9 Ağustos 2012 Perşembe

Olimpiyat ve AKP

LONDRA - Londra’daki olimpiyat oyunları ülkenin genel durumunu da yansıtıyor. Dış politikada, Kürt halkının demokratik talepleri konusunda hükümetin içinde bulunduğu aczi, açmazları ve abartmayla yalanın her çeşidini 2012 Londra olimpiyatı konusunda da görmek mümkündür.

Bu yazı hazırlandığı sırada Türkiye sadece tek bronz madalya kazanabilmişti…

Londra’ya büyük beklentilerle gidilmişti ama henüz olimpiyat bitmeden bu beklentinin yerini hüsranın aldığı şimdiden görülebiliyor.

Bu ülkenin en büyük güncel palavracısı “mücadele iyi gidiyor” diyen İçişleri Bakanı mı sanıyorsunuz? Spor Bakanını unutmak haksızlık olur!

“Olimpiyatta başarılı olunduğunu, ülkenin böyle bir başarıyı hiç yaşamadığını” iddia etti.

2012 Londra Olimpiyatı’na şimdiye kadarki en kalabalık kafileyle katılmışız!

Katılmışız da ne olmuş! Daha çok madalya mı kazanmışız?

Hiçbir dalda dereceye girmenin yanına bile yaklaşamayan yüzücüler için, “başarılı oldular” deniliyor.

Üç tarafı denizle çevrili ülkede en azından olimpiyat yüzme havuzunda yüzebileceklerini gösterdiler. Boğulma filan gibi olaylar yaşanmadı ve bu da sonuçta başarıdır!

Büyük umut bağlanan halterde hiç madalya alınamayacağı belli oldu.

Sporların anası sayılan atletizmde durum zaten feci…

AKP’li spor yöneticileri şeytanın aklına gelmeyecek bir uygulama bulmuşlardı, ama bu da tutmadı.

Diyelim Etopya’dan iyi koşan bir atleti ülkeye getiriyorsunuz ve hemen T.C. vatandaşı yapıyorsunuz. Kendisi hemen bir rekor kırıyor ve böylece atletizm tarihimizde ileri bir derece yapılmış oluyor.

Benzeri atletleri olimpiyata da götürüyorsunuz, ama orada bir şey yapamıyorlar.

Tesis yok, doğru dürüst antrenör yok ama ithal atlet var ve onlarla da bir şey yapılabileceği sanılıyor.

Basın da aynı havaya uymuş durumda…

“Potanın sultanları”, “filenin perileri” gibi isimlerle kadın basketbolcu ve voleybolcuları teşvik etmeye çalışıyorlar ve güçlü bir takıma yenilince de üzülüyorlar.

Başka ne olmasını bekliyordunuz?

Çok sayıda tesiste küçük yaştan beri çalışan binlerce sporcu arasından seçilmiş bir takıma karşı ne derece başarılı olabilirsiniz?

Altın madalya alacak sporcuya hükümet bir servet vaat etti. Sanıyorlar ki, para verince bir şey olacak? Para; iyi eğitmenlerin eşliğinde ve uygun tesislerde uzun ve disiplinli çalışmanın yerini tutabilir mi?

Roboski’daki anlayışın aynısı…

“Öldürülenler için para verelim, susun!”

Para verelim, altın madalya alın!
Paranın her sorunu çözeceği sanılıyor.

Mantık aynı…

AKP hükümetinin Kürt halkına davranışıyla olimpiyattaki davranışı aynıdır. Politik terimleri sportif terimlere çevirin, aynı sonuca ulaşacaksınız: oyalama ve dikkati başka yana çekmeye çalışmak, sahte umut dağıtmak, apaçık başarısızlığa rağmen başarılı olunduğunu iddia etmek ve çözümü çıkmayacak yerde aramak…

“2020 olimpiyatı İstanbul’da olursa çok başarılı olacağız.”

Nasıl olacaksın, belli değil!

Aylardır bir asma köprüyü tamir edemediğin, trafiğin iyice keşmekeş olduğu bir kentte nasıl olimpiyat yapacaksın; o da belli değil…

Vaatler vaatler, tutulmayacağı belli olan vaatler…

Çözüm sürekli olmayan yerde aranıyor.

Daha fazla para veririz, sporcularımızın kendilerine daha fazla inanmalarını sağlarız, seyircimiz de onları teşvik eder…

Bunlarla bir şey olmayacağı Londra’da görüldü…

Varolan faktörlere bir de seyirciyi katsanız bile bu yol çözümün yolu değildir.

Sporcu yetiştirme sisteminin baştan aşağıya değişmesi gerekiyor.

Mantık aynı, alanlar farklı ama mantık aynı…


Gerilla baskınlarında verilen kayıplara karşı güvenlikli karakolların sayısının artırılması hedefleniyor.

Böyle yapınca sorunu çözmüş mü olacaksınız?

Daha fazla özel tim, daha fazla silahlanmayla sorunu çözebileceğinizi mi sanıyorsunuz?

Bu ülkenin anayasasında, idari yapısında, eğitim sisteminde önemli ve uygun değişiklikler yapmadan Kürt halkıyla olan sorunu çözemezsiniz.

Çözümü sürekli olarak yanlış yerde aramak yerleşmiş bir kafa yapısıdır ve hayatın öteki alanlarında da kendisini göstermektedir.

Bu zihniyetle daha çok uğraşacağız, öyle görünüyor…


Engin Erkiner

Der Spiegel: Fetullah Gülen Cemaati Bir Türk Mafyası



Berlin - Almanya'da ilk kez yaygın ve etkili bir medya kuruluşu Gülen cemaatinin gerçek yüzüne dokundu. Ülkenin önde gelen haftalık haber dergisi Der Spiegel, cemaatin korkutucu boyutlarına ulaşmasına rağmen kendisini "hoşgörülü" olarak tanıttığını yazdı. Ancak haberin ardından cemaat üyelerinin Spigel'e çok sayıda protesto mektubu göndermeye başladığı öğrenildi.

Fethullah Gülen cemaatinin dünya çapında en etkili ve örgütlü olduğu ülkelerin başında gelen Almanya'da cemaate 'dokunmak' şimdiye kadar bir tabuydu. En son geçtiğimiz Haziran ayında Alman devlet televizyonu ARD'ye bağlı WDR kanalında cemaatin gerçek yüzünü anlatan "İmamın sessiz ordusu- Fethullah Gülen Hareketi" adlı belgesel ekranlara geleceği gün yayın akışından çıkartılmıştı.

Ancak bu kez Almanya'nın etkili medya kuruluşlarından haftalık haber dergisi Der Spiegel, tepkilere rağmen son sayısında Gülen cemaatine 4 sayfa ayırdı. Gülen'in hayat hikayesini anlatan dergi, cemaatin başta Almanya'daki yapılanması olmak üzere, dünya çapında artık etkili bir tarikat haline dönüştüğüne dikkat çekti. Bazı Alman politikacıların cemaat ile içli dışlı olduğunu yazan dergi, cemaati yakından tanıyan çok sayıda uzmanın da görüşüne yer verdi.

'ALMANYA İÇİN ÇOK TEHLİKELİ'

Bilinen aksine Gülen hareketinin Batı düşmanı olduğu belirtilen Maximilian Popp imzalı haber-araştırmada cemaatin Almanya'da her gün yandaşlar kazanarak büyümesini sürdüğü bildirildi. Almanya için ciddi tehlike oluşturacak büyük bir İslamcı bir hareketle yüz yüze olduğunu belirten Spiegel'in yorumu devamla şöyle:

"Cemaat her türlü şeffaflıktan uzak ve oldukça gizli bir yapılanmaya sahip. Fakat buna rağmen cemaat üyeleri kendilerini dinler arası barış isteyen ve hoşgörü taraftarları olarak yansıtıyor. Yaygın görüşe göre cemaat aşırı muhafazakâr. Fakat iç yapısının bilinmesine rağmen cemaat Almanya'da rahatça örgütleniyor, özellikle gençler arasında üye sayısını artırıyor."

"HUMEYNİ'DEN FARKI YOK"

İslam uzmanlarının cemaate ilişkin analizlerine yer veren dergi Hollandalı tarihçi Martin van Bruinessen "Gülen cemaati gizli Katolik örgütü ‘Opus Dei’ ile paralellikler arz ediyor" derken, ABD'li tarihçi Michael Rubin ise Gülen’in Humeyni’nden farkının olmadığını belirtti. Ünlü ekonomi profesörü Dani Rodrik ise şunları söyledi: "Hareket kirli işlerin içine batmıştır. Hareketin yayın organı Zaman gazetesi ise bu mafyayı yalan ve manipülasyonlarla aklamaya çalışıyor."

Cemaatten ayrılanlar ise hareketi Scientology tarikatına benzetti. "Der Pate" başlıklı yazıda Gülencilerle içli-dışlı olan Alman politikacılar ise şöyle sıralandı: CDU'lu Federal Meclis'in eski başkanı Rita Süssmuth (Gülen hareketine bağlı merkezi Berlin'de olan FID kuruluşunun danışmanı), FDP'li Hessen Eyaleti Adalet Bakanı Jörg-Uwe Hahn, CDU'lu parlamenter Ruprecht Polenz, uzun yıllar Berlin Eyaleti İçişlerinden Sorumlu senatör Ehrhart Körting.

HER YERDE OKUL, GÜNEY KÜRDİSTAN'DA CAMİİ!


Fetullah Gülen'in kendisini "mütevazi bir vaiz" olarak görmekten mutluluk duyduğunu, Gandhi'nin Müslüman versiyonuna benzettiğini yazan dergi cemaatin "Camii yerine okul" sözünü ise Güney Kürdistan'da unuttuğunu yazdı. Der Spiegel'in verdiği bilgiye göre cemaat Kürdistan Federe Bölgesi'nde son 10 yılda 160 camii inşa etmiş.

Spiegel'in ilk kez cemaati böyle ayrıntılı olan bir haber vermesi ise sayısı bir milyonu geçen okuyucuları arasında büyük yankı yaptı. Özellikle cemaat üyeleri dergi ve yazıyı kaleme alan Maximilian Popp karşıtı kampanya başlatarak tekzip yayınlanması için derginini yayın kuruluna baskı oluşturmaya çalışıyor.

PKK ve Asıl Sorun

GÜNAY ASLAN

KÖLN - Bundan 13 yıl önce bugünlerde İmralı’da tutsak edilen PKK Genel Başkanı Öcalan’ın talebi üzerine PKK gerilla güçlerini geri çekti.

Öcalan, ‘demokratik çözüme bir şans verilmesini‘ istemiş, PKK, demokratik çözümün gelişeceğine inanmasa da, bu öneriyi geri çevirmeyi de uygun bulmamış, örgütün ve toplumun içinden yükselen şiddetli tepkilere rağmen ‘çekilme‘ kararı vermişti.
PKK çekilme kararından yana değildi ancak, sonuçta PKK bir lider partisi, hatta hareketiydi ve, herşeyden önce de Öcalan demekti.

Dolayısıyla ondan gelen öneriyi reddetmek kolay değildi. Sonunda kabul etti.

PKK geri çekilme hareketini ‘Gül Hamlesi‘ olarak isimlendirdi.

Geri çekilerek Türk devletine ‘gül uzatıyor‘; barışçıl yeni bir dönemin başlaması için hayati bir fırsat sunuyordu!

