12 Temmuz 2010 Pazartesi

Kürt kamuoyu, Türk kamuoyu

Bir başka mektupta ise Günlük gazetesinde yayınlanmış bir makale gönderilmiş, aynı
konuya değiniliyor:
“...Kameramanın çektiği görüntüler son derece ayrıntılı. Gerillaların cansız bedenlerini baştan sonuna kadar, en ince ayrıntılarına kadar izleyen ve görüntüleyen kameramanların tarihe büyük izler bıraktıkları kesin. Daha doğrusu çekimleri yapan kameramanlar bir vahşeti, 21. yüzyılda Türk devletinin Kürtlere, Kürtlerin ölülerine, cansız bedenlerine uyguladıkları vahşeti tarihe kaydediyorlar... Bakamıyorum, gözlerimi kapatıp açmak zorunda kalıyorum bir an. Evet, insanlığın bittiği bir yerdeyiz... 21. yüzyılda, insanlığın ulaştığı bu çağda bir vahşet, düpedüz yaşanan bir vahşet fışkırıyor karşımdaki ekrandan. Amaçları Kürt halkının iradesini kırmak, Kürt kadın ve gençlerinin gözlerini korkutmaktır.”
Günlerdir Hakkâri, Şemdinli, Diyarbakır, Van gibi birçok Güneydoğu il ve ilçesinde öldürülen PKK’lılar için törenler düzenleniyor. Cenazeleri karşılamaya giden topluluklar, ‘Şehidimiz hoş geldin’ pankartları açıyor. Öldürülen PKK’lıların ailelerine verilmeyip, çatışma yerinde gömüldükleri gerekçesiyle büyük gösteriler yapılıyor, polisle çatışmalar çıkıyor.
Kürt kimliğini savunan siyasi akımın etkili olduğu yörelerde öldürülen PKK’lılar ‘terörist’ diye değil ‘şehit’ diye karşılanıyor ve öyle muamele görüyorlar.
Güneydoğu’nun son günlerdeki manzarası bu...
Bir diğer ifade ile söylemek gerekirse: Orada tamamen farklı bir psikoloji ve tamamen farklı bir kamuoyu oluşmuş durumda...
***
Türkiye’nin batısında PKK saldırılarında yaşamlarını yitiren askerlerin cenazeleri kaldırılıyor. TV kanalları, gazeteler, cenaze törenlerini, asker ailelerinin acılarını kamuoyuna yansıtıyorlar. Cenaze törenlerinde ‘Şehitler ölmez vatan bölünmez. Kahrolsun PKK’ sloganları atılıyor.
Batı’daki kamuoyu öldürülen PKK’lıların sayılarını, nerede öldürüldüklerini TV’lerden öğreniyor. Onların isimlerini  bilmiyor, kim olduğuna pek de aldırmıyor. İşin o boyutu, egemen kamuoyu için fazla bir anlam ifade etmiyor. Batıdaki kamuoyu için, öldürülen PKK’lılar, bir istatistikten öte bir anlam taşımıyor.
İki yakayı da imkanları el verdiği oranda anlamaya çalışan biri olarak, ülkemizde iki farklı kamuoyunun ve iki farklı duyarlılığın oluşmakta olduğunu endişe ile gözlemliyorum. Gerçekten de psikolojik olarak iki taraf birbirinden kopuyor.
Elbette ki, hem Batı’daki kamuoyunda hem Güneydoğu’daki kamuoyunda, bu ‘genel psikoloji’den farklılık gösteren sesler var. Her iki tarafta da karşı tarafın acısını algılayabilen, karşı tarafla empati kurabilen insanların olduğunu görüyoruz. Bu insanların ortak bir kamuoyu oluşturma potansiyelleri de var.
Ama, ‘bu savaş bir an önce bitsin, soruna çözüm bulunsun’ diye düşünebilen ve empati kurabilen bu tür insanların sayısındaki artış, sürecin genel akışını çok etkileyecek güçte görünmüyor. Özellikle de Güneydoğu bölgesinde, bizim TV’lerde izlediğimiz, gazetelerde okuduğumuzdan  çok farklı bir ruh hali derinlik kazanmaya devam ediyor.
***
Güneydoğu’da farklı bir siyasi kültür, farklı bir toplumsal algı oluşuyor..
Burada oluşan yeni psikolojiyi ve yeni siyasal kültürü algılamayan veya ona aldırmayan, konuyu ‘dağlarda çözülmesi gereken askeri bir sorun’ olarak görmekte ısrar eden anlayış devam ettiği sürece, Güneydoğu’daki ruhsal kopuş devam edecek.
Bu sorunu kendi gerçekliğinden koparıp bir ‘askeri sorun’a, bir ‘terör sorunu’na indirgeyen anlayışın, bu mantıkla yeni bir çözüm yolu üretmesi mümkün görünmüyor.
Kürt sorunu, son derece büyük toplumsal, kültürel ve  psikolojik derinliği olan bir sorun. Çözümü de siyasetten, uzlaşmadan, diyalogdan geçiyor.
Siyasetin, bir an önce, bu konunun asıl sahibi olarak sahneye çıkması, Meclis’in devreye girmesi gerekiyor. Siperlerde fotoğraf çektirme yarışıyla bir yere varılamayacağı artık anlaşılmalı.
Tren kaçmadan, uçurum daha da büyümeden...

