29 Nisan 2010 Perşembe

TSK, PKK'yi eylem yapmaya zorluyor

Araştırmacı Yazar ve Tarihçi Ayşe Hür, Kürtlerin silahlı olmayan hiçbir mücadelesinin karşılık görmemesinin PKK'yi ortaya çıkardığına işaret ederek, gelinen aşamada Kürtlerin aktif olmayan kesimlerinin de zımni olarak mevcut Kürt siyasetini destekler duruma geldiğine dikkat çekti. Hür, TSK'nin baharla birlikte yeniden arttırdığı operasyonlarla PKK'yi tahrik etmeye çalıştığını söyledi.

Tarihçi Ayşe Hür: TSK, PKK'yi eylem yapmaya zorluyor
 
Kürt sorununda gelinen noktayı, KCK operasyonları adı altında Kürt siyasetçilerin tutuklanmasını ve son dönemlerde artan operasyon hazırlıklarını DİHA'ya değerlendiren Araştırmacı Yazar ve Tarihçi Ayşe Hür, Türk siyasetinin önce Kürt siyasetini yok saydığına, ardından asimile ve ezmeye çalıştığına işaret ederek, 'Gelinen noktada bunun olmadığını gördü. Karşısında güçlü talepleri olan bir Kürt grubu var. Bu taleplere Kürtlerin aktif olmayan kesimlerden de zimmi bir onay geldi. 'Tamam, ben bugüne kadar seni desteklemiyordum ama senin yöntemlerinle ancak devlet bizi dikkate alır' dedi. Böyle bir iç dinamik var' diye konuştu.

'Kürtlerin silahlı olmayan hiçbir mücadelesi karşılık görmedi'

'Bugünü acaba tarih mi belirliyor yoksa tarih bugünkü durumu açıklamak için malzeme mi yaratıyor kestiremez hale geldim' diyerek Kürt sorununun çok tarihsel ve kökünün geçmişlere uzandığının altını çizen Hür, bugünkü taleplere meşruiyet kazandırmak için tarihe atıfta bulunulduğunu ancak sorunların kimi dönem tarihten koptuğuna işaret etti. Hür sözlerini şöyle sürdürdü: 'Sorunu onlara anlatmak için 'Bir zamanlar Türk diye bir şey yoktu. Sizin de diliniz Osmanlı'da egemen değildi. Şöyle şöyle aşamalardan geçtiniz. Kendiniz dışındakilere şu kadar gaddar davrandınız. En ufak bir talebi şiddetle bastırdınız. Onun için ben şu haklarımı isterken silaha da başvurmak zorunda kaldım' diye bir açıklama yapmak için tarih işe yarar. Bu anlamda
PKK'nin varlığını anlatmak açısından tarih önemli bir şeydir. 'PKK
niye silahlı bir mücadele yürütüyor' diye baktığımızda silahsız olan hiç bir mücadelede karşılık görmediğini söyleyebiliyorum bir tarihçi olarak. Yani taleplerini bazen isyanlarla belli etmiş ama o isyanların hiçbiri bugünkü anladığımız anlamda organize eylemler değiller. Spontane hareketler çoğu. Bıçak kemiğe dayandığı için olmuş şeyler. Elbette bunun içerisinde siyasi aktörlerin rolü ve örgütlenmesi var. Ama sonuçta bir toplumun kendi kültürüne sahip çıkma hareketidir. Türk bürokrasisi bu hakları hiçbir şekilde meşru görmediği için en ufak bir taviz bile vermeye yanaşmadığı için siyasi mücadele giderek sertleşiyor.'

'AKP 'kötü Kürtleri' olarak gördüğü politik Kürtleri tasfiye peşinde'

Silahlı mücadelenin aşılması gerektiği düşüncesinde olduğunu dile getiren Hür, devletin bu konuda çok fazla açık kapı bırakmadığını,
PKK'nin de 'Silahlı yöntemi bırakırsak acaba devlet bizi tuzağa mı düşürmüş olacak, gafil mi avlamış olacak' kaygısını taşıdığını söyledi. Siyasal alana geçiş için AKP'nin sığlığının güvenilmezliğin başlıca nedeni olduğunu belirten Hür, AKP'nin Kürt meselesi tarihini ve insan hakları konusundaki çağdaş kavramsallaşmayı bilmediğini, tamamen günü kurtarma peşinde olduğunu savundu. Hür, 'AKP bu düzen içinde kendisine bir yer sağlamaya çalışıyor. Bunu yapmak için de uluslararası ortamdan, aydın liberal destekten yararlanmayı düşünüyor. Amerika ile iyi geçinmeye çalışıyor. Bunları yaparken bizlerde 'belki Kürt meselesi hal olur' diye bir umuda kapıldık. Fakat gerek AKP'nin dar görüşlülüğü, gerekse ona karşı olan grupların bastırması sonucunda hükümet müthiş bir geri adım attı. Bunların akıl hocalarının Sedat Laçiner gibileri olduğunu düşünüyorum. Bu akıl hocaları bunlara Amerikan politikalarının işlevselliğine uygun bir şeyler empoze etmeye çalışıyor. Onlara göre bunun da başlığı şu olacak. 'Kötü Kürtleri ayıralım. PKK
'yi tasfiye edelim geri kalanlarla biz muhatap oluruz' yaklaşımını yürürlüğe koymaya çalışıyorlar. Kürtsüz bir çözüm. Onlara bunun olmayacağını anlatmak mümkün olacak mı bilmiyorum' diye konuştu.

