Fikret Toksöz, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü'nü bitirdikten sonra, yüksek lisans eğitimini Manchester Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü'nde tamamladı. 1992-2002 yılları arasında Marmara ve Boğazları Belediyeler Birliği (MABBB) Genel Sekreterliği görevini yürüten Toksöz, bu görevinden önce 1978-1980 yılları arasında Yerel Yönetim Bakanlığı'nda Müsteşar Yardımcılığı; 1989-1992 yılları arasında da Uluslararası Yerel Yönetimler Birliği (IULA-EMME) Başdanışmanlığı görevlerinde bulundu. Halen TESEV'de İyi Yönetişim Programı Direktörü olarak çalışan Fikret Toksöz'ün, TESEV'in yayınladığı "Yerel Yönetim Sistemleri", "İyi Yönetişim El Kitabı" ile "Kürt Sorunu'nun Çözümü İçin TESEV Raporu" gibi pek çok çalışmada imzası var.
Toksöz'le, birikim ve deneyimleri ışığında; yerel yönetimlerin özerkliğini, demokratikleşmeye katkısını, merkezi yönetim yapısının yarattığı sorunları konuştuk.
Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, farklı siyasal bir modele geçilmesi burdan bakıldığında açarsak yerel yönetimlerin güçlendirilmesi denince sizce bu neyi ifade ediyor?
Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi denince ifade edilmek istenen şey desantralizasyondur. Devletin yeniden yapılandırılmasıdır. Bilindiği gibi bütün dünyada ve bizim anayasamızda devlet yürütme anlamında iki bölümden oluşuyor; merkezi ve yerel yönetim. Bunun ikisi birbirinin üstünde değildir ve birlikte çalışması gereken unsurlardır. Ama bizdeki uygulama sanki merkezi yönetim üstte, diğeri altta ve merkezin dediklerini olduğu gibi yapan bir modeldir. Bu anlayış, Fransa'da bile terk edildi. Bu sadece Kürtler için bir sorun değil aynı zamanda Türkiye'nin diğer bölgelerinde oturan insanlar için de bir sorun. Şurası muhakkak ki artık herkes, daha çabuk, daha kaliteli ve kendi isteklerine uygun hizmet bekliyor. Bu merkezi hükümetle sağlanamıyor.
Türkiye'de herhangi bir ilde yaşayan herhangi bir yurttaş için, yerel yönetimlere daha fazla yetki ve sorumluluk verilmesi hayatında neleri değiştirir?
Bunu şimdi, şu anda bile görebiliyoruz. Mesela bu son reformla birlikte belediyelere okul yapılması, okulların bakım ve onarılması gibi bir görev veriliyor. Bundan sonra hızla pek çok yerde okulların fiziki koşullarında iyileşme gerçekleşti. Ve yeni okullar yaptırıldı. Bu bile vatandaşın günlük hayatında bir değişime yol açıyor. Bazı yetkileri belediyelere devretmek için yasaya bile gerek yok. Bir kısmı hemen yerel yönetimlere bırakılabilir. Türkiye'nin bir on yıl sonra dünyanın onuncu büyük ekonomisi olacağı iddiası var. Avrupa'nın üçüncü büyük ülkesi olacağı gibi iddialar var. Ama bu iddialar bugünkü merkezi sistemle kesinlikle gerçekleşemez. Gerçekleşebilmesi için bu hizmetlerin en önemlisi olan yereldeki yaratıcı güçten yararlanılması lazım.
Başka hangi alanlarda verimlilik artar?
Türkiye'nin çok sorunlu olduğu bazı alanlar var. Bunların bir tanesi kadın meselesidir. Kadının yaratıcılığından yeteri kadar yararlanamıyor Türkiye. Merkezi yapı içerisinden bunu organize edemezsiniz. Ama yerel inisiyatif bunu kendi içinde başaracaktır. Zaten Anadolu'ya gittiğinizde bunun birçok örneği ile karşılaşıyorsunuz.
Örneğin spor hizmeti bile devlete bağlı. Bu yüzden de Türkiye'de ne futbol gelişiyor ne de başka bir spor faaliyeti. Spor kompleksinin devlet tarafından işletilmesi mümkün mü? Bir başka örnek; eskiden burada AKM vardı, AKM'de bir etkinlik yapmak isteseniz bakanlıktan izin almanız gerekiyordu. Bütün bu kamu imkanlarını düşünün, okullarımızın yaz aylarında, akşamları boş olduğunu düşünün, biz bu kadar yatırımı boş yere harcıyoruz. Çünkü merkezi hükümet çok sıkı kurallar uyguluyor. Eğitim yerel yönetimlere verilsin demiyorum, ama eğitimin fiziki imkanları yerel yönetimlerle birlikte çok daha iyi yönetilebilir.
