1923 yılına gelindiğinde İngiltere ile Ankara
Hükümeti arasında; Musul-Kerkük’ün dışındaki tüm sorunlar çözülmüştür.
Zaten 1920 yılında Ankara ile Fransa arasındaki anlaşmayla Suriye manda
oluşumu ve Türkiye arasındaki sınır sorunu çözülmüştür. Ortaya çıkan
siyasi durumun kalıcılaştırılması ve güvenceye alınması için Lozan
görüşmeleri başlatılır.
Petrol dikkatleri Ortadoğu’ya çekti
Ortadoğu’nun yeniden dizaynı ve Kürdistan’ın bölünmesinin belgesi olan
Lozan antlaşması 90 yılı geride bıraktı. O tarihten bugüne bakıldığında,
Ortadoğu’da statükoyu koruyanlarla halkların özgürlüğünü savunanlar
arasındaki mücadelenin sonlanmadığını görmek mümkün. Kürdistan’da bugün
verilen özgürlük mücadelesini anlamak için bir kez daha Lozan
Antlaşması’na bakmakta yarar var.
24 Temmuz 1923 tarihinde
İsviçre’nin Lozan (Lousanne) kentinde yapılan bu antlaşma, o tarihten
günümüze kadarki süreç üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olmuştur.
Lozan
görüşmeleri ve yapılan antlaşma, Kapitalist modernitenin ulus-devletler
yoluyla Ortadoğu’da tesis edilmesinin hukuki ve siyasi temelidir. Bu
nedenle Lozan’ı doğru okumak için dönemin koşullarına ve antlaşmanın
hangi zemin üzerinde ortaya çıktığına kısaca göz atmak gerekecek.
12.
yüzyılda İtalya deneyimiyle devletleşen kapitalist güçler, 18. yüzyıla
kadar bir yandan tüm Avrupa üzerinde şiddetli egemenlik savaşları
yürütürlerken, diğer yandan kapitalist moderniteyi Avrupa’da tesis
ederler. 18. yüzyıldan itibaren ise savaşın esas merkezi ve hedefi
Ortadoğu olur. Ortadoğu, hem demokratik uygarlığın hem de devletçi
uygarlığın doğuş ve gelişim mekanı olduğundan insanlığın en köklü ve
güçlü maddi-manevi kültür mirasına sahiptir. Kapitalizmin ideolojik
hedefi olan tarım kültürü, bu coğrafyada hala tüm canlılığı, bereketi ve
toplumsallığıyla ayaktadır. Endüstriyalist sanayileşmede yaşamsal
gereksinim olan petrol ve diğer hammadde kaynakları açısından Ortadoğu,
dünyanın en zengin kaynaklarına sahiptir. Üç kıtanın kesiştiği
jeo-stratejik bir bölge olduğu kadar, devletlerarası ticaretin de en
önemli kavşaklarından birisidir. Nüfus yapısı kendisini sürdürebilen bir
dinamiğe sahiptir.
Kapitalist modernite güçleri içinde Britanya
krallığı ve Fransa cumhuriyeti en etkili güçlerdir. Almanya iki yüz yıl
boyunca her atılımında sınırlandırılmış potansiyel bir rakiptir. Rusya
Çarlığı da aynı konumdadır. Bununla birlikte Avusturya-Macaristan,
Hollanda, Portekiz ve İtalya gibi devletler de sahnededir. Bir de hem
bunlardan ayrı hem de tüm güçler üzerinde çok etkili olabilen; devlet
olmayan bir hegemonik güç olarak uluslararası Yahudi sermayesi vardır.
Emperyalizme karşı varlık ve özgürlük arayışları
Bölge’nin
merkezi egemen güçleri olan Osmanlı ve İran imparatorlukları ise aynı
dönemde baş aşağı gidişi yaşamaktadırlar. Ama özellikle İslam dinini
kullandıklarından dolayı önemli oranda güçlerini korumaktadırlar. Diğer
taraftan, yüzlerce yıl boyunca bu imparatorlukların zulmü altında
inleyen Ortadoğu halklarının da varlık ve özgürlük arayışları giderek
güçlenmektedir.
Avrupa merkezli kapitalist modernite güçleri
arasındaki mücadele sonucunda 19.yüzyılın başlarından itibaren Britanya
Krallığı öne çıkarak. Onun kadar güçlü ve etkin olmasa da ikinci
derecede Fransa Cumhuriyeti vardır. Yahudi sermayesi de her iki güçle
ilişkili olmakla birlikte esasta İngilizlerle sıkı ittifak halindedir.
ABD ise yeni ortaya çıkan bir güç olarak giderek etkinliğini
göstermektedir. Ortadoğu’nun kapitalist sistem, endüstriyalizm ve Avrupa
hegemonyası için stratejik öneminin farkında olan bu blok daha açık ve
yoğun biçimde Bölge’ye yüklenir. 19. Yüzyılın ilk yarısında petrolün
Kürdistan’da bulunması ile birlikte İngiltere Mısır’ı harekat merkezi
haline getirir. Sonra asıl ağırlığını en zengin petrol yataklarının
bulunduğu Mezopotamya-Kürdistan-Arabistan’a verir. Doğu Hint
Kumpanyasının bir şubesi Bağdat’ta açılır. Bu şirket, sıradan bir
şirketten çok İngiliz sömürgeciliğinin Dünya çapındaki en faal ve etkin
karargahlarından biri olarak çalışır.
Britanya krallığının en kurnaz,
deneyimli ve uzman ajanları, diplomatları, komutanları, siyasetçileri
ve bürokratlarının merkezidir. Gertrud Bell, Arabistanlı Lawrence,
Binbaşı Noel gibiler Mısır ve Mezopotamya’da Britanya Krallığı ve
ittifaklarının çıkarlarını tesis etmek için oldukça faal ve de sonuç
alıcıdırlar. Britanya Krallığı ve ittifaklarının işi öyle kolay değildir
tabii ki. Osmanlı devleti her ne kadar hasta adam olsa da 600 yıllık
merkezi feodal imparatorluk mirası ile Osmanlı birliği ve İslam birliği
yaklaşımlarına dayanarak önemli oranda direnmektedir. İran’ın durumu da
benzerdir; 2300 yıllık devlet mirası olan İran her ne kadar çöküşü
yaşasa da Şia geleneğini kullanarak önemli bir nüfuza sahiptir ve ayrıca
İran halklarının direniş kültürü kolay aşılamayacak kadar köklü ve
zengindir.