'Siyasi olarak aktif olmayanlarda desteklemeye başladı'

Hükümet politikalarının iç ve dış faktör doğrultusunda şekillendiğine dikkat çeken Hür, iç dinamikte Kürt siyasal hareketinin şu veya bu şekilde kendi varlığını ortaya koyması ve kanıtlamasının çok önemli olduğunu ve Türk siyasetinin karşısında güçlü talepleri olan bir Kürt grubunun var olduğunu ve siyasi olarak aktif olmayan kesimlerin de buna zımni bir onay verdiğini ifade etti. Kürt siyasetini bugüne kadar desteklemeyen ve siyasi olarak aktif olmayan Kürtlerin de, 'Tamam ben bugüne kadar seni desteklemiyordum ama senin yöntemlerinle ancak devlet bizi dikkate alır' dediğini vurgulayan Hür, 'Böyle bir iç dinamik var' dedi. AKP'nin politikalarını şekillendiren bir diğer faktörün de dış dinamik olduğuna dikkat çeken Hür, 'Maalesef iç dinamikler, Kürt siyasi hareketinin gücü, aydınların talepleri ya da AB baskılarından ziyade, Amerikanın bu sıcak reel politik talepleri gündemini belirliyor' dedi. Bir anda sınır ötesi operasyon yapılması ve hemen ardından 'Kürt açılımı' diye bir cümlenin icad edilmesini de ABD'nin istemlerine bağlayan Hür, 'Müesses nizam' diye tabir ettiği arka plan devlet teşkilatının da hemen bunun karşısında durmaya başladığını söyledi.

'Demokrasinin gelişmesi için sonuna kadar talep kar olunmalı'

Bölgedeki kimi operasyonların güvenlik güçlerinin kendi inisiyatifleri doğrultusunda yaptığını ileri süren Hür, ''Bu askeri hareketlilik, bilmiyoruz siyasi aktörler mi karar veriyor, yoksa orada birileri 'ben bildiğimi okurum' mu diyor. Çünkü karşımızda çok sıkışmış bir TSK var. Ergenekon davalarıyla, yolsuzluklarla kendi döşediği mayına basmış şehit verip
PKK'ye yıkmaya kalkışmasıyla müthiş köşeye sıkıştı. Şimdi varlığını sürdürmesi için hiçbir rasyonalitesi kalmıyor' diye konuştu. Anayasa değişikliği konusunda AKP'nin 'korkunç hatalar yaptığını, BDP
'nin de yanlış şeyler yaptığını belirten Hür, 'Demokrasinin gelişmesi için sonuna kadar talep kar olacaksın. Kavga etmeden ama sıkıştırarak ve güzellikle talep etmek lazım' dedi.

'TSK PKK'yi kışkırtarak eylem yapmaya zorluyor'

TSK'nin operasyon hazırlıkları ile
PKK'yi tahrik etmeye çalıştığına dikkat çeken Hür, 'Yani Hakkâri dağlarında dolaşarak, tankları gezdirerek, uçakları uçurarak karşı tarafı kışkırtarak eylem yapmaya zorladıklarını düşünüyorum. Bu adamlar yıllardır hiç olmadığı kadar cüretkâr ve yanlış şeyler yapabildiler. Sınır ötesi operasyonla bunu yine yapabilirler mi bilmiyorum ama ABD'nin buna izin verebileceğini sanmıyorum. Gerçi ABD şimdiye kadar son 24 saat istihbaratı vermiyordu, ancak şimdi daha sıcak istihbarat verme kararı almış bulunuyor, bu da hiç hayra alamet bir şey değil. Bu istihbaratı kullandırır mı bilmiyorum ama bana kalırsa yapmamalı, kullandırmamalı. Yapmaması için gücümüzü ortaya koymalıyız' şeklinde konuştu. Hür, konuşmasının sonunda KCK
operasyonları temelinde tutuklanan Kürt siyasetçileri ve belediye başkanlarının serbest bırakılması için kendilerinin de içinde olacağı eylem ve girişimlerin örgütlenmesi gerektiğini vurguladı.

ÖMER ÇELİK/ABDURRAHMAN GÖK
İSTANBUL (
DİHA)

