19 Haziran 2012 Salı

Leyla Zana’dan İkinci Kurgu

Leyla Zana: „Türkiye’de sistematik işkence yok” demişti.

Ve 2004 yılında, Avrupa Birliği’nin genişlemeden sorumlu Komiseri Verheugen, Leyla Zana’nın bu tesbitini müzakerelerin önünü açabilecek bir emare olarak aktarmıştı.


Sonra neler oldu?


İşkence devam etti.


Hala da var.


Leyla Zana’nın Cumhuriyet’e bahşettiği bu „kurgu”nun arka planında 'yararlı birşeyler' olduğu söylendi.


Nafile.


Cumhuriyetçiler, Zana’nın sözlerini çiğnediler.


O dönemde söylenmiş Leyla Zana sözleri Türkiye’ye „can simidi” gibi yetişti.


Tesiri kısa süreli oldu.


Sonra çarklar döndü.


Leyla Zana’nın o dönemde söyledikleri unutulmak üzereyken…


Ve Leyla Zana uluslararası alanda da Kürtler’i temsil eden önemli bir şahsiyet olarak kabul görmüşken, Zana’dan basına ikinci bir „kurgu” yansıdı. 


Kürt sorununu kast etti ve: 


„Bu sorunu çözecek kişi Başbakan Erdoğan’dır” dedi.
Türkiye’de Kürt gazetecilerin de içinde olduğu binlerce siyasi kadronun tutuklandığı, askeri operasyonların devam ettiği bir süreçte, Zana’nın sözleri, büyük tepkilere yol açtı.


Ve objektif olarak Leyla Zana, niyeti ne olursa oldun ikinci kez Cumhuriyet’in „can simidi” oldu.


Bu, Leyla Zana’nın söylediklerini anlamak için yeterli mi?


Soruya cevap vermek için, olanları inceleyelim:


Leyla Zana’nın açıklamalarıyla birlikte, BDP’de ilk siyasi ayrılık başgösterdi.


Bu aynı zamanda karşı cephe, AKP siyasi karargahı için artı oldu.
Bu açıklama, Baydemir’in Türkiye Cumhuriyeti’ni „faşizm”e denk düştüğünü belirttiği günlerin akabinde yapıldı.


Leyla Zana’nın açıklaması, Wan Belediye Başkanı ve arkadaşlarının tutuklanmasından hemen sonraydı ve siyasi tabloya: Zana Kürtler adına Erdoğan rejimini „afetti” gibi yazıldı.


Ve Cumhuriyet’in bu dönemdeki nöbetçisi, ve Mir Dengir’den sonra Kürt cephesindeki „Kürt As’ları avcısı”, Şivan Perwer’i transfer için inisiyatif kullanan Bülent Arınç: 


‘’Onu söyleyeni tehdit etmeye gayret edenler var…. Allah’ın izniyle biz bunu inşallah en kısa zamanda çözeceğiz” dedi ve Leyla Zana ile daha önce istişarede bulunduklarının ipucunu verdi.


Ortaya çıkan tablo şu:


Leyla Zana’nın söylediklerinin arkasında BDP yok.


Güney Kürdistan’daki güçlerden kim olabilir?


Barzani’ler (Mesut, Neçirvan) mı?


Talabani mi?


Bunlardan biri olsaydı, BDP yetkilileri açarlardı.


Yoksa, „büyük kardeş“ ABD mi?


Yoksa görünürde olmayan, AKP’yi, BDP’yi de açan bir güç mü?
Benim kurgum şu: Belki de Kürt hareketi siyasi pazarda birçok kartla oynuyor. Leyla Zana da bu kartlardan biri.


Bu kartın ikinci kez kullanıldığını varsayalım.


Türkiye ikinci kez „soluk alıyor“.


Ve bunu sağlayan Leyla Zana.


İki kez „siyasi intihar“ gibi.


Üçüncüsünde neler olacak?


SELİM FERAT
Selimferat@web.de

Bedeli Ağır Kutsal Bir Mücadele

M. DELİLA

Leyla Zana, ''Kürt sorununu Başbakan çözer'' deyince bu gündeme taşındı. Özellikle AKP yandaşı basın bunu gündeme koyarak AKP’nin Kürt sorunundaki çözümsüz politikalarını örtmede iyi bir şal olarak gördü. AKP’nin “Kürt sorunu kalmamıştır, Kürt vatandaşlarımın sorunu kalmıştır, sorun esas olarak çözülmüştür, bazı rötuşlar kalmıştır” dediği dönemde bu sorunu AKP çözer demek AKP’nin çözüm diye öne sürdüklerini onaylamak anlamına gelir. Her ne kadar şunlar da olmalı denilse de pratik siyasi ifadesi budur.

Biz tabii ki Leyla Zana’nın görüşlerine katılmıyoruz. Çünkü ainesi iştir kişinin lafına bakılmaz. AKP’nin pozisyonu da pratiği de ortadadır. Kuşkusuz Kürt Özgürlük Hareketi tüm olumsuzluklara rağmen AKP’ye çözüm için uzun yıllar şans tanımıştır. Kendilerinin söylediklerine göre devleti ve toplumu çözüme hazırlamak için ateşkesler yapılmış, görüşmeler sürdürülmüştür. AKP de bu süreçte çözüm zihniyetine kavuşabilir diye düşünmüşlerdir. Ancak gelinen durum ortadadır.


AKP’nin çözüm niyetinin olup olmadığı esas olarak 29 Mart seçimleri sonrası tutumuna bakılarak görülebilir. 29 Mart seçimleri Kürt sorununun demokratik çözümü için fırsat sundu. Kürt Özgürlük Hareketi 29 Mart seçim sonuçları çözüme vesile olur düşüncesiyle 13 Nisan’da sürdürdüğü fiili ateşkesi resmileştirdi. Demokratik zihniyeti olanların seçimden sonra bu adımı atması gerekirdi. AKP’nin de 29 Mart seçim sonuçlarını böyle anlaması ve buna göre davranması gerekirdi. Dünyanın başka bir yerinde 29 Mart seçim sonuçları demokratik çözüm vesilesi yapılırdı. Peki, AKP ne yaptı? Kürt Özgürlük Hareketi’nin ateşkes ilan ettiği 13 Nisan’dan bir gün sonra 14 Nisan’da siyasi soykırım operasyonları başlattı.


Kürt Özgürlük Hareketi buna rağmen AKP’yi ve devleti çözüme zorlamak için yumuşak mesajlar vermeye devam etti. AKP’yi adım atmaya zorladı. Peki, AKP ne yaptı? İlk önce Kürt açılımı dedi, sonradan mili birlik ve kardeşlik projesi diyerek çözüm zihniyeti olmadığını gösterdi. Kürt Halk Önderi’nin çözüm için öne sürdüğü çok makul öneriler, yani Yol Haritası’nı verilmedi. İki yıl sonra İnsan Hakları Mahkemesi’ne gönderildi. Buna rağmen Kürt Özgürlük Hareketi Habur adımını attı. Habur’a da verilen cevap 29 Mart  seçimleri gibi oldu. Aslında 29 Mart sonrası 14 Nisan soykırım operasyonları da, Habur sonrası soykırım operasyonları da tek bir nedene dayanıyordu: böyle bir halka kendi yeni egemenlik ve kültürel soykırım politikalarını kabul ettiremeyeceklerini görerek bu halkın örgütlülüğünü ve gücünü kırmak istediler. Habur’da şu olmuş, bu olmuş demeleri kesinlikle bahanedir. Habur’u sevgiyle, coşkuyla karşılayan Kürt halkının onurlu ve iradeli duruşunu kendi amaçları için engel gördüler. Bu nedenle siyasi soykırım operasyonları yaparak halkın onlarca yıllık mücadeleyle biriktirdiği siyasi birikimi tırpanlayıp yok etmeyi hedeflediler.


