
HPG, Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı bir karakola düzenledikleri eylem
sırasında müdahale etmek isteyen insansız hava aracı Heron’u
düşürdüklerini bildirdi. Düşen aracın fotoğrafları yayınlandı.
HPG
Basın İrtibat Merkezi (HPG-BİM), Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı
Aruşê karakoluna yönelik 18 Eylül saat 07.00 sularında bir eylem
gerçekleştirildiğini belirtti.
Karakola yönelik eylemde tüm
hedeflerin etkili bir şekilde vurulduğunu ifade eden HPG-BİM, 1’i
üsteğmen, 1’i uzman çavuş 2 askerin öldürüldüğünü, 1’i uzman çavuş 4
askerin de yaralandığını bildirdi.
Eylem ardından karakol
çevresinin Türk ordusu tarafından rast gele obüs, havan ve tanklarla
bombalandığını duyuran HPG-BİM, bombardıman sonucunda alanda başlayan
orman yangınının halen devam ettiğini bildirdi.
HPG-BİM, eylemi
gerçekleştiren gerillaların yerlerini tespit etmek amacıyla alana gelen
Heron tipi bir keşif uçağının vurulduğunu belirtti. Saat 12.15 sularında
düşürülen keşif uçağının enkazı ve önemli parçalarının HPG
gerillalarının elinde bulunduğu kaydedildi.
ANF

HPG, Muş-Bingöl yolu üzerinde askeri konvoya düzenlenen eylemin
ayrıntılarını açıkladı. Türk yetkililerin ''askerler silahsızdı”
açıklamalarını yalanlayan HPG, operasyondan dönen konvoyun hedef
alındığı eylemde 110 askerin öldüğünü, 50 askerin de yaralandığını
duyurdu.
HPG Basın İrtibat Merkezi (HPG-BİM), Bingöl-Muş karayolu
üzerinde dün düzenlenen askeri konvoya yönelik eylemin ayrıntılarını
yazılı bir açıklama ile duyurdu.
Eylemin, HPG gerillaları
tarafından 14 Eylül günü başlatılan “Şehit Ronahi, Şehit Armanc ve Şehit
Harun devrimci harekatı” kapsamında gerçekleştirildiğini duyuran
HPG-BİM, Türk yetkililerin “askerler silahsız ve sivildi” şeklindeki
açıklamalarını da yalanladı.
18 Eylül günü saat 12.00’da
Bingöl-Muş yolu Solhan ilçesi yakınlarında gerçekleştirilen eylemin,
operasyondan dönen askerlere yönelik olduğunun altını çizdi.
ASKERLER SİLAHSIZ DEĞİL OPERASYON BİRLİĞİYDİ
Operasyondan
dönen birliklerin yer aldığı konvoydaki askerlerin tümünün silahlı
olduğuna dikkat çekilen açıklamada, 300 askerden oluşan 10 zırhlı araç, 5
otobüs, 1 transit araçtan 3 otobüs, 3 zırhlı araç ve 1 transit aracın
gerillalarca hedef alındığı kaydedildi.
Eylem sonucunda 2 otobüsün içinde yer alan askerlerin tümünün öldüğü ve her iki otobüsün de yanarak imha olduğu bilgisi verildi.
HPG-BİM,
1 otobüs ve transit aracın da ağır darbe aldığını bildirdi.
“Gerillalarımızın etkili vuruşları neticesinde 3 zırhlı araç da darbe
alarak işlevsiz kılınmıştır. Konvoyda yer alan diğer zırhlı araç ve
otobüsler de eylem yerinden uzaklaşmıştır” denildi.
TÜRK ORDUSU OLAY YERİNE BİR BUÇUK SAAT SONRA GELEBİLDİ
“Tüm
eylemde gözle görülen 110 düşman askeri öldürülmüş, 50’nin üzerinde
asker de yaralanmıştır” denilen açıklamada ölü ve yaralı askerlerin 100
ambulans ve skorsky helikopterlerle alandan uzaklaştırılarak Bingöl,
Solhan, Muş, Erzurum ve Elazığ’daki hastanelere kaldırıldığı kaydedildi.
Türk ordusunun olay yerine ancak 1 buçuk saat sonra
gelebildiğini kaydeden HPG-BİM, karayolunun saat 19.00’a kadar trafiğe
kapatarak olay yerine geliş gidişleri engellediğini bildirdi.
Açıklamada,
eylem anında uzaklaşan ve daha sonra gerillalara ateş açan panzerlerle
de kısa süreli bir çatışma yaşandığı bilgisi verildi. 3 kobra tipi
helikopterin eylem ardından alanı rastgele taradığı, 6 skorsky
helikopterin de alana indirmede bulunduğu bilgisi verildi. Alanda
başlatılan operasyonun sürdüğü ve alanın gerillaların denetiminde olduğu
kaydedildi.
ANF
Mart 2011’de Suriye’de olaylar başladığında,
uzun süredir hazırlıklar yapan Kürtler, Demokratik Özerk bir yapı kurma
çalışmalarını açık açık sürdürmeye başladı. Böylece Kürtler kendi
okullarını açtı, halk meclislerini kurdu ve kendilerini korumak için
savunma komiteleri oluşturdu. Kürtler, ayrıca 2004’te attıkları birlik
tohumunun ürününü de biçmeye başladı.

Soykırımın eşiğinden ÖZERKLİĞE bir özgürlük serüveni - 1
Suriye’de
nüfusun yüzde 15’lik kesimini oluşturan Kürtler, yaşadıkları bölgelerde
yönetimi ellerine alarak Demokratik Özerklik’i inşa çalışmalarını tam
hız sürdürüyor. Dêrika Hemko’dan başlayan ve Serêkaniyê’ye kadar devam
eden Cizîr bölgesi ile Halep, Afrin ve Kobani’de Halk Meclislerini
oluşturan ve birçok yerde dil, kültür sanat, okul, kadın, mahkeme,
asayiş ve meslek örgütü gibi kurumları oluşturan Kürtler, geleceğe emin
adımlarla yürüyor. Sınırları oluşturdukları Yekîneyên Parastina Gel
(YPG) güçleri ile koruma altına alan Kürtler, kent merkezlerindeki
asayişi ise sivil asayiş güçleri ile sağlıyor.



Türkiye, İran, Irak
ve Suriye’de bölünmüş olarak yaşayan 40 milyon civarındaki Kürt nüfus
arasında bugüne kadar en az dikkat çekeni Suriye Kürtleriydi. 22
milyonluk Suriye’de 3 milyon civarında olan ve nüfusun yüzde 15’lik
kesimini oluşturan Kürtler, ağırlıklı olarak Türkiye ile sınır olan
bölgelerde yaşıyor. Suriye Kürtlerinin tarihi ise yaklaşık bin yıl
öncesine dayanıyor. Şam ve Halep şehirleri başta olmak üzere Suriye’de
yaşayan Kürtlerin önemli bir kısmı Haçlı seferlerine karşı mücadele
etmek için gelenlerdi. Özellikle Selahaddinê Eyyubî döneminden itibaren
Şam’da önemli bir Kürt mevcudiyeti oluştu. Eyyubiler ve Memlükler
döneminde Şam’ın ve Halep’in yönetiminde görev alan Kürtler yaklaşık 400
yıl Ortadoğu coğrafyasına hakim olan Osmanlı devleti döneminde
varlığını devam ettirdi. Şam ve Halep civarında, Hatay’ın güneyinde Kürt
Dağı (Cebel-i Ekrad), Afrin ve Cezire bölgesi olarak adlandırılan
Dêrika Hemko’dan Serê Kaniyêye kadarki sınır boyunda yaşayan Kürtler ile
bugünkü Türkiye’de yaşayan Kürtler arasında herhangi bir sınır da
yoktu.
Osmanlı Devleti’nin I. Dünya savaşından yenik çıkması ile
bölge haritası yeniden çizilince Suriye toprakları Fransız işgali altına
girdi. Böylece bölgede yaşayan Kürtler Osmanlı’dan ayrılmış oldu. Lozan
antlaşması ile Türkiye-Suriye sınırı kesinleşince Türkiye’deki Kürtler
ile Suriye’deki Kürtler arasında da sınır çizilmiş oldu. Suriye-Türkiye
sınırı 1. Dünya Savaşı’nda Almanların savaş bağlantılarını kolay
sağlamak amacıyla yaptığı Bağdat-Berlin Tren Hattı’na göre çizildi. Tren
hattı sınır kabul edilince Türkiye tarafında kalan Kürt yerleşim
yerleri Serxet, Suriye tarafında kalan bölge ise Binxet olarak
adlandırıldı.
