Başbakan
Erdoğan, astsubaylar Ali Kaya ve Özcan İldeniz ile PKK itirafçısı
Veysel Ateş'in Umut Kitabevi'ni bombalamalarından sonra Şemdinli'de
gösterdiği duruşu Uludere'de de gösterseydi, bugün kelimelerin etrafında
dolaşmak zorunda kalmazdı.
Önceki
yazıyı okumayanlar için kısa bir hatırlatma yapmalıyım. Şemdinli'de
Umut Kitabevi bombalandıktan sonra 20 Kasım sabahı ansızın Şemdinli'de
ortaya çıkan Erdoğan, oradan Yüksekova ve Hakkari'ye uzanmış, bu olayı çözmek için "el ele vermeliyiz" demişti.
Dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın, "Tanırım, iyi çocuklardır" dediği, çocukların yanında durmamıştı.
Şemdinli sanıklarının Ocak 2012'de 39 yıl 10'ar ay hapis cezasına çarptırılmalarında siyasi iktidarın "doğru yerde" durmasının etkisi yadsınamaz.
28
Aralık 2011 gecesi kaçağa çıkan, çoğu yaşları 20'nin altında olan 40
Kürt gencin tepesine ölüm yağdırdı iki Türk F-16 savaş uçağı. 34
tanesinin bedeni atılan bu bombalarla paramparça oldu...
Başbakan
Erdoğan olaydan iki gün sonra 31 Aralık'ta, Cuma namazı çıkışı uzatılan
mikrofonlara, "İncelemeler neticesinde gerekli olan neyse bütün bunlar
da yapılacaktır" şeklinde cılız bir açıklama yerine,
3 Ocak'ta ise AK Parti grup toplantısında, Genelkurmay ve komuta kademesine "medyaya rağmen teşekkür ediyorum" demek yerine,
Bundan yedi yıl önce Şemdinli'de durduğu yerde dursaydı, bugün, "Hatayı da açıkladık, özrü de açıkladık" demek zorunda kalmazdı.
Tamam,
kimse kendisinden Şemdinli olayında yaptığı gibi Uludere'ye gitmesini
beklemedi. Ama hata da olsa, kasıtlı da olsa, tuzak da olsa ilk gün
vuranın değil, vurulanın yanında dursaydı, bugün özür dilermiş gibi yapmak zorunda kalmazdı.
Kelimelerle oynamayalım, eğri oturup doğru konuşalım.
Hata yaptığınızda, "Evet, hata yaptım" dersiniz. Özür dilenmesi gereken bir durum varsa da, "özür dilerim" dersiniz.
34
gencecik bedenin savaş uçaklarıyla bedenlerinin lime lime yapılmasına
kazara da olsa, hatayı itiraf edip özür dilemek ile kurtulamazsınız ama.
Özür dileyerek giderebileceğiniz hatalar vardır. Öyle hatalar vardır ki, özür dilemeniz yetmez. Bedel ödemeniz, bedel ödetmeniz gerekir.
Erdoğan'ın Pakistan'da yaptığı açıklama, hatanın açıklanması ve yapılan hata için özür dilenmesi mi, orası da pek belli değil.
Biliyorum, günlerdir okuyorsunuz ve belki de bıktınız. Ne diyordu Erdoğan Pakistan'da?.. Şöyle diyordu:
"Ben
izlediğim CD'de bir hareket gördüm. Bizzat izledim. Bir konvoy gidiyor.
30-40 kişi var. O yüksekten görebilmek mümkün değil. Gözcülerimizin,
(Heronlar) vermiş olduğu CD. Silahlı Kuvvetlerimiz de gerekli adımları
atmıştır. Bu bölge terör bölgesidir. Halkın, sivilin oturduğu bölge
değildir. Böyle bir bölgede Silahlı Kuvvetler bu Ahmet mi Mehmet mi
bilemez ki?
....
Bizim silahlı kuvvetlerimiz görevi samimi bir
şekilde yapmıştır. Hata da olabilir. Hatayı da açıkladık, özrü de
açıkladık. Tazminatı da açıkladılar. Ama birileri istismar ediyor. Bir
hatanın olduğunu, hatamız olduğunu söyledik. Allah aşkına tazminatsa
tazminat. Resmi tazminatımızın ötesinde yaptık. İlla terör örgütünün
istediğini mi söyleyeceğiz. Kusura bakmasınlar. (22 Mayıs, Yeni Şafak.)"