AKP’nin çözüm politikası olmadığı, sorunu çözmeyi değil, Kürtlerin iradesini kırarak yeni egemenlik ve soykırım sistemini kabul ettirmek istedikleri açıktır. Dünyada böyle bir tutuklama furyası görülmemiştir. 20.yüzyılın faşist ülkelerinde bile böyle bir tutuklama yoktur. Türk devleti politikleşmiş bir Kürt halkını istemiyor. Böyle bir Kürt gerçekliğine tahammül edemiyor. PKK değil, başka bir siyasi güç olsaydı da böyle bir halkı kabul etmezlerdi. Bu nedenle yüzyıldır sürdürülen budama harekatlarından birini yapmaktadırlar. 1925’ten sonra bunları yaptılar. 1980’li ve1990’lı yıllarda farklı yöntemlerle yaptılar, şimdi yöntemlerini zenginleştirmiş olarak bunları yapıyorlar. Özde zihniyet ve amaç değişimi yoktur. Dünya ve bölge koşullarına, var olan siyasi duruma göre yol ve yöntem değiştirmişlerdir.


Demokratik siyasetçiler, avukatlar, gazeteciler, gençler tutuklanıyor; hem de siyasi olarak kök kazırcasına. Roboskî olayına yaklaşım zaten bellidir. Başta Başbakan’ın olmak üzere AKP’lilerin dil ve söylemi ise apaçık ortadadır. Sayın Leyla Zana’nın Başbakan’ın üslubu ortadayken BDP’lilere üslup uyarısı yapmasını ise hiç anlamadık. AKP’nin çözüm politikası olmadığı her günkü uygulamalarından bellidir. Bunları normalleştirmek ve görmezlikten gelmek akıl karı değildir. Bunları görmezlikten gelmek aslında irade kırılması anlamına gelir. BDP’lilerin tüm uygulananlar ortadayken AKP’ye yönelik tutumları yumuşaktır. Eğer BDP’ye bir eleştiri getirilecekse belki bu yönden getirilebilir. Dünyanın başka bir yerinde bir partiye bir hükümet böyle yaklaşsaydı o parti nasıl tutum alırdı; hangi tutum onurlu olurdu? Bunları düşünerek konuşmak lazım. Ezbere konuşmak değil de varolan gerçeklere göre konuşmak daha mantıklı olur. Öte yandan ben elimi taşın altına koyuyorum diyor. Tamam kendisinin de bir düşüncesi olabilir, ancak taşın altına elimi koyuyorum diyerek Kürtler adına hangi konuda fedakarlık yapmış oluyor?! Bunları ele almak istemiyorum. BDP Eşbaşkanı AKP’den çözüm bekleyen bu safça ve apolitik yaklaşıma cevap verdiği için ben bu kadarıyla yetineceğim.


Benim üzerinde esas durmak istediğim Leyla Zana’nın başka sözleridir. AKP’lileri duyguda Kürt, düşüncüde Kürt olmamakla değerlendirmiş; BDP’lileri ise düşüncede Kürt, duyguda Kürt olmamakla değerlendirmiş. Bu kabul edilebilir, yenilir yutulur bir değerlendirme değil. BDP’lilere yönelik bir hakarettir. BDP’nin politikaları değerlendirilebilir, bu konuda farklı düşünceler de söylenebilir, ama böyle nitelemeler söylenmemesi gereken şeylerdir. Buna hakkı da yoktur. Başkaları da kendine benzer nitelemeler yapsa bunu kabul eder mi? Demokratik zihniyet ve saygıdan yoksun bir niteleme olmuştur. Belki BDP’liler nezaket icabı ve karşıt güçler yararlanmasın diye ölçülü yaklaşmışlardır, ama Leyla Zana konuştuklarının önü ve arkası nereye gider düşünmeden ya da bunun idrakinde olmadan böyle değerlendirmeler yapmıştır. Ne diyelim yazık ve talihsizlik.


AKP’lilerle BDP’lileri karşılaştırması subjektif ve bazı yönlendirmelerden kaynaklanmaktadır. Hiçbir biçimde gerçekleri yansıtmamaktadır. Bilimsel ve sosyolojik değerlendirmeler de Leyla Zana’yı doğrulamıyor. Hatta esas olarak tersini ifade ediyor. Zaten Sayın Zana’nın kendi söylediği bazı şeyler kendini yalanlıyor.


AKP’nin duyguda Kürt olduğu doğru değil. Leyla hanım Kürt kimliğine duyarlı olmayan beş milyon Kürt’ten söz ediyor. Bunların bir kısmı CHP’ye oy veriyor, ancak önemli bir kısmı da AKP’ye oy veriyor. Kürtlerin asimilasyon ve entegrasyona uğratıldığı yerler esas olarak Kuzey Kürdistan’ın batısı ve kuzeyidir. Kürtlük duyguları burada uygulanan kültürel soykırım ve özel savaş politikalarıyla zayıflatılmıştır. Sömürgeci Türk partileri burada oy almaktadırlar. Kürt Özgürlük Hareketi diğer alanlarda önemli oranda siyasi sömürgeciliği kırsa da kuzey Kürdistan’ın batı ve kuzeyinde hala siyasi sömürgeciliğin dayanağı partiler varlığını korumaktadır. AKP’nin buralarda önemli oranda oy alması da bu gerçeğin sonucudur.


Kürtlük duygularının en az zayıfladığı yerler aynı zamanda BDP’nin çok güçlü olduğu yerlerdir. Hakkari, Şırnak, Mardin, Wan, Siirt, Batman ve Amed Kürtlük duygularının en güçlü olduğu yerlerdir. Kürtlük duygusu güçlü olduğu için Kürtlerin siyasi talepleri de en fazla burada sahiplenilmektedir. Buradaki yönetimlerin tümü de Kürtlük duygusu yüksek insanlardır. Kuşkusuz Ağrı, Muş ve Bitlis gibi illerde de Kürtlük duygusu varlığını korumaktadır.


AKP’nin ise ağırlıklı olarak Kürtlük duygusunun zayıfladığı Kürtler ya da Kürt olmayan azınlıklardan oy aldığı bilinmektedir. BDP’nin Kürt olmayan azınlıklara yönelik politikası eleştirilebilir, ama AKP’nin esas olarak Kürtlük duyguları zayıf olan alanlardan oy aldığı açıktır. Seçilen AKP milletvekillerinin de devletin yaratmak istediği kültürel soykırımcı sisteme entegre olmaya yatkın ve devletle çıkar ilişkisi içine girmiş kesimler olduğu açıktır.


Düşünce duygulardan kaynaklanır. Duygu, düşünceyi yönlendirir. Bunu bilmeden konuşmak insanları yanlış konuma düşürür. Bunu derken AKP tabanında Kürtlük duyguları olanlar yoktur demiyoruz. Kürt dilini unutmamış, Kürt kültürünü tümden kaybetmemiş yerel yöneticiler de olabilir, ama bu esas değerlendirme gerçeğini farklılaştırmaz. AKP’lilerin düşüncesi Kürt değilse, Kürt çıkarlarını yansıtmıyorsa bunun nedeni duygudaki Kürtlük eksikliğidir. Bu duyguların çeşitli çıkarlarla, ilişkilerle bozulmasıdır. AKP’lilerin Kürtlük duyguları zayıflamıştır. Bunun görülmesi  lazım. Zaten AKP Kürt toplumunu kabul etmeyen Kürtlükten söz ediyor. Kürt olabilir, ama toplumsal hakları olamaz! Bu aslında Kürtlük duygusunu bitirmenin formülüdür. Dolayısıyla toplumsal sorunlara ve bunun siyasal yansımalarına duyarlı olmayanların duygularının hangi Kürtlüğünden söz edilebilir?


Önceki döneme gitmeden Kürdistan’da politikleşmenin arttığı son otuz yılı değerlendirirsek Kürdistan’da çıkar çevreleri her zaman iktidardaki partilerden yana olmuşlardır. Yani halkın ve Kürtlerin çıkarı değil, kendi çıkarlarını esas almışlardır. 1980’lerin sonlarına doğru ANAP, 1990’lı yıllarda DYP bölgede birinci partiydi. Kürt demokratik partileri seçime girince Kürtlerin çoğunluğunun oyunu aldılar, ama ikinci parti her zaman yine iktidardaki parti oldu. Belki bir kısmı AKP’nin bu sorunu biz çözeriz sözüne inandı, ama önemli bir kesimi ise iktidar nimetlerinden yararlanmak için AKP’ye oy verdi. Önemli bir kısmı da AKP halkın dini duygularını istismar ettiği için oy vermiştir. Din kardeşliği adı altında Kürtleri ulusal taleplerinden vazgeçirmek için dini istismar etmiştir. Zaten bu karakteri nedeniyle Kürtleri en iyi ben oyalarım ve kandırırım diyerek asker ve sivil bürokrasinin onayını aldığı bilinmektedir. AKP dini kullanarak Kürtleri ulusal mücadeleden uzaklaştıracak parti olarak görüldüğü için AKP’nin iktidarına onay verilmiştir.


