
İbranilerin tarihte ve günümüzdeki öyküsü doğru kavranmadan,
tarihsel-toplum gelişiminin tam bir anlatımı zordur. Tarihte İbranileri,
günümüze doğru Yahudiliği bir etnik topluluk veya ulus olarak
değerlendirmek büyük eksiklik taşır. Ortadoğu kökenli olan, ama tüm
dünyayı birinci derecede ilgilendiren, etkileyen temel bir kültür
kaynağı olarak değerlendirmek büyük önem taşır. Kültürden dar anlamda
bahsetmiyorum; maddi ve manevi kültürün toplamı olarak alıyorum. Konuya
ilişkin iki büyük yanlıştan kaçınmak gerekir: Birincisi, Yahudiliği
dünyayı yöneten güç olarak abartan, yücelten anlayıştır. ‘Tanrının
seçtiği ulus’ sözcüğü de bu kapsamdadır. İstismara çok müsait bu tip
abartmalardan ne kadar kaçınılırsa, konunun gerçekçi kavranışı o denli
kolaylaşır. İkincisi, Yahudiliği şeytanlaştırma, günah keçisi yapma
anlayışıdır. Tüm kötülüklerin kaynağında Yahudiliği görmek çok işlenmiş
bir görüştür. En az birinci abartma kadar yanlış kavrayışlara götüren bu
yaklaşımın etkilerinden uzak durmak, konuyu daha iyi anlaşılır
kılacaktır.
Diğer ciltlerde çeşitli açılardan İbranileri İbrahimi
dinler kapsamında görünür kılmaya çalışmıştım. Şimdi ise başka
yönlerden görüşümü yetkinleştirmeye çalışacağım. Esas olarak da
kapitalizm ve modernite bağlamında Yahudilik ve Yahudi sorunu
işlenecektir.
Roma İmparatorluğu’nun M.S. 70’te Mabedi ikinci
defa yıkmasıyla başlayan Yahudi diasporası (yeryüzüne dağılma), gerek
Ortadoğu’da, gerek Avrupa’da ve günümüze doğru da tüm dünyada büyük
sorunlar ve sonuçlara yol açmıştır. Gerçi daha önce de benzer sorunlar
ve sonuçlar yaşanmıştı. Hz. İbrahim’in Urfa’dan Kudüs yakınlarına
kadarki hicreti, yarattığı sorunlar ve sonuçları bakımından dünya
çapında büyümüş olarak etkisini halen sürdürmektedir. Oğullarının Mısır
serüveni, Yusuf olayı, Musa’nın hicreti de dünya çapında etki bırakmış
olaylardır. Kutsal Kitabın derlenişi, daha önceki ilk İbrani
Krallığı’nın kuruluşu, Babil sürgünü, Persler ve Greklerle o dönemde
başlayan ilişkiler de önemli sonuçlara yol açmıştır. Etkileri uygarlık
tarihinde belli bir yere sahiptir. Kutsal Kitabın derlenişi başlı başına
büyük bir olaydır. Bir nevi İbrahimî dinlerin resmiyet kazanmasıdır.
Kitaba sahip olmak, tarihi etkisi çok büyük bir olaydır.
Fakat
M.S. 70’ten sonraki diaspora çok daha köklü etkilere sahiptir. Burada
tarih yazmayacağım, kısacık değerlendirmelerle yetinmek durumundayım.
Diaspora ve yoğunlaşmanın Doğu ve Batı olarak (Seferad ve Aşkenaz) ikiye
ayrıldığı genel kabul gören görüştür. Etkileri de buna bağlı olarak
farklı olmuştur. Doğu Yahudiliğinin başta bugünkü Suriye, Irak, İran,
Hazar kıyıları, Rusya ve muhtemelen daha sonra İç Asya’ya doğru
yayıldığı, Yahudilerin önemli koloniler halinde yaşadıkları
bilinmektedir. Batı’ya doğru ise, genel olarak Roma İmparatorluğu’nun
etkinlik sahasında göçleri ve kolonileşmeleri sürekli gelişim
göstermiştir. Kuzey Afrika’dan Doğu Avrupa’ya, İberik Yarımadası’ndan
Balkanlara kadar göç ve kolonilere rastlanmaktadır. Anadolu ise, Doğu ve
Batı ayrımının gerçekleştiği merkez görünümündedir. Roma’nın yıkılışına
kadar etkileri dinsellik açısından önem taşır. Hem Musevilik olarak,
hem de Musevilikten doğma Hıristiyanlık olarak öncü bir etkiye sahip
oldukları şüphesizdir. Bir nevi dönemin manevi imparatorluğunu tesis
etmişlerdir.
Yahudilerin parayla nasıl ilişkiye geçtikleri,
parayı aynen manevi etki kadar nasıl etkili bir maddi güç haline
getirdikleri elbette uzun bir inceleme konusudur. Ama üzerinde stratejik
olarak çalıştıkları konulardan birincisi manevi kültür ağırlıklı din,
edebiyat ve bilimse, ikinci stratejik çalışma ve kazanç konularının da
para olduğu kesindir. Tarihte birincisinin manevi kültürü, ikincisinin
maddi kültürü stratejik konular haline getirmesi nedeniyle çok
önemlidir. Daha o zaman bu iki konuda öncülüğü ellerinde bulunduran,
dünya tarihinde stratejik önem kazanmış demektir. Tahminim, Yahudilerin
bu yüzyıllarda her iki konuda da stratejik öncülüğün derinliğine
farkında oldukları ve bunun için çalıştıklarıdır. Bunun temel nedenleri
yaşadıkları somut koşullardır. Nüfuslarının azlığı, Doğu ve Batı kökenli
iki uygarlığın sürekli kıskacında yaşamaları, kendilerini ideolojik
olarak ‘tanrının seçilmiş kulları’ olarak bilmeleri (Keskin bir
ideolojik hegemonya ile karşı karşıyayız), sürekli stratejik arayış
içinde olmalarını zorunlu kılmıştır. Nüfus azlığı, göç, kutsal inançları
ve sürekli katliam tehdidi altında bulunmaları hem kendilerini çok
bilinçlendirmiş, hem de sürekli ‘kurtuluş stratejileri’ geliştirmeye
(Devrimci kurtuluş stratejilerine ne kadar benziyor!) zorlamıştır. Yaşam
tarzları stratejik düşünmeyi ve kurtuluş araçlarını geliştirmeyi
dayatmaktadır. Aksi halde kendilerinden başka binlerce kabilenin başına
geldiği gibi yok olup bitmeleri işten bile değildir.