Özerklik talebi reddedildi
1920’li
yıllar aynı zamanda Kürt isyanlarının güçlenmeye başladığı dönemlerdi.
1927 yılında Beyrut’ta kurulan Xoybun Cemiyeti Cezire, Şam ve Halep gibi
merkezlerdeki Kürtleri bir araya getirdi. Xoybun Cemiyeti kurucularının
arasında eski Kürdistan Teali Cemiyetinin üyeleri, Şêx Sait’in
çocukları, Bedirhan Bey’in torunları ve Cemilpaşazadeler gibi Kürt
ailelerinden isimler de vardı. Birleşik bağımsız bir Kürt devleti
kurmayı hedefleyen Xoybun Cemiyeti, 1927 ile 1930 yılları arasında
Ağrı’da çıkan isyanlarda da etkili oldu.
Bu dönemlerde Fransa ise,
Suriye’ye hakim olabilmek için böl ve yönet şeklinde politika izlemeye
başlamıştı. Öncelikle Lübnan’ı Suriye’den ayırdı ve Beyrut başkent olmak
üzere Lübnan devletini kurdu. Lübnan’ın dışında Şam ve Halep merkezli
iki devlet kuran Fransızlar, birer Nusayri (Arap Alevisi) ve Dürzi
devleti de kurdu. Bu devletler Suriye Federasyonu olarak tek devlet
haline getirildi. 1925 yılında ise devletin ismi Suriye devleti olarak
belirlendi.
1928 yılında oluşturulan Suriye Kurucu Meclisi’nde
bulunan 5 Kürt milletvekili, 1929 yılında Kürtlerin yaşadığı bölgelerde
idari özerklik talebinde bulundu; ancak Fransızlar Kürtlerin Aleviler ve
Dürziler gibi dinsel bir azınlık oluşturmadıkları ve belirli bir
coğrafyada yoğunlaşmadıkları gerekçesiyle bu talebi reddetti. 1938
yılında bölgedeki Kürtler, Fransa Yüksek Komiserliği’ne başvurarak
özerklik talebinde bulundu. Ancak Fransa bu talebi kabul etmediği gibi
Kürtlerin yerel yönetimlerden de dışladı.
Kürtçe yayınlar yasaklandı
II.
Dünya Savaşı’nın sona ermesi ardından Suriye bağımsızlığını ilan edince
Kürtler yeni hükümeti destekledi. Arap milliyetçiliğinin zirve yaptığı,
Mısırla birlikte Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurulduğu günlere kadar
Kürtler hükümetin yanında yer aldı. Ancak Arap milliyetçiliğinin
güçlenişi ve yeni dönemde Kürtçe yayınların resmen yasaklanması, yönetim
ile Kürtlerin ilişkisinin kopmasına sebep oldu. Birleşik Arap
Cumhuriyeti’nin sona ermesi ve ardından Suriye Cumhuriyeti döneminde de
Kürtlerin durumu kötüye gitmeye başladı.
Kürt bölgesinde Arap kuşağı...
1963
yılında Suriye’de iktidara el koyan Baas Partisi döneminde Kürtlerin
durumu daha da kötüleşti. Baas rejimi Cezire bölgesinde yaşayan Kürtleri
dışlamaya başlayarak potansiyel tehdit olarak değerlendirdi. Bölgede
yaşayan Kürtlerin Suriye içinde dağıtılması, buna karşılık bölgeleye
Arapların yerleştirilmesi yönünde bir politika belirledi. Böylece
Kürtlerin yaşadığı bölgede Arap Kuşağı oluşturmayı amaçladı. Ancak
Kürtler direnişle plana karşı çıkınca hükümet bu konuda az da olsa geri
adım attı. Arap Kuşağı’nı tam olarak oluşturamayan hükümet, buna karşı
Kürtlerin yaşam şartlarını her geçen gün daha da dayanılmaz hale
getirdi. Kürtçe yayınlar ve Kürtçenin konuşulması yasaklandı, bölgedeki
yer isimleri Arapçalaştırıldı, yaklaşık 300 bin Kürt ise temel haklardan
bile yoksun bırakıldı.
Suriye rejimi 1963 yılında Türkiye’deki Şark
Islahat Fermanı gibi uygulamaları kaynak alarak 12 maddeden oluşan bir
soykırım uygulamasını hayata geçirdi. Bunlardan biri insansızlaştırma ve
Arapları bölgeye yerleştirme, biri de kimliksizleştirme, yurttaş olarak
kabul etmeme. Yine asîmilasyon da bu maddeler arasında yer aldı. Bu
nedenle Fırat Nehri üzerine kurulan baraj bahane edilerek burada
toprakları sular altında kalmayan Araplar bile Kürt bölgelerine
yerleştirildi. Her iki Kürt köyünün arasına 2 Arap köyü yerleştirilerek
Kürtlerin toprakları ellerinden alındı. Baas rejiminin Kürtlere yönelik
bu politikaları 2000’li yıllarda daha da ağırlaştı.
Korkunç katliamlar!
Bütün
bu süre boyunca Kürtlerin direnişi ve bu direnişlere karşı Baas
rejiminin katliam politikaları da sürekli gündemdeki yerini korudu. 13
Kasım 1960’da ilkokul öğrencisi yüzlerce çocuğun bir Mısır korku filmi
olan “Geceyarısı Hayaleti”ni izlediği Amûde şehrindeki Amudê
Sineması’nda çıkan yangında kaç çocuğun öldüğü bugün bile hala kesin
olarak bilinmiyor. Ancak birçok kaynak yanan/yakılan Kürt çocuk
sayısının 300 civarında olduğunu belirtiyor. Yine 23-24 Mart 1993
tarihinde Haseki Cezaevi’nde çoğunluğu Kürt siyasetçisi olan 65 Kürt bir
odaya alınarak cezaevi ateşe veriliyor. Çıkan yangında 65 Kürt yanarak
yaşamını yitiriyor.
Qamişlo Katliamı
11 Mart
2004’te ise Qamişlo’da Cihad isimli Kürt futbol takımı ve Arapların
Fituve (gençlik) takımı arasında yapılacak maçı izlemek için Derika
Hemko, Tirbespi, Sarê Kaniyê, Amudê kentlerinden gelen yüzlerce Kürt,
Qamişlo’daki Kürtlerle birlikte Belediye Stadyumu’nda yerlerini aldı.
Ancak Kürt taraftarların üstleri didik didik aranırken, Arap taraftarlar
ise bıçak ve silahlarla stadyuma girdi. Dêrezor’dan gelen Arap
taraftarların “Sizi ikinci Halepçe bekliyor” gibi sloganlar atması ve
Saddam posterleri açması üzerine bir anda gerginlik yaşandı. Polis de
aradan çekilince ellerinde kesici alet ve silahlar bulunduran Arap
taraftarlar Kürtlere saldırıda bulundu. Saldırıda 8 Kürt açılan ateş
sonucu yaşamını yitirirken onlarcası da yaralandı.
12 Mart günü
Qamişlo kentinin kuzey ve güneyinde cenazeleri kaldırmak üzere toplanan
kitle kent merkezine doğru yürüyüşe geçti. Bu serhildan büyük oranda
halkın inisiyatifi ile gelişirken oradaki tüm Kürt örgütlerini de bu
serhildan bir araya getirdi. Buradaki serhildan ve Kürt birliği aynı
anda Kürtlerin yaşadığı bütün kentlere yayıldı. İsyan 21 Mart’a kadar
sürdü. Tüm Kürt kentlerine yayılan serhildan Kürtleri bir araya getirdi
ve devlet politikalarının geri tepmesine yol açtı. Halkın o günlerde
attığı “Kürdistan tek parçadır, Qamişlo Halepçe’dir” sloganları ise
bugün Kürtler arasında oluşturulan birlikteliğin tohumlarını atmış oldu.
