30 Kasım 2011 Çarşamba

Erdoğan Demagojide Fark Atıyor

Cahit Mervan


Bundan günler, aylar, yıllar önceydi. Adolf Hitler’in iktidara geldiği ilk aylardı. 27 Şubat 1933’te Almanya parlamentosu kundaklandı. İnsanlık tarihinin gelmiş geçmiş en derin komplolarından biri olan bu yangın sonucu Naziler muhaliflerine karşı cadı avı başlattılar. Aralarında milletvekillerinin de olduğu binlerce insan tutuklandı. İnsanlar sokak ortalarında infaz edildi.

O dönemin uluslararası sosyalist hareketin önderlerinden Georgi Dimitrow’da zanlı olarak yakalandı ve düzmece bir mahkemede yargılandı.

Halbuki Hitler iktidara gelmeden önce bol bol eşitlik, kardeşlik ve demokrasi nutukları atmış, hatta partisinin ön ekine ‘sosyalist’ kelimesini dahi yerleştirmiş bir liderdi.

Hitler’in nasyonal sosyalist partisi tıpkı AKP gibi kitle desteğini alarak iktidara geldi. İktidara gelmeden ve iktidara yerleştikten sonra kara propagandayı, yalan ve demagojiyi en güçlü silah olarak kullandı. Hitler’în propaganda bakanı Goebbels boşuna ‘büyük yalan atın, mutlaka bir inanan çıkar’ demiyordu.

Hitler’in yalan propagandası sonucu hipnotize olmuş kitleleri, yalan ve demagojiden kurtarmak beklide en önemli işti. Reichstag yangını dolayısıyla düzmece delillerle yargılanan Dimitrow’da mahkemede faşizmin özelliklerini sayarken onun nasıl demagoji ürettiğine dikkat çekiyor ve faşizm “Kötülük ve iki yüzlülükte burjuva gericiliğinin bütün diğer çeşitlerini gölgede bırakır’ diyordu.

Elbette ki Dimotrow yıllar sonra adı ‘ak’, ama niyeti kirli olan, tıpkı kendisinden önceki bütün diktatörler gibi en çok ‘eşitlik, demokrasi ve değişim’ sloganlarını kullanarak iktidara gelecek olan bir AKP’den ve onun megaloman, ırkçı ve tekçi lideri Tayyip Erdoğan’dan habersizdi. Ama onun faşizm konusunda yaptığı tespitler kalıcıydı. Evrenseldi. İşte bu nedenle Dimitrow’un ‘iki yüzlülükte gericiliğin bütün diğer çeşitlerini gölgede bırakır’ dediği şey tamda bugünün Türkiye’sinde iktidardaydı.

Bunun böyle olduğuna hala inanmayanlar Gülen hareketinin tetikçilerinden ve en düşük kalitede yalan atan Sabah gazetesinin bugün ki manşetine bakabilirler.

Sabah bugün ‘KCK demokrasiye en büyük tehdit’ manşetiyle çıkmış. ‘Günün haberi’ olarak manşete çektiği sözler Tayyip Erdoğan’a ait. Erdoğan dün bu sözleri, Hitler’in propaganda bakanı Goebbels’in ‘büyük yalan atın, mutlaka bir inanan çıkar’ yalan tekniğine uygun olarak ‘ulusa sesleniş’ konuşmasında sarf etti.

Daha çok demokrasi dışı rejimlerin hakım olduğu ülkelerde, diktatörlerin ‘ulusa sesleniş’ adı altında yaptığı konuşmaların bir benzerini yapan Türk başbakanı Erdoğan, Kürdistan Özgürlük hareketini gözden düşürmek için demagoji de zirve yaptı. Yürüttüğü askeri-siyasi, kültürel ve her türlü soykırım ve Kürt düşmanı operasyonları haklı çıkarmak için Dimitrow’un dediği gibi ‘kötülük ve iki yüzlükte gericiliğin diğer bütün çeşitlerini gölgede’ bıraktı.

Sabah gazetesinin manşete çektiği bu demagojiye göre; KCK demokrasinin önünde en büyük tehditmiş! KCK devlete paralel örgütlenme girişimiymiş! KCK operasyonları ifade özgürlüğünün sınırlarında değilmiş! Avukat kisvesi altında teröre lojistik destek sağlanıyormuş! KCK operasyonlarını eleştirenler hükümete ve yargıya büyük haksızlık yapıyormuş! Dahası Erdoğan’a göre KCK ‘bölge insanına’ zülüm ediyormuş, faşizm uyguluyormuş!

Yalancı Sabah gazetesi birde bu manşetin yanına Erdoğan’ın ‘çocukta olsa kadında olsa gereğini yapacağız’ talimatından sonra öldürülen onlarca Kürt çocuğunun resmini koysaydı. Belki hepsini değil ama en son 21 Ağustos günü Türk savaş uçaklarının bombalamasında ailesiyle birlikte katledilen altı aylık Solin bebeğin resmini koysaydı bari.

Veya Sabah gazetesi Kazan vadisinde Kürt gerillalarının uluslararası sözleşmelerle yasaklanan hangi tür silahlarla katlettiğini yazsaydı. Günlerdir Malatya’da cenazelerini almayı bekleyen gerilla yakınlarının bir çift fotoğrafını bassaydı.

Erdoğan manşete çekmişken, Sabah gazetesi birde onun iktidarı döneminde kaç Kürdün öldürüldüğünü, kaç kürdün gözaltına alındığını, kaç Kürdün toplama kamplarına dönüşen cezaevlerine atıldığını, kaç evin basıldığına ilişkin küçücük, kutu içinde de olsa bir haberini yapsaydı bari. Veya ayaklarına ip bağlanarak sürüklenen ve Şemdinli kaymakamlığının önüne bırakılan iki gerillanın resmini Erdoğan’ın resmiyle bassaydı.

İşte o zaman demagoji ve yalan yerine gerçekler anlaşılmış olurdu. Kimin demokrasi düşmanı olduğu, kimin halklara karşı suç işlediği ve kimin kelimenin gerçek anlamında faşist olduğu anlaşılmış olurdu.

Ne diyordu Dimitrow? Faşizm, ‘Kötülük ve iki yüzlülükte burjuva gericiliğinin bütün diğer çeşitlerini gölgede bırakır’ diyordu. Allah Kürtleri, Kürt Özgürlük Hareketi’ni ve tüm insanlığı Erdoğan gibi liderlerin kuru iftira, kötülük ve iki yüzlüğünden korusun.