PKK Konseyi yükselen tepkilere rağmen, özveri gösterdi ve gerilla güçlerine geri çekilme emri verdi ama,‘demokratik çözümün gelişmesi için güçlerinizi geri çekin‘ diyen Türk devletiyse gerillanın önünü kesti!

Türk ordusu gerillanın geçiş yollarına birbiri ardına pusu attı!

Gerilla vuruşarak yolunu açmaya çalıştı fakat, hazırlıklı değildi. Bu yüzden ağır kayıplar verdi.

O dönemde kadınlı-erkekli 500’e yakın Kürt gerillası; 500 kadar gencecik Kürdistan evladı hayatını kaybetti!


Gerilla geri çekiliyor, barışa bir sanş veriyordu ancak, Türk ordusu da bunun karşılığında bütün gücüyle saldırıyor, kan döküyor,Kürt kanı içmek için yanıp tutuşuyordu!
Ve, Türkiye’nin bugün demokrat kılıklı, ahlaksız, vicdansız ve aşağılık birçok gazetecisi, akademisyeni, siyasetçisi ve yazarı da o gün bu saldırıları destekliyor, gencecik çocukların kanını acımasızca döken Türk ordusuna alkış tutuyordu.

Bir Allah’ın kulu çıkıp da,‘yapmayın; bu zulmü Kürtlere reva görmeyin, onların çocuklarını, üstelik de savaş alanını terk ediyorken öldürmeyin‘ demiyordu.

PKK ve Kürt halkı o günlerde kelimenin tam anlamıyla korkunç bir travma yaşadı.

Bir devlet gibi değil, ilkel bir kabile gibi davranan Türk devleti kimseyi şaşırtmadı!
Oysa Öcalan Kenya’dan kaçırılıp Türk devletine teslim edildikten sonra dünyada olduğu gibi Türkiye’de de Kürt sorununun demokratik çözümü yolunda yeni bir sayfanın açılacağı kanısı yayılmıştı.

Dünyanın belli başlı televizyonları, gazete ve dergileri, uluslararası kamuoyuna Türkiye’nin artık, ‘değişeceği‘ ve Kürt sorununu ‘barışçıl, sivil yöntemlerle‘ çözeceği mesajını veriyorlardı.

Hatta The Economist, The Thimes, New York Times, Washington Post ve Guardian gibileri söz konusu ‘çözümün‘ nasıl olacağına ilişkin ‘önerilerini‘ dahi sıralamıştılar.

Guardinan 30 Haziran 1999 tarihli başyazısında, Kürt sorununun çözümüne ilişkin olarak 5 maddeden oluşan bir, ‘öneri paketi‘ sunmuştu.

Buna göre; Kürt dili, isimleri ve Kürt dilinde eğitim ve yayın konusundaki sıkı kısıtlamalar ile Kürtlerin politik yaşama katılımı üzerindeki fiili ve hukuki sınırlamalar kalkmalıydı.

Ayrıca Türkiye’nin ulusal kimliği konusundaki tartışmalar teşvik edilmeliydi.

Yine şiddetle ilgisi olmayan siyasi suçlardan dolayı cezaevlerinde olan Kürtler (DEP Milletvekilleri) serbest bırakılmalıydı.
Son olarak; Türkiye’nin bütünlüğü içinde Kürtlerin yaşadığı güneydoğu bölgeleri için bir tür ‘özerklik‘ ya da ‘özyönetim‘ formülü bulunmalıydı.
Washington Post ise 14 Haziran 1999‘da şöyle diyordu:

‘Türkler şimdiye kadar sertlik çizgisini izledi.Türkiye’nin dostları, onun şimdi perspektifini genişletmek ve Öcalan’ın girişimine samimi bir karşılık vermek için gereken cesareti toplayabilmesini umuyor…‘

18 Şubat 1999 günü Kürtlerle ilgili bir başyazı yazan The Times ise,“ Kürtlere verilecek gerçek özerklik yeni bir şiddet döngüsünü engelleyebilir ve ancak bu şekilde Türkiye, Kürtlerin geleceklerini arayacakları bir ülke olabilir‘ diyordu.

Tabii, yalnız medya da değil, Avrupa Parlamentosu, Avrupa Konseyi, AB ve Amerika da Türkiye’yi ‘siyasi çözümler‘ bulmaya çağırıyorlardı.

Dönemin ABD Başkanı Clinton‘da Türkiye Parlamentosu‘nda benzer bir çağrı yaptı.

Türkiye ise söz vermiş ancak, sözlerini yerine getirmemişti.
Türk devleti uluslararası demokratik toplumu oyalıyor, bu arada Kürt kanı dökmeye devam ediyordu!

Türk devletinin Kürt meselesini çözüme kavuşturma yönünde herhangi bir niyeti yoktu.


Bunu her Kürt bireyi gibi PKK de bir kez daha çok acı yaşayarak ve çok ağır bedel ödeyerek öğrendi.
PKK, Türk devletini mecbur etmeden bir şey alamayacağını, devletin demokratik çözümden, temel insan haklarından, insanlıktan, hak hukuk, adaletten ve diyalogtan anlamayacağını yeniden gördüğü için –mecburen- strateji değiştirdi.

1 Haziran 2004 tarihinden itibaren yeniden silahlı mücadeleye yöneldi.

Bugün Şemdinli’den Dersim’e, Çukurca’dan Amanoslar’a kadar yayılan ve daha da yayılacağı anlaşılan çatışmaların asıl nedenini burada aramak gerekiyor!
Kaldı ki Oslo Süreci’ni de 2 Ağustos Süreci’nin devamı olarak okumak gerekiyor!

2 Ağustos 1999‘da Ergenekoncu kesimin yaptığını, geçen yıldan bu yana AKP Hükümeti yapmaya çalıştığı içindir ki bugün savaş devam ediyor.

Sen gel PKK’yle 3 yıl boyunca otur, tartış ve kağıt üzerinde uzlaşma sağla ama, sıra pratik adımlara gelince kalk tam tersini yap.

Arap Baharı ihtimali ortaya çıkınca, fırsatçı yaklaş.

AKP Hükümeti bölgede üstlendiği ‘taşeron‘ görevinin işe yaracağını, bu sayede PKK’yi tasfiye edeceğini düşündüğü için sözlerinin gereğini yapmak yerine güvenlik konseptine geçti.

PKK şimdi bunun işe yaramayacağını göstermeye, AKP’nin burnunu sürtmeye, güvenlik konseptini yerlerde süründürmeye çalışıyor.

Olan bu arada Türk ve Kürt yoksullarına oluyor ama, devleti ve hükümetiyle Türkiye için insan hayatı bir anlam ifade etmiyor.

Etseydi zaten Türkiye bu halde olmazdı!

Kalkan: Şemdinli Daha Başlangıç

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Duran Kalkan, Şemdinli’de yaşananın yeni bir tarz ve taktik olduğunu belirterek “Şemdinli bir uyarı, bu daha başlangıç, eğer bu uyarıdan doğru ders çıkarmazlarsa gerilla ve halkımızın daha neler yapmaya muktedir olduğunu göreceklerdir” dedi. Gerillanın kırda da şehirde de etkinliğini artırdığını kaydeden Kalkan, sadece Güneybatı Kürdistan’da değil Kuzey Kürdistan’da da bir devrim sürecinin yaşandığını dile getirdi.

KCK Yürütme Konseyi Üyesi ve Halk Savunma Komitesi Başkanı Duran Kalkan, ‘Devrimci Operasyon’ adı verilen gerilla eylemliliklerini ANF’ye değerlendirdi. “Gerillanın ordu ve devleti işlemez kılan bir düzeyi var. AKP hükümeti ve Türk ordusu çaresizdir. Devrimci Halk Savaşının serhildan ve gerilla ayakları yeni tarz ve taktikle sonuç alıcı bir biçimde gelişiyor” dedi.

AKP ve devlet faşizmine gerilla ve halk olarak sessiz kalmalarının beklenemeyeceğini vurgulayan Duran Kalkan, “siyasetle olmuyorsa Kürt halkı ve gerillası Kürt sorununun çözümünü direnerek geliştirme gücüne sahip olduğunu ortaya koymuştur. Şemdinli’de gerçekleşen bunun bir parçasıdır. Henüz bir başlangıç, bir uyarı niteliğindedir,” diyerek Kürdistan halkını ve Türkiye devrimci-demokratik güçlerini direnişi yükseltmeye çağırdı.

ŞEMDİNLİ BİR TESADÜF DEĞİL

Şemdinli’deki gelişmelerin bilinmeyen, beklenmeyen bir durum olmadığını kaydeden Kalkan, bu sürece götüren etmenleri şöyle sıraladı:

“Çözülmeyen Kürt sorunu, Kürt halkı üzerinde artan faşist polis terörü, demokratik siyasete dönük siyasi soykırım operasyonlarının hız kesmeden sürdürülmesi, Kürt halkının iradesine, seçilmişlerine, milletvekillerine, belediye başkanlarına hakarete varan baskılar, gerillaya dönük imha operasyonları, hepsinin üzerine de bir yılı aşkın bir süredir Önder Abdullah Öcalan’la her türlü irtibatın kesilmiş olması, İmralı’da Kürt Halk Önderliği üzerinde uygulanan ağır tecrit ve imha koşulları, Kürt halkının ve gerillasının bütün bunlara karşı etkin bir direniş geliştireceğini gösteriyordu. Herhalde tüm bunlar olurken halk ve gerillanın sessiz kalacağı beklenemezdi. Dolayısıyla bir tesadüf değildir, bilinmeyen beklenmeyen bir durum değildir. Adeta bağıra bağıra gelen bir süreç bu.”

Şemdinli’deki gerilla etkinliğini de bu temelde gerçekleşen bir direniş süreci olarak tanımlayan Kalkan herkesi Şemdinli’yi doğru okumaya çağırdı:

“Aslında hala bir başlangıç düzeyinde. Bir uyarı niteliğindedir. Kürt vurulurken, hapislere konulurken, hakarete uğrarken görmezlikten gelenler bilmeliler ki bir gün Kürt de direnmenin yol ve yöntemini geliştirir. Eğer bu uyarıdan doğru ders çıkarmazlarsa gerilla ve halkımızın daha neler yapmaya muktedir olduğunu göreceklerdir. Belki birçok çevre bundan zarar görecektir, ama ilk defa zulmedenler, katiller, despotlar, faşist-şoven milliyetçiler de halkımızın geliştirdiği demokratik direnişten zarar görecekler, iktidarlarını kaybedecekler. Şemdinli bu anlamda doğru okunmalı. Onun için zararın neresinden dönülürse kârdır.”

Kalkan çözümsüzlüğün AKP politikası olduğuna da işaret etti ve bu direniş süreciyle savaşla sonuç alabileceği yanılgısına giren AKP’ye gerçekleri göstermeye çalıştıklarını ifade etti. “Önderliğimizin çağrısı üzerine hareketimizin son bir şans tanıdığı siyasal demokratik çözüm fırsatını heba eden, kendini peygamber, padişah, imparator sanan kişiliklere gerçeğin öyle olmadığını, AKP’nin gücünün de o oranda olmadığını kanıtlamaya çalışıyoruz. Mevcut direnişin esası bu” şeklinde konuştu.