Artık Akp’nin Kont-Gerilla Müsteşarlığı Var

AKP iktidarı ile birlikte tüm kont-gerilla yöntemleri kanuni hale getirildi.
Anasol-MHP hükümeti döneminde çıkarılan yasalarla tanınan bazı cüzi haklar AKP hükümeti tarafından en az elli yıl geriye götürüldü.
AKP hükümeti DGM’leri kaldırıyorum diyerek, DGM’ler yerine daha geniş yetkilerle donatılmış Özel Ağır Ceza Mahkemelerini kurdu.
OHAL yerine onun değişik bir versiyonu daha fazla yetkilerle donatılmış şekliyle Geçici Güvenlik Bölgesi ilan etme yetkisini direk orduya verdi.
CMUK ile 1 Haziran 2005  kanunu ile birlikte tüm kontgerilla yöntemlerinin meşrulaştıracak kanuni zemini oluşturdu
29 Haziran  2006 tarihinde çıkardığı TMK kanunu ile birlikte Kürt halkının demokratik yöntemlerle-siyaset ve basın yolu- temel hak ve özgürlüklerini talep etmesini “terör” suçu kapsamına soktu.
27 Mayıs 2007 tarihinde koruculuk kanununda değişikliğe giderek Kürdistan’daki savaşı kalıcılaştırmak amacıyla korucu sayısını artırma kararını aldı.
Aynı şekilde 2 Haziran 2007 tarihinde “Polis Vazife ve Salahiyeti Kanununda” değişiklik yaparak 90’lı yıllarda kontgerillanın  yaptığı yargısız infazları kanuni bir şekle soktu.
11 Haziran 2008 tarihinde Askerlik Kanununda yaptığı bir değişikle Kürdistan’da görev yapan tüm kontgerilla elemanlarının hiç bir sınava tabi tutulmadan devlet ve sivil kuruluşlarda görev yapmasını meşrutiyet kazandırdı. Kont-gerillaya sivil elbise giydirerek tüm kentlerin sokaklarında ve işyerlerinde kontgerilla örgütlenmesini yaygınlaştırdı.Kürtlere karşı faşist saldırıların yaygınlaşması bu kanunun çıkışıyla birlikte daha örgütlü ve yaygın bir hal aldı. Böylece polise verdiği açık infaz yetkisini daha önce Kürdistan’da görev yapmış olan askerlere de verdi.
AKP bunlarla da yetinmedi 17 Şubat 2010 tarihinde de “Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı” adıyla bir kanunu çıkararak, Kürtlere karşı “Özel Savaş Karargahı” görevini görecek sözkonusu müsteşarlığı kurdu.
Bu müsteşarlıkla birlikte kontgerillanın tüm özel ve psikoloji savaş ile hareket yol ve yöntemleri meşrulaştırıldı.

POLİS VAZİFE VE SELAHİYETİ KANUNU VARKEN, ERGENEKONA  NE HACET VAR!
 AKP 2007 yılında seçime girerken “kurt dumanlı havayı sever misali” tümden ele geçirdiği polis teşkilatını daha fazla yetkilerle donatmak ve kentlerde kendi polis devletini kurmak amacıyla 2 Haziranda Polis Vazife ve Selahiyeti Kanununu çıkardı.
Daha önce kontgerilla yöntemleriyle yapılan infazlar, işkence, ajanlaştırma, uyuşturucuya alıştırma,  taciz ve tecavüzler bu kanunun çıkarılmasıyla açık hale getirildi.
Demokratik ve siyasal mücadele yürüten Kürt kadınına  yönelik AKP hükümetine bağlı polisin bir özel ve psikolojik savaş yöntemi olan taciz ve tecavüzleri artarak devam etti.
Amed’te BDP’li kadın polisler tarafından taciz edildi.
Polisin taciz ve tecavüzleri ilk öğretimdeki Kürt kızlarına kadar uzadı. Siirt’te 14 yaşındaki H.T ile S.T ve diğer beş Kürt kızına tecavüz edilmesinde başı çekenlerin AKP hükümetine bağlı polis, asker, öğretmen, AKP’li şeyh ile AKP’li milletvekili Yılmaz Helvacıoğlu’nun akrabaları olduğu açığa çıktı.
Sokaklarda ise işkenceler aleni hale geldi. Polisin en fazla işkencesine maruz kalanlar ağırlıkta Kürt çocuklarıdır. Bunun en son örneği Colemerg’te polisin vahşi işkencesine maruz kalan 14 yaşındaki Hatip Kurt oldu.
2006 yılında TMK ve 2007 yılında da PVS Kanunun buna eklenmesiyle bugüne kadar 28 bin Kürt çocuğu yargılandı.
Bu çocuklardan binlercesi ağır hapis cezalarına çarptırıldı.Devletin kendi verilerine göre şuanda bu çocuklardan 2 bin 721’i zindanlarda bulunmaktadır.
Zindanlarla yetinilmedi, sokaklarda, zindanlarda ve karakollardaki polis infazları katmerleşti.
PVS Kanunun çıkışından sonra polis tarafından öldürülenlerin sayısı 255 olarak tespit edildi.
Bunun içinde Cizre’de öldürülen 18 aylık bebek Mehmet Uytun’da var.

 BEBEK KATİLİ  TÜRK DEVLETİ
1989 yılı ile 2010 yılları arasında Türk devletinin öldürdüğü Kürt çocuklarının sayısı 373’tür. AKP hükümeti döneminde öldürülen Kürt çocukların sayısal olarak diğer yıllara oranı daha fazla olmuştur. Sözkonusu sayı sadece tespit edilendir.Tespit edilmeyenlerde var.
  
KÜRT DÜŞMANI POLİSLERİN ARKASINDA HANGİ ZİHNİYET VAR?
Tüm polisler, hem polis okulunda iken hem de polislik görevini yürütürken Polis Akademisi’de hazırlanan eğitim müfredatına göre eğitilmektedir. Hangi zihniyetle eğitilmişlerse halka karşıda öyle davranmaktadırlar. Hocaları kimse onlarda ona göre şekillenmektedir. Zaten Yeşil Türk Irkçısı bir zihniyetle eğitilen polislerin ırkçı refleks dışında bir reflekste bulunması biraz zor gözükmektedir.
Kürt düşmanlığı temelinde eğitildikleri için Kürtlere karşı her türlü işkence, taciz ve tecavüz ile öldürmelere kadar varan yol ve yöntemleri mübah görmektedirler.
Polisin Kürt halkına karşı bu kadar gaddar, düşmanca davranmasının arkasında Fetullahçı ve AKP’li polis yöneticileri bulunmaktadır.Bunlar Türk-İslam sentezine dayalı Yeşil Türk Irkçısı bir zihniyetle polisleri eğitmektedirler.
  
