Gladio’nun Truva Atları İnkar, asimilasyon ve katliam, Türk devlet ideolojisinin gerçek karakteridir ve bu ideoloji derin devletin partisi CHP’de temsilini bulmaktadır.
Gladio’nun Truva Atları
İnkar, asimilasyon ve katliam, Türk devlet ideolojisinin gerçek karakteridir ve bu ideoloji derin devletin partisi CHP’de temsilini bulmaktadır. Bu özelliğinden dolayı CHP’nin amblemi olan “altı ok” aynı zamanda CHP’nin ve devletin ideolojisi anlamındadır. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş süreçlerinde, katliam-soykırım, inkar ve asimilasyon politikalarını bir strateji olarak benimseyen ve kendisini bunlar üzerinde kurumlaştıran-iktidarlaştıran CHP, Anadolu’da ve Kürdistan’daki katliamların sorumlusudur. CHP Türkiye’de ki her türlü değişim ve yeniliğin karşısında olmuştur. “Tek tip insan” formulasyonunda hakları kimliksizleştirme görevini üstlenmiştir. Bu anlamda “tek devlet, tek bayrak, tek dil, tek millet” kavramlarının sahibi ve savunucudur.
Türkiye’nin karanlık tarihinde yerini alan, TC ordusunun 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 gerçekleştirdiği askeri darbeleri, 12 Mart 1971 muhtırası CHP’nin provokasyonları sonucu gerçekleşmiştir.
CHP’nin iktidar olduğu süreçler Anadolu ve Kürdistan için tam bir yıkım ve katliam iken, ABD’nin Türkiye’deki çıkarlarının en fazla sonuç aldığı dönemler olmuştur. Buna TC devletinin 1950’li yıllarda NATO’ya girişi, Gladio’nun Türkiye’de kurulması, Kore’ye asker gönderilmesi ve Türkiye’de solun tasfiye edilmesi, Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlerin katliamı, inkar ve asimilasyonu için kullanılan kirli yöntemlerin güncellenmesi CHP’nin yürüttüğü konseptlerle gerçekleşmiştir.
CHP, ayrıca Türkiye ve dünyadaki siyasi dengeleri gözeterek farklı kimliklere girebilme özelliğine de sahiptir. Bu durum CHP’nin “altı ok”unda değişik biçimlerde de görülmektedir. Şartlar-dünyadaki siyasi dengeler, ABD’nin Türkiye’deki çıkarları neyi gerektiriyorsa ‘ok’lardan biri CHP’nin mevcut stratejisini ve politikalarını belirlemektedir. Kuruluş sürecinde Cumhuriyetçi, halkların katliamı ve inkarında milliyetçi; dünyada devrimci mücadelelerin yükseldiği bir dönemde halkçı olabilmektedir. Buna en iyi örnek, Şeyh Sait ve Seyit Rıza öncülüğünde başlatılan isyanların katliamla bastırılması sırasında içte uyguladığı inkarcı-milliyetçi çizgisi, dışta ise Sovyetlerden yardım alabilmek için Cumhuriyetçi kimliğine bürünmüştür. Yine 1965 yılı ortalarında CHP’nin genel başkanı olan İsmet İnönü’nün, Türkiye’de ‘solun yükselişi’ni göz önünde bulundurarak “CHP ortanın solundadır” sözleri mevcut gerçekliği açıklamaktadır. Türkiye’nin geçmiş tarihine biraz bakıldığında CHP’nin, iktidarı ele geçirmek ya da iktidarda kalabilmek için her türlü renge girebildiği görülmektedir. Aynı zamanda yine aynı çıkar merkezlerine hizmet gereği, devlet iktidarını ele geçirmek isteyen ordu için darbe koşullarını hazırlayan yine iktidarda olan diğer partilerin ABD’nin belirlediği politikalar çerçevesinde amaçlarına ulaşması için sergilediği muhalefetle asıl icraatların uygulanması için gerekli zemini oluşturmaktadır. Bu süreç özellikle Deniz Baykal’ın CHP’nin başına getirilmesiyle daha fazla ortaya çıkmıştır. ABD’nin Türkiye’deki Fetullah Gülen ve AKP öncülüğünde geliştirmek istediği ‘ılımlı İslam projesi’ en fazla CHP ve Deniz Baykal’ın sergilediği muhalefet sayesinde olmuştur.
Türkiye Gladio’su ve Truva Atları
CHP’nin iktidarda olduğu 18 Şubat 1952’de, Truman Doktrini gereğince geliştirilen askeri ilişkiler çerçevesinde kont-gerilla eğitimi görmek üzere 16 kişiden oluşan bir subay kafilesi ABD’ye gönderildi. Bu subayların arasında Alparslan Türkeş, Turgut Sunalp, Tümgeneral Daniş Karabelen, Ahmet Yıldız, Mucip Ataklı ve Suphi Karaman, Kenan Evren gibi isimleri 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde duyulacak subaylar vardı. ABD, CIA’nın paravan kuruluşu JUSMATT’ın (JUSMAT-Joint US Military Mission for Aid to Turkey) yardımıyla oluşturduğu bu ekipten Tümgeneral Daniş Karabelen’i Türkiye’de Gladio’yu kurmak için görevlendirdi. Türkiye Gladio’su 27 Eylül 1952’de faaliyete geçti. Örgütün masrafları, JUSMATT tarafından karşılanıyordu. Gladio’nun askerlerden oluşan ana omurgası oluşturulduktan sonra sıra sivil kanadın oluşturulmasına gelmişti. “Vatanseverler” olarak belirlenen siviller arasında hükümetlerin temel kurumları-dokunulmazlığı ve değiştirilmesi zor olan yasama, yargı ve yürütme organlarında görevlendirilecek kişilere ağırlık verilmekteydi. Ayrıca bakanlık müsteşarlıkları, parti başkanları, polis müdürleri, üniversite yönetimleri ve okul idareleri, diyanet işleri başkanlıkları, yargıçlar ve diğer hukuk temsilcileri, sendika lideri, etkili basın-yayın organlarının sahipleri bulunmaktaydı. Yani toplumu yönlendiren, kontrol eden ve toplum üzerinde etkisi olan kişiler, Türkiye siyasetine etkide bulunan kişiler, Gladio’nun sivil kanadını oluşturuyordu. Askerler gibi sivillerde tek tek ABD’ye götürülüp Florida’da bulunan Gladio’nun merkezinde eğitiliyordu. Amerikanın çıkarları için eğitilen ve ABD’nin Türkiye'deki Truva atları olan “vatansever gönüllüler” eğitimlerini tamamladıktan sonra önceden belirlenen devletin kilit noktalarına yerleştiriliyordu. Hücre tipi yapılanma tarzında gerçekleşen uygulamada Gladio’unun hiçbir üyesi diğerini tanımıyordu. Güvenilirliğine inanılan üyeler, teşkilata ‘gizli yeminle’ alınıyor ve ömür boyu görevli oluyorlardı.
ABD’nin Türkiye’deki Truva atlarından biri olacak olan, 20 Temmuz 1938 yılında Antalya'da doğan Deniz Baykal, 1850’lerde Kafkasya’dan göç eden Sabetays Hüseyin Hilmi ve Mısır göçmeni Feride’nin oğludur. Antalya özellikle o dönemler Sabetaysların yoğun olarak bulundukları şehirlerinden birisidir. Deniz Baykal’ın babası da CHP’lidir ve İttihat Terakki üyesidir. Aynı zamanda Sabetay Sevi’nin Kapancılar koluna bağlıdır.
Deniz Baykal’da babasının yolundadır. İlk-orta ve liseyi Antalya’da tamamladıktan sonra 1959 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitiren Deniz Baykal, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesine 1960 yılında asistan olarak girer. Türkiye Gladio’sunun başında olan Tümgeneral Daniş Karabelen, babası da CHP’li olan Deniz Baykal’ı üniversite dönemlerindeki ulusalcı ve İttihatçı faaliyetleri nedeniyle yakından tanıyordu. Tümgeneral Karabelen’in önerisi üzerine Deniz Baykal’da Gladio üyesi olarak 1963 yılında doktora çalışmalarını tamamlama bahanesiyle ABD’ye, Gladio merkezine gönderildi. İki yıl boyunca Florida’da Gladio merkezinde eğitildi.
Özel Harp Dairesi eski Başkanı ve Özal döneminde Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği görevlerinde bulunan emekli Orgeneral Kemal Yamak, Türkiye Gladio’sunda bulunan Deniz Baykal gibi milletvekili, parti başkanı olmuş sivilleri şu sözlerle anlatıyordu: “Aslında onlar milletvekilliği dönemlerinde değil, daha genç yaşlarda bölgesinde güvenilir, saygın, sözü geçen ve gerektiğinde halkıyla bütünleşerek, milleti ve vatanı için yapılacak mücadelede önder olabilecek niteliklere sahip oldukları için seçilmişlerdi. Milletvekili oluşları da bu seçimin doğruluğunu gösteriyor.”
