5 Kasım 2012 Pazartesi

Öcalan'ın Avukatlarından Erdoğan Hakkında Suç Duyurusu

PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın avukatlığını yapan Asrın Hukuk Bürosu avukatları, Öcalan ile görüşmelerine izin vermeyeceklerini söyleyen Başbakan Erdoğan hakkında savcılığa suç duyurusunda bulundu. Avukatlar ayrıca, Adalet Bakanı ve İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu Müdürü hakkında da suç duyurusunda bulundu.

DİHA’nın haberine göre müvekkilleri PKK Lideri Abdullah Öcalan ile 27 Temmuz 2011'den bu yana görüştürülmeyen Asrın Hukuk Bürosu avukatları, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu Müdürü hakkında Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundu. Başbakan Erdoğan'ın partisinin Kızılcahamam kampında yaptığı "Ailesi ile görüşebilir ama avukatları ile yapacağı görüşmeleri bir tarafa bırakın" demesi üzerine savcılığa başvuran avukatlar, yetkililerin "Hukuka ve yasaya dayanmayan işlem ve eylemde bulunmak, görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle ve görevinin gereklerini yapmakta ihmal veya gecikme göstererek kişilerin mağduriyetine sebep olmak, anayasaya aykırı eylem ve davranışta bulunmak" suçlarını işlediğini belirterek savcılığa başvurdu.

EN TEPEDEN AŞAĞIYA SUÇ İŞLENİYOR

Avukatlar Mazlum Dinç ve Rezan Sarıca'nın suç duyurusu dilekçesinde müvekkilleri ile yapmak için 27 Temmuz 2011'den bu yana yapmış oldukları 130 görüşme başvurusunun çeşitli gerekçelerle reddedildiğine dikkat çekilerek, bu gerekçelerin devlet ciddiyetiyle bağdaşmayan keyfi gerekçeler olduğuna vurgu yapıldı. İmralı Cezaevi'nin 1999 yılından bu yana özel bir statüde olduğunun anlatıldığı dilekçede şu ifadelere yer verildi: "İmralı Cezaevi'nin tabi olduğu hukuki ve biçimsel statü diğer cezaevlerinden farklı ve özerk bir durumu ihtiva etmektedir; gerek yasal mevzuat gerekse de 1999 yılından bu yana uygulana gelen teamüller uyarınca, cezaevi idaresinin sorumluluğunda olduğu gibi doğrudan Başbakan ve Adalet Bakanı'nın emir, talimat ve telkinleri ile idare edilmektedir. Bu anlamda İmralı Cezaevi'nde gelişebilecek her türlü olumlu-olumsuz gelişme, yetki ve sorumluluk doğrudan Başbakan ve Adalet Bakanı'na ve onların emrinde bulunan cezaevi idaresine aittir."

Müvekkilleri ile yapacakları görüşmelerin yasal bir mecburiyet ve bunu gerçekleştirecek tek aktörün de devlet olduğunun belirtildiği dilekçede, devletin bu sorumluluğu yerine getirmeyerek kendi hukuk ve yasalarının dışına çıktığı belirtildi. Müvekkilleri ile görüştürülmemelerinin yetkililerin en tepeden en aşağıya suç oluşturacak uygulamalardan kaynaklandığını belirten avukatlar şu görüşlere yer verdi: "Müvekkil Öcalan'ın ağır tecridine dayanak oluşturabilecek hiçbir yasal ve meşru mevzuat hükmü mevcut değildir. İnsan haklarına aykırı somut bu uygulama tamamen idari hiyerarşi içerisinde Başbakan ve Adalet Bakanı'nı kapsayacak şekilde en tepeden en aşağıya yetkililerin suç oluşturacak şekilde keyfi uygulamalarından kaynaklanmaktadır. Müvekkil Öcalan ile hukuki temsilcileri ve vekilleri olarak görüşmelerimizin engelleniyor olması başta Anayasa olmak üzere Ceza ve Güvenlik Tedbirleri Hakkında Kanun'a, Uluslararası Sözleşmelere, Avukatların Rolüne Dair Temel Prensipler Sözleşmesi'ne, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne, İşkenceyi İzleme ve Önleme Komitesi'nin İmralı Cezaevi'ne ilişkin rapor ve tavsiyelerine aykırılık teşkil etmektedir. Özellikle İşkenceyi İzleme ve Önleme Komitesi (CPT) tarafından da 1999, 2001, 2003, 2007 ve 2010 yıllarında müvekkilimizin tutukluluk şartlarına ilişkin hazırladığı raporlarda avukat ziyaretlerinin kesintiye uğramasının kabul edilemeyeceğini, bu durumun Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere ve hukuka aykırı olduğunu vurgulayarak avukat ziyaretlerinin hayati önemde olduğunu belirtmiştir. Keza yine 5275 Sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun madde 25 ve madde 59, müvekkil Öcalan'ın ailesi ve avukatlarıyla görüşme hakkını düzenlemektedir."

