Abdullah AYSU
Özellikle
1980 sonrası alınan her kredinin karşılığında dönemin hükümetleri
ödünler verdiğinden, bu krediler, tarımı serbest piyasa ekonomisi içine
itekleyen faktörler oldu. Söz konusu krediler, Türkiye’yi gelişmiş
ülkelerin tarım, gıda ve ecza şirketlerinin açık pazarı haline getirdi
Tarımda aslında ne oldu?
Uzun süredir tamamen yasadışı yöntemlerle önü kesilmek istenen çiftçi
sendikaları, bu yılın başında nihayet Yargıtay kararıyla tanındı.
Neoliberal tarım politikalarına karşı çiftçi muhalefetini (ve bütün
toplumsal muhalefeti) tehlikeli bulan hükümetin bundan sonra da başka
adımlar atması mümkün olsa da artık çiftçi örgütlenmesinin önü açık. Bu
aşamada, tam da 17 Nisan Uluslararası Çiftçi Mücadelesi Günü
yaklaşırken, yazarımız Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Genel Başkanı
Abdullah Aysu tarafından hazırlanan bir dosyayı sunmayı önemli
buluyoruz. Kapsamlı bir tarım ve ekoloji raporu olan dosya, çeşitli
çiftçi sendikalarının görüşlerini de kapsayacak.
Bir zamanlar işler daha basit görünüyordu. II. Dünya Savaşı’ndan
1980’lere değin dünyada zımni denilebilecek bir iş bölümü vardı. Bu
zımni anlaşmaya göre azgelişmiş ülkeler yiyecek üretir, sanayiye
hammadde sağlar, gelişmiş ülkeler ile gelişmemiş ülkelerin ürettiği
tarımsal ürünleri sanayi kesimi işler, ticaret sektörü de işlenmiş
ürünleri gelişmiş ve azgelişmiş ülke insanlarına ulaştırır (satar) idi.
Dünya ölçeğinde sömürü denilince de akla sanayi ürünleri fiyatının
hızlı, tarım ürünlerinin fiyatlarının yavaş artırılması gelirdi.
Kapitalist merkezlerdeki sermaye birikiminin sonucunda oluşan dev
ulusal şirketler II. Dünya Savaşı’ndan itibaren boyutlarını daha da
büyüterek dünya çapında faaliyet gösteren “çokuluslu” şirketlere
dönüştüler. Bu şirketlerin baskısıyla 1970’in ortalarında ABD ve AB bu
zımni iş bölümünden de vazgeçtiler. Tarımda (bitkisel üretim ve hayvan
yetiştiriciliği), köylü-çiftçiliği tasfiye edecek, şirketleri egemen
kılacak politikalara yöneldiler. Başka bir deyişle küresel büyük tarım,
gıda ve ecza şirketleri sadece üretim girdilerini sattıktan sonra
parasını alıp aradan çekilmekle yetinmeyip üretimden pazarlamaya
zincirin tüm halkalarına da egemen olmak için atağa kalktı.
Tarım ve piyasa
Bunun
için 1948 tarihli uluslararası Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel
Anlaşması’nda (GATT) etkili bir manivela buldular. GATT müzakerelerinin
Tokyo Turu olarak anılacak 7. Turu şirket egemenliği açısından bir dönüm
noktası oldu. 1973’te başlayan bu toplantı 6 yıl sürdü. Toplantının
birçok konu başlığı vardı, ama en önemli konu başlığı tarımdı. Çünkü
tarımı serbest piyasa içine alma konusu tartışmaya açılmıştı. Tarım
konusu bu turda çok tartışıldı. Altı yıl süren Tokyo Turu 1979’da tüm
katılımcı ülkelerin kararıyla tarım serbest piyasa içine alınmadan
dağıldı. Türkiye de bu toplantıya katılmış ve tarımın serbest piyasa
içine alınmaması doğrultusunda görüş belirtmişti. Ama önemli olan
şirketlerin taleplerini (talimatlarını) devletlere deklare etmiş
olmasıydı. Bunlar peyderpey uygulamaya sokulacaktı.
GATT’ın 1886-94 arasında yapılan Uruguay Raundunda tarımın serbest
piyasa içine alınmasını (yani ulus-devletleri kendi tarımlarını ve
çiftçilerini korumak için müdahale haklarından tedricen vazgeçmeye
zorlamayı) başardıktan sonra 1995 yılında GATT’ın yerine kurulan Dünya
Ticaret Örgütü (DTÖ) ile de dünya ticaretinin “anayasasını”
oluşturdular. İhracatın önündeki engelleri hazırladıkları anayasa ile
kaldırdılar. Dünya Bankası (DB) ve IMF aracılığıyla ihracata yönelik
üretim tarzını yoksul ve gelişmekte olan ülkelere dayattılar. Güçlü,
zengin ülkelerin damping politikalarıyla büyük tekellerin ürünleri bütün
dünyayı engelsiz fethetti.
Yeni bir dünya düzeni
Ayrıca gelişmiş ve azgelişmiş ülke hükümetleri üzerinde etkin olan
büyük tarım, gıda ve ecza şirketleri tarım ve tarımcıyı destekleme adı
altında bütçeden ayrılan paranın akış yönünü değiştirttiler. Destekleme
adı altında bütçeden ayrılan paranın yönü çiftçilerden çok, üretim
girdisi üreten ile ham veya işlenmiş tarımsal ürünlerini pazarlayan
küresel şirketlere çevrildi.
Küresel tarım, gıda ve ecza şirketlerinin bu yeni atağında Bretton
Woods kurumlarının iş tanımları da yeniden tarif edildi. DB, genellikle
1980’lere kadar proje kredileri veren bir kalkınma örgütü kimliği ile
çalışmışken, sonrasında “yapısal uyarlama programları” adı altında
“yapısal uyum kredileri” üreten bir konuma geçti.
Şirketleri korumak...
Dünyanın yeniden düzenlendiği bu süreçte, DB uygulamaya koyduğu yapısal
uyum programları ve söz konusu programlara uyma koşullu verdiği
kredilerle, Azgelişmiş Ülkeler (AGÜ) sınırlarını, kamu olanaklarını ve
varlıklarını küresel şirketlere açmaya koşullandırılmıştı.
Böylece ekolojiyi tarumar edecek, ekolojik toplumun yeşermesini
sağlayacak umut kırıntılarını ortadan kaldıracak politikalar düzenlenen
hükümet politikalarıyla amacı sadece kâr olan şirketlere doğa açıldı.
Devletlerin toplumun çıkarını koruma görevi şirketlerin çıkarını
korumayla yer değiştirdi. Toplum sağlığını, ekolojik döngüsünü buna
bağlı olarak ekolojik toplum umudunu yitirecek hamleleri ardı ardına
gerçekleştirecek ekonomik, politik kararları engelsiz uygulayacak
yasalar, kararnameler, yönetmelikler ardı ardına çıkarıldı ve uygulamaya
konuldu.
Türkiye’ye nizam veriliyor
Türkiye’yi 12 Eylül cuntasına götüren sürecin temel taşları da
1973-1979 arasında süren GATT Tokyo Turu sırasında döşendi. Küresel
şirketlerin tarımın serbest piyasaya açılması talimatını ilk uygulamaya
koyan ülkelerden biri bunu Tokyo turunda reddetmiş olan Türkiye oldu.
Demirel, 1980 yılı başında, 24 Ocak Kararları diye bilinen kararları
çıkardı. Fakat toplumsal muhalefet güçleri çok güçlüydü, alınan
kararları uygulamak mümkün değildi. Aynı yıl, 12 Eylül’de askeri darbe
yapıldı.
12 Eylül cuntasının oluşturduğu iklim ve atmosferi arkasına alan Turgut
Özal, neoliberal politikaları uygulayabilmek için IMF ve DB ile işe
başladı. Böylece Tokyo turunda reddedilen tarımın serbest piyasa içine
alınması 24 Ocak Kararları ile fiilen uygulamaya konulmuş oldu. Bu
kararların uygulamaya konulmasıyla, sadece çiftçiler değil işçiler,
memurlar ve gençler için hayatı cehenneme çevirecek yeni bir süreç
başladı. 24 Ocak Kararları ile Türkiye ekonomisinin dümeni IMF ve Dünya
Bankası’na (DB), tarım sektörümüz de, serbest piyasa çarkına teslim
edildi.
Böylece çiftçiliğin ortadan kaldırılacağı, kırların ıssızlaştırılacağı,
tarım ve gıdaya şirketlerin egemen kılınacağı bir ekonomik-politik
süreç işletilmeye başlandı. Bu amaçla 1980 yılından 2013 yılında
yaşadığımız şu ana dek hükümet veya hükümet ortağı olan partilerin tümü
küresel şirketlerin IMF, Dünya Bankası vb. vasıtasıyla dayattığı
reçeteleri harfiyen uyguladı, diyebiliriz.
Adım adım çözülme
24 Ocak Kararları’nın uygulamaya konmasıyla Türkiye ekonomisinin ve
tarımının da Dünya Bankası’nın nezaretinde yeniden yapılandırılması
başladı. Bu yeniden yapılandırma, Türkiye tarımını tahrip etti.
Çiftçiliği ortadan kaldıracak, yerine şirket tarımcılığını ikame edecek
noktaya adım adım taşıdı.
Süreç, 1980 yılında yapısal uyarlama kredisi adıyla DB tarafından
verilen 5 genel uyarlama kredisiyle başladı. İlk adımda 1984’te tohum
dış alımı serbest bırakıldı.
Alanın böylece hazırlanmasıyla, tarım sektörünü kapsamlı bir biçimde
küresel piyasaya açan ilk adım olarak Tarım Sektörü Yapısal Uyarlama
Kredisi (Tarım SECAL) için koşullar hazırlandı. Tarım SECAL, tarım
sektörünün ürün planlamasından kredi sistemine, girdi sağlama
sisteminden sektöre dönük kamu örgütlenmesine kadar sektörün yönetimini
yeniden yapılandırdı.1 DB’nin Türkiye ekonomisini topyekün yeniden
yapılandırmak (yani özelleştirmeler dönemini başlatmak) üzere kredi
politikalarını sektörel düzeyde derinleştirme stratejisinin başlangıcı
olan Tarım SECAL’i diğer sektörleri dönüştürmeye hizmet eden benzer
kredi anlaşmaları izledi.2 Bu dönem anlaşmaları Türkiye Zirai Donatım
Kurumu (TZDK) ile Tarımsal İşletmeler Genel Müdürlüklerini (TİGEM) içine
aldı, her iki kurum kapsamlı denetim ve yapılanmaya tabi tutuldu,
TZDK’nin kapatma yolu ile tasfiyesine gidildi, şimdilerde TİGEM’ler de
parça parça özel sektöre kiralama adı altında kamudan özele
devredilmektedir.
Dünya Bankası devrede
Tarımdaki araştırma faaliyetleri, DB’nin 1984’teki Tarımsal Yayım ve
Uygulamalı Araştırma Kredisi ve 1992 yılındaki Tarımsal Araştırma
Projesi Kredisi ile halledildi.3 Bu kredilerle tarım ve ormancılık
alanlarında araştırmaların kapsamını genişletmek ve güçlendirmek adı
altında, Tarım Bakanlığı’nın bütçe ve planlama sistemine müdahale
edildi. Bu müdahaleyle araştırma alanındaki kamu güvencesi ortadan
kaldırılıp araştırma kuruluşları işlevsizleştirildi.
DB kredilerinin bir başka şartı da tarımsal kredi faizlerinin serbest
bırakılmasıydı. Bu yolla devletin tarımda sübvansiyon (destekleme)
imkanları önemli ölçüde budandı. 1983 ve 1989’daki iki kredi
anlaşmasıyla Ziraat Bankası’nın Tarım Kredi Kooperatiflerindeki (TKK)
rolü azaltıldı ve sonunda banka önemli ölçüde tarım sisteminin dışına
çıkarıldı.
T.C. devletinin Türkiye tarımındaki egemenlik ve etkisini sistemli bir
şekilde kırmayı amaçlayan Tarım SECAL anlaşmasının en yaygın
teşkilatlara sahip iki kamu kurumu olan Devlet Su İşleri (DSİ) ve Köy
Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün (KHGM) boş geçmesi elbette düşünülemezdi.
Sulama ve Drenaj alanlarıyla ilgili kredilerle bunların defterinin
dürülmesine de başlandı.5 Bu kredilerle kamu tarafından yapılan ve
yürütülen sulama yönetimle ‘Sulama Birliklerine’ devredilmeye başlandı.
Tarımsal sulama, ticari esaslara göre yürütülen ve yönlendirilen bir
dönüşüme uğratıldı. Özellikle 1997 tarihli Sulama Yönetimi ve
Yatırımlarında Katılımcı Özelleştirme Projesi, Dünya Bankası’nın bütün
dünyada uygulatmaya çalıştığı suyun özelleştirilmesinin altyapısını
hazırladı.
1980-85 yılları arasında yapılan, 5 tarımsal kredi ile başlayan 1985
yılında Tarım SECAL kredi anlaşmalarıyla devam eden yeni süreç, 2000
yılında imzalanan tarım sektörü ile birlikte mali sektör, sayısal
güvenlik sektörü, telekomünikasyon ve enerji sektörlerini de kapsayan
Ekonomik Reform Kredi Anlaşması ile yeni bir aşamaya geçti.6 Bu
anlaşmanın uygulama ilkelerini belirleyen Tarımsal Reform Uygulamaları
Kredisi, 2001 yılında imzalandı.7 600 milyon dolarlık hacme sahipti. Ne
yazık ki, anlaşmanın Türkiye ayağındaki yetkilisi Tarım Bakanlığı değil,
IMF ve Dünya Bankası’nın yönlendirmesi altında olan Hazine
Müsteşarlığı’ydı.
Kredi yoluyla teslim alma
Kısacası, 1980’lerde 10 kredi, 1990’larda 7 kredi olmak üzere 1980 ve
1990’da toplam 17 kredi anlaşması daha imzalanmış oldu. Özellikle 1980
sonrası yapılan her kredinin karşılığında dönemin hükümetleri tarafından
bazı ödünler verildiğinden, bu krediler, tarım (bitkisel üretim ve
hayvan yetiştiriciliği) sektörümüzü serbest piyasa ekonomisi içine
itekleyen krediler oldu. Söz konusu krediler, Türkiye’yi gelişmiş
ülkelerin tarım, gıda ve ecza şirketlerinin açık pazarı kıldı.
Toprağı suyu düşünen, ekolojik zincirin halkalarına aldıran kısacası
kamu çıkarını gözetecek bir hükümet gelmedi. Gelen her hükümet doğayı
paraya dönüştürmek, doğanın bekçileri olan küçük köylü üretimini ortadan
kaldıracak politikaları uyguladı.
Zamana yayarak uygulandı
Bu kredilerin ayrıntılı bir analizi, ayrı bir çalışma gerektirir. Bu
yazının kapsamı içinde bunların Türkiye tarımında küçük üreticinin
yararlandığı son mevzileri de dağıtan bir topçu ateşi işlevi gördüğünü
hatırlatmakla yetinelim. Çünkü bu krediler şu şartlara bağlı olarak
verilmişti:
-
Desteklemelere tümüyle son verilmesi,
-
Doğrudan Gelir Desteği’ne geçilmesi,
-
Devletin, tarımsal üretim ve tarımsal sanayi alanında hiçbir etkinlik göstermemesi,
-
TZDK, ÇAY-KUR, TEKEL, Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş’den (TŞFAŞ) geriye kalanların özelleştirilmesi ya da tasfiye edilmesi,
-
Tarım Satış Kooperatifleri Birliği’nin (TSKB) Dünya Bankası’nın uygun bulacağı bir biçimde yeniden düzenlenmesi.
Böylece bir yandan ülkenin ürün deseni değişirken bir yandan devletin
(ve Tarım Bakanlığı’nın) ülke tarımındaki kör topal da olsa uygulanan
öncülük, koruyuculuk, düzenleyicilik rolü ortadan kalktı. Türkiye tarımı
ülke ihtiyaçlarının karşılanmasına değil küresel şirketlerinin
kârlılığına öncelik veren bir mecraya sokuldu.
Kredi desteği almamız için yapmamız istenilen düzenlemeler, bir nevi
organlarımızın parça parça feda edilmesiydi. Bir kredi karşılığında bir
kolumuz, diğer kredi karşılığında diğer kolumuz, başka bir krediyle ise
bir gözümüz, bir başkasıyla kulağımız istendi; hükümetlerimiz de
istenenleri ver(ebil)di. En nihayetinde ürün ürettiğimiz toprak,
içtiğimiz su, soluduğumuz hava, beslendiğimiz gıda zehirlendi. Bütün bu
olup bitenler elbette uyuduğumuz bir gecenin uyandığımız sabahında
karşımıza çıkmadı. Adım adım, gün be gün yol aldı.
Dipnotlar
(1) Bkz. Resmi Gazete, 13 Temmuz 1985, sayı 18810..
(2) Örneğin bkz. Resmi Gazete, 13 Haziran 1986, sayı 19133, (Mali
Sektör İntibak Kredisi); 1 Temmuz 1987, sayı 19504 (Enerji Sektörü Uyum
İkrazı).