Çok dilli eğitimin hayata geçirilmesinde yerel yönetimin fonksiyonu ne olmalıdır?
Bu konu biraz zor bir konu. Çok dilli eğitim üzerine pek çok araştırma var.
Pek çok ülkede eğitimin içeriği ve müfredatın tespiti, merkezi yönetimin yetkisinde. Amerika gibi federalizmin uygulandığı ülkede bile Demokrat Parti ile Cumhuriyetçi Parti arasındaki en büyük tartışma buradan geliyor. Eğitim sadece anadilin öğrenilmesi açısından değil uluslararası rekabet açısından da çok önemli bir konu. Dolayısıyla çok dilli eğitimi, tek başına yerel yönetimlere bırakamazsınız. En çok verilen örnek Katalanlar. Ama Katalanlar bile 'Katalanca eğitim yapmakta yanlış mı yaptık acaba' diyorlar. İspanyolca bugün dünyada Fransızcadan daha çok konuşulan ikinci büyük dil. Şimdi onlar diyorlar ki; çocuklar İspanyolca'yı geliştirmeden nerede iş bulacaklar. Yani bunu çok tartışmak lazım, hemen karar vermemek lazım.
Bu sadece Kürtlerin sorunu değil. Pek çok etnik grup, dillerinin ve kültürlerinin ölmesinden yakınıyor.
Seçmeli ders koyarsınız. Zaten şimdiki müfredata uygun. Türkiye'de çeşitli etnik grupların, kendi dillerini, kendi varlıklarını geliştirmesi sağlanabilir. Ama dediğim gibi bu çok ciddi bir şey ve büyük ekonomik maliyetleri var. Bunları da düşünerek bir an önce bu işin tartışılmaya başlanması, belki pilot uygulamalarla denenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bölgesel yönetim modeli, insanların hayatlarında ekonomik olarak neler değiştirir?
Şimdi aslında bu konuda, son reformla yeteri kadar yetki belediyelere verildi. Sağlık, eğitim, kültür-sanat ve turizm alanlarında belediyelere teşvikler veriyor. Mesela arsa veriyor, vergi almıyor. Ama bunları yapmıyorlar. Bunu tek istisnası; alışveriş merkezleri. Ve maalesef belediyeler işi abartmış durumdalar. Arsa stoklarını çok lüzumsuz bir şekilde kullanıyorlar. Buralardan elde edilen gelir eğitime kaydırılabilse, neyse. Gelirin bir kısmı tabii ki rüşvet olarak gidiyor, ikincisi merkezlerin yarattığı sorunları çözmeye gidiyor. Yeni yollar, kavşaklar, metro istasyonları falan yapılıyor. Yani bunlar ek maliyetler getiriyor. Ayrıca zaten ağır olan İstanbul trafiğini bir kat daha ağırlaştırıyor.
İstihdam yaratmıyor mu?
İstihdam yaratıyor ama istihdam yarattığı kadar acaba kaç tane küçük esnafın da ölmesine sebep oluyor. Bunlar öyle rakamlar veriyor; biz 300 kişiyi işe aldık falan diye. 300 kişiye iş vermek o kadar önemli değil, o 300 kişiyi çalıştırmak için acaba kaç yüz kişi işinden oluyor, bunu düşünmek lazım.
Sözünü ettiğiniz rüşvet çarkı hangi noktada devreye giriyor?
İstanbul Büyükşehir Belediyesi hatta diğer belediye meclis gündemlerine bakınca şunu görüyoruz. İBB gündeminde 100 konu varsa 90'ı imar plan değişikliği. Yeni alışveriş merkezlerine bakıyorsun, ya yola tecavüz etmiş durumda ya yolun kenarında devasa bir yapı. Bu binayı o yolun kenarına yapabilmek için büyük paralarla bir metro yapılıyor. Elbette metro gerekli bir şey ama pek çok yerde yerin üstünde gitmesi mümkünken sağa sola yapılan devasa alışveriş merkezleri dolayısıyla bu alan ortadan kalkıyor. Dolayısıyla son derece büyük bir yük. Etki analizi yapılmadan bu işler yapılıyor. Yatırım yapanlar da uzun vadeli düşünmüyorlar. Dünyada internet üzerinden alışveriş gelişiyor. Bu parayı alışveriş merkezlerine yatıranların uzun vadede ne yapacaklarını merak ediyorum.