Roboski
(Uludere) katliamının ardından altı aydır süren bir soruşturma var.
Faciaya giden yolda yetkilendirmenin, yetki kullanımının, ilgili
kurumlar ve sorumlulukları belli olduğu halde, Allah aşkına sayın
Başbakan, söyler misiniz ne koydunuz yüreği kanayan annelerin önüne!
"Hatayı da açıkladık, özrü de açıkladık" diyorsunuz.
Allah aşkına, söyler misiniz hangi hatayı açıkladınız!..
Allah aşkına, açıklar mısınız? "Özrü de açıkladık" derken, ne demek istiyorsunuz...
Özür diliyorsanız, Kasımpaşalı gibi ortaya çıkın ve deyin ki:
"Evet, bir hata yaptık. Hem de öyle bir hata yaptık ki, bu hatamız bizi mezarımızda bile rahat bırakmayacak!.."
"Özür dilerim, ama yetmez. Vicdanlarınızda açtığımız yarayı bir kuru özür dindirmez."
"Önce sizlerden hakkınızı helal etmenizi sonra Allah'tan bizi affetmesini dileriz."
Diyemiyorsunuz, çünkü ilk günden itibaren yanlış yerde durdunuz.
Roboski görüntülerini izleyen Uludere Komisyonu milletvekilleri, "Terörist olmadıkları her hallerinden belli" diyorlar.
Milletvekilinin gördüğünü, alanında uzman askerler (veya her kimlerse) nasıl görmez?
Diyorsunuz ki, "Silahlı Kuvvetlerimiz bu Ahmet mi Mehmet mi bilmez ki."
Öyle
bir silahlı kuvvetleriniz var işte... Uzaktan baktığında 'katırı insan,
teröristi çoban, kaçakçıyı terörist' zanneden silahlı kuvvetleriniz.
İdris
Naim Şahin adını taşıyan bir İçişleri Bakanınız var ki, mümkün olsa
mezarlardaki parçalanmış çocukların cesetlerini çıkartıp kodese
yollayacak.
İlk gün "doğru yerde" durmamanın sonuçları bunlar.
Aynı
gün İçişleri ile ilgili komuta kademesindekilerin kellelerini
alsaydınız, "Evet, bir hata var. O hatayı yapanlar bunun bedelini en
ağır şekliyle ödeyecek" deseydiniz, -mış gibi yapıyor, -mış gibi söylüyor, -mış gibi davranıyor zorunda kalmazdınız.
Pakistan'da konuşana kadar hala bir şeyleri düzeltme şansı vardı.
O şans var mı emin değilim artık.
Sizler konuştukça vicdanlarımız kanıyor.
Bir şey söyleyecekseniz doğrusunu söyleyip, gereğini yapın.
Ya da ebediyete kadar susun.
Allah aşkına, susun!..
Ali Akel - Yeni Şafak

Türk başbakanı Tayyip Erdoğan’ın Kürtleri ve Roboski’de yakınlarını
kaybeden insanları, ölülerle cinsel istismar içine giren sapık kişiler
için kullanılan ‘narkofoli’ olmakla suçlayacak kadar seviyesiz bir dil
ve sevimsiz bir ruh hali içinde olması, Kürtleri ve öteden beri Türker
ararsında bu ‘adama dikkat’ diyen insanları hiç şaşırtmıyor.
Aslında
Erdoğan son günlerdeki ‘çıkışıyla’ hayırlı bir iş yapmıştır. Günlerdir,
aylardır, hatta yıllardır söylemek istediğimiz gerçeği, kendisi son
çıkışlarıyla tüm çıplaklığıyla ortaya koymuştur. Kendisini son derece
iyi tarif etmiştir. Ancak Erdoğan, dalkavuklarını son derece zor ve
içinden çıkılmaz bir konuma itmiştir. Onları acınası bir durumla yüz
yüze bırakmıştır.
Bu nedenledir ki son günlerde ‘çıplak kral
Erdoğan’ı halen kaftan içinde topluma yutturmaya çalışan dalkavuklarının
sayısı hayli kabarık olsa da, artık kimse ona başka bir elbise dikmeye,
don giydirmeye çalışmıyor. Sözü evirerek, çevirerek ‘ben boynumda bir
tasma ile dolaşmaya razım diyen’ Ahmet Kekeç gibi bazı sözde
gazetecileri saymasak, artık birçoğu yüzleri döküldüğü için şimdilik bu
işe ara vermiş gibi görünüyorlar. Gelecek endişesi onları da sarmış
durumda.