(3) Bkz. Resmi Gazete, 5 Ağustos 1984, sayı 18480 ve 9 Eylül 1992, sayı 21340.
(4) Bkz. Resmi Gazete, 20 Ekim 1983, sayı 18197 ve 2 Ağustos 1989,sayı 20240
(5) Bkz. Resmi Gazete, 25 Mayıs 1986, sayı 19117, Sulama ve Tarla içi
Geliştirme Projesi; 27 Şubat 1998, sayı 23271 Sulama Yönetimi ve
Yatırımlarında Katılımcı Özelleştirme Projesi.
(6) Bkz. Resmi Gazete, 14 Haziran 2000, sayı 24079.
(7) Bkz. Resmi Gazete, 13 Temmuz 2001, sayı 24461.
Tarımdaki
darbe, aslında 12 Eylül cuntasının yarattığı ortamın doğrudan bir
sonucuydu. Özellikle Özal sonrasında başlatılan politikalar, bütün
yerleşik sistemleri sarstı ve tarıma ilişkin neredeyse tüm kurumlar
kapatıldı. Böylece büyük bir talanın yolu açılmış oluyordu
Aslında hükümetler değiştikçe hiçbir şey değişmedi tarımda.
Şekerpancarı bunun tipik örneğiydi. Birbiri ardına gelen her hükümet,
üreticileri yoksullaştırdı, fabrika işçilerini işinden etti, besiciliği
geriletti, ekolojik dengeyi bozdu. Şirket tarımcıları, çiftçileri mat
etme yolunda hamle üstünlüğü kazandı.
Darbenin doğrudan ürünü: Tarımın çökertilmesi
Türkiye, tarımda (ekonominin geneliyle birlikte) IMF, Dünya Bankası,
DTÖ ve AB Ortak Tarım Politikası (OTP) patentiyle 1980’den itibaren
uygulanan politikaları, özellikle I ve II. Dünya Savaşı sırasında
oluşturmuştur. Ve bu politikalar esas olarak büyük toprak sahipleri ile
ticaret burjuvazisinin çıkarlarını gözeterek, köylüye bir ölçüde koruma
ve güvence sağlayan kurumların da bir bir tasfiyesini gerektiriyordu.
Türkiye’de 1980 ile başlayan “serbest piyasacılık” dönemine dek,
tarımda her ne kadar (toprak ağaları-tefeci tüccar sermayesi ittifakı
eliyle) ta başından uğradığı müdahale ve sabotajlarla çarpık ve eksik
kurulmuş da olsa az çok “genel çıkarı” ya da “ortak iyiyi” hedefleyen
bir kamu-çiftçi-tüketiciler zincirinden söz edilebilirdi. 1 söz konusu
zincirde kamunun rolü, üretici ve tüketicisini koruma amaçlıydı. Bu
zincirin büyük tarım, gıda ve ecza şirketlerine geçmesi için küresel
ölçekte çalışmalar başladı, tarımın tahribatına böyle geçilebildi.
Tarımın serbest piyasa içine çekilebilmesi için öncelikle devlet ile
çiftçinin bağının kopartılması gerekmekteydi. IMF ve Dünya Bankası bu
amaçla a) tarımsal girdilere uygulanan sübvansiyonların tedricen
kaldırılması, b) tarımsal kredi faizlerinin yükseltilmesi, c) tarımsal
Kamu İktisadi Teşekküllerinin özelleştirilmesi, d) destekleme alımları
yapan kuruluşların özelleştirilmesi ya da işlevsizleştirilmesi
“buyruğunu” verdi.
Toprağı piyasaya açmak
Kapitalist merkezlerce dayatılan Türkiye ekonomisinin yeniden
yapılandırılması görevi belirttiğimiz gibi 12 Eylül darbecilerinin
“ortalığı temizlemesiyle” 1983 yılında iktidara gelen Anavatan Partisi
(ANAP) iktidarında başladı. Bu Partinin 1991 yılına sürecek iktidarının
ilk 6 yılında Başbakanlık görevini 24 Ocak Kararları’nın mimarlarından
Turgut Özal yürüttü.
KİT’lerin özelleştirilmesini engelleyen yasaları değiştirmekle işe
başlayan Özal, çiftçi ile devletin bağını koparmak için ayrıca;
Üç yanı denizle çevrili ülkenin akarsu ve göllerindeki ürünlerden doğru
ve iyi yararlanılmasında önemli görevler üstlenen ve daha
geliştirilmesi gerekirken Su Ürünleri Genel Müdürlüğü’nü,
gıdaların kalitesini, sağlıklılığını, hem test hem de, kontrolünü gerçekleştiren Gıda Kalite ve Kontrol Genel Müdürlüğü’nü,
Hayvanların sağlıklı yetiştirilmesi ve tüketicilerin sağlıklı hayvansal
gıda tüketmesinde yararlı görev gören Veteriner İşleri Genel
Müdürlüğü’nü,
Üretici köylüyü yeniliklerle buluşturan Ziraat İşleri Genel Müdürlüğü’nü,
Bitki sağlığı ve zararlılarla mücadelede etkili teknik ve bilgi desteği sunan Zirai Mücadele ve Karantina Genel Müdürlüğü’nü,
Tarım topraklarının amaç dışı kullanımını engelleyen Toprak - Su Genel Müdürlüğü’nü kapattı.
Özal’lı ANAP hükümetinin kapattığı bu genel müdürlüklerden boşalan
yerlere özel sektör girdi; tarım toprakları kâr amaçlı olarak konuta ve
sanayiye açıldı. İlaç ve gübre kullanımı yakın zamana kadar özel
sektörün “ne kadar çok satarsa o kadar çok pirim alacak olan” gezgin
satıcılarının eline terk edildi. Doğa kâr hırsına teslim edildi.
Aile çiftçiliğinin sonu
Özal hükümeti ayrıca, DB ve temsil ettiği küresel şirketlerin talepleri
uyarınca tarımdaki devlet tekellerinin kaldırılması işlemlerini
başlatarak, Türkiye kırsalındaki toplumsal dokuyu kökten değiştirecek
tasfiye sürecinin önünü açtı. İşe çayla başlandı, tütün ve şekerdeki
devlet tekellerinin tasfiyesi Özal’ın ANAP’ına ve ekonomi politikalarına
“muhalefet eden” başka siyasal partilerin hükümetlerine nasip olacaktı.
Çayın tadı nasıl kaçtı?
Çay tarımı genellikle, küçük aile işletmeciliğine dayandığından bölge
için ekonomik, sosyal ve politik önemi vardı. Bölge insanının çay tarımı
ile yoğun bir şekilde uğraşmaları ve çay sanayinde görev almaları
nedeni ile bilgi beceri ve kültürlerinde farklılaşma ve gelişme
görülmüş, çay üretimi ve sanayisi bölge halkı için önemli istihdam
kaynağı olmuştu.
Gıda
üretiminin önemli alt sektörü olan ve küçük aile tarımı şeklinde
yapılan çay tarımı ve sanayindeki kamuya ait çay tekeli 04.12.1984 Tarih
ve 3092 sayılı Kanunla kaldırıldı. Böylece 3788 Sayılı Kanunla çaya
getirilen devlet tekeli 44 yıl sonra 3092 Sayılı Kanunla çay tarımı,
işlenmesi ve satışı serbest bırakıldı, işleme ve paketleme fabrikaları
kurup işletme hakkı tanındı.
Bu arada, tarımdaki devlet tekellerinin ANAP hükümetlerinin başladığı
işi tamamlamak 28 Mayıs 1999 - 18 Kasım 2002 yılları arasındaki
DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetine nasip oldu. Bu hükümet, IMF ve Dünya
Bankası’nın isteğiyle; 4634 sayılı Şeker Yasası’nı 04/04/2001 tarihinde
çıkardı.
Pancarı yok et, NBŞ gelsin
Özal döneminde, çay ile başlayan ürün bazlı aile çiftçiliği ortadan
kaldırma yerine şirketleri ikame etme politikaları, DSP-MHP-ANAP
koalisyonunca çıkarılan Şeker Kanunu ile şekerpancarında devam etti.
Oysa şekerpancarı, çiftçilerin çiftçilik yapabilmeleri için bitkisel
üretim ile hayvan yetiştiriciliğinin bir arada yapılabilmesine olanak
sunan önemli bir endüstri bitkisidir. Şekerpancarının tüm yan ürünleri,
baş ve yaprakları, küspesi melası en ucuz kaba yem olarak
değerlendirilir. Bir dekar şeker pancarı yan ürünlerinin içerdiği
hayvansal besin değeri 500 kg arpaya eşdeğerdir. Başka bir deyişle; bir
dönüm şekerpancarı yetiştirirken, aynı anda hayvanlar için yaklaşık iki
dönüm de arpa yetiştirmiş gibi ek değer üretilir. Kendisinden sonra
ekilen hububatta ise yüzde 20 verim artışı sağlayan, baş ve
yapraklarının toprakta bırakılması halinde dekara 5kg. saf fosfor ve 15
kg. potasyuma eş değer bitki besin maddesi temin eden bu eşsiz
katkısıyla yılda 450 bin aile tarafından 65 ilde, 7 bin 200 yerleşim
biriminde ziraatı yapılmaktaydı. Yurt sathına böylesi dağılımı,
çıktılarının bitkisel üretim ve hayvan yetiştiriciliğinde
değerlendiriliyor olabilmesi tarımın şirketleşmesinin önünde engeldi,
küçük aile çiftçiliğinin yaşayabilmesini sağlamaktaydı. Çünkü çiftçi, 1
dekar şekerpancarından elde ettiği geliri 4-5 dekar buğday ekerek elde
edebilmekteydi. Şekerpancarı, tarıma oluşturduğu bu dayanaklar
sayesinde, hayvan yetiştiriciliği ile bitkisel üretimin birlikte
yapıldığı işin adı olan tarımın, doğal yollarla yaşayabilmesine olanak
sağlamakta, küçük aile çiftçiliğin sürmesine destek olmaktaydı.
Şekerpancarının bir başka önemli özelliği istihdam yaratmasıydı. Ekim
sahalarında yüzde 40 oranında işgücü değerlendirilmekteydi.
Fabrikalarında 35 bin kişi çalışmaktadır. Şekerpancarı tarımı buğdaya
göre 18 kat, ayçiçeğine göre 4.4 daha fazla istihdam yaratmakta, yan
ürünleri ile de süt ve et hayvancılığını teşvik etmektedir.
Şirketlerin keyfi oldu
Sadece şekerpancarı üretimine getirilen yüzde 10’luk kota bu kadar
yoksulluğa ve işsizliğe neden oldu. Yasayla Nişasta Bazlı Şeker (NBŞ)
kotalarının yüzde 50 artışı veya eksiltme yetkisi Bakanlar Kurulu’na
verildi. Bakanlar Kurulu bu yetkiye sahip olduğundan bu yana NBŞ
kotasını hep yüzde 50 artırdı, eksiltmedi. NBŞ kotasının yüzde
arttırılmasıyla 4 NBŞ üretimi 117 bin ton arttı, pancar şekeri üretimi
117 bin ton düştü.
Kg başına 12 TL katma değer yaratan pancar şekeri yerine NBŞ
kullanıldığında, 50 kuruşluk kâr için 11,5 TL katma değer kaybedildi.
Her yıl, 1 milyon 345,5 TL’lik katma değer kaybı yaşandı.
Pancar üretiminde 850 bin ile 1 milyon ton kayıp yaşandı. 60 bin çiftçi
ailesi pancar üretimi yapmaktan alıkonuldu. 400 bin dönüm arpaya
eşdeğer yem üretiminden ve nakliye sektöründe 2 milyon ton iş hacmi
kaybına neden olundu. NBŞ kotası yüzde 50 arttırılmasa 5 adet NBŞ
üreticisi şirket 150 milyon TL kârdan olacaktı. Türkiye binlerce
çiftçisiyle birlikte 250 milyon ilave katma değerini kaybetti.
Yasa, şekerpancarı üreticilerini yoksullaştırdı. Fabrika işçilerini
işinden etti. Besiciliği geriletti. Ekolojik dengenin bozulmasına neden
oldu. Küçük aile çiftçiliği yapan köylüler, şekerpancarına konulan kota
oranında üretim manivelalarından yoksun kaldı. Şirket tarımcıları,
çiftçileri mat etme yolunda hamle üstünlüğü kazandı.
Şeker yasası neleri değiştirdi?
-
Pancar üreticileri yaklaşık olarak 2 milyon dekar arazide artık pancar ekemiyor.
-
175 bin üretici üretim dışına çıkarıldı, artık pancar üretemiyor.
-
200 bin büyükbaş hayvanın yaş küspe ihtiyacı karşılanamıyor.
-
Şeker fabrikalarında çalışan işçiler işlerinden ve aşından oluyor.
-
18 milyon ton olan şekerpancarı üretimi geriledi.
-
Ülkemizin, dolayısıyla dünyamızın ekolojik dengesi, azalan
şekerpancarı üretimi oranında bozuldu. Çünkü, 1 dekar şekerpancarının
sağladığı oksijen,3 dekar çam ormanına eşittir.
|
DİPNOTLAR
(1) Halkın tamamına yakınının çıkarına
gibi görünen bu zincirin eksiklik barındırdığı zaman zaman toplumsal
muhalefet güçleri tarafından dile getirildi. Aslında doğru olan,bu
zincirin kamu -çiftçi örgütlülüğü (üretimden pazarlamaya kadar zincire
egemenliğiyle)- tüketiciler şeklinde olmasıydı. Türkiye’de bu doğru
zincirin oluşması için kamu cephesinden hiçbir çaba olmadı ama engel hep
vardı.
(2) Abdullah Aysu, Tarladan Sofraya Tarım, (Su Yayınları, İstanbul, 2002), s. 149-152-153.
(3) Pankobirlik Dergisi; Sayı:101, Yıl 2011, s.42
Tohum,
bitkisel üretimin ve gıda zincirinin ilk halkasıdır. Tohum olmazsa
tarım ve gıda olmaz. Toprağa gübre (organik-kimyasal) saçmazsanız, bir
miktar ürün alabilirsiniz. Ama toprağa tohum saçmazsanız ürün elde
edemezsiniz. Bu nedenle tohum yaşamla eş anlamlıdır
Bitkisel üretimle hayvan yetiştiriciliğini bir arada yapan küçük aile
çiftçileri, ürettikleri bitkilerle hayvanlarını beslerken, hayvan
gübrelerini de toprağa saçarak ekolojik bozulmayı bir ölçüde önlüyor ve
şirket tarımcılığına karşı bir ölçüde kendilerini savunabiliyordu. Oysa
yeni düzen bunu da bitirdi
Sigaramın dumanına sarsam...
Tarımın çökertilmesindeki adımlardan biri de tütünle ilgiliydi. Tütün,
küçük aile çiftçileri tarafından yapılan bir faaliyettir: Tütüncü aile
14 aya yayılan zaman diliminde toprağı 3-4 kez işler. Fidesini hazırlar.
Tütünü diker çapalar, gene çapalar, dip sıyırır, 1 el, 2. el, 3 el, 4
el olmak üzere yaprakları toplar, kurutur, balyalar. Yoğun ve incelik
isteyen bir emek sonucu ekonomik değeri yüksek ürün elde eder. Tütünü
tütün makinesi ve traktörü olmayan yoksul çiftçiler de ekebilir ve
ailesi ile birlikte bir arada çalışabilir.
Kanun çıkarıldığı sırada Türkiye’de sigara tüketimi 168 bin tondu. Bu
da, 8.4 milyar paket sigara demekti. Yasanın çıkarıldığı dönemde bir
paket sigaranın ortalama fiyatını 1 milyon kabul edersek, sigara
pazarının değeri 8.4 katrilyon liraydı. Bunun yaklaşık 6 katrilyonu
vergidir. Bu hacimdeki büyük pazar küresel tütün ve sigara şirketlerinin
iştahını kabartıyordu. Türkiye’de 2000 yılı itibariyle 200-220 bin ton
tütün üretilmekteydi. Tüketim ise 170 bin tondu. 110 bin ton da ihracat
yaptığımız hesaba katıldığında, Türkiye’nin ihtiyacı 280 bin tondu.
‘Şark tütünü’ bitirildi
TEKEL’in özelleştirilmesi için, 1990 yılından itibaren muhalefetteyken
özelleştirme karşıtı politika yürütenler, iktidar olduklarında
“ülkemizde tütün yakılmaktadır” ifadesini dillerine pelesenk edip
özelleştirme için kamuoyu oluşturma, yanılsama, yaratma çabasına
girdiler.
Pazar hacmi, devlet kasasına sağladığı gelir yanındaki yararlılığının
yanı sıra, şark tütünü daha az verimli ve meyilli arazilerde yetişiyor.
Onun yetiştiği yerde çiftçinin başka ürün ikame etmesi mümkün değil. Bu
arazilerde ekim yapılamayacağından yağmur ve rüzgar erozyonu ile toprak
tabakası kaybolacak, verimli topraklar akacak, verimsiz kaya tabakaları
kalacak. Toprak üretim dışı kalacak, doğa tahrip olacak bunların
hepsinin bilinmesine karşın dış güdümlü politikacılar buna aldırmadılar.
