19 Mart 2010 Cuma

Suç İşleme İhtimali ?!


Hukuk kurallarına göre, ancak bir suç işleme hali veya şüphesi durumunda yakalama, gözaltı ve tutuklama gündeme gelir. Diğer bir deyişle ceza yasalarına aykırı bir eylemin varlığı halinde kolluk ve yargı mercileri harekete geçer. Hukuka aykırı eyleme ilişkin soruşturma ve kovuşturma yapar. Hukuka aykırı bir eylem yoksa bir suçtan veya suç şüphesinden de bahsedilmeyecektir. Hiç kimse işlemediği bir eylemden, suçtan dolayı sorumlu tutulamaz. Bu evrensel ilke hemen hemen bütün hukuk sistemlerinde bulunmaktadır. Türkiye hukuk sistemi de bu şekilde düzenlenmiştir.

Ne var ki, son birkaç yıldır 15 Şubat, Newroz gibi bazı günlerde henüz ortada bir eylem yokken dahi Bölge'de yakalama, gözaltı ve tutuklamalar gerçekleşmektedir. Bu da 'eylem yapacakları', 'suç işleyecekleri ihtimali' gibi tuhaf gerekçelerle yapılmaktadır. Böylece hiçbir eylem ortada yokken, kim tarafından belli olmayan bir eyleme geçileceği ihtimalinden hareketle insanlar yakalanmakta, hatta tutuklanmaktadır. Bu tür bir uygulama ise salt Bölge'ye ve Kürtlere has bir uygulama olsa gerek. Kolluğun 'önleme araması', 'asayiş araması' adı altında usulüne uygun mahkeme kararı olmadan yaptığı genel aramaları hep kanıksamıştı bu toplum, bir de 'önleme yakalaması'(?) çıktı ortaya.

Hatırlanırsa Siirt'te meydana gelen bir infaz olayı ile ilgili, Yargıtay 9. Ceza Dairesi 2009 yılında verdiği bir kararda 'Bölge'ye has bir hukuk' uygulamasına işaret etmişti. Yani ülkenin her yerinde eşit bir şekilde uygulanması gereken yasaların Bölge'de uygulamasının farklılaşabileceğine işaret edilmişti. Gerçi farklı bir hukuk öngören OHAL, sıkıyönetim dönemleri dışında da Bölge hep ikili bir hukuk uygulamasıyla karşı karşıyaydı.

Yeni bir hukuk(suzluk) örneği daha sergilenmektedir. Gençlerin, çocukların 'suç işleyecekleri ihtimalleri' üzerinden polislerin tuttukları yanlı, taraflı tutanaklara, ihbarlara göre operasyonlar, baskınlar yapılarak haksız yakalama, tutuklamalar yapılmaktadır. Newroz'a günler kala, Yüksekova'da, Hakkari'de, Şırnak'ta insanlar toplanmaktadır. Hiçbir eylemleri ortada yokken, adeta potansiyel suçlu kabul edilerek 'siz her an suç işleyebilirsiniz, bu nedenle sizi gözaltına alıyorum, sizi tutukluyorum' denmektedir. Bu biraz da 12 Eylül Darbesi'nden sonra tutuklanıp Diyarbakır 5 No'lu Cezaevi'ne (cehennemine) konulan bir kişinin tutuklanma nedeni olarak gösterilen şu muhayyel suçlara benzer; 'yasadışı olarak asılmış afişe sempatiyle bakmak', 'yapılması planlanan ancak gerekli izin alınamadığı için yapılamayan gecede şiir okumaya hazırlanma suçunu işleme.' (Necmettin Salaz-Kürtmüşüz, sayfa 114) Darbe hukukunun tirajikomik olaylarıyla bu son olaylar arasında ciddi benzerlikler görülmektedir.

Bu gerekçelerle hukuk uygulamasında 'suç işleme ihtimali' şeklinde bir kurum da ihdas edilmiştir. Oysa ki böyle bir şeyin ne kadar hukuksuz, gereksiz olduğunu bilmek için hukuk eğitimi almaya gerek yoktur. Bir insanın suç işleme ihtimali tamamen kendi iç dünyasını ilgilendirir. Bu, bir iç irade meselesidir. İradeyi okumak, yorumlamak mümkün değildir. Kaldı ki çağdaş hukuk sistemlerinde iradenin okunması yöntemiyle sonuçlar çıkarılmasına cevaz verilmemektedir. Oysa ki kim olursa olsun, mesleği ister cumhurbaşkanı, ister savcı, ister çoban olsun herkesin suç işleme ihtimali vardır. Çünkü suçu sadece insanlar işler. Fakat suç işleme ihtimali suç olarak kabul edilemez.