ERDOĞAN BİLE ERDOĞAN’I KURTARAMAZ
Çünkü AKP ve
onun etrafında Gülen cemaatinin 12 Eylül referandumu öncesi kurduğu
‘yetmez ama evet’ kutsal ittifakı çöküyor. AKP çöküyor. Erdoğan çöküyor.
Bu çöküşü hiç kimse durdurmaz. Ne Erdoğan durdurabilir, nede onun
dalkavukları. Erdoğan bile Erdoğan’ı bu saatten sonra kurtaramaz.
Erdoğan’ın
seviyesizlik ve sevimsizlikte dibe vurması bu çöküşün en belirgin
özelliğidir. Seçmenin yüzde elli oyunu almış, mecliste çoğunluğu olan,
ABD ve AB’nin azımsanmayacak bir destek ve kredisine sahip bir liderin
bu kadar ağzını bozması, öfke ve kinle hakaret etmesinin çöküşten başka
bir nedeni olamaz.
Erdoğan’ın partisinin İstanbul il kongresinde
tıpkı Adolf Hitler gibi podyuma ‘milli şef’ olarak çıkması ve kendisini
neredeyse ‘yeri-göğü yaratan olarak’ ilan etmesi, aslında onun taarruzda
değil, kelleşçe yöntemlerle, komplolarla geri çekildiğini, çöküşü
önlemeye çalıştığını gösteriyor.
Erdoğan ve partisi AKP’nin
pozisyonu düne göre hayli zayıflamıştır. Seçmenin yüzde elli oyunu
almasına rağmen hayli zayıftır. Çünkü moral çöküş başlamıştır. Erdoğan
ve ‘adamları’ çöküşün kaçınılmaz olduğunu gördükleri için sinirleri
gergin ve telaş içindedirler. Bu nedenle en küçük bir eleştiriye, farklı
düşünceye tahammül edemiyorlar. Ali Akel’in 16 yıldır çalıştığı Yeni
Şafak gazetesinden ‘tek şefi’ eleştirdiği için atılması bu ruh halinin
bir sonucudur.
KÜRDİSTAN’I KAYBEDEN PARTİ İKTİDARDA KALAMAZ
Çok
rahatlıkla söyleye biliriz ki AKP ve Tayyip Erdoğan eski gücüne sahip
değil. Gücü koruyamıyor. Erdoğan sadece Kürdistan’da ‘istenmeyen adam’
olduğu için değil, partisinin Kürdistan’da bir tabela partisine hızla
dönüştüğü için değil, başka belirtilerde de eski gücünü korumadığını ortaya
koyuyor.
Elbette ki bu çöküşün temel nedeni AKP’nin Kürdistan’ı
kaybetmesinde yatıyor. AKP, özelliklede Roboski katliamı ve sonrasında
aldığı tutumdan dolayı Kürdistan’da sadece ordu-polis ve işbirlikçilere
dayalı marjinal bir parti konumundadır. Kürdistan’ı sadece oy olarak
değil, fiili olarak kaybetmiş bir parti ve liderinin Türkiye’de iktidar
olması, iktidarsa orada kalabilmesi mümkün değildir. Bu tecrübeyle
sabittir.
Kaldı ki siyasi soykırım operasyonlarıyla on bine
yakın Kürdistanlı siyasetçiyi inanılmaz komplolar kurarak ve gerekçeler
yaratarak rehin aldığı bir ortamda, AKP’nin olası bir seçimde
Kürdistan’dan alacağı tek bir oyun dahi meşruiyeti kalmamıştır. Hükmü
geçersizdir.