Türkiye, Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Şartı'nın birçok maddesine koyduğu çekinceleri hâlâ kaldırmadı. Bu AB için bir sorun yaratmıyor mu?
Yeni yerel yönetim kanunuyla oraya koyulan çekincelerin çoğu işe yaramaz hale geldi.
Gerek Avrupa Birliği, gerek Avrupa Konseyi sizin devlet içi yapılanmanıza karışmıyor. Bu sizin kendi sorununuzdur. Yalnızca 'bölgeler arasındaki farklılıklar ortadan kaldıracak politikalar üreteceksiniz' diyor. Onun için AB, geleneksel coğrafi bölge yerine, istatistiki bölgeler yarattı. Bu daha gerçekçi bir şey. Bu gün AB'de 270 tane bölge var. Hatta bazıları bu bölgesel fonlardan pay almak için iyice saçmaladılar. Şimdi Slovenya gibi ya da Güney Kıbrıs gibi küçük bir yerde iki-üç bölge olur mu, olmaz.
Türkiye bu konuda ne yaptı?
Türkiye aslında bir şekilde bir arayış içerisinde, yani bölge kurmadan bölgecilik yapıyor. Türkiye 2001'de 26 istatistiki bölge kurdu. Geliştirmek için de bir süredir bir takım programlar uyguluyor. Bu bölgelerde şimdi 18 kalkınma ajansı çalışıyor. İstanbul kalkınma ajansı da çalışmaya başladı. Ayrıca bölgesel farklılıklar azaltmak için bu hükümet dönemin de KÖYDES ve BELDES projesi uygulandı. Yani 3 milyar doların üzerinde para harcandı. Bu şu anlama geliyor. Köylerin altyapıları yeniden yapıldı, bütün köyler birbirine asfalt yollarla bağlandı. Bu son 5-6 senedir uygulanan bir program. Bunun yanında bölgede SODES projesi var. Bu Sosyal Destek Projesi ile yeni kaynaklar yaratıldı. Tam randımanlı olmasa da kalkınma ajanslarının, sivil toplum ve kamudan oluşan, üniversitelerin de katıldığı bir danışma kurulu var.
Bu yeterli mi?
Uygulamanın iyi olmadığını görüyoruz. Çünkü merkezi hükümet ağırlıklı. Örneğin Diyarbakır'da bir tane belediye projesi destekleniyor. Üniversitelerin yaptığı proje yok gibi, sivil toplum biraz destekleniyor gibi görünüyor ama onların da suni durduklarını görüyoruz. Gerçek anlamda halkın kurduğu sivil toplum değil, yandaşçılık yapılan sivil toplum var. Ama toplum demokratikleştikçe bu eksiklikler görülecektir. Çünkü toplum artık talep etmeye başladı. Sesini çıkarmaya başladı. Demokratik biçimde gerçekten halkın sesini duyurduğu bir model olması lazım. Biz şimdi üstten aşağıya uyguluyoruz, aslında aşağıdan yukarıya kurgulamamız lazım.
Böyle bir örgütlenme modelinin en alt birimi mahalle mi?
En önemli avantajımız mahalle sistemidir. Türkiye geleneksel olarak çok şanslı bir ülke. Çünkü idari yapısını değiştirirken batıdan almadığı tek kurum mahalledir. Muhtar adı da çok önemlidir. Çünkü muhtar, otonom demektir. Düşünün merkeziyetçi bir padişahlık sistemi içerisinde otonom bir yapı kuruyorsunuz. Daha sonra 2. Mahmut tarafından düzenlenmiştir. O günden beri de Türkiye'de muhtarlık sistemi vardır. İstanbul'da bin muhtarlık var. 40 tane belediyeyi bin tane muhtarlıkla çoğaltacaksınız. Muhtarlık artık belediyenin birimi haline geldi. Eskiden merkezi hükümetin birimiydi. Devlet, muhtarlığa polis devleti anlayışıyla yaklaşıyordu. Ama muhtar da öteden beri vatandaşla kamu arasında gönüllü aracı rolünü yapıyordu. Mahallenin sorununun mahalle tarafından tespit edilmesi, belediye kanununda geçiyor. Fakat bu kanun çalıştırılmıyor.
Neden?
Kimse yetkisini paylaşmak istemiyor. Düşünün imar planı değişikliğinde konu ilk defa mahallede tartışılsa yapılabilir mi bazı işler? Muhtarlık gibi çok iyi bir sistemimiz var bunu güçlendirmemiz lazım. Onu daha demokratik hale getirmemiz lazım.