DEVLET GÖRÜŞMELERİ GARANTİYE ALMASI GEREKİRKEN, YASAKLAYAN KONUMDA

Müvekkilleri Öcalan'ın halen sürmekte olan davaları olduğuna ve bu davalar kapsamında avukatları ile görüşmesinin önemine dikkat çekilen dilekçede, Öcalan'ın düzenli olarak takip edilmesi gereken hukuki süreçlerinin söz konusu olduğu belirtildi. Müvekkillerinin yine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde sürmekte olan birden çok başvurusu olduğunu belirten avukatlar, Öcalan'ın ve hukuki temsilcileri olarak kendilerinin, aktif bir hukuki sürecinin söz konusu olduğu ifade edildi. Başvuruda devamla şu görüşlere yer verildi: "Öncelikle ortada müvekkil açısından hukuki bir engel yokken, müvekkil ulusal ve uluslararası mevzuatça garanti altına alınan haklarından maddi imkânsızlıklar bahane edilerek mahrum bırakılamaz. Böylesi bir yetersizlik varsa bunu en acil şekilde gidermek devletin görevidir. Bu anayasal anlamda devlete yüklenen pozitif sorumluluk kapsamındadır. Devlet kendi gözetiminde tuttuğu kişinin haklarını yerine getirmekle mükelleftir. Değil engellemek, devletin bizatihi bu görüşmeleri sağlamak gibi bir yükümlülüğü vardır. Sonuçta müvekkil Öcalan'ı onay ve istemi dışında, Türkiye'deki diğer on binlerce mahpustan farklı olarak karadan millerce uzaklıkta, deniz ortasında bir ada cezaevine yerleştiren devletin ve idari yetkililerin kendileridir. Böylesi idari bir tasarrufta bulunan devletin müvekkilin aile ve avukat görüşmelerinin düzenliliğini de garanti altına alması gerekirken, aksine engelleyen/yasaklayan bir konumda olmuştur. Dolayısıyla devlet pozitif yükümlülüğünü yerine getirmediği gibi negatif yükümlülüklerine de uymamaktadır."

GEREKİRSE BAŞKA CEZAEVİNE NAKLEDİLMELİ


Devletin avukat görüşmelerine dair olarak, hem kullanılmasına engel olmama hem de olumlu önlemler alarak kullanılmasını fiilen sağlama yükümlülüğü olduğunun hatırlatıldığı başvuruda, devletin kendi sorumluluğu altında olan bir kişinin haklarını gasp edemeyeceği tam tersine bu hakları yerine getirmek ve gerçekleşmesinin koşullarını oluşturmakla mükellef olduğuna dikkat çekildi. Müvekkilleri ile görüşmelerinin çeşitli gerekçelerle engellenmesinin kabul edilemez olduğunu belirten avukatlar, "İmralı Cezaevi ulaşılamaz bir yerdeyse daha önce de başvurularda belirtildiği üzere müvekkilinin naklinin ulaşılabilir bir yere gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Ulaşım vasıtaları gemi veyahut da koster bozuk ise yenisi tedarik edilmelidir. Müvekkilimizin haklarını ihlal eden cezaevi koşulları kaynak yokluğu gerekçe gösterilerek savunulamaz. Bu tarz bahane ve sebepler hiçbir koşul altında bir insanın ağır tecrit altında tutularak yasal ve evrensel hukuki ilke ve değerlerden kaynaklı olan, insan olmanın gereği sayılan haklarından muaf tutulmasını ve gayri insani bir tarzda dış dünyayla bağlantısının engellenmesine sebep teşkil edemez" diyerek müvekkillerinin gerekirse başka cezaevine sevk edilmesi talebinde bulundu.