AKP’nin BDP ile karşılaştırılması abesle iştigal olduğu gibi kendi seçmenine karşı da amiyane deyimle ayıp etmiştir. AKP ile BDP’yi karşılaştırmak Kürt halkına saygısızlıktır. Kürt halkının onlarca yıllık ağır bedeller vererek oluşturduğu değerlere ve mevzilere saygısızlıktır. Kürt halkına kan kusturan, binlerce Kürt siyasetçisini zindana atan, kadın da olsa çocuk da olsa gereğini yaparız diyen, birçok çocuğu katleden partiyle BDP nasıl karşılaştırılabilir? 


 AKP’nin duygusu da düşüncesi de Kürt değildir. Düşüncesi Kürt değilse duygusu Kürt olamaz. Bu, insanın düşüncesini dışa vurma gerçeğine aykırıdır. Hele Kürtler gibi duygularıyla hareket eden bir toplum için bu daha da geçerlidir.

BDP duyguları Kürt olan insanlarla ayakta kalmakta ve yaşamaktadır. BDP yönetici ve tabanıyla bir bütün olarak Kürtlük duygusunu yaşadığı için her türlü baskılara karşı direnmektedir. AKP’liler gibi çıkarı esas alsalardı yapılan baskılar karşısında direnmezlerdi. Bugün 6’sı milletvekili, birçok belediye başkanı binlerce yöneticisi ve üyesi zindanlardadır. BDP esas olarak bunlardır. Eğer dokunulmazlığı olmasaydı milletvekilleri de şu anda zindanları boylamışlardı. BDP’lilerin duygusu da düşüncesi de Kürt olduğu için zindanlara atıldılar. Duyguları Kürt olmasaydı bu duruşu gösteremezlerdi. İnsanların duyguları olmazsa, sadece bazı doğruları bilerek ya da dillendirerek bedelleri ağır büyük mücadeleye atılmazlardı. Bu nedenle BDP’lilerle AKP’lileri duyguda karşılaştırmak en hafif deyimle ayıptır.


BDP’lilerin duygusu Kürt değil demesi izahata muhtaçtır. Toplum bu izahatı bekleyecektir. Anlaşılıyor ki bazı etkilerle böyle bir değerlendirmeye gitmiştir. Zaten Türk televizyonları da tam bu günlerde gerillaların söylediği on türküden ikisinin Türkçe olmasını bir kara propagandaya dönüştürmüşlerdir. Anadilde eğitim isteyen PKK’nin ikiyüzlülüğünden söz etmişlerdir. Anlaşılıyor ki Leyla Zana da Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı yürütülen psikolojik savaştan etkilenmiştir. Ya da kültürel soykırımın bazı Kürtler üzerinde yarattığı asimilasyonu subjektif bir biçimde değerlendirerek bir genelemeye gitmiştir. BDP’den bir kısım anadili dımıli lehçesi olan milletvekilleri var. Yine 90 yıldır yoğun sürdürülen asimilasyon sonucu dilini unutmuş 3-4 milletvekili var. Buradan yola çıkarak bu insanların Kürtlük duygusu olmadığını sanıyor. Bu, her şeyden önce empati ve duygudan yoksun değerlendirme olur ya da kendini üstün görme duygusunun bir ifadesi olarak kendini dışa vurmuştur. Eğer asimilasyon ve kültürel soykırıma rağmen kimlik ve Özgürlük Mücadelesi veriyorsa bunu daha da anlamlı görmek, asimilasyon ve kültürel soykırıma karşı bir öfke olarak ele almak gerekir. 


BDP’nin asimilasyona uğramış Kürtler üzerinde etkili olması ve onları da örgütlenmeye çekmesinin bir değeri yok mudur? Yoksa kültürel soykırım altındaki Kürtlerin BDP içinde yer alması hak görülmüyor mu? Asimilasyona uğramış binlerce gencin Türk devletinin bu politikalarına öfke duyarak gerillaya koşup yaşamını yitirdiğinden haberi var mı? Doğru yaklaşımın ne olması gerektiği bu söylediklerimizden anlaşılmaktadır. Yoksa kendisiyle birlikte seçilmiş arkadaşlarına hakaret olur. Belki bazılarıyla duyguları örtüşmüyor olabilir, yıldızlarının barışmadığı birileri olabilir, ama bundan yola çıkarak kendinde BDP’nin duygularını sorgulama hakkını görmek nasıl bir anlayıştır? Kendisi bazılarını düşüncelerini açık söylememekle, dolayısıyla ikiyüzlülükle suçluyor. Peki, kendisinin yan yana yaşadığı insanlarla bugüne kadar kurduğu ilişki hangi anlama gelir? Bu anlayış aynı zamanda bu milletvekillerine oy vermiş insanlara saygısızlık değil midir?

Üç-dört tane kurmanci bilmeyen BDP’liyi böyle bir kıyaslama gerekçesi yaptığı anlaşılıyor. Halkın arasına kimin girdiği kimin girmediğiyse tartışmalıdır. Kim mütevazi yaşıyor, bunlar da herkes tarafından biliniyor.


Açıkça belirtelim ki, Leyla Zana büyük bedeller ödeyerek yirmi yıldan fazladır demokratik siyaset alanında olan insanları en hafif deyimle incitmiştir. Bu günlere kadar hangi bedeller ödenmedi ki! Hangi birini saysak? Bu geleneğin duygularını AKP’nin duygularıyla karşılaştırmak, hem negatif bir karşılaştırma yapmak gerçekten de çok zorumuza gitti. BDP’ye oy veren tüm Kürtlerin de çok zoruna gitmiştir. Herhalde en fazla da  her gün kanları dökülmek istenen ve yok edilmek istenen Kürt gençlerinin zoruna gitmiştir.


Bu konu o kadar fazla değerlendirilebilir ki, biz sadece bunları belirtmek istiyoruz. Ancak Kürtleri üzen, en yakın arkadaşlarını inciten bu sözlerden dolayı bir özür dilemek gerekmez mi? Büyüklükse bu da ancak böyle bir özürle olmaz mı? İlle de özür dilesin demiyoruz, ama bu sözlerin bu düşünceleri aklımıza getirdiğini belirtmek istedik.

‘Başarısızlık AKP’yi Kudurttu’

Türk devletinin gerilla güçleri karşısındaki başarısızlığına dikkat çeken Bahoz Erdal, “Son haftalarda Erdoğan’ın kudurması ve hareketimize bu kadar dengesizce saldırması bu imha konseptinin başarısızlığından, gerillanın güçlü bir direniş ve etkili bir vuruş tarzını göstermesinden kaynaklanıyor” dedi. 

Kürdistan’da savaş gün geçtikçe daha da şiddetleniyor. Türk ordusunun askeri operasyonları, siyasi soykırım saldırıları karşısında HPG’nin eylemlerinde de artış gözleniyor. Türkiye kamuoyunda savaşın geldiği düzey görülmeksizin yoğunlaşan ateşkes ve silah bırakma tartışmalarını değerlendiren HPG Komuta Konseyi Üyesi Dr. Bahoz Erdal, “Sömürgeci Türk devleti ve AKP Hükümeti’nin soykırımcı politikası ve saldırıları devam ettikçe de gerilla güçlerimizin direnişinin güçlenerek devam edeceği tartışmasızdır” dedi.

HPG Komuta Konseyi Üyesi Bahoz Erdal, HPG’nin çeşitli kesimlere yönelik gerçekleştirdiği tutuklamalar, HPG tarafından daha önce yapılan KCK hukuku işleyecek açıklamasının anlamı, Ölümsüzler Taburu’nun Kayseri Pınarbaşı’ndaki eylemi ve Roboskî Katliamı’na yaklaşıma ilişkin sorularımızı yanıtladı.