‘Türk Kanı’ Taşımayanlar


Geçtiğimiz hafta Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, TSK’nın içindeki çeteleri, cuntacıları, TSK’nın istihbarat zaaflarını haberleştirenleri eleştirirken “Türk kanı taşıdıklarına inanmıyorum” dedi ama kimseden tepki görmedi. Ocak 2008’de, Kırşehirli 13 lise öğrencisi kendi kanlarıyla yaptıkları Türk bayrağını çerçeveleterek dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’a hediye etmiş, Büyükanıt bayrağı nemli gözlerle “Biz böyle büyük bir milletiz” diyerek basına takdim ettiğinde de pek ses çıkmamıştı. Haziran 2009’da Gaziantep Üniversitesi Bilişim Kulübü üyesi gençlerin kendi kanlarıyla yaptığı bayrak, Genelkurmay Başkanlığı Karargâhı’nda, İlker Başbuğ adına Kurmay Deniz Albay Dursun Çiçek tarafından huşu içinde teslim alındığında da kimse garipsememişti. Anlaşılan TSK’da ve toplumda güçlü bir ırkçı damar var. Gelin bu hafta Türk milliyetçiliğinin ırkçı damarının tarihçesine bir göz atalım.
‘Türk kanı’ taşımayanlar/Ayşe Hür
Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam adlı otobiyografik eserinde, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Kafkas Cephesi’nde yaşadığı bir anısını anlatır. Savaş patladığında 17 yaşında bir Muallim Mektebi öğrencisi olan yazar, cephede Anadolu köylülerinden oluşan bir grup askerle konuşurken onlara sorar: “Bizim dinimiz nedir?” Her kafadan bir ses çıkar: Kimi “Hazreti Ali dinindeniz” der, kimi “İmam-ı Azam dininden” Aydemir sorar: “Peygamberimiz kimdir?” Yine karışık sesler çıkar. “Enver Paşa” diyen bile vardır. Aydemir bir adım daha ileri gider: “Hangi millete mensupsunuz?” Yine her kafadan bir ses çıkar. Aydemir işi kolaylaştırmayı dener: “Biz Türk değil miyiz?” Askerler hep bir ağızdan cevap verirler: “Estağfurullah!”
‘Estağfurullah!’tan ‘Ne Mutlu Türküm diyene!’ye giden kısa ve radikal yolun mühendisi Atatürk’ün söyleminde her hareket, atılan her adım, yapılan her teşebbüs, başına bir ‘milli’ sıfatı alır: ‘Milli Mücadele’, ‘Misak-i Milli’, ‘Milli Sır’, ‘Milli Hudud’... Atatürk’ün deyimiyle kin, nefret bile ‘milli’dir. Örneğin 16 Mart 1923’te Adana Türk Ocağı’ndaki konuşmasında şöyle der: “Bu millet milli benliğini idrak ve bunu bütün dünyaya ispat eylemiştir. Milletleri yükselten bu havasa bir amil daha ilave edelim: İntikam hissi. Milletlerin kalbinde intikam hissi olmalı. Bu, bayağı bir intikam değil, milletin hayatına, ikbaline, refahına düşman olanların zararlarını gidermeye yönelen bir milli intikamdır.”