Karayılan: Devlet Bize 10'a Yakın Mektup Getirdi

Behdinan - KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Öcalan’ın avukatları aracılığıyla talimat verdiği ve avukatların kuryelik yaptığı iddialarını yalanlayarak, “Şimdi yanımızda Önder Apo’nun bizzat kendi eliyle yazılmış olan 10’a yakın mektubu vardır. Fakat bu mektupların hiçbirisi de bu avukatlar tarafından bize ulaştırılmış değildir. Hepsi, bizzat devletin heyeti tarafından bize ulaştırılmış mektuplardır” dedi. Karayılan, ateşkes iddiaları konusunda ise “Ne olacaksa karşılıklı olmak zorunda; bizden yana artık tek taraflı adımlara yer yoktur. Bunu açık söylüyoruz” diye belirtti.


ANF’nin sorularını yanıtlayan KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, dalga dalga yayılan KCK operasyonları, avukatların tutuklanması, savcıların suçlamaları, ateşkes iddiaları ve PKK/İmralı-Devlet/Hükümet görüşmeleri konusunda önemli açıklamalarda bulundu. Karayılan, devlet heyetinin kendilerine ulaştırdığı mektuplardan bahsederken, 2006 yılındaki gizemli bir görüşmeye de dikkat çekti.

AKP HÜKÜMETİ VE FETULLAH GÜLEN CEMAATİ'NİN AMACI ÇAĞDAŞ KÜRT İSYANINI BASTIRMAKTIR
* KCK adı altında tutuklama operasyonları Kocaeli’den Şırnak’a kadar dalga dalga yayılıyor. Öcalan’ın avukatlarının tutuklanmasıyla birlikte süreç nereye doğru gidiyor? Hükümetin amacı ne?

Öncelikle bugün 29 Kasım günüdür. 29 Kasım 2004 tarihinde hareketimizin yönetim üyesi olan Şilan Kobani arkadaşla birlikte Fuat, Cemil, Zekeriya ve Ciwan arkadaşlar, Musul’da alçakça bir komployla şehit edildiler. Bu değerli arkadaşlar şahsında tüm Kürdistan devrim şehitlerini anarak, onların mücadele ruhunu ve anılarını yaşatma sözüyle sorularınıza cevap vermek istiyorum.

Hükümetin amacı çağdaş Kürt isyanını, Kürt halkının başlattığı demokrasi ve özgürlük hareketini bastırmaktır. Bunu sadece çekirdek kadro, militan kesimlere yönelerek değil, özgürlükten yana olan, özgür Kürt çizgisini savunan halktan bütün kesimleri hedefleyerek gerçekleştirmek istemektedir. Bu anlamda yürütülen konsept, özgür Kürt çizgisinde duran herkesi hedefleyen, hatta onu destekleyen dostlarını da kapsamına alan bir konsepttir. Çünkü amacı toplumun kolunu-kanadını kırmak, onu sindirmek, etkisiz kılıp teslim almaktır. Aslında Türk sömürgeciliği baştan beri uyguladığı bütün politikalarda bunu amaçlamıştı. Yani Kürt toplumunu sindirmek tarihin her aşamasında Türk devletinin ana amacı olmuştur. Ancak son otuz yılda gelişen Kürt Özgürlük Hareketi karşısında Türk sömürgeciliği başarılı olmadı; yürüttüğü politika ve tüm şiddet yöntemleri iflas etti. Şimdi iktidara gelen yeni bir anlayış söz konusu.

AKP-CEMAAT ANLAYIŞI

AKP-Cemaat anlayışı, mevcut durumda iktidara ve devlete egemen olmuş durumda. Bunlar, “geçmişte Kemalist iktidarlar başarılı olamadılar. Çünkü onlar tüm Kürtleri hedeflediler. Din olgusunu kullanmadılar. Yöntemleri yanlıştı. Bunun için başarılı olmadılar. Fakat biz daha farklı yöntemleri, sonuç alıcı yöntemleri kullanarak, başarılı olacağız” demektedirler. Kürt toplumunu tümden reddetme değil, varlığını kabul edip, bir tebaa olarak Türk milletleşmesine dahil etmek, bu temelde tüm Kürtleri hedeflememek; bir kısmını din yoluyla etkilemek, diğer bir kısmını değişik politikalarla, maddi çıkarlarla devletin yanına çekmek; geride kalan-direnen kesimi de faşizan uygulamalarla, tutuklamalarla sindirme ve profesyonel imha etme yöntemleriyle, gelişmiş teknolojiyle yok edip, sonuç almayı hedeflemektedirler. Yani bunların iddiası ve amacı budur. Onlara göre Kemalistler başarılı olamadı, şimdi onların yerine geçen Yeşil Ergenekon bu çeşit yöntemleri kullanarak ve bazı işbirlikçi Kürt kesimlerini de öne çıkararak sonuç alabileceğini hesaplamaktadır.

Esas anlayışı ve Kürt sorununa yaklaşımı bu eksende olduğu için, bizim ve Önder Apo’nun tüm barışçıl çabaları aslında bu sömürgeci zihniyete çarparak geri dönmüştür. Hatta öyle ki, ilk iki yıl dolaylı, son üç yıl direkt olarak görüşmeler sürdürülmesine rağmen bu duvar herhangi bir biçimde aşılamamıştır.  


Eğer işbirlikçi, kendinden vazgeçen, Türk millet eksenine girmeyi kabul eden, bu biçimde bir Kürt olmayı kendine yediren bir duruş olsa, buna dayanarak Kürt sorununu bertaraf etmeyi önüne koymuşlardı. Fakat görüşme süreci içerisinde karşısında kimlikli, ciddi, ilkeli bir duruşu görünce, Kürt halkının halk olmaktan kaynaklı haklarında ısrar eden, bundan vazgeçmeyen bir Önderlik duruşu sergilendiğini ve aynı duruşun örgüt tarafından da esas alındığını görünce tutum değişikliğine gitmişlerdir.

PROTOKOLLERDEN SONRA ERDOĞAN’IN TUTUMU DAHA FAZLA DEĞİŞTİ

Özellikle de Önder Apo şimdiye kadar sürdürülen tüm görüşmelerin bir sonucu ve sentezi olarak, “Kürt sorununun çözümünün çerçevesi budur” diye protokolleri sunduktan sonra AKP ve Erdoğan’ın tutumu daha fazla farklılaşmış, özellikle Kürt siyaseti tarafından Özerkliğin ilan edilmesiyle birlikte tavır alma ve şiddet yöntemlerine yönelmede daha da keskinleşmiştir. Yani buradan şu anlaşılıyor: Onların aradığı, teslim olmaya yatkın bir Kürt duruşudur. Bunu Önderlikten ve hareketten görmeyince, hareketi tasfiye etmek, böylece Önderliği güçsüz bırakmak, bu biçimde kendi çözüm tarzını dayatmak; kabul edilmezse de bazı işbirlikçi Kürtlerle birlikte tek taraflı olarak sorunu çözmüş saymayı önüne koymuş bulunmaktadır. Bunun için de her türlü yöntemi kullanarak toplumu etkisiz-güçsüz kılmayı ve sindirmeyi hedeflemektedir.