Mayıs ayı ile birlikte gerilla eylemlerinde belli bir artış gözlendi. Yine Türk ordu operasyonları aralıksız sürüyor. Savaş sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz, gidişat nasıl olacaktır?


Kış ayları boyunca Kuzey Kürdistan’da imha amaçlı kapsamlı operasyonlar düzenlendi. Bu operasyonlarla Kuzey’deki gerilla güçlerimizin önemli oranda tasfiye edilmesini hedefliyorlardı. Operasyonlara büyük umut bağlamışlardı. “Bitirdik, bitirmek üzereyiz, bu kış PKK’nin son kışıdır” propagandasını pompalıyorlardı.


Askeri saldırıların yanı sıra Önderliğimize yönelik eşi görülmemiş bir işkence yürütüldü. Tutuklama ve sindirme politikasının bir sonucu olarak kapasitelerini bile aşan cezaevleri Kürtler için toplama kamplarına dönüştürüldü. Yine medya üzerinden yoğun bir psikolojik savaş kampanyası da hep devrede oldu.


Gerillanın darmadağın olduğu düşünülerek, Kürdistan halkının meydanlara çıkma iradesini göstermeyeceği düşünülerek Newroz yasaklandı. Bekledikleri gerçekleşmiş olsaydı Newroz’da zaferlerini ilan etmeyi planlıyorlardı.


Ancak halkımızın Newroz ile birlikte geliştirdiği görkemli direniş ve ardından gerilla güçlerimizin aktif savunma pozisyonuna geçmesiyle birlikte Karadeniz’den Amanoslara, Serhat’tan Kayseri’ye kadar Kürdistan’ın her yerinde ve Türkiye’nin birçok yerinde etkili eylemlilik süreci geliştirildi. Şu anda da operasyon ve gerilla güçlerimizin etkili eylemleri artarak devam etmektedir.


AKP Hükümeti’nin talimatıyla basına yansımıyor olması, yok sayılması çatışmaların az olduğu anlamına gelmiyor. Aksine geçen yılları oldukça aşacak düzeyde yoğun operasyon, çatışma ve eylemsellik süreci yaşanmaktadır. Son haftalarda Erdoğan’ın kudurması ve hareketimize bu kadar dengesizce saldırması bu imha konseptinin başarısızlığından, gerillanın bu imha saldırılarına karşı güçlü bir direniş ve etkili bir vuruş tarzını göstermesinden kaynaklanıyor.


Sömürgeci Türk devleti ve AKP Hükümeti’nin soykırımcı politikası ve saldırıları devam ettikçe de gerilla güçlerimizin direnişinin güçlenerek devam edeceği tartışmasızdır.

En son İstanbul Milletvekili Gürsel Tekin, devletin ordu kayıplarını gizlediği, kamuoyuna yansıtmadığını söyledi. Bu durum HPG’nin verdiği bilanço ve rakamlarla valiliklerin açıklamaları arasındaki çelişkide de kendini gösteriyor. Bu durumun nedeni nedir?


Ne sömürgeci Türk devleti ne de Kürt halkına karşı yürüttüğü savaşın önemli bir parçası olan özel savaş medyası hiçbir zaman halkımızın haklı mücadelesi ve Kürdistan’da yürütülen savaş hakkında Türkiye toplumuna doğru bir bilgilendirme yapmamıştır. Her zaman yaşanan çatışmaları ve olayları çarpıtarak, tersyüz ederek, eksik vererek veya genel gelişmelerden soyutlayarak yansıtmış ve böylece anlamsızlaştırmaya çalışmıştır.


Bazen kimi olaylarda mecburen doğru bilgi vermek zorunda kaldıysa da bu doğru bilgiyi de genel kamuoyunu ve toplumu dezenformasyon politikasının etkisine almak, politikalarını inandırıcı kılmak için kullanmıştır. Bazen normal bir eylem ve çatışmayı abartarak sürekli gündemde tutmaya çalışırken bazen de çok şiddetli çatışma, eylem ve olayları basına ve kamuoyuna hiç yansıtmıyor. Örneğin geçen yıl planlı ve önceden örgütlenmiş bir eylem olmayan, işgalci ordunun bir imha operasyonu sonucu çıkan Farqîn(Silvan) çatışması bu çerçevede işlenmiş, gündemleştirilmiştir. Basın mensupları dağlık alana, eylem yerine getirilmiş, bütün Türk televizyonlarında askerlerin parçalanan silahları, yanan eşyaları günlerce gösterilmiştir.

Peki, niye böyle yaptılar?


Şüphesiz amaçları kamuoyunu çatışmaların seyri hakkında doğru bilgilendirmek değildi. AKP Hükümeti’nin geliştirdiği ve 12 Haziran seçimlerinden sonra hızlandırdığı imha konseptine bahane üretmek, gerekçe oluşturmak ve bizi savaşı başlatan taraf olarak göstermek içindi. O güne kadar 60 arkadaşımız operasyonlar sonucu yaşamını yitirmişti. Fakat ne AKP Hükümeti ne Türk medyası bundan hiç bahsetmemişti. Yine İskenderun eylemini İsrail’e, Tokat Reşadiye eylemini Ergenekon’a bağlayarak çarpıtmaya çalıştılar. Örnek verdiğimiz bu çatışmaları abartarak, çarpıtarak yoğun bir şekilde gündemleştiren hükümet ve medya, birçok çatışma ve eylemi hiç yansıtmamıştır. 


Bizim açıklamalarımız ve valilikler tarafından yapılan açıklamalar arasındaki fark buradan kaynaklanıyor. 


Geçen savaş sürecindeki en önemli gelişmelerden biri de HPG olarak ilk kez Ölümsüzler Taburu’nu devreye koymanız oldu ve bu birçok çevrede paniğe yol açtı. Bu tür eylemler devam edecek mi?

Sömürgeci Türk devleti kendince yoksul, kimsesiz ve dünya devletlerinin görmezden geldiği bir halkı bulmuş, bu halkın vatanı olan Kürdistan’ı işgal altına almış ve talan ediyor.
Her gün bu halka her türlü zulüm ve işkenceyi yapması yetmiyormuş gibi binlercesini zindanlara da dolduruyor. Bu halkın Önderine ve değerlerine her türlü işkence ve hakareti yapıyor. Bu halkı yok sayıyor, yok etmeye çalışıyor ve bunun yanına kâr kalacağını düşünüyor. Oysa artık ne Kürdistan, ne Kürdistan halkı kimsesiz ve savunmasız değildir. Kürdistan’ı, Kürdistan halkını ve değerlerini savunacak binlerce fedaisi vardır.


Bu anlamıyla HPG olarak örgütlenen halkımızın savunma güçlerinin direnişi, düşmanın saldırı düzeyiyle bağlantılıdır. Saldırılar arttıkça gösterilecek direniş de yeni bir nitelik kazanarak şiddetlenecektir. Halkımız ve hareketimiz açısından belirleyici olan Önderliğimizin durumu söz konusuyken ve Roboskî gibi halka yönelik katliamlar gündemdeyken Ölümsüzler Taburu’nun inisiyatif kullanması kaçınılmazdır.
AKP yöneticileri ve devletle çalışan, işbirliği yapan kesimlere yönelik tutuklamalarınızın amacı nedir? Bu konuda Türk devletinin yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?


Daha önce İlker Başbuğ, ondan sonra da Erdoğan sıkça dile getirdiler. Hareketimize karşı mücadelenin yedi boyutlu olduğunu vurguladılar. Yani Türk devletinin Kürdistan’da yürüttüğü soykırım savaşı gerillayı öldürmek ve politikacıları hapse atmakla sınırlı değildir. Kürdistan’a ve Kürdistan halkına ait ne varsa hepsini imha etmeye çalışmaktadır. Örneğin AKP Hükümeti döneminde Kürt çocuklarına yönelik gerçekleştirilen asimilasyon tüm cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleşmemiştir. Yine Kürdistan’ın en güzel tarihi alanları ve verimli toprakları barajlarla yok edilmeye çalışılmaktadır. Sadece Şırnak, Hakkari, Siirt ve Van’da bu amaçla hazırlanan 80 baraj projesi söz konusudur. Bu barajlarla Kürdistan’ın coğrafik bütünlüğü parçalanıp Kürtler göç ettirilmeye çalışılmaktadır. Yine Türk illerinde en ufak bir orman yangınında onlarca helikopter ve uçak söndürmek için devreye girerken Kürdistan’da orman kesimi ve orman yangınları sistematik bir biçimde devlet tarafından yürütülmektedir. Türkiye’de her gün fabrika ve çeşitli komplekslerin açılışları yapılırken Kürdistan’a yüzlerce yeni karakol ve askeri üsler yapılmaktadır. Kürdistan’da yapılan her yol, planlanan her proje soykırım politikasına hizmet edecek bir içerikte geliştirilmektedir.


