31 Mayıs 2012 Perşembe

Ali Akel'i İşten Attıran Yazı;' Özür Açıklanmaz, Özür Dilenir!'



Başbakan Erdoğan, astsubaylar Ali Kaya ve Özcan İldeniz ile PKK itirafçısı Veysel Ateş'in Umut Kitabevi'ni bombalamalarından sonra Şemdinli'de gösterdiği duruşu Uludere'de de gösterseydi, bugün kelimelerin etrafında dolaşmak zorunda kalmazdı.

Önceki yazıyı okumayanlar için kısa bir hatırlatma yapmalıyım. Şemdinli'de Umut Kitabevi bombalandıktan sonra 20 Kasım sabahı ansızın Şemdinli'de ortaya çıkan Erdoğan, oradan Yüksekova ve Hakkari'ye uzanmış, bu olayı çözmek için "el ele vermeliyiz" demişti.

Dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın, "Tanırım, iyi çocuklardır" dediği, çocukların yanında durmamıştı.

Şemdinli sanıklarının Ocak 2012'de 39 yıl 10'ar ay hapis cezasına çarptırılmalarında siyasi iktidarın "doğru yerde" durmasının etkisi yadsınamaz.

28 Aralık 2011 gecesi kaçağa çıkan, çoğu yaşları 20'nin altında olan 40 Kürt gencin tepesine ölüm yağdırdı iki Türk F-16 savaş uçağı. 34 tanesinin bedeni atılan bu bombalarla paramparça oldu...

Başbakan Erdoğan olaydan iki gün sonra 31 Aralık'ta, Cuma namazı çıkışı uzatılan mikrofonlara, "İncelemeler neticesinde gerekli olan neyse bütün bunlar da yapılacaktır" şeklinde cılız bir açıklama yerine,

3 Ocak'ta ise AK Parti grup toplantısında, Genelkurmay ve komuta kademesine "medyaya rağmen teşekkür ediyorum" demek yerine,

Bundan yedi yıl önce Şemdinli'de durduğu yerde dursaydı, bugün, "Hatayı da açıkladık, özrü de açıkladık" demek zorunda kalmazdı.

Tamam, kimse kendisinden Şemdinli olayında yaptığı gibi Uludere'ye gitmesini beklemedi. Ama hata da olsa, kasıtlı da olsa, tuzak da olsa ilk gün vuranın değil, vurulanın yanında dursaydı, bugün özür dilermiş gibi yapmak zorunda kalmazdı.

Kelimelerle oynamayalım, eğri oturup doğru konuşalım.

Hata yaptığınızda, "Evet, hata yaptım" dersiniz. Özür dilenmesi gereken bir durum varsa da, "özür dilerim" dersiniz.

34 gencecik bedenin savaş uçaklarıyla bedenlerinin lime lime yapılmasına kazara da olsa, hatayı itiraf edip özür dilemek ile kurtulamazsınız ama.

Özür dileyerek giderebileceğiniz hatalar vardır. Öyle hatalar vardır ki, özür dilemeniz yetmez. Bedel ödemeniz, bedel ödetmeniz gerekir.

Erdoğan'ın Pakistan'da yaptığı açıklama, hatanın açıklanması ve yapılan hata için özür dilenmesi mi, orası da pek belli değil.

Biliyorum, günlerdir okuyorsunuz ve belki de bıktınız. Ne diyordu Erdoğan Pakistan'da?.. Şöyle diyordu:

"Ben izlediğim CD'de bir hareket gördüm. Bizzat izledim. Bir konvoy gidiyor. 30-40 kişi var. O yüksekten görebilmek mümkün değil. Gözcülerimizin, (Heronlar) vermiş olduğu CD. Silahlı Kuvvetlerimiz de gerekli adımları atmıştır. Bu bölge terör bölgesidir. Halkın, sivilin oturduğu bölge değildir. Böyle bir bölgede Silahlı Kuvvetler bu Ahmet mi Mehmet mi bilemez ki?
....
Bizim silahlı kuvvetlerimiz görevi samimi bir şekilde yapmıştır. Hata da olabilir. Hatayı da açıkladık, özrü de açıkladık. Tazminatı da açıkladılar. Ama birileri istismar ediyor. Bir hatanın olduğunu, hatamız olduğunu söyledik. Allah aşkına tazminatsa tazminat. Resmi tazminatımızın ötesinde yaptık. İlla terör örgütünün istediğini mi söyleyeceğiz. Kusura bakmasınlar. (22 Mayıs, Yeni Şafak.)"