Bu politikaya sahip olan AKP başlangıçta Önderliksiz ve PKK’siz bir biçimde bu sorunu nasıl çözerim arayışına girdi. Bunda sonuç almayınca Önderlik ve PKK’yi kendi çizgisine çekmeye çalıştı. Bu nedenle çözümde Önderlik bir eksen olarak alındı. Hatırlanırsa basın-yayın çevrelerinin Önderliği olumlu, hareketi de daha fazla sertlik yanlısı gösteren tutumları söz konusuydu. Fakat ne zaman ki Önderlik tarafından protokoller sunuldu, Önderliğin öyle taviz vermeyeceği, yine çok ilkeli ve kararlı bir duruşa sahip olduğu görülünce bu kez yeniden Önderliği aşma çabasına giriştiler.
ÖCALAN’A KARŞI BİR SAVAŞ BAŞLATTILAR


Bunun için Önderliğe karşı bir savaş başlattılar. Aslında bu KCK adı altındaki operasyonlar Önderlik çizgisine karşı geliştirilen operasyonlar olmaktadır. Gerçekte KCK, Önderlik tarafından geliştirilmiş, devlet olmayan bir toplum modeli olan bir tasarım, bir sistemdir; bir örgüt değil ki üyeleri olsun. Kim, nerede bir KCK üyesinin olduğunu ispatlayabilir ki? Öyle bir şey yok. Çünkü bir örgüt değil. Nasıl ki bir sistem olarak var olan sosyalizm gerçeğine dayanarak herhangi bir kimseyi “sosyalizmin üyesisin” diyerek Türkiye’de yargılayamazsan, aynı şekilde “KCK üyesisin” diye de kimseyi yargılayamazsın. Ama bunların esas hedefi Önderlik olduğu için, Önderliğin bir sistemi olan KCK’yi hedeflemektedirler. Amaçları Önderliği güçsüz bırakmak, etkisiz kılmak, önderlik çizgisini tasfiye ederek toplumla tüm bağlarını kesmektir.

AKP
HÜKÜMETİ TÜM DİYALOG KÖPRÜLERİNİ ATTI

En son Önder Apo’nun avukatlarına yönelmiş olmaları, artık tüm diyalog köprülerini söküp atmak anlamına gelmektedir. Bizim açımızdan Önderlikle diyalog olmadan, Önderlik üzerinden süreç gelişmeden çözümün herhangi bir biçimde gelişmesi mümkün değildir. Bunu Türk devleti de iyi bilmektedir. Belli ki Türk devleti AKP’nin öncülüğünde artık stratejik bir karar almış bulunuyor. Bir kararlaşmayı yaşamıştır; bu kararlaşma, Kürt Özgürlük Hareketi’ni-Kürtleri tanımadan sorunu çözmeyi önüne koyan bir kararlaşmadır. Bu çok tehlikeli, çok ciddi bir imha anlayışının söz konusu olduğunu göstermektedir. Bu anlayış direnen tüm Kürtleri, teslim olmayan bütün Kürtleri ezmeyi önüne koyuyor. Tamam, belki Dersim’deki gibi teslim olmuş olan aşiretler dahil herkesi hedeflemeyebilir; teslim olmuş olanları yanına çekmek istiyor. Zaten “o zaman Kemalist devlet hata yaptı; teslim olmuş aşiretleri de kırımdan geçirip, sürgün ettiler. Biz böyle yapmayacağız” diyorlar. “Biz teslim olmuş olanları yanımıza alacağız, direnenleri ezeceğiz, o biçimde sonuca gideceğiz” demektedirler. Bu çok tehlikeli, katliamcı; ateşle oynayan faşist bir zihniyete sahip, ırkçı-sömürgeci bir anlayıştır. Özellikle toplumun tüm kesimlerini hedefleyerek, akademisyenleri, siyasetçileri, eğitimcileri, köylüleri, işadamlarını, giderek hukuk çevrelerini yani Kürt toplumunun sosyalitesine yönelme söz konusudur. Ekonomisine, siyasetine, varlığına yönelme söz konusudur. Amaç, Kürt toplumunu güçsüz bırakmak, etkisiz kılmak ve böylece bir parandaya dönüştürmek; ona-buna yamalanabilecek, kapıda bekçilik yapabilecek bir konuma getirmektir.

TOPYEKUN BİR YÖNELİM VAR

Bu nedenle topyekun bir yönelim söz konusudur. Bu topyekun yönelimin zirvesi Önderlik avukatları olmaktadır. Bununla artık kesinleşen bir saldırı dalgasını bu biçimde yürüttüklerini ortaya koymuşlardır. Açık ki, bu, devletin en üstten almış olduğu bir karardır. Yoksa tüm köprüleri uçuran, hatta kendi hukuklarını da ayaklar altına alarak, Önderliğin avukatlarına bu biçimde yönelme olmazdı. Bu, tasfiye ve imhada ne kadar gözü kara bir biçimde davranacaklarını göstermektedir.

90’LAR İLE BUGÜN ARASINDA SADECE YÖNTEM FARKI VAR


Tabii ki, ancak ve ancak Kürt halkının her biçimde buna karşı direnmesi, bu gidişatı durdurabilir. Gelinen noktada dayattıkları, ‘ya teslim olacaksınız, ya da yok edilirsiniz’ anlayışıdır. Bu, eski politikaların farklı bir biçimde devam ettirilmesidir. Her ne kadar onlar, “yöntemde farklılık yapıyoruz, ‘90’lara dönmüyoruz” deseler de öyle değildir. Bırakalım ‘90’lı yılları, siz ‘38’lere döndünüz; ‘25’lere döndünüz.

Ama yöntem farklılıkları var: Diyelim ki ‘90’lı yıllarda sivil insanlara karşı yönelimde hem tutuklama hem de öldürme vardı. Şimdi sivil insanları tutuklama; gerillayı da en ahlaksız biçimlerde, uluslararası yasalar tarafından yasaklanmış silahlarla yok etme vardır. Daha kirli, daha alçakça, daha namertçe, hiçbir kanun-kural tanımayan, ahlaki değeri bulunmayan, hiçbir hukuk anlayışına dayanmayan bir biçimde bir savaşın pervasızca yürütülmesi durumu söz konusudur. Buna karşı elbette ki Özgürlük Hareketi’nin vereceği cevaplar olacaktır; Kürt halkının bir duruş biçimi gelişecektir. Bu tarihte, bu çağda Kürt halkının boynunu uzatıp, teslim olması asla söz konusu olmayacaktır.