ERDOĞAN MİLLİ GÖRÜŞÇÜLERİ SATIŞA ÇIKARDI
İkincisi;
şimdilik ‘tatlıya bağlanmış’ olsa da Fethullah Gülen -Erdoğan ekibi
ararsındaki kriz sanıldığından daha derindir. Kapışma kaçınılmaz
olacaktır. AKP’de bir kanat olarak halen varlığını sürdüren eski ‘milli
görüşçülerin’ önümüzdeki günlerde yeni bir ‘odak’ olarak kazan
kaldırırlarsa bu hiç şaşırtıcı olmayacak. Çünkü Erdoğan, eğer Gülen ile
uzlaşmaya varırsa, bunu eski ‘milli görüşçülerin’ kellesini ona tepside
sunarak yapmayı deneyecektir. Çünkü ABD’nin desteği ile ‘gölge başkan’
olarak Türkiye’yi yönetmeye kalkan Gülen’in hedefinde, AKP’nin en
yumuşak karnını oluşturan ‘milli görüşçüler’ vardır. Geçmişte Necmettin
Erbakan’ı sattığı gibi, Erdoğan’ın bu ekibi satması an meselesidir.
Kaldı
ki Suriye’ye bir askeri müdahale kapıda iken, Washington’da 2. Körfez
savaşında döneminde ‘güvenilmez ekip’ olarak adlandırılan eski ‘Milli
Görüşçülerin’ Erdoğan açısından harcanması çok daha koyladır.
LİBERALLER AKP’Yİ TERK EDİYOR
Üçüncüsü;
AKP ve onun megaloman liderine meşruiyet zemini açan liberaller artık
onu savunamaz hali geldiler. Hiç şüphe yok ki liberallerin sunduğu
destek olmasaydı AKP ve Erdoğan Kürtleri ‘narkofili’ olmakla suçlayacak
kadar fütursuz davranamazdı.
Liberaller, Kemalist oligarşiye
karşı ‘muhafazakar’ AKP’yi desteklerken tarihsel bir yanılgı yaşadılar.
AKP’yi Batı’da rastlandığı gibi ırkçılık, faşizm ve kafatasçılıktan
büyük oranda kendisini arındırmış veya arasına mesafe koymuş, hukuk ve
demokratik geleneklere saygılı, hatta sosyal projelere sahip
muhafazakar bir parti gibi düşündüler. Bu nedenle AKP’nin kendisine
yakıştırdığı ‘muhafazakar demokrat’ kimliği çok sevdiler. Bu konuya
ilişkin televizyon ekranlarında çuval dolusu söz ettiler. Ciltler dolusu
yazılar yazdılar. AKP’ye adeta toz kondurmadılar. Onun her
yaramazlığını, şımarıklığını acayip bir hoşgörü ile karşıladılar.
Gelgelelim
bu ‘muhafazakar-demokrat’ kimlik altında gizlenen ve ilk fırsatta
kendisini açığa vuran ırkçı, faşist ve tekçi ideolojiyi, Türk-İslam
sentezine dayalı, Turancı tarihsel mirası görmediler. Fena yanıldılar.
İlk önce İdris Naim Şahin’i bir marangoz hatası olarak düşündüler. Ancak
marangozun kendisi de öyle çıkınca şaşıp kaldılar. Ve Şimdi kısmen
desteklerini çekmeye, ona meşruiyet zemini sunmaktan vazgeçtiler.
ESKİ ‘GENEL SEKRETERLER’ İŞE YARAMADI
Dördüncüsü;
Kürdistan Özgürlük hareketine karşı kullanmak istedikleri tipler
istenilen randımanı sağlayamadı. Bir kısmının elline dosya tutuşturup
savcılığa gönderterek, onları sıradan bir ‘işbirlikçi’ haline
getirttiler. Aralarında eski bir ‘genel sekreter’inde olduğu bir kısım
tiplere ise TRT6’denilen ‘camdan karakol’da iş verdiler.
İsveç’ten
transfer ettikleri bir başka ‘eski genel sekreteri’ ise Kürt birliğini
dinamitlemek için teşvik ettiler. Konuşturttular. En son bu zattın Türk
istihbaratı tarafından çıkarıldığı söylenen, amblemi dahi bir devlet
kuruluşu olduğu izlenimi veren ‘Uluslararası Sivil İnisiyatif’ adlı
sözde bir gazetede Kürt hareketine karşı konuşmasını sağladılar. Ancak
AKP hem kendisine itibar kazandırmak, hem de Kürtlere ait ne varsa onu
hiçleştirmek için ileri sürdüğü bu tiplerin maskeleri çok kısa zaman
içinde düştü. Şimdi ise acınacak durumdalar. Sürekli olarak söze
PKK’nin, BDP’nin sözüm ona kötülükleriyle başlayan bu ‘ünlü
siyasilerden’ İdris Naim’in, Erdoğan’ın ve diğer AKP kurmaylarının
sadece Kürtlere karşı değil, her konudaki seviyesiz ve sevimsiz
tutumları karşısında etikleri elle tutulur tek bir laf yoktur.