Bakın biz bu muhtarlığı çok önemli bir sivil toplumu olarak görüyoruz. Çünkü muhtarlığın bir bütçesi yok. Halkın seçtiği biri. Bundan daha iyi bir taban hareketi olabilir mi, olamaz. Belki Türkiye'nin meşrutiyeti en yüksek olan kurumu muhtarlıktır. Bizim yaptığımız kamuoyu araştırmalarında, muhtarlar ve ilkokul öğretmenleri en güvenilen kişiler olarak tespit edildi. Çeşitli biçimlerde demokrasi iyi çalışmadığı için bunların kredisi düştü.
Demokratik Özerklik modelinde de halk meclisleri, köy meclisleri yoluyla tabandan örgütlenme önerisi, sizin önerinizin benzeri değil mi?
Bunlar yeni değil zaten. Çok büyük bir yanlış var Türkiye'de. Kendi öz geçmişinde dünyaya örnek olabilecek birçok çalışma var. Belediyecilik tarihini bilmedikleri için, bu tartışmalar oluyor.
Bakın Türkiye'de ilk defa 1973 yerel seçimlerinde bütün büyük kentlerde CHP kazandı. Yeni iktidara gelenler Vedat Dalokay, Ahmet İsvan gibi insanlar yeni şeyler söyleme başladılar. O dönemde 'Kent Kurultayı' diye bir şey ortaya çıktı. Bu 12 Eylül dolayısıyla unutuldu, fakat 1996'da yeniden ortaya çıktı. 20. yy.'da tüm dünyada şu tartışılmaya başlandı: Acaba demokrasi önemini kaybediyor mu? Bugün bile batıda yerel seçimlerde oy kullanma oranı çok düşük. Böyle olunca bir meşruiyet krizi başladı. Varlıklı kişiler sitelerde, etrafı duvarlarla çevrili özel alanlarda yaşamaya başladılar. Dolayısıyla belediye hizmetleri de onlar için lüzumsuz hale geldi. Şimdi bizde de toplumun okumuş kesimleri sitelere gidince, şehrin büyük bir bölümü bunların birikiminden mahrum kaldı.
Meşruiyet sorununun seçim sistemiyle bağı yok mu?
Zaten diğer sorun da temsili sistemin yetmemesi. Temsili sistemde, ne kadar çok seçerseniz seçin asıl mahrum olan grupların sesi duyulmuyor. Habitat ve Rio toplantılarıyla bu da tartışılmaya başlandı. BM, Kent Konseyi Projesi'ni ortaya koydu. Türkiye hükümeti bunu kabul etti. Halkın seçtiği meclisin yanına Kent Konseyi kuruldu. 'Yerel Gündem 21' hareketi, Rio'yla başladı. Bizim kent konseyleri kanununda AB'nin özerklik şartlarını yerine getirmiş oldu Türkiye. AB'nin demokratik özerklik şartı demokratik bir yönetimin kurulmasıdır. Bunu en iyi uygulayanlardan biri Diyarbakır Belediyesi'dir. Ama bunun tam işleyebilmesi için sivil toplumun bütünlüklü olarak işlemesi gerekir.
Dünyada çok iyi bir uygulama var mı?
Dünyada 'Porto Alegre' modeli Brezilya'da çıktı, 1990'ların başlarında. Sosyalist Parti kazandı. Belediye Başkanı sosyalistti ama belediye meclisinde liberaller vardı. Baktı ki, fakirlere ilişkin şeyleri belediye meclisinden geçirmesi mümkün değil. 'Katılımcı bütçe oluşturacağım, mahalleden başlayacağım' dedi. Müthiş bir halk hareketi başlattı, bir milyon kişiyi bu işin içine soktu. Böylece zenginler ve liberaller karar veremez hale geldi. Böyle bir demokratikleşme hareketi başlattı.
Türkiye'de de bundan korkuluyor olabilir mi?
Hayır. Aslında Türkiye'de 1970'lerde bu yapıldı. Hatta bunun Türkiye'deki en önemli sembolü de 'Terzi Fikri'dir. 12 Eylül'de yerle bir edildi. Ama Türkiye'deki ilk örnektir.