Anasır-ı İslamiye’den Türk ırkına
Atatürk’ün ‘millet’ kavramının üç evresi vardır. Bunlardan ilki, 1919’dan 1922’ye kadar süren ‘Milli Mücadele’ yıllarında Anadolu’nun ve Rumeli’nin Müslüman ahalisini Düvel-i Muazzama’ya karşı seferber etmek için kullanılan ‘dinî’ tanımdır: “[Büyük Millet Meclisi’ni] teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslamiyedir, samimi bir mecmuadır...”
İkinci evrede, ‘dinî’ tanım yerini yavaş yavaş ‘siyasi’ tanıma bırakır. Atatürk ‘siyasi’ bir terim olarak ‘Türk’ü ilk kez 21 Eylül 1922’de Büyük Zafer’e ilişkin beyannamesinde kullanacaktır. ‘Türkiye Halkı” ifadesi ise 8 Nisan 1923’te Halk Fırkası’nın kuruluşunu müjdeleyen Dokuz Umde’de boy gösterir.


Paralel tanımlar
24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasından itibaren ise, ‘dinî’ nitelikli ‘millet’ kavramı artık kullanılmaz, ama sadece ‘siyasi’ millet kavramı da kullanılmaz. Bunun yanı sıra bir de ‘ırksal’ ya da ‘etnik’ millet kavramı ile tanışırız. Örneğin 1924 Anayasası’nın 88. maddesi “Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk’ denir” iken, aynı yıl basılan Türkiye Tarihi adlı kitapta, ‘Türk ırkının üstün özelliklerinden’ bahsedilir. Veya Mustafa Kemal, 30 Eylül 1926’da, Çankaya’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı Kongresi adına gelen heyete “Bu kadar mühim olan spor hayatı, bizim için daha mühimdir. Çünkü ırk meselesidir. Irkın ıslah (iyileştirilme) ve küşayişi (ferahlığı) meselesidir. Istıfası (ayıklanması) meselesidir ve hatta biraz medeniyet meselesidir...” derken, 20 Ekim 1927 tarihli Gençliğe Hitabesi’nde “Ey Türk genci, muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur” veya ortaöğretim kurumlarında okutulmak üzere 30 bin adet basılan 1931 tarihli Türk Tarihinin Ana Hatları kitabının giriş bölümünde “...Bütün tarihte böyle bir ırkı, bir millet halinde görmek, bilhassa zamanımızdaki insan heyetlerinin pek çoğuna nasip olmayan büyük bir kuvvet ve büyük bir şereftir” yazarken, 1931 tarihli CHF programında ırka değinmeyen şu ifadeler kullanılır: “Millet, dil, kültür ve mefkûre [ülkü] birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasi ve içtimai heyettir.”

Köle olmak hakkı
Bu dönemin yıldızı 1923-1930 arasında İktisat ve Adliye Vekili olan Mahmut Esat Bozkurt’tur. Bozkurt, Ankara Üniversitesi’nde Atatürk’ün direktifleriyle verdiği derslerden derlediği Atatürk İhtilali (Altın Kitaplar, 1967) kitabında “Türkün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir”; “Türk devleti işlerini Türk’ten başkasına vermeyelim (...) Yeni Türk Cumhuriyeti’nin devlet işleri başında mutlaka Türkler bulunacaktır. Türk’ten başkasına inanmayacağız” der. Bozkurt’u tarihe geçiren ise, 18 Eylül 1930’da Ödemiş Yaylası’nda irat ettiği “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır” nutku olacaktır. Ancak, bu nutuk, Bozkurt’un bakanlıktan istifasına neden olur.