Bu noktada
sürekli bir direniş hali tek kurtuluş yolu oluyor. Direniş ise,
kesinlikle iki şey gerektirir: İnanç ve maddi araçlar. İnanç kendini
manevi stratejik unsur olarak yansıtırken, para ise kendisini stratejik
maddi unsur olarak yansıtmaktadır. Dolayısıyla Yahudilikte büyük önem
taşıyan manevi unsur olarak dinin stratejik rolüyle maddi unsur olarak
paranın stratejik rolü, kurtuluş amacında birleşen vazgeçilmez iki ana
kaynak oluyorlar. Neden Yahudi’de para ve din-mana egemenliği sorusuna
yanıt ararsak, cevap bellidir: Başka çareleri yoktur. Yaşam tarzları
sürekli direnmeyi gerektiriyor. Yok olmamak ve üstün kalitede (Çünkü
tanrının seçkin kulları olduklarına inanıyorlar) yaşamak için bu
şarttır. Direniş ise, kurtuluş stratejileri (ideolojik öncülük) ve maddi
stratejik olanak olarak para (maddi öncü) olmadan, sürdürülmesi zor bir
sanattır. Bunun için ya çölde (Araplar gibi) ya dağda(Kürtler gibi)
olacaksınız. Yahudilerde ikisi de yoktur. Geriye ideolojik ve maddi
olanak kalıyor.
Roma’nın çökertilmesinde içte Hıristiyanların
rolü hala tartışılmakla birlikte kesindir. İlk Hıristiyan Hz. İsa’nın
Yahudi kökenliliği dikkate alındığında, tümüyle olmasa bile, bir Yahudi
kanadın Roma’nın çökertilişindeki rolü tartışılamaz. Yıkılan iki mabedin
(Mabed yani tapınak, bir nevi Yahudi Başkenti Kudüs demektir) intikamı
alınmış oluyor. Kaldı ki, Saint Paul’un Roma’da başının kesilmesi
(Tarsus doğumlu ve ilk Hıristiyanlardan; Hıristiyanlık öğretisini
düzenleyenlerin başında gelir) karşılıksız kalacak değildi. Binlerce
Hıristiyan’ın çarmıha gerilmesi, aslanlara yedirilmesi, imhası
direnişlerinin bir parçası gibiydi. Yani diasporanın ilk başarılı
hamlesi, stratejik manevi güç olarak Hıristiyanlığın kullanılmasıyla
gerçekleşecektir. Roma’nın içten çökertilmesinin, objektif olarak Yahudi
diasporasının ilk büyük stratejik manevi hamlesinin sonucu olduğu
rahatlıkla ileri sürülebilir. Şüphesiz Avrupa’daki Germen, Hun ve Frank
kabile saldırıları da bunda çok etkilidir. Yine de iç etkenler
belirleyicidir.
Batı Yahudiliğinin Roma sonrası çıkışı, kentlerin
kuruluşu (M.S. 10. yüzyıldan itibaren Birinci Avrupa Devrimi) ve
etraflarında pazarın gelişmesiyle maddi planda gelişecektir.
Meta-para-ticaret ilişkisinin gelişmesi, Yahudilere ikinci stratejik
hamle gücünü, yani paranın stratejik rolünü kazandıracaktır. Paranın
egemenliği yarı yarıya kentin, dolayısıyla yükselen yeni devletlerin
yönetiminde rol sahibi olmak demektir. Zaten 10. yüzyıldan itibaren
Avrupa’nın manevi fethi (Hıristiyanlaştırılması) tamamlanmıştır. Bu
fetih Yahudileri dolaylı olarak olumlu ve olumsuz yönleriyle çok
etkileyecektir. Olumlu yönü, İbrahimî bir dinin Avrupa’yı fethetmesi;
olumsuz yönü ise, dar bir kabile dini (seçilmiş bir Yahudi dini) olarak
Museviliğin giderek sıkıştırılmasıdır. Seküler ve kabile Avrupa’sı,
Hitler’e ve günümüze kadar yaşadıkları birçok sorun ve bunalımın altında
Museviliğin manevi gücüyle Yahudiliğin para gücünün etkisini
görecektir. M.S. 1179’daki Katolik Hıristiyanlık Konseyi’nin ilk defa
Yahudileri gettolara kapatma kararı bu etkinin sonucudur.
Yahudilik
10. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın (Rusya da dahil) hem ideolojik hem de
maddi stratejik gücü olarak sürekli gelişim halindedir. Her kentin bir
zengini ve aydını mutlaka Yahudi’dir. Bu durumun büyük kıskançlığa,
çelişkilere ve çatışmalara yol açması kaçınılmazdır. İlk gettolar
(kapalı mahalleler) daha sonra olacakların habercisidir. Yahudilik bu
yeni durumlar karşısında da yeni strateji ve taktikler geliştirecektir:
Birincisi ‘dönme’ hareketi, ikincisi ‘seküler-laik’ hareketi. İkisi de
büyük sonuçları olacak hareketlerdir. Yahudiler bu iki stratejik yeni
hamleyle ortaçağdan başarıyla çıkış yapacaklardır. Unutmamak gerekir ki,
eski dinden dönme, İbrahim ve Musa’nın da ilk yaptıkları stratejik
hamlelerdir. Çıkış stratejik manevi hamle olarak rahatlıkla
değerlendirilebilir.
Yahudi yapı ustalarının Ortaçağ’da
kurdukları Mason locaları ilk seküler-laik hareket olarak düşünülebilir.
Yahudi kökenli büyük filozof Spinoza ise, kapitalist modernitenin
başlangıç mabetlerinden Amsterdam’da ilk büyük seküler-laik felsefi
çıkışın öncüsü olacaktır. Laiklik, başta Türkiye olmak üzere, İslam diye
adlandırılan (Ben kapitalist, sosyalist toplum veya ülke biçimindeki
adlandırmaları propagandatif bulduğum gibi laik, İslam, Hıristiyan,
Budist gibi ülke adlandırılmalarını da aynı maksat dahilinde
değerlendiriyorum. Toplumlara ilişkin ‘ahlaki ve politik toplum olan ve
olmayan’ biçiminde yapılan nitelendirmeleri daha gerçekçi buluyorum)
ülkelerde yoğun tartışma konularındandır. Laikliğin sekülerleşme
(dünyevileşme) anlamında dinsel dogmatizmden uzaklaşma ve özgürleşme
olarak olumlu bir işlevi vardır. Fakat laiklik, laisizm-laikçilik
anlamında kullanıldığında, kendisi de karşı bir kutup olarak hızla
dogmalaşabilir. Bu anlamdaki laisizmin diğer dinciliklerden pek farkı
kalmadığını önemle belirtmek durumundayım. Dönmelik (din değiştirme) de
Yahudi aleyhtarlığı geliştikçe hızlanacaktır. Ulus-devlet sürecinde
Yahudiliğin durumuna devam etmeden önce, Ortadoğu ve Doğu’da da bu yönlü
olup bitenler hayli etkili ve ilgi çekici olduğu için değinmek
gerekecektir.