PARANOYAK BİR BAŞBAKAN
Beşincisi
ve belkide bunların toplamı, Erdoğan ve ‘adamları’ sadece hızla bir
dikta rejimi kurmaya çalışmıyorlar. Aynı zamanda tedavisi mümkün olmayan
faşizmin en önemli hastalığı olan paranoyaya kapılmış durumdalar.
Semptomlar çok açık. Her konuyu artık ‘dış mihrakların’ bir komplosu
olarak görmekteler. Hava yollarlında grev yapma hakkını kullanmak
isteyen personelden, tecavüze uğradığı için veya başka bir nedenden
dolayı rahmindeki ‘cenini’ 10 haftalık iken kürtaj yapmak isteyen kadına
kadar, herkesi, ama herkesi artık ‘dış mihraklarının’ bir oyunu, maşası
olarak görüyorlar. Kim bilir belki ‘dış mihraklarının komplosu’ olan
doğum kontrol yöntemleri de yasaklanır. Zaten ‘dış mihrakların’ kendisi
ise, TC’nin kuruluşundan buyana, herkesin malumu! Tam paranoya bir
durum.
İşte bu paranoya durum her seçimde oyunu çoğaltarak
gelen, her gelişte ‘gizli’ ajandasından birkaç sayfayı açan, ama
mayasında olmadığı için kendisine bahşedilen ‘demokrat’, değişimci’
yakıştırmalarının altında ezilen ve buradan çıkış için ırkçı, Turancı ve
faşist özüne dönüş yapmakta çareyi bulan AKP ve onun megaloman lideri
Erdoğan’ın frenleri patlamış bir araba gibi hızla uçuruma doğru yol
almasına neden oluyor. Hem de günahlarını aldığı Roboski ve Kürtlerin
bedduasıyla.
Cahit Mervan
Veysi SARISÖZEN
AKP düşüş sürecinde. Hükümetin Kürt siyasetinde patlayan kriz, onun düşüş sürecinde temel rol oynamakta.
Düşüşün
ilk alameti hükümetin kendi içindeki “Şahin”lerin etkisiyle Oslo
masasını devirmesiyle ortaya çıktı; Cemaat polisi MİT müsteşarının
peşine düştü. Bunu tutuklu vekillerin özgürlüğü ile ilgili kurulan
partiler arası uzlaşma masasının devrilmesi izledi. Başbakan kendi
seçtirdiği TBMM Başkanının koltuğuna bir tekme atıverdi. Bir başka düşüş
alameti Başbakan’ın “uzlaşmazlarsa biriyle anlaşırım, o da olmazsa
şimdikiyle yola devam ederim” diyerek Anayasa mutabakat masasının üstüne
tükürmesiyle ortaya çıktı. Masa duruyor durmasına da, artık ayakları
yok; muallakta anlayacağınız.
Başka? Daha çok alamet var.
Başbakan düne kadar başkalarının dil sürçmelerini tamir ediyordu. Şimdi
“tek din” dediğinde, yardımcıları onun “dil sürçmesini” tashih ediyor.
O, “28 Şubat dalgası ülkeyi boğar” diye ağzından “askercil” laflar
kaçırınca, yine etrafı Başbakanı düzeltiyor. Başbakan’ın kendisi çaptan
“düşüyor”.
Ve işte Roboski. Düşüş alametlerinin en günceli
karşımızda; İçişleri Bakanı “ölmeseydiler tutuklardım, hapse atardım,
onlar PKK figüranı, dolap beygiri” filan deyince, Genel Başkan
yardımcısı, Genel Başkanın yokluğunda onu temsil ederim sanarak,
“Hükümetin görüşü değil ve de insani değil” diye konuşuyor. Başbakan
Pakistan’dan döner dönmez, adamı paçavraya çeviriyor “Genel Başkan
benim” diye hönkürüyor. Sonra Grup Toplantısında kalkıp, İçişleri
Bakanının her bir sözünün aslında Tayyip Erdoğan’a ait sözler olduğunu
ve tıpa tıp hükümetin görüşünü ifade ettiğini anlatıyor. Düşüş, aynı
zamanda parçalanmadır.