Deniz Baykal’ın da sivil kanadında üyesi olduğu Türkiye Gladio’sunun ilk adı, Seferberlik Tetkik Kurulu (STK) olarak belirlenmişti. Bu örgüt, daha sonraki yıllarda ABD’deki yönetmeliklere uygun olarak isim değişikliğine gitti. 1965’de Özel Harp Dairesi (ÖHD), 1990’lı yıllardan itibaren ise Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK) ismini aldı.
Gladio örgütünün ülkelere göre değişik ismi vardır: Yunanistan’da Pelle di Montone (Kırmızı Koyun postu), Almanya’da Sword, Avusturya’da Schwert, İtalya’da Gladio (Kılıç) olarak bilinmektedir.
Gladio, tamamen ABD’nin çıkarları temelinde kurulmuş, talimnameleri dahil, kuruluş fikri ve finansı, ABD tarafından sağlan, ordular içinde resmi ama faaliyetleri illegal olan bir örgüttür. Örgütün faaliyetleri ile ilgili ne bir kanun, ne bir yönetmelik, ne de bir tüzük vardır. Gladio faaliyetleri 1965’te onaylanarak yürürlüğe giren (Sahra Talimnamesi) ST 31-15 kodlu ‘Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesi’ çerçevesinde belirlenmiştir.
Deniz Baykal, Amerika’dan döndükten sonra, Özel Harp Dairesinin Türkiye meclisindeki siyasi oluşumu olan CHP içinde görevlendirildi. 1973 Ekim’inde yapılan Genel Seçimlerde CHP’den Antalya Milletvekili olarak seçtirildi. Ardından 1974 yılında kurulan Ecevit hükümetinde maliye bakanlığı, 1978 Ecevit hükümetinde ise enerji ve tabii kaynaklar bakanlığı görevlerini getirildi.
Özel Harp Dairesi, Deniz Baykal’ı CHP’nin başına geçirmek istiyordu. Bülent Ecevit’e karşı CHP içinde hizipçiliği ile öne çıktı. Deniz Baykal hem ABD’nin hem Özel Harp Dairesinin Truva atıydı. Yerleştirildiği bütün ortamlarda hizipçiliği ile ÖHD’nin politikalarının uygulanması için gereken ortamı yaratıyordu. Türkiye’de ABD’nin çıkarlarına göre hareket etmeyen hükümetler ve partiler Deniz Baykal gibi Truva atlarıyla düşürülüyor ya da parçalanıyordu. Deniz Baykal’a kargaşa yaratma ve parçalama görevi verilmişti.
Ecevit başkanlığındaki hükümetinin düşülmesinde yine Deniz Baykal devredeydi. ABD’nin Bor madenleri konusunda isteklerini karşılamak amacıyla sergilediği entrikalar CHP’nin sonunu getirdi. Bor madenleri konusunda hükümete aldırdığı kararlardan üç ay sonra CHP hükümet düşürüldü.
Derin Devletin Siyasi Kalesi
Deniz Baykal’ın içinde Truva atı olarak yer aldığı CHP+Ordu+Yargı=İktidar formülü aynı zamanda Ergenekon’un derin devlet formülüydü. 27 Mayıs’tan başlayarak CHP, her türlü askerî darbenin ve muhtıranın ya bizzat içinde olmuş ya da tahrikçisi olarak bulunmuştur. 27 Mayıs’ta, DP’liler Yassıada’ya gönderilirken, idam edilirken CHP İktidara gelmiş ve Kurucu Meclis’i oluşturmuştur. 12 Mart, CHP’nin darbeci kanadının faaliyetleri sonucunda ortaya çıkmış ve hükümet CHP’lilerden oluşmuştur. 12 Eylül’ün fikir babaları Turhan Feyzioğlu ile Emin Paksüt’tür (Osman Paksüt’ün babası). 28 Şubat’ta Batı Çalışma Grubu’nun en büyük yardımcısı, Çevik Bir’in dostu Deniz Baykal’dır.
Deniz Baykal’da, şimdi TC devletinin başbakanı ve AKP’nin genel başkanı Tayip Erdoğan gibi bir dönem sonra tekrar piyasaya sürülmek için 12 Eylül 1980 askeri darbesinde Ankara'da bir süre gözaltında tutuldu. 1982 Anayasa'sının 5 yıl süreyle siyasi yasağı getirdiği kişiler arasında yer aldı. Daha sonra Çanakkale Zincirbozan Askeri Tesisleri'nde 2. defa gözaltına alındı.
Tayip Erdoğan’da İstanbul Büyükşehir belediye başkanlığı sürecinde okuduğu bir şiir nedeniyle tutuklanmıştı. Daha sonra Tayip Erdoğan’a AKP kurdurulmuş, düzmece yasa değişiklikleriyle milletvekili seçtirilerek başbakan yapılmıştı.
CHP kapatıldıktan sonra Gladio’nun Türkiye’deki versiyonu Ergenekon’un belirlediği yeni görev alanı SHP’den 1987 seçimlerinde Antalya milletvekili seçtirilerek tekrar sahneye çıkartıldı. Sosyal-demokrat olduğunu iddia eden, aslında diğerlerinden hiç farkı olmayan SHP içinde milliyetçi-ırkçı ve Kürt karşıtı düşünceleriyle tekrar ön plana çıktı. CHP içinde Bülent Ecevit karşısında sergilediği hizipçiliği bu seferde SHP genel başkanı Erdal İnönü karşısında göstermeye başladı. Başarılı olamayınca SHP’den ayrıldı. 1982 'de kapatılan siyasi partilerin açılmasına izin veren yasanın sağladığı imkanla 9 Eylül 1992 tarihinde toplanan CHP Kurultayında Genel Başkanlığa seçtirildi. SHP’nin birleşme adıyla tasfiyesi ardından Ergenekon-JİTEM tarafından parti içi darbeyle tekrar CHP’nin başına getirildi. MİT’in 2003’te, İşçi Partisi lideri Doğu Perinçek’in de aralarında bulunduğu 69 kişinin yer aldığı “Ergenekon’un kurucu ve yönetici” şemasında Deniz Baykal’da Ergenekon’un "siyasi ayağı" olarak gösterilmişti. Deniz Baykal, Ergenekon’un belirlediği çizgi de CHP’yi, MHP’ye eş değerde milliyetçi-ırkçı bir çizgiye getirdi.
Ergenekon’u Deniz Baykal’dan, Baykal’ı CHP’den, CHP’yi ise İttihat Terakki’den ayrı düşünmek mümkün değildir. Deniz Baykal’da somutlaşan bunların toplamıdır. Geçmişten beri İttihat Terakki, CHP’de temsil edilirdi. Günümüzde İttihat Terakki, Ergenekon ismiyle “derin devletin” merkezini oluşturmaktadır. Ergenekon’un siyasi alandaki en önemli rolünü yine CHP ve Deniz Baykal üstlenirken, aynı ideolojik bakış açısı ve onun değişik versiyonları olan DP, DSP ve MHP’de Ergenekon kendi temsilini bulmaktadır. Birbirinden çok farklı görünmelerine rağmen sonuçta aynı merkez tarafından kontrol edilmektedirler.
İttihat Terakki ve CHP’nin ilk kuruluş süreçlerini, CHP’nin “Türkçülük” ideolojisinin doğru anlaşılması günümüz CHP’sini ve Deniz Baykal şahsında somutlaşan İttihat Terakki’nin Ergenekon’unu anlamak daha da kolaylaşacaktır.
İttihat Terakki Türkçülüğünde CHP’nin Türkçülük İdeolojisi
1889 yılında İbrahim Temo, İshak Sukuti, Çerkez Mehmet Reşit, Abdullah Cevdet, Dr. Nazım ve Ahmet Rıza gibi isimlerin öncülüğünde kurulan ve sonradan ‘İttihat ve Terakki’ olarak ismini değiştiren Cemiyet, Jöntürklerin ikinci kuşağının sahneye çıkışını ifade ediyordu. Jöntürk önderleri ve daha sonra ki İttihat Terakki önderleri aynı anda hem batıcı ve batı düşmanı, hem Osmanlıcı hem Türkçü, hem İslamcı hem pozitivist, hem milli hem kozmopolit bir çizgiyi savunabiliyorlardı. Kuklası oldukları Almanlar ve daha sonra İngilizler devamında ABD’nin çıkarları neyi gerektiriyorsa, hangi amaca hizmet ediyorsa İttihatçılığın fikir ve ideolojisi de ona göre değişebilmekteydi.