Demokratik Özerkliğin demokratik kısmının mekanizmaları mevcuttur, çalıştırılabilir. Bütün mesele desantralizasyon. Demokratik Özerklik modelini Diyarbakır'da zaten uyguluyorlar. Bu model tüm Türkiye için ideal ve hayata geçirilebilir bir sistem. Diyarbakır'da aydın bir kesim var. Kentin çok iyi bir okur-yazar kesimi var, aydın kesimi var. Gayet de demokratik mekanizmalar kurulmuş ama onlar da ayrıca bir sınıftır yani. Dolayısıyla halkın tabandan gelen sesi duyulmuyor. Bunun için biraz daha zaman lazım, demokrasi tecrübesinin artması lazım.
Toksöz'le, birikim ve deneyimleri ışığında; yerel yönetimlerin özerkliğini, demokratikleşmeye katkısını, merkezi yönetim yapısının yarattığı sorunları konuştuk.
Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, farklı siyasal bir modele geçilmesi burdan bakıldığında açarsak yerel yönetimlerin güçlendirilmesi denince sizce bu neyi ifade ediyor?
Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi denince ifade edilmek istenen şey desantralizasyondur. Devletin yeniden yapılandırılmasıdır. Bilindiği gibi bütün dünyada ve bizim anayasamızda devlet yürütme anlamında iki bölümden oluşuyor; merkezi ve yerel yönetim. Bunun ikisi birbirinin üstünde değildir ve birlikte çalışması gereken unsurlardır. Ama bizdeki uygulama sanki merkezi yönetim üstte, diğeri altta ve merkezin dediklerini olduğu gibi yapan bir modeldir. Bu anlayış, Fransa'da bile terk edildi. Bu sadece Kürtler için bir sorun değil aynı zamanda Türkiye'nin diğer bölgelerinde oturan insanlar için de bir sorun. Şurası muhakkak ki artık herkes, daha çabuk, daha kaliteli ve kendi isteklerine uygun hizmet bekliyor. Bu merkezi hükümetle sağlanamıyor.
Türkiye'de herhangi bir ilde yaşayan herhangi bir yurttaş için, yerel yönetimlere daha fazla yetki ve sorumluluk verilmesi hayatında neleri değiştirir?
Bunu şimdi, şu anda bile görebiliyoruz. Mesela bu son reformla birlikte belediyelere okul yapılması, okulların bakım ve onarılması gibi bir görev veriliyor. Bundan sonra hızla pek çok yerde okulların fiziki koşullarında iyileşme gerçekleşti. Ve yeni okullar yaptırıldı. Bu bile vatandaşın günlük hayatında bir değişime yol açıyor. Bazı yetkileri belediyelere devretmek için yasaya bile gerek yok. Bir kısmı hemen yerel yönetimlere bırakılabilir. Türkiye'nin bir on yıl sonra dünyanın onuncu büyük ekonomisi olacağı iddiası var. Avrupa'nın üçüncü büyük ülkesi olacağı gibi iddialar var. Ama bu iddialar bugünkü merkezi sistemle kesinlikle gerçekleşemez. Gerçekleşebilmesi için bu hizmetlerin en önemlisi olan yereldeki yaratıcı güçten yararlanılması lazım.
Başka hangi alanlarda verimlilik artar?
Türkiye'nin çok sorunlu olduğu bazı alanlar var. Bunların bir tanesi kadın meselesidir. Kadının yaratıcılığından yeteri kadar yararlanamıyor Türkiye. Merkezi yapı içerisinden bunu organize edemezsiniz. Ama yerel inisiyatif bunu kendi içinde başaracaktır. Zaten Anadolu'ya gittiğinizde bunun birçok örneği ile karşılaşıyorsunuz.
Örneğin spor hizmeti bile devlete bağlı. Bu yüzden de Türkiye'de ne futbol gelişiyor ne de başka bir spor faaliyeti. Spor kompleksinin devlet tarafından işletilmesi mümkün mü? Bir başka örnek; eskiden burada AKM vardı, AKM'de bir etkinlik yapmak isteseniz bakanlıktan izin almanız gerekiyordu. Bütün bu kamu imkanlarını düşünün, okullarımızın yaz aylarında, akşamları boş olduğunu düşünün, biz bu kadar yatırımı boş yere harcıyoruz. Çünkü merkezi hükümet çok sıkı kurallar uyguluyor. Eğitim yerel yönetimlere verilsin demiyorum, ama eğitimin fiziki imkanları yerel yönetimlerle birlikte çok daha iyi yönetilebilir.
Çok dilli eğitimin hayata geçirilmesinde yerel yönetimin fonksiyonu ne olmalıdır?
Bu konu biraz zor bir konu. Çok dilli eğitim üzerine pek çok araştırma var.
