Bundan günler, aylar, yıllar önceydi. Adolf Hitler’in iktidara
geldiği ilk aylardı. 27 Şubat 1933’te Almanya parlamentosu kundaklandı.
İnsanlık tarihinin gelmiş geçmiş en derin komplolarından biri olan bu
yangın sonucu Naziler muhaliflerine karşı cadı avı başlattılar.
Aralarında milletvekillerinin de olduğu binlerce insan tutuklandı.
İnsanlar sokak ortalarında infaz edildi.
O dönemin uluslararası
sosyalist hareketin önderlerinden Georgi Dimitrow’da zanlı olarak
yakalandı ve düzmece bir mahkemede yargılandı.
Halbuki Hitler
iktidara gelmeden önce bol bol eşitlik, kardeşlik ve demokrasi nutukları
atmış, hatta partisinin ön ekine ‘sosyalist’ kelimesini dahi
yerleştirmiş bir liderdi.
Hitler’in nasyonal sosyalist partisi
tıpkı AKP gibi kitle desteğini alarak iktidara geldi. İktidara gelmeden
ve iktidara yerleştikten sonra kara propagandayı, yalan ve demagojiyi en
güçlü silah olarak kullandı. Hitler’în propaganda bakanı Goebbels
boşuna ‘büyük yalan atın, mutlaka bir inanan çıkar’ demiyordu.
Hitler’in
yalan propagandası sonucu hipnotize olmuş kitleleri, yalan ve
demagojiden kurtarmak beklide en önemli işti. Reichstag yangını
dolayısıyla düzmece delillerle yargılanan Dimitrow’da mahkemede faşizmin
özelliklerini sayarken onun nasıl demagoji ürettiğine dikkat çekiyor ve
faşizm “Kötülük ve iki yüzlülükte burjuva gericiliğinin bütün diğer
çeşitlerini gölgede bırakır’ diyordu.
Elbette ki Dimotrow yıllar
sonra adı ‘ak’, ama niyeti kirli olan, tıpkı kendisinden önceki bütün
diktatörler gibi en çok ‘eşitlik, demokrasi ve değişim’ sloganlarını
kullanarak iktidara gelecek olan bir AKP’den ve onun megaloman, ırkçı ve
tekçi lideri Tayyip Erdoğan’dan habersizdi. Ama onun faşizm konusunda
yaptığı tespitler kalıcıydı. Evrenseldi. İşte bu nedenle Dimitrow’un
‘iki yüzlülükte gericiliğin bütün diğer çeşitlerini gölgede bırakır’
dediği şey tamda bugünün Türkiye’sinde iktidardaydı.
Bunun böyle
olduğuna hala inanmayanlar Gülen hareketinin tetikçilerinden ve en
düşük kalitede yalan atan Sabah gazetesinin bugün ki manşetine
bakabilirler.
Sabah bugün ‘KCK demokrasiye en büyük tehdit’
manşetiyle çıkmış. ‘Günün haberi’ olarak manşete çektiği sözler Tayyip
Erdoğan’a ait. Erdoğan dün bu sözleri, Hitler’in propaganda bakanı
Goebbels’in ‘büyük yalan atın, mutlaka bir inanan çıkar’ yalan tekniğine
uygun olarak ‘ulusa sesleniş’ konuşmasında sarf etti.
Daha çok
demokrasi dışı rejimlerin hakım olduğu ülkelerde, diktatörlerin ‘ulusa
sesleniş’ adı altında yaptığı konuşmaların bir benzerini yapan Türk
başbakanı Erdoğan, Kürdistan Özgürlük hareketini gözden düşürmek için
demagoji de zirve yaptı. Yürüttüğü askeri-siyasi, kültürel ve her türlü
soykırım ve Kürt düşmanı operasyonları haklı çıkarmak için Dimitrow’un
dediği gibi ‘kötülük ve iki yüzlükte gericiliğin diğer bütün çeşitlerini
gölgede’ bıraktı.
Sabah gazetesinin manşete çektiği bu
demagojiye göre; KCK demokrasinin önünde en büyük tehditmiş! KCK devlete
paralel örgütlenme girişimiymiş! KCK operasyonları ifade özgürlüğünün
sınırlarında değilmiş! Avukat kisvesi altında teröre lojistik destek
sağlanıyormuş! KCK operasyonlarını eleştirenler hükümete ve yargıya
büyük haksızlık yapıyormuş! Dahası Erdoğan’a göre KCK ‘bölge insanına’
zülüm ediyormuş, faşizm uyguluyormuş!
Yalancı Sabah gazetesi
birde bu manşetin yanına Erdoğan’ın ‘çocukta olsa kadında olsa gereğini
yapacağız’ talimatından sonra öldürülen onlarca Kürt çocuğunun resmini
koysaydı. Belki hepsini değil ama en son 21 Ağustos günü Türk savaş
uçaklarının bombalamasında ailesiyle birlikte katledilen altı aylık
Solin bebeğin resmini koysaydı bari.
Veya Sabah gazetesi Kazan
vadisinde Kürt gerillalarının uluslararası sözleşmelerle yasaklanan
hangi tür silahlarla katlettiğini yazsaydı. Günlerdir Malatya’da
cenazelerini almayı bekleyen gerilla yakınlarının bir çift fotoğrafını
bassaydı.
Erdoğan manşete çekmişken, Sabah gazetesi birde onun
iktidarı döneminde kaç Kürdün öldürüldüğünü, kaç kürdün gözaltına
alındığını, kaç Kürdün toplama kamplarına dönüşen cezaevlerine
atıldığını, kaç evin basıldığına ilişkin küçücük, kutu içinde de olsa
bir haberini yapsaydı bari. Veya ayaklarına ip bağlanarak sürüklenen ve
Şemdinli kaymakamlığının önüne bırakılan iki gerillanın resmini
Erdoğan’ın resmiyle bassaydı.
İşte o zaman demagoji ve yalan
yerine gerçekler anlaşılmış olurdu. Kimin demokrasi düşmanı olduğu,
kimin halklara karşı suç işlediği ve kimin kelimenin gerçek anlamında
faşist olduğu anlaşılmış olurdu.
Ne diyordu Dimitrow? Faşizm,
‘Kötülük ve iki yüzlülükte burjuva gericiliğinin bütün diğer çeşitlerini
gölgede bırakır’ diyordu. Allah Kürtleri, Kürt Özgürlük Hareketi’ni ve
tüm insanlığı Erdoğan gibi liderlerin kuru iftira, kötülük ve iki
yüzlüğünden korusun.