1789 Fransız İhtilali ardından dünyada gelişen milliyetçi dalga da, İttihat Terakki’de “kendi ulusal pazarını oluşturmak ve bu piyasayı korumak” için kendi milliyetçilik tanımını ‘Türkçülükten’ yana oluşturdu. O dönemde Osmanlı Sarayı kendisine “Türk” denilmesini istemiyor, bunu “aşağılama” sayıyordu. Bu durum 19. yüzyılın son çeyreğinde Jöntürklerin “Türkçü” bir ideolojiyi yaratmalarına vesile oldu. Jöntürklerin, ‘Türkçülük’ teorisyeni Fransız vatandaşı Yahudi Leon Cohen’dir. 1869 tarihinde, “Asya Tarihine Giriş; Türkler ve Moğollar” kitabını yazdı. Bu kitap, sonradan Türk ırkçılarının temel kaynaklarından biri haline gelir. “Türkçülüğün Esasları” eserini yazan Kürt kökenli Ziya Gökalp’ın temel başvuru kaynaklarından biri olan bu eser, Mustafa Kemal’in de sıkça başvurduğu bir kitap olmuştur. Yazar Cemil Meriç kitap için “Türk milliyetçiliğinin Kur’an – Kerim’i” demektedir. Leon Cohen, 1876 tarihinde de bu sefer benzer nitelikteki “Gök bayrak” romanını yazmıştır.
Cumhuriyetin kuruşundan hemen sonra “Kemalizm” kitabini yazmıştır. Bu kitapla Leon Cohen, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun prestiji etrafında Türkçülük ideolojini oluşturmuştur.
Türkçülüğün ve Türk milliyetçiliğinin mucitlerinden olan diğer bir Yahudi Armin Herman Vambery’dir. Vambery Macaristan’ın başkenti Budapeşte’deki üniversitede 1870 yılında ilk Türkoloji kürsüsünü kurmuştur. Vambery, 1908 yılında yine Budapeşte’de açılan dünyadaki ilk Türk derneğinin de onursal başkanıdır. Yine 1910 yılında kurulan “Turan Cemiyeti”nin de onursal başkanlığını yapmıştır.
Türk ırkçılardan çok daha ırkçı bir “çizgiyi savunan bir diğer Yahudi ise Avram Galanti’dir. Galanti Cumhuriyetin ilk dönemlerinde bir dönem CHP’den, bir dönem de bağımsız olmak üzere iki defa milletvekilliği yapmıştır. Galanti, Türkiye’deki tüm halkların asimilasyonunu savunmuş, bugünkü “tek”çi anlayışın teorisyeni olmuştur.
Galanti’ye göre ulus olmanın temel dayanağı, ortak dildir. Türkçenin, tüm unsurları ‘ulus’ şemsiyesi altında toplayan bir özelliği olduğunu savunmaktadır. Ona göre dil aynı zamanda kültürel yapıyı da belirlemektedir. Türkçe, ‘Türk’ olmanın gereği, ana ilkesidir. Türkiye’de farklı dillerin konuşulmasına asla izin verilmemelidir. Galanti’ye göre, eğitim de Türkçeyi en iyi şekilde yayacak araçtır. Okul, Galanti açısından da temel öğedir. Ancak ulusal okullar açılır, tek dilde eğitim yapılırsa Türk ulusunun birlik olabileceğini savunur. Türkleşmenin bir tek yolu vardır: “Türk mektepleri yolunda kendilerinde tekil tedrisatı Türkçe yapan mekteplerdir.” Tek bir dili, tek bir kültürü tüm Türkiye’ye yaymak, halklara benimsetmek, onları asimle ettirmek için okullar çok önemlidir. Ulusal birlik açısından bunun gereği yerine getirilmelidir.
13 Şubat 1925’te gerçekleşen Şeyh Sait isyanın kanla bastırılmasının hemen sonrasında, Türkiye ve Kürdistan’da, tüm okullarda eğitimin Türkçe yapılması kararının hükümetçe onaylanması üzerine Galanti, ‘Türkleşmek Yolu’ başlıklı makalesinde bu kararın idari ve siyasi açıdan gerekli, “memleket için birinci derecede hayati bir mesele” olduğunu belirtir. Galanti’nin, günümüz Türkiye gerçekliğinde bile hala geçerliliğini koruyan ve sıkı sıkıya uygulanan düşüncelerinde: bir ulusta birlik oluşturabilmek için gerekli yapılarda “din, mesken, örf ve adet ve lisan da tekleşmek” gerektiğini, farklı dillere, kültürlere izin verilmesi durumunda Türk birliğinin ve bunun etrafında bir araya getirilmek istenen Türkçülüğe dayalı ulusal birliğin zarar görebileceğini savunur.
Galanti’nin yine TC devleti tarafından özellikle Kürdistan’da uyguladığı düşüncelerinden bir tanesi de; “Türkiye sınırları içinde farklı toplulukların yaşadığı yer adlarının Türkçeleştirilmesi” gerektiğini ifade eder.
“Türkçülük” ideolojisi Lumley Davids’den, Leon Cohen’e, Armin Herman Vambery’den, Avram Galanti’ye kadar bir dizi Yahudi ve Kürt olan Ziya Gökalp tarafından ortaya atılmış ve sistemleştirilerek kurulan TC devletinin resmi ideolojisi haline getirilmiştir.
Cumhuriyetin ‘kurucusu-koruyucusu’ olduğunu savunan ve İttihat Terakki’nin devamı olan CHP’nin kurulduğu tarihten itibaren günümüze kadar savunduğu Türkçülüğe dayalı ideolojisi, hepsi de Yahudi ya da Sabetays olan Leon Cohen, Lumley Davids, Armin Herman Vambery, Avram Galanti, Nihat Atsız ve Kürt Ziya Gökalp’in halkların inkarı temelinde oluşturdukları ırkçı Türklüğe dayanmaktadır. Bu Türkçülük ideolojisinde hiçbir halka yer yoktur. Türkmenlerde, Kürtlerde bu Türkçülük ideolojinde ‘Türkleştirilmek’ istenmektedir.
CHP kuruluşundan itibaren ittihat ve terakki cemiyetinin bir uzantısıdır. Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Kazım Karabekir, Celal Bayar gibi cumhuriyetin kurucu kadroları da ittihat ve terakki partisinin üyesidir. Bunların büyük bir çoğunluğu Sabetaycıdır. Özellikle Sabetaycıların Kapancılar kolu İttihat ve Terakki’nin asli unsurudur. Doğal olarak İttihat Terakki’yi kuran Sabetaycılar olunca Cumhuriyet’i kuran ve CHP’yi oluşturan kadrolarda Sabetaycıdır.
İttihat Terakki, “üstün ırka dayalı Türkçülük” ideolojisinde Alman faşizmini kendine örnek almıştır. Bu yakınlık nedeniyle uzun bir süre Almanya tarafından desteklendi. 1. dünya savaşında Almanya’nın yenilmesi ardından yönünü İngiltere’ye döndü. Bu seferde Osmanlı sarayına karşı İngiltere tarafından desteklenmiştir. İngiltere’den aldığı perspektiflerle iktidarı ele geçirene kadar, siyasete müdahale ederek siyasi istikrarsızlığı körüklemiş ve Osmanlının dağılışını hızlandırmıştır. Nitekim İttihat Terakki'nin ilk kabinesinde Maliye Nazırı olan Cavid Bey Sabetaycı bir siyasetçiydi. Cumhuriyet döneminde de ilk kabinede yine Maliye Vekili olarak bulunan Cavid Bey, Mustafa Kemal’e karşı düzenlenen İzmir suikastına katıldığı gerekçesiyle idam edilmişti.
İttihat Terakki, Osmanlı devletinin egemenliği altında bulunan halklar içinde İngiliz politikaları doğrultusunda milliyetçi duyguları kışkırtarak Osmanlıya baş kaldırmalarını sağlamış, başta Türkmenler olmak üzere, Kürtler, Çerkezler ve Laz halklarını da, II. Meşrutiyet'in ilanından sonra da Türkçülük-milliyetçilik ideolojisinde kimliksizleştirme çalışmalarını başlatmıştır. İttihat Terakki’nin Türkçülüğe dayalı milliyetçiliği Siyonist milliyetçiliğidir. İttihat Terakki’nin ideolojisini oluşturan üst kimlik, Türk kimliği aslında Siyonist milliyetçiliğinin birer politikasıydı.