Roboski (Uludere) katliamının ardından altı aydır süren bir soruşturma var. Faciaya giden yolda yetkilendirmenin, yetki kullanımının, ilgili kurumlar ve sorumlulukları belli olduğu halde, Allah aşkına sayın Başbakan, söyler misiniz ne koydunuz yüreği kanayan annelerin önüne!

"Hatayı da açıkladık, özrü de açıkladık" diyorsunuz.

Allah aşkına, söyler misiniz hangi hatayı açıkladınız!..

Allah aşkına, açıklar mısınız? "Özrü de açıkladık" derken, ne demek istiyorsunuz...

Özür diliyorsanız, Kasımpaşalı gibi ortaya çıkın ve deyin ki:

"Evet, bir hata yaptık. Hem de öyle bir hata yaptık ki, bu hatamız bizi mezarımızda bile rahat bırakmayacak!.."

"Özür dilerim, ama yetmez. Vicdanlarınızda açtığımız yarayı bir kuru özür dindirmez."

"Önce sizlerden hakkınızı helal etmenizi sonra Allah'tan bizi affetmesini dileriz."

Diyemiyorsunuz, çünkü ilk günden itibaren yanlış yerde durdunuz.

Roboski görüntülerini izleyen Uludere Komisyonu milletvekilleri, "Terörist olmadıkları her hallerinden belli" diyorlar.

Milletvekilinin gördüğünü, alanında uzman askerler (veya her kimlerse) nasıl görmez?

Diyorsunuz ki, "Silahlı Kuvvetlerimiz bu Ahmet mi Mehmet mi bilmez ki."

Öyle bir silahlı kuvvetleriniz var işte... Uzaktan baktığında 'katırı insan, teröristi çoban, kaçakçıyı terörist' zanneden silahlı kuvvetleriniz.

İdris Naim Şahin adını taşıyan bir İçişleri Bakanınız var ki, mümkün olsa mezarlardaki parçalanmış çocukların cesetlerini çıkartıp kodese yollayacak.

İlk gün "doğru yerde" durmamanın sonuçları bunlar.

Aynı gün İçişleri ile ilgili komuta kademesindekilerin kellelerini alsaydınız, "Evet, bir hata var. O hatayı yapanlar bunun bedelini en ağır şekliyle ödeyecek" deseydiniz, -mış gibi yapıyor, -mış gibi söylüyor, -mış gibi davranıyor zorunda kalmazdınız.

Pakistan'da konuşana kadar hala bir şeyleri düzeltme şansı vardı.

O şans var mı emin değilim artık.

Sizler konuştukça vicdanlarımız kanıyor.

Bir şey söyleyecekseniz doğrusunu söyleyip, gereğini yapın.

Ya da ebediyete kadar susun.

Allah aşkına, susun!..

Ali Akel - Yeni Şafak


Paranoyak Bir Başbakanın çöküşü

Türk başbakanı Tayyip Erdoğan’ın Kürtleri ve Roboski’de yakınlarını kaybeden insanları, ölülerle cinsel istismar içine giren sapık kişiler için kullanılan ‘narkofoli’ olmakla suçlayacak kadar seviyesiz bir dil ve sevimsiz bir ruh hali içinde olması, Kürtleri ve öteden beri Türker ararsında bu ‘adama dikkat’ diyen insanları hiç şaşırtmıyor.

Aslında Erdoğan son günlerdeki ‘çıkışıyla’ hayırlı bir iş yapmıştır. Günlerdir, aylardır, hatta yıllardır söylemek istediğimiz gerçeği, kendisi son çıkışlarıyla tüm çıplaklığıyla ortaya koymuştur. Kendisini son derece iyi tarif etmiştir. Ancak Erdoğan, dalkavuklarını son derece zor ve içinden çıkılmaz bir konuma itmiştir. Onları acınası bir durumla yüz yüze bırakmıştır.
Bu nedenledir ki son günlerde ‘çıplak kral Erdoğan’ı halen kaftan içinde topluma yutturmaya çalışan dalkavuklarının sayısı hayli kabarık olsa da, artık kimse ona başka bir elbise dikmeye, don giydirmeye çalışmıyor. Sözü evirerek, çevirerek ‘ben boynumda bir tasma ile dolaşmaya razım diyen’ Ahmet Kekeç gibi bazı sözde gazetecileri saymasak, artık birçoğu yüzleri döküldüğü için şimdilik bu işe ara vermiş gibi görünüyorlar. Gelecek endişesi onları da sarmış durumda.