Bahardan bu yana güçlerimizce tutuklanan kişiler de bu soykırım ve imha politikasına alet olan kişilerdir. Birçok kişi ve çevre para pul karşılığında halkına ve ülkesine karşı soykırımcı politikalara alet olmaktadır. Örneğin Van’da Erdoğan’ın yardımcısı Hüseyin Çelik’in kardeşlerinin gizli ortak olduğu Gökçen-Ay şirketi bütün ihaleleri kırımsız alıyor, karşılığında da kendine ait sivil araçlarla Türk ordusunun özel birliklerini operasyonlara götürüyor ve orduya çalışıyor. Yine İstanbul’dan, Antalya’dan Botan’a kadar uzanan Kadıoğlu şirketleri askeriyeye nakliyat hizmeti ve istihbarat sağlıyor. Bunlara benzer birçok kişi sivil görünümüyle Kürt halkının imhasını öngören özel savaş çalışmalarına ortak olmaktadır. Biz bu çevreleri bir kez daha bu kirli savaşa alet olmamalarını halkına ve ülkesine karşı düşmanlık yapmamaları uyarısını yapmayı bir görev biliyoruz. Halkımızın da özellikle baraj inşaatlarına ve orman kesimlerine karşı haklı tepkilerini ortaya koymaları gerektiğini belirtiyoruz.

Daha önce HPG olarak Kürdistan’da KCK hukuku işleyecek şeklinde açıklamalarınız oldu. Bununla kastedileni biraz açar mısınız?


İşgalci Türk devletinin hukuk sistemi Kürdistan’ı sömürgeleştirmek ve Kürt halkını yok etmek üzerine kurulmuş bir hukuktur. Ne Kürdistan’a ne de Kürdistan halkına Türk hukuk sisteminde yer yoktur. Türk devletinin hukuku Kürtlere katliam, işkence, tutuklama ve sürgünden başka bir şey sunmamaktadır. Onun için bu sömürgeci hukukun Kürdistan’da hiçbir meşruiyeti yoktur. Bizim esas aldığımız hukuk halkımızın varlığını ve özgürlüğünü esas alan hukuktur. Bu temelde Kürdistan’a, Kürdistan halkına ve özgürlük mücadelesine zarar vermek amacıyla sömürgeci devlete askeri ve siyasi koruculuk yapanlara, özel savaşa ortak olanlara dile getirdiğimiz hukuk çerçevesinde yaklaşacağız.

Türkiye gündemi şu anda yine ateşkes ve barışçıl çözüm yönlü tartışmalarla dopdolu. Hatta sizin silah bırakmanızın yollarının arandığı, bu konuda görüşmeler yapıldığı iddia ediliyor. Buna rağmen sizin de belirttiğiniz gibi askeri operasyon ve çatışmalarda herhangi bir gerileme yok. Bu gelişmeler hakkında neler söyleyebilirsiniz?


AKP Hükümeti varını yoğunu hareketimizi tasfiye savaşına yatırmıştır. ''Kürt sorunu bitmiştir'' diyeceksin, Erdoğan ve Gül gibi gidip Amerika’dan insansız hava araçları almak için on takla atacaksın, Kürdistan’a on binlerce özel tim, özel harekat polisi örgütleyip göndereceksin, her gün güçlerimizi imha etmek için durmadan operasyon düzenleyeceksin, şehir şehir, kasaba kasaba Kürt siyasetçi ve yurtseverlerinin avını sürecek, yetmiyormuş gibi de Pozantı ve Osmaniye cezaevlerinde deşifre olduğu gibi Kürtlerin onurunu hedefleyen sistematik alçakça saldırılar yapacaksın ve insanların çözüm aradığına inanmasını bekleyeceksin. Roboskî Katliamı’nı açıkça yapacak, bu katliamı gerçekleştiren Genelkurmayı tebrik edeceksin, Önderliğimize Amerika’nın Guantanamo’sundan daha ağır bir işkence sistemini sürdürecek ve sonra da yumuşamadan, silah bırakma tartışmalarından söz edeceksin!


AKP Hükümeti’nin bütün gücüyle hareketimizi ve halkımızı tasfiye etmeye çalıştığı güneş gibi nettir. Beşir Atalay’ın ve Bülent Arınç gibilerin sözleri tamamen yalandır ve psikolojik savaşın bir parçasıdır. Halkımızda ve kamuoyunda sahte umutlar, beklentili bir ruh hali yaratarak yürüttüğü çok yönlü insanlık dışı politikalara tepkisiz, reflekssiz bir toplum yaratmayı amaçlıyorlar. Bu sahte ve yalan söylemlerle halkımızın ve kamuoyunun dikkatini yürütülen siyasi ve askeri soykırım operasyonlarından uzaklaştırmak istiyorlar.


Bu anlamıyla AKP Hükümeti halkımıza karşı gelmiş geçmiş en tehlikeli, en sinsi, ikiyüzlü bir soykırım politikası yürütmektedir. Halkımız ve duyarlı kamuoyunun bu aldatmalara karşı gereken tavrı göstereceğine inanıyoruz. Bu kadar yok etme saldırısı ortadayken kim ateşkesten ya da silah bırakmaktan söz edebilir? Gerilla güçleri olarak bizim gündemimiz bu soykırım operasyonlarına karşı direnişi geliştirmek ve yükseltmektir.

Herhangi bir eylem ya da olay ertesinde faillerin yakalandığı,  yargı önüne çıkarıldığı yönlü propagandalar yapılıyor. 6 ay geçmesine rağmen Roboskî Katliamı’nın failleri hakkında herhangi bir gelişme yok. Siz bu konuda neler söyleyebilirsiniz?


AKP ve Erdoğan’ın Roboskî Katliamı’na yaklaşımı Kürt halkına ve Kürt davasına yaklaşımının açık bir göstergesidir. Kürtleri yok etmeyi kendine hak gören sömürgeci anlayışın bir ürünüdür. Aslında bilinmeyen, açıkta olmayan, soruşturma gerektiren bir durum yoktur. Herhangi bir general uçakları harekete geçirme emri veremez, böyle bir yetkisi yoktur. Bu talimatı ya cumhurbaşkanı, ya başbakan, ya genelkurmay başkanı, ya da hava kuvvetleri komutanlığı verir veya onaylar. Erdoğan’ın kendisi bu katliamın talimatını verdiği için üzerine gitmiyor ve unutturmaya, üzerini kapatmaya çalışıyor. Yürütülen soruşturmalar ve kim istihbarat verdi yönlü tartışmalar da bu gerçeği gizlemeye dönüktür.
Kürt gençlerine yönelik bir mesajınız var mı?


Kürt gençliğine yönelik bir iki hususu belirtmek istiyorum. Önderliğimize dönük sürdürülen devlet terörü, yine Roboskî ve Pozantı’da yaşananlar hiçbir Kürt gencinin kabulleneceği, normal karşılayacağı, tepkisiz kalacağı durumlar değildir. Sömürgecilerin katliamcı uygulamalarını anlamak için bu örnekler oldukça çarpıcıdır. Kendisine ben insanım, yurtseverim ya da Müslümanım diyen kim Pozantı’da yaşananları unutabilir? Pozantı’da yaşanan vahşet ve tecavüz bir iki münferit olaydan ibaret değildir. Yaşananlar Bağdat’taki Ebu Garip cezaevindekini kat be kat aşan uygulamalardır. 