İslamiyet’e kadar Yahudiliğin Pers-Sasani
Devletiyle iyi ilişkileri vardır. Saraylarda etkilerinin büyük olduğu
anlaşılmaktadır. Ester adlı ilk kadın peygamberin Sasani saraylarında
büyük rol sahibi olduğu bilinmektedir. Kutsal Kitapta da yeri vardır.
Büyük ihtimalle imparatorluğun hem ticari-para işlerinde, hem ideolojik
gelişmelerinde güçlü bir konuma sahiptirler. Bunda Perslerin kurucusu
Kuros’un Babil sürgünü sırasında (M.Ö. 596-546) Yahudileri Babil
Hükümdarı Nabokadnazar’dan kurtarması da güçlü bir gelenek etkisi
yaratmıştır. İran sahasında Yahudilik tarih boyunca her zaman
küçümsenmeyecek bir güç olmuştur. Arabistan, Kuzey Afrika, hatta Doğu
Afrika-Habeşistan’da Yahudilik benzer şekilde tarihte hep önemli bir yer
tutmuştur. Maddi ve manevi kültürel gelişmelerin tümünde etkileri
küçümsenemez.
İslamiyet’in çıkış döneminde, Yahudiler
Arabistan’da ticari dinsel grup olarak önde geliyorlardı. Verimli
arazilerde mülk sahibiydiler. Öyle anlaşılıyor ki, Arap olmuş Semitik
kökenli grupların başında gelmekteydiler. Süryanilerin de benzer bir
durumu söz konusudur.
Araplar bir anlamda İslami çıkışla Yahudi
tekeli yerine, kendi ticari ve iktidar tekelini kurma peşindeydi.
İslamiyet’in Yahudilikten çok etkilenmesi bunu teyit eder. Bu durum
kapitalist modernitedeki ulus-devlet kuruluşuna benzetilebilir. Ortaçağ
modernitesine Araplar İslam’la karşılık veriyorlar. Yahudiler ve
Yahudilikle ideolojik ve maddi çelişkilerinin temelinde bu gerçeklik
yatar. İslam’ın çıkışında etnik boyut kadar sınıfsal boyutun da önemli
rol oynadığını belirtmek gerekir. İslam’ın hızla yayılması ve
Yahudilerin ilk direnişlerini sert bir şekilde kırması karşısında, sanki
ikinci bir Roma felaketiyle karşılaşmış gibiydiler. Önlerinde iki yol
vardı: Ya yeniden sürgün, ya da ‘dönmecilik’. Bir kısmının İran’a, Kuzey
Afrika ve Anadolu’ya sığındığı tahmin edilebilir. Önemli bir kısmının
da görünüşte İslamiyet’i kabul edip özde kabul etmeme anlamında
takıyyecilik yaptığına, yani dönme eğilimine girdiğine dair çok örnek
vardır. Şoven Sünni Arap iktidarlarına karşı geliştirilen çok sayıdaki
başkaldırı ve mezhep hareketinde dönmelerin rolü kuvvetle tahmin
edilebilir. Yahudilerin özellikle İran ve Mezopotamya kökenli birçok
muhalif akımdaki payları araştırılmaya değerdir.
En ciddi gelişmeyi
ise Hazar Denizinin kuzey kıyılarında, bugünkü Türkmenistan ve
Azerbaycan’ın bir kısmında kurdukları Yahudi Hazara Türk Devletiydi.
Selçukluların ilk atası Selçuk Beyin bu devlette bir kumandan mevkiinde
olduğu rivayet edilmektedir. Dört oğlunun isminin de öz Yahudi ismi
olması bu rivayeti güçlendiriyor. Eğer bu doğruysa, İran üzerinde Arap
sultanlıklarına karşı geliştirilen birçok harekette olduğu gibi,
Selçuklu hareketinde de Yahudiliğin rolü küçümsenemez. Araştırılması
gereken çok önemli bir konudur bu. Anadolu, Yahudiliğin daha ilk çağda
ciddi bir merkeziydi. Grekler kadar Yahudiler de birçok kent kuruluşunda
yer almaktaydılar. Aralarında rekabet vardır. Batı’da ve Arabistan’da
sıkışan Yahudilerin Anadolu’da toplanması gelenekseldir. Anadolu’yu bu
nedenle İsrail’den sonra ikinci anayurtları gibi değerlendirmeleri bu
tarihsel perspektif içinde daha iyi anlaşılabilir. Ayrıca Anadolu
para-ticaret ve ideolojik hareketlerin güçlü pazarı konumundaydı ki,
bunda Yahudilerin rolü küçümsenemez.
Yahudilerin İspanya
üzerinden 1391, 1492 ve 1550’lerde dalgalar halinde Anadolu’ya
yerleştikleri bilinmektedir. Selçuklu ve Osmanlı sultanlıklarındaki
ağırlıkları göz önüne getirildiğinde, bunda ne denli kök bir yer işgal
ettikleri daha iyi anlaşılabilir. Ayrıca büyük bir dönme Müslüman
kitlesi de oluşmuştu. 1650’lerden beri Sabetaycılık (İzmir-Manisa
kökenli güçlü dönme hareketi) çok önemli bir rol oynamaktaydı. Bunların
Osmanlıların para ve maliye politikalarındaki etkileri bilinmektedir.
Belki de para ve ticaretin önemini kavratan öğretmen rolündelerdi. Ara
sıra ciddi çelişkiler ve mal müsaderesi yaşanmasına rağmen, birçok
sultanı tasfiye etme ve belirlemedeki rolleri inkâr edilemez.
Öyle
anlaşılıyor ki, dönmecilik Yahudiliğin ayakta kalmak için üçüncü büyük
stratejik çıkışı olmuştur. Dönmecilik olgusu olmasa, ne Doğu’daki İslam
çoğunluğu içinde ne de Batı’daki Hıristiyan çoğunluk arasında
varlıklarını sürdüremezlerdi. Dönmecilik bir yaşam stratejisi olarak
kavranmalıdır. Dinsel dogmatizm ifade özgürlüğünü tanımadığı müddetçe,
benzer ideolojilerde olduğu gibi döneklik, dönmecilik eğilimleri
kaçınılmaz olur. Yahudiler ortaçağda bu üç önemli stratejiyle tümüyle
imha olmadan da çıkmayı başarıyorlar.