TÜRKİYE’DE OTORİTER BİR SİSTEM OTURTULDU, ÖZEL YASALARA GEREK YOK
* 120 günü aşkın bir tecrit var ve daha da derinleştirilmek isteniyor. Özel yasalar çıkartılıyor. Hükümet, Cemaat ve yandaş basın tarafından Öcalan’ın avukatlar aracılığı ile savaşı ve örgütü yönettiği talimatları verdiği iddia ediliyor... AKP, tecridi derinleştirerek, operasyonlar ile Kürt siyasal kadrolarını adeta rehin alıp olası bir pazarlıkta koz olarak mı kullanmayı hesaplıyor bunları? Yoksa bu tümüyle bir ’tasfiye’ politikası mı?

Aslında özel yasalar çıkarmasına gerek yoktur. Ne de olsa Türkiye’de otoriter bir sistem oturtulmuş bulunuyor. Bu sistemin başı olan Başbakan’ın sözleri kanun yerine de geçebiliyor. Eğer böyle değil deniliyorsa, o zaman ben şunu sorarım: Şimdi Türkiye Cumhuriyeti yasalarına ve uluslararası yasalara göre tutuklu olan bir kişinin kendi aile ve avukatlarıyla görüşme hakkı yok mudur? Sınırlandırılmış da olsa Önder Apo için de belirlenmiş haklar vardır. 15 günde bir ailesiyle, haftada bir avukatlarıyla görüşme hakkı yok mudur? Vardır. Peki, neden dört ayı aşkın bir zamandır kimseyle görüştürülmüyor? Başbakan istediği için görüştürülmüyor. Yani demek ki yeri geldiğinde kendi hukuklarını da çiğniyorlar ve Başbakan’ın sözü kanun yerine geçebiliyor.  


Önderlik üzerindeki mevcut tecridin ne hukuki, ne de ahlaki bir temeli yoktur. Yani bir halkın önderini orada rehin gibi tutup, insani bir ilişkiyi de bu biçimde baskı aracı olarak kullanmanın ahlaki bir tarafı var mıdır? Psikolojik işkence uygulayarak sonuç almak istemek, bir halkın temel taleplerini bu biçimde en azından aşağıya çekmeye çalışmak, baskı ve şiddetle bunu yapmaya yönelmenin neresi hukuki, neresi ahlakidir? Açık ki AKP’nin ve Gülen Cemaati’nin yürüttükleri bu savaşta hiçbir ahlaki ve hukuki norma dikkat etme yoktur ama bunu uluslararası düzeyde savunmak için, kılıf olarak kullanmak için bazı yasaları da çıkarabilirler.

ELİMİZDE ÖCALAN’IN 10 MEKTUBU VAR, AVUKATLARIN HABERİ YOK, DEVLET GETİRDİ

“Avukatlar aracılığıyla savaşı ve örgütü yönetiyor, talimatları gönderiyor” deniliyor. Önderliğimiz, bulunduğu cezaevi koşullarında örgütü yönetme, örgüte talimat verme durumunun söz konusu olmadığını defalarca belirtmiştir. Bizim örgütümüzün kendi sistemi, kendi yönetimi zaten vardır. Talimatların ve mektupların gönderildiği iddia ediliyor. Şimdi yanımızda Önder Apo’nun bizzat kendi eliyle yazılmış olan 10’a yakın mektubu vardır. Fakat bu mektupların hiçbirisi de bu avukatlar tarafından bize ulaştırılmış değildir. Hepsi, bizzat devletin heyeti tarafından bize ulaştırılmış mektuplardır. Avukatların haberleri bile yoktur. Anladığım kadarıyla, ancak son dönemlerde avukatlar kendileri dışında farklı bir kanalın işlediğini sezdiler. Eğer kuryelikten bahsedilecekse, kuryeliği yapan devlet adına hareket eden heyettir. O zaman savcı gidip onları yargılayabilir. Bunu da yapamayacakları açık. Neden? Çünkü durum farklı bir şeydir. Burada hukuktan ziyade siyasal bir durum söz konusudur.

AVUKATLARIN BİZE İLETTİĞİ TEK BİR YAPRAK BİLE YOK

Şimdi ben bazı hassasiyetleri çok kurcalamak istemiyorum ama bu ne biçim devlet, buna anlam veremiyorum. Devletin, yaptığı işi, hiçbir etik kuralı tanımadan, kalkıp başka insanlara yüklemesi karşısında bunları söylemek zorunda kalıyorum. Önder Apo’dan bize avukatların ilettiği tek bir yaprak bile yoktur. Bir kere İmralı sisteminde avukatlar içeriden hiçbir şey alamıyor. Orada, kendi yazdıkları notları bile alamıyorlar. Kendi müvekkillerinin nelerden bahsettiğini daha sonradan yazıp, ailesine, yakınlarına iletmelerini de suç sayacaklarsa onu bilemem; gündeminin ne olduğunu, nelerden-nasıl bahsettiğini aktarmayı herhalde suç sayamazlar.
12 YIL NİYE MÜSAADE ETTİLER?

Eğer suç sayacaklarsa niye 12 yıl müsaade ettiler. Her şeyi devlette dinliyor ve kayıt altına alıyordu. Günlük olarak Adalet Bakanı’nın da konuşma kayıtlarını okuduğunu çok iyi biliyorum. Hatta bunun için çok pahalı teknikler de almışlardı. 12 yıldır kendilerinin de denetiminde yapılan bir işten kalkıp da başkalarını suçlamaları gülünç bir şeydir. Önderliğimizin savunmalarını devlet AİHM’ye veriyor ve AİHM yoluyla bize ulaşıyor. Mektupları da bizzat devlet heyeti getirip bize vermiştir. Avukatların bundan haberinin bile olduğunu sanmıyorum.