Pozantı ve Osmaniye’de hedeflenen bütün Kürt gençliğidir, gençliğin onurudur. Verdiğimiz bu örnekler bile her Kürt genci ve kızının bir öfke küpüne, isyana ateşine dönüşmesi için yeterlidir. Eriş ve Andok yoldaşlarımızın gerçekleştirdiği Kayseri eylemi bu zulme, Kürtlere reva görülen insanlık dışı muameleye karşı öfkenin eyleme dönüşmesidir. Öfke ve onurlu duruşun eyleme dönüşmesidir. Onun için Kürt genç erkek ve kızları cezaevinden beter bir duruma düşürülmüş bu yaşama isyan etmeli ve gerilla saflarına katılmalı, bu şekilde hiçbir zulme ve devlet terörüne boyun eğmeyeceğini kanıtlayarak bu katliamı yapan ve emir verenlerden hesap sorma gücüne dönüşmelidir. 



SİNAN CUDİ / BEHDİNAN

Yeni Özgür Politika

Kılıçdaroğlu ve Erdoğan buluşması ve Leyla Zana’nın Açıklamalarının Politik Anlamı?

Dünyadaki gelişmeleri anlamak, olaylar mahşerinde yolunuzu yitirmek istemiyorsanız her şeyden önce uluslara karşı (Dikkat edilsin milliyetçilere karşı demiyoruz, uluslara yani milletlere karşı diyoruz. Ve de Enternasyonalist de demiyoruz. Çünkü Enternasyonalizm de bir Milliyetçiliktir.) bir programınız ve duruşunuz olması gerekir.

Böyle bir program ve duruş olmadan ne bugünkü Dünya krizini ne de örneğin son Avrupa krizini anlayamazsınız ve somut bir programınız olamaz. Şu veya bu politikanın peşinde oradan oraya savrulur bel kemiğinizi kırarsınız veya bel kemiğinden yoksun bir politika yaparsınız.
Aynı ilişki Türkiye için de şöyle formüle edilebilir. Türkiye’deki gelişmeleri anlamak; olaylar mahşerinde yolunuzu yitirmek istemiyorsanız, her şeyden önce Gerici ulusçuluğa ve ulusa karşı demokratik ulusçu ve demokratik ulusu savunan bir duruşunuz ve programınız olması gerekir.

Peki, nedir demokratik ulus ve gerici ulus arasındaki fark. Demokratik ulus (Dolayısıyla demokratik ulusçuluk) ulusu her hangi bir dil, din, etni, soy, sop, ırk, kültür vs. ile tanımlamayı reddeder ve ulusu böyle tanımlamaya karşı tanımlar. Gerici ulus (Dolayısıyla gerici ulusçuluk) ulusu Kürtlükle, Türklükle, Araplıkla, Müslümanlıkla, Hıristiyanlıkla vs. tanımlayan ulustur ve ulusçuluktur.

Gerici ulusçuluk “ulusların kendi kaderini tayın hakkı”nı savunur. Demokratik ulusçuluk, ulusu bir dille, dinle, soyla sopla, tanıma hakkını savunmaz ve böyle tanımlamaya karşı mücadele eder. Ama demokratik ulusçuluğa dayandığı takdirde bir köyün bile ayrılma hakkını, yani gerçek “Demokratik özerkliği” savunur.

Gerici ulusçuluğa göre, başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz. Demokratik ulusçuluğa göre ise, ulusu dille, dinle, soyla, ırkla, kültürle tanımlayan ulusları ve ulusçulukları ezen bir ulus özgür olabilir.
Gerici ulusçulukKürt Sorunundan söz eder; Demokratik Ulusçuluk Türk Sorunu’ndan.

Gerici Ulusçuluk, ulusun Türklükle tanımlanmış olmasında bir sorun görmez; Kürtlüğün tanınmamasında görür. Demokratik ulusçuluk, sorunu ulusun Türklükle tanımlanmasında görür.

Böyle Demokratik Ulusçuluğa dayanan bir duruş ve programı olmayan, ne kadar iyi niyetli olursa olsun, olaylar mahşerinde egemen sınıfların yedeğine düşmekten; bir oraya bir buraya savrulmaktan ve sonunda bel kemiksiz bir politikanın savunucusu olmaktan kurtulmaz.

Bunu son günlerin iki somut gelişmesinde görelim. Biri Kılıçdaroğlu ve Erdoğan Buluşması. Diğeri yine buna bağlı sayılabilecek Leyla Zana’nın Hürriyet tarafından öne çıkarılmış Tayip Erdoğan’a ilişkin sözleri ve çıkışı.
*
Önce birincisiyle ilgili kısa bir anekdot. Geçen hafta Frankfurt’ta Sınıf Teorisi dergisinin tertiplediği Marksizmin Güncelliği konulu Sempozyuma tartışmacı olarak gitmiştik.

Erdoğan Aydında oradaydı. Zamanın dolmasını beklerken Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan ile görüşmesi hakkında konuşmaya başladık.Erdoğan Aydınbu buluşmanın kendisini olumlu buluyor ve olumlu gelişmelere yol açabileceği umudu besliyordu. Biz ise aksini savunduk ve özetle şöyle dedik.

“Aslında Kılıçdaroğlu’nun bu hamlesi AKP’ye güç vermiş ve CHP onun yedeğine düşmüş durumdadır. Bu da beklenilmeyecek bir durum değildir. Bunların ikisi de, “Kürt Sorunu”nun “Bireysel haklar” ile çözüleceğini düşünmektedirler. Bu demokratikleşme getirmez. Ulusun Türklükle tanımlanmasını, bu gerici ulusçuluğu ortadan kaldırmaz.

Ayrıca burada bu bireysel haklar, şimdi somut politik mücadele içinde, Kürt Özgürlük Hareketinin radikal ve demokrat kanadını, Yani Öcalan’ın temsil ettiği çizgiyi tecride ve tasfiyeye yöneliktir. Bir yandan bireysel haklar çerçevesinde kabul edilebilecek bir takım düzenlemeler, diğer yandan radikal demokratik Kürt hareketine karşı askeri, hukuki, politik ve diplomatik operasyonlar. Böylece ot ve sopa ile Kürt kitleleri Özgürlük hareketinden uzaklaştırılmak istenmektedir.

İşin kötüsü, şu ana kadar bu politika ve stratejiye karşı bir kaşı strateji ve politika da geliştirilebilmiş değildir. Bereket ki, Hükümet Roboski olayıyla ve de kısmen de MİT-Emniyet çekişmesiyle (Kürt sorununa devletin Stratejik ve politik bir paradigmadan bakışı ile hukuki ve polisiye paradigmadan bakış farkı ve çekişmesi olarak da tanımlanabilir bu gerilim.) peş peşe kendi açısından aptalca işler yapmıştır da hareketi içinde bulunduğu acıklı durumdan biraz kurtarmıştır. (Eğer bu yanlışlar olmasaydı, durum şimdi olduğundan çok daha kötü olurdu. Ama bu bir yandan da kötü olmuştur ve bu programsızlık ve stratejisizliğin yol açtığı zaafların görülmesini engellemiştir. İlerde görüldüğünde ise çok geç olabilir.)

Öcalan’ın çizgisinin gerilemesi, güçten düşmesi ve tecrit olması demek, bu tavizleri vermeye yol açan gücün yok olması demektir ki bu otomatikman o tavizlerin de verilmemesine ve sürüncemede bırakılmasına yol açar. Yani o bireysel haklar bile olmaz. Reformlar devrimci mücadelenin yan ürünleridir. Olaylara bakalım ne zaman “Kürt Açılımları” çıktı?

İlki 1980’lerin sonu ve 90’ların başında Kürt Hareketi yükselişteydi, o zaman uzlaşma arayan sesler (Özal, Bitlis vs.) daha güçlü çıkıyordu. Ne zaman Küt hareketi peşpeşe mevziler kaybetmeye başladı, özel savaş rejimi oturdu. O zaman uzlaşmadan açılımdan kimse söz etmez oldu.
İkincisi de, 2000’lerir sonuna doğru, Zap’ta zaplandılar, Dağlıca’da dağlandılar (yani Kürt özgürlük hareketi askeri başarılar elde etti) bunlara seçim başarıları da eklenince “Kürt Açılımları” başladı.