MODERN GERİLLACILIK GELİŞİYOR

2011’de de devrimci halk savaşı kapsamında Zap’ta, Şemdinli’de, Botan’dan Amanoslar’a kadar gerillanın güçlü darbeler vurduğunu, fakat sonucunu koruyamadığını söyleyen Duran Kalkan, Gerillanın uzun süredir değişim ve yeniden yapılanma adı altında geçmiş sürecin yetersizliklerinden ders çıkarıp kendini eğitmekte olduğunu ifade etti. Kalkan, askerlikle ideolojik duruş, gerillacılıkla siyaset arasındaki bağı daha güçlü kurduklarını belirterek şunları kaydetti: “Gerillanın komuta ve savaşçı yapısı modern gerillacılığın ilke ve esasları üzerinde askeri anlamda yenilenme, stratejik bilinçte derinleşme, tarzda düzeltme ve yenilenme, gelişme ve zenginleşme temelinde yoğun bir askeri ve pratik eğitimden geçti. Bunun gereklerine göre örgütlenip donanan bir gerilla düzeni önemli oranda geliştirildi ve savaş-siyaset bütünlüğü sağlandı. Gerillanın cesareti ve fedakârlığı en üst düzeydedir. Müthiş bir fedai ruhu var ki, ‘Önder Apo’ya Özgürlük, Kürdistan’a Siyasi Statü’ hamlesini başarıyla geliştirebilmek için en ön safta yer alma yarışı var. Gerilladaki yeni eylemsel süreç bu temelde gelişiyor.”

HEDEF DEĞİŞTİ ARTIK TEKİL GERİLLA EYLEMLERİ YOK


Gerilla hamlesiyle yeni bir sürece girildiğini ve Şemzinan’ın buna örnek olduğunu vurgulayan Kalkan bu sürecin özelliklerini şöyle sıraladı:

“Üçüncü stratejik dönemde zaman zaman siyasal çözümü geliştirmek için karşı tarafa darbe vurarak uyarıda bulunmak isteyen gerilla eylemleri oluyordu. Siyasi çözüm bulunmazsa, tehlikeli gelişmeler olur diye onları doğruya çekmeyi hedefliyordu. Şimdi bu hedef değişmiştir. Tekil gerilla eylemleri yok. Amaç sadece karşı tarafa darbe vurmak değil, demokratik özerklik çözümünü gerçekleştirmektir. Kürt halkının demokratik öz yönetimini inşa etmektir. Mevcut mücadele parça parça, dağ dağ, köy köy kasaba kasaba, mahalle mahalle çözüm üretiyor. Ciddi bir yönetim çekişmesi yaşanıyor şu anda. Şemdinli’de olan da bu, diğer yerlerde olan da bu... Bundan sonra da bu yönlü gelişmeler daha çok olacak.”

YA ÇEKİLECEKLER YA TESLİM OLACAKLAR

Bu durumun Kürdistan’ın birçok alanına yayıldığını ifade eden Kalkan, kırsalda gerilla etkinliğinin daha fazla olduğunu, benzer bir durumun şehirler için de giderek geliştiğini dile getirdi.

Kalkan’ın tespitleri şöyle:

“Kırsalda ordu sınırlandırılmış, karakollardan çıkamaz hale getirilmiştir. Sadece Şemdinli değil, Geliyê Zap alanında, Zagros’ta Cilo ve Çarçela’nın birçok yerinde, Gostê’den Govendê’ye kadar gerilla hâkimiyeti mevcut. Türk ordusu oraya giremiyor. Gerilla birçok karakolu kuşatmış halde. Ya çekilecekler, ya teslim olacaklar. Bazı karakollar şu an o durumdalar.

Şehirlerde de devlet yönetimi büyük ölçüde yürütülemez hale gelmiştir. Halkın demokratik öz yönetimi kuruluyor, işliyor. Şemdinli bunun son dönemde önemli bir örneği oldu bu uygulamanın. 14 günü aşkın bir süredir kuşatma altındadır. Türk Ordusu buralara giremiyor. Bütün havadan ve karadan saldırılarına rağmen gerillayı ezemiyor. Şemdinli’de devlet yönetimi artık işlemiyor, yoktur. Bu da; despotik, soykırımcı yönetimi yıpratmayı ve onun yerine halkın demokratik özyönetimini geliştirmeyi ifade eden bir devrim oluyor.”

ÖZGÜRLÜK DEVRİMİ HER YERDE YAŞANIYOR

Kürt halkının 15 Ağustos Atılımı’nın 28. yıldönümüne büyük kazanımlarla girdiğini ve her yerde özgürlük yürüyüşü halinde olduğunu belirten Duran Kalkan, “özgürlük devrimi sadece Güney-batı Kürdistan’da değil, Şemdinli’de, Gever’de, Colemêrg’de, Cizre’de, Van’da, her yerde yaşanıyor. Bundan sonra bu yönlü gelişmeler daha fazla olacak. Tekrar ediyorum, bu bir uyarıdır! Biz istedik ki, demokratik siyaset yöntemiyle olsun, çatışmalı olmasın, kimse zarar görmesin. Ama ‘KCK teröristtir’ diyerek 10 bin insanı hapse attılar. Bu kadar uyarıya rağmen bunları dikkate almadılar. Madem siyaset yöntemiyle olmuyor, biz de direnerek bunu yaparız. Bu, Kürt halkı ve gerillasının Kürt sorununu her halükarda çözme gücüne sahip olduğunu ortaya koyuyor, Şemdinli’de ve diğer yerlerde kanıtlanan da bu oluyor” diye konuştu.

DEMOKRATİK TÜRKİYE BURADAN DOĞACAK

Şemdinli gerçeğiyle gelişen yeni sürecin doğru okunup iyi anlaşılmasının önemli olduğunu kaydeden Duran Kalkan, “özellikle Türkiye’nin demokratik güçleri ortaya çıkan sonuçları ve yeni süreci doğru okumalıdır. Bu bir demokratikleşme düzeyidir ve AKP despotizmini yıkıyor. Demokratik Türkiye burdan doğacak. Herkes buraya destek vermeli. Yeni bir süreçteyiz. Kendi gücümüzle çözüm üretiyoruz. Bunun pratiğinde cesur ve girişken olmalıyız. Halk serhildanla gerillaya destek vermeli. Eskiyi tekrarlayan taklitçilik devri geçti artık. Herkes sorumlu davranmalıdır. O zaman AKP faşizminin yerle bir olacağı açıktır. Gerilla karşısında yenilmiş bir AKP ve ordu gerçeği var. Devlet tümden etkisiz kılınarak Kürt halkının özgür iradesini temsil eden demokratik öz yönetim geliştirilecektir” diyerek aktif direnişin her alanda geliştirilerek sonuca gidilmesi zamanı olduğunu söyledi.

BASIN AKP’NİN GİZLEME TAKTİĞİNE BOYUN EĞMESİN


Duran Kalkan, Şemdinli’de Suriye’de olanın çok ilerisinde büyük bir mücadele ve çatışma, büyük bir savaşın yaşandığını, ama gerçeğin psikolojik savaşla halktan gizlendiğini vurguladı ve “devlet hâkimdir, devletin dediği doğrudur” mantığıyla gerilla açıklamalarına kuşkuyla yaklaşılmasını eleştirdi. Türk medyasının özel savaşın emrinde olduğunu ifade eden Kalkan medya mensuplarına da seslendi:

“AKP hükümeti tam bir kapatma, bastırma, gizleme taktiği uyguluyor. Buna da herkes boyun eğiyor. Savaş muhabirliği kolay bir iş değildir. Gazeteci olmak, ulaşılamayana ulaşmak demektir. Hükümet ve MİT’in servis ettiklerini yayınlamaya gazetecilik denmez. Gerillanın ordu ve devleti işlemez kılan bir düzeyi var. AKP hükümeti ve Türk ordusu çaresiz. Ambargo koyup basına yansıtmıyorlar. Şemdinli’nin etrafındaki dağlar tepeler gerillanın elinde. Her gün uçaklar, helikopterlerle bombalıyorlar, 24 saat boyunca toplarla vuruyorlar. Ama gerilla kuşatması ve etkinliği kırılamıyor. Tayyip Erdoğan’ın önceki yıl gelip izlediği tepeler bile şimdi gerillanın elinde. Ordu almak istiyor, alamıyor. Bu gerçekleri görmek, AKP’nin dezenformasyonunu ve halkın doğru haber alma hakkını engelleme tutumunu yırtmak-yıkmak lazım. Basın çevreleri bu kadar iktidarın uzantısı olurlarsa ona özgür basın denmez; Mehmetçik-Polisçik basın veya iktidar basını denebilir. AKP iktidarı gerçekleri halktan gizleyerek içine düştüğü acizliği, zayıflığı örtmek, sanki güllük gülistanlıkmış gibi göstermek istiyor. Beşir Atalay da çıkmış ‘bu operasyon sürüyor’ diyor. Herkes operasyonun sürdüğünü biliyor, ama bu operasyonun sonucu ne? Operasyona karşı gelişen gerillanın devrimci operasyonunun sonucu ne? Biraz da ondan söz et! Diğer yandan köyleri vuruyorlar, halk üzerinde baskı var zulüm var. Halkın durumunun ne olduğunu ben söylesem tek taraflı açıklama yapıyorlar derler. Basın gitsin kendisi bulsun tarafsız bir biçimde doğruları halka yansıtsın, kamuoyuna yansıtsın.”

ERDOĞAN’IN ÖZEL ORDUSU ŞEMDİNLİ’DE YENİLDİ

Ordunun kayıplarının çok olduğunu ama kayıplarını gizlediklerini söyleyen Duran Kalkan, bu konuda AKP’nin özel ordu elemanlarıyla mukavele imzaladığını belirterek şunları kaydetti: “Dikkat edilirse ölü değil, yaralı olarak verdiler. Bu, kayıplarını gizlediklerini gösteriyor. Eğer yaralı dersek kimse takip etmez, ölüleri gizleriz deniliyor. Bu yazın başındaki Şitazin-Oramar eyleminden bu yana ordu kayıplarını gizliyor. 15 kişi vurulmuşsa iki kişi vurulmuş diyor. Diğerlerini ya yok sayıyor, ya da yaralı deyip geçiyor. Kürdistan'da savaş yokmuş gibi bir hava vermek istiyorlar. Türkiye toplumunu aldatıyorlar. Sanki gerilla başarısızmış eylem yapamıyormuş gibi bir görüntü vermeye çalışıyorlar. Onun için bu paralı askerliği geliştirdiler. Aslında daha iyi savaşsınlar diye değil. Cenaze töreni yapamıyorlardı. Cenaze törenlerine Genelkurmay, Hükümet mensupları gitti halk kovdu, yuhaladı. Halkın tepkilerini engellemek, azaltmak için bu paralı askerlik sistemini geliştirdiler. İşte şimdi bu şekilde gizliyor Hükümet.. Bu özel paralı ordu en son Oramar- Şitazin’da yenildi. Şemdinli de AKP’nin paralı ordusunun yenilgi alanı oldu. Bu ordu artık sıfırı tüketmiştir, yarının çetecisi olacak. Nasıl ki 1994-95’te Çiller-Güreş-Ağar ekibinin özel ordusu yenilgiye uğrayıp daha sonra çeteleşti ve toplumun başına bela haline geldiyse, şimdi Tayip Erdoğan’ın özel ordusu da Şemdinli’de yenildi. Bundan sonra gerilla karşısında adım atamayacak haldedir. Gittikçe de çeteleşerek toplumun ve devletin baş belası haline gelecektir.”