Kürt partileri birleşti
12 Mart 2004
serhildanlarından sonra Esad güçleri Kürtlerin yaşadığı kentlerde
varlığını daha fazla hissettirmeye başladı. Neredeyse köylere kadar
askeri güçler ve birlikler gönderilmeye başlandı. Kürtler ise gizli de
örgütlülüğünü arttırdı. Mart 2011’de Suriye’de olaylar başladığında da
uzun süredir hazırlıklar yapan Kürtler, Demokratik Özerk bir yapı kurma
çalışmalarını açık açık sürdürmeye başladı. Böylece Kürtler kendi
okullarını açtı, halk meclislerini kurdu ve kendilerini korumak için
savunma komiteleri oluşturdu. Kürtler, ayrıca 2004’te attıkları birlik
tohumunun ürününü de biçmeye başladı. En büyük siyasi güç olan
Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) içinde bulunduğu Batı Kürdistan Halk
Meclisi ile Suriye Kürt Ulusal Meclisi arasında 11 Temmuz’da yapılan
anlaşma ile Kürt partileri güçlerini birleştirme kararı aldı. Her iki
Meclis, Baas rejiminin barışçıl yöntemlerle yıkılmasını istediğini beyan
etti. Daha sonra ise Desteya Bilind a Kurd (Kürt Yüksek Konseyi)
kuruluşunu ilan etti. Konsey bünyesinde yer alan Kürt siyasal parti ve
örgütler “Kürtlerin halk olarak tanınması, anayasada bunun
tanımlanmasını ve haklarının güvenceye alınmasını” Kürtlerin kırmızı
çizgisi olarak tanımladı. Bu nedenle halk da 29 Temmuz akşamı yapılan
gösterilere yoğun bir katılım gösterdi. Bir milyonu aşkın yurttaşın
katıldığı eylemlerde “Konsey benim temsilcimdir” mesajı verilerek birlik
desteklendi.
Siyasi irade Kürt Yüksek Konseyi’nde
10
üyeden oluşan Kürt Yüksek Konseyi, Suriye’de yaşayan Kürtlerin siyasi
iradesi konumunda. Üyelerin tümü değişik siyasi parti ve örgütlerde yer
almış olanlardan oluşuyor ve en üst siyasal yapı konumunda. Konsey
bünyesinde ayrıca 3 önemli komite de kurulmuş ve çalışmalarını
sürdürüyor. Siyasal, Savunma ve Dışişleri komitelerinde tüm örgütlerin
temsili bulunuyor. Dışişleri Komitesi dışındaki komitelerin bünyesinde
yine bölge ve şehir alt komiteleri de oluşturulmuş vaziyette.
Bolluk bölgesi Cizîr
Türkiye
ve Federal Kürdistan Bölgesi ile sınırı olan Dêrika Hemko’dan başlayan,
Girkê Legê, Tirbespî, Qamişlo, Amudê, Dirbesiyê ve Serêkaniyê’ye kadar
devam eden Cizîr bölgesinde binlerce hektarlık dümdüz bir alan var. Çok
verimli topraklara sahip olan bu bölgede buğday, arpa, mercimek, nohut,
pamuk, mısır ve sebze çeşitleri ekiliyor. Bölge ayrıca yer altı
kaynakları ile de çok zengin. Özellikle Dêrik, Girkê Legê ve Tirbespî
bölgesinde binlerce petrol kuyusu ve gaz santrali bulunuyor. Petrol
kuyularında çalışan Kanada ve Çinli mühendisler olayların başlaması ile
birlikte bölgeyi terk ettikleri için birçok petrol kuyusunda faaliyetler
durmuş vaziyette. Bölgeden çıkarılan petrol Suriye kentlerine götürülüp
orada rafine ediliyor. Savaştan dolayı bölgeye gaz ve benzin geri
gelmediği için ilk başlarda ciddi sorunlar yaşanıyordu. Ancak Kürt
bölgelerinde halkın yönetimi ellerine alması sonrası sorunlar minimuma
inmiş vaziyette. Yaklaşık 2 ay önce benzinliklerin önünde oluşan uzun
kuyrukları görmek neredeyse yok gibi. Araçları bulunanlar Halk
Meclisleri’nden aldıkları fişlerle yine Halk Meclislerinin kontrolünde
olan istasyonlara giderek benzin, mazot ve gaz ihtiyaçlarını gideriyor.
Kobani ile başlayan dalga!
19
Temmuz 2012 tarihinde Kürtlerin Kobani’de resmi binaları ele geçirmesi
ile başlayan süreç bir anda diğer Kürt kentlerine de yayıldı. Zaten
büyük oranda örgütlülüğünü oluşturan Kürtler, bütün kentlerde
kendilerini korumak amacıyla harekete geçti. Halk böylelikle Arap
bölgelerinde yaşanan çatışmaların kendi bölgelerine sıçramasının önüne
de geçmiş oldu. Askeri güçlerin bulunmadığı bölgede emniyet güçleri de
herhangi bir direniş göstermedi. Halk da söz konusu güçlere herhangi bir
zarar vermekten kaçınarak, can güvenliği nedeniyle Humus, Raka ve Halep
gibi kentlere gitmek istemeyen emniyet mensuplarına misafir muamelesi
yapıyor.
Bugün itibariyle Kürt bölgelerinde hem sınır güvenliği hem
de asayiş Kürtlerin oluşturduğu güçler tarafından sağlanıyor. Dêrika
Hemko’dan Serêkaniyê ye kadar Türkiye ile sınır olan bölgelerin tamamını
Yekîneyên Parastina Gel (YGP) güçleri koruyor. YPG buralarda olası
provokasyonlar için Türkiye üzerinden Kürt kentlerine geçişlerin önüne
geçmeye de çalışıyor. Kent merkezlerinde ise halkın oluşturduğu sivil
asayiş güçleri etkin. Bu güçler gündelik işlerinin yanı sıra ihtiyaç
halinde silahlarını alarak göreve gidiyor.
Öcalan’a karşı derin bir sevgi var
Kürt
yerleşim yerlerinin tamamında yurttaşlar Kürt Halk Önderi Abdullah
Öcalan’a karşı duyduğu ilgiyi saklama gereği duymuyor. 1998 yılına kadar
Şam’da kalan Öcalan’dan büyük feyiz aldıklarını ve örgütlülüklerini
Öcalan’a borçlu olduklarını belirten 7’den 70’e yurttaşlar, Rojava’daki
devrimin 30 yıllık bir mücadele zemini olduğunu belirtiyor. Bu nedenle
de Rojava’daki Kürtler, hem evlerinde hem de katıldıkları yürüyüşlerde
Öcalan’ın posterlerini bulunduruyorlar.
Dêrik’te bütün kurumlar halkın elinde
Baas
rejimi tarafından ismi El Malikiye olarak değiştirilen Dêrika Hemko’da
halk yönetimin yüzde 95’ini elinde bulunduruyor. Zengin petrol ve gaz
yataklarının bulunduğu Dêrik’te, halkın bir bütün olarak Esad yönetimini
kentten atmamasının en önemli nedeni mazot ve benzinin hükümet
bölgesinde bulunan bölgedeki rafinerilerden gelmesi. Mala Gel’de bulunan
oturakların kilise tarafından hediye edildiği Dêrik’te, diğer halkların
da Kürtlerin yönetimi ellerine almasından duyduğu memnuniyeti gözler
önüne seren önemli somut bir örnek teşkil ediyor.
Dêrika Hemko
Qamişlo’nun yaklaşık 90 kilometre doğusunda yer alıyor. Türkiye ve
Federal Kürdistan Bölgesi’ne sınırı bulunan Dêrik, Cudi ve Qereçox
dağları arasında Dicle Nehri’nin yanında bulunuyor. Köyler ile birlikte
yaklaşık 80 bin nüfusu bulunan Dêrik ismini kentte bulunan tarihi Dêra
Meryem a Edra Kilisesi’nden alıyor. Bunun yanı sıra kentte 4 kilise daha
bulunuyor. Kent yeni olmasına rağmen eski bir yerleşim yeri üzerine
kurulmuş. Yüzde 95’i düzlük olan Dêrik’te bulunan Qereçox Dağı ise;
ancak bin metrelik bir yüksekliğe sahip. Derik Ovası’nda buğday, arpa,
mercimek, pamuk ve nohut ekiliyor. Hayvancılığın da yoğun olduğu
Dêrik’te Koçerlerin ürettiği peynîr ve sîrik de önemli geçim
kaynaklarından.
Her karışında petrol var
Girêvira,
Çilaxa, Borzê, Şêbanê ve Başotê ismi ile 5 barajın bulunduğu Derîk, yer
altı kaynakları ile de zengin bir bölge. Dêrik bölgesinde binlerce
petrol ve gaz kuyusu bulunuyor. Suriye’deki petrolün yüzde 75’inin
Qereçox, Girkendal, Girêsor gibi yerlerden çıkarıldığı belirtiliyor.