Paraya sadece maddi çıkar
açısından bakmamak gerekir. Verdiği güç sayesinde yaşamlarını kurup
sürdürmelerini sağlıyor. İdeolojik güç oluşturmaları sayesinde ise,
manevi yöntemlerle hem etkili olmayı hem de hayatta kalmayı
başarıyorlar. Yahudilerdeki büyük aydın, yazar, düşünür, ideolog,
bilimci sayısının çokluğu tarih boyunca çok ihtiyaç duydukları manevi
önderlik konumlarıyla yakından bağlantılıdır. Birçok dini, felsefi,
bilimsel hareket geliştirmeleri yaşam stratejilerinin vazgeçilmez
gereklerindendir.
Dönmecilik stratejisi ise, asıl büyük önemini
ulus-devlet çağında gösterecektir. İlk ulus-devlet olarak İngiltere,
konunun kavranmasında kilit önemdedir. Hem Katolik kökenli olan
Protestan Hıristiyanlarına hem de Yahudilere sürgün ve katliam uygulayan
iki büyük güç olan İspanya ve Fransa kralları, 16. yüzyılda hem
İngiltere’yi Avrupa’da etkisizleştirmek, hem de çıkışını önlemek için
savaşlar da dahil büyük çaba içindeydiler. Yahudiler bu yüzyılda (16.
yüzyıl) kendileri için en emin yer olan İzmir-Anadolu,
Amsterdam-Hollanda ve Londra-İngiltere arasında sıkı ilişki içinde
olmakla birlikte (Üç güç arasında ittifak çalışmaları da var), giderek
Londra’yı merkez üs seçeceklerdi. O günden bugüne Londra bu konumunu
sürdürecektir.
Bu yüzyılda İngiliz ulus-devletine gidildiği
biliniyor. Ulus-devlet, bilindiği üzere sadece devlet kadrolarının
değil, tüm vatandaş ve devlet kadrolarının (aynı din gibi) ortak bir
ideolojik çerçeveyi paylaşmaları, bütün toplumun devlet üyesi, vatandaşı
sayılması anlamına gelir. İşte bu özellik İbrani kabilesinin başından
beri taşıdığı özelliğinin önce kavim, sonra ulus-devlet olarak
geliştirilmesidir. İbrani kabilesi, kavmi, en son olarak ulusu, hem
etnik hem de dini olarak bir bütündür. Daha doğrusu, etniklik aynı
zamanda dinselliktir, dinsellik ise etnikliktir. Ayrıca yönetenler ve
yönetilenler ayrımına bakılmadan, ortak amaçta birleşirler. Açıkçası (Bu
benim şahsi yorumumdur ve çok önemli buluyorum), ulus-devletçilik
İbrani kabile ideolojisinin geliştirilmiş bir türevi olarak, kendi
dışındaki tüm kavimler ve uluslara dayatılmış, uyarlanmış, değişime
uğratılmış bir biçimidir.
Kapitalist modern devletin İbraniler,
Yahudiler (günümüzde İsrailliler) tarzında örgütlenmesi kendini
ulus-devlet olarak görünür kılar. Daha da önemlisi, her ulus-devlet
çekirdeği ırksal anlamda değil, ideolojik anlamda Yahudi Siyonist
(Yahudi ulus-devletçiliği) karakterindedir. Ulus-devlet model olarak
Yahudiliğin kapitalist modernitede aldığı devlet formudur. Verner
Sombart, kapitalizmi Yahudiciliğin eseri sayarken, belki de ileri
gitmiştir. Büyük İngiliz tarih felsefecisi Coolinwood -yanılmıyorsam-,
ulus-devlet milliyetçiliğini tanımlarken, Yahudi evrenselciliğinin
(ideolojisi de denilebilir) zafer kazandığını söylemektedir; ama bunun
kendi soykırımcısı şahsında kazanılmış bir zafer olduğunu belirtirken,
kanımca bu gerçeği ifade etmek istemiştir. Ulus-devlet zafer
kazanmıştır. Bunun temelinde Yahudi ideolojisi (kabileciliği,
milliyetçiliği, Siyonizm’i) yatmaktadır. Ama sonuçta soykırımcısını da
beraberinde yaratmıştır. Aslında bu tespit önemlidir; genel bir özelliği
açıklamaktadır. Her milliyetçilik Siyonist’tir. Arap milliyetçiliği de
bu durumda Siyonist’tir. Filistin, Türk, Kürt, İran-Şii
milliyetçiliğinin hepsini öz olarak Yahudi ideolojisinin başta ulusalcı
tekellerce uygulanan biçimleri olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.
Zaten İngiliz ve Hollanda ulus-devlet milliyetçiliği araştırıldığında,
gelişiminde sadece teorik olarak değil, somut olarak da para-sermaye
olarak Yahudi tekellerinin büyük rol oynadığı çarpıcı biçimde
görülecektir.
Bunu komplo veya art niyet olarak görmemek gerekir.
Sermayeyi en çok ellerinde yoğunlaştıran tüccar, banker olarak
Yahudiler, her ulus-devletin teşkilinde muazzam bir yatırım ve barınma
alanı kazanmış oluyorlardı. Ulus-devlet Yahudi sermayesinin çığ gibi
büyümesine yol açıyordu. Verner Sombart teorisini bu şekilde
açıklasaydı, daha gerçekçi olabilirdi. Dünya çapında Yahudi sermayesi
büyürken, elbette kendi zıddını da üretecekti. Ulus tekelleriyle
ulus-üstü tekelin günümüzdeki çelişkileri de kaynağını bu gerçeklikten
alır. Açıkça anlaşılıyor ki, Yahudi sermaye birikimcileri tarihteki
sıkışıklıklarını da daima göz önünde bulundurarak, kendi geleneksel
ideolojik çizgileri temelinde ulus-devlet oluşumlarına tarihsel bir
hizmette bulunurken, bundan habersiz ve sorumlu tutulmaması gereken
Yahudi toplulukları üzerinde objektif olarak soykırımın temellerini de
atmış oluyorlardı. Biraz Hz. İsa ve ihbarcısı Yehuda İskaryot örneğini
hatırlatıyor. Yaklaşık üç yüz yıl Alman ulus-devletinin geliştirilmesi
için maddi ve manevi kültürlerini seferber eden (Alman ideolojisi Yahudi
ideolojisine boşuna benzemedi) Yahudiler, Hitler zamanına kadar en sıkı
Alman milliyetçileriydiler. En güçlü Siyonist milliyetçiler birçok
bakımdan Alman milliyetçiliğinin de güçlü temsilcisiydiler. Benzer
birçok örnek (özellikle Rusya, Osmanlı-Türkiye somutunda) sunmak
mümkündür. Coolinwood’un belirttiği Yahudi evrenselciliği
(milliyetçiliği-pozitivizmi-dinciliği) zafer kazanmıştır. Ama sadece
Yahudi soykırımını değil, tüm dünyadaki fiziki ve kültürel
soykırımcıları da beraberinde yaratarak.