Ve Ali Bulaçlar, Hilal Kaplanlar protesto
bildirisi yayınlıyor; Yeni Şafak yazarı Ali Akel, “İdris Naim Şahin
adını taşıyan bir İçişleri Bakanınız var ki, mümkün olsa mezarlardaki
parçalanmış çocukların cesetlerini çıkartıp kodese yollayacak” diye
yazınca gazeteden atılıyor.
Başka?
Düşüş süreci, atılan her adımda kitle desteğini kaybetme sürecidir...
Düşerken
zihni bulandığı için, Başbakan, Roboski katliamını gündemden
düşüreceğim diye,”Sezaryen ve Kürtaj cinayettir, her Kürtaj bir
Uludere’dir” diye karmakarış laflar ediyor. Kadınlar “bedenimize
karışma, çek elini üstümüzden” diye isyan edince, “ben Başbakanım her
şeye karışırım” diyerek büsbütün “düşmeye” başlıyor.
Şimdi
düşününüz, Başbakan’ın “kürtaj-sezaryen cinayettir” lafı ona “yeni”
olarak tek bir kadının desteğini sağlayabilir mi? Bu siyasetle
kadınlardan aldığı oyları arttırabilir mi?
Daha önemlisi şu;
AKP’ye oy veren kadınların arasında yüzbinlerce kadının istenmeyen
hamileliğe karşı kürtaj yaptırdığı mutlak bir hakikat olduğuna göre, AKP
bu siyasetiyle düne kadar aldığı kadın oylarını koruyabilir mi? Şu
kesin, bu kadınların arasından ister binler, ister birkaç kadın olsun,
düne kadar AKP’yi destekleyen bazı kadınlar Başbakan’a verdikleri
desteği mutlaka kestiler. Oylar ben diyeyim yüz bin, siz deyin yüz,
başkası desin bir ama azaldı.
Başka?
Yükselirken
“özgürlükçü” olan hükümetler düşerken yasakçı olur. AKP yükselirken AB
ve İLO standartlarında özgürlük şarkısı söylüyordu. Düşüşe geçerken grev
yasağı getirdi ve THY işçileri anında grev ilan etti. O greve
gidenlerin bir kısmı AKP’ye oy vermişti. Onların hiç değilse bir kısmı
gelecek seçimde AKP’ye oy vermeyecek. Düşüşe bakar mısınız?
“Kürtaj
cinayet”, “eşcinsellik hastalık” lafıydı, grev yasağıydı filan derken,
düne kadar AKP’yi destekleyen liberallerin bir kısmı belli ki, AKP’den
yüz çevirdi.
Düşerken desteğin azalır, günahın artar.
Başka? Say say bitmez.
Yükselirken
insanlar “Arş-ı Alaya” yaklaşıyorum sandığı için yalan söylemez,
doğrucu olur, Allah Teala karşısında günaha girmekten korkar. Edeb eder,
küfretmez. Ama düşüşe geçildiğinde günah üstüne günah ekler.
Başbakan
inişte. Artık yalan söylüyor. Grup toplantısında, “Roboskili kaçakçılar
PKK’nin mayın haritasına göre sınırı aşıyor, mayına basmıyor” dedi. Bu
laf, yalanın en ahlaksız olanıdır.
Başbakan şimdi “yeni bir özür
dileme” zorunluluğuyla karşı karşıya... Çünkü, Roboskili şehit Salih
Encü’nün babası, Aslan Encü’nün abisi mayına bastı, şimdi sakat. Şehit
Faruk Encü’nün babası Zeki Encü mayına bastı, ölü. Mehmet Encü, mayın
yüzünden gözü kör. İsmail Encü bir kolu yok. Lezgin Encü, bir ayağı yok.
Ubeydullah Encü, ayağı sakat. Selim Encü, sakat...
Bu kadarı yeter. Yükselirken Allah için doğruyu söyleyenler, düşerken yalan söyleyerek münkirleşir. AKP’nin hali düşüş halidir.
Başka?
Daha beteri de vardır; yükselirken dilinden Allah sözünü düşürmeyenler,
düşüşe geçtiklerinde “küfür” diliyle konuşur. “Allah” diyen dil,
“küfür” dili olur.