Behdinan -
KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Öcalan’ın avukatları
aracılığıyla talimat verdiği ve avukatların kuryelik yaptığı iddialarını
yalanlayarak, “Şimdi yanımızda Önder Apo’nun bizzat kendi eliyle
yazılmış olan 10’a yakın mektubu vardır. Fakat bu mektupların hiçbirisi
de bu avukatlar tarafından bize ulaştırılmış değildir. Hepsi, bizzat
devletin heyeti tarafından bize ulaştırılmış mektuplardır” dedi.
Karayılan, ateşkes iddiaları konusunda ise “Ne olacaksa karşılıklı
olmak zorunda; bizden yana artık tek taraflı adımlara yer yoktur. Bunu
açık söylüyoruz” diye belirtti.
ANF’nin sorularını yanıtlayan
KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, dalga dalga yayılan KCK
operasyonları, avukatların tutuklanması, savcıların suçlamaları, ateşkes
iddiaları ve PKK/İmralı-Devlet/Hükümet görüşmeleri konusunda önemli
açıklamalarda bulundu. Karayılan, devlet heyetinin kendilerine
ulaştırdığı mektuplardan bahsederken, 2006 yılındaki gizemli bir
görüşmeye de dikkat çekti.
AKP HÜKÜMETİ VE FETULLAH GÜLEN CEMAATİ'NİN AMACI ÇAĞDAŞ KÜRT İSYANINI BASTIRMAKTIR
*
KCK adı altında tutuklama operasyonları Kocaeli’den Şırnak’a kadar
dalga dalga yayılıyor. Öcalan’ın avukatlarının tutuklanmasıyla birlikte
süreç nereye doğru gidiyor? Hükümetin amacı ne?
Öncelikle
bugün 29 Kasım günüdür. 29 Kasım 2004 tarihinde hareketimizin yönetim
üyesi olan Şilan Kobani arkadaşla birlikte Fuat, Cemil, Zekeriya ve
Ciwan arkadaşlar, Musul’da alçakça bir komployla şehit edildiler. Bu
değerli arkadaşlar şahsında tüm Kürdistan devrim şehitlerini anarak,
onların mücadele ruhunu ve anılarını yaşatma sözüyle sorularınıza cevap
vermek istiyorum.
Hükümetin amacı çağdaş Kürt isyanını, Kürt
halkının başlattığı demokrasi ve özgürlük hareketini bastırmaktır. Bunu
sadece çekirdek kadro, militan kesimlere yönelerek değil, özgürlükten
yana olan, özgür Kürt çizgisini savunan halktan bütün kesimleri
hedefleyerek gerçekleştirmek istemektedir. Bu anlamda yürütülen konsept,
özgür Kürt çizgisinde duran herkesi hedefleyen, hatta onu destekleyen
dostlarını da kapsamına alan bir konsepttir. Çünkü amacı toplumun
kolunu-kanadını kırmak, onu sindirmek, etkisiz kılıp teslim almaktır.
Aslında Türk sömürgeciliği baştan beri uyguladığı bütün politikalarda
bunu amaçlamıştı. Yani Kürt toplumunu sindirmek tarihin her aşamasında
Türk devletinin ana amacı olmuştur. Ancak son otuz yılda gelişen Kürt
Özgürlük Hareketi karşısında Türk sömürgeciliği başarılı olmadı;
yürüttüğü politika ve tüm şiddet yöntemleri iflas etti. Şimdi iktidara
gelen yeni bir anlayış söz konusu.
AKP-CEMAAT ANLAYIŞI
AKP-Cemaat
anlayışı, mevcut durumda iktidara ve devlete egemen olmuş durumda.
Bunlar, “geçmişte Kemalist iktidarlar başarılı olamadılar. Çünkü onlar
tüm Kürtleri hedeflediler. Din olgusunu kullanmadılar. Yöntemleri
yanlıştı. Bunun için başarılı olmadılar. Fakat biz daha farklı
yöntemleri, sonuç alıcı yöntemleri kullanarak, başarılı olacağız”
demektedirler. Kürt toplumunu tümden reddetme değil, varlığını kabul
edip, bir tebaa olarak Türk milletleşmesine dahil etmek, bu temelde tüm
Kürtleri hedeflememek; bir kısmını din yoluyla etkilemek, diğer bir
kısmını değişik politikalarla, maddi çıkarlarla devletin yanına çekmek;
geride kalan-direnen kesimi de faşizan uygulamalarla, tutuklamalarla
sindirme ve profesyonel imha etme yöntemleriyle, gelişmiş teknolojiyle
yok edip, sonuç almayı hedeflemektedirler. Yani bunların iddiası ve
amacı budur. Onlara göre Kemalistler başarılı olamadı, şimdi onların
yerine geçen Yeşil Ergenekon bu çeşit yöntemleri kullanarak ve bazı
işbirlikçi Kürt kesimlerini de öne çıkararak sonuç alabileceğini
hesaplamaktadır.
Esas anlayışı ve Kürt sorununa yaklaşımı bu
eksende olduğu için, bizim ve Önder Apo’nun tüm barışçıl çabaları
aslında bu sömürgeci zihniyete çarparak geri dönmüştür. Hatta öyle ki,
ilk iki yıl dolaylı, son üç yıl direkt olarak görüşmeler sürdürülmesine
rağmen bu duvar herhangi bir biçimde aşılamamıştır.
Eğer işbirlikçi,
kendinden vazgeçen, Türk millet eksenine girmeyi kabul eden, bu biçimde
bir Kürt olmayı kendine yediren bir duruş olsa, buna dayanarak Kürt
sorununu bertaraf etmeyi önüne koymuşlardı. Fakat görüşme süreci
içerisinde karşısında kimlikli, ciddi, ilkeli bir duruşu görünce, Kürt
halkının halk olmaktan kaynaklı haklarında ısrar eden, bundan
vazgeçmeyen bir Önderlik duruşu sergilendiğini ve aynı duruşun örgüt
tarafından da esas alındığını görünce tutum değişikliğine gitmişlerdir.
PROTOKOLLERDEN SONRA ERDOĞAN’IN TUTUMU DAHA FAZLA DEĞİŞTİ
Özellikle
de Önder Apo şimdiye kadar sürdürülen tüm görüşmelerin bir sonucu ve
sentezi olarak, “Kürt sorununun çözümünün çerçevesi budur” diye
protokolleri sunduktan sonra AKP ve Erdoğan’ın tutumu daha fazla
farklılaşmış, özellikle Kürt siyaseti tarafından Özerkliğin ilan
edilmesiyle birlikte tavır alma ve şiddet yöntemlerine yönelmede daha da
keskinleşmiştir. Yani buradan şu anlaşılıyor: Onların aradığı, teslim
olmaya yatkın bir Kürt duruşudur. Bunu Önderlikten ve hareketten
görmeyince, hareketi tasfiye etmek, böylece Önderliği güçsüz bırakmak,
bu biçimde kendi çözüm tarzını dayatmak; kabul edilmezse de bazı
işbirlikçi Kürtlerle birlikte tek taraflı olarak sorunu çözmüş saymayı
önüne koymuş bulunmaktadır. Bunun için de her türlü yöntemi kullanarak
toplumu etkisiz-güçsüz kılmayı ve sindirmeyi hedeflemektedir.