Yasanın çıkarıldığı dönemde Türkiye’de 5001 köyde tütün ekimi
yapılmakta, tütün üreticisi aile sayısı ise 575.796 idi2 çoğunluğu tütün
üretmeyerek kentlere göç etmek zorunda kaldı. Çiftçiler üretemez duruma
geldikten sonra Jose Marti’nin deyimiyle3 “elleriyle çalışan
entelektüeller ki onlar: akademik derecelerini atölyelerden alan, hem
düşüncenin hem ekmeğin tezgahında çalışan tütün fabrikasının işçileri”
de, işsiz kalacaktı.
Yabancı sigara üreticilerinin, nikotinin bağımlılık yapıcı etkisini
artıran ve insan sağlığına zararlı, ölümcül hastalıklara yol açan katkı
maddelerinin kullanıldığı kendilerince de ikrar etmiş olan ürünlerin
piyasaya hakim olacağı bilindiği halde buna da aldırmadılar.
Kısacası, ülke ekonomisin, toprak ve doğanın, çiftçilerin, işçilerin ve
insan sağlığının bu yasayla zarar göreceğini, küresel sigara
şirketlerinin kazanacağını bilerek çıkardılar bu yasayı.
Çiftçi örgütleri hedefte
Uygulanan bu politikalarla, üreticilerin, köylülerin, devletle bağının
koparılması başarıldıktan sonra sıra, çiftçilerin örgütleriyle bağını
koparmaya gelmişti.
DSP-MHP ANAP koalisyonu, IMF ve Dünya Bankası’nın isteğiyle; 4572
Sayılı Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri Yasası’nı (TSKB)
çıkardı4. Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri ürün bazında kurulmuş
kooperatiflerdi, bu yasa ürün bazında şirketlerin egemenliğini sağlamak
için çıkarıldı.
Çıkarılan yasa ile;
-
Yeniden Yapılandırma Kurulları (YYK) oluşturuldu. Kurullar, Birlik
yönetimlerin üzerinde üst bir yetkiyle donatıldı. Kooperatif arsalarının
satılması, işçilerin işine son verilmesi, entegre tesislerinin
şirketlere dönüştürülmesinde YYK belirleyici hale getirildi.
-
Kooperatiflere ait fabrikaların üç yıl içerisinde şirketlere
dönüştürülmesi öngörüldü. Böylece, Birlik fabrikalarının
özelleştirilmesinin önü açıldı. Şirketlere alternatif olarak ürün
bazında kurulmuş olan kooperatiflerin, entegre tesislerinin
şirketleştirilmesiyle bu ürünler de şirketlerin belirleyiciliğine girmiş
oldu.
-
Birliklerin, devlet veya diğer kamu finans kurum ve kuruluşlarından
herhangi bir mali destek almasına ve devlet bankalarından kredi
sağlamasına engel konuldu.
-
Birliklere banka kurma yasağı getirildi.
Sonuçta, üreticilerin birlikleriyle-örgütleriyle bağının koparılması bu
yasa ile başarıldı. Bu kez sıra; çiftçileri çiftçilikten çıkarma
aşamasına gelmişti.
Çiftçiliği bitirmek
Bilindiği üzere tohum, bitkisel üretimin ve gıda zincirinin ilk
halkasıdır. Tarım tohumun bulunmasıyla başlamıştır. Tohum olmazsa tarım
ve gıda olmaz. Toprağa gübre (organik-kimyasal) saçmazsanız, bitkiye ve
böceğe ilaç atmazsanız az da olsa bir miktar ürün alabilirsiniz. Ama
toprağa tohum saçmazsanız ürün elde edemezsiniz. Bu nedenle üretici
köylüler ve tüketiciler için tohum yaşamla eş anlamlıdır.
Şirketlerin en büyük hayali de, çiftçiyi/köylüyü kendine bağımlı kılmak
için tohumu ele geçirmektir. AKP hükümetinin 2006 yılında çıkardığı
5553 Sayılı Tohumculuk Yasası5 ile kamuya tohum alanından el
çektirilmesi ve çiftçilerin ürettiği tohumlarına sadece değiş tokuş
hakkı tanınması, satışlarının engellenmesiyle meydan tohum şirketlerine
bırakılmış oldu. Tohumculuk Kanunu’nun çıkarılmasında IMF, Dünya Bankası
ve Avrupa Birliği’nin etkisi büyüktür.
Tohum biterse çiftçilik biter
Yurt
içinde sadece kayıt altına alınmış çeşitlere ait tohumlukların
ticaretine izin verildi. Çiftçilerin ürettiği tohumları satmalarına
engel getirildi. Sadece ürettikleri tohumların kendi aralarında parasız
değiş tokuşuna izin verildi.
Devlet-kamu tohum üretim alanının dışına çıkarıldı. Kamu, tohumun
sertifikalandırma, ticaret ve denetimini şirketlere bıraktı. CHP
Tohumculuk Yasası’nın bazı maddelerinin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne
başvurdu. Anayasa Mahkemesi sadece denetim yetkisinin tüzel kişilere
yani şirketlere devrini iptal etti.
Şirketlerle çiftçiler arasında çıkacak olan anlaşmazlıklara da devleti
değil, tohum şirketlerinin oluşturduğu Tohumcular Birliği’ni yetkili
kıldı.
Yasa; çiftçilerin tohum ihtiyaçlarını sağlamaları için tek adres olarak
tohum şirketlerini gösteriyor. Çiftçileri ihtiyacı olan tohumu
şirketlerden karşılamaya mecbur bırakılıyor.
Tekeller kazandı
Oysa kendi ürettiği ürününden tohumunu ayırabilene çiftçi denir.
Tohumculuk Kanunu ile de çiftçilerin çiftçilikle olan bağı koparılmış
oldu!
Türkiye’nin tarımında uygulanan IMF-Dünya Bankası yaptırımları, DTÖ
normlarının yanı sıra 3 Ekim 2003’ten itibaren AB’ye kesin aday üye
olması nedeniyle, AB Ortak Tarım Politikası (OTP) müzakereleri de
eklendi. AB’nin Maastris kriterlerinin birinci maddesi IMF-DB’nin
dediklerini yapın, sonra gelin koşulu, çiftçi oranını yüzde 5-8’e
düşürün direktifleri, Türkiyeli çiftçilerin ensesinde boza
pişirmektedir. Bu yaptırımlar gıda egemenliğini, üretici olan çiftçiler
ile tüketicilerden almakta, küresel tarım ve gıda şirketlerine
devretmektedir.
Tütün yasasının marifetleri
-
Küresel sigara şirketlerinin rejinin kaldırılmasından bu yana
tütün ve sigara işini tekrar ele geçirme emelleri hep vardı. Bu kanunla
emellerine kavuşmuş oldular.
-
TEKEL devre dışı bırakıldı. Tekel tütünde destekleme fiyatı ve
alımı yapmaktan çıkarıldı. TEKEL’e bağlı suma fabrikaları, üzüm
üreticisinin üzümlerini artık almıyor.
-
Yaklaşık 583 bin olan tütün üreticisi sayısı 2010’larda 50.685’e geriledi.6
-
2000 yılında 234 bin hektar alanda tütün üretiliyordu. 2011
yılında tütün üretim alanları 40-50 bin hektara kadar geriledi. 7
-
2000 yılında 208 bin ton tütün üretiliyordu. 2010 yılında 53.018 ton tütün elde edildi.8
-
TEKEL alımda olsaydı şu an tütünün bir kilo fiyatı 40 TL’den aşağı
belirlenmiyor olacaktı. Şu anda tütünün kilosu ortalamada 10,5 TL’ye
bile ulaşamıyor.9
|
(1) Abdullah Aysu; “Tarladan Sofraya Tarım” Su Yayınları, İstanbul
(2) Abdullah Aysu; “Tarladan Sofraya Tarım” Su Yayınları, İstanbul
(3) Detlef Bkuhm, Colombus’tan Davidoff’a “ Tütün ve Kültür” Dost Yayınevi Eylül 2001, Ankara, Türkçesi: Zehra Aksu Yılmazer
(4) Resmi Gazete, 16 Haziran 2000, sayı 24081
(5) Bkz. Resmi Gazete, 8 Kasım 2006, sayı 26340.
(6) Mustafa Seydioğulları; Sunum: “Tütün Piyasaları ve Talep
Politikaları”, 16 ekim 2012, Çeşme-İzmir. Kaynak: TEKEL ve TAPDK
kayıtları.
(7) Mustafa Seydioğulları; Sunum: “Tütün Piyasaları ve Talep
Politikaları”, 16 ekim 2012, Çeşme-İzmir. Kaynak: TEKEL ve TAPDK
kayıtları.
(8) Mustafa Seydioğulları; Sunum: “Tütün Piyasaları ve Talep
Politikaları”, 16 ekim 2012, Çeşme-İzmir. Kaynak: TEKEL ve TAPDK
kayıtları.
(9) Kaynak: Tütün Üreticileri Sendikası (Tütün-SEN) verileri-2012
Şirketler
ve onların emrindeki hükümetler, elbette pratik değişikliklerle
yetinmediler. Sonradan gelenler tarafından ‘bozulacak’ geçici sistemler
yerine yasalarla tarımın elini kolunu bağlayarak çiftçiliği tükettiler
Adı, sanı ve politik eğilimi fark etmez. Son yirmi-otuz yılda hangi
hükümet gelirse gelsin, önceliği tarımın piyasalaştırılması ve
çiftçilerin güvencelerinin yok edilmesi oldu. Elbette, bütün bu
operasyonun arkasında uluslararası gıda şirketleri vardı
Talan yasaları böyle çıkarıldı
Şimdiye kadar anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi hükümetlerin şirket
yanlısı dış güdümlü politikalarıyla, çiftçilerin tasfiyesinde belli bir
aşamaya gelindi. Bu politikalar her yıl en güçsüz çiftçileri mesleğinden
etmek üzere işlemekteydi. Sonunda sıra, şirketleri tarım ve gıdada tam
egemen kılmaya gelmişti. Bu amaçla hükümet(ler) yaptırımlarını
sürdürmekte; kanunlar, kararnameler, yönetmelikler çıkarmaktadır.
Birlikleri kırıp geçirdiler
Tarımsal Üretici Birlikleri Yasası1 bu yasalardan biriydi.
Şirketlerin karşısında örgütsüz bırakılan çiftçiler örgütlensin diye
yasa çıkarıyoruz yanılsaması yaratmak için çıkarılan Tarımsal Üretici
Birlikleri Yasası ile esasında çiftçilerin birlikte davranmalarını
engellemektedir. Çünkü çıkarılan yasa;
-
Birlik üyelerinin kolektif üretim yapmasını engelliyor,
-
Tüm üyelerin Birliklere ortak olmasını ancak Birliklerin üyelerinin
ürettiği ürünleri işleyebilecek sanayi tesisleri kurmasını önlüyor,
-
Birliklerin üreticilerin kullandıkları girdilerin (ilaç, gübre vb) iç
veya dış piyasadan toptan alıp üreticilere dağıtmasını engelliyor,
-
Üretici - tüketici ilişkisini kurup aracıları ortadan kaldırmayı sağlayamıyor,
-
Çiftçiler adına tek tek olmak kaydıyla sözleşme imzalayabilmesini, ancak tüm üyeleri adına sözleşme imzalamasını yasaklıyor.
-
Birliklerin gelirlerinden üyelerine pay dağıtılmasını engelliyor,
-
Birliklere, tarımla ilgili olan ve onaylanmış uluslararası
sözleşmeleri aynen kabul etme ve gereğini yapma zorunluluğu getiriyor.
Tarımsal Üretici Birlikleri Yasası; üreticilerin birliğini tesis edici
değil, dağıtma maksatlı çıkarılmış bir yasa olarak orta yerde
durmaktadır.
ABD’den alınma yasalar
Tarım Ürünleri Lisanslı Depoculuk Yasası2 da bir başkasıydı...
Lisanslı Depoculuk Yasası ABD’den örnek alınmış bir yasadır.3
Kaldı ki, ABD’de küçük çiftçiliğin pek kalmadığı, tarımın neredeyse
şirketleştiği (şirketlerin eline geçtiği), gerçeği orta yerde dururken,
söz konusu yasanın oradan kopyalanması Türkiye tarımı ve tarımcısının
ihtiyaçlarıyla doğrudan çelişmektedir. Bir başka gerçek de, yasanın
doğru bile kopyalanmamış olmasıdır. Lisanslı Depoculuk Yasası’nın,
ABD’de uygulanması ile Türkiye’de çıkarılan yasa farklıdır.
Şöyle ki;
ABD’de Lisanslı Depoculuk Kurumu: Çiftçinin/tarım şirketlerinin
sorununu çözmeye ve çiftçiye kazandırmaya kurguludur. Çünkü sıfır faize
yakın kredi destekli, depo kirası yok.
AKP hükümetinin çıkardığı Lisanslı Depoculuk Yasası: Çiftçinin sorununu
çözmeye değil, şirketlere kazandırmaya kurguludur. Çünkü ürüne karşılık
çiftçiye ucuz kredi desteği yok. Depo kirası var. Bu yasa, depolarda
ürünlerini bekletme gücüne sahip toprak ağaları ile şirketlere yararlı.
Küçük ve orta ölçekli çiftçilerin zararına bir yasa.4
Peşpeşe gelen yasalar
-
Organik Tarım Yasası5 Organik tarım
sertifikası nasıl ürünlerin organik olduğuna dair belge ise, Organik
Tarım Yasası da tarımın şirketlere devir edilmesinin belgesidir. Şöyle
ki; yasa, organik tarım sertifikasını verme yetkisini devlet
kuruluşlarına değil, çiftçilere para karşılığında hizmet verecek olan
şirketlere vermiştir. Oysa Tarım Bakanlığı, 81 ilde İl Tarım Müdürlüğü
ve bütün ilçelerde İlçe Tarım Müdürlüğü adı altında örgütlenmiş yaygın
bir yapıya sahip, onbinin üzerinde eleman çalıştırmaktayken organik
tarım sertifikası vermekte Tarım Bakanlığı değil, şirketler yetkili
kılınmıştır.
-
Tarım Sigortası Yasası6 Tarım Sigortası
Yasası çıkartılmış; mevzuatı çiftçileri değil, sigorta şirketlerini
gözetecek, daha da zenginleştirecek şekilde düzenlemiştir. Yasayla
çiftçilerin ödeyeceği sigorta priminin yüzde 50’sinin devlet tarafından
karşılanması öngörülmüş, fakat yasa bu öngörüyle çıktıktan sonra sigorta
şirketleri prim oranlarını devletin çiftçilere vereceği teşvik oranında
yükseltmiştir.
-
Tarım Kanunu7 Çiftçilere Gayri Safi Milli
Hasıla’nın yüzde 1’in altında destekleme yapılmayacağını kanun maddesi
haline getirmiş. Daha ilk yılda kendi çıkarttığı kanunu uygulamamış,
çiftçilere verilen destekler her yıl yüzde 1’in altında kalmıştır. Tarım
Kanunu’nun çıktığı yıldan bu yana hiçbir yıl kanuna uygun bir
destekleme gerçekleştirilmemiştir. Tarım Kanunu’na göre ödenmesi gereken
65.576 Milyon TL, ödenen destekler 35.804 Milyon TL, çiftçiye eksik
ödenen miktar, 27. 919 Milyon TL.8
Odayı susturmak için
-
Ziraat Odaları Kanunu9 Ziraat Odaları’na
üyelik aidatlarını arttırma yetkisi gibi “ufak tefek”, “ağza bir parmak
bal” misali denilecek kazanımlar sağladı. AKP hükümetinin çiftçiler
aleyhine, şirketlerin lehine çıkardığı yasaların yapılması sürecinde
odanın sessiz kalmasını çiftçiler bu yasa ile odaya sağlanan “bir parmak
bala” yormaktadır. Ziraat Odaları Kanunu, çiftçiler ile Ziraat odasının
zaten sıcak olmayan ilişkilerinin daha fazla soğumasına neden olmuştur.
-
Toprak Koruma ve Arazi Kullanım Kanunu10 Birinci sınıf tarım arazisi üzerine izinsiz kurulmuş olan sanayicilere af getirmenin ötesinde bir işlevi olmamıştır.
Tüccarı kollayan yasa
-
Hal Yasası da11 bir başka sorun. Eski hal
yasası da yeni hal yasası da çiftçilerin ve tüketicilerin ihtiyacı olan
üretimden pazara kadar uzanan sürece egemen kılmayacak, şirketleri sahip
kılacak. Çiftçilerin bin bir güçlükle yetiştirdiği ürünlerine hallerde
bir tür yok pahasına el konuluyor. Çiftçilerin katma değerden
yararlanmaları hal yasası ile engellenmektedir. Harcadıkları emeğin
karşılığını alamadan, ürünlerini alan tüccarlar, aynı ürünleri 4-5 bazen
altı katı fiyatla tüketicilere satabilmektedir. Yani düzenlemeler
çiftçilerin ürettiği ürünlerin katma değerini artırmıyor. Aracılara
kazandırıyor.