ERDOĞAN BİLE ERDOĞAN’I KURTARAMAZ

Çünkü AKP ve onun etrafında Gülen cemaatinin 12 Eylül referandumu öncesi kurduğu ‘yetmez ama evet’ kutsal ittifakı çöküyor. AKP çöküyor. Erdoğan çöküyor. Bu çöküşü hiç kimse durdurmaz. Ne Erdoğan durdurabilir, nede onun dalkavukları. Erdoğan bile Erdoğan’ı bu saatten sonra kurtaramaz.

Erdoğan’ın seviyesizlik ve sevimsizlikte dibe vurması bu çöküşün en belirgin özelliğidir. Seçmenin yüzde elli oyunu almış, mecliste çoğunluğu olan, ABD ve AB’nin azımsanmayacak bir destek ve kredisine sahip bir liderin bu kadar ağzını bozması, öfke ve kinle hakaret etmesinin çöküşten başka bir nedeni olamaz.

Erdoğan’ın partisinin İstanbul il kongresinde tıpkı Adolf Hitler gibi podyuma ‘milli şef’ olarak çıkması ve kendisini neredeyse ‘yeri-göğü yaratan olarak’ ilan etmesi, aslında onun taarruzda değil, kelleşçe yöntemlerle, komplolarla geri çekildiğini, çöküşü önlemeye çalıştığını gösteriyor.

Erdoğan ve partisi AKP’nin pozisyonu düne göre hayli zayıflamıştır. Seçmenin yüzde elli oyunu almasına rağmen hayli zayıftır. Çünkü moral çöküş başlamıştır. Erdoğan ve ‘adamları’ çöküşün kaçınılmaz olduğunu gördükleri için sinirleri gergin ve telaş içindedirler. Bu nedenle en küçük bir eleştiriye, farklı düşünceye tahammül edemiyorlar. Ali Akel’in 16 yıldır çalıştığı Yeni Şafak gazetesinden ‘tek şefi’ eleştirdiği için atılması bu ruh halinin bir sonucudur.

KÜRDİSTAN’I KAYBEDEN PARTİ İKTİDARDA KALAMAZ

Çok rahatlıkla söyleye biliriz ki AKP ve Tayyip Erdoğan eski gücüne sahip değil. Gücü koruyamıyor. Erdoğan sadece Kürdistan’da ‘istenmeyen adam’ olduğu için değil, partisinin Kürdistan’da bir tabela partisine hızla dönüştüğü için değil, başka belirtilerde de eski gücünü korumadığını ortaya koyuyor.

Elbette ki bu çöküşün temel nedeni AKP’nin Kürdistan’ı kaybetmesinde yatıyor. AKP, özelliklede Roboski katliamı ve sonrasında aldığı tutumdan dolayı Kürdistan’da sadece ordu-polis ve işbirlikçilere dayalı marjinal bir parti konumundadır. Kürdistan’ı sadece oy olarak değil, fiili olarak kaybetmiş bir parti ve liderinin Türkiye’de iktidar olması, iktidarsa orada kalabilmesi mümkün değildir. Bu tecrübeyle sabittir.

Kaldı ki siyasi soykırım operasyonlarıyla on bine yakın Kürdistanlı siyasetçiyi inanılmaz komplolar kurarak ve gerekçeler yaratarak rehin aldığı bir ortamda, AKP’nin olası bir seçimde Kürdistan’dan alacağı tek bir oyun dahi meşruiyeti kalmamıştır. Hükmü geçersizdir.