Bu
politikaya sahip olan AKP başlangıçta Önderliksiz ve PKK’siz bir
biçimde bu sorunu nasıl çözerim arayışına girdi. Bunda sonuç almayınca
Önderlik ve PKK’yi kendi çizgisine çekmeye çalıştı. Bu nedenle çözümde
Önderlik bir eksen olarak alındı. Hatırlanırsa basın-yayın çevrelerinin
Önderliği olumlu, hareketi de daha fazla sertlik yanlısı gösteren
tutumları söz konusuydu. Fakat ne zaman ki Önderlik tarafından
protokoller sunuldu, Önderliğin öyle taviz vermeyeceği, yine çok ilkeli
ve kararlı bir duruşa sahip olduğu görülünce bu kez yeniden Önderliği
aşma çabasına giriştiler.
ÖCALAN’A KARŞI BİR SAVAŞ BAŞLATTILAR
Bunun
için Önderliğe karşı bir savaş başlattılar. Aslında bu KCK adı
altındaki operasyonlar Önderlik çizgisine karşı geliştirilen
operasyonlar olmaktadır. Gerçekte KCK, Önderlik tarafından
geliştirilmiş, devlet olmayan bir toplum modeli olan bir tasarım, bir
sistemdir; bir örgüt değil ki üyeleri olsun. Kim, nerede bir KCK
üyesinin olduğunu ispatlayabilir ki? Öyle bir şey yok. Çünkü bir örgüt
değil. Nasıl ki bir sistem olarak var olan sosyalizm gerçeğine dayanarak
herhangi bir kimseyi “sosyalizmin üyesisin” diyerek Türkiye’de
yargılayamazsan, aynı şekilde “KCK üyesisin” diye de kimseyi
yargılayamazsın. Ama bunların esas hedefi Önderlik olduğu için,
Önderliğin bir sistemi olan KCK’yi hedeflemektedirler. Amaçları
Önderliği güçsüz bırakmak, etkisiz kılmak, önderlik çizgisini tasfiye
ederek toplumla tüm bağlarını kesmektir.
AKP HÜKÜMETİ TÜM DİYALOG KÖPRÜLERİNİ ATTI
En
son Önder Apo’nun avukatlarına yönelmiş olmaları, artık tüm diyalog
köprülerini söküp atmak anlamına gelmektedir. Bizim açımızdan Önderlikle
diyalog olmadan, Önderlik üzerinden süreç gelişmeden çözümün herhangi
bir biçimde gelişmesi mümkün değildir. Bunu Türk devleti de iyi
bilmektedir. Belli ki Türk devleti AKP’nin öncülüğünde artık stratejik
bir karar almış bulunuyor. Bir kararlaşmayı yaşamıştır; bu kararlaşma,
Kürt Özgürlük Hareketi’ni-Kürtleri tanımadan sorunu çözmeyi önüne koyan
bir kararlaşmadır. Bu çok tehlikeli, çok ciddi bir imha anlayışının söz
konusu olduğunu göstermektedir. Bu anlayış direnen tüm Kürtleri, teslim
olmayan bütün Kürtleri ezmeyi önüne koyuyor. Tamam, belki Dersim’deki
gibi teslim olmuş olan aşiretler dahil herkesi hedeflemeyebilir; teslim
olmuş olanları yanına çekmek istiyor. Zaten “o zaman Kemalist devlet
hata yaptı; teslim olmuş aşiretleri de kırımdan geçirip, sürgün ettiler.
Biz böyle yapmayacağız” diyorlar. “Biz teslim olmuş olanları yanımıza
alacağız, direnenleri ezeceğiz, o biçimde sonuca gideceğiz”
demektedirler. Bu çok tehlikeli, katliamcı; ateşle oynayan faşist bir
zihniyete sahip, ırkçı-sömürgeci bir anlayıştır. Özellikle toplumun tüm
kesimlerini hedefleyerek, akademisyenleri, siyasetçileri, eğitimcileri,
köylüleri, işadamlarını, giderek hukuk çevrelerini yani Kürt toplumunun
sosyalitesine yönelme söz konusudur. Ekonomisine, siyasetine, varlığına
yönelme söz konusudur. Amaç, Kürt toplumunu güçsüz bırakmak, etkisiz
kılmak ve böylece bir parandaya dönüştürmek; ona-buna yamalanabilecek,
kapıda bekçilik yapabilecek bir konuma getirmektir.
TOPYEKUN BİR YÖNELİM VAR
Bu
nedenle topyekun bir yönelim söz konusudur. Bu topyekun yönelimin
zirvesi Önderlik avukatları olmaktadır. Bununla artık kesinleşen bir
saldırı dalgasını bu biçimde yürüttüklerini ortaya koymuşlardır. Açık
ki, bu, devletin en üstten almış olduğu bir karardır. Yoksa tüm
köprüleri uçuran, hatta kendi hukuklarını da ayaklar altına alarak,
Önderliğin avukatlarına bu biçimde yönelme olmazdı. Bu, tasfiye ve
imhada ne kadar gözü kara bir biçimde davranacaklarını göstermektedir.
90’LAR İLE BUGÜN ARASINDA SADECE YÖNTEM FARKI VAR
Tabii
ki, ancak ve ancak Kürt halkının her biçimde buna karşı direnmesi, bu
gidişatı durdurabilir. Gelinen noktada dayattıkları, ‘ya teslim
olacaksınız, ya da yok edilirsiniz’ anlayışıdır. Bu, eski politikaların
farklı bir biçimde devam ettirilmesidir. Her ne kadar onlar, “yöntemde
farklılık yapıyoruz, ‘90’lara dönmüyoruz” deseler de öyle değildir.
Bırakalım ‘90’lı yılları, siz ‘38’lere döndünüz; ‘25’lere döndünüz.
Ama
yöntem farklılıkları var: Diyelim ki ‘90’lı yıllarda sivil insanlara
karşı yönelimde hem tutuklama hem de öldürme vardı. Şimdi sivil
insanları tutuklama; gerillayı da en ahlaksız biçimlerde, uluslararası
yasalar tarafından yasaklanmış silahlarla yok etme vardır. Daha kirli,
daha alçakça, daha namertçe, hiçbir kanun-kural tanımayan, ahlaki değeri
bulunmayan, hiçbir hukuk anlayışına dayanmayan bir biçimde bir savaşın
pervasızca yürütülmesi durumu söz konusudur. Buna karşı elbette ki
Özgürlük Hareketi’nin vereceği cevaplar olacaktır; Kürt halkının bir
duruş biçimi gelişecektir. Bu tarihte, bu çağda Kürt halkının boynunu
uzatıp, teslim olması asla söz konusu olmayacaktır.