Britanya’dan böl-parçala yönet taktiği
Britanya
hegemonyasının karşıtları olarak Rusya Çarlığı ve Almanya devleti de
oldukça etkindirler. Bu dönemde İngilizler, ünlü böl-parçala-yönet
taktiğini tüm güçlere karşı çok etkin biçimde hayata geçirirler. Bu
temelde Bahailik ve Vahhabiliği İran ve Rusya devletlerine olduğu kadar
Aryenik-İrani direniş geleneği ve Arap-İslam direnişçiliğine karşı da
kullanırlar. Nakşibendiliği ve onun Bağdadî kolunu ise hem Kürtleri
kontrollerine almak ve hem de Osmanlı devletini zayıflatmak amacıyla
oldukça etkili biçimde kullanırlar. Aynı yöntemi diğer güçler de
kullanmaya çalışırlar ama İngiliz Krallığı kadar sonuç elde edemezler.
Bu arada Osmanlı ve İran devletleri ile bu devletlerin egemenlik altında
tuttuğu halkları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek isteyen
Avrupalı devlet güçleri ve onların temel ittifak güçleri olan ve bir
Yahudi Yurdu arayışında olan Yahudi kapitalistler; devşirme,
ajanlaştırma, kendine bağımlı kılma taktiğini çok yaygın ve etkin
biçimde kullanırlar. İşbirlikçi ulus-devletler zaten bu kesimler
aracılığıyla kurulacak; veya bunlar aracılığıyla kapitalist modernite
sistemine entegre edileceklerdir.
Bu koşullarda 1. Emperyalist
Paylaşım Savaşı patlak verir. Osmanlı devleti, Almanya,
Avusturya-Macaristan imparatorluğundan oluşan ittifak yenilince bu
güçler parçalanma, dağılma ve işgal edilme süreciyle karşılaşırlar. Daha
savaş içerisindeyken İngiltere ve Fransa 1916 yılında Sykes-Picot
anlaşmasıyla Ortadoğu’yu kendi aralarında paylaşıp bir parça da Rusya
Çarlığına verirler. Ancak 1917 Ekim-Sovyet Devrimiyle bu antlaşma
deşifre edilir ve Rusya savaştan çekilir. Savaşı kazanan
İngiltere–Fransa-Yahudi sermayesi-ABD bloğu kendi egemenlikleri
temelinde Ortadoğu’yu kapitalist modernite sistemine eklemleme
girişimlerine hız verirler.
İşgalin ardından halk direnişleri başladı
1918
Mondros mütarekesi, Osmanlı-Alman ittifakının yenilgisi ve teslim
alınmasının onaylandığı bir antlaşmadır. Bu antlaşmaya dayanarak
Bölge’nin işgalini içeren bir harita hazırlanır. İngiltere; Süleymaniye,
Kerkük, Musul, Hewlêr, Duhok ve Zaxo alanlarını kapsayan Musul
Vilayetini işgal eder. Güney sınırları Wan ve Urmiye’ye kadar uzanan bir
Ermenistan devletinin yanı sıra Musul ve Diyarbekir vilayetlerini de
içine alacak şekilde tüm Mezopotamya toprakları “Irak-Cezire-Kürdistan”
bölgesi adıyla Britanya’nın egemenlik sahası olarak belirlenir. Doğu
Akdeniz kıyıları ve Şam Vilayeti Fransızlara kalırken, Kürdistan’ın
doğusu ve İran toprakları üzerinde Sovyet Rusya ve Britanya’nın
egemenlik kavgası yürütürler.
Bu paylaşımın devletlerarası arenada
kabulü için 1922 yılına kadar yoğun görüşmeler ve konferanslar
gerçekleştirilir. Sevr Antlaşması bu paylaşımın dikte ettirilmesi
yönünde bir girişimdir. Bu düzenlemenin kapitalist modernitenin önemli
güçleri ve yıkılan devletlerin egemen kesimleri tarafından onaylanması
için uzun ve çetin geçen Paris, Londra, Brüksel ve Kahire konferansları
gerçekleştirilir. Diğer yandan Kürdistan’da etkin halk direnişleri
giderek yaygınlaşmaktadır. Süleymaniye ve Musul alanlarındaki bazı Kürt
aşiretlerinin dışında çoğu Kürt aşiretleri İngiliz planlarına
karşıdırlar. Arabistan coğrafyasında da ciddi direnişler vardır.
Özellikle tüm güçler için stratejik önemde olan Musul merkezli olarak
İngilizlere karşı çok güçlü bir Sünni-Şii Arap ittifakı ortaya çıkar. Et
Tavra el Irakiyya el Kübra (Büyük Irak Ayaklanması) adlı bu hareket
Musul’dan Basra körfezine kadarki tüm aşağı Mezopotamya coğrafyasında
etkili olur.
Kürdistan’ın Kuzeyinde yaygın yerel halk direnişleri
vardır. M. Kemal etrafında ortaya çıkan grup Anadolu ve Kürdistan
halklarının direnişlerine müdahale ederek ortak bir ulusal kurtuluş
savaşı ve bu zemin üzerinden yeni bir devlet örgütlemeye girişmekte;
oldukça da sonuç almaktadırlar. Nitekim Erzurom ve Sivas kongrelerinden
sonra başlatılan Kürt-Türk kuvay-ı Milliye hareketi Kuzey Kürdistan ve
Anadolu topraklarının büyük bölümündeki işgali fiilen sona erdirir;
ardından İstanbul merkezli hükümetin alternatifi olarak 1921 yılında
Ankara meclisi ve hükümeti oluşturulur. Aynı yıl ilk anayasa devreye
girer. Bu gelişmeler karşısında İngilizler önce Araplar ve Kürtler
karşısındaki strateji ve politikalarını değiştirirler. Musul Vilayeti ve
Irak genelinde savaş yasalarını devreye koyarlar. Bir yandan Kürtlerin
ve Arapların halk direnişlerini şiddetle bastırma yoluna giderken diğer
yandan Kürt devletini ileriki tarihlere erteleyerek Arap merkezli bir
Irak devleti kurgularlar. Bu temelde Haşim-i ailesinden Faysal’ı Irak
kralı yaparlar. Irak’taki petrol ve diğer çıkarlarını güvenceye alacak
uzun süreli anlaşmalar yaparlar. Ancak yapılan İngiliz düzenlemelerini
Kürtlerin ve Arapların çoğunluğu kabul etmez ve şiddetli direnişler
gösterirler.
Diğer tarafta ise Anadolu ve Yukarı Mezopotamya’da
yaşanan gelişmelere müdahale ederler. Yıkılmış olan Osmanlı iktidar
kesimlerinden umutlarını keserek Kemalistler öncülüğündeki yeni siyasal
oluşumu denetimlerine almaya ağırlık verirler. Bu temelde bir yandan
Kürt isyanlarına destek veriyormuş görünümü yaparak Kemalistleri tehdit
ederken diğer yandan da yeni oluşum içerisinde kendi kliklerini yaratma
yoluna giderler. 1921 Londra Konferansında Musul konusundaki İngiliz
tezlerini destekleyen Ankara Hükümetinin Dışişleri bakanı Bekir Sami’nin
azlettirilmesinden sonra İngilizler, işi daha da sıkı tutarlar. Bu
ortamda öne çıkarılan İsmet İnönü 1922 yılından itibaren M. Kemal ve
çevresini etkisizleştirecek alternatif bir güç haline getirilir. Ankara
hükümetinin dışişleri politikası onun tekeline verilir. İsmet İnönü’nün
Osmanlı Yahudileri Hahambaşı Haim Naum’u müzakerelerde gayrı resmi
danışmanı yapması da onun İngiltere-Yahudi kapitalizmi ittifakının kliği
olduğunu doğrulamaktadır.