Öneminden ötürü konuyu daha yakından görmek gerekir.
Yahudilik
ideolojik olarak etnik ve dini özelliğin iç içe geçtiği tarihsel-toplum
kimliklerinin belki de ilk örneklerindendir. Hz. İbrahim’den günümüze
kadar bu özelliğini korumaktadır. ‘Seçilmiş kavim’ inancı da eklenince,
kendilerini tüm toplumların üstünde görmeleri ideolojilerinin üçüncü
önemli özelliği olarak belirmektedir. Tarih boyunca bu üstünlük anlayışı
kendilerini diğer -öteki- toplumlarla karşı karşıya getirme
potansiyelini hep taşımış ve çoğunlukla soykırıma dek varan çatışmalara
da yol açmıştır.
Yahudilik bu çelişkiyle bağlantılı gelişen bir
ideolojik toplum özelliğini hep korumuştur. Doğal olarak kendilerini
koruma stratejilerini ve taktik araçlarını geliştirmek zorunda
kalmıştır. Koruma stratejileri, yapısı gereği teorik, ideolojik olarak
geliştirilmek durumundadır. Taktik araçlar ise daha çok maddi güçle
ilgilidir. Bunların başında para ve silah gücü gelmektedir. Para,
ticaret ve bankerlik yoluyla sağlanırken, silah daha çok teknik
yeniliklerle geliştirilmiştir. Her iki alanda Yahudilerin gücü
bilinmektedir ve kanıtlanmıştır. Bu konuda ilk ve ortaçağları bir yana
bırakalım; yeniçağ, yani modern çağımız gelişirken, şüphesiz dünya
çapında en örgütlü ve tecrübeli halk olarak Yahudiliğin yakın ilgisi ve
ilişkisi içinde olacaktır. 16. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa, özellikle
Amsterdam-Hollanda ve Londra-İngiltere merkezli kapitalist
dünya-sisteminin hegemonik yükselişi gelişirken, stratejik olarak güçlü
konumda bulunan Yahudi finans ve ideolojik gücü bunda önemli rol
oynayacaktır. O dönemi yakından inceleyenler bunu tespit etmekte güçlük
çekmezler.
Kapitalizmi Yahudiliğin icat ettiğini belirtmek (V.
Sombart) abartıya kaçabilir, ama sistem haline gelmede ve hegemonik güç
kazanmadaki rollerinin çok önemli olduğu inkâr edilemez. Londra ve
Amsterdam başta olmak üzere, tüm önemli kent pazar, borsa ve fuarlarında
Yahudi tüccar ve bankerlerin cirit attığı tüm araştırmaların
belirlediği bir olgudur. Ekonomi-politiğin bu konuda suskun kalması ve
görmezden gelmesi, ideolojinin körleştirme rolüyle ilgilidir. Marks’ın
Kapital’inde de dahil olmak üzere, ekonomi-politik konusundaki
değerlendirmelerde sermaye birikiminin etnik ve ulus menşeinin pek
işlenmemesi hem çok önemli bir eksikliktir, hem de oldukça
düşündürücüdür.
“Sermayenin dini, imanı, milliyeti yoktur” tekerlemesi
de yanlıştır. Sermayenin din, iman ve milliyetle çok sıkı bir bağı
vardır. Tabii bazı din, iman ve milliyet sahipleri birçok sermaye ve
iktidar tekelleri oluştururken, buna mukabil çoğunluğu
sömürgeleştirilir. En çıplak örnek günümüzde ABD’dir. Hem din, hem iman,
hem de milliyet olarak en çok sermayedarın oradan olduğu inkâr
edilemez.
Yahudiliğin kapitalizmin, modernitenin (kapitalist
modernitenin) diğer iki ayağı olan endüstriyalizm ve ulus-devlet
inşacılığındaki rolü de tartışmasızdır. Avrupa’nın birinci kent
devriminden beri (M.S. 1050-1350) gelişimini sürdüren Yahudi tüccar ve
bankerleri, 15.-18. yüzyıl ticari kapitalizm döneminde daha da
palazlanmış olarak çıkış yapmışlardır. Doğu’nun kentlerinde de (Kahire,
Halep, Şam, İzmir, Tebriz, Antakya, Bağdat, İstanbul vb.) benzer gelişme
sağlamışlardır. Endüstri Devrimi en kârlı saha olarak belirlenince,
ellerindeki büyük sermayeyi endüstriyel alana aktarmakta
gecikmemişlerdir. Bunu da açıklamaya pek gerek yoktur. Kârın yüksek
olduğu her yer, sermayenin hücuma geçtiği yerdir. Kâr kanunu denen ilke
de bu değil midir?
O halde hem kapitalizm damgalı hem endüstriyel
kapitalizmin modernitesi olarak modernitede Yahudi sermaye
tekelciliğinin önde gelen rolü nasıl hafife alınabilir, önemi nasıl
vurgulanmayabilir? Buna bilinçli bir çarpıtma denilmese bile, rahatlıkla
ideolojik körlük denilebilir. Kaldı ki, Yahudilik açısından bu durum
bir suç da değildir. Her ulusal, dinsel ve etnik toplulukta ticari ve
sınaî tekeller oluşabilir. Burada önemli olan, Yahudi ticari ve sınaî
tekellerinin stratejik rolleridir. Finans zaten ebed-ezel Yahudi
tekelinde varlık bulmuştur. Ekonomi-politiğin ticari, sınaî ve finans
tekelciliğinin genelde ideolojik (Liberalizm ancak propaganda değerinde
söz konusu olabilir), özelde milliyetçi, dinci, bilimci ve cinsiyetçi
ideolojilerle bağını çözümlemekten kaçınması, idea ettiği gibi ‘nesnel’
olma endişesinden ileri gelmiyor. Tersine nesnel olmama tüm tekellerin,
özellikle iktidar tekelleri de dahil, dinci, cinsiyetçi, milliyetçi ve
bilimci kimliklerini gizleyerek objektif bir bilim olmama haliyle
ilgilidir; somut, yaşanır gerçekliği can alıcı noktalarda gizlemesi ve
önemsiz kılmasıyla ilgilidir. Böylece bilim değil, ideolojik propaganda
aracı olarak işlev görmesiyle ilgilidir.
Dört yüz yıllık hegemonik
dünya sisteminde Yahudilerin stratejik konumları hala ticari, sınaî,
finans, medya ve entelektüel sermaye tekellerinde önemini daha da
arttırmış olarak devam etmektedir. Bu olguyu tespit etmeden, ne küresel
ne yerel hiçbir sorunu çözümleme (teorik) ve çözme (pratik) hakkıyla
mümkün değildir.