NEGATİF YÖNLÜ ÖZEL BİR AYRIMCILIK

Müvekkillerinin siyasi kimliği ve konumundan kaynaklı olarak bu uygulamalara maruz kaldığını belirten avukatlar, "Müvekkilin şahsına ilişkin negatif yönlü özel bir ayrımcılık ve uygulama söz konusudur. Anayasa açık bir şekilde hiç kimsenin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrımcılığa maruz kalmayacağını; herkesin ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşitliğini kabul etmiştir. Ancak müvekkil şahsında evrensel ilke ve değerlerin yansıması olan bu anayasal hak, çiğnenmekle kalmamış, ters yüz edilmiştir. Müvekkil Öcalan'ın siyasi kimliği ve konumu, işkenceye vardırılan uygulamalara maruz bırakılmasının gerekçesi haline getirilmiştir. Yoksa 15 ayı aşkın bir süredir avukatlarıyla görüştürülmüyor oluşu, kendisinin maddi ve manevi koşullarına dair en ufak bilgi kırıntısının engellenmesinin başka bir izahatı olamaz. Bu duruma ve uygulamaya sebebiyet veren yetkililerin temel hak ve özgürlükleri çiğnemek suretiyle anayasaya aykırı davrandıkları açıktır. Böylesi bir yetkiyi şahıslara verecek, bu yetkiye sebep teşkil edecek hiçbir dayanak söz konusu değildir. Temel norm olan ve birey-devlet ilişkisinde asgari müştereklerin çerçevesini çizen anayasa, mevcut yetkinin nereden alınacağı ve nasıl kullanılacağını da açıkça belirtmiştir'' dedi.

BAŞBAKAN VE ADALET BAKANI AÇIK BİR ŞEKİLDE ANAYASAYA AYKIRI DAVRANDI

Başbakan, Adalet Bakanı ve ilgili cezaevi idaresinin açık bir şekilde Anayasa'ya aykırı davrandığının belirtildiği suç duyurusunda, Anayasa'nın kendilerine böyle bir yetki vermediği, aksine böyle bir yetki kullanamayacaklarının açık olduğu belirtildi. Avukatlar, konuyla ilgili söz ve yetki sahibi devlet görevlilerinin basında yer alan açıklamalarının, İmralı hükümlülük sürecinde izlenen tecrit politikasının bilerek ve isteyerek; hatta bir devlet politikası olduğunu ispatlar nitelikte olduğunu ortaya çıktığını aktardı. Dilekçede Başbakan Erdoğan'ın basına yansıyan Kızılcahamam kampında yaptığı "Terörist başı ile ailesi ve yakınları görüşmek istediği sürece görüşmeye devam edebilirler bunda bir sakınca yoktur. Ama avukatlar noktasında onu bir kenara koyun" ifadelerine de yer verildi. Başbakan'ın bu şekilde, avukat-müvekkil görüşmelerinin doğrudan kendi inisiyatifi ile engellendiğini, direk kendi ağzından yaptığı açıklamalarla kabul ettiğine dikkat çekildi. Dilekçede Adalet Bakanı'nın basına yaptığı konuşmalarda, 'adaya ulaşımda herhangi bir problem olmadığını' söylemesine de yer verildi.
KÖTÜ NİYETLİ BİR ENGELLEME HALİ VAR

Dilekçede ayrıca, Öcalan'a telefon hakkı tanınmadığı ve yazdığı mektupların da gönderilmediğinden tüm bağı koparılarak tam tecrit içinde tutulduğu belirtildi. Suç duyurusunda Başbakan ve Adalet Bakanı hakkında şu görüşlere yer verildi: "Sayın Öcalan'a ilişkin avukatlarıyla görüştürmeme durumunun Sayın Başbakan'ın ve Adalet Bakanı'nın talimat ve telkinleriyle kötü niyetli bir engelleme halidir. Bu kötü niyetli ve kasıtlı uygulamayla hukuk, yasaları çiğneyen yetkililer görevini kötüye kullanmaktadır."