Birçok petrol kuyusunun yan yana açılmış olması da zengin petrol
yataklarının olduğunu gösteriyor. 1962’de Kürt karşıtı projeler Cizire
bölgesinde yoğunlaşınca ve Mihemed Talib Hîlal tarafından hazırlanan
Arap Kuşağı projesi uygulamaya konulmak istenince topraklarından edilen
Kürtlerin yerlerine Araplar yerleştirildi. Bu proje doğrultusunda birçok
ailenin malı ve mülkü ellerinden alınarak Mexmûri diye adlandırılan ve
buralara yerleştirilen Araplara verildi. Birçok Kürt aile de Arap
kentlerine göçertilirken, birçoğu da kimliksiz bırakıldı.
Dêrik’e
ulaşımı sağlayan 3 önemli yol bulunuyor. Bunlardan biri Qamişlo, biri
Êndîwer, diğeri ise Zihêriyê bölgesi ile ulaşımı sağlıyor. Êndîwer Köyü
Dicle Nehri’nin hemen yanı başında bulunması nedeniyle yaz aylarında
yüzbinlerce insanın piknik için uğradığı yerler arasında yer alıyor. Bu 3
yolun da kontrolünü halk güçleri sağlıyor. 3 noktaya kurulan bariyerler
ve TEV-DEM bayrakları altında yapılan yol kontrollerinde şüphelenilen
araçlar aramadan geçirildikten sonra serbest bırakılıyor.
Kurumlar Halk Meclisi’ne bağlı çalışıyor
Konuştuğumuz
herkes Dêrik’in geçmişten beri, kimliğine ve varlığına sahip çıktığını
belirtiyor. Bugün kentte bulunan hastane, kaymakamlık, nüfus müdürlüğü,
emniyet binası, mahkeme, cezaevi, okul, belediye gibi kurumlar şu
sıralar Halk Meclisi’ne bağlı çalışıyor. Kentte bulunan Arap Kültür
Merkezi, Kültür Sanat Merkezi’ne; askerlerin bulunduğu mekan Halk Evi’ne
(Mala Gel); askeri karakol Asayiş binasına; polis merkezi Halk
Mahkemesi, iletişim ve Yurtsever Kürt Öğrenciler Konfederasyonu
merkezine çevrilmiş durumda. Ayrıca kentin bir meydanına Azadi
(Özgürlük) adı verilmiş. Kimi okulların isimleri de değiştirilerek, eski
ismi Rıfet olan okulun “Dibistana Pakrewan Bawer” şeklinde
değiştirilmesi oldu.
Mala Gel’e kiliseden armağan
Söz
konusu kurumların tamamındaki düzen dikkat çekerken, en çok da Mala
Gel’in konferans salonunda bulunan oturaklar dikkatlerden kaçmıyor.
“Bunlar kilise oturakları değil mi?” diye sorduğumuzda ise
yanımızdakiler “Evet kilise oturakları. Halk Meclisi’nin açılışını
yaptığımızda Hıristiyan kardeşlerimiz halk evine bu oturakları armağan
ettiler” cevabını verdi. Eskiden yaklaşık 600 güvenlik görevlisinin
bulunduğu Dêrik’te şimdi sadece 100 görevli bulunuyor. Bunlar da kent
merkezinde bulunan karakollarından çıkamıyor. Konuşmak istediğimiz söz
konusu güçler de sadece “misafir” olduklarını söylemekle yetiniyor. Esad
rejimine bağlı kentteki son kişiler, Kürtlerin yönetimi ellerine
aldıklarından beri herhangi kötü bir muameleye maruz kalmadıklarını
belirtiyor.
Çeto: Dêrik’in yüzde 80’ini Kürtler oluşturuyor
Babası
Kürt mücadelesinde yaşamını yitirmiş olan Dêrik Halk Meclisi Başkan
Yardımcısı Hacî Çeto’nun gözlerinden devrimin yarattığı mutluluğu okumak
mümkün. Derîk’i anlatınca “acaba bir şeyler unuttum mu?” kaygısı ile
hareket ediyor ve sorduğumuz sorular arasında da farklı konulara
değinerek her şeye etraflıca açıklık getiriyor. Kent ve bağlı köylerde
yaşayanların yüzde 80’inin Kürt, yüzde 15’inin Hıristiyan yüzde 5’inin
de Araplardan oluştuğunu belirten Çeto, Araplardan da kente
yerleşenlerin bir bölümünün yaklaşık 100 yıl önce hayvancılıkla
uğraştıkları için bölgeye gelenler ve Baas rejimi tarafından 70’li
yıllarda bölgeye yerleştirilen Mexmûrî diye adlandırılanlardan
oluştuğunu kaydetti.
Kobani, Afrin gibi Dêrik’te de yönetimin yüzde
95’inin Kürt halkının elinde olduğuna dikkat çeken Çeto, Halk
Meclisi’nde 111 kişinin bulunduğunu ve bunlar arasında Arap ve
Hıristiyanların da olduğunu kaydetti. Kente bağlı yaklaşık 270 köyün
yüzde 80’inde komisyon ve meclisler oluşturduklarını belirten Çeto,
diğer köylerde de çalışmalarını sürdürdüklerini kaydetti.
Ekonominin başkenti Girkê Legê
Petrol kuyularının açılmasıyla çok hızlı
büyüyen Girkê Legê’nin şu an itibariyle yaklaşık 20 bin nüfusu
bulunuyor. Su, elektrik dairesi, birkaç okul ve belediye dışında devlet
kurumu olmayan Girkê Legê’de, petrol, gaz arama ve çıkarma çalışmaları
nedeniyle bölgenin ekonomi başkenti gibi…
Soykırımın eşiğinden ÖZERKLİĞE bir özgürlük serüveni - 2
El
Mabeda olarak ismi değiştirilen Girkê Legê Kasabası eskiden Dêrika
Hemko’ya bağlı bir köydü. Ancak buradaki petrol kuyularında çalışan
işçi, mühendis ve memurların yerleştirildiği Rimêlan ile birlikte Girkê
Legê bir anda gelişmiş. Girkê Legê’nin şu an itibariyle yaklaşık 20 bin
nüfusu bulunuyor. Zaten az sayıda devlet kurumu bulunan Girkê Legê’ye
Dêrika Hemko’dan zafer haberi gelince daha önceden kurulu olan komiteler
hemen devreye girmiş ve söz konusu devlet kurumlarında yönetimi
ellerine almış. Tirbespî’de de meclis halkın bütün sorunlarına çözüm
oluyor.
Petrol kuyularının açılmasının ardından Rimêlan ile birlikte
Girkê Legê de bir anda gelişmiş. Son birkaç yıl içinde hızla büyüyen
Girkê Legê’nin şu an itibariyle yaklaşık 20 bin nüfusu bulunuyor. Girkê
Legê’nin nüfusunun büyük bölümünü Kürtler oluştururken, bir mahallede
ise Araplar oturuyor. Bunlar Mexmûrî diye adlandırılan Araplar’dan
farklı olarak kendileri bu bölgeye yerleşmiş. Yine kasabanın girişi ve
çıkışına 2 Arap köyü inşa edilmiş. Bu köyler de Mexmûrî diye
adlandırılan rejim tarafından asimilasyon ve Arap Kuşağı oluşturulması
amacıyla yerleştirilenlerden oluşuyor. Girkê Legê’de sadece bir Mesihi
(Hıristiyan) aile bulunuyor. Yine Qamişlo’ya doğru giderken solda yer
alan etrafı duvar ve tel örgülerle örülen Rimêlan’da ise Tartus ve
Lazkiye’den getirilen Arap işçiler yaşıyor. Ülkedeki kargaşanın ardından
burada yaşayan Kanada ve Çinli mühendisler burayı terk etmiş durumda.
O kadar çok petrol var ki...
Girkê
Legê Dêrik bölgesinde petrolün hemen hemen en fazla çıkarıldığı yer
konumunda. O kadar ki birçok yerde ev ve petrol pombaları iç içe geçmiş
vaziyette. Ayrıca bu bölgeden gaz da çıkarılıyor. Bu yüzden de bu küçük
kasaba ekonominin başkenti olarak adlandırılıyor. Petrol ve gazın yanı
sıra kükürt ve fosfat madeni de bulunuyor; ancak petrol ve gaz kadar
değil. Eskiden pamuk, buğday, arpa, mercimek, nohut gibi ürünler
ekilirdi. Son yıllarda su kuyularının açılmasına izin verilmemesi sonucu
ziraatta da ciddi bir düşüş yaşandı. Girkê Legê’de zeytin dahil birçok
ağaç ve ziraat ürününün yetişebileceği belirtiliyor. Ancak devlet
tarafından bunların ekimi yine meyve ağaçlarının dikimi yasaklı olduğu
için bu fırsat değerlendirilmiyor. Buna rağmen Girkê Legê’nin güneyinde
yer alan kimi köylerde zeytin ağaçları yasaklı da olsa yetiştiriliyor.