TÜRKİYE’DE OTORİTER BİR SİSTEM OTURTULDU, ÖZEL YASALARA GEREK YOK
*
120 günü aşkın bir tecrit var ve daha da derinleştirilmek isteniyor.
Özel yasalar çıkartılıyor. Hükümet, Cemaat ve yandaş basın tarafından
Öcalan’ın avukatlar aracılığı ile savaşı ve örgütü yönettiği talimatları
verdiği iddia ediliyor... AKP, tecridi derinleştirerek, operasyonlar
ile Kürt siyasal kadrolarını adeta rehin alıp olası bir pazarlıkta koz
olarak mı kullanmayı hesaplıyor bunları? Yoksa bu tümüyle bir ’tasfiye’
politikası mı?
Aslında özel yasalar çıkarmasına gerek yoktur.
Ne de olsa Türkiye’de otoriter bir sistem oturtulmuş bulunuyor. Bu
sistemin başı olan Başbakan’ın sözleri kanun yerine de geçebiliyor. Eğer
böyle değil deniliyorsa, o zaman ben şunu sorarım: Şimdi Türkiye
Cumhuriyeti yasalarına ve uluslararası yasalara göre tutuklu olan bir
kişinin kendi aile ve avukatlarıyla görüşme hakkı yok mudur?
Sınırlandırılmış da olsa Önder Apo için de belirlenmiş haklar vardır. 15
günde bir ailesiyle, haftada bir avukatlarıyla görüşme hakkı yok mudur?
Vardır. Peki, neden dört ayı aşkın bir zamandır kimseyle
görüştürülmüyor? Başbakan istediği için görüştürülmüyor. Yani demek ki
yeri geldiğinde kendi hukuklarını da çiğniyorlar ve Başbakan’ın sözü
kanun yerine geçebiliyor.
Önderlik üzerindeki mevcut tecridin ne hukuki,
ne de ahlaki bir temeli yoktur. Yani bir halkın önderini orada rehin
gibi tutup, insani bir ilişkiyi de bu biçimde baskı aracı olarak
kullanmanın ahlaki bir tarafı var mıdır? Psikolojik işkence uygulayarak
sonuç almak istemek, bir halkın temel taleplerini bu biçimde en azından
aşağıya çekmeye çalışmak, baskı ve şiddetle bunu yapmaya yönelmenin
neresi hukuki, neresi ahlakidir? Açık ki AKP’nin ve Gülen Cemaati’nin
yürüttükleri bu savaşta hiçbir ahlaki ve hukuki norma dikkat etme yoktur
ama bunu uluslararası düzeyde savunmak için, kılıf olarak kullanmak
için bazı yasaları da çıkarabilirler.
ELİMİZDE ÖCALAN’IN 10 MEKTUBU VAR, AVUKATLARIN HABERİ YOK, DEVLET GETİRDİ
“Avukatlar
aracılığıyla savaşı ve örgütü yönetiyor, talimatları gönderiyor”
deniliyor. Önderliğimiz, bulunduğu cezaevi koşullarında örgütü yönetme,
örgüte talimat verme durumunun söz konusu olmadığını defalarca
belirtmiştir. Bizim örgütümüzün kendi sistemi, kendi yönetimi zaten
vardır. Talimatların ve mektupların gönderildiği iddia ediliyor. Şimdi
yanımızda Önder Apo’nun bizzat kendi eliyle yazılmış olan 10’a yakın
mektubu vardır. Fakat bu mektupların hiçbirisi de bu avukatlar
tarafından bize ulaştırılmış değildir. Hepsi, bizzat devletin heyeti
tarafından bize ulaştırılmış mektuplardır. Avukatların haberleri bile
yoktur. Anladığım kadarıyla, ancak son dönemlerde avukatlar kendileri
dışında farklı bir kanalın işlediğini sezdiler. Eğer kuryelikten
bahsedilecekse, kuryeliği yapan devlet adına hareket eden heyettir. O
zaman savcı gidip onları yargılayabilir. Bunu da yapamayacakları açık.
Neden? Çünkü durum farklı bir şeydir. Burada hukuktan ziyade siyasal bir
durum söz konusudur.
AVUKATLARIN BİZE İLETTİĞİ TEK BİR YAPRAK BİLE YOK
Şimdi
ben bazı hassasiyetleri çok kurcalamak istemiyorum ama bu ne biçim
devlet, buna anlam veremiyorum. Devletin, yaptığı işi, hiçbir etik
kuralı tanımadan, kalkıp başka insanlara yüklemesi karşısında bunları
söylemek zorunda kalıyorum. Önder Apo’dan bize avukatların ilettiği tek
bir yaprak bile yoktur. Bir kere İmralı sisteminde avukatlar içeriden
hiçbir şey alamıyor. Orada, kendi yazdıkları notları bile alamıyorlar.
Kendi müvekkillerinin nelerden bahsettiğini daha sonradan yazıp,
ailesine, yakınlarına iletmelerini de suç sayacaklarsa onu bilemem;
gündeminin ne olduğunu, nelerden-nasıl bahsettiğini aktarmayı herhalde
suç sayamazlar.
12 YIL NİYE MÜSAADE ETTİLER?
Eğer suç
sayacaklarsa niye 12 yıl müsaade ettiler. Her şeyi devlette dinliyor ve
kayıt altına alıyordu. Günlük olarak Adalet Bakanı’nın da konuşma
kayıtlarını okuduğunu çok iyi biliyorum. Hatta bunun için çok pahalı
teknikler de almışlardı. 12 yıldır kendilerinin de denetiminde yapılan
bir işten kalkıp da başkalarını suçlamaları gülünç bir şeydir.
Önderliğimizin savunmalarını devlet AİHM’ye veriyor ve AİHM yoluyla bize
ulaşıyor. Mektupları da bizzat devlet heyeti getirip bize vermiştir.
Avukatların bundan haberinin bile olduğunu sanmıyorum.