Başbakan zıvanadan çıkmıştır; Kürt halkını ve
onun siyasi temsilcilerini “ölü sevici”likle lekelemeye yeltendi. “Ölü
sevicilik-nekrofili” nedir? Bu, ölmüş insanla cinsel ilişki kurmak
demektir. Türk milletinin Başbakanı Kürt halkına karşı işte bu iğrenç
lekeyi atmıştır. Halkın şehit edilen evlatlarının cenazelerine sahip
çıkmasını işte böyle çamurlamaya yeltenmiştir.
Düşüş önce ahlaki
düşüş olarak başlamakta, sonra siyasi olarak gelişmekte ve sonra
örgütsel olarak yere çakılarak sona ermektedir.
“Nekrofili” pisliğini tüküren, onu er ya da geç yalayacaktır...
Kaynak: Özgür Gündem

Kabul etmek gerekir ki bir fenomen (görüngü) olarak Recep Tayip
Erdoğan günümüz Türkiye’sine damgasını vurmuş biri ve incelenmeye de
değer. Ancak bunda Erdoğan’ın meziyetlerinden ziyade içerisinden
geçtiğimiz zaman, zemin ve koşullar belirleyici olmaktadır. Erdoğan
fenomenini belirleyen bunlardır. Aksi olsaydı yani Erdoğan’ın kendisi bu
diyalektiği belirleseydi işte o zaman onun “üstün meziyetleri”nden
bahsedebilirdik. Nitekim görüngünün kendisine çok fazla kapılmadan arka
planına şöyle ufak bir göz attığımızda dahi bu sonuca ulaşabiliriz. O
halde ne demek istediğimizi açımlayabiliriz.
Bilim ve tekniği
tekellerinde bulunduran Batılılar, buna dayanarak kendi dışındaki
“dünya”ya (kendi deyimleriyle 3. Dünya veyahut “Doğu” vs.) karşı her
türlü tasarrufta bulunuyorlar. Elbette bu bilim ve teknik salt Batı’da
bu düzeye ulaşmadı. Aksine bu düzeyin “ilk”leri Doğu’da vücut buldu.
Sonrasında hangi coğrafya ve koşullar elverdiyse oraya aktı. Nihayetinde
Batı’da bugünkü düzeye ulaştı. “Doğu’nun makus talihi” tabiri esas
itibarıyla bu gerçekliğin ifadesi oluyor. Batılılar, özelde Anglo
Saksonlar daha özelde de İngilizler, bu makus talihin daha da
“aksi”leşmesi için ellerinden gelen her şeyi yaptılar, hala da
yapıyorlar. Biliniyor, girdikleri zengin coğrafyaları insanlarıyla
beraber önce “böl”er, sonra “parça”lar ve böylece “yönet”me kıvamına
getirir.
Lafı fazla uzatmadan 20. Yüzyılın başındaki Anadolu’ya
gelelim. Biliniyor, “Osman”lı devleti paramparça olmuş ve geriye kalan
coğrafyada “Kemal”ist bir devlet kurulmuştu. Önce İngilizlere sonra da
Amerikalılara dayanan Kemalistler “tek”çi bir yapılanmaya gittiler.
“İslamcı”ları ve Alevileri yedeklediler. Kürtleri ise yok sayıp, yok da
etmeye çalıştılar. Kemalistlerin öncüleri “jön” (genç) Türklerdir.
İngilizler on yıllarca jön Türklerin evlatları Kemalistleri iş başında
tuttular. Zorlandıklarında onlara darbe yaptırdılar. Darbeler Kürtleri
ve Alevileri darbeledi. İslamcıları ise daha da “yedek”ledi. Yedekte
bekleyen İslamcılar, oyuna katılmak için hep yanıp tutuştu. Ama hep de
azarlanarak yerine oturması söylendi. Nihayetinde gün oldu devran döndü,
Sovyetler yıkıldı. Amerikalılar yeni düşman arayışına çıktılar ve
buldular: İslamcılar. Ama onları da bölmek gerekiyordu! O da oldu:
Radikal ve Ilımlı. İşte Türkiye’de saha kenarında uzun süre bekletilen
ve yeterince “ılımlı” kıvamına getirilmiş olan İslamcılara yol verildi.