Yeni
yasa ile belediyelere halleri devretme yetkisi de verildi. Yani
belediyeler isterlerse halleri özelleştirilebilecek. Hallerin
özelleştirilmesi halinde şirketler, ürünün fiyatını, malını satmaya
getiren üretici/çiftçi değil, satın alacak olan halin sahibi şirket
belirleyecek. Hem de tek başına! Belediyelere haftada bir gün sadece
üretici köylülerin ürünlerini getirip satabilecekleri pazar yeri
sağlamasını öngörüyor. Buna da belediyeler zorunlu tutulmuyor.
Bundan sonra bildik aracılardan çok büyük tarım ve gıda şirketleri daha
da egemen olacak. Pazarlarda köylülere yüzde 20 tezgah yeri verecek.
Yani köylülere, istedikleri gibi ürünlerini özgür bir biçimde
tüketiciyle buluşturma hakkı kısıtlı olarak tanınıyor. Uygulama adil
değil. Bağımlılığı daha da pekiştiren, üretici köylünün sırtından
sömürüyü katmerleştiren bir yasal düzenlemedir.
GDO nasıl engellenecek?
Şirketlerin isteği ile Ulusal Biyogüvenlik Yasası12
çıkarıldı. Oysa Ulusal Biyogüvenlik Yasası doğa için anayasa
niteliğinde olan bir yasadır. Ondan önce çıkarılan Tohumculuk Kanunu ise
doğanın anayasasına uygun bir kanun olarak çıkarılması gereken bir
kanundu. Yani tohumculuk şirketlerinin bastırmasıyla Türkiye’de önce
Tohumculuk Kanunu çıkarıldı ardından Ulusal Biyogüvenlik Yasası
çıkartıldı.
Çıkarılan Ulusal Biyogüvenlik Yasası ile hayvan besleme amaçlı GDO’lu
yem ithalatına izin verildi. Oysa, tarım hayvan yetiştiriciliğiyle
bitkisel üretimin birlikte yapıldığı işin adı olduğu için GDO tarımsal
üretimde kullanılmıyor değil kullanılıyor demektir.
Hayvan yemi olarak kullanılacak olan taneli yemlerin, örneğin GDO’lu
mısırın çiftçiler tarafından tohum olarak kullanılmasını engellemek
zordur. Hayvanların yeminde kullanılan GDO’lu tohumların hepsini
çiğneyemeyeceği için bir kısmının gübrelerle birlikte toprakla buluşma
riski vardır. Ayrıca çocuk maması hariç GDO’lu ürünlerle gıda üretmek
serbest bırakıldı.
Köyleri ortadan kaldırdılar
Hükümet, 13 yeni büyükşehir kurulmasına ilişkin13
kanun çıkarttı. Kanuna göre, 16 bin 200 köy mahalleye dönüşüyor.
Kapatılacak belde sayısı 1591 oluyor. Beldeler, sosyal, ekonomik ve
kültürel yapısıyla aslında köydür. Kapatılacak beldeler de mahalleye
dönüştürülecek köylere eklendiğinde yaklaşık 20 bine yakın köy tasfiye
edilecek. Toplam köy sayısı 34.500’dür.
Bir başka ifadeyle köylerin yüzde 47’si halka sorulmadan ortadan
kaldırılıyor. Kanunla nüfusun yüzde 75’i (56 milyon kişi) şehirli
yapılıyor.
Kanunun gerekçesinde “etkin, etkili, vatandaş odaklı, katılımcı,
saydam ve olabildiğince yerel bir yönetim anlayışı” vurgusu var.
Gerçekler öyle değil. Gerçekler, AB’nin kırsal nüfusu yüzde 8-10
civarına indirin talebinin yerine getirilmesinin yanında kırsalın
rantçılara açılması ve sermayenin yeni birikim alanı olarak
görülmesidir. Kırsal alanda yapılacak olan HES’ler, Termik Santraller,
(Rüzgar Enerji Santralleri-RES’ler ve Güneş Enerji Santralleri- GES’ler
için yetkiyi merkezde toplamak ve böylece hukuka çalım atarak,
muhalefeti devre dışı bırakmak, ofsayta düşürmektir.
Türkiye’deki köylerin yarısı köylülükten çıkaracak olan bu yasa ile
köylülerin, ekonomik, sosyal, siyasal ve en önemlisi de kültürel hakları
ile birlikte üretme hakları ellerinden alınmış olacak.
Kanuna göre;
Tarım ve hayvancılıkla uğraşan, suyu bedava kullanan, vergi
muafiyetine sahip köyler; belediye sınırlarına alındıktan sonra bu
haklarını kaybedecek, köylü için hayat daha pahalı hale gelecektir. Bu
yeni alanlarda yasalar gereği hayvancılık yapılamayacaktır. Köyde
yaşayan insanların iktisadi faaliyeti kısıtlanacak, kültürel yaşamları
erozyona uğrayacak.
Tarıma ve gıdaya şirketlerin egemen olması için küçük ve orta ölçeğe
sahip çiftçilerin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Kanunla toplam
köy sayımızın yaklaşık yarısı mahalleye dönüşmüş olacak. Yani üretici
köylü olan çiftçiler tasfiye edilmiş olacaktır. Böylece küçük ve orta
ölçekli çiftçilere değil küresel tarım ve gıda şirketlerinin taleplerine
yanıt verilmiş olacaktır.
Kanun ile kente dahil edilecek olan köy arazileri kıymetlenecek
ancak bu ranttan köylü herhangi bir pay alamayacaktır. Üstelik başka yer
gösterilerek veya kamulaştırma yoluyla köylerinden sürülebilecek; yaşam
alanı üzerindeki haklarını kaybedebileceklerdir.
Beldelerde ve köylerde yaşayan halka sormadan bu yönetim
birimlerinin tüzel kişiliklerini kaldırmak demokratik değildir. AK
Parti’nin Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Menderes
Türel: “Avrupa Konseyi’nde (AK) 1989 senesinde imza attığımız yerel
yönetim özerklik şartnamesi gereğince yapılması gerekenleri daha yeni
yapabiliyoruz” diyor. Evet, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na
imza atan ilk ülkelerden biri Türkiye’dir. Ancak bu şart, hizmetin halka
en yakın yönetim birimlerince verilmesi ilkesi üzerine oturur. Köyler
ve belde belediyeleri, halkın yönetime ulaşması ve katılması bakımından
en uygun yönetimlerdir. Belde belediyelerinin dolayısıyla yerel halkın
yönetim/yönetme yetkisini ortadan kaldırmak yanlıştır, yapılması gereken
idari ve mali açıdan güçlendirmektir. Ayrıca yerleşim yeri sınırları
içinde yaşayanların ortak sorunlarının nasıl çözüleceğine, o sınırlar
içinde yaşayanların karar vermesi en doğru ve demokratik olan yöntemdir.
Toplumsal açıdan değerlendirildiğinde bu Kanun köylü ve özellikle küçük üreticiler için yıkıcı sonuçlar doğuracaktır.
Siyasi bakımdan değerlendirildiğinde bu Kanun, köylü, işçi, memur ve
küçük üreticiyi, küçük esnafı katılımcı demokrasiden tamamen
uzaklaştıracak; bunun karşısında küresel ve ulusal büyük sermaye ile
rantiyecileri güçlendirecektir.
Özetle kanun, demokratik değil, kâra odaklı bir yönetim modelidir.
Çiftçiliği ortadan kaldıracak, tarım ve gıdaya şirketleri egemen kılacak
anti demokratik bir toplum tahayyülüdür. |
(1) Bkz. Resmi Gazete, 6 Temmuz 2004, sayı 25514.
(2) Bkz. Resmi Gazete, 17 Şubat 2005, sayı 25730.
(3) Tarım Ürünleri Lisanslı Depoculuk Kanunu Tasarısı’na İlişkin Ziraat Mühendisleri Odası’nın Görüşleri - 11.06.2004
(4) Kaynak: “Her 50 Saniyede Bir Çiftçi İflas Ediyor” Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Broşürü, 2007
(5) Bkz. Resmi Gazete, 13 Aralık 2004, sayı 25659.
(6) Bkz. Resmi Gazete, 21 Haziran 2005, sayı 25852.
(7) 25.4.2006 tarih ve 26149 sayılı Resmi Gazete
(8) Kaynak: TKB ve BÜMKO
(9) R.Gazete : Tarih : 23/5/1957,† Sayı : 9614
(10) Resmi Gazete, 21 Temmuz 2005, sayı 25880.
(11) 26 .3.2010 tarih ve 27533 sayılı Resmi Gazete
(12) 26.3.2010 tarih ve 27533 sayılı Resmi Gazete
(13) 6 Aralık 2012 tarih, 6360 Sayılı Kanun, 11.12.2012 tarih 28489 Sayılı Resmi Gazete
Hayvancılık
alanındaki özelleştirmeler, küçük aile çiftçiliği uğraşı içinde olan
köylülerin üretim girdisi üreten ve pazarlayan şirketlere karşı
direncini önemli ölçüde kırdı. Bu arada, kimyasala dayalı üretilen
ürünler besin değeri bakımından fakirleşti.
Büyük tarım, gıda ve ecza şirketleri ekonomiyi olduğu kadar politikayı
da kontrol edebilecek güçte. Sahip oldukları bu güçle tarım ve doğal
varlıklara saldırıyorlar. Bu, toprağın, biyoçeşitliliğin, suyun, tohumun
üretiminin ve ticaretinin özelleştirilmiş soygun halidir.
Hayvancılık ve doğanın sonu
Türkiye’de Sosyalist sol ve Kürt hareketi dışında her siyasal hareket
ve hükümetin ekonomik yıkım politikalarında pay sahibi olduğunu
görmüştük. Hayvancılığın halledilmesi de Doğru Yol Partisi ile Sosyal
Demokrat Halkçı Parti (sonradan Cumhuriyet Halk Partisi) koalisyonuna
havale edilmişti.
Önce Süleyman Demirel, onun Cumhurbaşkanlığına geçmesiyle de Tansu
Çiller başbakanlığındaki DYP-SHP Hükümetleri (Mayıs 1991- Ekim 1995)
hayvancılığı düzenleyen kurumların tasfiyesini üstlendi. Bu doğrultuda
Et ve Balık Kurumu (EBK), Yem Sanayi (YEMSAN) ve Süt Endüstrisi
Kurumu’nu (SEK) özelleştirdi. Bu kurumları alan patronlar, ilk iş olarak
yem fiyatlarını artırdılar. SEK’i alan şirketler de sütün fiyatını
düşürdüler. Hayvan yetiştiricisi çiftçiler de, çoluk çocuklarının
katığını sağladıkları, fazlasını satarak aile bütçesine katkı yaptığı
hayvanlarını ellerinden çıkarmak zorunda kaldı.
Canlı hayvan canlı para
Köylüler için hayvan canlı paradır,1
karagün dostudur. İhtiyaçları halinde bir danasını veya koyununu pazara
götürüp satarak ihtiyacını giderir. Dolayısıyla kimseye borçlanmaz,
namerde muhtaç olmaz; borcundan ötürü minnet borcu duymaz, aldığı
borcuna karşılık faiz ödemez, “bir tas aşım, tasasız başım” bir yaşam
sürdürürdü.
Canlı paraları olan hayvanlarından yoksun bırakılan çiftçinin hayatına
bu kez dağıttıkları kredi kartlarıyla bildik sömürücü bankalar girdi.
Çiftçilerin kara günler için satacakları danaları, koyunları kalmayınca
kredi kartlarına yüklendiler. Kullanmak zorunda kaldıkları kredi
kartlarını, düzenli kazançları olmadığı için gününde ödeyemediler,
bindirilen faizler nedeniyle kartopu gibi büyüyen borçlarını ödeyemez
oldular. Borçlarının karşılığında önce traktörleri haciz edildi, sonra
da hayvanlarının ardından geçim kaynakları olan topraklarını kaybetmeye
başladılar. Tarımda tahribat, hayvancılık sektöründeki özelleştirmelerle
hız kazandı, tespih taneleri gibi dağıldılar.
Kimyasalların girişi
DYP-SHP; EBK, SEK ve YEM SANAYİ’ni özelleştirmeden önce, 1980 yılında 87 milyona ulaşan2 hayvan sayısı 2009’da 37.7 milyona geriledi.3 Türkiye, hayvansal ürünlerde ihracatçı konumdan ithalatçı konuma getirildi, ülke ekonomisi
zarara uğratıldı. En önemlisi de, bitkisel üretimle hayvan
yetiştiriciliğini bir arada yapan küçük aile çiftçileri, ürettikleri
bitkilerle hayvanlarını beslerken, hayvan gübrelerini de toprağa saçarak
ekolojik bozulmayı bir ölçüde önlüyor ve şirket tarımcılığına karşı bir
ölçüde kendilerini savunabiliyordu. Hayvancılık alanındaki bu
özelleştirmeler, küçük aile çiftçiliği uğraşı içinde olan köylülerin
üretim girdisi üreten ve pazarlayan şirketlere karşı direncini önemli
ölçüde kırdı. Kimyasala dayalı üretilen ürünler besin değeri bakımından
fakirleşti. İlaç kalıntısı nedeniyle sağlık için risk oluşturmaya
başladı.
Türkiye, hayvansal ürünlerde ihracatçı konumdan ithalatçı konuma
getirildi, ülke ekonomisi zarara uğratıldı. Hayvan yetiştiricisi
yoksullaştı.
Sadullah Usumi4 şöyle diyordu: “Piyasalarda
rekabet ortamı yaratan SEK, devletin elinden çıkınca, süt alım
fiyatlarını sanayiciler tespit etmeye başladı. SEK satılmadan önce
üreticilerin 18 bin liraya satabildiği sütlerin fiyatları üç beş ay
içinde 12 bin liraya düşürüldü. Et piyasalarında denetim kalmadı.
Üreticilerden ucuz fiyatlarla alınan et ve süt ürünleri tüketiciye
yüksek fiyatlarla satıldı. Süt alım fiyatları sürekli düşürülürken,
peynir, tereyağı, yoğurt gibi ürünler zamlandı. 1995 yılında süt
fiyatları 12 bin lira iken, kilo başına destek 3 bin liraydı. Süt
bedellerinin dörtte biri. 1998 yılında süt alım fiyatları 85 liraya
çıktı. Buna karşılık devlet desteği 3 bin liradan sadece 5 bin liraya
çıktı. Süt bedelinin 16’da biri... Bu arada yem fiyatları bir yıl içinde
60 bin liraya tırmandı... Böylece süt üreticilerinin gelirleri
azalırken, giderlerinden büyük artış oldu...”
Böylece sistem, bir hesabı daha kapatmış, bağımsız hayvancılığın sonunu hazırlamıştı.
Doğanın yağmalanması
Daha sonra sıra doğanın tahribine geldi; şirket kârları uğruna ekolojik
döngü engellenebilecek, akarsuları ve çevresindeki toprakları
şirketlere verecek çalışmalara geçildi. Acil Kamulaştırma Yasası ile
köylülerin ortak malları kişiler ve şirketlerin yağmasına açıldı.
Türkiye’de yapımı tamamlanmış 172 adet hidroelektrik santral (HES) var.
148 HES’in inşaatı devam ediyor. Yapılacak 2380 HES var. Bunların
dışında 4000’nün üzerinde mikro HES yapılacak. Mikro HES’erle bu sayı
6000’leri aşacak. Bu rakamlar, yaklaşmakta olan büyük felaketin
habercisi.
Enerji yalanları
Ülkenin enerjiye ihtiyacı var diye bu santraller kuruluyor. Bu gerekçe
gerçek değil. Çünkü kurulacak 2700’ün üzerindeki HES, Türkiye
elektriğinin ancak yüzde 2.5’unu karşılayabilecek. Esas itibarıyla
şirketler, bu projelerle suya sahip olacak, çiftçilere ve herkese
satacaklar. Eğer isterlerse, çevresindeki toprakları devlet, şirketler
için istimlak edecek. Yani sudan sonra çevresindeki topraklara da
şirketler sahip kılınacak!
Enerji elde etmek için sular, borular ve tünellerin içerisine alınınca
toprak ve su ile verimliliğin artmasını sağlayan börtü böcek ve yaban
hayatın suyla olan ilişkisi kesilecek. Suya erişemeyen yaban hayat göç
edeceğinden, tarımın yaban hayatla ilişkili doğal bağı koparılmış
olacak.
Ovada yılda iki ürün alan çiftçi, su boruya hapsedilince iki yılda bir
ürün alacak. Düşen yağmur miktarı azalacak, verimlilik azalacak.
Ekolojik denge bozulacak. Doğa ve köylüler yoksullaşacak!
Büyük tarım, gıda ve ecza şirketleri ekonomi üzerinde olduğu kadar
politikayı kontrol edebilecek güçte. Sahip oldukları bu güçle tarım ve
doğal varlıklara saldırıyorlar. Bu, köylüler ve doğaya karşı başlatılmış
bir talan ve özelleştirme savaşından başka bir şey değil. Toprağın,
biyoçeşitliliğin, suyun, tohumun, üretimin ve ticaretinin
özelleştirilmiş soygun halidir.
Madenciler ve kıyım
Soygun ve talanı sadece endüstriyel tarım şirketleri yürütmüyor. Maden
şirketleri, büyük barajlar, dağıtım piyasalarını kontrol edenler,
kirletici sanayiciler, toprağı ve suyu üzerine geçirmeye çalışan toprak
gaspçısı ve su korsanı şirketler de yapıyor. Şirketler, soygun ve
talanlarını ancak hükümetlerin ön açıcılığıyla gerçekleştirebilirlerdi.
