetiklediği Sosyalizm ideolojisinin yayılmasını engellemek ve Kürdistan’ı sömürgeleştirilerek Almanya gibi emperyalist-sömürgeci ülkelere peşkeş çekmek amacıyla Kürt inkarını gerçekleştirmiş, katliam ve asimilasyon politikasını devlet ideolojisi haline getirmişlerdir. Günümüze kadar devam eden Kürtlerin yok sayılması, katliamlar başta CHP olmak üzere İttihat Terakki zihniyetinin devamcısı olan tüm partilerin öncelikli görevleri arasında yer almıştır. İktidarda olan ya da muhalefette olan partiler, başta Kürtler olmak üzere Anadolu’da ki diğer halkların yok sayılması, direnişlerinin kırılmasında sorumlu ve görevli kılınmışlardır.
CHP kurulduğu tarihten itibaren Kürtlere karşı inkar ve imha politikasını tek başına yürüten ve iktidarda olan diğer partilerin katliam politikalarını denetleyen ve yönlendiren konumda olmuştur. CHP’nin muhalefet görevi Kürt karşıtlığı temelinde gerçekleşmektedir.
1921–1938 arasında Kürdistan’da Kürt inkarı sonucunda başlayan isyanların CHP tarafından katliamla bastırılması ardından, Kürdistan’a yönelik özel kanunlar çıkartarak inkar politikası kalıcı hale getirilmeye çalışılmıştır. Kürdistan’ı insansızlaştırmak için sürgün politikaları devreye sokulmuştur. Türkiye’nin batı illerine sürülen Kürtler burada asimilasyon politikalarına tabi kılınmıştır. Geride kalanlar ise açlıkla terbiye edilmeye çalışılmıştır. Kürdistan ve Kürt ifadeleri, Kürtçe konuşmak suç sayılmış, Kürdistan’daki il, ilçe ve köy isimleri Türkçeleştirilmiştir. Her köye okullar açılmış, Kürdistan’ın her tarafına yatılı bölge okulları yapılarak Türkleştirme-asimilasyon politikalarına ağırlık verilmiştir.
Kürdistan’a yönelik tüm bu özel politikalar CHP tarafından gerçekleştirilmiş, iktidar olmadığında ise bu politikaların sürdürülmesi için muhalefet görevini sürdürmüştür. Fakat öncülük ettiği inkar ve Türkleştirme politikalarına rağmen Kürdistan’da çıkan diriliş hareketlerini yine nedeni olduğu askeri darbelerle önlemeye çalışmıştır. Türkiye sol hareketlerini tasfiye ettiği ve tam da “artık bu iş bitti” denildiği 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında, Kürdistan’da PKK’nin 1984 yılında silahlı mücadeleye başladığını ilan etmesi, CHP’nin diğer bir ifade ile TC devletinin, Cumhuriyet tarihi boyunca sürdürdüğü inkar ve katliam politikasının çökmesi anlamına gelmekteydi. İttihat Terakki zihniyeti tekrar görev başındaydı, “PKK’nin başlattığı son isyan bastırılmalıydı.” Tarih tekerrürden ibaretti. Fakat bu sefer Kürtler için tarih tekerrür etmeyecekti. Kürtlere karşı geçmişte kullanılan katliam politikaları güncelleştirilerek uygulamaya sokuldu. OHAL, koruculuk, özel ordular, Hizbullah, kont-gerilla, köy boşaltmalar gibi birçok yöntem PKK’ye karşı kullanıldı.
Kürdistan’da katliam politikalarını yürüten iktidardaki ANAP partisine CHP’nin devamı olan SODEP daha sonra SHP muhalefet partisi olarak destek veriyordu. Kürdistan’da mücadelenin yükseldiği, halk serhildanların başladığı 1991 yılında, Süleyman Demirel’in genel başkanı olduğu DYP ile Deniz Baykal’ında içinde olduğu Erdal İnönü’nün SHP’sinin oluşturduğu DYP-SHP koalisyon hükümeti iktidara gelmişti. 1991–93 yılları Kürdistan’da savaşın en çok şiddetlendiği dönemler olmuştur.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 1993 yılı içerisinde barış girişimleri, top yekûn imhayı esas alan yeni bir konseptin iş başına gelmesiyle ortadan kalktı. Barış çabaları olan Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın zehirlenerek öldürülmesi ardından ABD’den icazet alarak Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel, genelkurmay başkanlığına getirilen Doğan Güreş ile birlikte daha sonra CIA ajanı olduğu ortaya çıkan Tansu Çiller’in genel başkan yapıldığı DYP ile SHP’nin özel savaş hükümeti, tasfiye konseptinin uygulayıcıları olarak görev başına getirildiler.