Üstelik de “adalet”, “kalkınma”, “ak”, “ampul” vs gibi cazibeli
kavramlarla. Yine başlarına da hem eski bir “futbolcu” (üstelik de
karambolü seven cinsten) hem de isminde hem “İslam” (Recep Tayip), hem
de “Türk” (Erdoğan) unsurları olan biri getirildi. Yani hem “Türk-İslam”
hem de “oyuncu”ydu. (Yeri gelmişken “Barack Hüseyin Obama” ismini
andırıyor. O da Yahudi-Müslüman-Hristiyan sentezi oluyor!)
Recep
Tayip, hemen “jön”ce işe koyuldu. Gerçekten de Jön Türklerin ya da
Kemalistlerin tüm tarz ve taktiklerini iyi tatbik etti. İşin “sır”rı
şuydu: “Sırtını sağlam bir “dayı”ya daya, karşındakilere her türlü
komployu mübah gör ve fethet! “Kutsal” addettiğin yolda ve amaçta,
“kirli” yollara sapabilir, “pis” araçları kullanabilirsin. Hatta en
yakın arkadaşının sırtına da basabilirsin. Bu çok sorun değil. Önemli
olan “hedef”e ulaşman!”
Bu yolda Recep Tayip’in fikir babası
Fethullah Gülen ise çoktan Anglo Saksonlar’ın yurdunda “çiftlik”
edinmişti bile! Ama gel gör ki, jönleştikçe jönleşen R. Tayip fikir
babasına da kafa tutmaya başladı. Bu beklenmeyecek bir davranış değildi
aslında. Çünkü daha önce “Hoca”sına da sırtını dönmüştü.
Netice
itibarıyla AKP, ideolojik bir yapı ve toplumsal bir proje olmadığı gibi
Erdoğan da bir öncü ya da lider değildir. Çünkü gerçekten de toplumsal
kökenlere dayanan ve bu yönlü bir felsefi-ahlaki doktrin geliştiren
dolayısıyla öz güçlere dayanan yapılar toplumsal, öncüleri de önder
olur. AKP ve Erdoğan ise dışsal ve tüm söylemlerinin aksine Batılı ve
Modernisttir. Bu durum pratiğinden net olarak anlaşılmaktadır. Tüm
muhafazakar ve Doğu tandanslı söylemlerine rağmen Türkiye 10 yıl
öncesine oranla daha fazla modernist ve kapitalisttir. Hatta bunun bir
sonucu olarak kendi “çap”ında “emperyalist” hamlecikler de
geliştirmektedir! Ama “yürü yeğenim” diyen arkasındaki “dayı”nın
iteklemesiyle!
Erdoğan ve AKP’yi daha iyi anlamak için onun
yayın organlarından “Akit” adlı “gazete”ye bakmak yeterli olacaktır. Bu
gazetenin manşet üstü hep “din, iman, vaaz, vicdan vs.”dir. Manşet
altına baktığınız zaman ise küfür, hakaret, pervasızlık, komplo,
iğrençlik vs namına ne varsa bulursunuz. Yani “vaaz”ların altından
lağım akmaktadır.
Bir de Erdoğan’a bakalım. Kendi “rant”
kitlesine seslendiği zaman “dini bütün Müslüman”dır. Yönünü Kürtlere
çevirdiğinde ise özel savaş elemanıdır; ağzından psikolojik savaş, küfür
ve hakaret yağar. En “babacan” postuna bürünmüş Bülent Arınç bile konu
Kürtler oldu mu yüzüne takındığı maskeyi paramparça etmekten kendini
alıkoyamamaktadır.
TC ile Kürt halkı arasındaki savaşın en
hassas dönemine girdiği bu süreçte, kimin ne olduğu ya da neyin ne
olduğu daha iyi anlaşılmakta ve daha bir netleşme ortaya çıkmaktadır.
Görüngüler silikleşmekte “öz” daha da açığa çıkmaktadır. Elbette bunu en
erkenden fark edenler olduğu gibi çokça geç kalanlar da var. Umarız ki
Türk olsun, Kürt olsun ya da kim olursa olsun, geç kalmış olanlar bir an
önce bunun farkına varırlar.
Özcesi unutmamak gerekir; şeylerin
bir özü var bir de görüngüsü, perdenin bir önü var bir de gerisi,
toplumların ise bir öncüsü var bir de avcısı!
AKİF ROJ