“Kendini Türk kabul eden herkes Türk’tür” felsefesine dayalı milliyetçi anlayışı Sabetaycıların sıkı sıkıya sarıldıkları bir ideoloji haline gelmiştir. Türkçülük, devletin ideolojik ve siyasi örgütlenmesinin odak noktasını oluşturmuştur.
1923 yıllarında yeni kurulan Türkiye ismi verilen devlette, Türk(çü) esaslarına dayalı bir burjuvazi yoktu. Var olan burjuvazi ise “Müslüman olmayan” Rum ve Ermenilerden oluşuyordu. İttihat Terakkinin asli unsuru olan Sebaytaycılar “Müslüman bir burjuvazi” yaratmak için Başta Rumlar olmak üzere Ermenilerin birikimleri bu yeni sınıfa kanla aktarıldı. 1924’de ki Ermeni tehciri ve Rumların çıkartılması ve en son 1956’da ki 6–7 Eylül olayları bu çerçevede gelişen olaylardan bir kaçıdır.
Cumhuriyetin ilanından sonra CHP’de temsilini bulan İttihat Terakki, kurduğu bürokratik yapının idamesini bu seferde İngiltere, 2. dünya savaşından sonra da ABD çıkarları için ön planda tutmuştur.
CHP’nin parti programı, Leon Cohen, Lumley Davids, Armin Herman Vambery, Avram Galanti, Nihat Atsız ve Ziya Gökalp’in düşüncelerinin toplamının bir sentezidir. Ziya Gökalp, CHP’nin programı olarak değerlendirilecek ‘Doğru Yol’u yazmıştır. 1924’ten itibaren de CHP programı, yeni kurulan Cumhuriyetin ideolojisi haline getirilmiştir.
İttihat Terakki’nin Yeni Versiyonu: CHP
Cumhuriyet Halk Partisi’nin kuruluşu Sivas Kongresi'ne dayanır. 4 Kasım 1919’da toplanan Sivas kongresi aynı zamanda CHP’nin 1. Kurultayı olarak da kabul edilmiştir. Kongrede, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti (ARMHC) adı altında birleştirilmiştir. 23 Nisan 1920'de toplanan Türkiye Meclisi ARMHC delegelerinden oluşmuştu. Ancak meclis içindeki İttihatçılar 1922'de birinci grup ve ikinci grup adıyla ikiye ayrıldılar. Mustafa Kemal önderliğindeki birinci grup, asli unsur olarak gördükleri Kürtlerinde desteğini alarak ülke çapında siyasi örgütlenmeye girişmiş ve 8 Nisan 1923'te yapılan seçimlere tek liste ile girerek biri dışında bütün milletvekilliklerini elde etmişti. 11 Eylül 1923'te Mustafa Kemal tarafından CHP’nin ilk yapılanması olan ‘Halk Fırkası'nı oluşturdu.
29 Ekim 1923'te Cumhuriyetin ilanından sonra Mustafa Kemal’i Cumhurbaşkanı yapan, ikinci grupta yer alan İttihat Terakki ve aynı zamanda İngiltere yanlıları İsmet İnönü, Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Adnan Adıvar, Ali Fuat Cebesoy, Hüseyin Avni, Cafer Tayyar Eğilmez, Refet Bele, Bekir Sami, Hüseyin Cahit Yalçın ve Cavid Bey, Refik Saydam, Celâl Bayar, Sabit Sağıroğlu, Münir Hüsrev Göle, Cemil Uybadın, Kazım Hüsnü, Saffet Arıkan, Zülfü Bey'di. Genel Sekreter Recep Peker Halk Fırkası’nda denetim kurarak Mustafa Kemal’in Halk Fırkası üzerindeki etkisini ortadan kaldırdılar. Mustafa Kemal’i ‘diktatörlükle’ suçlayan İttihat Terakkiciler Halk Fırkası’nın ismini Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası olarak değiştirdiler. 5 Haziran 1925'te de Mustafa Kemal’e İzmir’de suikast gerçekleştirildi. Suikastı düzenleyen Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası üyeleri tutuklandı, önde gelen liderleri idam edildi.
Bu olay üzerine TCF üzerinde yeniden denetim kuran birinci grupta yer alan İttihatçılar, TCF’nin ismini Cumhuriyet Halk Fırkası olarak değiştirdiler. Böylece CHF'nin ‘tek parti’ yönetimi kökleşti. 1931 yılından toplanan Üçüncü Kurultay'da tüzük yenilendi ve partinin programı belirlendi. Bu kurultayda, Cumhuriyetçilik, Laiklik, Milliyetçilik, Devletçilik, Halkçılık ve İnkılapçılıktan oluşan "Altı ok" partinin ana programı olarak belirlendi. Halkevleri adı altında CHF'ye bağlı bir taban örgütünün oluşturulmasına karar verildi.
1935 yılı Mayıs ayında 384 milletvekili ve 160 il delegesi ile toplanan CHF dördüncü kurultayında partinin adı, Türkçülüğün teorisyeni Yahudi Avram Galanti’nin ‘dil devrimi’nin getirdiği yeni anlayış uyarınca Cumhuriyet Halk Partisi olarak değiştirildi. “Kemalizm” sözcüğü Leon Cohen’in “Kemalizm” kitabı esas alınarak parti programına yerleştirildi.
1936 Haziranında yayınlanan bir genelgeyle bütün illerde parti il başkanlığı valilikle birleştirildi ve içişleri bakanı resmen, parti genel sekreterliği sıfatını üstlendi. 1937 Şubatında yapılan anayasa değişikliğiyle, CHP'nin "altı oku" TC anayasasına resmen dahil edildi. Böylece “Tek Parti”nin devletle özdeşleşmesi süreci tamamlanmış oldu.
Teşkilat-ı Mahsusa Geleneği
Teşkilat-ı Mahsusa Trablusgarp Savaşı'ndan sonra Sultan Mehmet Reşat'ın resmi olmayan bir ferman ile 1913'te İttihat Terakki liderlerinden Enver Paşaya kurdurulmuş gizli bir örgüttür. İlk başkanı yine İttihat Terakki kadrosu olan Süleyman Askeri’dir.
Teşkilat-ı Mahsusa model olarak Alman faşizminin SS modeline göre biçimlendirilmiştir. Enver paşanın Almanlarla kurduğu ittifak doğrultusunda Teşkilat-ı Mahsusa elemanları Almanya’ya giderek SS subaylarından eğitim görmüştür. Almanya tarafından finans desteği sağlanmıştır. Teşkilat-ı Mahsusa’nın genel planlaması, hareket ve eylem planı Enver paşa ve Alman genelkurmayı tarafından belirlenmekteydi. Bu amaçla Teşkilat-ı Mahsusa elemanları Balkanlar, Kafkasya, İran, Hindistan ve Afganistan bölgelerinde Almanya çıkarları için görevlendirilmişti.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın kuruluş amacında, Osmanlı ordusunun yanında, bilgi toplamak, sabotaj ve karşı propaganda gibi görevleri üstlenmek amacıyla oluşturulmuştu. Fakat daha sonra İttihat Terakki’nin kontrolüne geçerek Osmanlı karşıtı bir konumda yer almıştır. İttihat Terakki, Teşkilat-ı Mahsusa sayesinde önemli bir güç haline gelmiş, örgütlenme ağını Teşkilat üzerinden gerçekleştirmiştir. Giderleri gizli ve örtülü bir ödenekten karşılanan bu teşkilat; devletin resmi kurumlarından bağımsız ve geniş yetkilerle donatılmış bir şekilde çalışmıştır. İttihat Terakki’ye karşı direnme, muhalefet etme özelliklerini barındıran insanları yıldırmak, tasfiye etmek ve fiziki olarak yok etmekle görevlendirilmişti.
Teşkilat-ı Mahsusa içinde görevlendirilen 39 bine yakın eleman, İttihat Terakki ideolojisine göre şekillendirilmişti. Pan-İslamimizm ideolojisini benimseyen Teşkilat-ı Mahsusa, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin iktidar olması ardından resmileşerek, Türkçülük ideolojisi temelinde yeniden örgütlendirilerek bu seferde Pan-Türkizm ideolojisinde Orta Asya ve Kafkasya’yı birleştirme söylemiyle faaliyetler yürütmüştür.