SOYKIRIM REJİMİ YIKILMAK ÜZERE


Halkı her türlü zulme karşı direnmeye ve ayağa kalkmaya çağıran Kalkan, “artık bu zulme, AKP faşizmine karşı boyun eğilemez. Özgür yaşamı elde etmek için herkes daha fazla direnmelidir, daha fazla dayanışmacı olsunlar. Daha örgütlü hale gelsinler. Nasıl direnecekleri kendilerini nasıl savunacakları konusunda yol yöntem bulabilirler. Halk toplanabilir, protestoya kalkabilirler. Gerilladan destek isteyebilirler. Gerekirse gerilla denetimindeki alana çıkabilirler. Gerilla kendilerini savunabilir. Gençler daha fazla direnişe geçerek, serhildan ve gerillayı, öz savunmayı geliştirmelidir. Faşizm ve soykırım rejimi yıkılmak üzere. Artık bu belayı başımızdan atmamız gerekiyor. Böylece sonuç alınmış olur,” diyerek özgürlüğe her zamandan daha yakın olduklarını müjdeledi.

KORUCULAR HALKIN SAFLARINA GEÇMELİ

Duran Kalkan koruculara da yurtseverlik çizgisinde birlik çağrısında bulundu. “Aslında devleti otuz yıldır koruyan korucular oldu. Eğer korucular olmazsa ordu Şemdinli’nin tepelerinde adım bile atamaz, bir gün bile kalamazdı. Kürtler adına hiçbir gelişmeyi kabul etmeyen bir başbakanın politikalarına niye hizmet ediyorlar? Eskisi gibi çatışmalara girmiyorlar, ama bu yetmiyor. Halkın saflarına geçsinler. Bunu yapamayacaklarsa soykırım rejimi yıkılana kadar güvenli alanlara çekilsinler. Geçmişte bizim de hatalarımız olmuştur. Özeleştiri verdik. Eskisi gibi davranmadığımız ortada. Biz de birlik çağrısı yapıyoruz. Yurtseverlik çizgisinde hepimiz birleşelim diyoruz” dedi.

DEVLET MEMURLARI GÖREV BIRAKSIN


Kürdistan’da çalışan devlet memurlarına da seslenen Kalkan görev bırakma çağrısı yaptı. “Hizmet ettikleri devlet ve hükümet kürdü terörist sayıyor. Bütün Kürtleri tutukluyor, zindana koyuyor. Artık o devlete orada kimse memurluk yapamaz. O memur da devletin yaptığından sorumludur. Kim olursa olsun, ya halkın iradesini kabul edip görevlerini halka hizmet etmek temelinde kullansınlar, ya da görevi bıraksınlar. Bu devlet bu halka bu kadar zulüm ederken, o zulüm üzerinden maaş alıp kendilerini yaşatamazlar. Hızla kendilerini Kürt’e karşı suç işleyen pozisyondan kurtarmaları gerekiyor. Kendilerini Kürt halkına affettirmeye çalışsınlar. Ya da kendilerini hızla bu çatışma ortamından uzaklaştırsınlar. Eğer bunu yapmada ısrar ederlerse o zaman sonuçlarına da katlanırlar. Nasıl ki, her kürdü terörist diye hapse koyuyorlarsa, Kürtler de onları terörist sayar, tutup hapse koyar.”


ANF

90. Yılında Lozan Antlaşması ve Kürdistan



1923 yılına gelindiğinde İngiltere ile Ankara Hükümeti arasında; Musul-Kerkük’ün dışındaki tüm sorunlar çözülmüştür. Zaten 1920 yılında Ankara ile Fransa arasındaki anlaşmayla Suriye manda oluşumu ve Türkiye arasındaki sınır sorunu çözülmüştür. Ortaya çıkan siyasi durumun kalıcılaştırılması ve güvenceye alınması için Lozan görüşmeleri başlatılır.

Petrol dikkatleri Ortadoğu’ya çekti

Ortadoğu’nun yeniden dizaynı ve Kürdistan’ın bölünmesinin belgesi olan Lozan antlaşması 90 yılı geride bıraktı. O tarihten bugüne bakıldığında, Ortadoğu’da statükoyu koruyanlarla halkların özgürlüğünü savunanlar arasındaki mücadelenin sonlanmadığını görmek mümkün. Kürdistan’da bugün verilen özgürlük mücadelesini anlamak için bir kez daha Lozan Antlaşması’na bakmakta yarar var.

24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’nin Lozan (Lousanne) kentinde yapılan bu antlaşma, o tarihten günümüze kadarki süreç üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olmuştur.


Lozan görüşmeleri ve yapılan antlaşma, Kapitalist modernitenin ulus-devletler yoluyla Ortadoğu’da tesis edilmesinin hukuki ve siyasi temelidir. Bu nedenle Lozan’ı doğru okumak için dönemin koşullarına ve antlaşmanın hangi zemin üzerinde ortaya çıktığına kısaca göz atmak gerekecek.   


12. yüzyılda İtalya deneyimiyle devletleşen kapitalist güçler, 18. yüzyıla kadar bir yandan tüm Avrupa üzerinde şiddetli egemenlik savaşları yürütürlerken, diğer yandan kapitalist moderniteyi Avrupa’da tesis ederler. 18. yüzyıldan itibaren ise savaşın esas merkezi ve hedefi Ortadoğu olur. Ortadoğu, hem demokratik uygarlığın hem de devletçi uygarlığın doğuş ve gelişim mekanı olduğundan insanlığın en köklü ve güçlü maddi-manevi kültür mirasına sahiptir. Kapitalizmin ideolojik hedefi olan tarım kültürü, bu coğrafyada hala tüm canlılığı, bereketi ve toplumsallığıyla ayaktadır. Endüstriyalist sanayileşmede yaşamsal gereksinim olan petrol ve diğer hammadde kaynakları açısından Ortadoğu, dünyanın en zengin kaynaklarına sahiptir. Üç kıtanın kesiştiği jeo-stratejik bir bölge olduğu kadar, devletlerarası ticaretin de en önemli kavşaklarından birisidir. Nüfus yapısı kendisini sürdürebilen bir dinamiğe sahiptir.


Kapitalist modernite güçleri içinde Britanya krallığı ve Fransa cumhuriyeti en etkili güçlerdir. Almanya iki yüz yıl boyunca her atılımında sınırlandırılmış potansiyel bir rakiptir. Rusya Çarlığı da aynı konumdadır. Bununla birlikte Avusturya-Macaristan, Hollanda, Portekiz ve İtalya gibi devletler de sahnededir. Bir de hem bunlardan ayrı hem de tüm güçler üzerinde çok etkili olabilen; devlet olmayan bir hegemonik güç olarak uluslararası Yahudi sermayesi vardır.

Emperyalizme karşı varlık ve özgürlük arayışları


Bölge’nin merkezi egemen güçleri olan Osmanlı ve İran imparatorlukları ise aynı dönemde baş aşağı gidişi yaşamaktadırlar. Ama özellikle İslam dinini kullandıklarından dolayı önemli oranda güçlerini korumaktadırlar. Diğer taraftan, yüzlerce yıl boyunca bu imparatorlukların zulmü altında inleyen Ortadoğu halklarının da varlık ve özgürlük arayışları giderek güçlenmektedir.


Avrupa merkezli kapitalist modernite güçleri arasındaki mücadele sonucunda 19.yüzyılın başlarından itibaren Britanya Krallığı öne çıkarak. Onun kadar güçlü ve etkin olmasa da ikinci derecede Fransa Cumhuriyeti vardır. Yahudi sermayesi de her iki güçle ilişkili olmakla birlikte esasta İngilizlerle sıkı ittifak halindedir. ABD ise yeni ortaya çıkan bir güç olarak giderek etkinliğini göstermektedir. Ortadoğu’nun kapitalist sistem, endüstriyalizm ve Avrupa hegemonyası için stratejik öneminin farkında olan bu blok daha açık ve yoğun biçimde Bölge’ye yüklenir. 19. Yüzyılın ilk yarısında petrolün Kürdistan’da bulunması ile birlikte İngiltere Mısır’ı harekat merkezi haline getirir. Sonra asıl ağırlığını en zengin petrol yataklarının bulunduğu Mezopotamya-Kürdistan-Arabistan’a verir. Doğu Hint Kumpanyasının bir şubesi Bağdat’ta açılır. Bu şirket, sıradan bir şirketten çok İngiliz sömürgeciliğinin Dünya çapındaki en faal ve etkin karargahlarından biri olarak çalışır.


Britanya krallığının en kurnaz, deneyimli ve uzman ajanları, diplomatları, komutanları, siyasetçileri ve bürokratlarının merkezidir. Gertrud Bell, Arabistanlı Lawrence, Binbaşı Noel gibiler Mısır ve Mezopotamya’da Britanya Krallığı ve ittifaklarının çıkarlarını tesis etmek için oldukça faal ve de sonuç alıcıdırlar. Britanya Krallığı ve ittifaklarının işi öyle kolay değildir tabii ki. Osmanlı devleti her ne kadar hasta adam olsa da 600 yıllık merkezi feodal imparatorluk mirası ile Osmanlı birliği ve İslam birliği yaklaşımlarına dayanarak önemli oranda direnmektedir. İran’ın durumu da benzerdir; 2300 yıllık devlet mirası olan İran her ne kadar çöküşü yaşasa da Şia geleneğini kullanarak önemli bir nüfuza sahiptir ve ayrıca İran halklarının direniş kültürü kolay aşılamayacak kadar köklü ve zengindir.

Britanya’dan böl-parçala yönet taktiği


Britanya hegemonyasının karşıtları olarak Rusya Çarlığı ve Almanya devleti de oldukça etkindirler. Bu dönemde İngilizler, ünlü böl-parçala-yönet taktiğini tüm güçlere karşı çok etkin biçimde hayata geçirirler. Bu temelde Bahailik ve Vahhabiliği İran ve Rusya devletlerine olduğu kadar Aryenik-İrani direniş geleneği ve Arap-İslam direnişçiliğine karşı da kullanırlar. Nakşibendiliği ve onun Bağdadî kolunu ise hem Kürtleri kontrollerine almak ve hem de Osmanlı devletini zayıflatmak amacıyla oldukça etkili biçimde kullanırlar. Aynı yöntemi diğer güçler de kullanmaya çalışırlar ama İngiliz Krallığı kadar sonuç elde edemezler. Bu arada Osmanlı ve İran devletleri ile bu devletlerin egemenlik altında tuttuğu halkları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek isteyen Avrupalı devlet güçleri ve onların temel ittifak güçleri olan ve bir Yahudi Yurdu arayışında olan Yahudi kapitalistler; devşirme, ajanlaştırma, kendine bağımlı kılma taktiğini çok yaygın ve etkin biçimde kullanırlar. İşbirlikçi ulus-devletler zaten bu kesimler aracılığıyla kurulacak; veya bunlar aracılığıyla kapitalist modernite sistemine entegre edileceklerdir.