 KATİL VE TECAVÜZCÜ POLİSLERİ EĞİTEN KİMLERDİR?
Söz konusu polisleri eğiten yöneticelerin hepsinin ortak özelliği Fetullahçı ve Türk Yeşil Irkçısı olmalarıdır.
BuYeşil Türk Irkçısı yöneticilerden birincisi,Polis Akademisinin başında bulunan Zühtü Arslan’dır.Arslan’ın kendisi Fetullahçıdır. Akademinin başına geçmeden önce Fetullah Gülen’e ait Zaman Gazetesi’nde makaleler yazıyordu.Fettulah Gülen cemaati tarafından ABD’nin Leicestir Ünivesitesi’nde uzman olarak yetiştirildikten sonra Polis Akedemisi sorumluluğuna getirildi.
İkinci yönetici Önder Aytaç’dır. Zühtü Arslan’ın yardımcısıdır. Erdoğan ile Ertuğrul Günay’ın danışmanıdır. Babadan Fetullahçıdır. Taraf Gazetesi yazarıdır.Cemaat tarafından İngiltere’nin Hull Üniversitesi’ne gönderilerek “özel savaş uzmanı” olarak Kürt Özgürlük Hareketine karşı özel bir şekilde eğitilerek yetiştirilmiştir.
Üçüncü yönetici İhsan Bal’dır.Eski bir MHP’li şimdi ise Fetullahçıdır. Aynı zamanda Zaman Gazetesi’nde de yazmaktadır.Polis Akademisinde de Zühtü Arslan’ın yardımcısı konumundadır.İngiltere’de PKK üzerine kriminoloji eğitimini görmüştür.
Dördüncü yönetici-resmi değil, fiili yönetici-Emrullah Uslu’dur.Uslu’da Fetullahçıdır.ABD’nin Utah Üniversitesi’nde MİT kontejanından Fettullahçı MİT elemanı olarak yetiştirilmiştir. PKK masasından sorumludur.Ayrıca Ergenekoncu Bedrettin Dalan’ın Yedi Tepe Üniversitesi’nde öğretim görevlisidir. Bir taraftan AKP ile Fetullahçıların oluşturduğu Yeşil Ergenekon yapılanmasının çekirdek kadrosu olarak görev yaparken diğer taraftan da Yeşil Ergenekon’un ikiz kardeşi Avrasyacı Ergenekon’a da hizmet etmektedir.Aynı Emrullah Uslu Hizbul-Kontra’yı Elazığ, Çewlik, Muş ile Amed’te örgütleyen bir elemanıdır. Elazığ’da Palu’lu Mele Selam ile Sivrice’li Özcan Aytaç’ı paravan olarak kullanarak Hizbul-Kontra’yı örgütlemiştir.Amed’te Heci Bayıncık’ı Hizbul-Kontra adına örgütleyen yine Uslu’dur.Benzer şekilde Çewlik’te Eyüp Kişi’yi örgütleyerek Hizbul-Kontra’ın temellerini burada atan Taraf gazetesi yazarı Emrullah Uslu’dur. Muş’ta da Hizbul-Kontra’yı örgütlemiştir. Kürdistan’da PKK’nin verdiği özgürlük mücaddelesinin yükselişini önlemek amacıyla Çewlik, Elazığ, Muş gibi stratajik şehirlerde Hizbul-Kontra örgütlenmesi görevi direk devlet tarafından kendisine verilmiştir. Bu amaçla Çewlik’te Emniyet Müdürlüğü’nde özel olarak görevlendirilmiştir. 2003 yılında İstanbul’da El-Kaide’nin yaptığı bombalama eylemlerinde Çewlik’li Azad Ekinci’nin ismi geçmişti. İşte sözkonusu Azad Ekinci’yi Hizbul-Kontra örgütlenmesine sokan da Uslu’dur. Ekinci’ye El-Kaide adına eylem yaptıran da yine Emrullah Uslu’dur. Tüm bunlardan dolayı Emrullah Uslu devlet tarafından PKK Masası sorumluluğuna getirilmiştir.
Görülüyor ki,Avrasyacı Ergenekon yerini alan AKP ile Fetullah Cemaati’nin Yeşil Ergenekon’u  İslam kılıfını kullanmaya çalışsa da, Avrasyacı Ergenekoncuları yüz kat geride bırakacak bir şekilde Kürtlere işkenceler yapmaktadırlar. Kürt kadınlarına tacizda bulanmakta ve tecavüz etmektedirler.Avrasyacı Ergenekon’un yaptığınu açık bir şekilde kanunlaştırarak yapmaktadırlar.18 aylık bebek Mehmet Uytun’dan 78 yaşındaki Halit Söğüt’e kadar bebek  yaşlı demeden her yaştaki Kürdü öldürmektedir.Böylesine Yeşil Türk Irkçısı bir zihniyete sahip olan Fetullahçı ve AKP polislerinin İslam maskesini takması İslamı kirletmiyor mu, ahlakı kirletmiyor mu, vicdanı kirletmiyor mu? Bunlar İslam’a düşman değilse daha kimler İslam’a düşman olabilir.