BAŞBAKAN HEDEF GÖSTERDİ, SENARYO TERTİPLENDİ
Şimdi
kalkıp bu insanları tutuklamak, aslında artık diyalog köprülerini
uçurmak demektir. Önce Başbakan hedef gösterdi. Sonra da bu senaryo
tertiplendi. Şimdi Başbakan’a sormak gerekiyor: Siz bunu yeni mi
öğrendiniz? Eğer bu suçsa, 12 yıldır işlenen bir suçtur. Siz neden bile
bile insanların suç işlemesine göz yumdunuz? Suç olan bir şeye devlet
olarak göz yummak, kendi başına suç değil midir? Açık ki burada
düşüncesizce, hukuk hiçe sayılarak dokunulmaması gereken şeylere
dokunulmaktadır. Savunma hakkına saldırı yapılmaktadır. En önemlisi de
hem kendin imkan sunacaksın, kendin mektup getirip-götüreceksin, sonra
da insanları tutup, “sen talimat götürüyorsun” diyeceksin. Bir devlet
biraz ciddi olur. Bir devlet kendi kendisiyle bu kadar çelişebilir mi?
EYLÜL 2006’DA HÜKÜMET NASIL İMRALI’YA GİTTİ?
Peki,
bir şey daha sorayım: 2006 yılının Eylül ayında, avukatların görüş günü
olmayan bir Cumartesi günü siz devlet ve hükümet olarak, şimdi
tutukladığınız avukatlardan birisini Önderlikle görüştürmek üzere
İmralı’ya götürmediniz mi? Özel bir talimat ve uygulamayla Cumartesi
günü söz konusu avukat gidip Önder Apo ile görüşüp, o görüşme
sonuçlarını bize aktarmadı mı? Bunu siz sağlamadınız mı ve o görüşme
sonucu 1 Ekim 2006’dan itibaren bir ateşkes süreci gerçekleşmedi mi?
Gerçekleşti. Peki, siz o insanları ne yüzle tutukladınız, onu nasıl
suçlayacaksınız? Bunu anlayamıyorum. Bu ona karşı yapılan bir
kalleşliktir. Siz kendiniz onu gönderdiniz; şimdi de yok sen suç
işlemişsin diye tutukluyorsunuz.
DÜNYANIN HİÇBİR YERİNDE BU KADAR AVUKAT TUTUKLANMADI
Dünyanın
neresinde bir kerede 33 avukatın tutuklandığı görülmüştür? Bu, ilk kez
Türkiye’de olan bir olaydır. Hitler Almanya’sında tutuklanmıştır ama
hepsi öyle bir günde tutuklanmamışlardır. Dünyada ilk kez Türkiye’de 33
kişilik bir avukat grubu “siz müvekkilinizle görüşüp, örgüt üyesi
olmuşsunuz” diye tutuklanmaktadır. Bunun tutarlı hiçbir tarafı yoktur.
Savunulacak hiçbir mantığı yoktur. Olay açıktır. Bir Kürt hareketi var,
bu Kürt hareketinin bir liderliği var. Siz çoğu zaman politik yaklaşıp,
imkan sundunuz; bu insanlar da gidip geldiler, kendi mesleki görevleri
çerçevesinde çalışma yürüterek, politik özelliği olan bir faaliyet
yürütmüşlerdir. Kendiniz buna zemin sundunuz, şimdi de kalkıp bu
insanları suçlamak ne demek? Esası bu değildir. Esası Önder Apo ile
ilgili ne varsa hepsini hedeflemektir. Kürt halkının özgürlük
taleplerini böylece bastırmayı ve Önder Apo ile halk arasındaki ilişkiyi
koparmayı hedeflemektir. Devlet olarak Önder Apo’dan ve onun
sözlerinden korkuyorsunuz. Eğer korkmuyorsanız bırakın konuşsun. Hani
fikir özgürlüğü vardı, hani ‘herkes istediğini konuşabilir’ diyordunuz.
Bırakalım konuşmayı siz konuşulan şeyleri bile suç olgusu haline
getirip, binlerce insanı içeri atmış bulunuyorsunuz. Yani Önder Apo’ya
karşı, onun sistemine, çizgisine karşı devletin sömürgeci amaçlarla
yürüttüğü bir savaş var. Bu savaş çerçevesinde avukatlar
tutuklanmışlardır. Bu, aynı zamanda savaşın gittikçe daha da
derinleşmesi ve yaygınlaşması anlamına gelmektedir.
AİHM VE CPT NEDEN SESSİZ?
Bu
tutuklamalarla aynı zamanda Önder Apo’nun en temel hakkı olan savunma
hakkını da elinden almış bulunuyorlar. Şimdi AİHM’de davaları da var.
Peki, avukatlar görevlerini nasıl icra edecekler? Açık ki hem Önderlik
üzerinde yürütülen bu tecrit ve psikolojik işkence, yine avukatların
tutuklanmış olmasında ilgili uluslararası kurumların da sorumluluğu
vardır. Başta AİHM ve CPT olmak üzere uluslararası kurumların hiçbir ses
çıkarmamaları onları da suç ortaklığı konumuna düşürüyor. Eğer AKP
hükümeti bu kadar şımarıklaşmasaydı, uluslararası kuruluşların
tutumlarından cesaret almasaydı, bu yönelimleri yapamazdı.
KÜRDİSTAN HALKI GEREKEN CEVABI VERECEKTİR
Önder
Apo, bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak tutuklanmış, sıradan bir
tutuklu değildir. Uluslararası güçler tarafından tutuklanarak,
Türkiye’ye verilmiş bir halk önderliğidir. Sadece Türkiye’deki Kürtlerin
önderliği değil, tüm Kürdistan halkının önderliğidir; siyasal bir
aktördür. Şimdi kalkıp buna sıradan yaklaşmak, bütün hukuksal, insani
haklarını elinden almaya çalışmak, uluslararası yasaları çiğnemek değil
midir? O zaman bu uluslararası kurumlar neden sessiz kalmaktadır? Açık
ki onlar da suç ortaklığı durumundadırlar. Onların da bunda sorumluluğu
vardır. Başta CPT olmak üzere uluslararası kuruluşların Türk devletinin
ve AKP hükümetinin Önder Apo’ya yönelik uygulamalarına suç ortaklığı
vardır. Bu açıktır ve amaçları Kürt halkını başsız bırakmak, Özgürlük
Hareketi’ni bu yolla daraltmak, Kürt halkının hassasiyetleriyle sonuna
kadar oynayarak, onu rencide etmek, tahrik etmektir. Aslında bu
saldırıların bu dozajda pervasızlaşmasının bir nedeni de provokatif bir
ortam yaratmak, tahrik etmektir. Şimdi Kürdistan’ın çeşitli illerinde
her gün tutuklamalar var. Bununla amaçladıkları var, aceleleri var.
Burada konunun ciddiyetini görmek, çok tehlikeli bir kulvara doğru
gittiğini görmek, dikkatli davranmak, boşa çıkarmak ve sonuçsuz bırakmak
için gereken doğru mücadele yaklaşımını geliştirmek önem taşıyor.
Kürdistan halkı bu saldırılar karşısında savunma hakkını kullanacak,
gereken direnişi göstererek cevap verecektir. Bu süreçte doğacak
sonuçlardan bu politikaları dayatan AKP zihniyeti sorumlu olacaktır.