Yine
buradaki petrol ve gaz arama ve çıkarma çalışmaları kanunlara göre
yapılmadığı için ciddi sağlık sorunları da baş göstermiş durumda. Bazı
köylerde son yıllarda ciddi kanser vakaları oluşmuş vaziyette. Petrol
çıkaran şirketler halkın sağlığını ve kanunları hiçe sayarak petrol
çıkarmayı sürdürürken, devlet de Kürt bölgesi olduğu için çoğu zaman
yaşananlara göz yumuyordu. Girkê Legê’de neredeyse devlet kurumu yok
gibi. Su, elektrik dairesi, birkaç okul ve belediye dışında neredeyse
tek bir devlet kurumu yok. Bu kurumlar da şu an itibariyle halkın elinde
ve buradaki yönetim tamamen halkın eli ile sağlanıyor.
Emîn: Biz zaten hazırlıklıydık
Kendisi
yapılan seçimle iş başına gelen Girkê Legê Halk Meclisi Başkanı Evraz
Mihemmed Emîn, Dêrika Hemko’da halkın yönetimi eline aldığı haberi
gelince Girkê Legê’de de zaten az olan devlet dairelerine halkın hemen
el koyduğunu belirtiyor. Yaklaşık bir sene önce oluşturulan komitelerin
hemen devreye girdiğini ve kurumların talan edilmemesi için ilk olarak
savunma güçlerinin üzerine düşen görevleri yerine getirdiğine işaret
eden Emîn, yine temizlik ve sağlık komitelerinin de ilk günden itibaren
görevlerini layıkıyla yerine getirmeye çalıştığını belirtiyor.
Emîn,
ilk başlarda bazı Arap ailelerinin kargaşa çıkarmaya çalıştığını ve
kavgaların yaşandığını belirterek, “Ancak bu sorunun büyümemesi için de
daha önce oluşturduğumuz Sulh (Barış) Komitesi hemen devreye girerek
sorunların büyümeden engellemesini sağladı. Yönetime el koyduğumuzda
kent merkezinde zaten az olan asayişin tamamı çekilmek zorunda kaldı.
Kent merkezinde Esad’e bağlı hiç asker ve güvenlik gücü yok iken,
Rimêlan’a ise yığınak yapılmış durumda. Petrol bölgesi olması nedeniyle
burada bulunan Araplar da tamamen silahlandırılmış durumda. Buradaki
sivil ve askeri güçlerin toplamı ise bini buluyor. Bu bölge üzerine
herkesin planı var. Bu nedenle Mexmûri diye adlandırılan kimi Araplar da
burada silahlandırılmış durumda. Ancak buna rağmen Rimêlan’da bulunan
devlet güçleri Halk Meclisi’nin izni olmadan dışarı çıkamıyor. Silahlı
güçler Rimêlan’ın dışına çıkamıyor” ifadesinde bulundu.
Sınırı da merkezi de halk koruyor
Asayiş
güçlerinin köylerde de kurulduğunu kaydeden Emîn, Türkiye sınırını
oluşturan bölgelerin de YPG güçleri tarafından korunduğunu sınırdan kuş
uçurtulmadığını dile getiriyor. Emîn, Girkê Legê’ye ilişkin
değerlendirmesini şöyle sürdürüyor:
“Kentte gençler ve kadınlar
önemli bir örgütlülük gücüne ulaşmış durumda. Burada millet kendi
kurumlarını kendi imkanları ile oluşturdu. Mala Gel, Şehîd Nejbîr Kadın
Eğitim ve Bilim Merkezi ve Kültür Sanat Merkezi gibi kurumlar halkın
imkanları doğrultusunda oluşturulmuş durumda. Medreset-ül Şehîd
Abdurrahman Tahir Şebli okulunun da ismi değiştirilerek Kürtçe eğitimin
verileceği bir okula çevrilecek. Kasabada her gün aynı anda farklı
komitelerde yer alan 200 kişi çalışma yürütüyor. Bu kentte birlik
oluşturulmuş durumda. Yine Dêrezor ve Halep’ten yurttaşlar kaçıyor ve
buraya yerleşiyor. Onların zorluk çekmemeleri için yer hazırlıklarımız
devam ediyor. Şimdiye kadar yaklaşık 100 Arap aile bizim kasabamıza göç
etmiş ve bunlardan 30’u bize başvurmuş diğerleri de yakınlarının yanına
yerleşmiş. Daha önce ekonomik nedenlerle diğer kentlere göç eden
yurttaşlarımız da kasabalarına geri dönmüş durumda.”
Tek bir caddesi
bulunan Girkê Legê’de işler de yüzde 70 oranında azalmış vaziyette.
Buna rağmen yönetimin halkın elinde olması nedeniyle bir memnuniyet söz
konusu. Yurttaşlar ve esnaf bunu da fotoğraf makinesini görünce zafer
işaretleri yaparak gösteriyor.
Araplar artık Kürtlere imreniyor
Girkê
Legê’nin yaklaşık 10 kilometre kuzeyinde Arap köyleri var.
Anlatılanlara göre bunlar ilk başlarda Özgür Suriye Ordusu bünyesinde
örgütlenmek istemişler; ancak farklı aşiretlerden oluştukları ve talana
dayalı bir duruma geldikleri için kısa sürede etkilerini yitirmişler.
Burada yaşayan Arapların da Kürtlerin yönetim biçimini görünce Kürtlere
yanaşmaya başladıkları belirtiliyor.
Meclis Başkanı Emîn’in en fazla
muzdarip olduğu konuların başında ise kimi gençlerin topraklarını terk
ederek Federal Kürdistan Bölgesi’ne gitmesi. Aslında bu sadece Emîn’in
dert ettiği bir durum değil, hemen hemen konuştuğumuz herkes bu durumdan
şikayetçi. Yurttaşlar, “Zor gününde toprağını terk eden gençlerin büyük
bedellerle statü elde edildiğinde hangi yüzle topraklarına dönecekleri”
sorusunu sık sık soruyor. Bu nedenle de Meclis, göçün olmaması için
halk toplantıları gerçekleştiriyor ve uyarılarda bulunuyor. Ancak
sınırlardan geri dönüşün olduğu de biliniyor. Federal Kürdistan
Bölgesi’ne göç eden gençleri büyük bir bölümü aradıklarını
bulamadıklarından mıdır başka nedenlerden midir bilinmez geri döndüğü
görülüyor.
Latin alfabesi ile Kürtçe eğitim
Yine
Meclis Başkanı Emîn, kasabalarında en önemli sorunun kültür sanat
konusunda yaşanan eksikliklerin olduğunu ifade ediyor. Bunun aşılması
için yoğun çalışmalar içine girdiklerini söyleyen Emîn, Kürtçe dil
konusunda da Latin alfabesi ile eğitimlerin verilmeye başlandığını ve
ilerleme kat ettiklerini belirtti. Kasabaya bağlı 54 köy bulunduğunu ve
şu ana kadar bunların 40’ında meclislerini oluşturduklarını ifade eden
Emîn, ayrıca ismi rejim tarafından Cewadiye diye değiştirilen Çilaxa
Beldesi’nin de kasabalarına bağlı olduğunu ve burada da meclislerini
oluşturduklarını ifade etti.
Karalar içinde 2 Kürt kadını!
Girkê
Legê’de Meclis Başkanı’nın söz ettiği kurumları görmek için beraber
evden ayrıldığımızda sokakta karalar içinde 2 Kürt kadınına rastlıyoruz.
Hikayelerini bilmeden fotoğraflarını çekmek isteyince de yanımda
bulunan yurttaş, “Bu iki kadın kardeştir. Önderlik (PKK lideri Abdullah
Öcalan) Şam’da iken her iki kardeş de yanına giderek kendisi ile
görüşmüş. Tutuklandığından beri de her iki kardeş karalar giyiyor. Kimse
renkli bir kıyafet giydiklerini görmüş değil” diyor. İsimleri Esma
Murad ve Eyhan Murad olan iki kardeş, daha sonra Kadın Merkezi’ne
geçerek burada bekleyen kadınlarla bir araya geldi.