Dilekçenin sonunda istemlerini belirten avukatlar, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Adalet Bakanı Sadullah Ergin, İmralı Cezaevi Müdürü ve sorumlu diğer yetkililer hakkında başta TCK'nin 94. maddesi olan işkence, TCK'nin 122. maddesi olan Ayrımcılık Yasağı, TCK'nin 124. maddesi olan Haberleşme Hakkının Engellenmesi ve TCK'nin 257. maddesi olan görevi kötüye kullanma suçları sebebiyle adı geçen kişiler hakkında soruşturma açılması talebinde bulundu.


ANF

Bayık: AKP Bir Kez Daha Kandırıyor

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Cemil Bayık, ‘açlık grevlerinin biçimine karşıyız’ diyen çevrelere tepki gösterdi. “Eylem biçimine değil Kürtlerin direnişine karşılar” diyen Bayık, AKP Hükümeti’nin ‘anadilde savunma hakkı tanınacak’ propagandasıyla bir kez daha toplumu aldatmaya çalıştığına dikkat çekti.
Cezaevinde süresiz dönüşümsüz açlık grevinde olan tutsakların sayısı 55. günde 10 bine çıkarken, tutsakların taleplerine dönük AKP’li yetkililerden çeşitli açıklamalar geliyor.

Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in “anadilde savunma gündeme gelebilir” dediği Bakanlar Kurulu bugün toplanıyor. Bakanlar Kurulu öncesi Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da konuştu. Arınç somut hiçbir çözüm önerisi sunmadan tutsakların açlık grevlerini bırakmasını istedi.

AKP’li yetkililere yanıt KCK Yürütme Konseyi Başkan Yardımcısı Cemil Bayık’tan geldi. Bayık, Azadiya Welat gazetesindeki “eylem biçimine değil Kürtlerin direnişine karşılar” başlıklı Kürtçe yazısında AKP Hükümeti’nin açlık grevleriyle ilgili açıklamalarıyla bir kez daha toplumu aldatma çabasında olduğuna dikkat çekti.
Hükümetin anadilde savunma hakkını tanıyacağı yönünde bir propaganda yaymaya çalıştığının altını çizen Bayık, “Anadilde savunma hakkı tanıyacakları yalandır. Bu konuda biraz gevşeme yapacaklar ama anadilde savunma hakkını yine tam tanımayacaklar. Anadilde eğitim ve kamuda kullanma özgürlüğü tanınmadan anadilde savunma özgürlüğünü de tanımazlar hiç kimse kendini kandırmasın” dedi.

Bayık’ın tutsakların talepleri ve AKP Hükümeti’nin tutumunu konu alan yazısı şöyle:

Türk devleti, hükümeti, Kürt karşıtı güçler, Kürt’ün her türlü mücadelesine karşı çıktıkları ve bir kulp buldukları gibi şimdi de Kürtlerin ölüm orucu ve açlık grevlerine karşı bir karalama kampanyası yürütüyorlar. Eğer böyle bir direnişi İsrail’e karşı Filistinliler yapsaydı bu eylemi yere göğe sığdıramazlardı. Eylemcilerin kahramanlıklarını anlatırlardı. Hatta her eylemcinin hayat hikâyesini edebiyatın gücünü kullanarak anlatırlardı. Özellikle siyasal İslamcılar kendilerine yakın gördüklerinin bu nitelikteki eylemlerini kutsarlardı. Ama şimdi Kürt siyasi tutsaklarının eylemlerini kötülemek için bin dereden su getiriyorlar. Gerçekten de bu işbirlikçi siyasi İslamcılar kadar bukalemun bir siyasi topluluk görülmemiştir. Kendileri için iyi olanlar başkaları için kötüdür.

Kürtler sömürgeci Türk devletine karşı bir direniş gösterdiklerinde bu her zaman kötülenmiştir. Türkiye tarihi açılıp bakılırsa Kürtlerin her direnişine bir kulp taktıkları görülür. Kürtlerin özgürlük ve demokrasi için yürüttüğü hiçbir direniş iyi görülmez. Ya dış güçlerle bağlantılıdır ya provokasyondur ya bir şeyleri bozuyordur ya da Kürtlerin direniş için kullandıkları yöntemler kötüdür. Sadece devletten diz çökerek bir şeyler istemeli ve kendisine layık görülene razı olmalıdır.