Yeni dizayn için Beyaz Türklük...
Ankara
hükümeti ve Kemalistler, Kürdistan’ın büyük bir bölümü ve Anadolu’yu
içine alan Misak-ı Mili sınırları içinde kontrolü eline geçirmiştir.
Kürt halkı uzlaşı temelinde yeni sisteme dahil edilmiştir, Sovyetler ile
İngiliz hegemonyasına dayanan blok arasındaki çelişkilerden oldukça
faydalanılmıştır.
İngilizler, bu düzeye ulaşan yeni iktidar ve
devlet yapılanmasını tümden karşılarına almak yerine onu kapitalist
modernitenin çıkarlarına hizmet edecek şekilde dizayn etmeyi daha akılcı
bulurlar. Bu temelde Anadolu ve Kürdistan halkları arasındaki birlik ve
bütünleşmeyi ortadan kaldırmayı, beyaz Türklüğü egemen kılmayı ve bu
devleti Ortadoğu çapında kendi politikaları ve çıkarlarının en etkili
aracı haline getirmeyi temel strateji olarak belirler. Kürtlerin inkarı;
T.C.’nin inkar-imha-asimilasyon yaklaşımı bu temele dayanır. 1923
yılına gelindiğinde İngiltere ile Ankara Hükümeti arasında; Musul-Kerkük
(esas olarak petrol) Bölgesi dışındaki hemen tüm sorunlar çözülmüştür.
Zaten 1920 yılında Ankara Hükümetiyle Fransa arasındaki anlaşmayla
Suriye manda oluşumu ve Türkiye arasındaki sınır sorunu çözülmüştür.
Ortaya çıkan siyasi durumun devletlerarası sistem açısından
kalıcılaştırılması ve güvenceye alınması için Lozan görüşmeleri
başlatılır.
Lozan süreci ve Kürtlerin durumu
Kürdistan’da
halkın ve egemen kesimlerin birbirlerinden izole olmuş, farklı
konumları ve duruşları 18. Yüzyılda da devam eder. Ancak kapitalist
hegemonik güçlerin Ortadoğu’da egemenlik kurmaya başladıkları 19.
Yüzyılla birlikte bu durumda bazı değişiklikler yaşanır.
Bu dönemde
Kürdistan’da baştanbaşa halk direnişleri ve serhildanları yaşanmaktadır.
Zaten hiç bir dönemde tamamen sindirilememiş ve sürekli direnen halk
kesimleri, bir yandan Arap devlet-İslam’ı ile Osmanlı ve İran
devletlerinin uzun yıllardır sürmekte olan zulüm sistemine ve
politikalarına karşı; diğer yandan da kapitalist modernite ve hegemonik
güçlerine karşı sürekli direniş halindedirler. Toplumsal güçlerin
direnişi kırsal alanlarda ve şehirlerde yerel-yöresel ayaklanmalar ve
aşiretlerin isyanları biçiminde olduğu kadar Sünni, Alevi, Êzidi gibi
farklı inançların, Kürt, Türkmen, Asuri-Nasturi, Ermeni gibi farklı
halkların ittifakları biçiminde de gerçekleşmektedir. Bu isyanlar ve
direnişler sonucunda İngilizler ve Fransızların Urfa, Dîlok, Gûmgûm gibi
alanlardaki işgal girişimlerini engellerler. Musul, Silêmanî, Wirmê
gibi alanlarda ise işgalci güçlerin planlarını bozacak derecede
zorlarlar. Bununla birlikte Kürdistan’da Botan, Dersîm, Hewraman ve
Bradostan gibi birçok alanda Osmanlı ve İran devletlerinin
egemenliklerinin dışında özerk yapılarını korurlar.
Ancak Dünya,
Ortadoğu ve Kürdistan’daki değişimleri doğru okuyamazlar. Tüm toplumu
bir amaç etrafında bir araya getirip yönlendirecek bir önderliğe sahip
değillerdir, aralarındaki farklılıkları engel değil zenginlik olarak
değerlendirecek ve bu temelde toplumsal birlik ve bütünlüklerini, söz ve
eylem birliğini sağlayabilecek bir zihniyet, örgütlenme ve stratejileri
yoktur. Osmanlı ve İran devletleri ile kapitalist modernite güçleri ve
onların yerel işbirlikçisi olan Kürt egemen sınıflarının oyunlarını boşa
çıkarabilecek bilinç ve örgütlülüğe sahip değillerdir. Kürt halkı
yürüttüğü mücadeleyle önemli oranda fiziksel varlıklarını sürdürse de
kendi olarak varlığını kabul ettirme ve özgürlüğünü kazanma
koşullarından mahrumdur. Bu nedenle bir yandan büyük katliamlar, sürgün
ve işgallerle karşılaşırken, diğer yandan da büyük bedeller ödeyerek
yürüttüğü mücadelelerden Kürt egemen kesimleri, Osmanlı ve İran
devletleri ile kapitalist modernite güçleri oldukça faydalanırlar.
1921 Anayasası ve Özerk Kürdistan
19. yüzyılın başlarından itibaren Kürt Teali
Cemiyeti, Azadî, Xoybûn gibi farklı çizgideki oluşumlar hem halk
direnişleri hem de egemen kesimler üzerinde önemli bir etkinliğe
sahiptirler. Ancak oryantalizmin, dar bölgeciliğin, halk ve ülke
gerçekliğinden kopukluğun ağır etkilerini yaşarlar. Bu nedenlerle
Kürtlerin varlık ve özgürlük arayışlarına kalıcı çözümler üretemediler.
19. yüzyıldan itibaren Osmanlı ve İran devletlerinde Batılılaşma
temelli siyasi, askeri, idari ve mali reformlar ile merkezileşme
eğilimlerinin yoğunlaşması, Kürt egemen kesimlerinin de konumlarını ve
çıkarlarını tehlikeye atar. Bu durum karşısında bir yandan halkın
rahatsızlıklarını, direnişlerini ve özgürlük arayışlarını kendi
çıkarlarını koruma amacıyla kullanmaya; yani sahte bir halklaşma
eğilimine meylederler. Diğer yandan da bazen karşıt merkezi güçle; bazen
de Bölge’de egemenlik kurmak isteyen Batılı güçlerle işbirlikçi-ajanlık
temelinde ilişki geliştirirler. Bu iki güç merkezinden bağımsız
arayışları ve girişimleri olanlar da vardır. Ancak güçlerini
tarikat-mezhep gibi dini örgütlenmeler ve faktörlerden veya geleneksel
aşiret yapısından aldıklarından dolayı sonuç elde etmeleri bir yana;
nihayetinde söylemleri ve eylemleriyle devlet ve iktidar güçlerinin
hizmetine girmekten kendilerini koruyamazlar.