TIRBESIPÎ
Rejim
tarafından 1965’de ismi El Qehtaniye olarak değiştirilen Tirbespî’nin
ismini beyaz mezar taşlarından aldığı belirtilir. Yaklaşık 20 bin nüfusa
sahip olan Tirbespî’ye bağlı 100 köy de Sancak ve Aliyan bölgeleri diye
ayrılır. Nüfusun yüzde 75’i Kürt, yüzde 25’i de Arap ve
Hıristiyanlardan oluşuyor. Ancak buraya yerleştirilen Araplar da Fırat
Nehri üzerine kurulan barajdan dolayı evleri sular altında kaldığı
gerekçesiyle Kürt topraklarına yerleştirilen Mexmûri diye
adlandırılanlardan oluşuyor.
Çok sayıda kanser vakası görülüyor
Girkê
Legê ve Qamişlo arasında bulunan Tirbespî de tıpkı Dêrika Hemko ve
Girkê Legê gibi petrol yatağında yer alıyor. Bu kasabada yaklaşık 500
petrol kuyusu bulunuyor. Son 3-4 senede özellikle yabancı petrol
şirketlerinin düzensiz bir şekilde petrol çıkarmaları, oksijen için
ağaçlandırmanın yapılmaması ve toplum sağlığını ön planda tutmaması
nedeniyle ciddi rahatsızlıklar baş göstermiş. Bu nedenle özellikle Halep
ve Şam’daki hastanelerde bu kasabadan giden onlarca yurttaşın kanser
teşhisi ile tedavi altına alındığı belirtiliyor.
Eskiden buğday
deposu olan kasabanın topraklarında şimdilerde neredeyse hiç buğday
ekilmiyor. Kasabaya bağlı Lêlan Köyü’nün de tarihi bir yer olduğu ve
milattan önce 2000 yıllarına ait eserlerin bulunduğu belirtiliyor. Ancak
bugüne kadar herhangi bir araştırma ve koruma altına alınmaması
nedeniyle eser kaçakçılarının talanına uğradığı kaydediliyor.
Bu
kasabada da yönetim tıpkı diğer Kürt yerleşim yerleri gibi aynı anda
Kürtlerin eline geçmiş. Suriye’deki olayların başlaması ile artık açık
açık çalışmaların yürütüldüğü Tirbespî’de zaten Kürt Dil Kurumu, Kadın
Evi, Kültür Sanat Merkezi kurulmuş ve bu merkezlerde çalışmalar
yürütülüyordu.
Neredeyse bütün köylerinde meclis ve komisyon
çalışmalarının tamamlandığı Tirbespî’de Hıristiyan’lar da halk
meclisinde yer alıyor. Ancak buradaki Arapların tamamı Mexmûri olduğu
için Esed rejimini destekliyor. Bu nedenle de şu ana kadar meclis
içerisinde yer almış değiller. Kasabada sadece rejimin 50 güvenlik
görevlisi bulunuyor. Bunlar da bulundukları merkezden dışarı
çıkamıyorlar. Zaten herhangi bir olay olduğunda da bu güçler hiçbir
şekilde müdahale etmezken yapılan başvurularda da “Halk Evi’ne gidin
şikayetinizi onlara bildirin” diyorlar. Tirbespî Halk Meclisi Başkanı
Nureddin Şakir, yapılan oylama sonucu başkanlığa seçilirken, sağlık,
eğitim, mahkeme, sosyal işler gibi konularda kurulan komisyonlar da
görevlerini yürütüyor.
ABDURRAHMAN GÖK
Abbasi devleti ağırlıklı olarak Fars, Kürt ve
Türklerin desteği ile ortaya çıkmıştır. Abbasi ile Emevilerin siyasal ve
ideolojik anlamda birbirinden ayrılan yönleri vardır. Ama işi iktidar
ve iktidar birikimi açısından ele aldığımızda pek de değişen bir şeyin
olmadığını görüyoruz. Değişen şey, kendisini çok açık beyan etmeseler
de, kavim motifli iktidar değişiklikleridir.
Tarihçi değilim ama tarih ilgimi çekiyor. Tarihe eğilince toplumların
ve halkların tarihinde önemli kavşaklar olduğunu görmem daha fazla
dikkatimi çekiyor.
İslam dininin algılanışı bakımından günümüzde
İslamı yeniden yorumlama ve bunun siyasal araçlarını oluşturup sahneye
çıkmaları göz önüne aldığımızda zihniyet, anlayış ve oluşturmak istenen
çerçeve daha 7. yüzyılda İslamiyet’te iktidar anlamında yaşanan fikir
ayrılıklarıyla şiddetli savaşlara yol açan bir sapmanın yaşandığını ve
bu sapmanın 11. yüzyılın sonlarına doğru felsefi, siyasal, ekonomik,
kültürel, zihni ve şerhi alanlarında tamamlandığını, günümüzdeki İslami
motif altında siyaset yapanların da bu sapmanın devamcıları olduğunu
işaret etmek, sanırım İslam’ın gerçek özüne sahip olan ve kabul eden her
sorumlu insanın görevidir. Benim yapmaya çalıştığım da budur.
İslam tarihi
Özellikle
son zamanlarda AKP’nin ve Gülen cemaatinin eliyle topluma hakim
kılınmaya çalışılan İslam anlayışı beni daha fazla İslam tarihine göz
atmaya yöneltti. Ama bu ilgi, İslam tarihinin tümüne değil, 9. ile 12.
yüzyılları kapsayan döneminden söz ediyorum. Bu döneme ilişkin tarih
yazımı bakımından fazla belgelere rastlanmıyor, ne yazık ki. Belki de
İslam Tarihi boyunca, tarih adına en yanlı kayıtların olduğu bir
dönemdir.
Dönemin koşullarını da dikkate aldığımızda, o dönemde
yaşamış olan âlimlerin insanlık adına halklar için değer addedecek
kayıtlar tutmamalarının haklı nedenleri de yok değil. Bu haklı nedenler o
kadar çok ki, birkaç şıkla sayılamaz. Ama buna eğilmeden önce, ele
almaya çalıştığım dönemin öncesi hakkında, birkaç cümleyle de olsa
değinmekte yarar var.
İktidar sapması
Bu
bağlamda, hemen başlangıcından ele alırsak; 6. yüzyılın üçüncü çeyreğine
kadarki süreci doğuş, son çeyrek ile 7. yüzyılın birinci çeyreği
iktidar, birinci çeyreğin sonu ile 9. yüzyıl arası dönemi de yükseliş ve
beraberinde gerçekleşen fetihler dönemi olarak değerlendirmek daha
gerçekçi gözükmektedir. İslamiyet Hıristiyanlığa nazaran daha erken ve
daha hızlı gelişen bir özelliğe sahiptir. Bunun birkaç nedeni olabilir,
ama herhalde en önemli neden olarak sayılabilecek ekonomik bir yaşam ve
zeminde doğmuş olmasıdır. Bu alanda yoğunlaşma ve baskılama daha üst
derecelerde olduğundan dolayı daha yakıcı aciliyet arz eden bir ifade
tarzı ve bunu tamamlayan, insanların bu ortamda bir umut beklentilerine
umut olmasıdır. Bu iki faktör İslamiyetin hızla gelişip yayılmasının
adeta mayasını oluşturmuştur.
Gerçekten de çağ itibariyle o dönemi
göz önünde bulundurduğumuzda insan, mekan ve zaman esprisinin şaşırtıcı
bir sonucu karşımıza çıkmaktadır. Dönemin iletişim, ulaşım ve insan
zekâsının faktörünü de dikkate alırsak, beklenenin çok üstünde kısa bir
zaman içerisinde doğuş sürecinin tamamlandığını görmekteyiz. İktidar
süreci kısa olması, iktidar tabiiyetinin bir özelliğidir ki, bu her
zaman her toplumda ve her yerde kısa sürmüştür. İktidarlaşma sürecini,
daha sonraki dışarıya yönelişini, doğuş sürecinin üzerinde geliştiği ve
şekillendiği zemin ve zeminde mevcut olan nedenlere bağlamak en doğrusu
olmaktadır.
Başlangıçtaki gelişmeleri tayin eden maya ne ise gelişme
ve sonuç da ona göre olur. Ama bu sözüm İslamiyetin kendi özüne yönelik
değil, doğuş sürecinde hareketin içine kümelenmiş ve iktidarlaşma
dönemine ise iyiden iyiye mayasını vermeyi başaran ve giderek işleyişin
her alanına nüfuz etmeye başlayan, derdi İslam ve maneviyat değil de
iktidar olmak olan kişi ve gruplaradır.