ERDOĞAN MİLLİ GÖRÜŞÇÜLERİ SATIŞA ÇIKARDI

İkincisi; şimdilik ‘tatlıya bağlanmış’ olsa da Fethullah Gülen -Erdoğan ekibi ararsındaki kriz sanıldığından daha derindir. Kapışma kaçınılmaz olacaktır. AKP’de bir kanat olarak halen varlığını sürdüren eski ‘milli görüşçülerin’ önümüzdeki günlerde yeni bir ‘odak’ olarak kazan kaldırırlarsa bu hiç şaşırtıcı olmayacak. Çünkü Erdoğan, eğer Gülen ile uzlaşmaya varırsa, bunu eski ‘milli görüşçülerin’ kellesini ona tepside sunarak yapmayı deneyecektir. Çünkü ABD’nin desteği ile ‘gölge başkan’ olarak Türkiye’yi yönetmeye kalkan Gülen’in hedefinde, AKP’nin en yumuşak karnını oluşturan ‘milli görüşçüler’ vardır. Geçmişte Necmettin Erbakan’ı sattığı gibi, Erdoğan’ın bu ekibi satması an meselesidir.

Kaldı ki Suriye’ye bir askeri müdahale kapıda iken, Washington’da 2. Körfez savaşında döneminde ‘güvenilmez ekip’ olarak adlandırılan eski ‘Milli Görüşçülerin’ Erdoğan açısından harcanması çok daha koyladır.
LİBERALLER AKP’Yİ TERK EDİYOR

Üçüncüsü; AKP ve onun megaloman liderine meşruiyet zemini açan liberaller artık onu savunamaz hali geldiler. Hiç şüphe yok ki liberallerin sunduğu destek olmasaydı AKP ve Erdoğan Kürtleri ‘narkofili’ olmakla suçlayacak kadar fütursuz davranamazdı.

Liberaller, Kemalist oligarşiye karşı ‘muhafazakar’ AKP’yi desteklerken tarihsel bir yanılgı yaşadılar. AKP’yi Batı’da rastlandığı gibi ırkçılık, faşizm ve kafatasçılıktan büyük oranda kendisini arındırmış veya arasına mesafe koymuş, hukuk ve demokratik geleneklere saygılı, hatta sosyal projelere sahip muhafazakar bir parti gibi düşündüler. Bu nedenle AKP’nin kendisine yakıştırdığı ‘muhafazakar demokrat’ kimliği çok sevdiler. Bu konuya ilişkin televizyon ekranlarında çuval dolusu söz ettiler. Ciltler dolusu yazılar yazdılar. AKP’ye adeta toz kondurmadılar. Onun her yaramazlığını, şımarıklığını acayip bir hoşgörü ile karşıladılar.
Gelgelelim bu ‘muhafazakar-demokrat’ kimlik altında gizlenen ve ilk fırsatta kendisini açığa vuran ırkçı, faşist ve tekçi ideolojiyi, Türk-İslam sentezine dayalı, Turancı tarihsel mirası görmediler. Fena yanıldılar. İlk önce İdris Naim Şahin’i bir marangoz hatası olarak düşündüler. Ancak marangozun kendisi de öyle çıkınca şaşıp kaldılar. Ve Şimdi kısmen desteklerini çekmeye, ona meşruiyet zemini sunmaktan vazgeçtiler.

ESKİ ‘GENEL SEKRETERLER’ İŞE YARAMADI

Dördüncüsü; Kürdistan Özgürlük hareketine karşı kullanmak istedikleri tipler istenilen randımanı sağlayamadı. Bir kısmının elline dosya tutuşturup savcılığa gönderterek, onları sıradan bir ‘işbirlikçi’ haline getirttiler. Aralarında eski bir ‘genel sekreter’inde olduğu bir kısım tiplere ise TRT6’denilen ‘camdan karakol’da iş verdiler.

İsveç’ten transfer ettikleri bir başka ‘eski genel sekreteri’ ise Kürt birliğini dinamitlemek için teşvik ettiler. Konuşturttular. En son bu zattın Türk istihbaratı tarafından çıkarıldığı söylenen, amblemi dahi bir devlet kuruluşu olduğu izlenimi veren ‘Uluslararası Sivil İnisiyatif’ adlı sözde bir gazetede Kürt hareketine karşı konuşmasını sağladılar. Ancak AKP hem kendisine itibar kazandırmak, hem de Kürtlere ait ne varsa onu hiçleştirmek için ileri sürdüğü bu tiplerin maskeleri çok kısa zaman içinde düştü. Şimdi ise acınacak durumdalar. Sürekli olarak söze PKK’nin, BDP’nin sözüm ona kötülükleriyle başlayan bu ‘ünlü siyasilerden’ İdris Naim’in, Erdoğan’ın ve diğer AKP kurmaylarının sadece Kürtlere karşı değil, her konudaki seviyesiz ve sevimsiz tutumları karşısında etikleri elle tutulur tek bir laf yoktur.