Beyaz, sarışın Alpin ırkı
Bu ikili tavır bir kafa karışıklığının eseri midir, yoksa bilinçli bir tercih midir sorusunun cevabını vermek kolay değil ama Avrupa’da Nazilerin ve faşistlerin iktidara el koymasıyla birlikte, Türkiye’nin de yolu netleşecek ve söylem tekleşecektir. 1928’de Mustafa Kemal’e Türk ırkının sarı ırka mensup olduğunu ve bu nedenle de ikinci tip insan olduğunu yazan Fransızca bir kitap göstererek “Bu böyle midir Paşam” diye soran Afet İnan’a, Atatürk, “Hayır olmaz, bunun üzerinde meşgul olalım, sen çalış” diyecek, bu çalışmanın meyvesi de ‘Türk Tarih Tezi’ olacaktır. Bu teze göre “Beşeriyetin en yüksek ve ilk medeni kavmi, vatanı Altaylar ve Orta Asya olan Türklerdir. Çin medeniyetinin esasını kuran Türklerdir. Mezopotamya’da İran’da milattan en aşağı 7000 sene evvel beşeriyetin ilk medeniyetini kuran ve beşeriyete ilk tarih devrini açan; Sümer, Akat ve Elam isimleri verilmekte olan Türklerdir. Mısır’da deltanın otokton sakinleri ve Mısır medeniyetinin kurucusu olan Türklerdir.”
1932’de toplanan Birinci Tarih Kongresi’nde ‘üstün Türk ırkı’ Reşit Galip tarafından şöyle tanımlanır: “Uzun boylu, beyaz simalı, düz veya kemerli ince burunlu, muntazam dudaklı, çok kere mavi gözlü ve göz kapakları çekik olarak değil ufkî açılan ‘Alpin ırkı’ (...) A grubu kan gibi uzvi (organik) özelliklere; medeniyet, kahramanlık, sanat yeteneği gibi içtimai (sosyal) özellikleriyle tanınır.”
Kongreye sarışın bir köylü karı-koca ile yavrularını Türk ırkının örnekleri olarak sunan Antropolog Prof. Şevket Aziz (Kansu) Bey, Gazi’ye dönüp kendisini bu ‘mütekâmil’ (gelişmiş) ırkın önderi olarak selamlar ve büyük alkış toplar.

Dixon ve Pittard’tan seçmeler
Yine aynı yıl, Keriman Halis’in Belçika’da Dünya Güzellik Kraliçesi seçilmesi üzerine “Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihî olarak bildiğim için, Türk kızlarından birinin dünya güzeli intihap olunmuş olmasını (seçilmesini) çok tabii buldum” diyen Atatürk’ün ırk diye bir şey olmadığını gayet iyi bilmesi gerekir çünkü Dr. George Montandon’un Irk ve Irklar adlı kitabında şu bölümlerin altını çizmiştir: “Dixon’un aynı kafatası endeksine sahip halkların genetik akrabalığı temeline dayanarak yapmaya çalıştığı ırk sınıflandırması kadar yapay bir sınıflandırma yoktur... Başlangıçta saf ırk yoktur. Saf ırklar yavaş yavaş artan bir gelişmeden kaynaklanmıştır. Alışılagelmiş inancın tersine ilk tarih ve tarih öncesinde bugünkünden daha saf ırklar görülmemiştir.”
Atatürk, Eugene Pittard’in Irklar ve Tarih, Tarihe Etnolojik Giriş adlı kitabının girişindeki ırk kavramı ile ilgili şu bölümün de altını çizmiştir: “Irk sözcüğü tamamen yanlış olarak kullanılmaktadır. Irk bir fiziki tipi, temel olarak doğal bir grubu temsil etmektedir. Bu kavramın tamamen yapay gruplamalar olan halk, milliyet, dil gelenekler gibi kavramlarla genellikle hiçbir ilgisi yoktur. Bu kavramlar antropolojik kavramlar değillerdir. Sadece ürünü oldukları tarihle ilgilidirler. İşte bunun içindir ki; bir Bröton ırkı yoktur. Fakat Bröton halkı vardır. Bir Fransız ırkı yoktur, bir Fransız halkı vardır. Bir Aryan ırkı yoktur, Aryan dilleri vardır. Bir Latin ırkı yoktur, Latin uygarlığı vardır...”