Pek çok ülkede eğitimin içeriği ve müfredatın tespiti, merkezi yönetimin yetkisinde. Amerika gibi federalizmin uygulandığı ülkede bile Demokrat Parti ile Cumhuriyetçi Parti arasındaki en büyük tartışma buradan geliyor. Eğitim sadece anadilin öğrenilmesi açısından değil uluslararası rekabet açısından da çok önemli bir konu. Dolayısıyla çok dilli eğitimi, tek başına yerel yönetimlere bırakamazsınız. En çok verilen örnek Katalanlar. Ama Katalanlar bile 'Katalanca eğitim yapmakta yanlış mı yaptık acaba' diyorlar. İspanyolca bugün dünyada Fransızcadan daha çok konuşulan ikinci büyük dil. Şimdi onlar diyorlar ki; çocuklar İspanyolca'yı geliştirmeden nerede iş bulacaklar. Yani bunu çok tartışmak lazım, hemen karar vermemek lazım.
Bu sadece Kürtlerin sorunu değil. Pek çok etnik grup, dillerinin ve kültürlerinin ölmesinden yakınıyor.
Seçmeli ders koyarsınız. Zaten şimdiki müfredata uygun. Türkiye'de çeşitli etnik grupların, kendi dillerini, kendi varlıklarını geliştirmesi sağlanabilir. Ama dediğim gibi bu çok ciddi bir şey ve büyük ekonomik maliyetleri var. Bunları da düşünerek bir an önce bu işin tartışılmaya başlanması, belki pilot uygulamalarla denenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bölgesel yönetim modeli, insanların hayatlarında ekonomik olarak neler değiştirir?
Şimdi aslında bu konuda, son reformla yeteri kadar yetki belediyelere verildi. Sağlık, eğitim, kültür-sanat ve turizm alanlarında belediyelere teşvikler veriyor. Mesela arsa veriyor, vergi almıyor. Ama bunları yapmıyorlar. Bunu tek istisnası; alışveriş merkezleri. Ve maalesef belediyeler işi abartmış durumdalar. Arsa stoklarını çok lüzumsuz bir şekilde kullanıyorlar. Buralardan elde edilen gelir eğitime kaydırılabilse, neyse. Gelirin bir kısmı tabii ki rüşvet olarak gidiyor, ikincisi merkezlerin yarattığı sorunları çözmeye gidiyor. Yeni yollar, kavşaklar, metro istasyonları falan yapılıyor. Yani bunlar ek maliyetler getiriyor. Ayrıca zaten ağır olan İstanbul trafiğini bir kat daha ağırlaştırıyor.
İstihdam yaratmıyor mu?
İstihdam yaratıyor ama istihdam yarattığı kadar acaba kaç tane küçük esnafın da ölmesine sebep oluyor. Bunlar öyle rakamlar veriyor; biz 300 kişiyi işe aldık falan diye. 300 kişiye iş vermek o kadar önemli değil, o 300 kişiyi çalıştırmak için acaba kaç yüz kişi işinden oluyor, bunu düşünmek lazım.
Sözünü ettiğiniz rüşvet çarkı hangi noktada devreye giriyor?
İstanbul Büyükşehir Belediyesi hatta diğer belediye meclis gündemlerine bakınca şunu görüyoruz. İBB gündeminde 100 konu varsa 90'ı imar plan değişikliği. Yeni alışveriş merkezlerine bakıyorsun, ya yola tecavüz etmiş durumda ya yolun kenarında devasa bir yapı. Bu binayı o yolun kenarına yapabilmek için büyük paralarla bir metro yapılıyor. Elbette metro gerekli bir şey ama pek çok yerde yerin üstünde gitmesi mümkünken sağa sola yapılan devasa alışveriş merkezleri dolayısıyla bu alan ortadan kalkıyor. Dolayısıyla son derece büyük bir yük. Etki analizi yapılmadan bu işler yapılıyor. Yatırım yapanlar da uzun vadeli düşünmüyorlar. Dünyada internet üzerinden alışveriş gelişiyor. Bu parayı alışveriş merkezlerine yatıranların uzun vadede ne yapacaklarını merak ediyorum.
Türkiye, Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Şartı'nın birçok maddesine koyduğu çekinceleri hâlâ kaldırmadı. Bu AB için bir sorun yaratmıyor mu?
Yeni yerel yönetim kanunuyla oraya koyulan çekincelerin çoğu işe yaramaz hale geldi.