Bunların dışında
çağdaş bir direniş hareketi örgütlemek isteyen bazı örgütlenmeler de
vardır. 19. Yüzyılın başlarından itibaren Kürt Teali Cemiyeti, Azadî,
Xoybûn gibi farklı çizgi, anlayış ve örgütlenmelere dayanan bu oluşumlar
hem halk direnişleri hem de egemen kesimler üzerinde önemli bir
etkinliğe sahiptirler. Ancak diğer yandan her iki güçte yaşanan
zafiyetler bu örgütlenmelerde de mevcuttur. Aydın, bürokrat, subay,
Hamidiye alayları komutanı, halk önderi, eşkıya, memur, köylü, işçi,
çiftçi, şêx, melle, aşiret reisi gibi birçok farklı kesimin etkin olduğu
bu örgütlenmeler, bazı isyanlarda nisbi başarılara yol açarlar. Ancak
oryantalizmin, milliyetçiliğin, dar bölgeciliğin, halk ve ülke
gerçekliğinden kopukluğun ağır etkilerini yaşarlar. Bu nedenlerle
Kürtlerin varlık ve özgürlük arayışlarına kalıcı çözümler üretemediler.
18.
yüzyıldan Lozan antlaşmasına kadarki dönemde Kürdistan’da gerçekleşen
halk hareketleri ve direnişler ile Kürt emirlikleri ve şêxlerin
denetimindeki isyanlar bu minvalde seyreder. Bu temelde Kürtler büyük
güç kaybeder, toplumsallıkları önemli oranda dağıtılır, büyük göçler ve
katliamlarla karşılaşırlar. Bununla birlikte Kürt egemen sınıfları da
konumlarını kaybettiklerinden dolayı kalanların varlıklarına
işbirlikçi-ajan-devşirme birey ve aileler olarak izin verilir.
Koçgiri ayaklanması ve inkar ve imha süreci
Misak-ı
Milli sınırları içinde kalan Kürtler varlıkları, özgürlükleri ve
değerlerine dokunulmayacağı vaat edildiğinden, kurulacak devletin hem
Kürtleri ve hem de Türkleri eşit düzeyde temsil edeceği söylendiğinden
eşit ortak olarak Kuvay-ı Milliye hareketinde coşkuyla yer alırlar.
Nitekim kapitalist-emperyalist işgale karşı Ulusal Kurtuluş savaşının
Erzirom (Erzurum) ve Sêwaz (Sivas) kongrelerinde kararlaştırılması ve
örgütlenmeye başlanması, M. Kemal’in Amasya tamimi, Bursa Ulu Camii
konuşması, İzmit Basın konferansı gibi belgelerde Kürtler ve Türklerin
eşit olduğunu, Kürdistan’ın özerk ve demokratik bir yapıya sahip
olacağını belirtmesi, 1921 Anayasasının demokratik bir karakterde olması
gibi birçok gelişme bu gerçeğe işaret eder.
Koçgiri ayaklanması
(1920-21) ve Dersim halkının özerkliklerini koruma girişimlerinin (1920)
katliamlarla vahşi biçimde bastırılması dışında Kürtlerin inkar-imha
edilmesi yaklaşımı genel bir çizgi olarak hakim değildir. Ancak 1922
yılından itibaren durum değişir. İngiltere-Yahudi sermayesi ittifakı,
yeni devlete etkin bir biçimde müdahale ederek kendi kontrollerine
almaya başladılar. Bu temelde Yunan halk devrimi ihtimaline karşı
Yunanlılardan, Musul-Kerkük meselesi nedeniyle de Kürtlere olan sözde
desteğini çekerek Türkiye’deki yeni yapılanmaya yatırım yaparlar. Kendi
kliğine örtük bir darbeyle inisiyatif kazandırır. Bu kliğin başı olan ve
Çerkez Ethem’in tasfiyesinde, Ege bölgesindeki halk direnişlerinin
bastırılmasında belirleyici yere sahip İsmet İnönü, 1922 yılında
Dışişleri Bakanı yapılır. Aynı yıl içinde İngiltere, Ankara hükümetinin
Misak-ı Milli tezini kabul ettiğini beyan eder ve İstanbul işgalini sona
erdirir. Türklerin cenahında eskiden sesleri cılız çıkan milletvekili,
subay ve bürokratlar daha yüksek perdeden konuşmaya başlarlar. Beyaz
Türkçülük bir çizgi olarak kendini dayatır.
Tüm bunlar karşısında
bir bütün olarak Kürtler Dünya, Bölge ve Kürdistan gerçekliklerini;
oynanan oyunları anlayamazlar. Naif ve iyiniyetli oldukları gibi
başkalarının da böyle olduğunu farz ederler. Bununla birlikte büyük
tahribatlar yaşamış; zararlar görmüş, toplumsal birlikleri ve
örgütlenmeleri parçalanmış, güçten düşürülmüşlerdir. Bu nedenlerle
varlıklarını ve özgürlüklerini güvenceye alacakları imkanları önemli
oranda ellerinden alınmıştır. Ancak tüm bunlara rağmen umutlarını,
Türk-Kürt kardeşçe yaşayabileceklerine dair umut ve inançlarını
yitirmemişlerdir. Yanlışlık ve zafiyet bu niyetlerin olmasından değil,
bunların gerçeklik halini almasını sağlayacak önderlik, zihniyet,
örgütlenme, kararlılık, donanım, söylem ve eylem gücüne sahip
olamamalarıdır.
Tüm tarafların üzerinde en fazla hesap yaptıkları, en
fazla çekişmenin nedeni olan Kürdistan ülkesi ve toplumu, her bakımdan
en hazırlıksız konumdadır. Hatta öyle bir haldedir ki adı ve varlığı
bile tartışmalıktır. Lozan görüşmeleri Kürtler açısından böylesi trajik
ve kritik bir ortamda gerçekleştirilir.
Lozan görüşmeleri ve antlaşması (20 Kasım 1922-24 Temmuz 1923)
Lozan
Konferansı dönemin hegemonik güçleri olan İngiltere ve Fransa
tarafından düzenlenir. Bu temelde diğer katılımcılar Türkiye, Rusya,
İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya, Bulgaristan
devletleridir. Konferansın bazı bölümlerine Belçika ve Portekiz
devletleri de katılmışlardır.