PARANOYAK BİR BAŞBAKAN

Beşincisi ve belkide bunların toplamı, Erdoğan ve ‘adamları’ sadece hızla bir dikta rejimi kurmaya çalışmıyorlar. Aynı zamanda tedavisi mümkün olmayan faşizmin en önemli hastalığı olan paranoyaya kapılmış durumdalar. Semptomlar çok açık. Her konuyu artık ‘dış mihrakların’ bir komplosu olarak görmekteler. Hava yollarlında grev yapma hakkını kullanmak isteyen personelden, tecavüze uğradığı için veya başka bir nedenden dolayı rahmindeki ‘cenini’ 10 haftalık iken kürtaj yapmak isteyen kadına kadar, herkesi, ama herkesi artık ‘dış mihraklarının’ bir oyunu, maşası olarak görüyorlar. Kim bilir belki ‘dış mihraklarının komplosu’ olan doğum kontrol yöntemleri de yasaklanır. Zaten ‘dış mihrakların’ kendisi ise, TC’nin kuruluşundan buyana, herkesin malumu! Tam paranoya bir durum.
İşte bu paranoya durum her seçimde oyunu çoğaltarak gelen, her gelişte ‘gizli’ ajandasından birkaç sayfayı açan, ama mayasında olmadığı için kendisine bahşedilen ‘demokrat’, değişimci’ yakıştırmalarının altında ezilen ve buradan çıkış için ırkçı, Turancı ve faşist özüne dönüş yapmakta çareyi bulan AKP ve onun megaloman lideri Erdoğan’ın frenleri patlamış bir araba gibi hızla uçuruma doğru yol almasına neden oluyor. Hem de günahlarını aldığı Roboski ve Kürtlerin bedduasıyla. 


Cahit Mervan

“Nekrofili” Pisliği

Veysi SARISÖZEN



AKP düşüş sürecinde. Hükümetin Kürt siyasetinde patlayan kriz, onun düşüş sürecinde temel rol oynamakta.

Düşüşün ilk alameti hükümetin kendi içindeki “Şahin”lerin etkisiyle Oslo masasını devirmesiyle ortaya çıktı; Cemaat polisi MİT müsteşarının peşine düştü. Bunu tutuklu vekillerin özgürlüğü ile ilgili kurulan partiler arası uzlaşma masasının devrilmesi izledi. Başbakan kendi seçtirdiği TBMM Başkanının koltuğuna bir tekme atıverdi. Bir başka düşüş alameti Başbakan’ın “uzlaşmazlarsa biriyle anlaşırım, o da olmazsa şimdikiyle yola devam ederim” diyerek Anayasa mutabakat masasının üstüne tükürmesiyle ortaya çıktı. Masa duruyor durmasına da, artık ayakları yok; muallakta anlayacağınız.

Başka? Daha çok alamet var. Başbakan düne kadar başkalarının dil sürçmelerini tamir ediyordu. Şimdi “tek din” dediğinde, yardımcıları onun “dil sürçmesini” tashih ediyor. O, “28 Şubat dalgası ülkeyi boğar” diye ağzından “askercil” laflar kaçırınca, yine etrafı Başbakanı düzeltiyor. Başbakan’ın kendisi çaptan “düşüyor”.

Ve işte Roboski. Düşüş alametlerinin en günceli karşımızda; İçişleri Bakanı “ölmeseydiler tutuklardım, hapse atardım, onlar PKK figüranı, dolap beygiri” filan deyince, Genel Başkan yardımcısı, Genel Başkanın yokluğunda onu temsil ederim sanarak, “Hükümetin görüşü değil ve de insani değil” diye konuşuyor. Başbakan Pakistan’dan döner dönmez, adamı paçavraya çeviriyor “Genel Başkan benim” diye hönkürüyor. Sonra Grup Toplantısında kalkıp, İçişleri Bakanının her bir sözünün aslında Tayyip Erdoğan’a ait sözler olduğunu ve tıpa tıp hükümetin görüşünü ifade ettiğini anlatıyor. Düşüş, aynı zamanda parçalanmadır.