Öjenik ‘bilimi’ iş başında
Ancak, ortada ‘ırk’ diye bir şey olmadığını bilen Atatürk’ün yol göstericiliğinde, tarih, arkeoloji, filoloji, etnografya, etnoloji, öjenik (=ırk ıslahı bilimi) ve antropoloji gibi ‘bilimsel’ disiplinlerin yardımıyla ‘Türk ırkı’ icadına girişilmesinde mahzur görülmeyecektir. Darülfünun’da (1933’ten sonra İstanbul Üniversitesi olur) kurulan ilk bölüm antropoloji bölümüdür. Yine Atatürk’ün direktifleri doğrultusunda kurulan Türk Antropoloji Tetkikat Merkezi’nin ilk işleri arasında “Karaca Ahmet Mezarlığı’ndan toplanan kafataslarının ölçümü” ile “Türk, Ermeni, Rum ve Musevi gibi farklı ırki kökenlere sahip çocuklar üzerine” karşılaştırmalı araştırmalar yapmak vardır.

64 bin kafatasının ölçümü
Türk Tarih Tezi’nin mucitlerinden Afet İnan, ‘Türklerin brakisefal Alpin ırkının mükemmel temsilcileri olduğunu göstermek üzere’ İsviçreli Antropolog Pittard’ın nezaretinde yaptığı doktora çalışmasının önsözünde şöyle der: “Mustafa Kemal Atatürk büyük devlet işleri arasında tarih etütleriyle bizzat meşgul olurdu. Kurtardığı milletin tarihini ilmî yollardan araştırmak için tarihçilere vazifeler vermişti... 1936 yılında bütün memlekette büyük ölçüde antropometrik bir anket yaptırmak arzumu Atatürk’e anlattım. Uygun gördüler ve beni teşvik ettiler. Bunu hükümetten rica etmemi emir buyurdular.”
Nitekim tam 64 bin kişiyi kapsayan bu dev ‘ırkçı’ çalışma (ki Nazi Almanyası’nda bile böylesi yapılmamıştır), Başbakanlık, Milli Güvenlik Bakanlığı, Sıhhat Bakanlığı ve Eğitim Bakanlığı’nın her türlü desteği ile yürütülmüş, ölçümler sivil ve askerî doktorlar, sıhhiye memurları, beden eğitimi öğretmenlerince yapılmış, askerler gönüllü denek olarak Afet İnan’ın emrine sunulmuştur.
Önce ideoloji sonra hipotez
Bu ve benzeri çalışmalarda kullanılan bazı yöntemler şunlardır: Yaşayan insanların başının ölçümü (sefalometri), kurukafanın ölçülmesi (kraniyometri), insanın bedensel özelliklerinin ölçülmesi (antropometri), kafatasından karakter teşhisi (freneloji), saç tiplerinin, boy ve bacak uzunluğunun, kafa şeklinin ve beyin ağırlığının ölçülmesi, yüz, göz, çene ve burun indekslerinin hesaplanması.
Ama aslında görünüşte bile bilimsel kriterlere uyulmaz. Çalışmalar henüz vücut gelişimini tamamlamamış gençler üzerinde yapılır, ölçümlerde standart aletler kullanılmaz, malzeme seçiminin hangi kriterlere göre yapıldığı açıklanmaz, bazen malzeme sayısı hipotezi doğrulayıncaya kadar arttırılır, bazen tek bir örnekle makaleler yazılır, bazen bir ‘araştırma’ bile yapılmadan sonuca varılır. Bütün bu yönlendirmelere rağmen ‘bilimsel’ bulgular hâlâ ideolojik hipotezle çelişiyorsa, ‘sosyal koşullar’, ‘âdet ve ananeler’, ‘köyde büyümek’, ‘denize yakın yaşamak’, ‘muhtelif sebepler’ gibi özürler sıralanır. Böylece, gerçek bilimin, istenildiği zaman nasıl da ‘sözde’ bilim haline getirilebileceğinin mümtaz örnekleri sunulur.


Kirlenmeyen tek şey

Bu yılların önemli ırkçı siyasetçilerinden biri 1931 ve 1936 arasında CHP Genel Sekreteri olan Recep Peker’dir. Atatürk tarafından Ankara ve İstanbul Üniversitesi’nde ders vermekle görevlendirilen Peker İnkilap Dersleri Notları (Ulus Basımevi, 1936) adlı kitabında “İnsanlık tarihi yirminci yüzyıla açılırken (…) tek bir şey, Türk kanı bu gürültüler içinde temiz kalmıştı. Batı Türklerini bu çöküntü içinde kanının arılığı korudu ve sakladı. Dünyaya batırlık (babayiğitlik) örneği gösteren Osmanlı ordusunun yüksekliği (…) bu orduları yaratan bay Türk ulusunun kanındaki yücelikten geliyor” derken 24 Temmuz 1937 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir ilana bakılırsa, Ankara Askeri Baytar Mektebi’ne alınacak öğrencilerde aranan özelliklerden biri “Türk ırkından olmak’tır. 6 Eylül 1938 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan Türk Kuşu Direktörlüğü’ne alınacak tayyare öğretmenlerine dair bir başka ilanda ise ifade biraz daha rafine hale gelmiş ve ‘Türk soyundan olmak’ haline dönmüştür.