Teşkilat-ı Mahsusa Osmanlı toprakları içinde olan Sırplara karşı suikast ve sabotaj eylemleri düzenledi. Balkanlarda birçok kanlı katliam gerçekleştirdi. Ortadoğu’da ise İngiliz ve İtalyanların kışkırttığı Arap aşiretlerinin Osmanlı askerlerine karşı verdiği çöl gerillacılığına karşı "karşı-çete" bugünkü adıyla kontr-gerilla savaşının verilmesine öncülük etti.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın esas faaliyet alanı Kürdistan olmuştur. Kürt ileri gelenleri ve beylerine yönelik suikastlar yanında, Kürt aşiretlerini birbiriyle çatıştırmak için provakatif eylemler gerçekleştirmiştir. Taşkilat-ı Mahsusa bünyesinde oluşturulan kontra birlikleriyle köyler basılmış, toplu katliamlar yapılarak korku salınmıştır. Hamidiye alaylarının kurulmasına öncülük ederek, kendi bünyesinde Hamidiye alaylarına katliamlar yaptırmıştır.
Köy boşatmalar, koruculuk, ambargo uygulayarak açlıkla terbiye etme, sürgün, işkence, tecavüz, ajanlaştırma gibi günümüzde Kürtlere karşı TC devletinin uyguladığı tüm kirli yöntemler Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Kürdistan’da uygulanmıştır.
Teşkilat-ı Mahsusa kadrosunda ve hatta yöneticilerinde çoğunlukla; doktorların, mühendislerin, gazetecilerin, politikacıların ve subayların yanı sıra, geçmişi oldukça karanlık gerilla savaşı uzmanlarının da yer aldığı, değerlendirme ve gerektiğinde askeri operasyonlar yapan bir istihbarat örgütüdür. Yani günümüzde olduğu gibi kuruluşu bile devletin en yetkili makamı tarafından organize edilen bu örgüt, kendi içinde birçok meslekten insanı ve özellikle kontra faaliyetler yürüten eli kanlı kiralık katilleri devşirerek halk üstünde genel bir korku havası yaymaya çalışmıştır.
Teşkilat-ı Mahsusa bünyesinde güvenilir ve çete deneyimi olan bireyleri arıyordu. Kadrosunun büyük bir çoğunluğu hatta yöneticilerinde çoğunlukla; doktorlar, mühendisler, gazeteciler, politikacılar ve ordu subaylar bulunuyordu. Bunun yanında geçmişi oldukça karanlık katliam konusunda uzmanlaşmış çeteleri çalıştırıyordu.
Cumhuriyetin ilanından sonra Halk Fırkası(HF), Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) ve Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) kadrolarının önemli bir kısmı Teşkilat-ı Mahsusa olarak meclise mebus olarak girmiştir. Aynı gelenek CHP’nin kurulmasından sonra da devam etmiştir.
Teşkilat-ı Mahsusa sadece içte değil dışarıda da benzeri biçimde sızmalar gerçekleştirmiştir. Teşkilat-ı Mahsusa'nın üst düzey kadrolarından olan Nevrekoplu Celal Bey, Abidinov takma adıyla Bulgar Meclisi'ne milletvekili olarak girmiştir. Bu sızma faaliyeti içte ve dışta sıkça kullanılan bir yöntem olarak uygulanmıştır. Teşkilat-ı Mahsusa Cumhuriyetin derin devleti olarak politika alanına yapılan sızmalarla hem siyaset içinde aktif olarak bulunmak, ona yön vermek ve hem de sürekli bir şekilde istihbarat faaliyetleri yürütmek amacıyla içte ve dışta parlamentolara bu şekilde sızarak ya da burada görev yapanları devşirerek kendileri için ajanlaştırmıştır. Bilenen bu derin devlet-istihbarat yöntemi daha sonraları ABD tarafından Türkiye’de CHP ve Deniz Baykal gibi devşirilmiş-ajanlaştırılmış parti ve kişiler üzerinden yapılmaya başlanmıştır.
Aynı zamanda Teşkilat-ı Mahsusa geleneği, bugünün derin devleti Ergenekon’da kendini yaşatma imkanı bulmuştur. Legal alanda ise Teşkilat-ı Mahsusa zihniyeti CHP’de temsilini bulmuştur.
Katliamla özdeşleşen CHP
Tek tipleşen ve devletleşen CHP, inkar ve katliama dayanan gerçek yüzünü Kürdistan’da ki isyanların katliamla bastırmasıyla göstermişti.
Cumhuriyetin kuruluşunda asli unsur olarak kabul gören Kürtlerin inkârı ve yok sayılması 1925 yılı itibariyle başlar. 1924 yılının Ağustos ayında Amed’de Türk-Kürt kongresi yapılır. Kongrede HF (Halk Fırkası) hükümeti, Kürtlerin taleplerini yerine getirmeye söz vermişti.
Halk Fırkası içinde ittihatçılar denetim kurarak partinin ismini, bugünün CHP’sinin ırkçı-inkarcı oluşumu TCF(Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) olarak değiştirilmesi ardından Kürt inkarı da başlar. İlk başta söz verilen hiç bir şey yerine getirilmez. Kürdistan’a yönelik özel kanunlar çıkartılır. TCF’nin Kürt inkarı, Kürdistan’da Şeyh Sait ile başlayan ve 14 yıl süren isyanlar sürecini başlatmıştı. TCF’nin davamı olan ve yine İttihatçıların egemen olduğu aynı katliamcı geleneğin devamcısı CHF’de (Cumhuriyet Halk Fırkası) başlayan isyanları bastırmak için Takriri Sükun kanunu çıkardı. Ardından bir dönem Kürdistan’da olan ‘Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin (DGM) ilk biçimi olan (Şark) İstiklal Mahkemelerini kurdu.
Şeyh Sait ayaklanması CHF’nin katliamcı politikaları sonucu kanla bastırılır. Amed’de kurulan gezici İstiklal Mahkemesince Seyit Abdülkadir ve Şeyh Sait başta olmak üzere 48 kişi idam edilir ve onlarca kişi de çeşitli cezalara çarptırılır. İsyan sonrasında bölgede temizlik operasyonları yapılır. Halktan olaylara karışanlar tespit edilir ve bölgede silahlar toplanır. Ayaklanma sonucunda 206 köyün ve 8758 evin yıkıldığı, 15 ile 20 bin arasında kişinin de öldüğü kayıtlara geçer.
Şeyh Sait ayaklanmasının bastırılmasından sonra silahlı olan ve iktidar yanlısı olmayan tüm aşiretlere yönelik tedip (yola getirme) hareketleri planlanır. Harekat kapsamında tek tip millet yaratma düşüncesiyle ‘Türkleştirme’ politikalarına hız verilir. Kürdistan’daki isyancı bölgeler boşaltılarak Türkiye şehirlerine sürgün edilir. Aynı zamanda Kürdistan’a da Anadolu'dan Türk nüfus aktarılarak Kürt Halkı zorla Türkleştirilmeye çalışılır.
İsyanlar sürecinde TC devletinin tek partisi ve tek hükümeti CHF tarafından Kürdistan coğrafyasında "Genel Müfettişlik" (bir dönem Kürdistan’da uygulan OHAL valisi statüsünde)adı altında bir uygulama devreye konulur.
Kürdistan’da sürdürülen katliam, soykırım ve asimilasyon politikalarının uygulayıcı gücü CHF hükümetinin Adalet bakanı "dost düşman bilmeli ki, bu memleketin efendisi Türklerdir! Türkiye içerisinde yaşayıp damarlarında temiz Türk kanı olmayanların bir tek hakkı vardır; uşaklık ve esirliktir!" der.
1935 yılında CHF’nin 4. kurultayı gerçekleşir. Partinin ismi CHP olarak değiştirilir. O yıllarda Kürdistan’ın her yerinde isyanlar sürmektedir. Kürdistan'da hâkimiyetini kurmaya çalışan CHP rejimi, 1938'e kadar hiçbir askerin ayak basamadığı bir bölge olan Dersim’i kendisi için tehlike olarak görmekteydi.
25 Aralık 1935’te CHP tarafından “Tunceli Kanunu” çıkarılır. Dersim katliamını savunan sabetaycı CHP’li Onur Öymen’in amcası Hıfzırrahman Reşit Öymen o dönemde meclistedir ve bu kanuna destek verenler arasındadır. Onur Öymen'in İttihat Terakki üyesi olan amcası Hıfzırrahman Raşit Öymen, babası Münir Raşit Öymen Almanya tarafından eğitilerek meclise mebus olarak sokulmuşlardır.
CHP’nin hazırladığı ve meclisten geçirdiği Tunceli kanunu ile Dersim’in adı “Tunceli” olarak değiştirilir. Hemen sonra, daha önce Birinci Genel Müfettişlik kapsamında bulunan Elazığ, Dersim, Erzincan ve Bingöl’ü içeren Elazığ merkezli Dördüncü Genel müfettişlik-valilik ve İstiklal Mahkemesi adı verilen bir askeri mahkeme kurulur. Dersim ve ilçelerinin stratejik noktalarına askeri kışlalar, karakollar, demir yolları ve köprüler inşa edilmeye başlanır. ‘Tunceli kanunu’ çerçevesinde Dersim, “Yasak Bölge“ ilan edilir ve giriş çıkışlar özel izne tabi tutulur.