Özel savaş hükümeti PKK ve Kürtleri tasfiye etmek amacıyla Kürdistan’a yönelik yeni bir işgal harekatı başlattı. 50 bin kişilik ordularla Kürdistan dağlarında PKK gerillaları arandı. Binlerce köy boşaltıldı. 30 bine yakın insan TC devletinin kont-gerilla çeteleri tarafından katledilirken on binlerce Kürt’te cezaevlerine dolduruldu. Mecliste bulunan DEP milletvekilleri tutuklanarak cezaevine atıldı.
Kürtlere karşı top yekûn savaşın sürdürüldüğü 1995 yılında SHP’nin kendini fesh ederek, yıllardır arka planda tutulan ve bugün Ergenekon olarak bahsedilen Türkiye Gladio’sunun eski aktörü Deniz Baykal’ın genel başkan seçtirildiği CHP ile birleşmesi ardından DYP-CHP savaş hükümeti görevine kaldığı yerden devam etti. Deniz Baykal ve CHP yıllardan sonra yine iktidardaydı. CHP’nin iktidarda kalabilmesi ancak PKK ve Kürtlerin tasfiyesinden geçiyordu.
PKK’ye karşı yürütülen top yekûn tasfiye konseptinde başarı sağlanamadı. PKK’nin tasfiyesi için oluşturulan CHP’nin özel savaş hükümeti de tasfiye oldu. Deniz Baykal, kendisine verilen görevi başaramadı. Fakat tasfiye konsepti bir devlet politikası olduğu için hangi partinin iktidarda olması çok önemli değildi. PKK ve Kürtler konusunda bütün partiler aynı görüşteydi.
CHP, mecliste veya meclis dışında kaldığı dönemlerde de PKK ve Kürtlerin tasfiye edilmesi konusundaki düşüncesini korudu. İktidar partilerine bu konuda her türlü desteği verdi. AKP hükümetinin PKK’ye karşı daha sert önlemler alması için sergilediği muhalefetle baskı oluşturdu. Katliam politikasını uyguladığı sürece AKP’ye her türlü desteği vereceğini açıkladı. Dersim ve Şeyh Sait isyanlarının bastırılmasında kullanılan yöntemleri örnek gösterdi. Top yekûn imha konseptinin sürdürülmesi gerektiğini sürekli dile getirdi.
Dün CHP’nin kurucuları aynı zamanda İttihat Terakki üyeleri Enver, Talat, Cemal paşalar, İsmet İnönü, Şükrü Kaya, Fevzi Çakmak ve Fethi Okyar gibileri bugün de Deniz Baykal, Onur Öymen, dönme-devşirme Kemal Kılıçdaroğlu gibileri hep sahnede oldu. Sadece figüranlar değişti. O günden bugüne CHP’nin Kürtler konusundaki katliam mantığı hiç değişmedi.
CHP gibi diğer partilerin varlık gerekçesi Kürtler olunca, gelişen Kürt özgürlük mücadelesi karşısında bu partiler de tarihin karanlığında ait oldukları son ile karşılaşacaklarıdır. Tasfiye her parti için kaçınılmaz bir gerçekliktir. Her iktidara gelen parti ve onun genel başkanı, cumhurbaşkanı, genelkurmay başkanı, “PKK’yi tasfiye edeceğiz” sözüyle göreve getirilmişler fakat 30 yıllık mücadele içinde onlarcası bu şekilde tasfiye olmuşlardır.
Bu durumu, TC devleti tarafından katledilen Ape Musa’nın, “öldükçe çoğalıyor adamlar, ben tükenmekteyim öldürdükçe” sözünü en güzel biçimde ifade etmektedir.

Yasin Kılıçkaya