Yahudilik hem stratejik ideolojik güç, hem
stratejik maddi güç olarak modernitenin, ulus-devletin inşasında çok
daha belirgin bir konumdadır. Ulus-devlet aracılığıyla modernitenin
kesin kapitalist niteliğini açığa çıkarıp gerçekleştirirken, moderniteyi
ticari, finans, endüstri ve iktidar tekellerinin birleşmiş hali olan
ulus-devletle somutlaştırır, kesinleştirir. Yahudilik ulus-devletin
elbette tanrısı değildir. Ama kabile çağından günümüze kadar, ana
rahmindeki halinden bugünkü kocamış ve çürümüş yaşına kadar kendi
ustalık sahasında geliştirmiştir.
Komplo teorilerine hiç itibar
etmiyorum. Sıkça idealar ortaya atılır. Dünyayı yöneten gizli Mason
Cemiyetleri, Bilderberg Toplantıları, Davos Toplantıları, 12 Kişilik
Daimi Dünyayı Yöneten Konsey, BM’nin Yahudi aletliği vb.
isimlendirmelerle komplo teorilerine haklılık kazandırılmaya çalışılır.
Bunlarda gerçeklik payı taşıyan idealar bulunmakla birlikte, abartı
yanları, dogmatik ve bilimsel olmama hali bu teorilerin ortak
özelliğidir. Ama gerçek ortadadır. Mızrak çuvala sığmıyor. Yahudiliğin
kapitalist modernitenin her üç ayağında da üstünlüğü tartışma
götürmüyor. Her üç alanda da stratejik olarak ideolojik ve maddi güç
anlamında etkili ve hatta çokça belirleyici konumdadır. Sözümün
kapsamına dikkat edilmelidir: Kapitalist modernite sahasındaki
etkinliğinden bahsediyorum. Yoksa daha kapsayıcı olan tarihsel toplum
gerçeği olarak demokratik modernitelerden bahsetmiyorum. Yahudilik bu
modernitelerde de vardır. Ama stratejik gücünden çok şey yitirmiş
olarak.
Biraz sonra buna geçmeden, ulus-devleti biraz daha
çözmekte yarar vardır. Yahudi ideolojisi ortaçağdan çıkışta gerek
Hıristiyan gerek Müslüman muhaliflerini etkisizleştirme çabalarını yaşam
stratejileri açısından hiç eksik etmemiştir. Ulus-devlet modeli hem
bünyesinde taşıdığı ulus tanrıcılığı (Yahudilik’te Rab, ulus tanrıları
anlamındadır), hem de tüm ticari, finansal, endüstriyel, ideolojik ve
iktidar tekellerinin yoğunlaşmış hali olarak, bu konuya en uygun yaşam
stratejisi modeli şeklinde karşımıza çıkmaktadır.
Ulus-devlette laisizm,
Yahudi Ulusal Tanrısı Rab’ın konumunda işlev görmektedir. Yahudi
Masonluğunun bu yönlü kavram inşası çok önemlidir. Bu yönüyle ve bu
anlamda ulus-devlet Yahudiliğin en önemli evrensel yönetim aracıdır.
Yahudi tekelleri ulus-devlet modelini Anglo-Sakson kökenli tekellerle
Fransa ve İspanya İmparatorluklarını çözmek için etkili bir araç olarak
kullanmışlardır. Çünkü her iki güç diğer her iki güç (Hollanda ve
İngiltere) için ölümcül planlara sahipti. Katliam ve tarihten tasfiye
olma tehdidiyle karşı karşıya idiler. Ulus-devlet, en yoğunlaşmış bir
tekel gücü olarak bu yönlü organize olamamış ve daha çok ortaçağdan
kalma imparatorluk gelenekleriyle sonuca gitmek isteyen İspanya ve
Fransa tekelciliğine karşı başarı modeli olmuştur. I. Wallerstein, ünlü
eseri Dünya Sistemi’nde İngiltere’nin Fransa’ya karşı üstünlüğünü
belirleyen temel etkeni ulus-devlet sistematiği olarak açıklarken, bu
gerçeğin önemini belirtmiş olur.
Avusturya-Habsburg Hanedanı
çökertilirken, ittifak Prusya ulus-devlet şekillenmesini öne sürer.
Almanya’nın birliği Avusturya’nın önderliğinden çıkartılıp Prusya’nın
önceliğine verilir. Fransa Devrimi’nde geleneksel düşmanları olan krala
karşı her tür muhalefetin merkezi Londra olur. Mason teşkilatı ihtilalde
önemli rol oynar. Kralın başı kesilir. Daha önceki İngiltere ve
Hollanda Devriminde benzer tasfiyeler yaşanır. Prusya ulus-devleti
Fransa’nın yerine yeni hegemonik güç olarak çıkmak isterken, aynı oyun
Prusya’ya karşı oynanır. Marks bile muhalif olarak Londra’da ikamet
etmektedir. İttifak, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarıyla Almanya’nın
hegemonik iddialarını başarısızlığa uğratır. Hitler’in gerçekleştirdiği
Yahudi soykırımındaki asıl neden, Yahudi sermayesinin stratejik gücünü
İngiltere’den yana kullanarak, Almanların yenilgisinde önemli rol
oynamasıdır. Aynı ittifak yeni biçimlenmelerle soğuk savaşta Rusya’nın
hegemonik iddialarını da başarısızlığa uğratacaktır. Bu gidişle hiç
şüphe olmasın ki, idea edilen ve şimdilik bol varsayımı yapılan Çin’in
hegemonik ideası depreşirse, aynı akıbeti paylaşması güçlü olasılıktır.
Günümüzde
iki yüzü aşkın ulus-devlet, New York kent merkezli BM’de temsil
edilmektedir. BM’nin aynı ittifakın öncülüğünde hareket ettiği, en
azından ittifakın onayı olmadan tek bir karar çıkartamadığı
bilinmektedir.
Tekrar belirtmeliyim ki, iki yüz ulus-devleti
Siyonizm veya başka bir Yahudi güç yönetmiyor. Ama iki yüzü de (Buna can
düşmanları İran ve Arap ulus-devletleri de dahildir) Yahudi milliyetçi
paradigmayla kurulmuştur ve ipleri dört yüz yıldır aynı ittifak
çekirdeğinin elindedir. Ulus-devlet elitleri içinde hiç Yahudi bulunmasa
bile, gerek paradigmatik gerek ittifakın somut tedbirleri nedeniyle
(yani teorik ve pratik olarak) bağımsız hareket sahaları son derece
sınırlıdır. Yapacakları işler dört yüz yıllık kapitalist modernitenin
geleneksel ideolojik ve yapısal kalıplarına uygun oldukça problem
yoktur. Yola devam edebilirler. G. W. Bush’un deyimiyle, eğer ‘asi
devlet’ konumuna kayarlarsa, her ulus-devletin akıbeti Taliban
Afganistan’ı, Saddam Irak’ı ve tarihte onlarca örneği bulunanlarla aynı
olacaktır. Uluslararası sistem, BM statükosu denilen olgu budur.