Gerek Avrupa Birliği, gerek Avrupa Konseyi sizin devlet içi yapılanmanıza karışmıyor. Bu sizin kendi sorununuzdur. Yalnızca 'bölgeler arasındaki farklılıklar ortadan kaldıracak politikalar üreteceksiniz' diyor. Onun için AB, geleneksel coğrafi bölge yerine, istatistiki bölgeler yarattı. Bu daha gerçekçi bir şey. Bu gün AB'de 270 tane bölge var. Hatta bazıları bu bölgesel fonlardan pay almak için iyice saçmaladılar. Şimdi Slovenya gibi ya da Güney Kıbrıs gibi küçük bir yerde iki-üç bölge olur mu, olmaz.
Türkiye bu konuda ne yaptı?
Türkiye aslında bir şekilde bir arayış içerisinde, yani bölge kurmadan bölgecilik yapıyor. Türkiye 2001'de 26 istatistiki bölge kurdu. Geliştirmek için de bir süredir bir takım programlar uyguluyor. Bu bölgelerde şimdi 18 kalkınma ajansı çalışıyor. İstanbul kalkınma ajansı da çalışmaya başladı. Ayrıca bölgesel farklılıklar azaltmak için bu hükümet dönemin de KÖYDES ve BELDES projesi uygulandı. Yani 3 milyar doların üzerinde para harcandı. Bu şu anlama geliyor. Köylerin altyapıları yeniden yapıldı, bütün köyler birbirine asfalt yollarla bağlandı. Bu son 5-6 senedir uygulanan bir program. Bunun yanında bölgede SODES projesi var. Bu Sosyal Destek Projesi ile yeni kaynaklar yaratıldı. Tam randımanlı olmasa da kalkınma ajanslarının, sivil toplum ve kamudan oluşan, üniversitelerin de katıldığı bir danışma kurulu var.
Bu yeterli mi?
Uygulamanın iyi olmadığını görüyoruz. Çünkü merkezi hükümet ağırlıklı. Örneğin Diyarbakır'da bir tane belediye projesi destekleniyor. Üniversitelerin yaptığı proje yok gibi, sivil toplum biraz destekleniyor gibi görünüyor ama onların da suni durduklarını görüyoruz. Gerçek anlamda halkın kurduğu sivil toplum değil, yandaşçılık yapılan sivil toplum var. Ama toplum demokratikleştikçe bu eksiklikler görülecektir. Çünkü toplum artık talep etmeye başladı. Sesini çıkarmaya başladı. Demokratik biçimde gerçekten halkın sesini duyurduğu bir model olması lazım. Biz şimdi üstten aşağıya uyguluyoruz, aslında aşağıdan yukarıya kurgulamamız lazım.
Böyle bir örgütlenme modelinin en alt birimi mahalle mi?
En önemli avantajımız mahalle sistemidir. Türkiye geleneksel olarak çok şanslı bir ülke. Çünkü idari yapısını değiştirirken batıdan almadığı tek kurum mahalledir. Muhtar adı da çok önemlidir. Çünkü muhtar, otonom demektir. Düşünün merkeziyetçi bir padişahlık sistemi içerisinde otonom bir yapı kuruyorsunuz. Daha sonra 2. Mahmut tarafından düzenlenmiştir. O günden beri de Türkiye'de muhtarlık sistemi vardır. İstanbul'da bin muhtarlık var. 40 tane belediyeyi bin tane muhtarlıkla çoğaltacaksınız. Muhtarlık artık belediyenin birimi haline geldi. Eskiden merkezi hükümetin birimiydi. Devlet, muhtarlığa polis devleti anlayışıyla yaklaşıyordu. Ama muhtar da öteden beri vatandaşla kamu arasında gönüllü aracı rolünü yapıyordu. Mahallenin sorununun mahalle tarafından tespit edilmesi, belediye kanununda geçiyor. Fakat bu kanun çalıştırılmıyor.
Neden?
Kimse yetkisini paylaşmak istemiyor. Düşünün imar planı değişikliğinde konu ilk defa mahallede tartışılsa yapılabilir mi bazı işler? Muhtarlık gibi çok iyi bir sistemimiz var bunu güçlendirmemiz lazım. Onu daha demokratik hale getirmemiz lazım.
Bakın biz bu muhtarlığı çok önemli bir sivil toplumu olarak görüyoruz. Çünkü muhtarlığın bir bütçesi yok. Halkın seçtiği biri. Bundan daha iyi bir taban hareketi olabilir mi, olamaz. Belki Türkiye'nin meşrutiyeti en yüksek olan kurumu muhtarlıktır. Bizim yaptığımız kamuoyu araştırmalarında, muhtarlar ve ilkokul öğretmenleri en güvenilen kişiler olarak tespit edildi. Çeşitli biçimlerde demokrasi iyi çalışmadığı için bunların kredisi düştü.