Önder
Apo’ya ve onun savunma hakkına, bu savunma hakkını kullanan
avukatlarına yönelim aslında barışa yönelimdir. Açıkça stratejik bir
savaşa yönelme tutumudur. Bu nedenle Kürdistan ve Türkiye’deki tüm
savaşa karşı olan barış yanlısı çevrelerin AKP-Cemaat ikilisinin bu
çılgınlığına karşı sessiz kalmaması gerekmektedir. Hem Kürdistan’dan hem
Türkiye’den çeşitli çevrelerin geliştirdiği tutum elbette ki değerlidir
ama özellikle avukat kurumlarının -gerek Baro, gerekse Çağdaş
Hukukçular Derneği’nin- geliştirdiği tutum gerçekten anlamlı, barışa ve
halkların kardeşliğine şans veren değerli tutumlardır.
KCK OPERASYONLARINI GÜLEN CEMAATİ AKP’YE ÖNERDİ
*
Bazı çevreler operasyonların bizzat Gülen cemaati tarafından
yapıldığını söylüyor. Cemaat ile hükümet arasında farklı bir politika
var mı operasyonlar konusunda?
Bu konuda bize de ulaşan
çeşitli bilgi ve duyumlar vardır. Gülen Cemaati’yle AKP’nin aynı şeyler
olmadığını biliyoruz ama AKP, Gülen Cemaati’ne dayanarak devlete hakim
olmayı esas almaktadır. Gülen Cemaati de AKP’ye dayanarak devlet içinde
kendi sistemini kurmaktadır. Dolayısıyla Gülen Cemaati’nin
inisiyatifinin etkili olduğu açık ve bu KCK adı altında yürütülen
operasyonların da bu cemaat tarafından AKP’ye önerildiği, AKP’nin de
onayladığı biçimindeki bazı bilgilere sahibiz. Cemaat’in çeşitli
biçimlerde doğrudan bize yansıyan mesajları daha farklıdır. Bize farklı
şeyler yansımışsa da esasında Gülen Cemaati’nin bu süreçte etkin bir rol
oynadığı yönündeki kanaatler ön plandadır.
Esasta Cumhuriyet’in
kuruluş sürecinde Türkiye’de üç ana damar var idi. Bu üç ana damar da
Cumhuriyet’in kuruluşunda rol üstlendi. Ancak 1924 Anayasası’ndan sonra
bu üç ana damardan birisi -ulusalcı milliyetçiler diyebileceğimiz akım-
devlete egemen oldu ve diğer iki ana kesimi Cumhuriyet’ten dışladı.
Bunlar kimlerdi? Biri muhafazakar-milliyetçiler, diğeri de Kürtler ve
solculardı. Solcuları ve Kürtleri 1925’te hedeflediler, ezdiler. Daha
sonra muhafazakar milliyetçilere yönelerek, onları da Cumhuriyet’ten
dıştaladılar. Onlara Kürtlere ve solculara olduğu kadar sert yönelmemiş
olsalar da onlar da dıştalandı.
TAM BİR HAKİMİYET SAĞLAMAK İSTİYORLAR
Şimdi
AKP ve Gülen Cemaati, muhafazakar milliyetçiliğin temsilcisi olarak
bugün iktidara gelmiş bulunuyorlar. Devleti ele geçirdiler ve
Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze kadar olan bütün süreci aslında
eleştiriye tabi tutmak istiyorlar; fakat kaçak oynuyorlar. Bunu çok
açık, çok net ifade etmeseler de özünde bu geçmiş uygulamaların
birçoğunu sahiplenmiyor ve eleştirerek, kendi çizgisinin daha doğru
olduğunu iddia ediyorlar. Ancak bu yeni iktidar anlayışı
-milliyetçi-muhafazakar anlayış- Kürtler açısından milliyetçi-ulusalcı
anlayıştan pek farklı olmadığını da ortaya koymuştur. Halbuki kendileri
de dönem dönem bu devletin uygulamalarından dolayı mağdur hale
gelmişlerdi. Ama şimdi kendileri iktidara geçtiler ve önlerine gelene
yöneliyorlar. Esas aldıkları taktik, aktif olma, sürekli karşıtının
üzerine giderek hakimiyet sağlamaktır. “Herkes önümde diz çöktü, siz de
önümde diz çökeceksiniz” demektedir. Tam bir hakimiyet sağlamak istiyor.
Kürtlerin buna karşı direneceği açıktır. Hem Türkiye sol demokratik
çevrelerinin hem de Kürt halkının, iktidar yetmesi olan bu yeni
anlayışın bu biçimde sınırsız bir tarzda yönelimi karşısında mücadele
yürütmesi gerekiyor.
BEYAZ ERGENEKON İLE YEŞİL ERGENEKON ARASINDA CİDDİ FARKLAR YOK
Bizim
açımızdan Beyaz Ergenekon ile Yeşil Ergenekon arasında bazı nüans
farklılıkları olsa da, şimdi uygulamada görüyoruz ki çok ciddi bir
farkları yoktur. Beyaz Ergenekon bize karşı yıllarca savaştı. En
ahlaksız yöntemlerle saldırılar geliştirdi. O şimdi başarısız kaldı,
sonuç alamadı. Yeşil Ergenekon, Beyaz Ergenekon’un ifade ettiği gibi
“herkes Türk’tür” değil, “Kürtler de var, Araplar da var, Lazlar da,
Abhazlar da, Çerkezler de, Türkler de var ama bunların hepsi Türk
milleti içerisinde yer alan unsurlardır. Yani siz varsınız ama
tebaamızsınız” hesabından hareketle bir farklılık arz ediyor. Aslında,
“şimdiye kadar hiç kimsenin konuşamadığı şeyler bizim dönemimizde
konuşuluyor, tabuları biz kırdık” demesinin nedeni budur.