Yetmiş
yıllık Sovyet Rusya’sı bile ancak kapitalist modernitenin gereklerine
tam uyum ifade ettikten sonra sisteme entegre edilmeye başlandı. Çin
daha erken entegre edildi. Açık ki, sistem gücünü baştan beri anlatmaya
çalıştığım iki stratejik güçten alıyor. İkisinde de Yahudilik tarihsel
ve güncel olarak belirleyiciliğe yakın konumdadır. Stratejik ideolojik
güç unsurları kültür endüstrisi, entelektüel sermaye ve medyadır.
İçerikleri milliyetçi, dinci, bilimci ve cinsiyetçidir. Stratejik maddi
güç unsurları ticari, sınai, finansal ve iktidar tekel yapılanmalarıdır.
Devlet sistemleri olarak ulus-devletin uluslararası ittifakları resmi
yapıyı ifade eder. Devasa iki stratejik güç alanının kendisini, resmi
ifade olarak devletler ve sistemleriyle karıştırmamak gerekir.
Ek
mahiyetinde kısa bir değerlendirmeyi de Anadolu Yahudiliği ile ilgili
sunmak önem taşımaktadır. Bu konuda ilk ve ortaçağlara kısaca
değinmiştim. Selçuklu-Yahudi ve Grek-Yahudi ilişkileri önemlidir. Doğu
Yahudileri ortaçağda Endülüs’ten Orta Asya’ya kadar yayılmışlardır.
Hazara Yahudi Türk Devleti bu sürecin ürünüdür. Dönmecilik ve açık
Yahudicilik İslam ülkelerinde yasaklanmış olmayıp, özellikle iktidar ve
devletlerin stratejik alanlarında geleneksel ideolojik ve maddi
güçleriyle etkilidirler. Ticaret ve bankerlik Batıdakinden aşağı kalır
bir konumda değildir.
Hıristiyanlarla geleneksel çelişkileri
(İsa’nın çarmıha gerilmesi ve Hıristiyanlığın Batı’nın resmi inancı
haline gelmesi) 1179 Lateran Konsey Kararıyla gettolaşmaya dönüşünce ve
1391 ile 1492 İspanya sürgünleri söz konusu olunca, Yahudiler kendileri
için daha çok anayurt ihtiyacı duymaya başladılar. ‘Vaat edilmiş ülke’
kavramı hâlâ canlıdır. Daha yükseliş döneminde Osmanlı saltanat
çevreleriyle kurdukları ilişkiler olumlu sonuçlarını verecektir.
Bankerlik ve ticaret Osmanlılar için de önemini arttırınca, Yahudilik de
konumunu güçlendirecektir. Osmanlıların sürekli Hıristiyan nüfus
üzerinde iktidarlarını yayıp geliştirmeleri, Batıda Hıristiyanlık
âleminde (Katolik ve Ortodoks olanları) konumları giderek zorlaşan
Yahudilerin İngiltere ile benzer bir ittifakı Osmanlı padişahları ile de
yapmalarını beraberinde getirdi. Ortak görüş 1550-1600 yıllarında bu
ittifakın güçlenmiş olduğudur. Aynı tarihte Protestan olan Hollanda ve
İngiltere ile de benzer ittifak geliştirilecektir. Protestanlık,
kapitalizm, ulus-devlet, modernite ve Yahudi ilişkisi araştırılmaya
değer önemli bir konudur.
İspanya İberik Yarımadasının
Müslümanlar ve Musevilerden temizlenmesi (1600’lere kadar tamamlanır),
karşı hamle olarak Anadolu’nun Hıristiyanlıktan temizlenmesini gündeme
getirir. Tarihin Anadolu’daki en eski halklarından olan, güçlü bir maddi
ve manevi kültür tarihi bulunan, ama erkenden Hıristiyanlaşmış Rumlar,
Pontuslular, Ermeniler ve Süryanilerin trajedisi, bu gündem nedeniyle
tersine dönmeye başlar. Akdeniz’in her iki ucundaki yarımadalar adeta
birbirlerine misilleme yaparcasına adım adım karşılıklı tasfiyeleri
gerçekleştirirler. Yahudilerin 1550-1600 hamlesinden sonra ikinci büyük
hamleleri İttihat ve Terakki Partisi ile (1890’larda; Siyonist Kongre
1896’da aynı dönemde kurulur) yaşanır. Selanik merkezli ve Sabetay’dan
(1650’lerden beri) gelme dönmecilik hareketiyle iç içe gelişen İttihat
ve Terakki’nin en azından bir kanadının Yahudi olduğu kesindir. İnşa
ettikleri ulusçuluk (Cohen, Wamberi) kelime olarak ‘Türk’tür; ama
içeriği Mason ve dönme olan Kürt, Arnavut ve Yahudilerle doludur.
Sosyolojik bir olgu olarak Türklükle pek ilgisi yoktur. Tümüyle siyasi
bir Türklük söz konusudur. Almanya ve İngiltere Yahudilerinin
üzerlerinde yarışan bir etkisi de önemlidir. Tarihi uzundur ve yeri
burası değildir.
Sonuçta bence Yahudiliğin Anadolu’daki
tarihleri, yaşadıkları sürgünler ve ulus-devlet inşa tecrübeleri
stratejik, ideolojik ve maddi güçleriyle birleşince, gerek Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, gerek hızla (muhtemelen 1926’larda)
ulus-devlete dönüştürülmesinde önemli bir rol oynar. Tıpkı 1600’lerde
Hollanda ve İngiltere’de olduğu gibi. Cumhuriyetin hızla ulus-devlete
dönüşmesini ve Anadolu Hıristiyanlığının tasfiyesinden sonra geleneksel
İslam ve Kürtlerin kültürel tasfiyelerinin gündeme gelmesini
(Hıristiyanların fiziki tasfiyeleri de söz konusudur) sadece Türklerin
ulus olma projesi olarak sunmak büyük yanlışlıklar içerir. Konu daha
kapsamlıdır ve Yahudilerin Anadolu’yu İsrail’den önce Yahudi anayurdu
olarak kabul etmeleriyle yakından bağlantılıdır. Bu konunun Yahudiler
arasında çok tartışıldığı bilinmektedir. Mustafa Kemal’e dayatılan
Selanik veya Edirne merkezli Yahudi projesi örtbas edilen bir konudur.