Konferans esasta kapitalist
modernitenin İngiltere, Fransa ve Yahudi sermayesi hegemonyasında
Ortadoğu’da tesis edilmesini kararlaştıracaktır. Bu temelde; dağılan
Osmanlı ve İran devletlerinin eskiden egemen oldukları toprakların
dağıtılması; bu ülkelerin bazılarında yeni ulus-devletlerin kurulması,
bazılarında ise sömürge-manda yönetimlerinin oluşturulması… Marmara
boğazları meselesi, Ortadoğu’daki petrol alanlarının (Musul-Kerkük)
denetimi konuları görüşülür. Oldukça kritik ve kader belirleyici
konuların tartışıldığı konferans çetin pazarlıklar, çekişmeler ve
tartışmalarla geçtiği gibi çok da uzun sürer.
İngilizler her şeyden
önce kendi çıkarlarını güvenceye almak istediklerinden ilk önce
Musul-Kerkük’ün kendi sömürgeleri olan Irak’ta kalmasını kabul ettirmek
isterler. Bu temelde sorun çözülmediği takdirde, konuyu zaten kendi
kontrollerinde olan Milletler Cemiyetine götürmeyi dayatırlar. İsmet
İnönü’nün başkanlığındaki Türkiye heyeti ise önce Türk devletinin
kuruluşunun onaylanmasını ve diğer sorunların çözülmesini dayatır. Bu
şekilde iki buçuk ay süren görüşmelerde ilerleme kaydedilmez.
Bununla
birlikte gerek Türkiye ve gerekse de İngiltere ve diğer taraflara
yönelik iç ve dış baskılar gelişir. Tüm güçler, kendi çıkarları ve
egemenlikleri aleyhine bir sonuç yaşanmaması için seferberdir. Tabii ki
Kürtler hariç; kendi kaderlerini iyi niyetli ve naif bir biçimde Türk
delegasyonun insafına terk etmişlerdir. Hatta bunun için Türkiye
Meclisindeki 66 Kürt milletvekilinin imzaları alınmış ve heyette de iki
Kürt milletvekili yer almıştır. Ancak Kürtler ve Kürdistan’la ilgili
konular görüşülürken heyetteki bu milletvekilleri otel odasında
“alıkonulacaklar”dır. Bu arada Lozan konferansı sürecinde İngilizler ve
Türkler, Güney Kürdistan’da Kürtleri kendi çıkarları doğrultusunda
yönlendirir; birbirlerine karşı tehdit unsuru ve araç olarak
kullanırlar. Şêx Mahmud Berzenci bu ortamda tekrar öne çıkarılır.
Mahmud Berzenci isyanı ve yenilgisi
1922
yılında yapılan değişikliklere güvenerek İngiliz blokuyla kolay
anlaşabileceğini düşünen Ankara Hükümeti, Musul-Kerkük Vilayetini tekrar
ele geçirmeyi düşünür. Zaten ihtilaflı biçimde de olsa Musul’un kuzeyi
ellerindedir. Bu temelde Musul civarındaki Kürt aşiretlerini ve Şêx
Mahmud Berzenci’yle ilişki kurarak yanına çekmeye çalışır. Şêx’e
ayaklanması için cesaret ve destek verir; alana askeri güç takviyesi
yapılır. Bu temelde Musul halkının içinde referandum yapılması bile
teklif edilir ancak bu teklif İngilizlerce reddedilir. İngiltere’deki
bütçe planlamasında yer almadığı için onların Musul’a ek askeri güç ve
mühimmat gönderemeyeceği ve dolayısıyla İngilizlerin baskılar sonucunda
geri adım atabilecekleri hesaplanır.
Kürtlerin Musul-Kerkük ve hatta
tüm Silêmanî bölgesini içine alacak şekilde ayaklanacakları ve
Türklerin de buna destek verecekleri dolayısıyla İngilizlerin
Musul-Kerkük planlarının boşa çıkarılacağı havası hakimdir. Ancak
Türklerin hesapları tutmaz. İngilizler durumun kritik olduğunu görünce
politikalarında taktik değiştirirler. Şêx Mahmud Berzenci’yi çağırırlar,
Kral Faysal’la da uzlaşma sağlanıp onu Kürdistan yöneticisi ilan eder
ve bir Kürdistan hükümeti kurmasını kabul ederler. Böylece Kürtleri
Türklere karşı savaşmak üzere kendi yanlarına çekmeyi planlarlar. Ancak
Şêx Mahmud, kısa zamanda bağımsız hareket edecek kadar kendini
güçlendirir; bölgedeki diğer Kürt aşiretlerinden destek alır. Bu temelde
1922 Kasım’ında kendini Kürdistan Kralı ilan eder.
Gelişmeler
karşısında İngilizler oldukça sıkışmıştır; planları bir yandan Türkler,
diğer yandan da Kürtler tarafından bozulmaktadır. Bu temelde yine taktik
değiştirerek Lozan’da Türklerin, Musul-Kerkük sorununu ileriki bir
tarihte ikili görüşmelerle çözme teklifini kabul ederler. Tıkanmış olan
müzakereler tekrar başlar. İngilizler diğer yandan Kürtlere karşı
yaklaşım ve politikalarını da değiştirir. Şêx Mahmud Berzenci’nin
görevden alındığını ve Kürdistan’ı terk etmesi gereğini belirtirler;
Kürtler bu yaklaşımı kabul etmeyince İngilizlerle Mahmud Berzenci
önderliğindeki Kürt isyan güçleri arasında şiddetli ve uzun süren bir
savaş yaşanır. Lozan antlaşması sonrasına sarkan savaş ancak Mayıs 1924
tarihinde Kürtlerin yenilgisiyle sonuçlanır.
Görüşmelerin ikinci
bölümünde çetin pazarlıklar sürse de Musul-Kerkük konusu ötelenerek
diğer konularda teker teker anlaşmalar sağlanır. Daha önce gerçekleşmiş
Yunanistan ve Bulgaristan ulus-devletlerinin kuruluşları, Türkiye-Suriye
sınırı konusunda Fransa ile yapılan anlaşma, Boğazlar ve İstanbul
konusunda İngiltere ve Türkiye’nin yaptıkları anlaşma onaylanır.
Türkiye, Yunanistan ve Bulgaristan arasındaki azınlıklar sorunu
karşılıklı olarak çözümlenir. Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırları
Musul-Kerkük hariç kabul edilir. Bu arada Türkiye cephesinde de
değişiklikler yaşanır.
Lozan’da yapılan anlaşmalara Meclis ve
iktidar çevrelerinde itirazlar olmaması için Birinci Meclisi 1 Nisan
1923’te feshederek yeni bir hükümet oluştururlar. Bu konuda M. Kemal ve
yandaşları, İsmet İnönü’nün başını çektiği İngiliz bloğu kliği
karşısında etkisizleşir veya yeni devleti kurtarma kaygısıyla onlarla
uzlaşırlar. Yani bugünkü T.C. Devleti’nin kuruluşu esasta 1 Nisan 1923
tarihinde gerçekleşir. Aynı kliğin yeşil-turuncu versiyonu olan AKP’nin
neden 2023 tarihini bir milat olarak değerlendirdiği ve buna göre
yatırım yaptığı da şimdi daha iyi anlaşılıyor.