Bütün bunlar yeni bir katliam hazırlığı içindir. Buna karşı Seyit Rıza önderliğinde Dersim halkı isyan başlatılır. Karakollara, köprülere ve demir yollarına saldırılar düzenlenir.
CHP inkarcı ve katliamcı yüzünü tekrar Dersim’de gösterir. 15 Aralık 1937’de Seyit Rıza ve arkadaşları idam edilir. Fakat buna rağmen Dersim’de Kürtlerin direnişleri devam eder. Seyit Rıza’nın idamına rağmen direnişin kırılmaması üzerine CHP’nin özel izniyle TC ordusu Dersim genelini kapsayacak büyük bir harekat başlatır. Yüzlerce insan bu harekâtta katledilir, evlere doldurularak yakılır. Bu kitle katliamı haftalarca sürer. Amaç Dersim’i bir daha kıpırdayamayacak hale getirmektir. Dersim topraklarının gördüğü en büyük katliamlar yaşanır. Değişik kaynaklara göre 40 bin ile 90 bin arasında kürdün Dersim’de öldürüldüğü, 206 köyün yakıldığı, 8758 evin tahrip edildiği ve on binlerce kürdün yerinden yurdundan zorla batıya göç ettirildiği bir soykırımdır. Hala bugün bile zaman zaman Lac Deresi'nde, Kutu Deresi'nde, Ali Boğazı'nda kurşuna dizilen, Iksor uçurumlarından atılan binlerce insanın kemiklerine rastlanmaktadır.
CHP’nin Kürdistan’da ‘altı oku’yla başlattığı tasfiye harekatının son direniş kalesi Dersim’in düşürülmesi ardından TC devleti Dersim’i 10 yıl için (1938–48) “Yasak Bölge” kapsamına alır ve burada yoğun bir Türkleştirme programı uygulanır. Asimilasyon politikası doğrultusunda Kürt kimliği yerine ‘Alevilik’ ön plana çıkartılır ve bir kimlik olarak kabul ettirilmeye çalışılır.
CHP iktidarıyla yeni kurulan Cumhuriyet, katliam ve inkar politikalarıyla kuruluş amacından saptırılarak günümüze kadar Kürtlerin ve Anadolu’daki halkların katliamına, sürgününe ve asimilasyonuna dönüşür.
Lozan Antlaşması ve HF- CHP’nin “Muhatapsız Kürt Sorunu Çözümü”
24 Temmuz 1923'teki Lozan Anlaşması’nın esası Sevr Anlaşması’yla çizilen sınırlara Türkiye’de geliştirilen itiraz temelinde siyasi sınırların yeniden belirlenmesiydi. Yani Lozan Anlaşması’nın anlamı Ortadoğu devlet sınırlarında netlik sağlama, onu sonuca götürme ve esas olarak da Türkiye’nin sınırlarının belirlenmesiydi. İngiltere ve Fransa öncülüğünde oluşmuş olan uluslararası sisteme Türkiye’nin bir devlet olarak katılmasının gerçekleşmesiydi.
Lozan Anlaşması Türkiye’nin sınırlarını çizen ve Türkiye devletinin varlığını ortaya çıkartan bir anlaşmaydı. CHP hükümeti adına Türkiye’yi temsil eden delegasyon başkanı İsmet İnönü “biz Kürtleri de temsil ediyoruz” diyerek, kendilerini Türklerin ve Kürtlerin ortak temsilcisi ve yönetimi olarak ifade ediyordu. Ancak konferans süresince Kürt karşıtı görüşleri savundu. Lozan Anlaşması’nda Kürtlerin adı telaffuz edilmedi. Lozan görüşmelerinde Kürt temsilciler bulunmadılar. Bunun için büyük bir özen gösterildi. Lozan konferansında Türkiye’nin sınırları çizildiği halde, Türkiye’ye Türklerin ve Kürtlerin yaşadığı topraklar dendiği halde, iki toplumun ortak devletinin oluşturulduğu söylendiği halde bunlar ne resmi yazıya geçti ne de somut olarak Kürtleri temsil eden herhangi bir heyet Lozan Anlaşması görüşmelerinde bulundu. Lozan’a Kürtler katılmadılar, yok sayıldılar.
Aslında Kürt karşıtı ve Kürtleri parçalayan anlaşmalar sadece Lozan ile sınırlı değildir. Kürt karşıtı ilk anlaşma Kasr-ı Şirin’dir. 17 Mayıs 1639'da Kasr-ı Şirin yani Şirin Sarayı'nda İran ve Osmanlı devletleri arasında imzalandı. Bu anlaşmayla 550 bin kilometrekarelik Kürdistan ikiye bölündü. Daha sonra Lozan Antlaşmasıyla Kürdistan 4 parçaya bölündü.
Anti-Kürt anlaşmalarına her geçen yenileri eklenmektedir. Bunlardan: Sadabat Paktı, Bağdat Paktı, CENTO, Türk-İran ve Türk-Irak Dostluk Antlaşmaları, Cezayir Antlaşması, Suriye-Türkiye arasında Ankara anlaşması, Mavi akım antlaşması, ABD-Türkiye arasında 5 Kasım Antlaşması, Türkiye, Irak ve ABD arasında PKK’yi tasfiye için 4’lü koordinasyon Antlaşması sıralanabilir. Kürtler söz konusu olduğunda Türkiye, İran, Suriye ve Irak aynı tasfiye ve katliam politikalarında bir araya gelebilmektedir. Anti-Kürt karşıtı yapılan antlaşmalar PKK öncesi Kürt hareketleri ve isyanlarının yenilgiye uğratılmasında, Kürt halkının haklarının uluslar arası antlaşmalarda tanınmamasında bu işbirlikleri belirleyicidir.
Cumhuriyetin kuruluşunda asli unsur olarak gösterilen Kürtler, Cumhuriyet kurulduktan sonra devletin ve İttihat Terakki’nin tek partisi CHP’nin Kürt karşıtı, inkar ve katliamıyla karşı karşıya kaldı.
1923’lerde Halk Fırkası diğer adıyla CHP’nin Lozan antlaşmasında “muhatapsız Kürt sorununu çözme yöntemi” bugün AKP hükümeti tarafından, milli birlik projesi ya da açılım vb isimler adı altında güncellenerek Kürt inkarı daha ince yöntemlerle derinleştirilerek, her geçen gün artan gözaltı ve tutuklamalarla siyasal alanda muhatapsız bırakma ve kendini Kürtlerin tek temsilcisi gösterme, PKK ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı Kürtlerin tek siyasi iradesi olarak tanımama politikaları tarihin tekerrüründen başka bir şey değildir.
Sivil Siyasetin Kravatlı Darbecisi
ABD karargahlarında ve NATO merkezlerinde eğitilen, ABD’nin “bizim çocuklar” dediği Kenan Evren gibi devşirilmiş Türk generalleri, 12 Eylül 1980 sabahı gerçekleştirdikleri darbe ile devletin yönetimine el koydular.
Türkiye Meclisi, hükümet, anayasa feshedildi. Tüm ülkede sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Siyasi partilerin, derneklerin ve sendikaların faaliyetleri durduruldu. Cunta başı Kenan Evren ve kuvvet komutanlarının oluşturduğu Milli Güvenlik Konseyi ülkenin tek hakimi oldu.
MGK kararıyla 16 Ekim 1981'de tüm siyasi partiler kapatıldı. Darbe koşullarını hazırlama görevini büyük bir başarıyla tamamlayan CHP’de hazırlanan senaryo gereği diğer partiler gibi kapatıldı. Fakat CHP’nin altı oku görev başındaydı. Darbe koşullarına kendisini uyarlıyordu.
ABD’nin “bizim çocukları” Deniz Baykal, Cunta başı Kenan Evren’in isteği üzerine Cunta anayasasının hazırlık komisyonunda danışmanlık görevinde bulunmuştur. Anayasa’nın üçüncü maddesinde yer alan “Anayasanın değiştirilemez” hükmü, Deniz Baykal’ın önerisi üzerine eklenmiştir. Hazırlanan anayasa, cunta anayasası olsa da diğer yönüyle İttihat Terakki’nin-CHP’nin savunduğu ilkeleri esas alınarak hazırlanmıştı. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve devletleşen CHP’nin varlığı-geleceği bu anayasa ile belirlenmişti. Ordu, yargı ve vitrinde görünen CHP, Anayasa’nın-devletin teminatı ve güvencesiydi.