Hükümetler bu konuda acil kamulaştırmalarla şahıs arazileri ile
taşınmazlar ve, meralara şirketleri sahip kılmak için kanuni
düzenlemelerle yasal kılıflar hazırladılar. “Acele Kamulaştırma” adı
altında; 2942 Sayılı Kanunun 27. Maddesi ve 3634 Sayılı Kanunun 1.
Maddesine göre şahıs arazilerine ve taşınmazlara şirketler el konmaya
başladı. Böylece şirketler, HES, Termik Santral, Nükleer Santral
yapmayı, Maden Çıkarma ve İşleme Tesisi kurmayı ve Enerji Nakil
Hatlarını geçirmeyi sağlayabildiler. Kamulaştırma Kanunu’nda istisnai
olarak yer alan acele kamulaştırma yöntemi ile EPDK5;
şahıslara ait yaşam ve geçim alanlarına el koydu. Tarım, gıda, enerji
ve ecza şirketlerinin çiftçiyi sömürmeyle birlikte ekolojiyi altüst
edecek, yaşamı riske sokacak olan doğa ve yaşam alanlarına saldırısı
tepkiyi doğurdu. Köylüler ile birlikte hukukçular, bilim insanları,
çevreci, ekolojist gruplar yaşamı savunmak için şirketler ve hükümete
karşı mücadele için bir araya geldiler. Türkiye kırsalı saygıdeğer yeni
bir mücadeleye tanık oluyor.
DİPNOTLAR
(1) “Hayvan canlı paradır” sözü, Koray Çalışkan’a aittir.
(2) Sadullah Usumi; “75 Yılda Köylerden Şehirlere” 75 Yılda
Hayvancılık: Gelişmeden Çöküşe s.42 Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih
Vakfı, Şubat 199, İstanbul
(3) Doç.Dr. Ertuğrul AKSOY; “Müjde Şimdi de Ot ve Saman İthal Edeceğiz”, Tarım ve Mühendislik Dergisi, s.21, sayı: 99-100/2012
(4) Sadullah Usumi; age, s.42
(5) 14.9.2004’te, “...elektrik, doğalgaz ve petrol piyasalarının
faaliyetlerinin gerektirdiği ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurulunca
yapılacak kamulaştırma işlemlerinde 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun
27. Maddesinin uygulanacağı” yönünde tanınan yetki ile el koymaktadır.
Kanun
yetmezse KHK, o da yetmezse yönetmelik... Yaklaşık 30 yıldır devlet
böyle çalışıyor. Tam bir ‘al gülüm ver gülüm’ tarzıyla tarımda
şirketlerin önünü açacak her türlü düzenlemeyi, önce şirketler
pişiriyor, sonra da hükümetler onaylıyor.
‘Yönetmelikte değişiklik yapacak yönetmelik’ gibi laflar saçma
görünüyor belki ama işler böyle yürüyor. Örneğin zeytinciliğin
kimyasaldan uzak tutulması yasada bağlanmışsa eğer, küçük bir oyunla
zeytinliklerin yarıdan fazlasını kapsam dışı yapabilirsiniz. Bir tür
sihirbazlık!
Zeytinin karası altının sarısı
Biz
kiracıysak eğer bu dünyada, zeytin bizim ev sahibimiz sayılır. En
eskilerden biri odur ve kendi başına tam besleyicilik özelliği olan
bitkilerdendir. Zeytin ve zeytinden elde edilen gıdalar yararlıdır.
Çevreye zararlı hiçbir atık bırakmaz. Zeytinlikler her dem yeşildir. Bu
özellikleriyle önemli bir karbondioksit yutak ve oksijen üretim
alanıdır. Barışın ve sağlığın simgesi olan zeytin ağaçları, neoliberal
saldırılarla karşı karşıyadır.
Madencilerin hedefinde
Yerüstü madenleri olarak da bilinen zeytinlikler, ortadan kaldırılarak
maden aramalarına açılmak isteniyor. Fakat 3573 sayılı yasa buna engel.
Ancak yönetmelik çıkarılarak arkasına dolanılmak isteniyor. Önce 3573
sayılı yasaya bakalım. Yasa; “Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerin
Aşılattırılması”na dair yasanın 20. maddesi şöyledir: “Zeytinlik
sahaları içinde ve bu sahalara en az 3 kilometre mesafede zeytinyağı
fabrikası hariç zeytinliklerin vegatatif ve generatif gelişmesine mani
olacak kimyevi atık bırakan, toz ve duman çıkaran tesis yapılamaz ve
işletilemez. Bu alanlarda yapılacak zeytin fabrikaları ile küçük ölçekli
tarımsal sanayi işletmeleri yapımı ve işletmesi Tarım ve Köyişleri
Bakanlığı’nın iznine bağlıdır. Zeytincilik sahaları daraltılamaz...”
diyor. Şimdi de, çıkarılan yönetmeliğe bakalım.
Yasanın ruhuna aykırı olarak çıkarılan, “Zeytinciliğin Islahı,
Yabanilerin Aşılattırılmasına Dair Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına
Dair Yönetmelik”le1
zeytinlikler kirletici şirketlerin talanına açılıyor. Yönetmeliğin 1.
maddesi şöyle değiştiriliyor: “Orman sınırları dışında bulunan ve
devletin hüküm ve tasarrufunda olan yabani zeytinlik, antepfıstığı ve
harnuplıklar ve her nevi sakız çeşitleri veya şahıs arazisi olan tapuda
bu şekilde kayıtlı sahalar ve ırman sınırları dışında olup da 17.10.1983
tarihli ve 2924 sayılı Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi
hakkında Kanun kapsamında bulunmayan zeytin yetiştirmeye elverişli
makilik ve fundalıklardan oluşan en 25 dekarlık alan,” olarak
tanımlanmıştır. Kısacası 1 ile 25 dekarın altındaki sahalar bu
yönetmelikle zeytinlik olmaktan çıkarılmıştır.
Hokkabazlık yapılıyor
Türkiye’deki
zeytinliklerin ortalama büyüklüğü 12 dekardır. Bu yönetmelikle
zeytinliklerin yüzde 70’i yok sayılıyor. Başka bir deyişle bu alanlarda
enerji, maden, gaz ve petrol şirketleri dileğince gezinecek ve talan
edebilecek.
Değiştirilen 23. Madde: “Zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az
üç kilometre mesafede zeytin ağaçlarının bitkisel gelişimini ve
çoğalmalarını engelleyecek kimyevi atık, toz ve duman çıkaran tesis
yapılamaz ve işletilemez. Bu alanlarda yapılacak zeytinyağı fabrikaları
ile küçük ölçekli tarımsal işletmelerin yapımı ve işletilmesi Gıda,
Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın iznine bağlıdır. Ancak; alternatif
alan bulunmaması ve Çevresel Etki Değerlendirme Raporu’na (ÇED) uygun
olması, bitkilerin vegetatif ve generatif gelişimine zarar vermeyeceği
Bakanlık araştırma enstitüleri veya üniversiteler tarafından
belirlenmesi durumunda;
a) Jeotermal kaynaklı teknolojik sera yatırımları,
b) Bakanlıklarca kamu kararı alınmış plan ve yatırımlar,
c) Yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı elektrik üretim tesisleri,
d) İlgili Bakanlıkça kamu kararı alınmış madencilik faaliyetleri petrol ve doğalgaz arama ve işletme faaliyetleri,
e) Savunmaya yönelik stratejik ihtiyaçlar,
için yukarıda belirtilen faaliyetlerde bulunmak isteyenler, ilgili
bakanlıkların onaylı belgeleriyle mahallin en büyük mülki amirine
başvurur...”
Kısacası, yasayı değiştir(e)meyenler yönetmelikle hukukun arkasından
dolanmaya çalışıyor, bir tür hülle yapıyor. Hiçbir zararlı atık
bırakmayan yer üstü madeni dediğimiz zeytinlikler, kirlilik yaratacak
olan maden, kirli enerji ve gaz aramaları yapan şirketlerin kâr hırsına
değiştirilen yönetmelikle feda ediliyor.
İnce bir iş: KHK
Yasalar ve yönetmeliklerden sonra köylülerin tepkisine neden olabilecek
konular şirketler lehine çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK)
ile TBMM ve kamuoyunda tartıştırılmadan bir tür “kaçırarak” uygulamaya
konuldu.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığının,2 Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın3 ve Tarım ve Gıda Hayvancılık Bakanlığı’nın4
yetkileri çıkarılan KHK (Kanun Hükmünde Kararname) yeniden belirlendi
ve yapılan yasa değişiklikleri ile tüm canlılara ait olan doğal alanlar
her türlü kullanım hakkı ile sermayeye devredildi.
Meslek odaları ve sivil toplum örgütlerinin hukuki mücadeleler ile
büyük başarılar elde ettikleri kültür ve tabiat varlıklarının
korunmasına yönelik konular, söz konusu KHK’ler ile Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı’nın görevleri arasında sayıldı. Böylece kamuoyunda büyük
tartışmalar yaratan bu konularla ilgili işlemlerin kapalı kapılar
ardında yürütülmesine olanak tanındı. Üstelik Bakanlığın görevlerinin
kamu yararına mı, yoksa sermaye gruplarının çıkarına mı kullanacağı
netlik kazanmamakta.5
‘Küçük’ değişiklikler
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı isminden “Köyişleri” çıkarıldı. Çıkarılan
bu yasa ile de Köy İşleri ifadesi bakanlık isminden çıkarıldı, yerine
“Gıda” ve “Hayvancılık” kelimeleri konuldu.6
Bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğinin bir arada yapıldığı işin
adı olan tarımdan hayvancılık kelimesini ayıklayanak, bakanlık
kelimesine eklenmesi, tarımın şirketleştirilmesinin
alenileştirilmesinden başka bir şey değil. Çünkü bitkisel üretim ile
hayvan yetiştiriciliğinin bir arada yapılabilmesi, çıktılarının
birbirine kullanılabilmesini sağlayacağından, çiftçileri üretim
girdilerinde şirketlere bağımlıktan kurtarıyordu. Bitkisel üretim ile
hayvancılığın birbirinden ayrılması şirketleri temin edici olarak
devreye soktu. Çiftçi ile doğa birlikte, şirketler tarafından acımasız
bir sömürüye tabi tutuldu. Gıdanın besin değeri düştü, ayrıca sağlıksız
üretim girdileriyle elde edilen gıdalar sağlıksız olduğundan İnsan
sağlığı risk altına girdi.
Bir başka olumsuzluk da şudur: Mevcut bakanlığın görev ve yetki
alanında olan fakat uzun yıllardan bu yana zaten fiili olarak
yapılmayan; -daha doğrusu IMF ve Dünya Bankası tarafından kendisine
yaptırılmayan- tarımsal yayım, eğiticilik, öğreticilik ve öncülük ile
üretim ve denetim gibi alanlar bu yasayla özelleştirilebilecek.
Bakanlık sadece gıda konusunda şirketlerin ithalat ve ihracat işlerini
yürütmede/denetlemede ve kolaylaştırmada görevlendirilmiş oldu.
Bunlara karşı mücadele edenleri ise suçlu göstermek için medyayı
kullanma, tutuklama, asker ve polis ile baskı ve şiddet uygulama yoluyla
yıldırmaya çalışılmaktadır.
Meralarda talan
KHK’ler ile tarım arazileri ve hayvan yetiştiricileri için bedava yem
ve sağlıklı hayvansal ürün elde etme kaynağı meralar, sermayenin
talanına açıldı. Bu konuda Ziraat Mühendisleri Odası’nın eleştirel
katkısı şöyle:“Öte yandan 17.8.2011 tarih ve 648 sayılı KHK ile 3194
sayılı İmar Kanunu’nun 27. maddesi değiştirilerek, “Köy yerleşik alan
sınırı içerisinde 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu
hükümleri uygulanmaz” hükmü getirildi. Köylerde yapılacak yapılarla
ilgili olarak daha önce sadece köy nüfusuna kayıtlı ve köyde sürekli
oturanlar için sağlanan istisnaların yapılan değişiklikle herkese
tanınması, tarım arazilerinin hızlı bir şekilde tahribine yol açacak
uygulamaların başlangıcını oluşturacaktır. Özellikle kıyı şeridindeki
köy yerleşim alanları ve çevreleri tarım arazilerinin özellikleri
dikkate alınmaksızın tümüyle ranta açılacak; nitelikli tarım
arazilerinin üzerine serbestçe lüks konutlar ve turistik tesisler, mera,
yaylak ve kışlaklar hayvancılık amacı dışında kiralanıp yapılaşmaya
açılacak ve beton yığınlarına dönüşeceklerdir. Bedava yem kaynağı
meralarını amacı dışında kullanarak beton yığınına çeviren Türkiye, ucuz
et için yurt dışından canlı hayvan ve et ithalatına devam edecek.” 7
Şirketlerin önünü açmak için
Kanunların yetişmediği yerlerde yönetmeliklerle şirketlere ön
açıcılık yapılıyor. Toprak Mahsulleri Ofisi Hububat Alım Satış
Esaslarına İlişkin Uygulama Yönetmeliği bu konuda en çarpıcı örnektir.
Örneğin Toprak Mahsulleri Ofisi Hububat Alım Satış Esaslarına İlişkin Uygulama Yönetmeliği8 böyledir.
AKP hükümeti, küçük çiftçilerin ürünlerini TMO’ya satmalarına
çıkardığı yönetmeliklerle engel oluyor. Ürünlerini piyasada satmaya
zorluyor. Hububat Alım Satış Alım Esaslarına İlişkin Uygulama
Yönetmeliği’ne göre ekmeklik buğday, arpa, çavdar, tritikale, yulaf ve
mısır için asgari alım miktarı, 2009’dan başlayıp 2018 yılına kadar
kademelendiriliyor.
2010 yılında 3 ton, 2011 yılında 5 ton, 2012 yılında 10 ton, 2013
yılında 15 ton, 2014 yılında 25 ton, 2015 yılında 40 ton, 2016 yılında
60 ton, 2017-2018 yılında 80 tondan daha az ekmeklik buğday, arpa,
çavdar, tritikale, yulaf ve mısır üreten üretici ürününü TMO’ya
satamayacaktır.
Makarnalık buğdayda asgari miktar;
2009 - 2011 için 3 ton, 2012 için 5 ton, 2013 ve sonrası için 10
ton’dan aşağı üreten üreticinin makarnalık buğdayı TMO tarafından
alınmayacaktır.
Toprak Mahsulleri Ofisi Çeltik Alım ve Çeltik/Pirinç Satış
Esaslarına İlişkin Uygulama Yönetmeliği de, Hububat Yönetmeliği’nin
benzeridir.
Çeltik Alım ve Çeltik/Pirinç Satış Esaslarına İlişkin Uygulama
Yönetmeliği’ne göre, kooperatif ve üretici birliklerinin TMO’ya
satabilecekleri asgari çeltik miktarı: 2009 - 20012 dönemi için 3 ton,
2012 - 2014 dönemi için 5 ton, 2014 - 2016 döneminde 10 ton, 2016 - 2017
döneminde 15 ton, 2017 sonrası dönem için 20 tondan aşağı çeltik üreten
çiftçinin çeltiğini TMO satın almayacaktır. Bu yönetmeliğe göre, daha
az miktarlarda çeltik üretebilen üretici TMO’ya ürününü satamayacaktır. |
DİPNOTLAR
(1) 3 Nisan 2012 gün ve 28253 sayılı Resmi Gazete
(2) Resmi Gazete: 17 Ağustos 2011 tarih 28028 sayı
(3) Resmi Gazete: 4 Temmuz 2011 tarih 27984 Sayı (mükerrer)
(4) Resmi Gazete: 27 Ağustos 2011 tarih, 28038 sayılı
(5) AKP’nin “Hülle” KHK’si, Meralar ve Tarım Arazilerini Yok Edecek!
Tarım ve Mühendislik Dergisi,Sayı 96/2011, TMMOB Ziraat Mühendisleri
Odası Yayın Organı
(6) 3.6.2011 tarih ve 639 sayılı KHK’ile Tarım Gıda ve Hayvancılık Bakanlığı kuruldu.
(7) AKP’nin “Hülle” KHK’si, Meralar ve Tarım Arazilerini Yok Edecek!
Tarım ve Mühendislik Dergisi,Sayı 96/2011, TMMOB Ziraat Mühendisleri
Odası Yayın Organı
(8) Hububat Alım ve Satış Esaslarına İlişkin Uygulama Yönetmeliği.
Kabul Tarihi: TMO Genel Müdürlüğü, 24.1.2008 ve 2/16-6 sayılı Yönetim
Kurulu Kararı, Yürürlük Tarihi: 1.6.2009. Erişim Tarihi: 14.02.2010.
http://www.tmo.gov.tr/tr/images/stories/dokuman/hububatalimesas.pdf
Bu
kadar alavere dalavereden sonra çiftçilerin tepkilerinin ve
örgütlenmesinin ortaya çıkması kaçınılmazdı. Bütün bu yoksullaştırma ve
yoksunlaştırma sürecinde ürün bazında bir araya gelen çiftçiler, hak
mücadelesi vermek için sendikalar kurarak örgütlenmeye başladı.