BAYAZ TÜRKÇÜLÜK HERŞEYİ REDDEDİYORDU, YEŞİL TÜRKÇÜLÜK ‘HERŞEY BENİM’ DİYOR
Beyaz
Türkçülük, her şeyi reddeden, ‘sadece ben varım’ diyen bir anlayışa
sahipken, Yeşil Türkçülük de ‘her şey benim’ diyor ‘ama diğer kesimler
de var, bunların hepsi benim tebaamdır’ diyor. Yoksa o da tekçi anlayışa
sahiptir. Sonuç aynı kapıya çıkıyor; biz Kürtler açısından aynı kapıya
çıkıyor. Ha beyaz Türkçülük, ha yeşil Türkçülük; ikisinin de Kürtlere
karşı uyguladıkları, faşizmdir. Biz, sömürgeciliğin hep faşist yüzünü
gördük. Bazı Kürt kesimleri belki “Kemalizm’e karşı olduğunu söyleyen
Fethullah-AKP anlayışı iktidar oldu, Kürtlere de kol-kanat gerer ya da
Kürt sorununu çözer” söylemlerine aldandılar ama şimdi anlaşıldı ki al
birine, vur ötekine. Kürt sorununu çözme değil, Kürt sorununu çözme adı
altında Kürt halkını beyaz katliama tabi tutma politikası vardır. Şimdi
uygulanan şey bu olmaktadır. Bu açıdan hesaplaşma ciddi bir
hesaplaşmadır. Tarihi temellere dayanan bir hesaplaşmadır. Aslında
bizim, bu yeni iktidara gelmiş, Kemalizm’e karşı olduğunu söyleyen
anlayışın Kürt sorununa doğru-gerçekçi yaklaşması halinde illa ‘bu
anlayışa karşı mücadele edelim’ diye bir derdimiz yoktur. Biz, Kürt
halkının temel haklarını inkar eden, Kürt toplumunu Türk devlet sistemi
içerisinde köleleştirmeyi öngören ırkçı-milliyetçi-sömürgeci anlayışa
karşı mücadele ediyoruz. Ama şimdi gördük ki yeni gelenler de Türk
devletinin sömürgeci-milliyetçi çizgisini aynen yürütmekte ve bunu her
gün Kürt toplumuna farklı bir dille ve farklı yol ve yöntemlerle de olsa
dayatmaktadırlar.
Bu açıdan Cemaat’in rolü var mı, yok mu bu o
kadar önemli değil. Anlayış ortadadır. Anlayış, en azından ikisinin de
ortaklaştığı bir anlayış durumundadır ve bunun Kürdistan'daki mevcut
sömürgeci sistemi yenileme, onu yeniden canlandırma, iflas etmiş-bitmiş
sömürgeciliği bu biçimde yenileyerek, restore edip tekrardan hakim kılma
çabasının olduğu görülmektedir.
BİZDEN YANA ARTIK TEK TARAFLI ADIMLARA YER YOK
*
Başbakan Erdoğan geçenlerde, “PKK'nin silah bırakması durumunda çok
ciddi gelişmeler olabileceğini” söyledi. Bu açıklama sizce ne anlama
geliyor? Zira bugünlerde Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani de benzer bir
koşulu gündemleştiriyor. Bu bağlamda, Talabani'nin, “Silahların
bırakılması konusunda PKK'yi ikna ettim” açıklaması sizce ne anlama
geliyor?
Türkiye’de Kürt sorunu güncel bir konu. Hemen herkes
kendi açısından tartışıyor, fikir ileri sürüyor. Tartışmanın ve değişik
fikir ortaya atmanın herhangi bir sakıncası yok. Fakat Başbakan
Erdoğan’ın “PKK’nin silah bırakması durumunda çok ciddi gelişmeler
olabileceği” sözü öteden beri Kürt halkına ve bize dayatılan bir şeydir.
Yani “önce teslim ol, silah bırak; sonra ben merhametim ne kadar el
verirse sana öyle yaklaşırım.” Bu açıdan bunun hiçbir yeri yoktur; bu,
olması mümkün olmayan bir husustur. Ama Sayın Talabani, sanırım daha çok
kendine göre bazı şartlara bağlayarak ifade ediyor. Ona bir şey demem;
tartışılabilinir. Ne olacaksa karşılıklı olmak zorunda; bizden yana
artık tek taraflı adımlara yer yoktur. Bunu açık söylüyoruz.
BARZANİ’NİN TÜRKİYE ZİYARETİNDEN SONRA BAZI GELİŞMELER OLABİLİRDİ AMA…
Son
günlerde “görüşmeler var, çözüm olacak, vb.” bazı psikolojik savaş
söylemleri de çeşitli basın-yayın organlarında servis ediliyor. AKP
hükümeti, bu tür girişimlerle çözümün bütün zeminlerini ortadan
kaldırıyor. Ne çözümü! Tek yol bırakıyor: Direnme yolu. Bir taraftan bu
kadar saldırı varken, öbür taraftan çözümden bahsetmek gerçekle
örtüşmüyor.
Örneğin; Federe Kürdistan Bölge Başkanı Sayın Mesut
Barzani de Türkiye’ye gitti. Belli ki orada bir takım tartışmalar olmuş.
Eğer süreç normal gitseydi Sayın Mesut Barzani’nin dönüşünden sonra
belli bazı gelişmelerin yaşanması belki olası olurdu ama Erdoğan, Kürt
heyetiyle -Sayın Mesut Barzani ile- her ne konuşmuşsa onu yolculadıktan
sonra hem tehditler savurdu, hem de operasyonlara hız vererek özellikle
de en son Önder Apo’nun avukatlarını da hedefleyerek yumuşamanın tüm
zeminlerini tasfiye etti. Bu da AKP’nin niyetini açığa vuran bir
durumdur. Bence Sayın Barzani, Sayın Talabani ve bütün gözlemci çevreler
bunu iyi görmeli. Yani bir taraftan biz Kürtlere mesaj verilmekte;
‘silah bırakılırsa şu bu olur’ denilmekte, öbür taraftan da var gücüyle
saldırılar geliştirilmektedir. Bütün Medya Savunma Alanlarına yüzlerce
sorti yapılarak uçak saldırıları gerçekleştirildi; Önderlik avukatlarına
saldırı oldu. Bunlar ne zaman oldu? Kürt heyetinin Türkiye’den dönüşü
ardından oldu. Bu, “Siz Kürtler gidin, tartışın, danışın; PKK teslim
oluyorsa olsun, yoksa ben hepinizi hedefleyeceğim” demektir. AKP’nin
yaptıkları bu anlama geliyor.
HÜKÜMETİN KÜRTLERLE UZLAŞMA GİBİ BİR NİYETİ YOK
Türkiye
kamuoyunun da bilmesi gerekiyor ki, AKP’nin saldırıları, yumuşamanın
ortamını kaldırmıştır. Eğer öyle olmasaydı belki tartışmalarla bazı
sonuçların ortaya çıkması mümkün olabilirdi ama Türk devletinin tek
taraflı saldırısı -kaldı ki biz bu süreçte öyle çok kapsamlı bir eylem
yapmadık- biçiminde süreç tırmandırıldı. Bu, Türk sömürgeciliğinin
gerçek niyetini açığa vurmaktadır. Kürtlerle uzlaşmak, Kürtlerden özür
dilemek, Kürtlerle bir arada yaşamanın eşit koşullarını yaratma
niyetleri yoktur; baskı ve şiddetle teslim alma politikaları vardır.