Yayılma
Yayılmanın
birinci aşaması, iktidarın pekişmesi ve ardından gelen İslamiyet’e
ideolojik ve felsefi alanda müdahale sürecinin başlamasıdır.
İslamiyet’te iktidarla başlayan sapma, ideolojik ve felsefi açıdan da
tamamlanmış oluyor.
Esasen en çok ilgimi çeken dönem bu dönem
olmaktadır. Yani, bu dönemde neyin yerine ne ikame edilmiştir?
Sorusudur. Bir şeyler değiştirildiği, bir şeylerin tedavülden
kaldırılıp, yerine başka şeylerin konulduğu kanlı, bir o kadar da hileli
bir dönem olduğu kesindir. İslam dininin her alanında; fıkıhta,
fetvada, içtihatta, edebiyatta ve neredeyse yaşamın her alanında köklü
gelişmeler baş gösteriyor. İslamiyet’te ciddi bir tartışma ve içtihat
dönemi başlıyor. Aslında bu içtihat dönemi iktidarın da işine geldiği
için bir nevi göz yumuluyor. Çünkü İslamiyet artık sade haliyle gelişen
iktidar birikimine cevap vermiyor. Bunun açımlanması ve yorumlanarak
zenginleştirilmesi (!) gerekiyor.
Burada iki çeşit içtihat anlayışı,
-buna akım veya kol da diyebiliriz- geliştiğini kendisini gösteriyor.
Biri iktidar birikimine cevap olabilecek İslamiyet’in sağ ve geri
yorumlanması, diğeri ise İslamiyet’in iktidar aleti olmaması
gerektiğini, ama hakim güç olması, görevi de adalet ve insanların
eşitliğini savunacak eşitçe paylaşımı sağlamakla, insan ile Allah
arasında manevi köprü görevini görmekle görevli olması gerektiğini
savunur. Kuşkusuz ikinci görüş İslamiyet’in özüne sahip çıkmak isteyen,
doğrusu da onların sergilediği tutum olduğunu güncel gözlemlerimizle
anlamaktayız.
Yorumlar
İktidar öyle bir
şeydir ki, ne kadar yenilikçi yorumlar yaptığını iddia etse de, gerçek
hayatta inandırıcılığı olmuyor. Nihayetinde o dönemde de benzer şeyler
olmuştur. İktidar yanlısı içtihatçıların bir süre sonra taraf bulmaması,
diğer yandan ise iktidarın baskısının artmasına karşılık halkın
ilgisini sol yorumu yapan içtihatçılar çekiyor. Bu durum, iktidarın
hoşuna gitmiyor. İktidar bir süreye kadar iki koldan gelişmiş olan
felsefeden yararlanmaya çalıştığını görmekteyiz. Ne zaman ki tartışmalar
yaşanan sorunları gerçekçi ve ilmi bakımdan analiz ediliyor ve bütün
sorunların ucu iktidar erkinin kendisinden kaynaklandığı tespiti
yapılıyor, işte o zaman iktidar erki hırlamaya başladığını, ehli itikat
yorumunu yapan damarın üstüne gittiğini görüyoruz.
9. yüzyılın
sonlarında bu damarın ürettiği fikir dünyası belli bir olgunluğa
eriştiğini ve iktidarı ciddi anlamda endişeye sokarak harekete
geçirdiğini anlamak pek zor olmamaktadır. Bu damarın kurucu ve
bilginlerine yönelik büyük baskılar uyguluyorlar. İkinci damarın ise
daha çok iktidar erkinin içinde fidesini verip gelişen bir damarla
karşılaşıyoruz. Dolayısıyla günümüz terimleriyle, bu damar uzun bir
tarihsel iktidar birikimine sahip olmasına rağmen, kendisini İslam
içerisinde yeterince ifadeye kavuşturamadığından, gelişen felsefi
gelişme ve yorumların karşısında aciz kalmaktadır. Bu acizlik, iktidar
içinde ruhani bir mertebe işgal eden dini iktidarın basit bir aracı
haline getiren sağ odağın, vicdan ve adalet duygusundan yoksun, kuru bir
dini söylemlerle süslenmiş fetvalar çıkartarak iktidarın bu sol yorumun
sahiplerine karşı harekete geçirmesinin olanaklarını yaratmışlardır.
Ancak hiçbir şeyin olduğu gibi kalmıyor. Değişiyor, ayrışıyor,
farklılaşıyor. İki damardan söz ettik. Zamanla her iki damarın da ilk
çıktığı gibi kalmadığını görmekteyiz. Örneğin İmam-ı Azam’ın
geliştirdiği yorum, kendi koşullarından en ileri ve en İslam’ın gerçek
özünü yansıtmasına rağmen, geçen asırlar ardından birkaç kola ayrılıyor.
Damarların zikzak çizmesi
Kendisini
Hz. Ali taraftarı olarak tanımlayan ve esasen de bu damarın başındaki
kişi olan İmam-ı Azam tarafından İslamiyet’in sol, sosyal, adalet ile
vicdan taraflarını öne çıkarttığı damardan söz ettik. İkinci damar ise,
aslında Hz. Ebu Bekir’e kadar dayanan, ama asıl olarak Hz. Osman
şahsında ifadesini bulan ve daha sonra da Yezit tarafından iktidarın
gücüyle dini tamamıyla dünyevileştirerek toplum üzerinde baskı aracı
haline getiren, çıkışı aynı döneme tekabül eden İmam Şafi tarafından da
bu eğilimi bir mezhep haline getirdiği Sünnilik damarıdır. Bu mezhepte
iktidar istidadı ve muhafazakarlık ağır bastığı için iktidar alışkanlığı
bağımlısı bir fütüvvete sahip olmuştur. Dolayısıyla İslam’ın daha
gerçekçi, sosyal, halkçı yönlerini temsil eden İmam-ı Azam geleneğini
kabul etmesi mümkün değildi. Bu anlayışları zaten dinsel olarak
yorumlamak pek gerçekçi gözükmüyor. Ama bir şekilde din
siyasallaştırılıp iktidar aracı haline getirilince, ister istemez dilsel
bir retorikle izah edilmemesi pek olanaklı olmamıştır. Gelişmelerin
dilsel ve araçsal tabiatı böyle olmuştur.
Bilimin arkasına sığınmak
Bilimsellikte
kanıtın toplumsal ve siyasal konularda özellikle bu gibi konularda
kanıtın arkasına sığınılması gerçekçi değil, sübjektif ve gerçeğin açığa
çıkmamasına yönelik bir tutum olarak değerlendirmek gerekir.
Bu bir
oyundur. Tarih boyunca iktidarların karşıtlarına karşı oynadıkları bir
oyundur. Günümüzde de aynı şey iktidarlar ve resmi ideolojiler
tarafından yapılmıyor mu? Örneğin, son yirmi yıl öncesine kadar da
yazılı bir belgede Kürt ve Kürdistan kelimesinin geçmesi, yine bir
insanın yazılı bir metinde ben Kürdüm demesi, daha sonraki yıllarda bu
yasaklar az da olsa aşılınca, bu sefer Kürtlerin ulusal demokratik
hakları demek yasak sayılması, bunun yerine bölge Halkının demokratik
hakları denilmesine ancak yasalarca müsaade edilmesi gerçeği yok muydu?
Peki, bu durum devam etseydi ve diyelim ki, yüzyıl sonra Kürt
asimilasyonu gerçekleştiğinde, biri çıkıp bu dönemi araştırdığında, bu
pozitif bilim mantığına göre Kürt adına neyi kanıtlayacaktı? Bu dönemde
Kürt’ten ve Kürt haklarından, Kürdün bu dönemde var olduğundan mı
bahsedecekti? Böylesi bir savı kanıt anlamında neye dayandıracaktı? Ve
bu dönemde Kürdün yaşamış olmasına rağmen. Elbette ki kanıt olacak
hiçbir yazılı belgeye rastlanmayacaktı.