Hava döndü çiftçiden esiyor yel
2000’li yıllarda IMF’nin buyruğuyla TBMM Tütün Yasası çıkarmaya
hazırlanmaktaydı. Tam da bu sırada Türkiye siyasi arenasına sol koldan
Özgürlük ve Dayanışma Partisi girmişti. Parti, IMF karşıtıydı. Trakya’da
birinci sınıf arazilerin üzerine plansız, programsız sanayilerin
kurulmasıyla Trakya’yı bir uçtan diğer uca aşan, hayat veren Ergene
Nehri kirletilmiş, zift gibi akmaya başlamıştı. Ergene Nehri ile sulanan
tarım toprakları da kirletilmişti ve köylü çaresiz kalmıştı.
ÖDP
Trakya’da, “Toprağına Suyuna Sahip Çık!” şiarıyla iki gün sürecek bir
köylü yürüyüşü başlattı. 20 Temmuz 2001’de Saray’da başlayan yürüyüş, 21
Temmuz 2001’de Uzunköprü’de sonlandırıldı. Yürüyüş son durak olan
Uzunköprü’de adeta mitinge dönüştü. ÖDP Genel Başkanı’nın kalabalığa
yaptığı konuşma ile yürüyüş kamuoyuna mal oldu.
ÖDP, köylü yürüyüşünün ardından tarımdaki tahribata dikkat çekmek için
ürün bazında bir dizi kurultay düzenlemeye girişti. IMF ve hükümet
politikaları karşısında çiftçilerin sorunları ve çözüm arayışlarını
birlikte belirleyebilmek için düzenlenen ürün bazındaki kurultaylarda,
önemli ve farklı kararlar alınmıştı. Kurultaylara siyasiler ve mülki
erkan davet edilecek fakat kendilerine mikrofon ve kürsü hakkı
tanınmayacağı iletilecekti. Yani kurultayların temel özelliği kürsüyü ve
mikrofonu sadece üretici çiftçilerin kullanacak olmasıydı.
Üretici kurultayları
İlk üretici kurultayı, 15 Eylül 2001’de Akhisar’da “Tütün Üreticileri
Kurultayı” ismi ile hayata geçti. Tütün Üreticileri Kurultayı’nı 25 Mart
2002 tarihinde Burhaniye’de Zeytin Üreticileri Kurultayı; 2 Nisan 2002
Alaşehir’de Üzüm Üreticileri Kurultayı; 23 Mayıs 2002 Babaeski’de
Ayçiçeği, Buğday ve Hayvan Yetiştiricileri Kurultayı; 14 Ekim 2003
Zile’de Pancar Üreticileri Kurultayı; 25 Haziran 2003 Ordu’da Fındık
Üreticileri Kurultayı ve 23 Ağustos 2003 Rize’de Çay Üreticileri
Kurultayı takip etti.
Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin Tarım Komisyonu tarafından düzenlenen
bu kurultaylar için komisyon üyeleri ile bölgedeki partililer köyleri
gezdi, köy kahvelerinde konuşmalar yaptı, üreticileri kurultaylara davet
etti. Bu ziyaretlerde her ürün bazında bilgi verilerek tarımda
yaratılacak olan tahribata dikkat çekildi. Her kurultayın sonunda
kurultay katılımcıları tarafından belirlenen sorunlardan ve çözüm
önerilerinden derlenen birer bildirge oluşturuldu ve yayımlandı. Ayrıca
belirlenen sorunların çözümünde kkatılımcılarından oluşan ve gönüllülük
temelinde çalışacak heyetler belirlendi.
Türkiye Çiftçi Kurultayı
Oluşturulan gönüllü heyetlerin katılımıyla 13 Aralık 2003 tarihinde
Ankara’da Türkiye Çiftçi Kurultayı düzenlendi. Çiftçi Kurultayı
katılımcıları, kendi aralarında gün boyu tartıştı, sorunları masaya
yatırdı, birlikte çözümler aradı. Örgütlenmenin gerekliliği üzerine
odaklanıldı ve ürün bazında sendika kurma kararı alındı. Bu karar ile
örgütlerinin ‘bağımsız’ olması gerektiği de belirlendi. Kurulacak
sendikalar hiçbir partinin veya oluşumun arka bahçesi olmayacaktı.
Bağımsız olacaktı. Ancak ortak mücadelelere destek verilecekti.
Köylüden, emekçilerden ve ekolojiden yana ortak tavra sahip kurum ve
örgütlerle eşit koşullarda ittifaklar oluşturabilecekti.
Köylüler
aldıkları bu kararların arkasında durdu. Köyleri tekrar dolaştı.
Sendika kurma düşüncelerini köylülerle tartıştı ve hep birlikte
uygulamaya koydu. Ürün bazında ilk kurulan sendika Alaşehir’de 8 Mart
2004 tarihinde Üzüm Üreticileri Sendikası (ÜZÜM-SEN) oldu. Hemen
ardından tütün üreticileri de İzmir’de 15 Nisan 2004 günü Tütün
Üreticileri Sendikası’nı (TÜTÜN-SEN) kurdular. Bu sendikaları sırasıyla 1
Eylül 2004’de Ordu’da Fındık Üreticileri Sendikası (FINDIK-SEN); 2
Nisan 2005’te Lüleburgaz’da Hayvan Yetiştiricileri Sendikası
(HAY-YET-SEN); 8 Nisan 2005’te Keşan’da Ayçiçeği Üreticileri Sendikası
(AYÇİÇEK-SEN); 8 Nisan 2005’te Keşan’da Hububat Üreticileri Sendikası
(HUBUBAT-SEN); 25 Eylül 2007’de Pazar’da Çay Üreticileri Sendikası
(ÇAY-SEN); 28 Ekim 2007’de Orhangazi’de Zeytin Üreticileri Sendikası’nın
(ZEYTİN-SEN) kuruluşu takip etti.
Birçok sendika için Valiliklerce, çiftçiler sendika kuramazlar savıyla
davalar açıldı. Yerel mahkemelerin kapatma kararı verdiği sendikalara
Yargıtay, çiftçiler sendika kurabilir kararlarını vererek sendikaların
yasal olarak önü açıldı. Çiftçiler de böylece Türkiye’de ilk kez hak
arama örgütlerine sahip oldu.
Kurulan sendikalar, hak arama amaçlı bir dizi miting de gerçekleştirdi.
Üretici sendika mitingleri
Ürün fiyatları IMF’nin buyruğuyla dampingli dünya fiyatlarına
endeksleniyor ve çiftçi maliyetleri gözardı ediliyordu. Fiyatlara
insanca yaşam payı eklenmiyordu. Çiftçilerin kazanıp kazanmamalarına
aldırılmıyordu. Ürün bazında kurulan sendikalar, ürünlerin hasat
dönemlerinden önce referans fiyat açıklamaya ve açıklanan bu fiyatların
gerçekleşmesi için mücadele etmeye başladılar.
Üzüm-SEN 2004 ve 2006 sezonunda hasat zamanı fiyat açıklamayan TARİŞ’e
karşı 19 Ekim 2004 ve 15 Ağustos 2006 tarihlerinde Alaşehir’de birer
Üzüm Mitingi düzenledi. Tütün fiyatlarının olması gereken fiyatın beşte
birine kadar gerilemesi sonucunda Tütün-SEN, İzmir Ziraat Mühendisleri
Odası, Kırkağaç Tütün Satış Kooperatifiyle birlikte, 23 Mart 2006
tarihinde Kırkağaç’ta Tütün Mitingi düzenledi.
Geçmişte fındık mücadelelerinin yoğun olarak verildiği Karadeniz’de
fındık fiyatları iyice düşmüş, ÖDP ve Fındık-SEN düşen fiyata dikkat
çekmek amacıyla miting düzenleme kararı almıştı. Mitingler öncesinde
çeşitli kararlar alındı. Parti bayrakları/flamaları taşınmayacaktı ve
kürsüyü siyasiler değil üreticiler kullanacaktı. Bu ilkeler
doğrultusunda 24 Temmuz 2007’de Fatsa’da Fındıkta Sömürüye Son Mitingi
düzenlendi 1. Fındık-SEN 8 Eylül 2008’de Bulancak’ta hemen ardından da 29 Eylül’de Trabzon- Ankara Fındık Yürüyüşü’ne katılım sağladı. 2
Buğdayına sahip çık
Buğdayda hasat zamanı gelmeden hükümet, üreticileri kaygılandıracak ve
üzüntüye gark edecek açıklamalarda bulunuyordu. Toprak Mahsulleri Ofisi
(TMO) fiyat açıklamıyor, yıl içerisinde TMO olarak buğday alımı
yapmayacaklarını ve üreticilerin başlarının çaresine bakmaları
gerektiğini söylüyordu. Buğday üreticisi şaşkın ve çaresizdi. Çünkü ne
ürününü bekletecek gücü ne koyacak deposu vardı. Bunun üzerine
Hububat-SEN köyleri dolaşarak bilgilendirmeler yaptı ve 9 Temmuz 2005’de
Keşan’da ‘buğdayına, emeğine, alınterine sahip çık mitingi’ düzenledi.
Sermayenin kendisini yeniden üretme alanı olarak doğayı seçmesi,
ekolojik dengeye aldırmayan saldırganlığı aynı zamanda çiftçilerin
dünyasına, yaşamına, kültürüne ve rızkına bir saldırıydı. Suyun
kirletilmesinin yanı sıra şirketler tarafından ele geçirilme girişimleri
çiftçileri çileden çıkarmıştı. Zeytin bölgesi Orhangazi’de İznik
gölünün kenarında birinci sınıf tarım arazilerinin üzerine kurulan
fabrikalara karşı Zeytin-SEN 28 Ekim 2007 tarihinde Orhangazi’de ‘önce
toprak, tohum, su mitingi’ni düzenledi.
Şirketler ve hükümetler çaydaki oyunlarına 1984’de çayın tekelliğini
kaldıran yasa ile başladılar. Sıra çayın işlendiği ÇAY-KUR’a bağlı
fabrikaların özelleştirilmesine gelmişti. Hükümet bu doğrultuda
girişimler başlatmıştı. Çayın yetiştiği Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki tüm
derelerin Hidro Elektrik Santral (HES) aracılığıyla boru ve tünellerin
içine alınması karşısında bölgedeki çiftçiler harekete geçmişti. Çay-SEN
17 Nisan 2010’da Of’ta ‘çayına suyuna sahip çık mitingi’ düzenledi.
Ordu fındık üreticileri mitingi
Fındık fiyatları maliyetlerin altında, tüccarın lehine belirleniyordu.
Çiftçiler zarar ederken, fındık tüccarları kârlarına kâr katıyordu. Bu
durum çiftçileri isyan noktasına getirmişti. 30 Temmuz 2007 tarihinde
Ordu’da Ziraat Odaları’nın organize ettiği mitinge, yaklaşık 80 bin kişi
katılmıştı. Mitinge katılım yoğunluğu izleyenlere köylerin şehre aktığı
izlenimini vermişti. Fındık-SEN bayrak ve pankartlarıyla mitinge
katıldı. Öğle saatlerinden akşam saatlerine kadar karayolu çiftçiler
tarafından trafiğe kapatıldı. Birkaç genç gözaltına alındı, sonrasında
ise İl Emniyet Müdürü görevden alındı.
Ziraat Odası yöneticileri konuşmalarında, “Canik Dağları aşılmaz
değildir”, “Ankara’ya daha güçlü geliriz” dediler. Ancak sözlerinde
durmadılar. Eylemin devamını getirmediler. AK Parti hükümetinin
politikalarına karşı protesto düzenleyenler, FİSKOBİRLİK yönetiminde
ortak yönetim oluşturdular. Fındık üreticilerinin yaşamı bu ortak
yönetimin FİSKOBİRLİK’te uyguladığı politikalar sonrasında daha da
kötüleşti. Sömürü ve yoksulluk arttı.
Mücadelenin küreselleşmesi
Türkiyeli çiftçilerin yanı sıra dünyanın çeşitli ülkelerindeki
çiftçiler de dünya genelinde uygulamaya konmuş olan neoliberal tarım
politikalarından endişe duymaktaydı. Ülkelerin çoğunluğu IMF ve Dünya
Bankası’nın çokuluslu şirketler çıkarına dayattığı “yapısal
reformlardan” geçmekteydi. Dünyadaki küçük çiftçiler, yapısal reform
politikalarının bir felaket olduğuna ve küçük/aile çiftçiliğini
yeryüzünden sileceği konusunda hemfikir olmuşlardı.
Dünyadaki çiftçiler uluslararası bir örgütün kurulması gerekliliğini
önce Nikaragua’da tartıştı. İlk resmi toplantı 46 çiftçi örgütünün
katılımıyla Belçika’da yapıldı. Belçika’da yapılan bu toplantıda küçük
çiftçilerin, kadın ve yerli üreticilerin rolünün insanlık yararına
olduğu dile getirildi. Bu saptama bağlamında da çiftçilerin hakkını
savunmak için harekete geçmeye karar verildi. Böylece La Via Campesina
(Çiftçinin Yolu) 16 Mayıs 1993’te kuruldu. La Via Campesina (LVC) her
dört yılda bir uluslararası kongre düzenlemektedir. Örgütsel ve politika
kararlarını bu kongrelerde almaktadır.
LVC 4. Kongresi hazırlandığında Türkiye’de henüz sadece Üzüm-SEN ve
Tütün-SEN kurulmuştu. Bu iki sendika LVC’nin 4. Kongresi’ne üye olmak
için başvuruda bulunmuştu. Türkiye’deki her iki sendika adına bir kadın,
bir erkek çiftçi delege olarak katıldı. 2004 yılında Brezilya’nın Sao
Paulo kentinde yapılan bu kongrede, Türkiyeli çiftçiler LVC’ya üye oldu.
Çiftçi Sendikaları da artık yerel örgütlenecek, küresel düşünecekti.
Kurulmuş sendikalar bir yandan konfederasyonlaşma çalışmaları
sürdürdü. Bu amaçla önce Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu
kuruldu ve 24 Mayıs 2008’de Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu
(ÇİFTÇİ-SEN) adını alarak konfederasyonlaştı. Bağlı sendikalarında
olduğu gibi Konfederasyon için de Ankara Valiliği’nce dava açıldı. Dava
gerekçesi çiftçiler işçi de değil, işveren de değil şeklindeydi.
Yargıtay çiftçiler sendika kurabilir, şeklinde karar verdi.
Konfederasyonun da önü yasal olarak açıldı. Fakat işlevini tam olarak
yapabilmesi için Meclis’te iç hukuk düzenlemesinin yapılması
gerekmektedir. |
DİPNOTLAR
(1) Bu mitingi ÖDP ile Fındık-SEN birlikte düzenlemiş fakat kürsüyü yalnızca çiftçiler kullanmıştır.
(2) Trabzon-Ankara Fındık Yürüyüşü’nü ÖDP organize etmiştir, Fındık-SEN ise katılım sağlamıştır.
Abdullah AYSU / Hububat Üreticileri Sendikası Genel Başkanı
‘Garip
ama gerçek’ diye bir laf vardı eskiden; sahiden de öyle. Türkiye buğday
ithal eden bir ülke oldu ve bu toprağın verimsizliğinden değil,
bilinçli politikalardan kaynaklanıyor. Üretim pahalı, ürün ucuz, tüccar
sırtlan gibi... Sonuçta olan yine çiftçiye oluyor
Kaygı eker keder biçeriz biz
Hububat, buğday, arpa, çavdar, tritikale, yulaf, mısır, haşhaş, nohut,
mercimek, fasulye ürünlerini kapsar. Fakat bu hububat ürünlerini üreten
üreticiler mağdur. Her hasad dönemi öncesinde kaygı ekiyor, keder
biçiyor.
Hububat üreticisi çiftçileri, dolu, sel ve yangın gibi doğal afetlerin
meydana gelme olasılığı, yağış rejimindeki oynamalar tedirgin eder.
Toprak Mahsulleri Ofisi’nin (TMO) fiyatı geç açıklaması, ne kadar alım
yapacağının belli olmaması gibi belirsizlikler kaygılandırır.
Çiftçilerin yarısına yakını hububat üreticisidir. Hububat üreticisi
çiftçilerin ürettiği ürünleri Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO), tüccarlar
ve sanayiciler satın alır. TMO’nun özellikle son on yılda hububat için
açıkladıkları fiyat, belirlediği alım miktarları, tüccar ve sanayicinin
lehine, üretici çiftçinin aleyhine seyrediyor.
Üretim girdileri olan mazot, ilaç, gübre, tohumluk, su, suyun çekilmesi
için kullanılmak zorunda oldukları elektriğin fiyatı sürekli artarken,
alın teri ve kaygı ekerek keder biçtikleri aylarda elde ettikleri
ürünlerin fiyatı maliyetlerin altında belirleniyor.
Tüccarın insafına kalmak...
Ayrıca IMF, TMO’ya stok amaçlı alım yaptırmadığı için TMO piyasayı
üretici ve tüketici lehine düzenleyecek miktarda alım yapmıyor. Meydan
tüccar ve sanayiciye kalıyor. Çiftçinin alın teriyle ürettiği ürününe bu
nedenle sanayici ve tüccar yok pahasına el koyar.