PKK’yı, Öcalan’ı, yani Özgürlük hareketini zayıflatan veya zayıflatmaya yönelik hiçbir politika sorunun çözümünü ve demokratikleşmeyi getirmez, getiremez. Şu an Kürt hareketi kötü ve zayıf durumda olduğu için; CHP, AKP’nin politikasına fiilen destek verdiği için, bir demokratikleşme ve çözüm yolunda yol alınamaz. Aynı şekilde AKP aynı zamanda son zamanlarda Kürt gerici milliyetçileriyle, yani Barzanicilerle ittifak halindedir ve Kürt hareketi içindeki PKK ve Öcalan’ın temsil ettiği radikal demokratik kanat ciddi bir tecrit içindedir. İşin kötüsü daha fazla tecrit olmaktan korktukları için, kendi ayaklarına kurşun sıkıp bunlara karşı ideolojik mücadele de yürütmemektedirler. Durum biraz Osmanların koptuğu döneme benzemektedir. Kürt hareketi içinde tıpkı o zaman olduğu gibi, Barzani’ye doğru bir kayma ve Öcalan’ı bir satma vardır. Bütün bunlar çok kötü ve olumsuz gelişmelerdir.

Şu anki durumda AKP, CHP’nin de desteğiyle Türklerin yüzde sekseninin; Barzani’nin desteğiyle de Kürtlerin büyük bir bölümünün desteğini almış bulunuyor. Bu çok tehlikeli bir durumdur. Buradan çözüm ve demokratikleşme çıkmaz.

Bu gidişi ancak ve ancak Türkler içinden çıkacak bir radikal demokratik hareket durdurup Kürt hareketi içindeki radikal demokratik kanada bir destek sunabilir. Ama Türk sosyalistlerinin kendileri de birer gerici milliyetçidirler.

O halde, bu gidişi durduracak, gerici milliyetçiliğe karşı demokratik bir milliyetçiliği gündeme getirecek; Türk sorununu gündemleştirecek bir ilk itilimi belki Ertuğrul Kürkçü ve Sırrı Süreyya gibi isimler başlatabilir. Ama onlar da bağımsız radikal demokrat bir politik hattı oluşturup savunmaktan ziyade Kürt hareketine destek çerçevesinde kalıyorlar. Bu kadar mütevazı olmamaları gerekir. Tarih onlardan daha büyük sorumluluk ve uzak görüşlülük bekliyor. Bizim demokratik bir ulus ve ulusçuluk için çırpınmalarımız ise bu gerici milliyetçiliğin kuşatması altında hiçbir zaman gündemleşemiyor. Buna onların sahip çıkıp savunması ve gündemleştirmesi gerekir. Yarın öbür gün, bilmiyorduk diyemezler. Bir fikir bir kişi tarafından söylenmiş bile olsa söylenmiş olur ve o andan itibaren onun karşısında hangi tarafta olduğunuz sorun olur. Bu arkadaşlar yıllardır savunduğumuz bu program yokmuş gibi yaparak, gündeme getirmek için çabalamayarak gerici milliyetçiliğe fiilen destek verir duruma düşmektedirler. Kendi öznel niyetleri bunu değiştirmez. ”

Bu sözlerimiz yıllardır yazıp savunduklarımızdı. Araya başka konular girince konuşma yarım kaldı. Ama çok açıktı ki, liberaller ve ulusalcılar çok uzun zamandır diğer konulardaki çekişmeleri bir kenara atıp, aynı yerde buluşmuşlar bu buluşmadan beklentiler içindeydiler.

Erdoğan Aydın’da dile gelen çizgi aslında çok yaygın bir eğilimdir ve bütün basında görülebilir. Bunların hepsi pozitivisttir. Hep “bu kadarcığı olsun bari” hesabı içindedirler. Sadece Kürt Özgürlük hareketinin radikal kanadının etkisi ve gücünü koruması ve arttırması gibi bir dertleri yok değildir; aynı zamanda onun varlığı, gücü ve etkisi de onları ciddi biçimde rahatsız eder. Dün en Kürt düşman, sol çizgilerin yayınlarında bol gösterenler bugün güçlenince onun yanına gelir ve şimdi örneğin CHP-AKP yakınlaşması gibi değişimlerde yine eski pozisyonlarına geçerler. Bunlar genellikle “her devrin adamı”dırlar. Özel savaş yıllarında Cumhuriyet sayfalarında, son yıllarda Kürtlere yakın yerlerde. Yakında bu Kürtlere yakın yerler Özgürlük hareketine yakın yerler değil; Barzani’ye, ilkel milliyetçiliğe yakın yerlere geçiş olacaktır. Aslında bu pozisyon fiilen bundan başka bir anlama da gelmez.

Gelelim Leyla Zana’nın açıklamasına, bu açıklama bizim için hiçbir sürpriz olmadığı gibi bu tür bir kırılmayı bekliyorduk. Çevremizde sürekli olarak müthiş bir savrulma yaşandığından; Öcalan’ın en Öcalancı bilinenlerce bile artık bir yük gibi görüldüğünden; ama bunun açıkça ifade edilmediğinden; kimi davranışlar, güdük fiiller, dil sürçmeleri biçiminde yansıdığından söz ediyorduk. Örneğin en radikal kanatta görülen, kimi önde gelen politikacıların ve vekillerin davranışlarından bile çıkarıyorduk bu sonucu. Bir zamanlar parlayan gözlerle bizi selamlamak için bakanlar; şimdi gözlerinin önünde bile dururken sanki saydam bir varlıkmışız gibi bizi görmeden uzak boşluklara bakıyorlardı.

Leyla Zana’nın açıklaması karşısında bir yandan şaşıranlar var. Aşağı yukarı söyle düşünüyorlar: Bunca yıl mücadele etmiş ve bedel ödemiş bir isim nasıl olur da Milliyetçi, egemen sınıflardan yana bir isim olan Tayip Erdoğan’a Kürt sorununu çözme misyonu yükleyebilir?

Bu bayan ve bayların anlamadığı şudur: Kürt hareketinde iki kanat ve bu kanatlar arasında aynı zamanda bir sınıf mücadelesi vardır. Elbet, her Kürt, Kürt olduğu için ezilir. Ama farklı sınıfların ezilişleri ve buna karşı mücadeleleri ve hedefleri de farklıdır. Bir Radikal demokratın görevi ister burjuva, ister gerici olsun, tüm Kürtler üzerindeki ezilmeyi kaldırmak için mücadele etmektir. Bunun da tek yolu vardır. Politik olanın, yani devletin, yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı mücadele. Kürtlüğün de tanınması için değil; Türklüğün de tanınmaması için mücadele. Böyle bir programı, bu kadar net ifade edip savunuyor olmasa da, Öcalan’ın temsil ettiği “Demokratik Milliyetçi” veya “Radikal demokrat” kanat savunmaya hazırdır ve böyle bir programı savunan bir muhatabın eksikliği içinde bunalmaktadır.

Ama Kürt Hareketi içindeki diğer burjuva veya Barzanici kanat bu programa karşıdır. Bunda ölümü görür. Ancak Türkiye’deki mücadelede, bir kere hareketin öncülüğünü ve liderliğini Radikal demokratik kanada kaptırmış bulunduğundan buna açıktan karşı çıkamaz, içinde gibi görünüp, sabotajdan saptırmaya kadar bin bir yolla etkisini arttırmaya çalışır.
Bunlar aslında sırf radikal demokrat kanadın etkisi ve programına karşı mücadele edebilmek için de bireysel haklar düzeyinde bir “çözümden” yanadırlar. Ama kendileri aslında sadece Kürtlükle tanımlanmış, Türk devletinin aynadaki aksi bir devletin rüyasından başka bir şey görmezler ve kendilerini bu devletin memurları, elçileri, konsolosları olarak gören hayaller bunların en büyük motivasyon kaynağı olmakla birlikte, kısa vadede, hem Öcalan’ın çizgisini tecrit etmek ve etkisini silmek için; hem de bağımsız bir Kürt devleti yolunda şimdilik geçici bir aşama olarak gördükleri için AKP’nin, liberallerin hatta şimdi CHP’nin çizgisinde olduğu gibi ulusalcıların desteği olmaya gönüllüdürler.