Askeri cuntanın sivil kanadına yer alan Deniz Baykal’ın destek verdiği darbe anayasası ve MGK, 7 Kasım 1982’de yapılan referandum ile kabul edildi. Aynı oylamayla “ iyi çocuk” Kenan Evren 7.cumhurbaşkanlığına seçildi. 1983 ortalarında da siyasi partilerin faaliyetleri serbest bırakıldı.
MGK’nın verdiği icazet sonrasında, 12 Eylül askeri darbesiyle tasfiye edilen solun yerini doldurma ve sivri uçları kendi içinde eritme görevini üstlenen CHP’nin mirasçısı SODEP, Erdal İnönü başkanlığında kuruldu. Zamanı henüz gelmediği için Deniz Baykal SODEP içerisinde geri planda tutuluyordu.
12 Eylül öncesi CHP içinde yer alan İttihat Terakkiciler, darbe sonrasında HP, SODEP, DSP olarak ikiye bölündüler. Daha sonra Erdal İnönü’nün partisi SODEP-HP birleşmesi ardından kurulan SHP, Deniz Baykal’ın CHP’si ile birleşirken, Bülent Ecevit’in partisi DSP, ABD tarafından eğitilen kontr-gerilla gücünün sivil sözcüsü Deniz Baykal’ın içinde yer alacağı hiçbir parti oluşumunda ve birleşmesinde yer almayacağını açıklamıştı.
26 Eylül 1985'te CHP’nin devamı olduklarını söyleyen, Aydın Güven Gürkan’ın genel başkan seçildiği, Necdet Calp’ın kurduğu Halkçı Parti ile aynı gelenekten gelen Erdal İnönü’nün SODEP’i imzaladıkları bir protokol ile SHP çatısı altında birleştiler. 29 Kasım 1987 genel seçimlerinde SHP %24 oy alarak 99 milletvekili çıkarttı. Deniz Baykal’da SHP’den Antalya milletvekili seçtirilerek meclise tekrar sokuldu.
Derin devletin stratejisinin oluşturulduğu Encümen-i Daniş toplantılarına çeşitli dönemlerde katılan Deniz Baykal, buradan aldığı destek ile SHP genel başkanı Erdal İnönü karşısına çıkartıldı. Kriz ve hizip yaratma, darbe yapma konularında uzman olan Deniz Baykal, kısa bir süre içinde SHP’yi kendi kontrolüne aldı. Erdal İnönü’yü tasfiye ederek kendini SHP’nin genel başkanı seçtirdi. Fakat genel başkanlığı çok uzun sürmedi.
Erdal İnönü ile girdiği genel başkanlık yarışını bir kez daha kaybetti.
SHP’nin 1992 yılında yapılan 7. kongresinde Erdal İnönü tekrar genel başkan seçildi. Deniz Baykal’ı genel başkan yapamayan devletin derinleri, yeniden kurulacak CHP’nin genel başkanı yapmak için Deniz Baykal’ı SHP’den istifa ettirdiler.
1992 yılının Haziran ayında, 12 Eylül rejiminin ürünü eski siyasi partilerin aynı adla tekrar açılmasını engelleyen yasanın kaldırılması ardından CHP’nin ‘tek tip’ siyasetçileri ve İttihat Terakki zihniyetinin mirasçıları Erol Tuncer, Hayrettin Uysal, Altan Öymen, Metin Somuncu, Metin Tüzün, Erdoğan Bakkalbaşı, Coşkun Karagözoğlu, Orhan Akbulut, Avni Gürsoy, Güler Gürpınar, Mehmet Gümüşlü, Hayri Öner, Celal Doğan, Nebil Oktay, Nail Atlı, Mehmet Dedeoğlu, Çetin Bozkurt, Hüseyin Doğan, İlyas Kılıç, İsmet Atalay, Orhan Vural bir araya gelerek 9 Eylül 1992’de CHP’nin kuruluşunu ilan ettiler. Ordu ve derin devlet tarafından önceden hazırlanan Deniz Baykal, CHP’nin genel başkanı olarak seçtirildi.
Böl-parçala-yönet’ politikasında eğitimli olan Deniz Baykal, SHP ve DSP’den 21 milletvekilinin istifa etmesi sağlayarak mecliste grup kurdu. Üç yıl sonra da derin devlet, ‘SHP’nin kendini fesh ederek CHP’ye katılmasını istedi. SHP’nin tasfiye süreci gerçekleştirildikten sonra Deniz Baykal’ın genel başkanlığı önünde artık bir engel kalmıyordu.
Çeşitli dönemlerde taktik gereği geri çekilmeler olsa da Deniz Baykal, İttihat Terakkinin son temsilcisi olarak, “devletin bekası” için ABD’nin ılımlı İslam tercihi AKP üzerinden “model olarak” Türkiye’de başlattığı “ılımlı yeşil işgal harekatı”nın başarılı olmasında kendisine verilen muhalefet görevi ile AKP, MHP ve diğer partiler gibi CHP’de Deniz Baykal ile aynı merkezden-yeniden sahneye sürülüyordu.
Gerçekleştirdiği politikalarla 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül askeri darbe koşullarını hazırlayarak ABD’nin “bizim çocukları” Deniz Baykal ve onun CHP’si ile MHP, bu seferde muhalefet göreviyle AKP üzerinden ABD’nin “Ilımlı İslam” projesinin hayat bulabilmesi için gerekli koşulları yaratmaktadır.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, bu durumu şu şekilde özetlemektedir: “Türkiye’de iki tür hegemonya bugüne kadar gelişmiştir. Birinci hegemonya MHP ve CHP’nin temsil ettiği Beyaz Türkçü hegemonyadır. İkincisi ise AKP’nin temsil ettiği Yeşil Türkçü hegemonyadır. İki hegemonyanın temelinde de faşizm yatar, ikisi de kurumsal faşizmdir. MHP ve CHP’nin temsil ettiği Beyaz Türkçü hegemonya 19. Yüzyıla kadar kendisini dayandırır, yüz yıldan fazla geçmişi var. İttihat terakki zihniyetinin devamıdır. Alman milliyetçiliğine dayanır, Alman ulusal faşizminden esinlenmiştir, kaynağı budur. MHP ve CHP’nin temsil ettiği bu Beyaz Türkçü hegemonya ile Türkiye’yi bir yere kadar getirdiler, bir yere kadar bu politikaları uyguladılar. Şimdi ise uygulanan AKP’nin temsil ettiği Yeşil Türkçü hegemonyadır. AKP’de temsili yetini bulan Yeşil Türkçü hegemonyanın kaynağı ise İngiltere ve Amerika’ya dayanır, Anglo-Sakson’dur. AKP bugün de bu güçlerden desteğini alıyor. Bu iki hegemonyanın faşizmi de kurumsaldır. MHP ve CHP’nin çizgisi ulusal-faşist bir çizgidir, inkar-imha ve asimilasyona dayalıdır. AKP ise her ne kadar kendisini liberal çizgide gösterse de daha kurnaz ve daha sinsidir. AKP şu anda yüzünde liberal bir maske var. Yüzü şirin görünüyor ancak o maskenin altında çok sinsi ve çirkin bir yüz var.”
CHP ve Deniz Baykal, ABD’nin Türkiye’deki Gladio’sunun kravatlı-sivil ‘unsuru’ olarak “Büyük Ortadoğu Projesi”nde ölümü gösterip sıtmaya razı etme politikasıyla AKP, MHP ile aynı zeminde bulunan İttihat Terakkinin son temsilcisidir.
Katliam ve Soykırım Partisi
Türkiye Cumhuriyetinin tarihi halkların inkar-asimilasyon ve katliamıyla bilinmektedir. Kürdistan ve Anadolu halklarının temsili yetiyle 1923’te kurulan Cumhuriyet, daha sonra halkların inkarını esas alarak milliyetçi-Türkçü bir kimliğe büründürülerek esas yörüngesinden saptırılmıştır. CHP’de somutlaşan İttihat Terakki ideolojisi, kendi varlığını ve geleceğini halkların inkarında ve katliamında görmüştür. Bu nedenle Ermeni ve Kürt katliamlarına, Rumların, Ermeni halkların sürgünlerine, Laz, Pomak, Terekeme, Çerkez hakların Türkçülük ideolojisiyle Türkleştirilmesine dayalı bir devlet politikası yürütülmüştür.