TMO’nun bu fiyat ve alım politikaları; küçük ve orta ölçekli çiftçileri
tasfiye ediyor. Çiftçi karşıtı, şirket yanlısı fiyat ve alım
politikaları uygulanıyor.
Hükümet, küçük ve orta ölçekte hububat üreten çiftçilerin ürünlerini
TMO’ya doğrudan satmalarını engellemek için hükümet çeşitli yönetmelik
ve tebliğler çıkarıyor. Çıkarılan yönetmelik nedeniyle ürünlerini TMO’ya
satamayacak olan bu çiftçiler, ürünlerini şirketlere düşük fiyattan
satacak. Şirketler, düşük fiyata aldıkları ürünleri yüksek fiyattan
TMO’ya satacak.
Şirketlere kapı açılıyor
Bunun için TMO Genel Müdürlüğü’nün çıkardığı hububat alım satım
esaslarına ilişkin yönetmelik, çiftçilere TMO kapılarını kapatırken,
çiftçinin alın teri ürününe yok pahasına el koyacak olan şirketlere
kapıyı sonuna kadar açıyor. Toprak Mahsulleri Ofisi Hububat Alım Satım
Esasları’na İlişkin Uygulama Yönetmeliği’ne göre; ekmeklik buğday, arpa,
çavdar, tritikale, yulaf ve mısır için asgari alım miktarlarını,
2009’dan başlayıp 2018 yılına kadar kademelendiriyor.
Şöyle ki; 2014 yılında 25 ton, 2015 yılında 40 ton, 2016 yılında 60
ton, 2017-2018 yılında 80 tonun altında ekmeklik buğday, arpa, çavdar,
tritikale, yulaf ve mısır üreten çiftçi ürününü TMO’ya satamayacak.
Ancak her yıl için belirlenen miktarda çiftçilerden buğday satın alan
şirketlerin buğdayını TMO satın alacak. Böylece çiftçilerin ürününü
şirketler ucuza alacak, TMO’ya pahalı satacaktır. Hububat üreticisi
çiftçilerin ürettiği ürünlerini kime/nereye satacakları konusunda
özgürlükleri bile ellerinden alınıyor.
Ne istiyoruz?
Hububatın fiyatları maliyet+yüzde 25, kazanç+yüzde 15 insanca yaşam payı eklenerek belirlensin.
Hububat alımlarıyla ilgili açıklanan fiyat, tavan değil taban fiyat
olsun. Buğday fiyatı piyasada bu fiyatın altına düştüğünde TMO açıklanan
fiyat üzerinden alım garantisi versin ve alsın.
Şirket yanlısı, çiftçi karşıtı olan çeltik ve hububat alım yönetmelikleri iptal edilsin.
TMO, stok bulundurma politikasına geri dönsün. İnsanlar ve hayvanların temel gıda maddesi güvence altına alınsın.
Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) yeniden “Çiftçinin Kara Gün Dostudur” sloganına uygun, çiftçi ve tüketici lehine çalıştırılsın.
Geçmiş yıllarda olduğu gibi TMO, bazı yerlerde hiç, bazı bölgelerde ise
yeterli alım yapmayarak buğday fiyatlarının düşmesine seyirci kalmasın,
istiyoruz.
Hasan Cengiz Yazar / Zeytin-SEN Genel Sekreteri
Coğrafyamızın
‘kadim’ bitkilerinden biri zeytin. Onsuz hayatı düşünmek zor. Ama artık
üretmek de zor; çünkü geleceği hiç umursamadan sadece bugünün küçük
hesaplarını gözetenler, yakında ortalıkta zeytinlik diye bir şey
bırakmayacak
Zeytincinin madenciyle başı belada
Zeytin üreticileri 25 Mart 2002’de Balıkesir-Burhaniye’de bir kurultay
düzenleyerek sorunlarını tartıştılar ve bir sendikada örgütlenme
kararına vardılar. Örgütlenme sürecine giren zeytinciler, 28 Ekim
2007’de Zeytin-Sen’i kurdular.
Zeytin üreticileri, kuruluş bildirilerinde sorunlarını ve hedeflerini şöyle anlatıyorlardı:
“Dünya Bankası’nın isteğiyle şimdi de çiftçilerin kendi örgütü olan,
içinde MARMARABİRLİK ve TARİŞ’in de yer aldığı 16 adet Tarım Satış
Kooperatifleri ve Birlikleri ile (TSKB) bağının koparılması isteniyor.
Üretimden pazarlamaya kadar olan zincire, üreticilerin değil şirketlerin
egemen olması isteniyor. Bu amaçla 57. hükümet (DSP-MHP-ANAP) döneminde
bir yasada çıkarıldı.
57. hükümetin çıkardığı bu yasayı AKP seçim meydanlarında
değiştireceğim dedi, değiştirmedi. 58. ve 59. AKP hükümetleri
dönemlerinde biz çiftçilerin lehine olacak şekilde değiştirilmeyen bu
yasanın uygulanması için AKP hala vargücüyle çalışıyor.
57. hükümet, Birlikler ile ilgili yasayı çıkarırken, Birliklerimizin o
dönemki yöneticileri sessiz kaldılar. Birlik yöneticileri çiftçilerin
aleyhine şirketlerin lehine olan bu yasayı uygulayan AKP hükümetleri
karşısında bugün de sessizliklerini hala koruyorlar.”
Geri dönülemez tahribat
Aynı
bildiride Zeytin-Sen, şöyle devam ediyordu: “Biz zeytin üreticileri
olarak; Ürettiğimiz ürünümüzün değerini bulmasını sağlamak, ekonomik,
sosyal ve siyasal haklarımızı koruyup, geliştirmek için, öz örgütlerimiz
olan Ziraat Odası, Köy Kalkınma Kooperatifleri, MARMARABİRLİK ve
TARİŞ’e sahip çıkmak ve bu örgütlerimizi demokratik yönetimlere
kavuşturup bizlerin yararına çalışmalarını sağlamak için bir araya
geldik.
Bu kuruluştan sonra bir takım eylem, protesto ve örgütlenme
çalışmalarında bulunan Zeytin-Sen, daha sonra Çiftçi-Sen (Çiftçi
Sendikaları Konfederasyonu) kurucuları arasında yerimizi aldık.
Özellikle son dönem bir yandan sulak ve verimli arazilerde zeytin
dikilirken, asıl zeytin yetiştirilen alanların gün geçtikçe sanayi,
madencilik, HES, turizm vs. faaliyetlerine açılması, zeytinciliğin
sorunlarını daha da katmerlendirmektedir.
Hele hele hükümetin 25 dönümden küçük zeytin alanlarını yönetmelik
çıkararak, “zeytinlik” statüsünden çıkarma politikası olan Zeytincilik
Kanunu’nu delme girişimini kabul edilemez görüyoruz. Danıştay tarafından
söz konusu yönetmelik iptal edilse de AKP’nin uygulama inadı sürüyor.
Yönetmeliğin uygulanması zeytin üreticilerini mağdur edecek, doğada
onarılamaz geri dönüşümü olmayacak zararlar açacaktır. En çok da
Marmara, Ege ve Akdeniz havzasındaki zeytinliklerde tahribat
yaşanacaktır.
Ayrıca hükümetlerin kendi zeytin üreticilerini ve ayçiçeği
üreticilerini desteklememesi, bir tarafa bırakması, ülke dışından
ayçiçek yağı ithal etmesi, tüm üreticiler açısından bir yıkım olacaktır.
Zeytin üreticileri ürettikleri zeytinlerini değerinde satamayacak,
vazgeçecektir.
Ne istiyoruz?
Zeytin-SEN olarak;
Zeytinlik alanların maden aramalarına açılmasını istemiyoruz. Maden
aramanın önünü açan yönetmeliğin derhal kaldırılmasını, zeytin ve
zeytinyağı fiyat politikalarının üreticileri geçindirecek düzeye
çıkarılmasını, üretimden pazarlamaya kadar zincirin tüm halkalarına
üreticilerin egemen olabilmesi için TARİŞ ve MARMARABİRLİK’in
yönetimlerinin demokratikleştirilmesi gerekmektedir. Birliklerde gerekli
yasal düzenlemelerin yapılmasını istiyoruz.
Kutsi Yaşar / Fındık-SEN Kurucu Bşk.
Üretimden
tüketime dek fındığın her aşamasına hakim olan, üretenlerin söz, yetki
ve karar hakkını kullandığı bir kooperatifçilik fındığı kurtaracak olan
en sağlıklı yol. Yoksa bugünkü durumda koşullar ne olursa olsun her
zaman üretici kaybediyor.
Fındık da yeşersin, umutlarımız da
2011 sezonunda fındık ortalama 7 TL üzerinde alıcı bulurken, 2012
sezonunda 3.75 TL fiyatla alıcı bulmuş ve fiyatlar 2012 Aralık ayında 5
TL’ye kadar çıkmıştır. Bu günlerde ise fındık fiyatları 4.20-4.70 TL
arasında gerçekleşmektedir.
Fındık-SEN olarak 2012 yılı maliyet giderlerini dekara (dönüme) 4.62 TL
olarak belirlemiştik. Görülen o ki bu dönemki fındık satışlarının
önemli bir bölümü maliyetinin de altında gerçekleşmiştir.
Fındıkçı yoksullaşıyor
2002 yılında bir tüp gaz alabilmek için 7.50 kg fındık satmak zorunda
kalan fındık çiftçisi, 2013 yılında aynı tüp gazı alabilmek için 17.50
kg fındık satmak zorunda; 2002 yılında 1 kg fındıkla 3 kg toz şeker
alırken, 2013’de 1.40 kg şeker alabilmekte, 2002 yılında 1 kg fındıkla
1.8 lt mazot alırken, 2013’de 1 lt mazot alabilmekte, 2002’de 1 kg
fındıkla 9 adet ekmek alırken, 2013’de 4 adet ekmek alabilmektedir.
Kaybeden hep biziz
2010-2011 sezonunda ihracatçılar, fındık fiyatları 7 TL ve üzerinde
gerçekleşince, bu fiyatlardan fındık yeterince fındık satamayacaklarını
ülke ekonomisinin de kayıp vereceği iddiasında bulunmuşlardı. O dönem
fındık ihracatında 281 bin tonla rekor kırılmış 1.783 milyar dolar gelir
elde edilmişti. Oysa fındık fiyatlarının 4.00 TL-4.50 TL olarak daha
düşük gerçekleştiği 2011-12 sezonunda 50 bin ton daha az fındık ihraç
edilerek 229 bin ton fındığa karşılık 1.819 milyar dolar gelir elde
edilmiştir. İhracatçıların açıklamalarının aksine ihracat miktarı
yaklaşık yüzde 20 azalırken, gelirlerde yüzde 2 artış olmuştur. Sonuç
olarak dışarıya daha az fındık satıp daha fazla gelir elde edilmiş, bir
önceki sezona göre ülke ekonomisi daha fazla kazanmıştır.
Daha önce uzatılacağı gündemde olan alan bazlı ödemeler ile ilgili
bakanlar kurulu kararı 30-01-2013 tarihli resmi gazetede yayınlandı.
Fındık çiftçisine dönüm üzerinden 2012 yılında 150 TL, 2013 yılında 160
TL ve 2014 yılında ise 170 TL alan bazlı ödemeler yapılacak. Ayrıca
eğimi yüzde 6’nın altında kalan alanlarda, fındık ocağı sökümü yapanlara
ilk yıl 300, ikinci yıl 150 ve üçüncü yıl 150 TL olmak üzere toplamda
dönüme 600 TL telafi edici ödemeler yapılacaktır.
Alan bazlı ödemelerin ilk üç yıllık planından sonra ikinci üç yıllık
planı uygulamaya geçmiştir. İlk üç yıllık planda heba edilen lisanslı
depoculuk sistemi, ikinci dönemde üreticiler lehine olacak şekilde
mutlaka oluşturulmalıdır. Aksi takdirde üç yıl sonra 2015 yılında da
defalarca açıkladığımız benzer sorunlarla karşılaşacaktır.
Söz, yetki ve karar
Kooperatiflere şirket gömleği giydirmede yarışanlar için geçen günlerde
FKB’de yapılan mali seçimler de rutin bir uygulamadan ibarettir. FKB
fındık üreticilerinin alın teri ve emeğiyle oluşturulmuştur. Üreticiler
bir yandan kooperatif üzerinden devlet vesayetinin kalkmasını isterken,
diğer yandan kendilerini hep büyük ve aynı üreticilerin yönetmesini de
arzu etmemiştir. Bunun içindir ki, kooperatif mevzuatı üst üste seçilen
yöneticilerin üçüncü kez aday olmasını engelleyecek şekilde
değiştirilmeli ve kooperatif yönetimi üreticilerin gerçek
temsilcilerinden oluşmalıdır. Her şeyden önemlisi şirketlere karşı
üreticileri korumak ve kollamak amacıyla kurulan Fiskobirliği
şirketleştiren 2000 yılında DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti tarafından
çıkarılan ve AKP hükümetleri dönemlerinde taçlandırılan 4572 sayılı
yasa iptal edilmelidir.
Fındık-SEN fındık üreticilerinin daha iyi bir yaşam sürdürmesini ve
ülke ekonomisine katkı sunmasını hedefler. Bunu da üretimden tüketime
zincirin tüm halkalarına sahip olacak kooperatif gücüne dayanarak
yapabilir. Üreticinin gerçek sahibi olamadığı Fiskobirlik ise çoktan ipi
çekilmiş ve tasfiye sürecini tamamlamak üzere, yönetici ve çalışan
sayısı eşitlenmiş, çalışanlarının maaşı ödenemez hale getirilmiş,
çalışanlar kapıdan dışarı atılarak marketçilik oynamaya devam
etmektedir. Fiskobirlik üreticilerin gerçek sahibi olacağı demokratik
bir yapıya derhal kavuşturulmalı ya da fındık üreticileri tarafından
yeni bir kooperatif yeniden kurulmalıdır.
Ali Bülent Erdem /Tütün-Sen Genel Başkanı
Tütün: Bir üründen daha fazlası
Tütün bir tarımsal ürünün ötesinde derin kültürel, sosyal izler
bırakan, derin acılar yaşatan, yoğun tartışmalar yaratan bir üründür.
Amerikan kıtasının keşfiyle Avrupa’ya taşınan tütünün girdiği her
ülkede yaşadığı serüven benzerdir. Önce yasaklanır. Üretilmesi ve
tüketilmesi engellenemeyince yüksek vergiler konularak devletlerin büyük
gelir kaynağı olur tütün. Bir yanıyla tütünden elde edilen büyük
gelirlerin cazibesi, diğer yanıyla tütünün sağlığa olumsuz etkileri
nedeniyle üretiminin, işlenmesinin, ticaretinin denetlenmesi gerekliliği
devlet tekellerinin kurulmasına neden olmuştur.
Osmanlı’nın son dönemlerinde tütüncülük Reji adlı bir şirketin
denetimindedir. Cumhuriyetle birlikte Reji kaldırılır ve devlet tekeli
oluşturulur. TEKEL hızla büyür ve gelişir. 1960 öncesi dış satış
gelirlerinin yüzde 25-40’ını tütün karşılar duruma gelir.
Tatlı para getiriyor
Dünyanın her köşesinde tüketilen bağımlılık yaratan ama her ülkede
üretilmeyen tütüne çokuluslu şirketlerin gözlerini dikmeleri
kaçınılmazdı.
Çeşitli kimyasal katkılarla ürün niteliği değiştirilen sigaraları
üreten şirketler, hedef kitle olarak kadın ve çocukları belirler ve ülke
pazarlarını ele geçirmeye başlar. 1974 yılına gelindiğinde pazarı ele
geçirilmeyen dört Avrupa ülkesi kalmıştır, biri de Türkiye’dir. Dev
sigara şirketleri önce niteliği değiştirilmiş sigaralarını kaçak
yollarla Türkiye’ye pompalarlar ve tüketicilerin damak tatlarını
değiştirirler. Sonrası ise 1980 yılında liberal politikaların
uygulanmaya başlamasıyla şirketler için daha kolaydır. Bu tarihten
itibaren hükümetlerin aldığı her karar TEKEL’i yok edecek, şirketlerin
önünü açacaktır.
2002 yılında IMF’nin isteği olan Tütün Yasası çıkarılır. TEKEL’in
olmadığı bir piyasada üreticiler çokuluslu şirketlerle baş başa kalır.
Sözleşmeli üreticilik dönemi başlar. Tütün ve Alkollü İçkiler Piyasası
Düzenleme Kurulu (TAPDK) oluşturulur. TAPDK tarafından hazırlanan tip
sözleşmeler şirketler tarafından üreticilere dayatılır. Sözleşmelerin
oluşmasında üreticilerin sözü olmadığı gibi sözleşmelerden doğan
haklarını bile savunamazlar, çünkü şirketler karşısında tek
başınadırlar.
Tekellerin egemenliği
Ardından bilinen süreç gelir. TEKEL’in önce alkol bölümü satılır,
ardından sigara bölümü yok pahasına BAT’a devredilir. Yaprak İşletme
Müdürlükleri kapatılır. Son olarak TAPDK’da devre dışı bırakılır. Artık
tütün üretiminin denetimi Tarım Bakanlığı tarafından yürütülecektir.