Bunlara göre, Öcalan’ın Demokratik bir Cumhuriyet ve Ortadoğu programları ya saçma ütopyalardır ya da Türk devletini kandırmak için söylenmiş taktik formülasyonlardır. Hep böyle yorumlar ve tanımlarlar Öcalan’ı.

Peki, samimi Öcalancılar he yapıyorlar? Bunların gücünü ve etkisini bildiklerinden, bunlarla açıktan bir ideolojik mücadeleye girmezler. Politik bir ittifakın ancak farklı bir programın açıkça savunularak; çarpıtmalara karşı ideolojik mücadele ile birlikte olduğunda bir anlamı olacağını görmek istemezler. Ve kendilerini kandırırlar. Ve en beklemedikleri anlarda, Osman Öcalan’lar; Leyla Zana’lar böyle çıkışlar yaptıklarında artık çok gecikmiş olarak tepkiler gösterirler.

Leyla Zana’nın politik olarak bir Barzanici olduğu sır değildir. Leyla Zana Kürt hareketi için bir semboldür. Zaten bir sembol olduğu için; çektiklerinin bir diyeti olarak bir milletvekili yapılmıştır. Bir jesttir aslında vekilliği. Sadece o kadar.

Politik ve ideolojik olarak Öcalan’ı ne hazm ne de temsil edecek durumda değildir. Bugünkü Leyla Zana konuştuğunda onun çok geri bir bakışla konuştuğunu herkes görebilir. O eski kuşaktandır. Bir Demirtaş, bir Kışanak, bir Ayna gibilerin yanında bu özelliği çok açık görülür.

Burjuvazi ve Avrupalı ülkeler onun bu özelliğini bildiklerinden zaman zaman onu Apo’ya karşı bir alternatif olarak çıkarma; bu yönde cesaretlendirme girişimleri içinde olmuşlardır ve Zana da bu gibi desteklere her zaman umut verici davranışlar göstermiş ancak gördüğü tepkiler sonucu bir kenara çekilip sembolik konumuna dönmüştür.

Ancak seçimlerden beri, AKP’nin Barzani ve Amerika ile birlikte Öcalan’ın çizgisine karşı yürüttüğü tecrit ve imha çizgisi epey yol kat ettiğinden, şimdi yine aynı desteklerle böyle çıkışlar yapabilecek konumda hissetmiştir kendisini. Böylece Erdoğan’ın Öcalan’ın çizgisini tecrit ve imha politikası ve stratejisi, CHP’nin yani sıra şimdi şimdiye kadar Kürt özgürlük hareketine karşı açıktan cephe almayan, ayrı bir politik profille çıkmayan Erdoğan’ın Kürt hareketi içindeki müttefiklerini, yani Barzanicileri, yani Öcalan’ın “ilkel milliyetçi” dediklerinin de açıktan desteğini almış bulunuyor.

Birdenbire Zana’nın ne kadar sevimli, akıllı olduğunu keşfediverdi liberaller ve ulusalcılar.

Hasılı Zana’nın çıkışı Zana’nın çıkışı değil, gerici milliyetçiliğin; Barzanicilerin; Erdoğan’ın stratejisinin Kürt hareketi içindeki iş birlikçilerinin çıkışıdır.

Buradan hiçbir demokratikleşme çıkmaz. Hiçbir çözüm çıkmaz.
Çıkacak çözümler ise sadece kan ve gözyaşı getirir.

Ancak Öcalan’ın çizgisi güçlendiğinde; askeri, politik, stratejik, taktik, diplomatik, örgütsel başarılar kazandığında demokratik bir çözüm yolunda küçük de olsa adımlar atılabilir.

Her kim ki bu basit gerçeği unutur, kafasını tekrar tekrar duvarlara çarpmak; politikan dönüşleri içinde omurgasız bir yaratığa dönüşmek zorundadır.
*
Şunu görelim. Kürt Özgürlük hareketinin radikal demokratik kanadı bugün çok ciddi bir tehdit altındadır ve tecrit olmuş durumdadır. Bu durumdan nasıl çıkılıp, politik inisiyatifin nasıl kazanılacağıdır sorun.

Elbette tüm güçler arasındaki çelişkilerinden yararlanılır. Bu işin alfabesi.
Ama bunlar stratejik bir bakış ve yenilikle birleştirilemezse yıpranma ve yıkım kaçınılmaz olur. Bunun için Kürt Özgürlük hareketi, açıkça, şimdiye kadar statü veya kolektif tanıma stratejisinden ve programından gerçekten demokratik olan, Türklüğün tanınmaması; ulusun hiçbir dil, din, etni, soy, ırk, kültür, din ile tanımaması stratejisine geçmelidir.

Bu konuda yıllardır yazıyoruz; programlar öneriyoruz. Çatı Partisi Girişiminden, Demokrasi İçin Birlik Hareketi’ne oradan Halkların Demokratik Kongresi’ne kadar defalarca önermemize rağmen bu programı, bir kere bile olsun gündeme bile aldıramadık. Gerici milliyetçiler engelledi. Özgürlük Hareketi ne yapıp edip bu programı gündemleştirmeli ve bu programın yanında ağırlığını koymalıdır.

Kimse unutmamalı, Öcalan’ın Kürt hareketi içinde savunduğu programın benzerini Türk solunda sadece bu satırların yazarı savunmaktadır. Bu Demokratik Milliyetçi bir programdır. Bunun karşısında bütün Türk sosyalistleri gerici milliyetçidir ve gerici milliyetçi, ulusu Kürtlükle, Türklükle tanımlayan bir programı savunmaktadırlar. Bunlara karşı açıktan, net bir politik, ideolojik mücadele verilmeden bir adım atılamaz. Bunun tek yolu da bu karşı programı gündemleştirmektir. Stratejik ve programatik bir sorun Türk Sosyalistleriyle, onların geri yanlarını okşayan; onlarla mücadele etmeyen taktik ittifaklarla çözülemez. HDK’nın fiili durumu budur. Çözümün değil sorunun parçasıdır şu an HDK.

Bu programatik ve stratejik yönelişin yanı sıra Kürt özgürlük hareketi, ortaya somut bir acil barış planı koymalıdır. Somut olarak şunu önermelidir: Bütün anti demokratik, özgürlükleri kısıtlayıcı tüm yasaların bir tek yasa maddesiyle iptali ve fikir ve örgütlenme için sınırsız özgürlük. Çok net ifadelerle hiçbir yere çekiştirilemeyecek kesin fikir, gösteri, ve örgütlenme özgürlükleri. Tüm özel mahkemelerin kaldırılması.

Bunu ateşkes ve silahlı güçlerin Türkiye Toprakları dışına çıkarılması için biricik koşul olarak koymalıdır. Bunu ayrıca yeni anayasanın da koşulu olarak koymalıdır. Tüm özgürlüklerin olmadığı yerde nasıl özgürce farklı görüşler savunulup toplumun çoğunluğu kazanılabilir ki?

Bu özgürlükler ortamında ancak özgürce bir anayasa hazırlanabilir. Böylece yeni ve özgür bir anayasa hazırlama da, silahların susması da özgürlüklerin sınırsızlığına bağlanır.

Silahını susturmuş ve Türkiye toprakları dışına çıkmış Gerilla’nın silahları teslim etmesi ise, tam bir özgürlük ortamında, her türlü fikrin özgürce ifade edildiği ve örgütlendiği bir ortamda yeni Anayasa’ya ve bu Anayasa’nın özgürlükleri garanti etmesine bağlanır.

Böylece Gerilla özgürlüklerin sağlayıcısı ve bekçisi işlevi kazanır. Kürt ulusunun gerillası olmaktan çıkar; demokratik hareketin ulusun gerillası olur.

Bu iki yeni politik hat bir süre sonra AKP’yi tecrit edip, Radikal demokratik güçlerin yeniden politik inisiyatifi ele geçirmesini sağlayabilir.
Öcalan ortada yok diye beklemenin anlamı yok.

Böyle bir stratejik geri çekiliş yapıldığında, bu Öcalan’ı da tecritten kurtarır.
Demir Küçükaydın

17 Haziran 2012 Pazar

demiraltona@gmail.com
http://demirden-kapilar.blogspot.de/
http://www.demirden-kapilar.net/anasayfa/