Bu koşullarda 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı patlak verir. Osmanlı devleti, Almanya, Avusturya-Macaristan imparatorluğundan oluşan ittifak yenilince bu güçler parçalanma, dağılma ve işgal edilme süreciyle karşılaşırlar. Daha savaş içerisindeyken İngiltere ve Fransa 1916 yılında Sykes-Picot anlaşmasıyla Ortadoğu’yu kendi aralarında paylaşıp bir parça da Rusya Çarlığına verirler. Ancak 1917 Ekim-Sovyet Devrimiyle bu antlaşma deşifre edilir ve Rusya savaştan çekilir.  Savaşı kazanan İngiltere–Fransa-Yahudi sermayesi-ABD bloğu kendi egemenlikleri temelinde Ortadoğu’yu kapitalist modernite sistemine eklemleme girişimlerine hız verirler.

İşgalin ardından halk direnişleri başladı


1918 Mondros mütarekesi, Osmanlı-Alman ittifakının yenilgisi ve teslim alınmasının onaylandığı bir antlaşmadır. Bu antlaşmaya dayanarak Bölge’nin işgalini içeren bir harita hazırlanır. İngiltere; Süleymaniye, Kerkük, Musul, Hewlêr, Duhok ve Zaxo alanlarını kapsayan Musul Vilayetini işgal eder. Güney sınırları Wan ve Urmiye’ye kadar uzanan bir Ermenistan devletinin yanı sıra Musul ve Diyarbekir vilayetlerini de içine alacak şekilde tüm Mezopotamya toprakları “Irak-Cezire-Kürdistan” bölgesi adıyla Britanya’nın egemenlik sahası olarak belirlenir. Doğu Akdeniz kıyıları ve Şam Vilayeti Fransızlara kalırken, Kürdistan’ın doğusu ve İran toprakları üzerinde Sovyet Rusya ve Britanya’nın egemenlik kavgası yürütürler.


Bu paylaşımın devletlerarası arenada kabulü için 1922 yılına kadar yoğun görüşmeler ve konferanslar gerçekleştirilir. Sevr Antlaşması bu paylaşımın dikte ettirilmesi yönünde bir girişimdir. Bu düzenlemenin kapitalist modernitenin önemli güçleri ve yıkılan devletlerin egemen kesimleri tarafından onaylanması için uzun ve çetin geçen Paris, Londra, Brüksel ve Kahire konferansları gerçekleştirilir. Diğer yandan Kürdistan’da etkin halk direnişleri giderek yaygınlaşmaktadır. Süleymaniye ve Musul alanlarındaki bazı Kürt aşiretlerinin dışında çoğu Kürt aşiretleri İngiliz planlarına karşıdırlar. Arabistan coğrafyasında da ciddi direnişler vardır. Özellikle tüm güçler için stratejik önemde olan Musul merkezli olarak İngilizlere karşı çok güçlü bir Sünni-Şii Arap ittifakı ortaya çıkar. Et Tavra el Irakiyya el Kübra (Büyük Irak Ayaklanması) adlı bu hareket Musul’dan Basra körfezine kadarki tüm aşağı Mezopotamya coğrafyasında etkili olur.


Kürdistan’ın Kuzeyinde yaygın yerel halk direnişleri vardır. M. Kemal etrafında ortaya çıkan grup Anadolu ve Kürdistan halklarının direnişlerine müdahale ederek ortak bir ulusal kurtuluş savaşı ve bu zemin üzerinden yeni bir devlet örgütlemeye girişmekte; oldukça da sonuç almaktadırlar. Nitekim Erzurom ve Sivas kongrelerinden sonra başlatılan Kürt-Türk kuvay-ı Milliye hareketi Kuzey Kürdistan ve Anadolu topraklarının büyük bölümündeki işgali fiilen sona erdirir; ardından İstanbul merkezli hükümetin alternatifi olarak 1921 yılında Ankara meclisi ve hükümeti oluşturulur. Aynı yıl ilk anayasa devreye girer. Bu gelişmeler karşısında İngilizler önce Araplar ve Kürtler karşısındaki strateji ve politikalarını değiştirirler. Musul Vilayeti ve Irak genelinde savaş yasalarını devreye koyarlar. Bir yandan Kürtlerin ve Arapların halk direnişlerini şiddetle bastırma yoluna giderken diğer yandan Kürt devletini ileriki tarihlere erteleyerek Arap merkezli bir Irak devleti kurgularlar. Bu temelde Haşim-i ailesinden Faysal’ı Irak kralı yaparlar. Irak’taki petrol ve diğer çıkarlarını güvenceye alacak uzun süreli anlaşmalar yaparlar. Ancak yapılan İngiliz düzenlemelerini Kürtlerin ve Arapların çoğunluğu kabul etmez ve şiddetli direnişler gösterirler.


Diğer tarafta ise Anadolu ve Yukarı Mezopotamya’da yaşanan gelişmelere müdahale ederler. Yıkılmış olan Osmanlı iktidar kesimlerinden umutlarını keserek Kemalistler öncülüğündeki yeni siyasal oluşumu denetimlerine almaya ağırlık verirler. Bu temelde bir yandan Kürt isyanlarına destek veriyormuş görünümü yaparak Kemalistleri tehdit ederken diğer yandan da yeni oluşum içerisinde kendi kliklerini yaratma yoluna giderler. 1921 Londra Konferansında Musul konusundaki İngiliz tezlerini destekleyen Ankara Hükümetinin Dışişleri bakanı Bekir Sami’nin azlettirilmesinden sonra İngilizler, işi daha da sıkı tutarlar. Bu ortamda öne çıkarılan İsmet İnönü 1922 yılından itibaren M. Kemal ve çevresini etkisizleştirecek alternatif bir güç haline getirilir. Ankara hükümetinin dışişleri politikası onun tekeline verilir. İsmet İnönü’nün Osmanlı Yahudileri Hahambaşı Haim Naum’u müzakerelerde gayrı resmi danışmanı yapması da onun İngiltere-Yahudi kapitalizmi ittifakının kliği olduğunu doğrulamaktadır.

Yeni dizayn için Beyaz Türklük...


Ankara hükümeti ve Kemalistler, Kürdistan’ın büyük bir bölümü ve Anadolu’yu içine alan Misak-ı Mili sınırları içinde kontrolü eline geçirmiştir. Kürt halkı uzlaşı temelinde yeni sisteme dahil edilmiştir, Sovyetler ile İngiliz hegemonyasına dayanan blok arasındaki çelişkilerden oldukça faydalanılmıştır.


İngilizler, bu düzeye ulaşan yeni iktidar ve devlet yapılanmasını tümden karşılarına almak yerine onu kapitalist modernitenin çıkarlarına hizmet edecek şekilde dizayn etmeyi daha akılcı bulurlar. Bu temelde Anadolu ve Kürdistan halkları arasındaki birlik ve bütünleşmeyi ortadan kaldırmayı, beyaz Türklüğü egemen kılmayı ve bu devleti Ortadoğu çapında kendi politikaları ve çıkarlarının en etkili aracı haline getirmeyi temel strateji olarak belirler. Kürtlerin inkarı; T.C.’nin inkar-imha-asimilasyon yaklaşımı bu temele dayanır. 1923 yılına gelindiğinde İngiltere ile Ankara Hükümeti arasında; Musul-Kerkük (esas olarak petrol) Bölgesi dışındaki hemen tüm sorunlar çözülmüştür. Zaten 1920 yılında Ankara Hükümetiyle Fransa arasındaki anlaşmayla Suriye manda oluşumu ve Türkiye arasındaki sınır sorunu çözülmüştür. Ortaya çıkan siyasi durumun devletlerarası sistem açısından kalıcılaştırılması ve güvenceye alınması için Lozan görüşmeleri başlatılır.

Lozan süreci ve Kürtlerin durumu

Kürdistan’da halkın ve egemen kesimlerin birbirlerinden izole olmuş, farklı konumları ve duruşları 18. Yüzyılda da devam eder. Ancak kapitalist hegemonik güçlerin Ortadoğu’da egemenlik kurmaya başladıkları 19. Yüzyılla birlikte bu durumda bazı değişiklikler yaşanır.


Bu dönemde Kürdistan’da baştanbaşa halk direnişleri ve serhildanları yaşanmaktadır. Zaten hiç bir dönemde tamamen sindirilememiş ve sürekli direnen halk kesimleri, bir yandan Arap devlet-İslam’ı ile Osmanlı ve İran devletlerinin uzun yıllardır sürmekte olan zulüm sistemine ve politikalarına karşı; diğer yandan da kapitalist modernite ve hegemonik güçlerine karşı sürekli direniş halindedirler. Toplumsal güçlerin direnişi kırsal alanlarda ve şehirlerde yerel-yöresel ayaklanmalar ve aşiretlerin isyanları biçiminde olduğu kadar Sünni, Alevi, Êzidi gibi farklı inançların, Kürt, Türkmen, Asuri-Nasturi, Ermeni gibi farklı halkların ittifakları biçiminde de gerçekleşmektedir. Bu isyanlar ve direnişler sonucunda İngilizler ve Fransızların Urfa, Dîlok, Gûmgûm gibi alanlardaki işgal girişimlerini engellerler.  Musul, Silêmanî, Wirmê gibi alanlarda ise işgalci güçlerin planlarını bozacak derecede zorlarlar. Bununla birlikte Kürdistan’da Botan, Dersîm, Hewraman ve Bradostan gibi birçok alanda Osmanlı ve İran devletlerinin egemenliklerinin dışında özerk yapılarını korurlar. 


Ancak Dünya, Ortadoğu ve Kürdistan’daki değişimleri doğru okuyamazlar. Tüm toplumu bir amaç etrafında bir araya getirip yönlendirecek bir önderliğe sahip değillerdir, aralarındaki farklılıkları engel değil zenginlik olarak değerlendirecek ve bu temelde toplumsal birlik ve bütünlüklerini, söz ve eylem birliğini sağlayabilecek bir zihniyet, örgütlenme ve stratejileri yoktur. Osmanlı ve İran devletleri ile kapitalist modernite güçleri ve onların yerel işbirlikçisi olan Kürt egemen sınıflarının oyunlarını boşa çıkarabilecek bilinç ve örgütlülüğe sahip değillerdir. Kürt halkı yürüttüğü mücadeleyle önemli oranda fiziksel varlıklarını sürdürse de kendi olarak varlığını kabul ettirme ve özgürlüğünü kazanma koşullarından mahrumdur. Bu nedenle bir yandan büyük katliamlar, sürgün ve işgallerle karşılaşırken, diğer yandan da büyük bedeller ödeyerek yürüttüğü mücadelelerden Kürt egemen kesimleri, Osmanlı ve İran devletleri ile kapitalist modernite güçleri oldukça faydalanırlar.

1921 Anayasası ve Özerk Kürdistan

19. yüzyılın başlarından itibaren Kürt Teali Cemiyeti, Azadî, Xoybûn gibi farklı çizgideki oluşumlar hem halk direnişleri hem de egemen kesimler üzerinde önemli bir etkinliğe sahiptirler. Ancak oryantalizmin, dar bölgeciliğin, halk ve ülke gerçekliğinden kopukluğun ağır etkilerini yaşarlar. Bu nedenlerle Kürtlerin varlık ve özgürlük arayışlarına kalıcı çözümler üretemediler.