Yani diğer ürünlerde olduğu gibi vahşi piyasa kurallarıyla..
Bir dönem Avrupa’nın aranan ürünleri arasında olan Türkiye’de üretilen
şark tütünü artık yok noktasındadır. Tütüncülüğümüz dev küresel sigara
şirketlerinin ve tütün kartellerinin bütünüyle denetimindedir.
Ne istiyoruz?
Dünyada bugüne kadar yaşanan deneyimlerden biliyoruz ki, tütünün
sağlığa olumsuz etkileri sadece yasaklamalarla ve yüksek vergilerle
engellenemez. Üstelik tütün ve sigara şirketlerinin kriminal örgütler
olduğu faaliyette bulundukları ülkelerde açılan davalarla
kanıtlanmıştır. Kaçak sigara miktarı her yıl daha büyük boyutlara
ulaşmaktadır. Tütünün üretiminden pazarlanmasına kadar denetleyecek
TEKEL gibi bir kuruma ihtiyaç vardır. Yeniden benzeri bir kurum
oluşturulmalıdır. Sözleşmeli üreticiliğe mahkum edilen üreticiler,
şirketler karşısında yalnızdır. Üreticilerin örgütü olarak Tütün
Üreticileri Sendikası (Tütün-Sen), 2004 yılından itibaren yargılanma
süreci yaşamış, Yargıtay’ın yeni verdiği kararla sendika olarak
tanınmıştır. Çiftçi sendikalarıyla ilgili iç hukuk düzenlenmesi acilen
yapılmalı. Üreticilerin şirketler karşısında örgütlü yapılarıyla toplu
sözleşme hakları tanınmalıdır.
Adnan Çobanoğlu / Üzüm Üreticileri Sendikası Genel Başkanı
Tarihi
neredeyse insanlık tarihi kadar eski olan üzüm, aynı zamanda üzerinde
yaşadığımız toprakların da önemli geçim kaynaklarından biri. Ama bu
alanda da talan ve yağma hakim. Yine üretici eziliyor; üstelik
üreticinin üzümü kendi başına işlemesine de izin yok
Üzüm gibi eziliyorsak eğer...
Yeryüzünde bağcılığın tarihçesi M.Ö. 5000 yılına kadar dayanır. Asmanın
anavatanı olarak bilinen bölgeler içerisinde olan Anadolu hem çeşit
zenginliğine, hem de geniş bağ alanlarına ve üzüm üretimine sahip dünya
üzerindeki önemli bağcılık merkezlerinden birisidir. Bu nedenle üzüm
üretimi binlerce yıldır Anadolu’da yaşayan çiftçilerin baş uğraşlarından
biri olmuştur. Ülkemizde üzüm tarımsal ihracat açısından da stratejik
ürünlerin başında yer almaktadır. Bu nedenle 20 yüzyılın başlarından
itibaren üzüm üreticilerinin yabancı tefeci-tüccarlara karşı korunması
için üretici teşviklerle desteklenmiş ve bir çok önlemler alınmıştır.
Çiftçi kooperatiflerinin örgütlenmesi de bu önlemlerin başında
gelmektedir.
Ege Bölgesi üreticilerini kooperatifçilik ilkeleri doğrultusunda
örgütleyen ilk kuruluş, Milli Aydın Bankası’nın bir kolu olarak,
“Kooperatif Aydın İncir Müstahsilleri Anonim Şirketi” ismiyle 21 Ağustos
1915 tarihinde kurulmuştur. Bu tarih bugün “Tariş’in kuruluş günü”
olarak kabul edilmektedir. Zaman içinde incir üreticilerinde başlayan bu
uyanış üzüm başta olmak üzere Ege’deki diğer önemli tarımsal ürünlere
de sıçramıştır. 1931 yılında ilk olarak Alaşehir’de daha sonra 1932
yılında Manisa’da, 1933 yılında Turgutlu ve Salihli’de üreticiler
Bağcılar Kooperatifi’ni kurarlar.
24 Ocak’la gelen
Çiftçilerin piyasa koşullarına teslim olmaması açısından Tariş yıllarca
önemli görevler üstlenir, devletin destekleme alımları yapmasının
aracısı olarak da görevlendirilmiştir. Tariş yıllar içinde elde ettiği
karlarla ve üye aidat kesintileri ile ülkenin en güçlü ekonomik
kuruluşlarından birisi haline gelmiştir. 1980’lere gelindiğinde ise
uygulanmaya konulan “24 Ocak Kararları” ile birlikte tüm Tarımsal
KİT’lerde ve Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri’nde olduğu gibi geri
sayım başlamıştır.
Tüccarın insafına kalmak
1980’den itibaren hükümete gelen her parti, yurttaşların karnını
doyuran, sırtını giydiren tarım sektörüne acımasızca saldırmıştır. Kendi
hükümetlerimiz eliyle üreticiler feda edilmiş, büyük tarım ve gıda
şirketlerine pazarlanmıştır. Çiftçilerin aleyhine olan yasa ve
uygulamalar hızlı bir şekilde yaşamlarımızın bir parçası olmuştur.
Devlet destekleme alımlarından vazgeçerek üreticileri tüccarların
insafına bırakmıştır. Ticaret Borsaları daha üzüm hasadı başlamadan
“üzümde arz fazlası var” propagandası ile fiyatları düşürmek
istemektedirler. Ülkemizin kuru üzüm rekolteleri genelde
değişmemektedir. Yıllık 200 bin-230 bin ton civarındadır. Yıllar
arasındaki fark 25-30 bin ton civarında oynamaktadır.
Şarabın soruşturması
Şaraplık üzüm üreticileri de farklı sıkıntılar yaşamaktadırlar. Tarımda
bir planlamanın olmaması nedeniyle başka ürünleri üretmekten vazgeçen
üreticilerin bir kısmı şaraplık üzüm üretimine yönelmişlerdir. Bu durum
şarap fabrikaları tarafından teşvik edilmiş hızla şaraplık üzüm
bağlarının artmasına neden olmuştur. Fiyatı yüksek olan üzüm cinslerinin
birçok bölgede ekilmesi ve ürün vermeye başlamasıyla birlikte şaraplık
üzüm fiyatlarında hızlı düşüşler yaşanmıştır. Yabancı yatırımcıyı
kızdırmak istemeyen siyasi iktidar ise küçük çiftçinin şarap piyasasında
binde 1’lik bile hacmi olmayan “ev şarabı” üretimine karşı oldukça sert
önlemler almıştır, almaya da devam etmektedir. Kendi geleneksel
yöntemlerini kullanarak ev yada küçük atölyelerde şarap üreten şaraplık
üzüm üreticileri yoğun takibatlara uğramakta yüksek para cezalarına
çarptırılmaktadır. Özellikle 2004-2005 yıllarından sonra (Tekel’in
Alkollü içkiler bölümü özelleştirildikten sonra) üzümünü kendisi
işleyerek değerlendirmek isteyen ve evde şarap üreten üreticilerin
şaraplarına el konularak ve para cezalarına çarptırılmaktadırlar.
Hükümetler çıkarttıkları yasa ve yönetmeliklerle çiftçilerin ürününü
işlemelerini ve işlediği ürününü de tüketiciye ulaştırmalarını
engellemektedirler. Üreticinin ürününü şarap yapımında
değerlendiremeyeceğini bilen şarap fabrikaları da aralarında anlaşıp
alım fiyatlarını alabildiğine düşürmektedirler. İşte üzüm üretiminde
böylesine gelişmelerin yaşandığı bir dönemde üzüm üreticileri bir araya
gelip Üzüm Üreticileri Sendikası’nı (ÜZÜM-SEN) 8 Mart 2004 de kurdu.
Kurulduğu günden bu yana da üzüm üreticilerinin sorunlarını ve uygulanan
“Tarım Politikaları”nın yanlışlığını kamuoyuyla paylaşmaya mücadele
etmeye çalışmakta. 19 Ekim 2004 tarihinde ilk mitingini Alaşehir’de “IMF
ve Dünya Bankası Üzümden Elini Çek!” temasıyla yaptı, 1 Ağustos 2005 de
üyeleriyle birlikte Ankara’ya Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’yla
görüşmeye gitti. Bakanlığın önünde kitlesel Basın Açıklaması yaptı, 15
Ağustos 2006 da da “Üzümümüze Emeğimize Sahip Çıkalım” adı altında
AKP’nin tarım politikalarını protesto eden ikinci mitingini
gerçekleştirdi. KESK, DİSK ve TMMOB’un birlikte düzenledikleri
mitinglere kitlesel olarak katılmaya çalıştı. Irak işgaline karşı
İstanbul’da yapılan mitinge “Savaşmak Değil, Üretmek İstiyoruz”
sloganıyla kitlesel katkı sundu. GDOHP’un Salihli, Alaşehir, Sarıgöl ve
Eşme’de “Tohum Yaşamdır, Tohumuna Sahip Çık!” temasıyla düzenlediği
“2.Ekoloji Şenlikleri”ne ev sahipliği yaptı.
Ne istiyoruz?
-
Gıdayı meta olarak değil, temel bir insan hakkı olarak görerek aile çiftçiliği güçlendirilmelidir.
-
Çiftçilerin ve mevsimlik tarım işçilerinin örgütlenmesi önündeki
engeller kaldırılmalı, mevsimlik tarım işçilerinin ve çiftçilerin yaşam
koşulları iyileştirilmeli.
-
Bağcılığın geliştirilmesi için araştırma ve bilgilenme önemlidir,
bölgeye ve toprağa uygun olmayan yanlış çeşit seçimi üreticileri zarara
uğratmaktadır. Bu nedenle Bağcılık Araştırma Enstitülerine bütçe
ayrılarak araştırma konuları genişletilmeli, faaliyetlerinde devamlılık
sağlanmalı.
-
Üreticilerin bu araştırmalardan yararlanabilmesinin kanalları açılmalıdır.
-
Küçük üreticiler arasında dayanışma ve işbirliğini sağlayacak
örgütlenme modelleri geliştirilmeli, Tarım Satış Kooperatifleri,
Tarımsal Kalkınma Kooperatifleri, Tarım Kredi Kooperatifleri gibi
kooperatiflerin demokratikleşmesi sağlanarak üreticiler söz ve karar
sahibi haline getirilmeli, böylelikle üzüm üreticilerinin şirketler
karşısında güçlü kılınması sağlanmalıdır.
-
Üreticilerin ücretsiz olarak Tariş ve Ziraat Odaları’nın
depolarından yararlanabilmesinin koşulları yaratılmalıdır. Bu depolarda
depolama yapan üreticiye depoladığı ürün oranında faizsiz veya düşük
faizli kredi olanakları yaratılmalıdır; üretici fiyatlar yükseldiğinde,
ürününü istediği zaman ve istediği miktarda pazara sunabilmelidir.
-
Şaraplık üzüm üreticilerine butik ve ev şarabı yapımı için teknik
destek ve teşvik yapılarak ürünlerinden azami kar sağlayabilmelerinin
olanakları yaratılmalıdır. Çünkü bu yapılmadığı zaman üreticinin kaderi
şarap fabrikalarının insafına bırakılmış olmaktadır.
-
Sözleşmeli üretim yapılan bölgelerde şirketlerin tek tek
çiftçilerle sözleşme yapması yerine çiftçi örgütleriyle sözleşme
yapılması zorunlu hale getirilmelidir. Çiftçi Sendikaları’nın çalışma
yasasında yer verilerek iç hukuk düzenlemesine gitmelidir.
-
Hükümetler, üzümümüzü açıklamış olduğumuz “referans fiyatlar”
üzerinden Tariş’e aldırmalı ve piyasanın üretici lehine dengelenmesini
sağlamalıdır.
-
Bütün bu hedeflere ulaşmak için de “Bağımsız, Sosyal, Demokratik
Bir Tarım Programı” Çiftçi Sendikaları ile birlikte hazırlanmalı. Bu
programa uygun “Tarım Reformu” gerçekleştirilmelidir.
Recep Memişoğlu / Çay-Sen Kurucu Genel Başkanı
Rize’de
başladık, Of’tan Hopa’ya uzandık. Mitingler düzenledik, sayısız basın
açıklaması yaptık. Zor da olsa çay üreticilerinin verdiği mücadelenin
sonuç verdiğini yaşıyarak gördük. Artık bir sendikamız var ve
haklarımızı korumak için ‘Çay Kanunu’ istiyoruz
Mücadelenin sonuçlarını yaşayarak gördük
Bilindiği üzere her örgüt belirli bir ihtiyaç ve talep üzerine kurulur.
Çay-Sen de yaş çay üreticilerinin sorunlarını anlatacak, iletecek ve
çözmek için çalışacak bir hak arama örgütüne ihtiyaç olduğu üzerine
şekillenmiştir. Örgütlenme çalışmalarına 2000’li yıllarda başladık. İl
ve ilçelerde yapılan çalışmalar Rize merkezde bir “Çay Kurultayı” ile
taçlandırıldı. Sendikamıza Eylül 2007 yılında tüzel kişilik kazandırmak
için başvurumuzu yaptık. Bu süreç içerisinde neler yaptık; önce
ilçelerde üretici ve bazı örgüt temsilcileri ile bir dizi toplantılar
gerçekleştirdik. Halka açık, belediye hoparlöründen yeri ve zamanı belli
aleni toplantılar yaptık. Bu toplantılarla sendikamız belirli bir
olgunlaşma aşamasına geldi. Örgüt ve örgütlenmeye mesafeli duran
insanlar, yeni olana karşı her nedense daha bir çekinceli davranıyor. Bu
anlamda Çay-Sen örgütlenmesinde de benzer şeyler yaşadık.
Hakkımızda
kapatma ile alakalı hukuki süreç yaşarken, bölgemizde bir dizi faaliyet
duraksamadan yürüttük. Trabzon’un Of ilçesinde bir şube açtık. Hopa’da
şube açma aşamasına gelmemize rağmen kapatma kararı nedeniyle açamadık.
Dört adet miting gerçekleştirdik. Sayısız kitlesel basın açıklamaları
yaptık. Çaykur önünde yaş çay üreticilerinin sorunlarını dillendirdik,
eylemler yaptık.
Bizim dışımızda üreticinin yaptığı eylemlere katıldık ve desteğimizi
verdik. Yerel ve ulusal TV’lerde çiftçinin sorunlarını anlatmak için
katılım sağladık, anlattık. Referans çay taban fiyatlarını hesapladık ve
kamuoyuna deklare ettik.
En son 2012 eylemlerimizi, birçok il ve ilçelerde kitlesel miting
şekline dönüştürmeyi başardık. Mücadelemizin sonuç verdiğini yaşayarak
gördük. Bugün sendikamızın yasal süreci şudur; yerel mahkeme kapatma
kararı vermişti, Yargıtay onayladı ve Yargıtay Genel Kurulu davayı usul
yönünden bozdu. Yani hakkımızdaki davanın tarafı kaymakamlık değil,
valilik olması gerekiyormuş. Şimdi hukukçularımızın söylediği kadarı ile
valiliğin dava açıp açmayacağı bir süreci beklememiz gerekiyormuş.
Halen kapatılmış değiliz, açığız. Sendika olarak mücadelemiz sürüyor.
Ne istiyoruz?
Çay-Sen Olarak Taleplerimiz;
-
Üretici çiftçilerin hak arama örgütlerinin önündeki tüm engellerin kaldırılması,
-
Çiftçi örgütleri için Meclis’te iç hukuk düzenlemelerinin yapılmasını,
-
Çiftçi örgütlerinin de içerisinde olacağı bir “Çay Kanunu” çalışmasının acilen yapılmasını,
-
Gübrede, organik üretimde devlet desteğinin yeniden düzenlenmesini,
-
Organik üretim yapılmasının hayata geçirilebilmesi için hayvan yetiştiriciliğinin desteklenmesi,
-
Özel sektörün bölgemizde bugüne kadar yaptığı pervasızlıklara son
verecek yasal bir düzenlemenin yapılarak, kısıt getirilmesini,
-
Organik üretimde neyin murat edildiğini açık olarak halka anlatılmasını,
-
Organik üretim ve yeşil çay diye, siyah çaydan piyasada üç misli
fiyata satılırken, üreticiye bu gelirden yeterli pay yansıtılmamaktadır.
Çiftçilere de yansıtılmasını,
-
Organik üretimin getiri ve götürüsü ile halka esasları
anlatılmalıdır. Bir bilgi ve bilinçlenme sürecinin ilgili kurumca acilen
ve programlı yürütülmesini,
-
Destekleme ile bazı muafiyetlerin kanun ile bir esasa bağlanması
ve böylece siyasilerin seçim dönemi ve sonrası şeklinde bazı
keyfiyetlerin önüne geçilmesini,
-
Çay-Kur’un yaşaması ve yaşatılması, yaş çay üreticilerinin
sigortası olduğu gibi, çayın garantisi ve geleceğidir ilkesi ile hareket
edilmesini istiyoruz.
|
Not: Çiftçi- Sen Genel Başkanı ve yazarımız
Abdullah Aysu yönetiminde hazırladığımız “Toprak, su, hava ve emek”
dosyası Çay- Sen’in değerlendirmesiyle son buldu.