Demokratik Özerklik modelinde de halk meclisleri, köy meclisleri yoluyla tabandan örgütlenme önerisi, sizin önerinizin benzeri değil mi?
Bunlar yeni değil zaten. Çok büyük bir yanlış var Türkiye'de. Kendi öz geçmişinde dünyaya örnek olabilecek birçok çalışma var. Belediyecilik tarihini bilmedikleri için, bu tartışmalar oluyor.
Bakın Türkiye'de ilk defa 1973 yerel seçimlerinde bütün büyük kentlerde CHP kazandı. Yeni iktidara gelenler Vedat Dalokay, Ahmet İsvan gibi insanlar yeni şeyler söyleme başladılar. O dönemde 'Kent Kurultayı' diye bir şey ortaya çıktı. Bu 12 Eylül dolayısıyla unutuldu, fakat 1996'da yeniden ortaya çıktı. 20. yy.'da tüm dünyada şu tartışılmaya başlandı: Acaba demokrasi önemini kaybediyor mu? Bugün bile batıda yerel seçimlerde oy kullanma oranı çok düşük. Böyle olunca bir meşruiyet krizi başladı. Varlıklı kişiler sitelerde, etrafı duvarlarla çevrili özel alanlarda yaşamaya başladılar. Dolayısıyla belediye hizmetleri de onlar için lüzumsuz hale geldi. Şimdi bizde de toplumun okumuş kesimleri sitelere gidince, şehrin büyük bir bölümü bunların birikiminden mahrum kaldı.
Meşruiyet sorununun seçim sistemiyle bağı yok mu?
Zaten diğer sorun da temsili sistemin yetmemesi. Temsili sistemde, ne kadar çok seçerseniz seçin asıl mahrum olan grupların sesi duyulmuyor. Habitat ve Rio toplantılarıyla bu da tartışılmaya başlandı. BM, Kent Konseyi Projesi'ni ortaya koydu. Türkiye hükümeti bunu kabul etti. Halkın seçtiği meclisin yanına Kent Konseyi kuruldu. 'Yerel Gündem 21' hareketi, Rio'yla başladı. Bizim kent konseyleri kanununda AB'nin özerklik şartlarını yerine getirmiş oldu Türkiye. AB'nin demokratik özerklik şartı demokratik bir yönetimin kurulmasıdır. Bunu en iyi uygulayanlardan biri Diyarbakır Belediyesi'dir. Ama bunun tam işleyebilmesi için sivil toplumun bütünlüklü olarak işlemesi gerekir.
Dünyada çok iyi bir uygulama var mı?
Dünyada 'Porto Alegre' modeli Brezilya'da çıktı, 1990'ların başlarında. Sosyalist Parti kazandı. Belediye Başkanı sosyalistti ama belediye meclisinde liberaller vardı. Baktı ki, fakirlere ilişkin şeyleri belediye meclisinden geçirmesi mümkün değil. 'Katılımcı bütçe oluşturacağım, mahalleden başlayacağım' dedi. Müthiş bir halk hareketi başlattı, bir milyon kişiyi bu işin içine soktu. Böylece zenginler ve liberaller karar veremez hale geldi. Böyle bir demokratikleşme hareketi başlattı.
Türkiye'de de bundan korkuluyor olabilir mi?
Hayır. Aslında Türkiye'de 1970'lerde bu yapıldı. Hatta bunun Türkiye'deki en önemli sembolü de 'Terzi Fikri'dir. 12 Eylül'de yerle bir edildi. Ama Türkiye'deki ilk örnektir.
Demokratik Özerkliğin demokratik kısmının mekanizmaları mevcuttur, çalıştırılabilir. Bütün mesele desantralizasyon. Demokratik Özerklik modelini Diyarbakır'da zaten uyguluyorlar. Bu model tüm Türkiye için ideal ve hayata geçirilebilir bir sistem. Diyarbakır'da aydın bir kesim var. Kentin çok iyi bir okur-yazar kesimi var, aydın kesimi var. Gayet de demokratik mekanizmalar kurulmuş ama onlar da ayrıca bir sınıftır yani. Dolayısıyla halkın tabandan gelen sesi duyulmuyor. Bunun için biraz daha zaman lazım, demokrasi tecrübesinin artması lazım.