Konferansda Kürtleri doğrudan ilgilendiren konular
Lozan
Konferansı Kürdistan’ın parçalanması ve her bir parçası üzerinde ayrı
bir işgalci-ulus devlet kurulmasını; genel anlamda da Kürdistan’ın
kapitalist modernite çıkarlarına göre paylaşılmasını kapsadığı için
varlıksal olarak Kürdistan coğrafyası, halkı ve kültürünün tasfiyesini
hedeflemektedir. Bu temelde Lozan Konferansı ve yapılan antlaşmanın en
önemli kısmının bu amaca hizmet ettiği açıktır. Ancak bununla birlikte
oluşturulan yeni sömürge sistemine; onun siyasal ve devletler düzenine
Kürtlerin razı edilmesi için Kürtlerin isim düzeyinde kabulü ve kırıntı
düzeyinde bazı haklarının tanınması gündeme gelmiştir. Bu çerçevedeki
konulara bile Türklerin şiddetli itirazları olmuş ve nihayetinde kendi
tezlerini kabul ettirebilmişlerdir. Daha doğrusu Musul-Kerkük bölgesini
İngilizlere bırakma karşılığında Kürtlere karşı inkâr-imha-asimilasyon
politikalarını uygulamaları konusunda Türkler serbest bırakılmış; hatta
bu konuda her türlü destek de kendilerine sunulmuştur.
Her şeyden
önce Türk heyeti, Türklerle Kürtlerin kardeş olduklarını, savaşı
birlikte yürüttüklerini, kaderlerinin bir olduğunu ve dolayısıyla
birbirlerinden ayrılmak istemediklerini temel tezleri olarak işlerler.
Bu tezlerini kabul ettirebilmek için de Türkiye meclisindeki Kürt
milletvekillerinin ortak imzalı mektuplarını, kendi ulusal
kıyafetleriyle Meclise gelen Kürt milletvekillerinin resimlerini,
Kürtlere muhtariyet-özerklik verileceği konusunda M. Kemal’in vaatleri
ve beyanatlarını, 1921 Anayasasını ve ellerinde daha ne varsa
kullanırlar.
Kaldı ki Konferansı düzenleyen güçlerin bu konuda
aslında pek itirazları da yoktur. Onlar için önemli olan kendi çıkarları
ile Ortadoğu’daki hegemonyalarını tesis etmek ve güvenceye almaktır.
Hatta coğrafya, toplum ve kültür olarak Bölge’nin merkezinde yer alan
Kürdistan gerçekliğinin tasfiye edilmesi bu amaçlarına ulaşmalarını daha
da kolaylaştıracaktır.
Halklar Lozan’ı fiilen aşmıştır
Kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya
tarihsel-ideolojik saldırılarının sonucu olan Lozan Antlaşması,
imzalandığı günden bugüne kadar Bölge’de gerçekleşen tüm katliamların,
yıkımların ve trajedilerin müsebbibi olan bir antlaşmadır. Ancak gelinen
aşamada bu gerçek, Bölgedeki halklar tarafından önemli oranda
görüldüğünden Lozan’ı fiilen aşmıştır.
Kürdistan’ın dörde bölünmesine neden olan Lozan görüşmeleri ve
antlaşmasının (20 Kasım 1922-24 Temmuz 1923) etkin güçleri,
Ortadoğu’daki hegemonyalarını tesis etmek ve güvenceye almak için
çelişkileri iyi kullanmışlardır. Türk heyetinin, Türklerle Kürtlerin
kardeş olduklarını, savaşı birlikte yürüttüklerini, kaderlerinin bir
olduğunu yönelik iddialarını istedikleri kullanmışlardır.
Lozan’da
Meclise gelen Kürt milletvekillerinin resimlerini, Kürtlere
muhtariyet-özerklik verileceği konusunda M. Kemal’in vaatleri ve
beyanatlarını, 1921 Anayasasını ve ellerinde daha ne varsa kullanan Türk
heyeti, hegomanik güçlerin çıkarlarıylada uyaşan antlaşmayı
onaylamışlardır. Türk heyetinin üzerinde önemle durduğu bir diğer konu
da azınlıklar meselesidir. Türkiye sınırları içinde Müslüman azınlık
olmadığı; Müslümanlar arasında ayrım yapılmadığı iddia edilerek ancak
Müslüman olmayanların azınlık sayılacakları savunulur.
Bu yaklaşımla
Türkler, bir taşla birkaç kuş vurmayı hedeflerler. Bir yandan Müslüman
olmayan azınlıklar Batı ile ilişkilerde malzeme olarak kullanılabilecek.
Bunun yanında zaten daha önceki katliamlarla marjinalleştirildikleri
gibi birçok sınırlamaya tabii tutulacaklar; “tehlikeli olmaya
başladıkları” anda da etkisizleştirilebileceklerdir. Bu çerçevede bir
yandan Türkiye sınırları içinde küçük ve marjinal topluluklar halinde
yaşayan Ermeniler, Rumlar, Yahudilere azınlık statüsü ve bazı sınırlı
hakları tanınır. Tabii ki gerektiğinde mübadele, Varlık vergisi, 16-17
Eylül olayları gibi daha nice “tedbirler”le etkisizleştirilmek ve mal
varlıkları müsadere edilmek gizli kaydıyla! Türklerin bu konudaki en
büyük hedefleri ise Kürtleri rahatlıkla tasfiye etmek ve Kürdistan’ı
işgal etmektir. T.C. Devleti’nin Kürdistan ülkesi, toplumu ve kültürüne
yönelik esas yaklaşımı olan inkar-imha-asimilasyon politikalarının
temeli böylece atılmış olur. Bu durum yeni devletin ulus yaklaşımın
Türk-İslam sentezi olduğunu ele vermektedir.
AKP neden Cemevi yerine Cami diyor?
AKP
Hükümeti’nin yetkilileri, bugün Alevileri neden ayrı bir inanç olarak
tanımak istemediklerini; ibadet yerlerinin neden Cemevleri değil de cami
olduğunu yüksek sesle vurgulamaları; Alevilere yönelik sindirme ve
korkutma girişimlerinin neden tekrar gündemleştirildiği ancak 90. yılı
geride bırakan Lozan Antlaşması temelinde doğru anlaşılabilir.
Bu temelde Lozan Konferansı’nda “Kürtlerin hakları”yla doğrudan ilgili şu maddeler yer alır:
MADDE 38
“Türk
Hükümeti, Türkiye’de oturan herkesin, doğum, bir ulusal topluluktan
olma [milliyet, nationality], dil, soy ya da din ayrımı yapmaksızın,
hayatlarını ve özgürlüklerini korumayı tam ve eksiksiz olarak sağlamayı
yükümlenir.
Türkiye’de oturan herkes, her inancın, dinin ya da
mezhebin, kamu düzeni ve ahlak kurallarıyla çatışmayan gereklerini,
ister açıkta isterse özel olarak, serbestçe yerine getirme hakkına sahip
olacaktır.”