Ve Ali Bulaçlar, Hilal Kaplanlar protesto bildirisi yayınlıyor; Yeni Şafak yazarı Ali Akel, “İdris Naim Şahin adını taşıyan bir İçişleri Bakanınız var ki, mümkün olsa mezarlardaki parçalanmış çocukların cesetlerini çıkartıp kodese yollayacak” diye yazınca gazeteden atılıyor.

Başka?

Düşüş süreci, atılan her adımda kitle desteğini kaybetme sürecidir...

Düşerken zihni bulandığı için, Başbakan, Roboski katliamını gündemden düşüreceğim diye,”Sezaryen ve Kürtaj cinayettir, her Kürtaj bir Uludere’dir” diye karmakarış laflar ediyor. Kadınlar “bedenimize karışma, çek elini üstümüzden” diye isyan edince, “ben Başbakanım her şeye karışırım” diyerek büsbütün “düşmeye” başlıyor.

Şimdi düşününüz, Başbakan’ın “kürtaj-sezaryen cinayettir” lafı ona “yeni” olarak tek bir kadının desteğini sağlayabilir mi? Bu siyasetle kadınlardan aldığı oyları arttırabilir mi?

Daha önemlisi şu; AKP’ye oy veren kadınların arasında yüzbinlerce kadının istenmeyen hamileliğe karşı kürtaj yaptırdığı mutlak bir hakikat olduğuna göre, AKP bu siyasetiyle düne kadar aldığı kadın oylarını koruyabilir mi? Şu kesin, bu kadınların arasından ister binler, ister birkaç kadın olsun, düne kadar AKP’yi destekleyen bazı kadınlar Başbakan’a verdikleri desteği mutlaka kestiler. Oylar ben diyeyim yüz bin, siz deyin yüz, başkası desin bir ama azaldı.

Başka?

Yükselirken “özgürlükçü” olan hükümetler düşerken yasakçı olur. AKP yükselirken AB ve İLO standartlarında özgürlük şarkısı söylüyordu. Düşüşe geçerken grev yasağı getirdi ve THY işçileri anında grev ilan etti. O greve gidenlerin bir kısmı AKP’ye oy vermişti. Onların hiç değilse bir kısmı gelecek seçimde AKP’ye oy vermeyecek. Düşüşe bakar mısınız?

“Kürtaj cinayet”, “eşcinsellik hastalık” lafıydı, grev yasağıydı filan derken, düne kadar AKP’yi destekleyen liberallerin bir kısmı belli ki, AKP’den yüz çevirdi.

Düşerken desteğin azalır, günahın artar.

Başka? Say say bitmez.

Yükselirken insanlar “Arş-ı Alaya” yaklaşıyorum sandığı için yalan söylemez, doğrucu olur, Allah Teala karşısında günaha girmekten korkar. Edeb eder, küfretmez. Ama düşüşe geçildiğinde günah üstüne günah ekler.

Başbakan inişte. Artık yalan söylüyor. Grup toplantısında, “Roboskili kaçakçılar PKK’nin mayın haritasına göre sınırı aşıyor, mayına basmıyor” dedi. Bu laf, yalanın en ahlaksız olanıdır.

Başbakan şimdi “yeni bir özür dileme” zorunluluğuyla karşı karşıya... Çünkü, Roboskili şehit Salih Encü’nün babası, Aslan Encü’nün abisi mayına bastı, şimdi sakat. Şehit Faruk Encü’nün babası Zeki Encü mayına bastı, ölü. Mehmet Encü, mayın yüzünden gözü kör. İsmail Encü bir kolu yok. Lezgin Encü, bir ayağı yok. Ubeydullah Encü, ayağı sakat. Selim Encü, sakat...

Bu kadarı yeter. Yükselirken Allah için doğruyu söyleyenler, düşerken yalan söyleyerek münkirleşir. AKP’nin hali düşüş halidir.