19. yüzyıldan itibaren Osmanlı ve İran devletlerinde Batılılaşma temelli siyasi, askeri, idari ve mali reformlar ile merkezileşme eğilimlerinin yoğunlaşması, Kürt egemen kesimlerinin de konumlarını ve çıkarlarını tehlikeye atar. Bu durum karşısında bir yandan halkın rahatsızlıklarını, direnişlerini ve özgürlük arayışlarını kendi çıkarlarını koruma amacıyla kullanmaya; yani sahte bir halklaşma eğilimine meylederler. Diğer yandan da bazen karşıt merkezi güçle; bazen de Bölge’de egemenlik kurmak isteyen Batılı güçlerle işbirlikçi-ajanlık temelinde ilişki geliştirirler. Bu iki güç merkezinden bağımsız arayışları ve girişimleri olanlar da vardır. Ancak güçlerini tarikat-mezhep gibi dini örgütlenmeler ve faktörlerden veya geleneksel aşiret yapısından aldıklarından dolayı sonuç elde etmeleri bir yana; nihayetinde söylemleri ve eylemleriyle devlet ve iktidar güçlerinin hizmetine girmekten kendilerini koruyamazlar.

Bunların dışında çağdaş bir direniş hareketi örgütlemek isteyen bazı örgütlenmeler de vardır. 19. Yüzyılın başlarından itibaren Kürt Teali Cemiyeti, Azadî, Xoybûn gibi farklı çizgi, anlayış ve örgütlenmelere dayanan bu oluşumlar hem halk direnişleri hem de egemen kesimler üzerinde önemli bir etkinliğe sahiptirler. Ancak diğer yandan her iki güçte yaşanan zafiyetler bu örgütlenmelerde de mevcuttur. Aydın, bürokrat, subay, Hamidiye alayları komutanı, halk önderi, eşkıya, memur, köylü, işçi, çiftçi, şêx, melle, aşiret reisi gibi birçok farklı kesimin etkin olduğu bu örgütlenmeler, bazı isyanlarda nisbi başarılara yol açarlar. Ancak oryantalizmin, milliyetçiliğin, dar bölgeciliğin, halk ve ülke gerçekliğinden kopukluğun ağır etkilerini yaşarlar. Bu nedenlerle Kürtlerin varlık ve özgürlük arayışlarına kalıcı çözümler üretemediler.


18. yüzyıldan Lozan antlaşmasına kadarki dönemde Kürdistan’da gerçekleşen halk hareketleri ve direnişler ile Kürt emirlikleri ve şêxlerin denetimindeki isyanlar bu minvalde seyreder. Bu temelde Kürtler büyük güç kaybeder, toplumsallıkları önemli oranda dağıtılır, büyük göçler ve katliamlarla karşılaşırlar. Bununla birlikte Kürt egemen sınıfları da konumlarını kaybettiklerinden dolayı kalanların varlıklarına işbirlikçi-ajan-devşirme birey ve aileler olarak izin verilir. 

Koçgiri ayaklanması ve inkar ve imha süreci


Misak-ı Milli sınırları içinde kalan Kürtler varlıkları, özgürlükleri ve değerlerine dokunulmayacağı vaat edildiğinden, kurulacak devletin hem Kürtleri ve hem de Türkleri eşit düzeyde temsil edeceği söylendiğinden eşit ortak olarak Kuvay-ı Milliye hareketinde coşkuyla yer alırlar. Nitekim kapitalist-emperyalist işgale karşı Ulusal Kurtuluş savaşının Erzirom (Erzurum) ve Sêwaz (Sivas) kongrelerinde kararlaştırılması ve örgütlenmeye başlanması, M. Kemal’in Amasya tamimi, Bursa Ulu Camii konuşması, İzmit Basın konferansı gibi belgelerde Kürtler ve Türklerin eşit olduğunu, Kürdistan’ın özerk ve demokratik bir yapıya sahip olacağını belirtmesi, 1921 Anayasasının demokratik bir karakterde olması gibi birçok gelişme bu gerçeğe işaret eder.


Koçgiri ayaklanması (1920-21) ve Dersim halkının özerkliklerini koruma girişimlerinin (1920) katliamlarla vahşi biçimde bastırılması dışında Kürtlerin inkar-imha edilmesi yaklaşımı genel bir çizgi olarak hakim değildir. Ancak 1922 yılından itibaren durum değişir. İngiltere-Yahudi sermayesi ittifakı, yeni devlete etkin bir biçimde müdahale ederek kendi kontrollerine almaya başladılar. Bu temelde Yunan halk devrimi ihtimaline karşı Yunanlılardan, Musul-Kerkük meselesi nedeniyle de Kürtlere olan sözde desteğini çekerek Türkiye’deki yeni yapılanmaya yatırım yaparlar. Kendi kliğine örtük bir darbeyle inisiyatif kazandırır. Bu kliğin başı olan ve Çerkez Ethem’in tasfiyesinde, Ege bölgesindeki halk direnişlerinin bastırılmasında belirleyici yere sahip İsmet İnönü, 1922 yılında Dışişleri Bakanı yapılır. Aynı yıl içinde İngiltere, Ankara hükümetinin Misak-ı Milli tezini kabul ettiğini beyan eder ve İstanbul işgalini sona erdirir. Türklerin cenahında eskiden sesleri cılız çıkan milletvekili, subay ve bürokratlar daha yüksek perdeden konuşmaya başlarlar. Beyaz Türkçülük bir çizgi olarak kendini dayatır.


Tüm bunlar karşısında bir bütün olarak Kürtler Dünya, Bölge ve Kürdistan gerçekliklerini; oynanan oyunları anlayamazlar. Naif ve iyiniyetli oldukları gibi başkalarının da böyle olduğunu farz ederler. Bununla birlikte büyük tahribatlar yaşamış; zararlar görmüş, toplumsal birlikleri ve örgütlenmeleri parçalanmış, güçten düşürülmüşlerdir. Bu nedenlerle varlıklarını ve özgürlüklerini güvenceye alacakları imkanları önemli oranda ellerinden alınmıştır. Ancak tüm bunlara rağmen umutlarını, Türk-Kürt kardeşçe yaşayabileceklerine dair umut ve inançlarını yitirmemişlerdir. Yanlışlık ve zafiyet bu niyetlerin olmasından değil, bunların gerçeklik halini almasını sağlayacak önderlik, zihniyet, örgütlenme, kararlılık, donanım, söylem ve eylem gücüne sahip olamamalarıdır.


Tüm tarafların üzerinde en fazla hesap yaptıkları, en fazla çekişmenin nedeni olan Kürdistan ülkesi ve toplumu, her bakımdan en hazırlıksız konumdadır. Hatta öyle bir haldedir ki adı ve varlığı bile tartışmalıktır. Lozan görüşmeleri Kürtler açısından böylesi trajik ve kritik bir ortamda gerçekleştirilir.



Lozan görüşmeleri ve antlaşması (20 Kasım 1922-24 Temmuz 1923)

Lozan Konferansı dönemin hegemonik güçleri olan İngiltere ve Fransa tarafından düzenlenir. Bu temelde diğer katılımcılar Türkiye, Rusya, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya, Bulgaristan devletleridir. Konferansın bazı bölümlerine Belçika ve Portekiz devletleri de katılmışlardır.


Konferans esasta kapitalist modernitenin İngiltere, Fransa ve Yahudi sermayesi hegemonyasında Ortadoğu’da tesis edilmesini kararlaştıracaktır. Bu temelde; dağılan Osmanlı ve İran devletlerinin eskiden egemen oldukları toprakların dağıtılması; bu ülkelerin bazılarında yeni ulus-devletlerin kurulması, bazılarında ise sömürge-manda yönetimlerinin oluşturulması… Marmara boğazları meselesi, Ortadoğu’daki petrol alanlarının (Musul-Kerkük) denetimi konuları görüşülür. Oldukça kritik ve kader belirleyici konuların tartışıldığı konferans çetin pazarlıklar, çekişmeler ve tartışmalarla geçtiği gibi çok da uzun sürer.


İngilizler her şeyden önce kendi çıkarlarını güvenceye almak istediklerinden ilk önce Musul-Kerkük’ün kendi sömürgeleri olan Irak’ta kalmasını kabul ettirmek isterler. Bu temelde sorun çözülmediği takdirde, konuyu zaten kendi kontrollerinde olan Milletler Cemiyetine götürmeyi dayatırlar. İsmet İnönü’nün başkanlığındaki Türkiye heyeti ise önce Türk devletinin kuruluşunun onaylanmasını ve diğer sorunların çözülmesini dayatır. Bu şekilde iki buçuk ay süren görüşmelerde ilerleme kaydedilmez.


Bununla birlikte gerek Türkiye ve gerekse de İngiltere ve diğer taraflara yönelik iç ve dış baskılar gelişir. Tüm güçler, kendi çıkarları ve egemenlikleri aleyhine bir sonuç yaşanmaması için seferberdir. Tabii ki Kürtler hariç; kendi kaderlerini iyi niyetli ve naif bir biçimde Türk delegasyonun insafına terk etmişlerdir. Hatta bunun için Türkiye Meclisindeki 66 Kürt milletvekilinin imzaları alınmış ve heyette de iki Kürt milletvekili yer almıştır. Ancak Kürtler ve Kürdistan’la ilgili konular görüşülürken heyetteki bu milletvekilleri otel odasında “alıkonulacaklar”dır. Bu arada Lozan konferansı sürecinde İngilizler ve Türkler, Güney Kürdistan’da Kürtleri kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirir; birbirlerine karşı tehdit unsuru ve araç olarak kullanırlar. Şêx Mahmud Berzenci bu ortamda tekrar öne çıkarılır.

Mahmud Berzenci isyanı ve yenilgisi


1922 yılında yapılan değişikliklere güvenerek İngiliz blokuyla kolay anlaşabileceğini düşünen Ankara Hükümeti, Musul-Kerkük Vilayetini tekrar ele geçirmeyi düşünür. Zaten ihtilaflı biçimde de olsa Musul’un kuzeyi ellerindedir. Bu temelde Musul civarındaki Kürt aşiretlerini ve Şêx Mahmud Berzenci’yle ilişki kurarak yanına çekmeye çalışır. Şêx’e ayaklanması için cesaret ve destek verir; alana askeri güç takviyesi yapılır. Bu temelde Musul halkının içinde referandum yapılması bile teklif edilir ancak bu teklif İngilizlerce reddedilir. İngiltere’deki bütçe planlamasında yer almadığı için onların Musul’a ek askeri güç ve mühimmat gönderemeyeceği ve dolayısıyla İngilizlerin baskılar sonucunda geri adım atabilecekleri hesaplanır.


Kürtlerin Musul-Kerkük ve hatta tüm Silêmanî bölgesini içine alacak şekilde ayaklanacakları ve Türklerin de buna destek verecekleri dolayısıyla İngilizlerin Musul-Kerkük planlarının boşa çıkarılacağı havası hakimdir. Ancak Türklerin hesapları tutmaz. İngilizler durumun kritik olduğunu görünce politikalarında taktik değiştirirler. Şêx Mahmud Berzenci’yi çağırırlar, Kral Faysal’la da uzlaşma sağlanıp onu Kürdistan yöneticisi ilan eder ve bir Kürdistan hükümeti kurmasını kabul ederler. Böylece Kürtleri Türklere karşı savaşmak üzere kendi yanlarına çekmeyi planlarlar. Ancak Şêx Mahmud, kısa zamanda bağımsız hareket edecek kadar kendini güçlendirir; bölgedeki diğer Kürt aşiretlerinden destek alır. Bu temelde 1922 Kasım’ında kendini Kürdistan Kralı ilan eder.