Madde 38’un devamı:
“Herhangi bir
Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya
da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili
kullanmasına karşı hiç bir kısıtlama konulmayacaktır.
Devletin resmi
dili bulunmasına rağmen, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk
uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri
bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır.”
Kürtler faydalanmasın diye örtük maddeler
Bu
maddenin dışında aslında Kürtlerle de ilgili olan ancak Kürtlerin
faydalanmaması için örtük bir dille ifade edilen maddeler ise şunlardır:
MADDE 39
“Müslüman-olmayan azınlıklara mensup
Türk uyrukları, Müslümanların yararlandıkları aynı yurttaş [medeni]
haklarıyla siyasal haklardan yararlanacaklardır.
Türkiye’de oturan herkes, din ayrımı gözetilmeksizin, kanun önünde eşit olacaktır.
Din,
inanç ya da mezhep ayrılığı, hiç bir Türk uyruğunun, yurttaşlık
haklarıyla [medeni haklarla] siyasal haklarından yararlanmasına,
özellikle kamu hizmet ve görevlerine kabul edilme, yükseltilme,
onurlanma ya da çeşitli mesleklerde ve iş kollarında çalışma bakımından,
bir engel sayılmayacaktır.”
MADDE 40
“Müslüman-olmayan
azınlıklara mensup Türk uyrukları, hem hukuk bakımından hem de
uygulamada, öteki Türk uyruklarıyla aynı işlemlerden ve aynı
güvencelerden [garantilerden] yararlanacaklardır. Özellikle, giderlerini
kendileri ödemek üzere, her türlü hayır kurumlarıyla, dinsel ve sosyal
kurumlar, her türlü okullar ve buna benzer öğretim ve eğitim kurumları
kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe
kullanmak ve dinsel ayinlerini serbestçe yapmak konularında eşit hakka
sahip olacaklardır.”
Ayrıca Lozan antlaşmasında Kesim III
Azınlıkların korunması adı altında sıralanan 38-45 arasındaki tüm
maddelerin; katılan tüm devletler ve Milletler Meclisinin onayı olmadan
değiştirilemeyeceği; T.C. hukukunda bu politikalarında bu maddeler
hilafına bir düzenlemenin yapılamayacağı kesin şart olarak konmuştur.
Temel dinamikler tasfiye edilmeye başlanır
24
Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması’yla kuruluşu
kapitalist modernite güçleri ve devletlerarası sistem tarafından
onaylanan devlet, Türkiye Cumhuriyeti adını alarak esasta bundan sonra
yapılandırılır.
İçte demokratikleşmeye ilişkin düzenlemeler;
Kürtlerin varlığı ile birlikte Türkiye’deki halkların geneli açısından
olumlu olan demokratik haklar ortadan kaldırılır. Ulusal Kurtuluş
savaşının temel dinamikleri olan Kürtler, İslamcılar ve Sosyalistler
hızla tasfiye edilmeye başlanır. Beyaz Türkçü- faşist zihniyet,
yapılanma, kurumlaşma ve politikalar; tek vatan, tek bayrak, tek dil ve
örtük biçimde de tek din yaklaşımının egemen kılınması esas alınır. Bu
temelde 1921 Anayasası ve kurucu Meclisi tasfiye edilir. Yerlerine tekçi
1924 Anayasası ve Türk Meclisi ikame edilir.
Artık bir halk
oldukları kabul edilmeyen Kürtlerin dillerini kullanmaları başta olmak
üzere tüm değerleri ve hakları yasaklanır. Tekliğe ve tekçiliğe uymayan
diğer öğeler de tasfiye edilir. Halifelik ve diğer dini kurumlar
kaldırılarak din devletin aracı haline getirilir. Sosyalist ve muhalif
örgütlenme ve çalışmalar yasaklanır; olanlar da tasfiye edilir. T.C.
Devleti’nin bu politikalarını kabul etmeyen tüm güçler değişik
biçimlerde tepkilerini gösterirler. Kürt isyanlarına karşı pasif kaldığı
gerekçesiyle Fethi Okyar istifa ettirilerek yerine İsmet İnönü
başkanlığındaki hükümet getirilir. Şark Islahat planı, Şêx Said isyanı
ve diğer isyanların katliamla bastırılması, ‘Tunceli Kanunları‘,
Tedip-tenkil harekatları ve diğer tasfiye politikaları peyderpey
gelecektir. Tam anlamıyla bir soykırımlar rejimi inşa edilir.
Bağımsız, güçlü devleti adı altında hizmetçisi olur
T.C.
Devleti Lozan Antlaşması ile; içte tekçilik temelinde iktidarını
sağlamlaştıran, ‘birliğini-bütünlüğünü’ sağlayan T.C. egemen sınıfları
dışta ise Britanya, Yahudi sermayesi ve diğer kapitalist iktidar
odaklarına yakınlaşır; onların egemenliği, çıkarları ve politikalarının
hizmetçisi olur. Ve üstelik de bağımsız, güçlü, laik-hukuk devleti adı
altında!
Ancak ortada çözülmesi gereken Musul-Kerkük sorunu vardır.
Her ne kadar yeni oluşturulan T.C. Devleti sistemin işbirlikçisi olarak
kurgulansa da kendine göre davranabilecek ve İngiltere’nin devlet
çıkarlarını tehlikeye atabilecektir. Diğer yandan T.C. Devleti de her ne
kadar sistem tarafından onaylansa da devlet çıkarları söz konusudur.
İçte
ve dışta yeterince güçlendiğini düşünen T.C. egemenleri, kısa süre
içinde bağımlısı oldukları sisteme kafa tutacak cüreti kendilerinde
görmeye başlarlar. Musul-Kerkük sorununu da bu temelde, kendi lehlerine
çözmeye kalkışırlar. İngilizler de aynı sorunun kendi lehlerine çözmekle
meşguldürler. Bu minvalde T.C. Devletiyle İngiltere arasındaki ikili
görüşmeler 19 Mayıs 1924 tarihinde başlar. T.C. Musul-Kerkük bölgesini
alma karşılığında İngilizlere petrolden pay alma veya ortaklık teklif
eder. İngilizler ise hem Musul-Kerkük’ü ve hem de Xakarî’yi isterler.
Zorlu müzakerelerden sonuç alınamayınca İngilizler Milletler Cemiyetine
gider. Milletler cemiyeti İngilizlerin isteği doğrultusunda ve bugünkü
Irak-T.C. sınırının esas alınmasını kararlaştırır. T.C. devleti bu
durumu kabul etmez. Bu arada taraflar kendi tezlerini kabul ettirebilmek
için dolaylı siyaset yöntemlerini harekete geçirirler.
Kürtler ve Asuri-Nasturi halkları kaybetti
İngiltere
Irak’taki egemenliğini ve çıkarlarını korumak, Kürtlerden ve T.C.