Başka? Daha beteri de vardır; yükselirken dilinden Allah sözünü düşürmeyenler, düşüşe geçtiklerinde “küfür” diliyle konuşur. “Allah” diyen dil, “küfür” dili olur.
Başbakan zıvanadan çıkmıştır; Kürt halkını ve onun siyasi temsilcilerini “ölü sevici”likle lekelemeye yeltendi. “Ölü sevicilik-nekrofili” nedir? Bu, ölmüş insanla cinsel ilişki kurmak demektir. Türk milletinin Başbakanı Kürt halkına karşı işte bu iğrenç lekeyi atmıştır. Halkın şehit edilen evlatlarının cenazelerine sahip çıkmasını işte böyle çamurlamaya yeltenmiştir.

Düşüş önce ahlaki düşüş olarak başlamakta, sonra siyasi olarak gelişmekte ve sonra örgütsel olarak yere çakılarak sona ermektedir.

“Nekrofili” pisliğini tüküren, onu er ya da geç yalayacaktır...

Kaynak: Özgür Gündem

Recep Tayip Erdoğan: Öz ve Görüngü

Kabul etmek gerekir ki bir fenomen (görüngü) olarak Recep Tayip Erdoğan günümüz Türkiye’sine damgasını vurmuş biri ve incelenmeye de değer. Ancak bunda Erdoğan’ın meziyetlerinden ziyade içerisinden geçtiğimiz zaman, zemin ve koşullar belirleyici olmaktadır. Erdoğan fenomenini belirleyen bunlardır. Aksi olsaydı yani Erdoğan’ın kendisi bu diyalektiği belirleseydi işte o zaman onun “üstün meziyetleri”nden bahsedebilirdik. Nitekim görüngünün kendisine çok fazla kapılmadan arka planına şöyle ufak bir göz attığımızda dahi bu sonuca ulaşabiliriz. O halde ne demek istediğimizi açımlayabiliriz.

Bilim ve tekniği tekellerinde bulunduran Batılılar, buna dayanarak kendi dışındaki “dünya”ya (kendi deyimleriyle 3. Dünya veyahut “Doğu” vs.) karşı her türlü tasarrufta bulunuyorlar. Elbette bu bilim ve teknik salt Batı’da bu düzeye ulaşmadı. Aksine bu düzeyin “ilk”leri Doğu’da vücut buldu. Sonrasında hangi coğrafya ve koşullar elverdiyse oraya aktı. Nihayetinde Batı’da bugünkü düzeye ulaştı. “Doğu’nun makus talihi” tabiri esas itibarıyla bu gerçekliğin ifadesi oluyor. Batılılar, özelde Anglo Saksonlar daha özelde de İngilizler, bu makus talihin daha da “aksi”leşmesi için ellerinden gelen her şeyi yaptılar, hala da yapıyorlar. Biliniyor, girdikleri zengin coğrafyaları insanlarıyla beraber önce “böl”er, sonra “parça”lar ve böylece “yönet”me kıvamına getirir.

Lafı fazla uzatmadan 20. Yüzyılın başındaki Anadolu’ya gelelim. Biliniyor, “Osman”lı devleti paramparça olmuş ve geriye kalan coğrafyada “Kemal”ist bir devlet kurulmuştu. Önce İngilizlere sonra da Amerikalılara dayanan Kemalistler “tek”çi bir yapılanmaya gittiler. “İslamcı”ları ve Alevileri yedeklediler. Kürtleri ise yok sayıp, yok da etmeye çalıştılar. Kemalistlerin öncüleri “jön” (genç) Türklerdir. İngilizler on yıllarca jön Türklerin evlatları Kemalistleri iş başında tuttular. Zorlandıklarında onlara darbe yaptırdılar. Darbeler Kürtleri ve Alevileri darbeledi. İslamcıları ise daha da “yedek”ledi. Yedekte bekleyen İslamcılar, oyuna katılmak için hep yanıp tutuştu. Ama hep de azarlanarak yerine oturması söylendi. Nihayetinde gün oldu devran döndü, Sovyetler yıkıldı. Amerikalılar yeni düşman arayışına çıktılar ve buldular: İslamcılar. Ama onları da bölmek gerekiyordu! O da oldu: Radikal ve Ilımlı. İşte Türkiye’de saha kenarında uzun süre bekletilen ve yeterince “ılımlı” kıvamına getirilmiş olan İslamcılara yol verildi. Üstelik de “adalet”, “kalkınma”, “ak”, “ampul” vs gibi cazibeli kavramlarla. Yine başlarına da hem eski bir “futbolcu” (üstelik de karambolü seven cinsten) hem de isminde hem “İslam” (Recep Tayip), hem de “Türk” (Erdoğan) unsurları olan biri getirildi. Yani hem “Türk-İslam” hem de “oyuncu”ydu. (Yeri gelmişken “Barack Hüseyin Obama” ismini andırıyor. O da Yahudi-Müslüman-Hristiyan sentezi oluyor!)