CHP Konferansları

Irkçılık öylesine taraftar bulmuştur ki, Atatürk’ün ölümünden sonra da ırkçılık çalışmaları gözden düşmez. Örneğin 1935-1945 arasında düzenlenen CHP Konferans Serisi’nde sunulan bildirilerden bazılarının başlıkları şöyledir: ‘Anadolu’nun Irk Tarihi Üzerinde Antropolojik Bir Tetkik’, ‘Milli Nüfus Siyasetinde (Eugenique) Meselesinin Mahiyeti’, ‘Öjenik Tatbikatı’, ‘Türk Beyinleri Üzerine İlk Antropolojik Araştırma’, ‘Irk Hıfzıssıhhasında Irsiyetin Rolü ve Nesli Tereddiden (Yozlaşmadan) Korumak Çareleri’, ‘Milletlerin Tereddi (Yozlaşma) ve Istıfası (Ayıklanması)’
Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Başhekimi Prof. Dr. Mazhar Osman (Uzman), 1939’da verdiği bir konferansta “Birçok cepheden yapıya muhtaç vatanı da soyu bozuklarla doldurmak, darülacezeler, bimarhane ve hapishaneler için nesil yetiştirmek de hiç şayanı temenni değildir. Onun için sağlamları çoğaltmağa teşvik ve mecbur etmeliyiz, çürüklere de sen yetersin, senden nesle lüzum yok demeliyiz” derken, ileride İstanbul Valisi olacak olan Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay “Evlenirken en kıymetli servet olarak ruh, beden sıhhati aramak suretiyle Türk cemiyetine nesilden nesile en kıymetli miras olarak zinde çocuklar hediye etmek milli bir vazifedir. Almanya gibi bazı memleketler ırk hıfzıssıhhasının emrettiği bu lazimeyi kısırlaştırma adı verilen bir kanunla tatbike çalışıyorlar. Demokrat memleketler irşat ve vesaya ile evlenme istişare odaları tesis etmek suretiyle vatandaşları aydınlatmak yoluyla hedefe varmaya çalışıyorlar. Bizim de bu ciheti göz önünde bulundurmamız lazımdır” diyerek Nazi ırkçılığına özendiğini ağzından kaçırıverir.

Atsız ve Türkkan

22 Haziran 1941’de Hitler ordularının Sovyetler Birliği’ni işgale başlamasının ardından, dönemin ‘Türkçü’ Başbakanı Şükrü Saraçoğlu, Pan Türkist harekete yeni bir ivme kazandırır. 5 Ağustos 1942 tarihli güven oylamasından sonra Saraçoğlu şöyle der: “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız.”
Bu atmosferde ırkçı Türkçülüğün iki önemli figürü, Nihal Atsız ve Reha Oğuz Türkkan ırkçı hezeyanlarına sınır koymayacak ancak, Almanların yenileceğinin anlaşılması üzerine, hükümet ırkçılıkla arasına mesafe koyma ihtiyacını duyacaktır. Bu bağlamda, 3 Mayıs 1944’te Nihal Atsız ve Sabahattin Ali arasında yaşanan hakaret davasından sonra Reha Oğuz Türkkan, Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan, Hüseyin Namık Orkun, Orhan Şaik Gökyay, Fethi Tevetoğlu, Alparslan Türkeş, Hasan Ferit Cansever, Hikmet Tanyu gibi ünlü ırkçılar tutuklanır.