Dünyada ne kadar silahlı mücadele olmuşsa Türkiye'de birçok çevre sıcak bakmıştır. Filistin’den Filipinlere, Bosna’dan Çeçenlere kadar Türkiye'deki birçok çevrenin desteklediği onlarca silahlı direniş gösterilebilir. Suriye'deki silahlı güçlerin hükümet ve yandaşları tarafından desteklenmesini bir tarafa bırakıyoruz. Birçok silahlı direniş hareketi desteklenirken Kürtler gibi dünyadaki en büyük haksızlığa uğrayan, kültürel soykırıma tabi tutulan Kürtlerin silahlı direnişi lanetlenir. Dünyanın hiçbir yerinde bir halkın ulusal varlığı bu düzeyde yok edilmek istenmemiştir. Kürtler hala yok edilmek istenirken, siyasi iradesi tanınmazken, 'anadilde eğitim olmaz' denilirken Kürtlerin silahlı direnişi için dünyanın en kötü sıfatları sıralanmaktadır.

Kürtler demokratik siyasi mücadele için silahsız bir biçimde meydanlara çıktığında bu da 'Türkiye'de kaos yaratmak' olarak değerlendirilmektedir. Kürtlerin demokratik mücadelesi ya yasaklanmakta, engellenmekte ya da her türlü saldırı araçları kullanılarak dağıtılmaktadır. Kürtlerin bırakalım demokratik eylemlilikleri, demokratik örgütlenmeleri bile suç olarak görülmektedir. Bugün on bine yakın demokratik siyasetçinin tutuklanması bunun kanıtıdır. Yani sadece silahlı mücadelesi, ölüm oruçları değil en demokratik örgütlenme eylemleri kötülenmekte, suçlanmakta ve cezalara konu olmaktadır. Kürtlerin döneme göre eylem biçimleri, direniş yöntemleri değişmekte ama suçlanmaktan ve kötülenmekten kurtulamamaktadır.

Şu andaki açlık grevlerinin 'yöntem olarak doğru olmadığı' biçiminde bir yargı yaratma çabaları 12 Eylül 1980 cuntasına yönelik değerlendirmelerinin de samimi olmadıklarını gösteriyor. 12 Eylülde en büyük direniş ölüm orucu yöntemiyle olmuştur. Tutsaklar yaşamlarını ortaya koyarak tüm Türkiye'ye kan kusturan 12 Eylül rejimine karşı durmuşlardır. 12 Eylül rejimi ilk önce böyle geriletilmiştir. Kim bu eylemlerin haksız olduğunu söyleyebilir? 12 Eylülcüler ve faşistler dışında bugüne kadar kimse bu eylemleri suçlama cesareti gösterememiştir. Ancak şimdi AKP hükümeti, yalakaları, yandaş ve candaş basın bu eylem biçimi yanlıştır kampanyası yürüterek aslında 12 Eylüle karşı yürütülen direnişe de karşı olduklarını ortaya koymuşlardır. Ya da kendilerinin de sözde karşı olduğunu söyledikleri iktidarlara karşı yapılmışsa haklı, ama AKP hükümetinin zulmüne karşı yapılmışsa bu yöntem haksızdır, yanlıştır. İşte ikiyüzlülük, ahlaksızlık buradadır. Karşı çıkmalarının tek nedeni bu eylemin muhatabının AKP hükümeti olmasıdır. Yoksa kendilerine yakın birileri tarafından yapılsaydı bırakalım eleştirmeyi hararetle desteklerlerdi.
Herkesin haksızlıklara karşı siyasi mücadele etmesi haktır. Bu hakkı hiç kimse insanların elinden alamaz. İnsanın temel doğası haksızlığa karşı çıkmak ve kendini ifade etmektir. Bir insanı bundan mahrum görmek ona sürü gözüyle bakmaktır. Demokratik siyasetçiler ve devrimciler eğer siyaset yapmalarını engellemek için zindanlara atılıyorsa o zaman bu insanların böyle bir faşist düzene karşı direnmeleri de haktır. Zindana düştüler diye hiç kimse onlara bu hakkı kullanamazsınız diyemez.