Bunun için Kürtleri aynı zamanda birbirine karşı kullanma taktikleri
geliştirilmektedir. Yani bu konudaki politikaları çok açık. Bence herkes
bunu görmelidir. Bütün ilgili çevrelerin bunu izlemekte olduğunu da
düşünüyorum.
* Talabani'nin size atfen sözünü ettiği, “Genel
af ve anayasal tarif” sorunun çözümünde temel eşiğin aşılmasına ne
oranda katkı sunar?
Sayın Talabani’nin ifade ettiği o
hususlar tartışmalar sonucunda kendisinin çıkarmış olduğu bir yorum
olabilir. Biz doğrudan öyle bir şeyi ifade etmekten ziyade, soruna daha
geniş bir çerçeveden yaklaşıyoruz. Yani Kürt sorununun çözümü ve
silahların tümden devre dışı bırakılması için toplumsal bir uzlaşma
projesinin uygulanmasına ihtiyaç vardır. Bunun anayasal boyutu,
tutukluların özgürleştirilmesi kadar, ulusal haklar çerçevesindeki
boyutları da vardır. Yani birçok boyut söz konusudur. Bunların hepsi
tabii birbiriyle bağlantılıdır. Biz sorunun çözümünü daha geniş bir
perspektifle bir toplumsal uzlaşma projesi olarak koyuyoruz. Bunu belki
de kendisi öyle yorumlamıştır. Ben ona bir şey demem ama çözüm
çerçevesini biz çok çeşitli vesilelerle ortaya koymaktayız. En son
devlete sunduğumuz protokollerde de çözüm çerçevesi vardır. Tabii ‘her
şey tek bir seferde, aynı anda olur’ diye bir şey yok. Bir süreçtir;
önemli olan, gerçekten sorunları şiddetle değil diyalogla çözme
çizgisine gelmedir. Bu konuda biz PKK olarak her zeminde tutumumuzu
koyduk. Biz sorunu diyalog ve demokratik yöntemlerle çözmekten yanayız.
Ancak öncelikle bu tutumun devlette de gelişmesi gerekmektedir. Belki de
Sayın Talabani’nin “ikna ettim” dediği husus bu tutumumuzu görmüş
olması olabilir.
ŞİDDETTE ISRAR EDEN TÜRK DEVLETİDİR
Ancak
şiddette ısrar eden biz değiliz; Türk devletidir, AKP’dir. Özel
ordusunu kuruyor, polisini donatıyor, ABD’den aldığı yüksek teknolojiye
bel bağlıyor, “ya benim dediğimi kabul edersiniz ya da ben şiddetle sizi
yok ederim. Belinizi kırarım, sizi öyle masaya getirim; ya da sizi
dıştalar kendim yürürüm” diyor. Yani kaba güce ve şiddete dayanan AKP
hükümetidir, Türk devletidir.
MEŞRU SAVUNMA HAKKI DÖNEMİ BİTMEDİ
Şimdi
birçok lider (daha çok da Güneyli liderler) genellikle ‘silahlı
mücadelenin dönemi bitmiştir, sorunların silahla çözülmesine
inanmıyoruz’ demektedir. Bu konuda bizim bir itirazımız yok. Fakat hiç
kimse “Meşru Savunma Hakkı dönemi geçmiştir” diyemez. Çağımızda ‘yaşam
hakkı’ kadar kutsal olan diğer bir husus da ‘Meşru Savunma Hakkı’dır.
Çünkü sen Meşru Savunma Hakkı’yla yaşam olanaklarını yaratabiliyorsun.
Bizim de silaha başvurmamız tamamen Meşru Savunma Hakkı çerçevesindedir.
Niye? Karşımızda bir askeri güç var, büyük bir ordu var; tekniği var ve
bizi yok etmek istiyor. Biz ona karşı direniyoruz, direnirken de tabii
eylem yapıyoruz. Savunma, öyle pasif olarak mevzisinde çakılma değildir.
Bizim 2004’ten bu yana yürüttüğümüz mücadele, Meşru Savunma Hakkı
çerçevesindeki bir mücadeledir. Yoksa biz de “silahlı mücadeleyle nihai
sonucu elde edeceğiz; eskiden olduğu gibi silahlı mücadeleyi
sürdürüyoruz” gibi bir şey söylemiyoruz. Ama diyelim, nasıl ki bugün
Güney Kürdistan’da peşmergenin varlığı kesin gerekli bir husustur;
bugünkü koşullarda Kürdistan gerillasının da Kuzey’de varlığı kesin
gereklidir. Ama ne zaman ki bu sorun çözüldüğünde, Kürt halkının
güvenliği anayasal düzeyde teminat altına alındığında buna gerek
olmayabilir; fakat şimdi bir gerekliliktir. Gerilla arazide, onlar da
saldırıyor, savaş durumu böyle gelişiyor. Yani biz savaşı geliştiren
taraf değiliz. Bu gerçeği biz bir türlü tam olarak aslında ifade
edemedik. Bu konuda bizim kendimizi ifade etme yetersizliğimiz de olsa,
esas olarak Türk devletinin büyük medya gücüne, diplomatik olanaklarına
dayanarak, olan bir şeyi olmamış gibi gösterme, olmayan bir şeyi de
olmuş gibi gösterme becerisinin rolü fazladır.
DİRENECEĞİZ
Bizim
kitlemiz var, halkımız var. Biz siyasal yöntemlerle, demokratik
mücadele yöntemleriyle güç olduğumuzu ortaya koymuş bir hareketiz. Ama o
şimdi hem kitleye yönelmekte, çocuklara karşı yeni yasalar çıkarmakta,
her bir şeyiyle Kürt halkına karşı bir yönelim konumuna geçmiş
bulunmaktadır. Sorunun esas kaynağı burasıdır. Yani Türk devletinin
kendi askeri gücüne dayanarak Kürt halkını teslim alma amacı, hizaya
çekme tutumu, işte “biz devletiz herkes bize boyun eğmek zorunda”
diyerek yönelmesi, çatışmaya yol açmaktadır. Devletin kendini savuma
hakkı varsa, muhalefet olan bir gücün ve bir insanın da kendini savunma
hakkı vardır! Devlete karşı da olsa bir insanın devletin kontra ve terör
uygulayan güçlerine karşı kendini savunma hakkı vardır ve Türk devleti
Kürdistan’da bugün bir terör uygulamaktadır. Hem uluslararası yasalara
aykırı silahlar kullanmakta, hem de uluslararası yasaları, insan hakları
hukukunu ayaklar altına alarak Kürt halkına karşı, Kürt gençliğine ve
Kürt kadınına karşı devlet terörünü uygulamaktadır. Biz buna karşı
direneceğiz, bu direniş kutsal bir direniştir ve bizi başarıya taşımada
temel bir duruş biçimidir.
ANF NEWS AGENCY