Anayasamızın manası

Mahkemede, hakkındaki suçlamaları duyan Reha Oğuz Türkkan büyük bir şaşkınlıkla şöyle diyecektir: “Bunlar, yıllarca, Atatürk tarafından bizzat tayin ve tavzif edilen Mahmut Esat Bozkurt tarafından devletin üniversitelerinde, İnkılâp Tarihi kürsüsünden söylenmiştir. On binlerce genç ve içlerinde de ben, bu sözleri duyduk. Bu telkinler altında kaldık. Atatürkçülüğün, Kemalizm’in bu olduğuna inandık. İmtihanlarda ancak bu surette cevap vererek sınıf geçebildik. Bu dersler, bilahare devlet tarafından yayınlanmıştır. Aynı sözler, aynı profesör tarafından, Siyasal Bilgiler Okulunda; Teşkilat-ı Esasiye kürsüsünden de söylenmiştir. Anayasamızın manası bize böyle anlatılmıştı...”
Savaştan sonra, Türkiye Batı’ya çark ederken, açık ırkçılığı savunmaya kimsenin cesareti kalmadı ama Genelkurmay Başkanlarının ifadelerinden ve bunlara gösterilen hoşgörüden görüldüğü üzere, Türk milliyetçiliğinden ırkçı damar sökülüp atıl(a)madı. Bu da doğaldı, çünkü ‘Türk milleti’ bu eğitimi daha beşikteyken, en ehil ellerden, en yoğun biçimde almıştı...

Mimar Sinan’ın kafatasına ne oldu

Gelin yazımızı, komik bir hikâye ile bitirelim. Yıl 1935’dir. Namık Kemal, Hürriyet Kasidesi’nde, “Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten” derken, Atatürk, bir aşiretten cihangirâne bir devletin çıkmasının mümkün olmadığını, böyle bir devleti kurmayı başaran ‘Türk Milleti’nin “tarihin büyük ve medenî vasfı unutulmuş bir milleti” olduğunu düşünmektedir. Bunu ispat etmek de ‘bilim adamları’na düşmektedir. Bu bağlamda, Atatürk, Türk Tarih Tezi’nin temelini oluşturan Türk Tarihinin Ana Hatları isimli kitabın ayakları yere basmayan bazı bölümlerinin yeniden hazırlanmasını emreder.

Yaşasın ‘Hiper-Brakisefal!’

O günlerde, Sokollu Mehmed Paşa ve Mimar Sinan gibi kişilerin Sırp, Rum ya da Ermeni olduğuna dair dedikodular epey yaygındır. Türk Tarih Kurumu’nun Başkanı Afet İnan, Mimar Sinan hakkında ‘etraflı bir çalışmanın yapılmasını’ ister. ‘Etraflı çalışma’dan kastedilen, ırk konusunda en güvenilir ölçü olduğu kabul edilen kafatasının ölçülmesiydi. Bu amaçla, 1 Ağustos 1935’te, TTK üyeleri Hasan Ferit Çambel, Afet İnan ve Şevket Aziz Kansu, Süleymaniye Külliyesi’ne giderler ve Sinan’ın mezarını kazmaya başlarlar. Bir iki metre sonra iskelete ulaşılır. Antropoloji Profesörü Kansu, Sinan’ın kafatasının 89-90 ölçülerinde yani ‘Hiper-Brakisefal’ olduğunu tesbit eder. Çıkan sonuç memnuniyetle karşılanmıştır. Yani Mimar Sinan Ermeni veya Rum değildir, Türk’tür! Ölçümden sonra, Sinan’ın kafatası Antropoloji Müzesi’nde muhafaza edilmek üzere alıkonur ve mezar kapatılır.
Kazıyı gerçekleştiren heyet, heyecanla, o sırada İstanbul’da, Florya Köşkü’nde kalan Atatürk’e koşarlar. Akşam yemeği, bu heyecanlı kazı üzerine sohbetlerle geçer. Atatürk, bir kâğıt alır ve üzerine şunu yazar: “Türk Tarih Kurumu’na Sinan’ın heykelini yapınız. Gazi Mustafa Kemal.”
Sinan’ın ilk heykeli, ancak 1956’da, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin bahçesine dikilir. Peki, Sinan’ın kafatası şu anda nerededir? Daha önce de belirtildiği gibi Antropoloji Müzesi’ne kaldırılmıştır. Peki, Antropoloji Müzesi nerededir? Böyle bir müze hiç olmamıştır ki...
Özet Kaynakça: Ahmet Yıldız, “Ne Mutlu Türküm Diyebilene” Türk Ulusal Kimliğinin Etno Seküler Sınırları (1919-1938), İletişim Yayınları, 2001; Nasan Maksudyan, Türklüğü Ölçmek, (Bilimkurgusal Antropoloji ve Türk Milliyetçiliğinin Irkçı Çehresi), Metis Yayınları, 2005; Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, TTK Yayınları, 1969.
hurayse@hotmail.com