1923 sonrası iktidara gelen İttihat Terakki, Alman ulusal faşizminden esinlenerek “Beyaz Türkçü-milliyetçi” bir çizgiyi Kürdistan ve Anadolu’da gerçekleştirmek istemişti. Almanlar, tıpkı ABD’liler gibi “bizim çocuklar” dediği İttihat Terakki ve CHP’nin kurucu kadroları Enver, Talat paşaları ve aynı zihniyetin devamcısı İsmet İnönü, Şükrü Kaya, Fevzi Çakmak, Fethi Okyar gibileri ile Lenin öncülüğünde yeni kurulan Sovyetlerin tetiklediği Sosyalizm ideolojisinin yayılmasını engellemek ve Kürdistan’ı sömürgeleştirilerek Almanya gibi emperyalist-sömürgeci ülkelere peşkeş çekmek amacıyla Kürt inkarını gerçekleştirmiş, katliam ve asimilasyon politikasını devlet ideolojisi haline getirmişlerdir. Günümüze kadar devam eden Kürtlerin yok sayılması, katliamlar başta CHP olmak üzere İttihat Terakki zihniyetinin devamcısı olan tüm partilerin öncelikli görevleri arasında yer almıştır. İktidarda olan ya da muhalefette olan partiler, başta Kürtler olmak üzere Anadolu’da ki diğer halkların yok sayılması, direnişlerinin kırılmasında sorumlu ve görevli kılınmışlardır.
CHP kurulduğu tarihten itibaren Kürtlere karşı inkar ve imha politikasını tek başına yürüten ve iktidarda olan diğer partilerin katliam politikalarını denetleyen ve yönlendiren konumda olmuştur. CHP’nin muhalefet görevi Kürt karşıtlığı temelinde gerçekleşmektedir.
1921–1938 arasında Kürdistan’da Kürt inkarı sonucunda başlayan isyanların CHP tarafından katliamla bastırılması ardından, Kürdistan’a yönelik özel kanunlar çıkartarak inkar politikası kalıcı hale getirilmeye çalışılmıştır. Kürdistan’ı insansızlaştırmak için sürgün politikaları devreye sokulmuştur. Türkiye’nin batı illerine sürülen Kürtler burada asimilasyon politikalarına tabi kılınmıştır. Geride kalanlar ise açlıkla terbiye edilmeye çalışılmıştır. Kürdistan ve Kürt ifadeleri, Kürtçe konuşmak suç sayılmış, Kürdistan’daki il, ilçe ve köy isimleri Türkçeleştirilmiştir. Her köye okullar açılmış, Kürdistan’ın her tarafına yatılı bölge okulları yapılarak Türkleştirme-asimilasyon politikalarına ağırlık verilmiştir.
Kürdistan’a yönelik tüm bu özel politikalar CHP tarafından gerçekleştirilmiş, iktidar olmadığında ise bu politikaların sürdürülmesi için muhalefet görevini sürdürmüştür. Fakat öncülük ettiği inkar ve Türkleştirme politikalarına rağmen Kürdistan’da çıkan diriliş hareketlerini yine nedeni olduğu askeri darbelerle önlemeye çalışmıştır. Türkiye sol hareketlerini tasfiye ettiği ve tam da “artık bu iş bitti” denildiği 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında, Kürdistan’da PKK’nin 1984 yılında silahlı mücadeleye başladığını ilan etmesi, CHP’nin diğer bir ifade ile TC devletinin, Cumhuriyet tarihi boyunca sürdürdüğü inkar ve katliam politikasının çökmesi anlamına gelmekteydi. İttihat Terakki zihniyeti tekrar görev başındaydı, “PKK’nin başlattığı son isyan bastırılmalıydı.” Tarih tekerrürden ibaretti. Fakat bu sefer Kürtler için tarih tekerrür etmeyecekti. Kürtlere karşı geçmişte kullanılan katliam politikaları güncelleştirilerek uygulamaya sokuldu. OHAL, koruculuk, özel ordular, Hizbullah, kont-gerilla, köy boşaltmalar gibi birçok yöntem PKK’ye karşı kullanıldı.
Kürdistan’da katliam politikalarını yürüten iktidardaki ANAP partisine CHP’nin devamı olan SODEP daha sonra SHP muhalefet partisi olarak destek veriyordu. Kürdistan’da mücadelenin yükseldiği, halk serhildanların başladığı 1991 yılında, Süleyman Demirel’in genel başkanı olduğu DYP ile Deniz Baykal’ında içinde olduğu Erdal İnönü’nün SHP’sinin oluşturduğu DYP-SHP koalisyon hükümeti iktidara gelmişti. 1991–93 yılları Kürdistan’da savaşın en çok şiddetlendiği dönemler olmuştur.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 1993 yılı içerisinde barış girişimleri, top yekûn imhayı esas alan yeni bir konseptin iş başına gelmesiyle ortadan kalktı. Barış çabaları olan Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın zehirlenerek öldürülmesi ardından ABD’den icazet alarak Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel, genelkurmay başkanlığına getirilen Doğan Güreş ile birlikte daha sonra CIA ajanı olduğu ortaya çıkan Tansu Çiller’in genel başkan yapıldığı DYP ile SHP’nin özel savaş hükümeti, tasfiye konseptinin uygulayıcıları olarak görev başına getirildiler.
Özel savaş hükümeti PKK ve Kürtleri tasfiye etmek amacıyla Kürdistan’a yönelik yeni bir işgal harekatı başlattı. 50 bin kişilik ordularla Kürdistan dağlarında PKK gerillaları arandı. Binlerce köy boşaltıldı. 30 bine yakın insan TC devletinin kont-gerilla çeteleri tarafından katledilirken on binlerce Kürt’te cezaevlerine dolduruldu. Mecliste bulunan DEP milletvekilleri tutuklanarak cezaevine atıldı.
Kürtlere karşı top yekûn savaşın sürdürüldüğü 1995 yılında SHP’nin kendini fesh ederek, yıllardır arka planda tutulan ve bugün Ergenekon olarak bahsedilen Türkiye Gladio’sunun eski aktörü Deniz Baykal’ın genel başkan seçtirildiği CHP ile birleşmesi ardından DYP-CHP savaş hükümeti görevine kaldığı yerden devam etti. Deniz Baykal ve CHP yıllardan sonra yine iktidardaydı. CHP’nin iktidarda kalabilmesi ancak PKK ve Kürtlerin tasfiyesinden geçiyordu.
PKK’ye karşı yürütülen top yekûn tasfiye konseptinde başarı sağlanamadı. PKK’nin tasfiyesi için oluşturulan CHP’nin özel savaş hükümeti de tasfiye oldu. Deniz Baykal, kendisine verilen görevi başaramadı. Fakat tasfiye konsepti bir devlet politikası olduğu için hangi partinin iktidarda olması çok önemli değildi. PKK ve Kürtler konusunda bütün partiler aynı görüşteydi.
CHP, mecliste veya meclis dışında kaldığı dönemlerde de PKK ve Kürtlerin tasfiye edilmesi konusundaki düşüncesini korudu. İktidar partilerine bu konuda her türlü desteği verdi. AKP hükümetinin PKK’ye karşı daha sert önlemler alması için sergilediği muhalefetle baskı oluşturdu. Katliam politikasını uyguladığı sürece AKP’ye her türlü desteği vereceğini açıkladı. Dersim ve Şeyh Sait isyanlarının bastırılmasında kullanılan yöntemleri örnek gösterdi. Top yekûn imha konseptinin sürdürülmesi gerektiğini sürekli dile getirdi.
Dün CHP’nin kurucuları aynı zamanda İttihat Terakki üyeleri Enver, Talat, Cemal paşalar, İsmet İnönü, Şükrü Kaya, Fevzi Çakmak ve Fethi Okyar gibileri bugün de Deniz Baykal, Onur Öymen, dönme-devşirme Kemal Kılıçdaroğlu gibileri hep sahnede oldu. Sadece figüranlar değişti. O günden bugüne CHP’nin Kürtler konusundaki katliam mantığı hiç değişmedi.
CHP gibi diğer partilerin varlık gerekçesi Kürtler olunca, gelişen Kürt özgürlük mücadelesi karşısında bu partiler de tarihin karanlığında ait oldukları son ile karşılaşacaklarıdır. Tasfiye her parti için kaçınılmaz bir gerçekliktir. Her iktidara gelen parti ve onun genel başkanı, cumhurbaşkanı, genelkurmay başkanı, “PKK’yi tasfiye edeceğiz” sözüyle göreve getirilmişler fakat 30 yıllık mücadele içinde onlarcası bu şekilde tasfiye olmuşlardır.
Bu durumu, TC devleti tarafından katledilen Ape Musa’nın, “öldükçe çoğalıyor adamlar, ben tükenmekteyim öldürdükçe” sözünü en güzel biçimde ifade etmektedir.
Yasin Kılıçkaya