BAŞBAKAN HEDEF GÖSTERDİ, SENARYO TERTİPLENDİ

Şimdi kalkıp bu insanları tutuklamak, aslında artık diyalog köprülerini uçurmak demektir. Önce Başbakan hedef gösterdi. Sonra da bu senaryo tertiplendi. Şimdi Başbakan’a sormak gerekiyor: Siz bunu yeni mi öğrendiniz? Eğer bu suçsa, 12 yıldır işlenen bir suçtur. Siz neden bile bile insanların suç işlemesine göz yumdunuz? Suç olan bir şeye devlet olarak göz yummak, kendi başına suç değil midir? Açık ki burada düşüncesizce, hukuk hiçe sayılarak dokunulmaması gereken şeylere dokunulmaktadır. Savunma hakkına saldırı yapılmaktadır. En önemlisi de hem kendin imkan sunacaksın, kendin mektup getirip-götüreceksin, sonra da insanları tutup, “sen talimat götürüyorsun” diyeceksin. Bir devlet biraz ciddi olur. Bir devlet kendi kendisiyle bu kadar çelişebilir mi?

EYLÜL 2006’DA HÜKÜMET NASIL İMRALI’YA GİTTİ?

Peki, bir şey daha sorayım: 2006 yılının Eylül ayında, avukatların görüş günü olmayan bir Cumartesi günü siz devlet ve hükümet olarak, şimdi tutukladığınız avukatlardan birisini Önderlikle görüştürmek üzere İmralı’ya götürmediniz mi? Özel bir talimat ve uygulamayla Cumartesi günü söz konusu avukat gidip Önder Apo ile görüşüp, o görüşme sonuçlarını bize aktarmadı mı? Bunu siz sağlamadınız mı ve o görüşme sonucu 1 Ekim 2006’dan itibaren bir ateşkes süreci gerçekleşmedi mi? Gerçekleşti. Peki, siz o insanları ne yüzle tutukladınız, onu nasıl suçlayacaksınız? Bunu anlayamıyorum. Bu ona karşı yapılan bir kalleşliktir. Siz kendiniz onu gönderdiniz; şimdi de yok sen suç işlemişsin diye tutukluyorsunuz.

DÜNYANIN HİÇBİR YERİNDE BU KADAR AVUKAT TUTUKLANMADI

Dünyanın neresinde bir kerede 33 avukatın tutuklandığı görülmüştür? Bu, ilk kez Türkiye’de olan bir olaydır. Hitler Almanya’sında tutuklanmıştır ama hepsi öyle bir günde tutuklanmamışlardır. Dünyada ilk kez Türkiye’de 33 kişilik bir avukat grubu “siz müvekkilinizle görüşüp, örgüt üyesi olmuşsunuz” diye tutuklanmaktadır. Bunun tutarlı hiçbir tarafı yoktur. Savunulacak hiçbir mantığı yoktur. Olay açıktır. Bir Kürt hareketi var, bu Kürt hareketinin bir liderliği var. Siz çoğu zaman politik yaklaşıp, imkan sundunuz; bu insanlar da gidip geldiler, kendi mesleki görevleri çerçevesinde çalışma yürüterek, politik özelliği olan bir faaliyet yürütmüşlerdir. Kendiniz buna zemin sundunuz, şimdi de kalkıp bu insanları suçlamak ne demek? Esası bu değildir. Esası Önder Apo ile ilgili ne varsa hepsini hedeflemektir. Kürt halkının özgürlük taleplerini böylece bastırmayı ve Önder Apo ile halk arasındaki ilişkiyi koparmayı hedeflemektir. Devlet olarak Önder Apo’dan ve onun sözlerinden korkuyorsunuz. Eğer korkmuyorsanız bırakın konuşsun. Hani fikir özgürlüğü vardı, hani ‘herkes istediğini konuşabilir’ diyordunuz. Bırakalım konuşmayı siz konuşulan şeyleri bile suç olgusu haline getirip, binlerce insanı içeri atmış bulunuyorsunuz. Yani Önder Apo’ya karşı, onun sistemine, çizgisine karşı devletin sömürgeci amaçlarla yürüttüğü bir savaş var. Bu savaş çerçevesinde avukatlar tutuklanmışlardır. Bu, aynı zamanda savaşın gittikçe daha da derinleşmesi ve yaygınlaşması anlamına gelmektedir.

AİHM VE CPT NEDEN SESSİZ?

Bu tutuklamalarla aynı zamanda Önder Apo’nun en temel hakkı olan savunma hakkını da elinden almış bulunuyorlar. Şimdi AİHM’de davaları da var. Peki, avukatlar görevlerini nasıl icra edecekler? Açık ki hem Önderlik üzerinde yürütülen bu tecrit ve psikolojik işkence, yine avukatların tutuklanmış olmasında ilgili uluslararası kurumların da sorumluluğu vardır. Başta AİHM ve CPT olmak üzere uluslararası kurumların hiçbir ses çıkarmamaları onları da suç ortaklığı konumuna düşürüyor. Eğer AKP hükümeti bu kadar şımarıklaşmasaydı, uluslararası kuruluşların tutumlarından cesaret almasaydı, bu yönelimleri yapamazdı.

KÜRDİSTAN HALKI GEREKEN CEVABI VERECEKTİR

Önder Apo, bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak tutuklanmış, sıradan bir tutuklu değildir. Uluslararası güçler tarafından tutuklanarak, Türkiye’ye verilmiş bir halk önderliğidir. Sadece Türkiye’deki Kürtlerin önderliği değil, tüm Kürdistan halkının önderliğidir; siyasal bir aktördür. Şimdi kalkıp buna sıradan yaklaşmak, bütün hukuksal, insani haklarını elinden almaya çalışmak, uluslararası yasaları çiğnemek değil midir? O zaman bu uluslararası kurumlar neden sessiz kalmaktadır? Açık ki onlar da suç ortaklığı durumundadırlar. Onların da bunda sorumluluğu vardır. Başta CPT olmak üzere uluslararası kuruluşların Türk devletinin ve AKP hükümetinin Önder Apo’ya yönelik uygulamalarına suç ortaklığı vardır. Bu açıktır ve amaçları Kürt halkını başsız bırakmak, Özgürlük Hareketi’ni bu yolla daraltmak, Kürt halkının hassasiyetleriyle sonuna kadar oynayarak, onu rencide etmek, tahrik etmektir. Aslında bu saldırıların bu dozajda pervasızlaşmasının bir nedeni de provokatif bir ortam yaratmak, tahrik etmektir. Şimdi Kürdistan’ın çeşitli illerinde her gün tutuklamalar var. Bununla amaçladıkları var, aceleleri var. Burada konunun ciddiyetini görmek, çok tehlikeli bir kulvara doğru gittiğini görmek, dikkatli davranmak, boşa çıkarmak ve sonuçsuz bırakmak için gereken doğru mücadele yaklaşımını geliştirmek önem taşıyor. Kürdistan halkı bu saldırılar karşısında savunma hakkını kullanacak, gereken direnişi göstererek cevap verecektir. Bu süreçte doğacak sonuçlardan bu politikaları dayatan AKP zihniyeti sorumlu olacaktır.