Recep Tayip, hemen “jön”ce işe koyuldu. Gerçekten de Jön Türklerin ya da Kemalistlerin tüm tarz ve taktiklerini iyi tatbik etti. İşin “sır”rı şuydu: “Sırtını sağlam bir “dayı”ya daya, karşındakilere her türlü komployu mübah gör ve fethet! “Kutsal” addettiğin yolda ve amaçta, “kirli” yollara sapabilir, “pis” araçları kullanabilirsin. Hatta en yakın arkadaşının sırtına da basabilirsin. Bu çok sorun değil. Önemli olan “hedef”e ulaşman!”

Bu yolda Recep Tayip’in fikir babası Fethullah Gülen ise çoktan Anglo Saksonlar’ın yurdunda “çiftlik” edinmişti bile! Ama gel gör ki, jönleştikçe jönleşen R. Tayip fikir babasına da kafa tutmaya başladı. Bu beklenmeyecek bir davranış değildi aslında. Çünkü daha önce “Hoca”sına da sırtını dönmüştü.

Netice itibarıyla AKP, ideolojik bir yapı ve toplumsal bir proje olmadığı gibi Erdoğan da bir öncü ya da lider değildir. Çünkü gerçekten de toplumsal kökenlere dayanan ve bu yönlü bir felsefi-ahlaki doktrin geliştiren dolayısıyla öz güçlere dayanan yapılar toplumsal, öncüleri de önder olur. AKP ve Erdoğan ise dışsal ve tüm söylemlerinin aksine Batılı ve Modernisttir. Bu durum pratiğinden net olarak anlaşılmaktadır. Tüm muhafazakar ve Doğu tandanslı söylemlerine rağmen Türkiye 10 yıl öncesine oranla daha fazla modernist ve kapitalisttir. Hatta bunun bir sonucu olarak kendi “çap”ında “emperyalist” hamlecikler de geliştirmektedir! Ama “yürü yeğenim” diyen arkasındaki “dayı”nın iteklemesiyle!

Erdoğan ve AKP’yi daha iyi anlamak için onun yayın organlarından “Akit” adlı “gazete”ye bakmak yeterli olacaktır. Bu gazetenin manşet üstü hep “din, iman, vaaz, vicdan vs.”dir. Manşet altına baktığınız zaman ise küfür, hakaret, pervasızlık, komplo, iğrençlik vs namına ne varsa bulursunuz. Yani “vaaz”ların altından lağım akmaktadır.

Bir de Erdoğan’a bakalım. Kendi “rant” kitlesine seslendiği zaman “dini bütün Müslüman”dır. Yönünü Kürtlere çevirdiğinde ise özel savaş elemanıdır; ağzından psikolojik savaş, küfür ve hakaret yağar. En “babacan” postuna bürünmüş Bülent Arınç bile konu Kürtler oldu mu yüzüne takındığı maskeyi paramparça etmekten kendini alıkoyamamaktadır.

TC ile Kürt halkı arasındaki savaşın en hassas dönemine girdiği bu süreçte, kimin ne olduğu ya da neyin ne olduğu daha iyi anlaşılmakta ve daha bir netleşme ortaya çıkmaktadır. Görüngüler silikleşmekte “öz” daha da açığa çıkmaktadır. Elbette bunu en erkenden fark edenler olduğu gibi çokça geç kalanlar da var. Umarız ki Türk olsun, Kürt olsun ya da kim olursa olsun, geç kalmış olanlar bir an önce bunun farkına varırlar.

Özcesi unutmamak gerekir; şeylerin bir özü var bir de görüngüsü, perdenin bir önü var bir de gerisi, toplumların ise bir öncüsü var bir de avcısı! 


AKİF ROJ