Özgür Bilge

Askerliğin Teorisi ve Askerlerin Tipik Güncesi

Sıra geldi askerliğe.
“Her Türk’ün asker doğduğu” bu ülkede askerliğin tartışılması, paralı olması/parası olmayanların kredi-borç-harçla bir şeyler yapılması tartışılırken, mezara gidecek tartışmaların bir yenisi daha yapıldı ve sonuç “şu anda yürütülen mücadelenin hassasiyeti ve kritik bir dönemden geçiliyor olması” nedeniyle, geçici bir süreliğine tartışmalara son nokta koyuldu.
Ayın akşamdan ışıklı olduğu bir tartışmadır bu ve dönem dönem ne idüğü belirsiz bir şekilde palazlanır!
***
Bu ülke diyorduk;
Askerlik sanatının icraatlarını ve uygulama pratiğine Kürt halkının savunma mekanizmalarını koymuş ve bunun üzerinden siyasete yön vermeye, defacto olmaya and içmiştir.
Her ne kadar 19 Mayıs kutlamalarında “Kuleli” askeri öğrencilerin, birbirlerinin omuzlarına çıkması ve bu şekilde kuleyi oluşturmaları da bu toprakların zihniyetinde loğusa olmuş bir devlet geleneği olsa da, tezkerenin gelmesi gerekir! Neden mi?
Evde yolu gözleyen ana vardır, bacı vardır, bir de gece gibi gizemli yar vardır…
***
Bir milyonluk ordu var, bunların içinden 80 bin asker orduevlerinde, askeri gazinolarda ya tabak taşımakta, ya tabakları/bardakları yıkamakta ya da kazan kaynatmakta, soğan/patates doğramakta!
Bu şekilde askerliğini, vatani görevini yapmakta!
Sorsan;
Almanların “Yıldırım Savaşları” taktiğini yüzüne bön bön bakacak.
Atilla’nın “yararak savunmayı, saldırıya geçirme” taktiği hakkındaki görüşlerin nedir diye sorsan, şafağını hesaplamaya çalışacak!
***
Askeri selam vermenin kökeni hakkında dahi bir şey bilemeyecek kadar zavallı bir askerliktir yaşanmakta olan!
Şimdi bütün orduların verdiği askeri selamın kökenlerinin; ta ortaçağdaki şövalyelik zamanına dayandığını, selam vermenin temel nedeninin de: rakibini görmek isteyen şövalyenin yüzündeki demir zırhın aralaması sonucu ortaya çıktığını da nerden bilecek!
***
“Komşu kızını zapt eyle” denildiğine bakmayın, Anadolunun ufak şehirlerinde namus anlayışını sarsan ve zorlayan bugünün askerleri olmaktadır. Ahlak anlayışının en gevşek olduğu yerde askerlik başlar! Her ne kadar kullanamadığı ve nasıl kullanacağını da doğru düzgün bilmeyen her askerin silahı onun namusu olsa da!
Silahla ilgili bütün yaptırım komutlarının neden sol el ile yapıldığını dahi bilemezler!
Onun tarihçesi hakkında da doğru düzgün bir mantıkları yoktur! Neden mi?
***
Ayrılık yaşanıyordur, yani bu işte bir kendin olma, kavuşma değil de zorla-mecburiyetin kaçınılmazlığı arasındaki sıkışmanın zaruriyeti vardır.
Onun da tarihçesi şövalyelerin zamanına dayanmaktadır;
Kın-kılıç o zamanlarda hep vücudun solunda yer alırmış ve bütün hareketler bundan dolayı soldan başlarmış…
***
Konu uzun kelamı çoktur bunun;
Kıssasına gelince,
Bu ülkede askerlik zanaatı yoktur! İnsanların buna kafa yorması diye bir gerçekte yoktur! Bu kadar yokluğun içerisinde “çılgın”ların kağnıya mermi taşıttığı bir toplum da yoktur. Ne hatunlar kaldı, ne de ceberut hulasa vatan-ı İslahiye projeleri!
Düşman yok mu?
Var...
***
Bugün düşman ordunun kendisi ve pozitivist mantığıdır! (bundan dolayı da her yeni gün masum Kürt halkı üzerinde zor’un en vahşi, çıplak gerçekliği uygulanılmaya çalışılmaktadır. Savunmasız Kürtler bilinçli bir şekilde, faşizan duygularla katledilmektedir)
M. Weber’i okumak/tartışmak boşunadır!
Çünkü bugün askerler ölmektedir ve vatanın bölünmemesine rağmen her gün nur topu gibi “şehitler” olmaktadır! Bu işin tabiatı böyledir…
Ve gerçekten kahrolanlar ise; ateşin düştüğü yerde yananlardır…