Önder Apo’ya ve onun savunma hakkına, bu savunma hakkını kullanan avukatlarına yönelim aslında barışa yönelimdir. Açıkça stratejik bir savaşa yönelme tutumudur. Bu nedenle Kürdistan ve Türkiye’deki tüm savaşa karşı olan barış yanlısı çevrelerin AKP-Cemaat ikilisinin bu çılgınlığına karşı sessiz kalmaması gerekmektedir. Hem Kürdistan’dan hem Türkiye’den çeşitli çevrelerin geliştirdiği tutum elbette ki değerlidir ama özellikle avukat kurumlarının -gerek Baro, gerekse Çağdaş Hukukçular Derneği’nin- geliştirdiği tutum gerçekten anlamlı, barışa ve halkların kardeşliğine şans veren değerli tutumlardır.

KCK OPERASYONLARINI GÜLEN CEMAATİ AKP’YE ÖNERDİ
* Bazı çevreler operasyonların bizzat Gülen cemaati tarafından yapıldığını söylüyor. Cemaat ile hükümet arasında farklı bir politika var mı operasyonlar konusunda?

Bu konuda bize de ulaşan çeşitli bilgi ve duyumlar vardır. Gülen Cemaati’yle AKP’nin aynı şeyler olmadığını biliyoruz ama AKP, Gülen Cemaati’ne dayanarak devlete hakim olmayı esas almaktadır. Gülen Cemaati de AKP’ye dayanarak devlet içinde kendi sistemini kurmaktadır. Dolayısıyla Gülen Cemaati’nin inisiyatifinin etkili olduğu açık ve bu KCK adı altında yürütülen operasyonların da bu cemaat tarafından AKP’ye önerildiği, AKP’nin de onayladığı biçimindeki bazı bilgilere sahibiz. Cemaat’in çeşitli biçimlerde doğrudan bize yansıyan mesajları daha farklıdır. Bize farklı şeyler yansımışsa da esasında Gülen Cemaati’nin bu süreçte etkin bir rol oynadığı yönündeki kanaatler ön plandadır.

Esasta Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde Türkiye’de üç ana damar var idi. Bu üç ana damar da Cumhuriyet’in kuruluşunda rol üstlendi. Ancak 1924 Anayasası’ndan sonra bu üç ana damardan birisi -ulusalcı milliyetçiler diyebileceğimiz akım- devlete egemen oldu ve diğer iki ana kesimi Cumhuriyet’ten dışladı. Bunlar kimlerdi? Biri muhafazakar-milliyetçiler, diğeri de Kürtler ve solculardı. Solcuları ve Kürtleri 1925’te hedeflediler, ezdiler. Daha sonra muhafazakar milliyetçilere yönelerek, onları da Cumhuriyet’ten dıştaladılar. Onlara Kürtlere ve solculara olduğu kadar sert yönelmemiş olsalar da onlar da dıştalandı.

TAM BİR HAKİMİYET SAĞLAMAK İSTİYORLAR


Şimdi AKP ve Gülen Cemaati, muhafazakar milliyetçiliğin temsilcisi olarak bugün iktidara gelmiş bulunuyorlar. Devleti ele geçirdiler ve Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze kadar olan bütün süreci aslında eleştiriye tabi tutmak istiyorlar; fakat kaçak oynuyorlar. Bunu çok açık, çok net ifade etmeseler de özünde bu geçmiş uygulamaların birçoğunu sahiplenmiyor ve eleştirerek, kendi çizgisinin daha doğru olduğunu iddia ediyorlar. Ancak bu yeni iktidar anlayışı -milliyetçi-muhafazakar anlayış- Kürtler açısından milliyetçi-ulusalcı anlayıştan pek farklı olmadığını da ortaya koymuştur. Halbuki kendileri de dönem dönem bu devletin uygulamalarından dolayı mağdur hale gelmişlerdi. Ama şimdi kendileri iktidara geçtiler ve önlerine gelene yöneliyorlar. Esas aldıkları taktik, aktif olma, sürekli karşıtının üzerine giderek hakimiyet sağlamaktır. “Herkes önümde diz çöktü, siz de önümde diz çökeceksiniz” demektedir. Tam bir hakimiyet sağlamak istiyor. Kürtlerin buna karşı direneceği açıktır. Hem Türkiye sol demokratik çevrelerinin hem de Kürt halkının, iktidar yetmesi olan bu yeni anlayışın bu biçimde sınırsız bir tarzda yönelimi karşısında mücadele yürütmesi gerekiyor.

BEYAZ ERGENEKON İLE YEŞİL ERGENEKON ARASINDA CİDDİ FARKLAR YOK

Bizim açımızdan Beyaz Ergenekon ile Yeşil Ergenekon arasında bazı nüans farklılıkları olsa da, şimdi uygulamada görüyoruz ki çok ciddi bir farkları yoktur. Beyaz Ergenekon bize karşı yıllarca savaştı. En ahlaksız yöntemlerle saldırılar geliştirdi. O şimdi başarısız kaldı, sonuç alamadı. Yeşil Ergenekon, Beyaz Ergenekon’un ifade ettiği gibi “herkes Türk’tür” değil, “Kürtler de var, Araplar da var, Lazlar da, Abhazlar da, Çerkezler de, Türkler de var ama bunların hepsi Türk milleti içerisinde yer alan unsurlardır. Yani siz varsınız ama tebaamızsınız” hesabından hareketle bir farklılık arz ediyor. Aslında, “şimdiye kadar hiç kimsenin konuşamadığı şeyler bizim dönemimizde konuşuluyor, tabuları biz kırdık” demesinin nedeni budur.