Gelişmeler karşısında İngilizler oldukça sıkışmıştır; planları bir yandan Türkler, diğer yandan da Kürtler tarafından bozulmaktadır. Bu temelde yine taktik değiştirerek Lozan’da Türklerin, Musul-Kerkük sorununu ileriki bir tarihte ikili görüşmelerle çözme teklifini kabul ederler. Tıkanmış olan müzakereler tekrar başlar. İngilizler diğer yandan Kürtlere karşı yaklaşım ve politikalarını da değiştirir. Şêx Mahmud Berzenci’nin görevden alındığını ve Kürdistan’ı terk etmesi gereğini belirtirler; Kürtler bu yaklaşımı kabul etmeyince İngilizlerle Mahmud Berzenci önderliğindeki Kürt isyan güçleri arasında şiddetli ve uzun süren bir savaş yaşanır. Lozan antlaşması sonrasına sarkan savaş ancak Mayıs 1924 tarihinde Kürtlerin yenilgisiyle sonuçlanır.


Görüşmelerin ikinci bölümünde çetin pazarlıklar sürse de Musul-Kerkük konusu ötelenerek diğer konularda teker teker anlaşmalar sağlanır. Daha önce gerçekleşmiş Yunanistan ve Bulgaristan ulus-devletlerinin kuruluşları, Türkiye-Suriye sınırı konusunda Fransa ile yapılan anlaşma, Boğazlar ve İstanbul konusunda İngiltere ve Türkiye’nin yaptıkları anlaşma onaylanır. Türkiye, Yunanistan ve Bulgaristan arasındaki azınlıklar sorunu karşılıklı olarak çözümlenir. Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırları Musul-Kerkük hariç kabul edilir. Bu arada Türkiye cephesinde de değişiklikler yaşanır. 


Lozan’da yapılan anlaşmalara Meclis ve iktidar çevrelerinde itirazlar olmaması için Birinci Meclisi 1 Nisan 1923’te feshederek yeni bir hükümet oluştururlar. Bu konuda M. Kemal ve yandaşları, İsmet İnönü’nün başını çektiği İngiliz bloğu kliği karşısında etkisizleşir veya yeni devleti kurtarma kaygısıyla onlarla uzlaşırlar. Yani bugünkü T.C. Devleti’nin kuruluşu esasta 1 Nisan 1923 tarihinde gerçekleşir. Aynı kliğin yeşil-turuncu versiyonu olan AKP’nin neden 2023 tarihini bir milat olarak değerlendirdiği ve buna göre yatırım yaptığı da şimdi daha iyi anlaşılıyor.

Konferansda Kürtleri doğrudan ilgilendiren konular


Lozan Konferansı Kürdistan’ın parçalanması ve her bir parçası üzerinde ayrı bir işgalci-ulus devlet kurulmasını; genel anlamda da Kürdistan’ın kapitalist modernite çıkarlarına göre paylaşılmasını kapsadığı için varlıksal olarak Kürdistan coğrafyası, halkı ve kültürünün tasfiyesini hedeflemektedir. Bu temelde Lozan Konferansı ve yapılan antlaşmanın en önemli kısmının bu amaca hizmet ettiği açıktır. Ancak bununla birlikte oluşturulan yeni sömürge sistemine; onun siyasal ve devletler düzenine Kürtlerin razı edilmesi için Kürtlerin isim düzeyinde kabulü ve kırıntı düzeyinde bazı haklarının tanınması gündeme gelmiştir. Bu çerçevedeki konulara bile Türklerin şiddetli itirazları olmuş ve nihayetinde kendi tezlerini kabul ettirebilmişlerdir. Daha doğrusu Musul-Kerkük bölgesini İngilizlere bırakma karşılığında Kürtlere karşı inkâr-imha-asimilasyon politikalarını uygulamaları konusunda Türkler serbest bırakılmış; hatta bu konuda her türlü destek de kendilerine sunulmuştur. 


Her şeyden önce Türk heyeti, Türklerle Kürtlerin kardeş olduklarını, savaşı birlikte yürüttüklerini, kaderlerinin bir olduğunu ve dolayısıyla birbirlerinden ayrılmak istemediklerini temel tezleri olarak işlerler. Bu tezlerini kabul ettirebilmek için de Türkiye meclisindeki Kürt milletvekillerinin ortak imzalı mektuplarını, kendi ulusal kıyafetleriyle Meclise gelen Kürt milletvekillerinin resimlerini, Kürtlere muhtariyet-özerklik verileceği konusunda M. Kemal’in vaatleri ve beyanatlarını, 1921 Anayasasını ve ellerinde daha ne varsa kullanırlar. 


Kaldı ki Konferansı düzenleyen güçlerin bu konuda aslında pek itirazları da yoktur. Onlar için önemli olan kendi çıkarları ile Ortadoğu’daki hegemonyalarını tesis etmek ve güvenceye almaktır. Hatta coğrafya, toplum ve kültür olarak Bölge’nin merkezinde yer alan Kürdistan gerçekliğinin tasfiye edilmesi bu amaçlarına ulaşmalarını daha da kolaylaştıracaktır.

Halklar Lozan’ı fiilen aşmıştır

Kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya tarihsel-ideolojik saldırılarının sonucu olan Lozan Antlaşması, imzalandığı günden bugüne kadar Bölge’de gerçekleşen tüm katliamların, yıkımların ve trajedilerin müsebbibi olan bir antlaşmadır. Ancak gelinen aşamada bu gerçek, Bölgedeki halklar tarafından önemli oranda görüldüğünden Lozan’ı fiilen aşmıştır. 
Kürdistan’ın dörde bölünmesine neden olan Lozan görüşmeleri ve antlaşmasının (20 Kasım 1922-24 Temmuz 1923) etkin güçleri, Ortadoğu’daki hegemonyalarını tesis etmek ve güvenceye almak için çelişkileri iyi kullanmışlardır. Türk heyetinin, Türklerle Kürtlerin kardeş olduklarını, savaşı birlikte yürüttüklerini, kaderlerinin bir olduğunu yönelik iddialarını istedikleri kullanmışlardır.

Lozan’da Meclise gelen Kürt milletvekillerinin resimlerini, Kürtlere muhtariyet-özerklik verileceği konusunda M. Kemal’in vaatleri ve beyanatlarını, 1921 Anayasasını ve ellerinde daha ne varsa kullanan Türk heyeti, hegomanik güçlerin çıkarlarıylada uyaşan antlaşmayı onaylamışlardır. Türk heyetinin üzerinde önemle durduğu bir diğer konu da azınlıklar meselesidir. Türkiye sınırları içinde Müslüman azınlık olmadığı; Müslümanlar arasında ayrım yapılmadığı iddia edilerek ancak Müslüman olmayanların azınlık sayılacakları savunulur.


Bu yaklaşımla Türkler, bir taşla birkaç kuş vurmayı hedeflerler. Bir yandan Müslüman olmayan azınlıklar Batı ile ilişkilerde malzeme olarak kullanılabilecek. Bunun yanında zaten daha önceki katliamlarla marjinalleştirildikleri gibi birçok sınırlamaya tabii tutulacaklar; “tehlikeli olmaya başladıkları” anda da etkisizleştirilebileceklerdir. Bu çerçevede bir yandan Türkiye sınırları içinde küçük ve marjinal topluluklar halinde yaşayan Ermeniler, Rumlar, Yahudilere azınlık statüsü ve bazı sınırlı hakları tanınır. Tabii ki gerektiğinde mübadele, Varlık vergisi, 16-17 Eylül olayları gibi daha nice “tedbirler”le etkisizleştirilmek ve mal varlıkları müsadere edilmek gizli kaydıyla! Türklerin bu konudaki en büyük hedefleri ise Kürtleri rahatlıkla tasfiye etmek ve Kürdistan’ı işgal etmektir. T.C. Devleti’nin Kürdistan ülkesi, toplumu ve kültürüne yönelik esas yaklaşımı olan inkar-imha-asimilasyon politikalarının temeli böylece atılmış olur. Bu durum yeni devletin ulus yaklaşımın Türk-İslam sentezi olduğunu ele vermektedir.

AKP neden Cemevi yerine Cami diyor?


AKP Hükümeti’nin yetkilileri, bugün Alevileri neden ayrı bir inanç olarak tanımak istemediklerini; ibadet yerlerinin neden Cemevleri değil de cami olduğunu yüksek sesle vurgulamaları; Alevilere yönelik sindirme ve korkutma girişimlerinin neden tekrar gündemleştirildiği ancak 90. yılı geride bırakan Lozan Antlaşması temelinde doğru anlaşılabilir.


Bu temelde Lozan Konferansı’nda “Kürtlerin hakları”yla doğrudan ilgili şu maddeler yer alır:


MADDE 38


“Türk Hükümeti, Türkiye’de oturan herkesin, doğum, bir ulusal topluluktan olma [milliyet, nationality], dil, soy ya da din ayrımı yapmaksızın, hayatlarını ve özgürlüklerini korumayı tam ve eksiksiz olarak sağlamayı yükümlenir.


Türkiye’de oturan herkes, her inancın, dinin ya da mezhebin, kamu düzeni ve ahlak kurallarıyla çatışmayan gereklerini, ister açıkta isterse özel olarak, serbestçe yerine getirme hakkına sahip olacaktır.”


Madde 38’un devamı:


“Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiç bir kısıtlama konulmayacaktır.


Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır.”

Kürtler faydalanmasın diye örtük maddeler


Bu maddenin dışında aslında Kürtlerle de ilgili olan ancak Kürtlerin faydalanmaması için örtük bir dille ifade edilen maddeler ise şunlardır:


MADDE 39


“Müslüman-olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, Müslümanların yararlandıkları aynı yurttaş [medeni] haklarıyla siyasal haklardan yararlanacaklardır.


Türkiye’de oturan herkes, din ayrımı gözetilmeksizin, kanun önünde eşit olacaktır.


Din, inanç ya da mezhep ayrılığı, hiç bir Türk uyruğunun, yurttaşlık haklarıyla [medeni haklarla] siyasal haklarından yararlanmasına, özellikle kamu hizmet ve görevlerine kabul edilme, yükseltilme, onurlanma ya da çeşitli mesleklerde ve iş kollarında çalışma bakımından, bir engel sayılmayacaktır.”


MADDE 40


“Müslüman-olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, hem hukuk bakımından hem de uygulamada, öteki Türk uyruklarıyla aynı işlemlerden ve aynı güvencelerden [garantilerden] yararlanacaklardır. Özellikle, giderlerini kendileri ödemek üzere, her türlü hayır kurumlarıyla, dinsel ve sosyal kurumlar, her türlü okullar ve buna benzer öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinlerini serbestçe yapmak konularında eşit hakka sahip olacaklardır.”