Direnişçi filozoflar
İşte
iktidarların inkârcı ve yasakçı yaklaşımları bilim için böylesi
zorlaştırıcı sonuçlar çıkarmakta olduğunu ve o dönemde de iktidarlar
tarafından benzer durumlar yaşanıp günümüz için zorlaştırıcı sonuçlar
çıkarttıklarını unutmamalıyız. Peki, o zaman burada bilimin görevi
nedir? Nasıl bir mantık ve bakış açıyla bakmalı? Gerçekçi bilim
bakımından bence olması gereken şu: O dönemin şarlarını tüm yönleriyle
dikkate almak, ezilenlerin ve baskılanmış âlimlerin kişiliklerine,
aidiyetlerine ve örttük de olsa motifsel anlamda neleri malzeme olarak
kullandıklarına bakılmalı. İşte o zaman Sohreverdi’nin de, Şemsê
Şehrezorî de, Xelacê Mansur’un de ne istediklerini rahatlıkla
anlayabiliriz. Yasakçılıktan, baskı ve zulümden dolayı düşüncelerini
açıkça ifade edememişler diye, dönemin iktidarının telkinleri veya
zoruyla haklarında yazdırdıkları metinlere ve oluşturduğu bakış açısına
göre mi değerlendirmeliyiz? Elbette ki hayır.
Burada 300 yıllık bir
süreçten söz ediyoruz. Bu süreci her yönüyle ortaya koymaya ne durumumuz
müsaittir, ne de buna kudretimiz vardır. Burada anlatmaya çalıştığımız
bu döneme ehil olanların, özellikle bu dönemde yetişmiş, ilim ve irfan
sahibi olmuş Kürt kökenli olan ve kendi eserlerinde de mensup oldukları
halkın geçmiş kültür ve felsefi geleneklerini, zenginliklerinin nasıl ve
ne derecede kendi eserlerinde vermeye çalıştıklarını incelemek ve
yeniden yorumlamaktır. Bu noktalarda süreci ve İslamiyeti gerçekçi bir
değerlendirmeye ihtiyaç vardır.
İmam-ı Azam ve Xelacê Mansur
Burada
asıl olarak üzerinde durmak istediğim dönemin hem felsefi, hem dini,
hem de dönemin iktidar erkinin ve ona bağlı olarak oluşan “yeni”
İslamiyet anlayışının iktidarcı yaklaşımıyla gerçekçi damarın
bastırılmasıdır. Çok iyi biliyoruz ki, Abbasi devleti Emevileri yıkarak,
ağırlıklı olarak Fars, Kürt ve Türklerin desteği ile ortaya çıkmıştır.
Abbasi ile Emevilerin siyasal ve ideolojik anlamda birbirinden ayrılan
yönleri vardır ve bunun farkındayız. Ama işi iktidar ve kendi bağlamında
iktidar birikimi açısından ele aldığımızda pek de değişen fazla bir
şeyin olmadığını görüyoruz. Değişen şey, kendisini çok açık beyan
etmeseler de, kavim motifli iktidar değişiklikleridir.
Bu damarın ilk
yolunu oluşturan İmam-ı Azam, itirazını kavmiyet bakımından ortaya
koymadığı kesindir. Onun döneminde İslamiyet mi, saltanat ya da
hâkimiyet mi gibi konularda tartışmalar bayağı başlamış ve iktidar da
İslam değil de, ganimet peşinde koştuğu, bunun için de sefer
düzenlendikleri her yeri adeta talana ve virana çevirmeleri, vicdanı
kâmil olan âlimleri İslamı yeniden gözden geçirmeye ve yorumlamaya
yöneltmiştir. Çünkü iktidara güçlü ve temeli sağlam bir yerden
seslenmeli ve cevap olunmalıydı. İmam-ı Azamêın yaptığı budur. Âdete
Kuran’ın fıkıh ve adalet alanında yetmediği yerde İmam-ı Azam imdada
yetişmeye çalışmıştır. Ama sonuç nafile. Xelacê Mansur dışında, İmam-ı
Azam’dan sonra iktidara karşı itirazını yüksek sesle yapan olmamıştır.
Her ikisinin sonu da aynı olmuş; Parçalayarak öldürülme.
Xelacê
Mansur’un, Sohreverdî’nin, Şemsê Şehrezorî’nin yapmaya çalıştıkları
budur. Bu Kürt kolundan gelen itirazdır. Bir de Fars kolundan da en az
bunlar kadar ve hatta daha fazlası itiraz sahibi şahsiyetlerden söz
edebiliriz.
İmam Gazali
İslamiyet bu
dönemde iktidar gücü ideolojik alanda ciddi bir çıkmaz ve kriz yaşıyor.
300 yıllık baskı ve zulüm insanları durduramıyor. Fikir insanları
çoğalıyor ve yüksek sesle haykırıyorlar. İşlerini kolaylaştıran bazı
isyanlar da var. Hasan el Sabah ve öncesinde cereyan etmiş olan ufak
tefek isyanlar. Ama Hasan Sabah bir nevi o güne kadar ortaya çıkmış
bütün muhalif fikirlerin sözcüsü gibi çıkıyor ortaya. Din adı altında
Arapların nasıl bir kavmiyetçilik yaptıklarını, en son Abbasilerin son
evresinde de Türklerin iktidar kademesinde hakim olmalarından kaynaklı
kendi kavmine nasıl yer açmaya çalıştıklarını yereldeki halk çok iyi
görüyor. Ama aynı zamanda o dönemde camiler ve medreseler günümüzün
üniversiteleri, okulları ve aslında medyayı da eklersek medyası gibi
çalıştıklarını hesaba kattığımızda, o dönemin imamları halkı ideolojik
açıdan nasıl bir bombardımana tabi tuttuklarını, böylelikle halkı nasıl
iktidara bağladıklarını anlamak çok zor değil. Buna rağmen bütün bunlar
artık halkı durduramıyor ve ortaya çıkan herhangi bir hareket hemen kısa
zamanda taraftar bulabiliyor.
Hasan Sabah’ın önderliğinde ortaya
çıkan Alamut direnişçileri, dini alanda ise neredeyse yılda bir tane
tarikat doğuyor. Bu durum Abbasileri zor duruma sokuyor. Abbasiler bu
dönemde dini alanda da ürettikleri bir şey olmadığını görüyoruz. Melik
Şah’ın elinde bir Nizam-ı Mülk var o da devlet ve yönetim konusunda
yeteneklidir. Dini açıdan iktidarın uygulamaları karşısında adeta bir
bunalım yaşanıyor ve bu konuda halkı tatmin edecek, onları dini
vaizlerle, yeni şeyler söyleyerek tekrar devlete bağlayacak kimse yok.
Nizam-ı Mülk bu konuda otorite değildir. İşte tam da böylesi bir dönemde
İmam Gazali bir “kurtarıcı” gibi iktidarın imdadına yetişiyor. O
dönemde değişik tarikat ve günümüzün misyonuyla ortaya çıkan farklı
partilerin yakalamış oldukları yüksek düşünsel seviye karşısında devlet
acizdir. Elinde bir zor kullanmış ama o da yüzyıllarca kullandığı için
yıpranmış ve işe yaramıyor. O halde elinde tek kalan silah ve insanların
en kolay teslim alınacağı araç, din kalıyor. Böylece devlete yeni ilahi
vasıflar yüklenecek, devletin şahsında da iktidar kutsallaştırılacak,
devlet Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak tanımlanacak, devleti ve
devletin başındaki kişiyi adeta Allah’ın yeryüzündeki tezahürü olarak
algılatılacaktır.
Uzun süren muhalefet mücadelesi, kendi içinde belli
bir yozlaşmaya başladığını hesaba kattığımızda, İmam Gazali’nin çıkışı
halka verilmiş taze kan gibidir. Bu süreç kısa bir zaman için iktidara
önemli başarılar sağlasa da daha sonraki dönemlerde ortalık tekrar toz
duman olduğunu görmekteyiz. O döneme kadar çok olumlu birikimler olarak
ortaya çıkan düşünsel akımların tarikat ve tarikat şeyhlerinin eline
geçiyor. Zaman içerisinde hepsi tüketiliyor. Sonuç iktidarın yedeği
olmaktan öteye bir işlev görmemekte, hatta halktan yükselen muhalefet
zamanlarında bu tarikatların devletin yardımcı kolu gibi görev
yaptıklarını da görmekteyiz. Burada mesele tarikatların sahip oldukları
fikirlerin veya kendini bağladıkları inancın yanlışlığına söylediğimiz
bir söz yok, söylemeye çalıştığımız şey, bir zamanlar çıkışı itibariyle
zulme, baskıya ve iktidara karşı muhalif olarak çıkan bu damarın sonraki
süreçlerde küçük olsun benim olsun mantığıyla tarikatlaştırılması ve
ailevi çıkarlar için kullanıldığı için de erken yozlaşmış olmasından
ibarettir.
HASAN HARAN