BAYAZ TÜRKÇÜLÜK HERŞEYİ REDDEDİYORDU, YEŞİL TÜRKÇÜLÜK ‘HERŞEY BENİM’ DİYOR

Beyaz Türkçülük, her şeyi reddeden, ‘sadece ben varım’ diyen bir anlayışa sahipken, Yeşil Türkçülük de ‘her şey benim’ diyor ‘ama diğer kesimler de var, bunların hepsi benim tebaamdır’ diyor. Yoksa o da tekçi anlayışa sahiptir. Sonuç aynı kapıya çıkıyor; biz Kürtler açısından aynı kapıya çıkıyor. Ha beyaz Türkçülük, ha yeşil Türkçülük; ikisinin de Kürtlere karşı uyguladıkları, faşizmdir. Biz, sömürgeciliğin hep faşist yüzünü gördük. Bazı Kürt kesimleri belki “Kemalizm’e karşı olduğunu söyleyen Fethullah-AKP anlayışı iktidar oldu, Kürtlere de kol-kanat gerer ya da Kürt sorununu çözer” söylemlerine aldandılar ama şimdi anlaşıldı ki al birine, vur ötekine. Kürt sorununu çözme değil, Kürt sorununu çözme adı altında Kürt halkını beyaz katliama tabi tutma politikası vardır. Şimdi uygulanan şey bu olmaktadır. Bu açıdan hesaplaşma ciddi bir hesaplaşmadır. Tarihi temellere dayanan bir hesaplaşmadır. Aslında bizim, bu yeni iktidara gelmiş, Kemalizm’e karşı olduğunu söyleyen anlayışın Kürt sorununa doğru-gerçekçi yaklaşması halinde illa ‘bu anlayışa karşı mücadele edelim’ diye bir derdimiz yoktur. Biz, Kürt halkının temel haklarını inkar eden, Kürt toplumunu Türk devlet sistemi içerisinde köleleştirmeyi öngören ırkçı-milliyetçi-sömürgeci anlayışa karşı mücadele ediyoruz. Ama şimdi gördük ki yeni gelenler de Türk devletinin sömürgeci-milliyetçi çizgisini aynen yürütmekte ve bunu her gün Kürt toplumuna farklı bir dille ve farklı yol ve yöntemlerle de olsa dayatmaktadırlar.

Bu açıdan Cemaat’in rolü var mı, yok mu bu o kadar önemli değil. Anlayış ortadadır. Anlayış, en azından ikisinin de ortaklaştığı bir anlayış durumundadır ve bunun Kürdistan'daki mevcut sömürgeci sistemi yenileme, onu yeniden canlandırma, iflas etmiş-bitmiş sömürgeciliği bu biçimde yenileyerek, restore edip tekrardan hakim kılma çabasının olduğu görülmektedir.

BİZDEN YANA ARTIK TEK TARAFLI ADIMLARA YER YOK
* Başbakan Erdoğan geçenlerde, “PKK'nin silah bırakması durumunda çok ciddi gelişmeler olabileceğini” söyledi. Bu açıklama sizce ne anlama geliyor? Zira bugünlerde Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani de benzer bir koşulu gündemleştiriyor. Bu bağlamda, Talabani'nin, “Silahların bırakılması konusunda PKK'yi ikna ettim” açıklaması sizce ne anlama geliyor?

Türkiye’de Kürt sorunu güncel bir konu. Hemen herkes kendi açısından tartışıyor, fikir ileri sürüyor. Tartışmanın ve değişik fikir ortaya atmanın herhangi bir sakıncası yok. Fakat Başbakan Erdoğan’ın “PKK’nin silah bırakması durumunda çok ciddi gelişmeler olabileceği” sözü öteden beri Kürt halkına ve bize dayatılan bir şeydir. Yani “önce teslim ol, silah bırak; sonra ben merhametim ne kadar el verirse sana öyle yaklaşırım.” Bu açıdan bunun hiçbir yeri yoktur; bu, olması mümkün olmayan bir husustur. Ama Sayın Talabani, sanırım daha çok kendine göre bazı şartlara bağlayarak ifade ediyor. Ona bir şey demem; tartışılabilinir. Ne olacaksa karşılıklı olmak zorunda; bizden yana artık tek taraflı adımlara yer yoktur. Bunu açık söylüyoruz.

BARZANİ’NİN TÜRKİYE ZİYARETİNDEN SONRA BAZI GELİŞMELER OLABİLİRDİ AMA…

Son günlerde “görüşmeler var, çözüm olacak, vb.” bazı psikolojik savaş söylemleri de çeşitli basın-yayın organlarında servis ediliyor. AKP hükümeti, bu tür girişimlerle çözümün bütün zeminlerini ortadan kaldırıyor. Ne çözümü! Tek yol bırakıyor: Direnme yolu. Bir taraftan bu kadar saldırı varken, öbür taraftan çözümden bahsetmek gerçekle örtüşmüyor.

Örneğin; Federe Kürdistan Bölge Başkanı Sayın Mesut Barzani de Türkiye’ye gitti. Belli ki orada bir takım tartışmalar olmuş. Eğer süreç normal gitseydi Sayın Mesut Barzani’nin dönüşünden sonra belli bazı gelişmelerin yaşanması belki olası olurdu ama Erdoğan, Kürt heyetiyle -Sayın Mesut Barzani ile- her ne konuşmuşsa onu yolculadıktan sonra hem tehditler savurdu, hem de operasyonlara hız vererek özellikle de en son Önder Apo’nun avukatlarını da hedefleyerek yumuşamanın tüm zeminlerini tasfiye etti. Bu da AKP’nin niyetini açığa vuran bir durumdur. Bence Sayın Barzani, Sayın Talabani ve bütün gözlemci çevreler bunu iyi görmeli. Yani bir taraftan biz Kürtlere mesaj verilmekte; ‘silah bırakılırsa şu bu olur’ denilmekte, öbür taraftan da var gücüyle saldırılar geliştirilmektedir. Bütün Medya Savunma Alanlarına yüzlerce sorti yapılarak uçak saldırıları gerçekleştirildi; Önderlik avukatlarına saldırı oldu. Bunlar ne zaman oldu? Kürt heyetinin Türkiye’den dönüşü ardından oldu. Bu, “Siz Kürtler gidin, tartışın, danışın; PKK teslim oluyorsa olsun, yoksa ben hepinizi hedefleyeceğim” demektir. AKP’nin yaptıkları bu anlama geliyor.

HÜKÜMETİN KÜRTLERLE UZLAŞMA GİBİ BİR NİYETİ YOK

Türkiye kamuoyunun da bilmesi gerekiyor ki, AKP’nin saldırıları, yumuşamanın ortamını kaldırmıştır. Eğer öyle olmasaydı belki tartışmalarla bazı sonuçların ortaya çıkması mümkün olabilirdi ama Türk devletinin tek taraflı saldırısı -kaldı ki biz bu süreçte öyle çok kapsamlı bir eylem yapmadık- biçiminde süreç tırmandırıldı. Bu, Türk sömürgeciliğinin gerçek niyetini açığa vurmaktadır. Kürtlerle uzlaşmak, Kürtlerden özür dilemek, Kürtlerle bir arada yaşamanın eşit koşullarını yaratma niyetleri yoktur; baskı ve şiddetle teslim alma politikaları vardır. Bunun için Kürtleri aynı zamanda birbirine karşı kullanma taktikleri geliştirilmektedir. Yani bu konudaki politikaları çok açık. Bence herkes bunu görmelidir. Bütün ilgili çevrelerin bunu izlemekte olduğunu da düşünüyorum.