Toprak Cemgil

Post Yeşilçam Dedikleri Türkiye -1

Devlet kapitalizmi ile sınıflaşan Amerikan toplumunda olduğu gibi bireyciliğin sinemaya yansıdığı o popüler yıldızları olmadı.
Türkiye’de olup biten şeyler bizi de yakından ilgilendirdiği için, karşılıklı bir etkileşim içindeyiz. Yeşilçam ile bir kuşak yetişti. Kır- kent hayatının çelişkilerini harmanlaştıran Yeşilçam, aynı zamanda kapitalist yaşamın toplumsal dokularını genelleştiren, evcilleştirmeye çalışan bir sinema sitilini esas aldı. Temel gaye bu iken, aynı zamanda endüstrileşmek için kaliteden çok, olan şeyi alıp geri satan bir sanat (sanatsızlık) anlayışını esas aldı. Sinema boşluğunu doldurmak için, uzun zaman Arap sinema anlayışını esas alarak vizyona girdi. Mısır’ın komedi filmlerini Türkiyeleştirdi. Bu konuda biraz şaşkın başladığını söylemek mümkündür. Devlet kapitalizmi ile sınıflaşan Amerikan toplumunda olduğu gibi bireyciliğin sinemaya yansıdığı o popüler yıldızları olmadı. Sinema da kendi toplumsal tarihinin mayasıyla katılaşır. Amerika’nın keşfi, belki de her türlü Amerikan bireyciliğinin potası oldu. Sanat ve edebiyatına yansıyan bu bireyci serüvenler, Hollywood’un esin kaynağı oldu. Neredeyse sinemasının bütün artistlerinde o genetik kodu bulmak zor değildir.
Sinemanın altında böyle bir toplumsal gerçeklik vardır. Toplumsal inşa ile at başı giden sanat ve edebiyatın ardından sinema gelişmiştir. Dolayısıyla tiplemesini ondan alan sinema, bu ilişkinin gücü ile orantılıdır.
 Türkiye’de durum biraz farklıdır. Türkiye’de gelişen sinema ve sanat kültürü, toplumunun kendi iç dinamikleriyle gelişen bir sanat ve sinema kültürü değildir. Uzun zaman Hacivat-Karagöz sanatını aşamayan bu durum, Cumhuriyet ile birlikte ya Ermeni ya da faklı etnik guruplardan gelen insanlarca geliştirildi. Osmanlı coğrafyasına giydirilen dar elbise, sersemlemiş bir sanat anlayışı yarattı. Dünyanın hemen hemen en geç yıkılan Osmanlı imparatorluk geleneği, ulus anlayışıyla çatışan ve o temelde zayıflayan bir gelenek değildi. Bunun Sanatı algı olarak, ulus ideolojisiyle harmanlaşan ve o doğrultuda bunu takip eden bir rotayı izleyemedi. İzlemesi mi iyiydi, tartışmasını yapmıyorum; Tartışmaya açtığım şey, Türkiye sanatında bir kök sorununun olma gerçekliğidir. Köksüzdür demek abartma olmaz. Osmanlı’nın despotik yönetimi halk kültürünü dumura uğratmıştı, Sultanları eğlendiren şarlatan ve güldürü zanaatı dışında, sanat olarak gelişebilecek unsurları mezhep ve farklı siyasi nedenlerle aforoz etmişti. Dolayısıyla, imparatorluk yıkılırken elde kalan sanat hafızasında Hacivat ve Karagöz ile halk kimliğine yakıştırılan Keloğlan dışında hiçbir emare yoktu. Saray sanat kültürü, saraylar yıkılırken o da yıkıldı. Çok fazla bir şey de yoktu.
 İstanbul ve egenin tarihi gelgitleri, batı ile bir ilişki içinde olması nedeniyle batının sanatından etkilendiği açıktır. Dini akrabalıktan kaynaklı kendisini batıya daha yakın hisseden gayri Müslim çevre, batıdan tiyatro ve yeni gelişen sinema kültürünü Türkiye ye taşıdığını biliyoruz. Gelişen ulus devlet ile birlikte öne çıkartılan Türklük kavramı karşısında, sanat ve hata edebiyat bir nevi bu çevrelerin yaşam garantisi oldu. Batının ihraç ettiği ulus dini birçok etnik guruba umut verip yaratığı enerji hüsrana uğrarken, sanat ile adeta kendilerine bir sığınak bulmuş gibi oldular. Cümleler basit olsa da, Türkiye sanatı ve sinemasının altında o gerçeklik vardır. Derin bir ironidir, adeta görüntüdeki ulusun içinde kodlanmış başka uluslar vardır. Sanatta öyle kodlanmıştır. İnkârcılığın, inkâr edilmiş olgular tarafından yapılması bu haliyle doğaldı.
 Ulusların mutlaka esin aldığı bir geçmişleri olur. Türklük nereye dayandı. Türklük adına yapılan, onun kültürünü konu edinen bir tiyatro ve film yoktur. Sultan kültürü, değişik kılıflar altında sanat ile devam ettirildi. Nedeni, demin saydığım sultandan devir alınan kültürün uzun zaman kendisiyle çatışan değil de, üstten dayatılan bir gerçeğe dayanmasıydı. Bizzat adına hareket ettiği ulustan, daha ulus olmadan ulus sanatı ile hareket etmesi oldu, halk olarak bilinen Türkmenlerden oluşan bir ulus değildi. Yani bir kültür ulusu değildi. Ondan kaynaklı, her şeyi kuramsal ve yapaydır. Sanat böyle bir temele dayanmadığı için, devir aldığı şey sultanları eğlendiren güldürü ve hokkabazlık zanaatı oldu.
İşte, sinema da buna dayandı. İlk kaynağı tiyatrodur ve bütün ilk artistler ondan gelmedir. Sanat okulların çoğuna yine farklı etnik yapıdan gelen eğitmenler ilgi duydu, iki tip çizildi sinema için; birincisi şarlatan, ikincisi ise sultanın tezahürü olan zorlamalı kabadayı karakteri… Temelinde, bilinçaltında yatan Türk erkek tipinin, sanata yansıyan hali de demek yanlış olmaz. Bu karakter yapısı kurgulanırken, çok ince bir alay etme saklıdır. Söz, hitap ve davranışlar oldukça betimseldir ve abartıya kaçmaktadır.  Türk sultan tipi klâsında yansıtılan karakterlerin, vurgu konuşmalarının ilk hecesi Türkçe değildir. Nayır, nolamaz kelimelerinin ilk harfleri olumsuz anlamıyla Latincedir. Diğer tip de, şarlatanların geleneği olan komedi karakterleridir ki hiç kültürel değildir. Sayısız filme konu olan bu karakterlerin, Anadolu coğrafyasının hangi insanına benzediği eminim hala bulunamamıştır.
İşte, Yeşilçam da bu geleneğe dayandı. Bu ikili karakter Türk sinemasının mayası oldu. 70’ler sonrası kısmi gelişme olsa da, donup kaldı. Anadolu’yu işleyen sahici karakterler fazla yaşayamadı. Yılmaz Güney’in belki de büyüklüğü burada saklıdır. Yılmaz Güney’in filmleri bu ikili karakteri aştı. Film hazırlarken, karakterler adeta bir sokak, bir cezaevi ya da iş başından getirilen insanların ta kendisiydi. Rol, gerçek hayatı tekrarlayan onun acısı, sevinci hatta tokadını yaşayan bir sahicilikte oynanır. Adeta savaşır. O, iki filmi, bir filmde verirdi. Perdenin arkasında da bir film oynatırdı. Oyuncularını döver filme hazırlardı. Onun anlayışı, adeta Yeşilçam’ın, Yeşilçam’a tepkisi gibidir, Sonrası malumdur.