Ayrıca Lozan antlaşmasında Kesim III Azınlıkların korunması adı altında sıralanan 38-45 arasındaki tüm maddelerin; katılan tüm devletler ve Milletler Meclisinin onayı olmadan değiştirilemeyeceği; T.C. hukukunda bu politikalarında bu maddeler hilafına bir düzenlemenin yapılamayacağı kesin şart olarak konmuştur.

Temel dinamikler tasfiye edilmeye başlanır


24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması’yla kuruluşu kapitalist modernite güçleri ve devletlerarası sistem tarafından onaylanan devlet, Türkiye Cumhuriyeti adını alarak esasta bundan sonra yapılandırılır.


İçte demokratikleşmeye ilişkin düzenlemeler; Kürtlerin varlığı ile birlikte Türkiye’deki halkların geneli açısından olumlu olan demokratik haklar ortadan kaldırılır. Ulusal Kurtuluş savaşının temel dinamikleri olan Kürtler, İslamcılar ve Sosyalistler hızla tasfiye edilmeye başlanır. Beyaz Türkçü- faşist zihniyet, yapılanma, kurumlaşma ve politikalar; tek vatan, tek bayrak, tek dil ve örtük biçimde de tek din yaklaşımının egemen kılınması esas alınır. Bu temelde 1921 Anayasası ve kurucu Meclisi tasfiye edilir. Yerlerine tekçi 1924 Anayasası ve Türk Meclisi ikame edilir.


Artık bir halk oldukları kabul edilmeyen Kürtlerin dillerini kullanmaları başta olmak üzere tüm değerleri ve hakları yasaklanır. Tekliğe ve tekçiliğe uymayan diğer öğeler de tasfiye edilir. Halifelik ve diğer dini kurumlar kaldırılarak din devletin aracı haline getirilir. Sosyalist ve muhalif örgütlenme ve çalışmalar yasaklanır; olanlar da tasfiye edilir. T.C. Devleti’nin bu politikalarını kabul etmeyen tüm güçler değişik biçimlerde tepkilerini gösterirler. Kürt isyanlarına karşı pasif kaldığı gerekçesiyle Fethi Okyar istifa ettirilerek yerine İsmet İnönü başkanlığındaki hükümet getirilir. Şark Islahat planı, Şêx Said isyanı ve diğer isyanların katliamla bastırılması, ‘Tunceli Kanunları‘, Tedip-tenkil harekatları ve diğer tasfiye politikaları peyderpey gelecektir. Tam anlamıyla bir soykırımlar rejimi inşa edilir.

Bağımsız, güçlü devleti adı altında hizmetçisi olur


T.C. Devleti Lozan Antlaşması ile; içte tekçilik temelinde iktidarını sağlamlaştıran, ‘birliğini-bütünlüğünü’ sağlayan T.C. egemen sınıfları dışta ise Britanya, Yahudi sermayesi ve diğer kapitalist iktidar odaklarına yakınlaşır; onların egemenliği, çıkarları ve politikalarının hizmetçisi olur. Ve üstelik de bağımsız, güçlü, laik-hukuk devleti adı altında!


Ancak ortada çözülmesi gereken Musul-Kerkük sorunu vardır. Her ne kadar yeni oluşturulan T.C. Devleti sistemin işbirlikçisi olarak kurgulansa da kendine göre davranabilecek ve İngiltere’nin devlet çıkarlarını tehlikeye atabilecektir. Diğer yandan T.C. Devleti de her ne kadar sistem tarafından onaylansa da devlet çıkarları söz konusudur.


İçte ve dışta yeterince güçlendiğini düşünen T.C. egemenleri, kısa süre içinde bağımlısı oldukları sisteme kafa tutacak cüreti kendilerinde görmeye başlarlar. Musul-Kerkük sorununu da bu temelde, kendi lehlerine çözmeye kalkışırlar. İngilizler de aynı sorunun kendi lehlerine çözmekle meşguldürler. Bu minvalde T.C. Devletiyle İngiltere arasındaki ikili görüşmeler 19 Mayıs 1924 tarihinde başlar. T.C. Musul-Kerkük bölgesini alma karşılığında İngilizlere petrolden pay alma veya ortaklık teklif eder. İngilizler ise hem Musul-Kerkük’ü ve hem de Xakarî’yi isterler. Zorlu müzakerelerden sonuç alınamayınca İngilizler Milletler Cemiyetine gider. Milletler cemiyeti İngilizlerin isteği doğrultusunda ve bugünkü Irak-T.C. sınırının esas alınmasını kararlaştırır. T.C. devleti bu durumu kabul etmez. Bu arada taraflar kendi tezlerini kabul ettirebilmek için dolaylı siyaset yöntemlerini harekete geçirirler.

Kürtler ve Asuri-Nasturi halkları kaybetti


İngiltere Irak’taki egemenliğini ve çıkarlarını korumak, Kürtlerden ve T.C. Devletinden gelebilecek tehlikeleri önlemek amacıyla T.C.-Irak sınır bölgesinde yaşayan Asuri-Nasturileri kullanır. Onları, bir Nasturi devleti kuracağı vaadiyle ayaklandırır. 1924’te başlayıp katliamla bastırılan bu ayaklanma sonucunda kazanan T.C ve İngilizler; kaybedense Kürtler ve Asuri-Nasturi halkları olur.  


Ardından 1925 Şêx Said isyanı patlak verir. İngilizler bu isyanı destekledikleri görüntüsü vererek bir taşla bir kaç kuş vurmak isterler. Bu isyanı T.C. ye karşı bir tehdit olarak kullanırlar. Bu isyanla birlikte T.C. Devleti’ndeki Kürt düşmanlığını kalıcılaştırmak ve böylece Türk-Kürt ilişkilerini dinamitlemek, her iki tarafı da zayıflatarak kendi hegemonyalarına bağlamak isterler. Gerek T.C. ve gerekse de Kürtler bu durumu göremeyecek kadar zayıf olduklarından İngilizlerin oyununa gelirler. 


Bu süreçteki tüm çatışmaların, katliamların, kavgaların ve trajedilerin merkezinde olan Musul-Kerkük sorunu ise İngilizler tarafından Milletler Cemiyeti nezdinde çözülmeye çalışılır. T.C. Devleti alınan kararları kabul etmeyince 23 Eylül 1925 tarihinde olay Lahey Adalet Divanına gider. Bu noktada umutları tümden kırılan T.C. Devleti savaş hazırlıklarını yoğunlaşıyor görüntüsü verir. İngilizler ise bu numarayı yutar numarası yapar çünkü Türklerin blöf yaptıklarının farkındadır. Zaten özellikle Şeyh Said İsyanıyla birlikte istediği sonucu almıştır. Bir yandan T.C. Devletini önemli oranda kontrolüne almış ve kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmektedir. Diğer yandan Kürtler de artık tehdit unsuru olarak kullanabileceği konumda değildirler. Sovyetler Birliği de T.C. devletinden umudunu kesmiş Avrupa ile ilişki geliştirmeye çalışmaktadır. Bu nedenlerle İngiltere ve tabii ki ittifakı olan Yahudi Sermayesi, Kürt devleti kurmaktan ve Kürtlere destek vermekten vazgeçtiklerini; Kürtleri bastırma konusunda T.C. Devletine her türlü desteği vereceklerini ifade ederler.


Bu zeminde Milletler Cemiyeti 16 Aralık 1925 yılındaki raporunu açıklar. Kararlar İngiltere lehine olup T.C.yi ve Kürtleri de teskin edecek bazı tedbirler vardır. Söz konusu kararlar şöyledir:
“1- Brüksel Hattı Türkiye-Irak sınırı olacak. 2- Britanya Hükümeti, Milletler Cemiyetine mandater rejiminin 25 yıl uzatılmasını öngören bir antlaşma sunacak. 3- Britanya Hükümeti, Kürt halkını koruyacak önlemleri mandater güç olarak Konseye sunacak. 4- Britanya Hükümeti mandater güç olarak Komisyon Raporunda yer alan diğer önlemlere olabildiğince uymaya davet edilecektir.”

Bölgedeki yıkımların müsebbibi olan bir antlaşmadır


Britanya ve Irak hükümetleri bu kararları kabul ettiklerini belirtirler. Bu gelişme akabinde devam görüşmeler sonucunda 5 Haziran 1926 yılında yapılan Ankara Antlaşmasıyla Musul-Kerkük sorunu çözülür. Bu antlaşmada Türkiye-Irak sınırı konusunda bazı değişikliklerle birlikte Brüksel hattının kesinlik kazandığı, Irak’ın petrol gelirlerinden yüzde 10’luk payı 25 yıl süreyle T.C’ye vermesi maddeleri yer alır.


Artık kapitalist modernitenin hegemonik güçlerinin işbirlikçisi, minimalist ve modern-laik bir devlet yapılanması olarak T.C Devleti sahnededir. Diğer işgalci ulus-devletler de aynı biçimde kurgulanıp inşa edilirler. Lozan Antlaşması ve devamı olan Ankara Antlaşmasıyla İngiltere-Yahudi sermayesi ve daha sonraları ABD emperyalizmi Ortadoğu’ya yerleşir. Diğer yandan Bölge’de binlerce yıla dayanan manevi-maddi kültür birikimleri tasfiye edilir. Halklar arasındaki kardeşlik ve dostluk neredeyse bir daha telafi edilemeyecek derecede bozulur.


Kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya tarihsel-ideolojik saldırılarının sonucu olan Lozan Antlaşması aynı zamanda imzalandığı günden bugüne kadar Bölge’de gerçekleşen tüm katliamların, yıkımların ve trajedilerin de müsebbibi olan bir antlaşmadır. Ancak gelinen aşamada bu gerçek, Bölgedeki halklar tarafından önemli oranda görüldüğünden Lozan fiilen aşılmıştır. Başlangıcında olduğu gibi günümüzde de demokratik-toplumsal güçler açısından hiç bir meşruiyeti yoktur. Kürdistan’daki demokratik-devrimsel süreç başta olmak üzere Ortadoğu’da yaşanan demokratik-halk direnişleri bu gerçeğe işaret eder. Hatta Lozan’ı ortaya çıkaran sistemin hegemonik güçlerinden Yahudi sermayesinin ulus-devleti olan İsrail’de bile insanların kendini yakacak derecede sisteme öfke duymaları, İngiltere, ABD ve Fransa’da örgütsüz de olsa yaygın ve güçlü toplumsal tepkiler de Lozan sisteminin toplum ve insanlık karşıtı olduğunu ortaya koymaktadır.


Kapitalist modernitenin restorasyon ve re-organizasyonu sonucunda piyasaya sürülen yeşil, turuncu, İslamcı, liberal, sözde sosyalist iktidar klikleri ve politikaları halklar için umut değil olsa olsa yeni Lozan’lar olacaktır. Bu nedenle yeni Lozan, alternatif Davos, Üçüncü Yol, ılımlı İslam gibi model ve arayışlar halklar tarafından daha şimdiden kabul edilmemekte; şiddetle karşı konulmaktadır. 


1923 Lozan’ını ve yeni Lozanları boşa çıkarmada belirleyici olan ise halkların demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi bilinç-örgütlülük ve eylemleri olacaktır.


Yaşam her zamankinden daha mümkün; yeter ki ne için, neye karşı ve nasıl mücadele edileceği, nerden başlanacağı bilinsin... 


BİTTİ

HESEN GERDÛN