* Talabani'nin size atfen sözünü ettiği, “Genel af ve anayasal tarif” sorunun çözümünde temel eşiğin aşılmasına ne oranda katkı sunar?

Sayın Talabani’nin ifade ettiği o hususlar tartışmalar sonucunda kendisinin çıkarmış olduğu bir yorum olabilir. Biz doğrudan öyle bir şeyi ifade etmekten ziyade, soruna daha geniş bir çerçeveden yaklaşıyoruz. Yani Kürt sorununun çözümü ve silahların tümden devre dışı bırakılması için toplumsal bir uzlaşma projesinin uygulanmasına ihtiyaç vardır. Bunun anayasal boyutu, tutukluların özgürleştirilmesi kadar, ulusal haklar çerçevesindeki boyutları da vardır. Yani birçok boyut söz konusudur. Bunların hepsi tabii birbiriyle bağlantılıdır. Biz sorunun çözümünü daha geniş bir perspektifle bir toplumsal uzlaşma projesi olarak koyuyoruz. Bunu belki de kendisi öyle yorumlamıştır. Ben ona bir şey demem ama çözüm çerçevesini biz çok çeşitli vesilelerle ortaya koymaktayız. En son devlete sunduğumuz protokollerde de çözüm çerçevesi vardır. Tabii ‘her şey tek bir seferde, aynı anda olur’ diye bir şey yok. Bir süreçtir; önemli olan, gerçekten sorunları şiddetle değil diyalogla çözme çizgisine gelmedir. Bu konuda biz PKK olarak her zeminde tutumumuzu koyduk. Biz sorunu diyalog ve demokratik yöntemlerle çözmekten yanayız. Ancak öncelikle bu tutumun devlette de gelişmesi gerekmektedir. Belki de Sayın Talabani’nin “ikna ettim” dediği husus bu tutumumuzu görmüş olması olabilir.

ŞİDDETTE ISRAR EDEN TÜRK DEVLETİDİR

Ancak şiddette ısrar eden biz değiliz; Türk devletidir, AKP’dir. Özel ordusunu kuruyor, polisini donatıyor, ABD’den aldığı yüksek teknolojiye bel bağlıyor, “ya benim dediğimi kabul edersiniz ya da ben şiddetle sizi yok ederim. Belinizi kırarım, sizi öyle masaya getirim; ya da sizi dıştalar kendim yürürüm” diyor. Yani kaba güce ve şiddete dayanan AKP hükümetidir, Türk devletidir.

MEŞRU SAVUNMA HAKKI DÖNEMİ BİTMEDİ

Şimdi birçok lider (daha çok da Güneyli liderler) genellikle ‘silahlı mücadelenin dönemi bitmiştir, sorunların silahla çözülmesine inanmıyoruz’ demektedir. Bu konuda bizim bir itirazımız yok. Fakat hiç kimse “Meşru Savunma Hakkı dönemi geçmiştir” diyemez. Çağımızda ‘yaşam hakkı’ kadar kutsal olan diğer bir husus da ‘Meşru Savunma Hakkı’dır. Çünkü sen Meşru Savunma Hakkı’yla yaşam olanaklarını yaratabiliyorsun. Bizim de silaha başvurmamız tamamen Meşru Savunma Hakkı çerçevesindedir. Niye? Karşımızda bir askeri güç var, büyük bir ordu var; tekniği var ve bizi yok etmek istiyor. Biz ona karşı direniyoruz, direnirken de tabii eylem yapıyoruz. Savunma, öyle pasif olarak mevzisinde çakılma değildir. Bizim 2004’ten bu yana yürüttüğümüz mücadele, Meşru Savunma Hakkı çerçevesindeki bir mücadeledir. Yoksa biz de “silahlı mücadeleyle nihai sonucu elde edeceğiz; eskiden olduğu gibi silahlı mücadeleyi sürdürüyoruz” gibi bir şey söylemiyoruz. Ama diyelim, nasıl ki bugün Güney Kürdistan’da peşmergenin varlığı kesin gerekli bir husustur; bugünkü koşullarda Kürdistan gerillasının da Kuzey’de varlığı kesin gereklidir. Ama ne zaman ki bu sorun çözüldüğünde, Kürt halkının güvenliği anayasal düzeyde teminat altına alındığında buna gerek olmayabilir; fakat şimdi bir gerekliliktir. Gerilla arazide, onlar da saldırıyor, savaş durumu böyle gelişiyor. Yani biz savaşı geliştiren taraf değiliz. Bu gerçeği biz bir türlü tam olarak aslında ifade edemedik. Bu konuda bizim kendimizi ifade etme yetersizliğimiz de olsa, esas olarak Türk devletinin büyük medya gücüne, diplomatik olanaklarına dayanarak, olan bir şeyi olmamış gibi gösterme, olmayan bir şeyi de olmuş gibi gösterme becerisinin rolü fazladır.

DİRENECEĞİZ

Bizim kitlemiz var, halkımız var. Biz siyasal yöntemlerle, demokratik mücadele yöntemleriyle güç olduğumuzu ortaya koymuş bir hareketiz. Ama o şimdi hem kitleye yönelmekte, çocuklara karşı yeni yasalar çıkarmakta, her bir şeyiyle Kürt halkına karşı bir yönelim konumuna geçmiş bulunmaktadır. Sorunun esas kaynağı burasıdır. Yani Türk devletinin kendi askeri gücüne dayanarak Kürt halkını teslim alma amacı, hizaya çekme tutumu, işte “biz devletiz herkes bize boyun eğmek zorunda” diyerek yönelmesi, çatışmaya yol açmaktadır. Devletin kendini savuma hakkı varsa, muhalefet olan bir gücün ve bir insanın da kendini savunma hakkı vardır! Devlete karşı da olsa bir insanın devletin kontra ve terör uygulayan güçlerine karşı kendini savunma hakkı vardır ve Türk devleti Kürdistan’da bugün bir terör uygulamaktadır. Hem uluslararası yasalara aykırı silahlar kullanmakta, hem de uluslararası yasaları, insan hakları hukukunu ayaklar altına alarak Kürt halkına karşı, Kürt gençliğine ve Kürt kadınına karşı devlet terörünü uygulamaktadır. Biz buna karşı direneceğiz, bu direniş kutsal bir direniştir ve bizi başarıya taşımada temel bir duruş biçimidir.

ANF NEWS AGENCY