Zeki Sarı

Karargah ve Mehmet Baransu

/FRANKFURT - Geçen hafta, iki yıldır Türkiye’nin gündemini belirleyen gazeteci Mehmet Baransu’nun Karargah isimli kitabını okudum. Baransu Taraf gazetesinde görev yapıyor. Kitabında haberlerini bu kez öyküleriyle birlikte işliyor.

Medya- Ergenekon İşbirliği, Türkiye’yi Biçimlendirme Planı, Dağlıca ve Aktütün baskınları, AKP ve Gülen Cemaati’ni bitirmek amacıyla hazırlanan Albay Dursun Çiçek imzalı İrticayla Mücadele Eylem Planı, Kafes Operasyonu, Pimi Çekilmiş El Bombası ve nihayetinde Balyoz Darbe Planı gibi Türk ordusuyla ilgili kritik haberlere imza atan ve ‘Türkiye’yi sarsan adam’ Baransu Iğdırlı Kürt bir gazeteci.

Kürt fakat, Akşam gazetesine verdiği röportajda “Kürdüm ama bir MHP’linin nefret ettiğinden daha çok PKK ve DTP’den nefret ediyorum” diyor. Taraf gazetesinde çalışıyor ancak gazetesinin Kürt meselesine yaklaşımını da eleştiriyor. Bu yüzden Taraf’tan ayrıldığı ve kısa bir süre sonra tekrar geri geldiği de söyleniyor.

Ulusalcı cephe Baransu’nun Fetullahçı olduğunu ve Türk ordusuyla ilgili ‘çok gizli’ haberleri polis teşkilatı içindeki Fetullahçı ekipten aldığını iddia ediyor. Baransu ise bu iddiaları reddediyor. Bazıları kozmik değer taşıyan ‘çok gizli’ bilgi ve belgelerin ‘ordu içinden’ geldiğini söylüyor.

Ne var ki bunlar sadece ona geliyor. Türkiye genelinde sarı basın kartı sahibi 7 bini aşkın gazeteci var. Ayrıca bu kartı olmayan on binlerce gazeteci de değişik basın organlarında çalışıyor. Ancak, Türk ordusuyla ilgili kritik belge ve bilgiler yalnızca ona gönderiliyor.

Türkiye ve dünya kamuoyu ordunun içinde olup biteni ondan öğreniyor. İki yıldır belli peryotlarla süren kritik haber akışı Baransu’nun belli bir merkez tarafından ‘seçilmiş’ olduğunu gösteriyor.

Belli ki söz konusu merkez ona herkesten daha çok güveniyor. Bu merkezin Genelkurmay Karargahı olduğu da anlaşılıyor. Baransu ‘belgeler ordu içinden geliyor’ derken doğru söylüyor.

Zira Türk ordusunun yüksek komuta kademesi (Karargah) Baransu üzerinden kendisine ve Türkiye’ye değişen şartlara uygun olarak yeni bir biçim vermeye çalışıyor. Küresel güçlerin talebi üzerine yeniden şekillenmeye çalışan Türkiye’de ordu düzelirse herşeyin düzeleceği hesaplanmış görünüyor. Ağırlık bu nedenle orduya verilmiş bulunuyor.