Zindanlara doldurulan binlerce siyasetçi Türkiye'deki mevcut siyasi durumu halklar için tehlikeli görmüşler ve bu tehlikeli durumu ortadan kaldırmak için bir şeyleri yapma ihtiyacı duymuşlar. Cezaevlerinde başka yol olmadığı için açlık grevine girmek zorunda kalmışlardır. Bu insanları anlamamak mevcut Türkiye gerçeğine göz yummaktır. Bazıları kendileri bu gerçeğe göz yumdukları ya da seslerini fazla yükseltmedikleri gibi tutsakların da böyle davranmasını istemektedirler. Doğru olmayan, gerçekçi olmayan, ahlaki olmayan budur. Hiç kimse bu politik insanların, özgürlük ve demokrasisi için dışarıda da yaşamını ortaya koyanların bu eylemlerine dil uzatamaz. Yöntemin doğru olmadığı, ahlaklı olmadığı gibi söylemler tamamen politik çıkarlar ve yandaşlıkları gereği ileri sürülmüş ideolojik argümanlardır.
Bazıları 'bu talepler kabul edilemez' diyor. Bu talepler mutlaka kabul edilecektir. Şimdi de tam zamanıdır. Zaten tutsaklar tam zamanı olduğunu düşündükleri için bu eyleme geçmişlerdir. Bu hakların kabul edilmesinin zamanı gelmiş geçmiştir bile. Ama gericilik, şovenizm ve Kürtleri kültürel soykırımla yok etme ısrarı nedeniyle kabul edilmiyor.

Buna dur demek, bu hakları hemen kabul edin demek kadar doğru bir tutum yoktur.

Bazıları ise 'bu talepler zaten AKP hükümeti tarafından kabul edilebilecek taleplerdir' diyerek toplumu aldatmaya çalışıyor. Bu da yalandır. Zaten 'anadilde eğitim olmaz, bu Türkiye'yi böler' diyorlar. Bırakalım Kürt halk önderine özgürlük tanımayı avukatlarıyla normal görüşmeyi de kabul etmiyorlar. Zaten 'eskisi gibi görüşme olmaz' diyenler AKP yetkilileridir. Hatta bu görüşmeleri sınırlamayı ve fiili tecridi meşrulaştırmak için yasa hazırlıkları bile yapmışlardı.

Bu önderlik tabii ki siyasi düşüncelerini, tutumunu ve görüşünü ortaya koymadığı hiçbir görüşmeyi kabul etmez. Hükümetin sınır koyduğu avukat ve aile görüşmelerinin de görüşme olmayacağı açıktır. Bir halkın önderini böyle sıradanlaştırmayı ne bu önderlik, ne Kürt halkı, ne de Kürt Özgürlük Hareketi kabul eder. Anadilde savunma hakkı tanıyacakları da yalandır. Bu konuda biraz gevşeme yapacaklar ama anadilde savunma hakkını yine tam tanımayacaklardır. Anadilde eğitim ve kamuda tam kullanma özgürlüğü tanınmadan anadilde savunma özgürlüğünü de tam tanımazlar. Hiç kimse kendini kandırmasın.

Bazıları PKK yönteminin açlık grevini bıraktırma çağrısı yapmasını istemiş. Kendilerinin de dediği gibi olmayacak bir istek. Çünkü daha bu isteği öne sürmeden yanlış içine girmişler. Biz biliyoruz ki 'bu eylemi PKK yönetimi başlatmış', diyorlar. Bu tamamen yanlıştır, gerçekleri saptırmaktır. PKK yönetimi tutsaklara ölüm orucuna girin, dönüşümsüz açlık grevine girin demez. Hiçbir zaman böyle eylemler yapın dememiştir. Yoldaşlarımız kendi iradeleri ve sorumluluk duyarak bu eylemi başlatmışlardır. PKK tarihinde tutsaklara cezaevinde şöyle ölüm orucuna girin, şöyle eylem yapın diye talimat verildiğine tek bir örnek gösterilemez. Dolayısıyla söylenenler yalan ve iftiradır. Cezaevlerindekiler kendileri bu kararı vermişlerdir. Talepleri de haklı ve kabul edilecek taleplerdir.
PKK yönetimine 'siz bu eylemi başlattınız' diyenler ilk önce bu önyargıları bırakmalıdırlar. Zaten PKK'nin gerçeğini de, demokratik karakterini de anlamadıkları anlaşılmaktadır. Resmi görüşlerin, resmi ideolojinin tekrarlarını yapmak da hiçbir aydın ve demokrata yakışmaz. “


ANF