Ancak İsrail’in kuruluşuyla birlikte bu projenin önemini yitirdiğini
belirtmek mümkündür. Ama Anadolu’da TC üzerinde Yahudilerin ve İsrail’in
ilgisi halen stratejiktir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin inşasında
Mustafa Kemal Atatürk’ün konumu tartışmasızdır. Ama kendisine rağmen
tanrısallaştırılması, tarih boyunca çok yerde yaptıkları gibi bir Yahudi
ideolojik kurmacasıdır. Yahudi evrenselciliğinde (Levhi Mahfuz, kader,
yasacılık, determinizm, ilerlemecilik; Sümer tanrı kurmacalığının tek
tanrılı dinlere dönüştürülmüş biçimi) tanrısallaştırılma çok
geliştirilmiş ve uygulanmış bir kavramdır. Gerek peygamberlerce, gerek
modernite döneminde entelektüellerce geliştirilen her türlü edebi
ütopya, altınçağ, teori, varsayım ve kanun gibi zihniyet
kavramlaştırmaları bu gelenekle yakından bağlantılıdır. Tüm Ortadoğu
halklarına ilişkin olduğu gibi, Türkler üzerinde de bu yönlü yoğun
tanrısal seküler-laik hegemonik dogmalar inşa ettikleri doğru
çözümlenmedikçe, bölgeyi kavramak eksik ve zor olacaktır.
Elbette
Yahudilerin maddi güçleri de stratejik önemdeydi. M. K. Atatürk’ün bu
eğilime teslim olmadığına inanıyorum. Ama çok okumasına ve araştırmasına
rağmen (Sümer ve Hititlere kadar inmesi boşuna değil), tam çözümlediği
kanısında değilim. İyi bir cumhuriyetçi olmak istediğinden, bunun
ulus-devlet olarak değil demokrasi olarak geliştirilmesini istediğinden
de kuşku duymuyorum. İdea edildiği gibi anti-Kürt ve anti-İslam da
değildir. Fakat İslam-laik sorunu (Laiklik ancak 1937’de anayasaya
girer) ile Kürt sorununa başlangıçta liberal yaklaşımlarını
sürdüremediğine, bunun nedeninin de etrafının dönme İttihatçı kadrolarla
sıkıca kuşatılması olduğuna dair kuşkularımı da önemle belirtmek
durumundayım.
Türkiye Cumhuriyeti üzerinde daha 1926’larda
başlayan hegemonik çekişmenin (laiklerle İslamiler arasında) tüm hızıyla
devam etmesi, bence Mustafa Kemal Atatürk’ün kusuru ve istemi
doğrultusunda değerlendirilmemesi gereken bir konudur. Kendi eğiliminin
Demokratik Cumhuriyet doğrultusunda olduğuna dair kanıt ve işaretler
daha çoktur. Hegemonik çekişmenin yaşadığımız günlerde taraflardan biri
lehine tam başarıyla sonuçlanacağına inanmıyorum. Büyük bir demokratik
geleneğe sahip olduğuna inandığım Anadolu topraklarında, bu sefer
Demokratik Cumhuriyet çıkışının güç ve başarı kazanacağına dair
umutlarımın arttığını belirtmek isterim. Anadolu ve Türkiye üzerinde
hegemonik mücadelenin içyüzünü savunmanın ayrı bir cilt olarak düşünülen
Ortadoğu bölümünde sunmayı umuyorum.
Yahudiliği sadece
kapitalizm, modernite ve ulus-devlet bağlamında düşünmek eksik ve yanlış
olur. Demokratik modernite üzerinde de önemli etkisi olmuştur. Tarih
boyunca tıpkı iktidarcı-devletçi kanat (Yahudi Krallığı, İsrail Devleti)
kadar olmasa bile, yine de güçlü bir Yahudi demokratik uygarlık
modernite kanadı hep olagelmiştir. Yoksul ve kabile bağları zayıf
Yahudilik de tarihte hep kendinden bahsettirmiştir. Hz. İbrahim’in
cariye Hacer’den olma oğlu İsmail’den Mısır’daki Yusuf’a, Musa’nın
kızkardeşi Meryem’den İsa’nın annesi Meryem’e kadar çok sayıda
peygamber, yazar, aydın, sosyal anarşist, feminist, felsefeci ve bilim
adamı ve tüm emekçi halkıyla Yahudiliğin diğer yüzü demokratik uygarlık
ve modernite mücadelesinde büyük buluşlar, icatlar, teoriler, devrimler
ve sanat eserleri gerçekleştirmişlerdir. Yahudiler ideolojik ve maddi
güçlerini hep tekeller uğruna harcamamışlardır. Daha aydınlıklı, adil,
özgür ve demokratik bir dünya için de çok önemli çaba ve başarıları
olmuştur. Hangi peygamber hareketini, kardeşlik ve yoksullar
dayanışmasını, ütopik hareketi, sosyalizm, anarşizm, feminizm ve
ekolojik hareketi Yahudisiz düşünebiliriz? Felsefi ekoller, bilimsel ve
sanatsal hareketler, dinsel mezhepler Yahudisiz çok az düşünülebilir.
Kapitalizme karşı sosyalizm, ulus-devletçiliğe karşı enternasyonalizm,
liberalizme karşı komünalizm, toplumsal cinsiyetçiliğe karşı feminizm,
endüstriyalizme karşı eko-ekonomizm, dinciliğe karşı laisizm,
evrenselciliğe karşı görecilik Yahudilik ve Yahudiler olmadan acaba ne
kadar gelişebilirdi?
Açık ki, Yahudilik her iki modernite dünyası
açısından da önemlidir. Tarihin önemli kısımlarında ve günümüzde bu
önemlerini korumuşlardır. Buna rağmen, Yahudi sorunu tarihte olduğu gibi
günümüzde de varlığını korumaktadır. Başta da belirttiğim gibi,
Yahudiliğe tanrının seçkin topluluğu olarak bakmak da, günah keçileri
olarak görüp değerlendirmek de, çokça örneği görüldüğü gibi vahim
yanlışlıklara ve oluşumlara yol açar. Önemine binaen konuya taslak
düzeyinde eğilme gereği duymam bu nedenledir. Hem yerel hem küresel
çözümlemeler, Yahudi gerçekliği göz önüne getirilmeden, yeterince doğru
ve sonuç verici olamazlar.
Konuyu bağlarken, K. Marks’ın bir
sözünü tekrarlamak isterim: Marks, “Proletarya kendini kurtarmak
istiyorsa, bu işin dünyayı kurtarmadan gerçekleşemeyeceğini bilerek
hareket etmelidir” demişti. Ben de diyorum ki, Yahudilik eğer kendini
kurtarmak istiyorsa, bunun dünyayı kurtarmadan gerçekleşmeyeceğini
bilerek, stratejik olan ideolojik ve maddi gücünü bu temelde
kullanmalıdır. Demokratik modernite bu temelin başında gelmektedir.
A.Öcalan
Kaynak: lekolin.org