Türk ordusu küresel sürece ayak uydurmakta zorlanan ve ‘tehdit unsuru’ haline gelmiş olan güçlerini tasfiye ediyor. Belgeler bunun için sızdırılıyor. Karargah, değişen şartlara uygun olarak kendisini yeniliyor. Taraf yazarı Rasim Kütahyalı da ‘Türk ordusu yeniden ordulaşıyor’ derken bunu kastediyor. Ancak, Taraf gazetesi buna rağmen, Türk ordusu ve Türkiye’nin zorunlu nedenlerden ötürü yeniden dizayn edilmesini ‘asrın demokratik atılımı’ olarak değerlendiriyor ve başta Kürtler herkesi bu çabaya katkı sunmaya çağırıyor. Bunda ısrar da ediyor. Bu tutum aslında gerçek manada bir demokratikleşmenin ötelenmesine neden oluyor.

Taraf gazetesi ile liberal kesim bu nedenle okun sivri ucunu AKP yerine Kürt siyasetine çeviriyor. Türkiye’nin en güçlü demokrasi dinamiği olan Kürt siyasetine haksızlık ediliyor. Bu kesimin yüzünden Türkiye’nin gerçek manada demokratikleşme temelinde değil, statükonun yeniden üretilmesi temelinde dizayn edildiği fark edilemiyor.

Kürt siyaseti bunların yüzünden son iki yılda epey sıkıntı çekti. Ergenekon Davası’ndan bu yana Kürt tarafı bunlar tarafından her fırsatta AKP’nin yedeğine düşürülmek istendi.

Ancak oyuna gelinmedi. Kürt halkı ve siyaseti haklı gerekçelerle buna itiraz etti. AKP Hükümeti’ni devirmek için harekete geçen Ergenekon Kürdistan’daki savaştan çıkıp gelmişti. Bazı mensupları alanen ‘Kürt kanı’ içmişlerdi. Bunlar tescilli katildi ancak mahkeme gibi AKP Hükümeti de işin bu yanıyla ilgili değildi.

Kürtlerin davaya ‘müdahil’ olmalarına dahi izin verilmedi. Bütün bunlar elbette Kürt karşıtlığıyla sağlanan ‘Dolmabahçe’ mutabakatının bir gereğiydi. Basın ve liberaller bunun üzerine gideceğine Kürt tarafını bu oyuna alet olmaya davet etti.

Davet kabul görmeyince de ‘Ergenekon-PKK ilişkileri’ şantajını gündeme getirdi. Aylarca bu konu işlendi. Karargah’ın yönlerdirdiği psikolojik savaşa bazı Taraf yazarları da açık destek verdi.

Bu arada kimse Kürt tarafını duymak istemedi. PKK ‘Ergenekon şantajını’ elinin tersiyle itti, Öcalan Ergenekon savcılarına dilekçeler gönderdi ama kabul görmedi.

Sonuçta iki yıl böyle heba edildi. Ve sonradan fark edildi ki ne ordu kışlasına geri dönüyor, ne de barış geliyor. Anayasa paketi de kimseyi ikna etmeye yetmiyor. Türkiye demokratikleşmiyor tersine, statüko kendisini yeniden üretiyor.

Bu gerçek geniş kesimler tarafından da fark edilince, iki yıldır sabırla bekleyen PKK de sonunda resti çekti. ‘Artık hedef değişti’ diyen PKK, geçen yazımda belirttiğim gibi tek yanlı barış ve çözüm talebini geri çekti. Gerilim bir anda yükseldi.

Ancak Öcalan yeniden devreye girdi ve geçen hafta “bizim tercihimiz çatışma değil, çözümdür” dedi. PKK’nin ‘yaz başına’ kadar beklemesi gerektiğini de söyledi. Anayasa paketi içinse “demokrasi ve insan hakları” şartını getirdi. AKP’nin güvence vermesi halinde paketin desteklenebileceğini belirtti.

PKK lideri, Kürtler üzerindeki baskıya, kuşatmaya ve yürütülen psikolojik savaşa rağmen örgütünü iki yıldır çatışmadan uzak tutmaya çalıştı. ‘Demokratikleşme’ sürecine en büyük desteği de PKK ‘eylemsizlik’ kararıyla sağladı. Buna rağmen çözüm konusunda dişe dokunur bir gelişme yaşanmadı. Yaşanmadığı gibi her adımda Kürtler suçlandı.

Çünkü ‘Karargah’ yeni dizayn planında siyasi taktik yapmıştı. Kürtleri kabul eder görünerek tasfiye etmeyi amaçlamıştı. Kürt tarafın sağlam duruşu sayesinde bu plan tutmadı. ‘Karargah’ boşa çıkarıldı. Onun şimdi yeni bir plan yapması, PKK’yi, BDP’yi ve Öcalan’ı hesaba katması gerekiyor.

Çözümün ve barışın yolu buradan geçiyor. Baransu ve liberallerin bundan böyle okun sivri ucunu AKP’ye ve Karargah’a yöneltmeleri gerekiyor. Türkiye için bundan başka çıkış yolu bulunmuyor.

* Kaynak: Özgür Politika