Bekleyiş, Sabır ve Ümit

Aslında binlerce yıldır bu topraklarda kan akıyor. Kürt olarak doğmak tamam da, özgürce büyümek ve yaşamak ve yaşlanmak zor.
Ne Birinci Dünya savaşı ne de İkincisi bu kadar uzun sürdü. 1984`de başladı savaş, deniliyor, hayır 1978`de başladı çatışmalar Hilvan ve Siverek`te. Daha geride son yüzelli yıl içinde isyanlar ve ölümler biliniyor. Bugünkü devlet politikaları ile öncekilerden farklı değil. En önemli fark `yoksun, yok kalacaksın!`dan; `tamam seni reddetmiyoruz ama yine yok sayılacaksın`. 
Kürt cephesinde tüm geçmiş savaş yıllarında sabırlı bir bekleyiş söz konusuydu. Ama galiba sabırlı bekleyiş sona eriyor. Geleceğe dair diyalogla çözüm alternatifi yavaş yavaş yok oluyor. Devletin, Kürtlerin haklarını öyle kolay kolay vermeyeceği son ayların `terörü yok etme` söylem ve politikalarıyla bir dönem oluşan iyimser atmosferi yokettiği de ortada.

Kürt tarafının tüm diyalog ve barışçıl arayışları sonuç vermiyor. Devlet ve kurumları hâlâ Kürt meselesini bir terör sorunu olarak görmeye devam ediyor ve çözümde israr eden Kürtleri ne muhatap ve ne de dinlenilecek bir taraf olarak sayıyor.

Devlet asıl geleneksel polika olan Kürtleri yürüterek yorma; vurarak caydırma; reddederek tüketmek ve bitirmek dışında hiç bir yeni politikalar üretmiyor.
Devlet çözümsüzlüğü dayatmakla yetinmiyor. Son haftalarda yoğun bir diplomasiyle ABD, NATO, AB, komşu ülkeler ve hatta Güney Kurdistan Federe Yönetimini de dağdaki militanlara karşı bir büyük saldırı için kendine ortak etmek, bunu beceremezse bile, onları sessiz ve nütral bi duruma getirmek için büyük bir uğraş veriyor. Silahlı mücadeyi sonlandırmayı en ilk hedef olarak koyup büyük çaplı bir saldırı ve operasyona hazırlanıyor.
Soru şöyle olmalı:
Devlet istediği desteği Batı`dan alabilecek mi?
Güney Federe Yönetimi sessiz mi kalacak yoksa direnecek mi? Ve Kuzey`de Kürt tarafının da yeni politik alternatifler üretme gücü de kalmadı. Her yol denendi. Başka ne yapılabilinir ki! Sabrın sonu artık selamet olmuyor.Yolun sonunda ya daha fazla kan ve ölümle başarı ve zafer, ya da yozlaşma ve tükeniş. Başarmak için güçlü bir direniş ve topyekûn bir başkaldırı dışında galiba başka bir yol yok. Silahlı güce de sormak gerekir: Kontrollu silahlı savunmayı daha yüksek bir seviyeye çıkarma imkanı var mı? Sivil direniş bir kaç şehirde değil de tüm bölgeye yayılırsa, sonuç nasıl olur, bunun hesabı yapılıyor mu? Sonuç olarak belirsiz bir süreç içindeyiz. Kürt tarafının güçlü direnişi yetmiyor. ABD, Barzani ve Talabani`nin tavrı asıl belirleyici olandır. Ve tüm Kürt örgüt ve siyasetçilerinin birlikte hareket etmeleri ve demokratik çevrelerden destek almak için uğraş vermeleri, devletin yok etme politikaları karşısında güçlü bir duruş sergilemeleri de gereklidir. Cumali Cotkar