Devletinden gelebilecek tehlikeleri önlemek amacıyla T.C.-Irak sınır
bölgesinde yaşayan Asuri-Nasturileri kullanır. Onları, bir Nasturi
devleti kuracağı vaadiyle ayaklandırır. 1924’te başlayıp katliamla
bastırılan bu ayaklanma sonucunda kazanan T.C ve İngilizler; kaybedense
Kürtler ve Asuri-Nasturi halkları olur.
Ardından 1925 Şêx Said
isyanı patlak verir. İngilizler bu isyanı destekledikleri görüntüsü
vererek bir taşla bir kaç kuş vurmak isterler. Bu isyanı T.C. ye karşı
bir tehdit olarak kullanırlar. Bu isyanla birlikte T.C. Devleti’ndeki
Kürt düşmanlığını kalıcılaştırmak ve böylece Türk-Kürt ilişkilerini
dinamitlemek, her iki tarafı da zayıflatarak kendi hegemonyalarına
bağlamak isterler. Gerek T.C. ve gerekse de Kürtler bu durumu
göremeyecek kadar zayıf olduklarından İngilizlerin oyununa gelirler.
Bu
süreçteki tüm çatışmaların, katliamların, kavgaların ve trajedilerin
merkezinde olan Musul-Kerkük sorunu ise İngilizler tarafından Milletler
Cemiyeti nezdinde çözülmeye çalışılır. T.C. Devleti alınan kararları
kabul etmeyince 23 Eylül 1925 tarihinde olay Lahey Adalet Divanına
gider. Bu noktada umutları tümden kırılan T.C. Devleti savaş
hazırlıklarını yoğunlaşıyor görüntüsü verir. İngilizler ise bu numarayı
yutar numarası yapar çünkü Türklerin blöf yaptıklarının farkındadır.
Zaten özellikle Şeyh Said İsyanıyla birlikte istediği sonucu almıştır.
Bir yandan T.C. Devletini önemli oranda kontrolüne almış ve kendi
çıkarları doğrultusunda yönlendirmektedir. Diğer yandan Kürtler de artık
tehdit unsuru olarak kullanabileceği konumda değildirler. Sovyetler
Birliği de T.C. devletinden umudunu kesmiş Avrupa ile ilişki
geliştirmeye çalışmaktadır. Bu nedenlerle İngiltere ve tabii ki ittifakı
olan Yahudi Sermayesi, Kürt devleti kurmaktan ve Kürtlere destek
vermekten vazgeçtiklerini; Kürtleri bastırma konusunda T.C. Devletine
her türlü desteği vereceklerini ifade ederler.
Bu zeminde Milletler
Cemiyeti 16 Aralık 1925 yılındaki raporunu açıklar. Kararlar İngiltere
lehine olup T.C.yi ve Kürtleri de teskin edecek bazı tedbirler vardır.
Söz konusu kararlar şöyledir:
“1- Brüksel Hattı Türkiye-Irak sınırı
olacak. 2- Britanya Hükümeti, Milletler Cemiyetine mandater rejiminin 25
yıl uzatılmasını öngören bir antlaşma sunacak. 3- Britanya Hükümeti,
Kürt halkını koruyacak önlemleri mandater güç olarak Konseye sunacak. 4-
Britanya Hükümeti mandater güç olarak Komisyon Raporunda yer alan diğer
önlemlere olabildiğince uymaya davet edilecektir.”
Bölgedeki yıkımların müsebbibi olan bir antlaşmadır
Britanya
ve Irak hükümetleri bu kararları kabul ettiklerini belirtirler. Bu
gelişme akabinde devam görüşmeler sonucunda 5 Haziran 1926 yılında
yapılan Ankara Antlaşmasıyla Musul-Kerkük sorunu çözülür. Bu antlaşmada
Türkiye-Irak sınırı konusunda bazı değişikliklerle birlikte Brüksel
hattının kesinlik kazandığı, Irak’ın petrol gelirlerinden yüzde 10’luk
payı 25 yıl süreyle T.C’ye vermesi maddeleri yer alır.
Artık
kapitalist modernitenin hegemonik güçlerinin işbirlikçisi, minimalist ve
modern-laik bir devlet yapılanması olarak T.C Devleti sahnededir. Diğer
işgalci ulus-devletler de aynı biçimde kurgulanıp inşa edilirler. Lozan
Antlaşması ve devamı olan Ankara Antlaşmasıyla İngiltere-Yahudi
sermayesi ve daha sonraları ABD emperyalizmi Ortadoğu’ya yerleşir. Diğer
yandan Bölge’de binlerce yıla dayanan manevi-maddi kültür birikimleri
tasfiye edilir. Halklar arasındaki kardeşlik ve dostluk neredeyse bir
daha telafi edilemeyecek derecede bozulur.
Kapitalist modernitenin
Ortadoğu’ya tarihsel-ideolojik saldırılarının sonucu olan Lozan
Antlaşması aynı zamanda imzalandığı günden bugüne kadar Bölge’de
gerçekleşen tüm katliamların, yıkımların ve trajedilerin de müsebbibi
olan bir antlaşmadır. Ancak gelinen aşamada bu gerçek, Bölgedeki halklar
tarafından önemli oranda görüldüğünden Lozan fiilen aşılmıştır.
Başlangıcında olduğu gibi günümüzde de demokratik-toplumsal güçler
açısından hiç bir meşruiyeti yoktur. Kürdistan’daki demokratik-devrimsel
süreç başta olmak üzere Ortadoğu’da yaşanan demokratik-halk direnişleri
bu gerçeğe işaret eder. Hatta Lozan’ı ortaya çıkaran sistemin hegemonik
güçlerinden Yahudi sermayesinin ulus-devleti olan İsrail’de bile
insanların kendini yakacak derecede sisteme öfke duymaları, İngiltere,
ABD ve Fransa’da örgütsüz de olsa yaygın ve güçlü toplumsal tepkiler de
Lozan sisteminin toplum ve insanlık karşıtı olduğunu ortaya koymaktadır.
Kapitalist modernitenin restorasyon ve re-organizasyonu sonucunda
piyasaya sürülen yeşil, turuncu, İslamcı, liberal, sözde sosyalist
iktidar klikleri ve politikaları halklar için umut değil olsa olsa yeni
Lozan’lar olacaktır. Bu nedenle yeni Lozan, alternatif Davos, Üçüncü
Yol, ılımlı İslam gibi model ve arayışlar halklar tarafından daha
şimdiden kabul edilmemekte; şiddetle karşı konulmaktadır.
1923
Lozan’ını ve yeni Lozanları boşa çıkarmada belirleyici olan ise
halkların demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi bilinç-örgütlülük ve
eylemleri olacaktır.
Yaşam her zamankinden daha mümkün; yeter ki ne için, neye karşı ve nasıl mücadele edileceği, nerden başlanacağı bilinsin...
BİTTİ
HESEN GERDÛN