Hukuk, güvenlik kuvvetlerinin keyfine ve siyasete kurban edilmemelidir. Hukuk ve bilim çevrelerinin bu tür yasadışı, hukuk dışı uygulamalara insanlık adına, hukukun üstünlüğü adına sessiz kalmamaları gerekir. Kimsenin bu hukuksuzluğa olumlu veya olumsuz bir tepki göstermemesi düşündürücüdür.

Hukukun üstünlüğü yargı kararlarıyla somutlaşır. Yargıyı meşru kılan tarafsızlığı ve güvenirliğidir. Fakat cumhuriyet kurulduğu günden beri yargı bu yönleriyle tartışılmıştır. Demokratikleşme en başta hukukta başlatılmalıdır. Buna paralel olarak da yargıda ciddi bir reform gerekmektedir. Yargıdaki zihniyet algısı değişmediği sürece, devletin, statükonun değil hakkın ve halkın yargısı oluşturulmadığı sürece bu sorunlar artarak devam edecektir.

Yargının siyasallaştığının en belirgin sonuçlarından biri de Türkiye cezaevlerinin doluluk oranı açısından 12 Eylül'den sonraki dönemi fazlasıyla aşmasıdır. Özellikle son birkaç yıldır özel yetkili ağır ceza mahkemelerine olan inanç, güven tamamen sarsılmıştır. Tutuklama artık bu mahkemelerde sıradan bir olguya dönüşmüştür. Örgüt üyeliği, slogan, gösteri, propaganda iç içe geçmiştir. Bu mahkemelere düşen alelade bir insanın cezası on yılı bulmaktadır. Bölge'de neredeyse cezaevine girmeyen kimse kalmadı. Artık ilkokul gibi, askerlik gibi zorunluluğa dönüştü. Sivas'ta katledilen rahmetli Hasret Gültekin'den ve Selda Bağcan'dan çokça dinlediğimiz aşağıdaki dörtlük tam da Bölge'yi ve insanının duygularını anlatmaktadır.

'Nerde alnı açık insan görseniz,

Nerde yüreklerde isyan görseniz,

Nerde mektepten çok zindan görseniz,

Şimdi bildiniz mi, oralıyam ben.'

Av. CEMAL DEMİR

Roman Açılımı mı Asimilasyonu mu?


AKP'nin açılımlarına karşı o kadar çok yazılıp, çizildi ki, neredeyse bunu yazanların hepsi açılım karşıtı sanılacak. Oysa tam öyle değil. Türkiye'nin Kürt, Demokratik, Alevi, Ermeni, Roman vs her konuda açılama ihtiyacı var, hem de çok acilen. Yanlış bulunan açılım yapma fikri değil, yanlış bulunan açılım adı altında yapılanların Türkiye'nin mevcut sorunlarına cevap olmadığı, göz boyamaktan, kandırmaktan başka bir şey olmadıklarıdır. Tüm açılımların ana fikri, Başbakan Erdoğan'ın Roman açılımında sarf ettiği 'size kim ne derse desin, siz Roman'sınız. Yani siz insansınız' sözlerde açıkça görülüyor. Erdoğan'ın bu sözlerinden 'şimdiye kadar kimse sizi insan yerine koymadı, ben sizi insan yerine koyuyorum' anlamı çıkıyor. Ne Romanları, ne Kürtleri, ne de dünyanın her hangi bir yerinde yaşayan başka azılıkları insan yerine koyup koymama endişesine kapılmak bile ayıptır. Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu açılım da birilerini insan yerine koyup koymama değildir. Birbirinin yaşam tercihlerine saygı duymasını bilmektir.

Türkiye'de eksik olan da budur. Başbakan Erdoğan, Romanların bir kesiminin eline 100'er TL tutuşturup İstanbul'a getirtmeyi başarmış ve güzel birkaç söz de söylemiş olabilir. Ama Erdoğan'ın sözleri o insanların ne kadar talepleriyle örtüşüyordu? Erdoğan onlara TOKİ konutlarında oturmayı vaat ediyor ve 'artık Roman vatandaşları çadırlarda görmek istemiyorum' diyor. Romanlar ise; 'Sulukule yıkılmasın', 'biz kapının önünde oturmaya, çay içip çekirdek çıtlatmaya alışmışız. Toplu konutlarda oturamayız' diyorlar.

Romanlar ille de Sulukule'deki viranelerde yaşayalım demiyorlar. 'Yarı aç, yarı tok olsak da, başımızı altına sokacak bir damımız olmasa da biz Romanlarla birlikte yaşamak istiyoruz' diyorlar. Bu yüzden 'ille de Roman olsun' diyorlar. Başbakan ise onlara TOKİ konutlarında oturmayı vaat ediyor. Romanları birbirinden ayırıp dağıtmaya, kendi kültürlerinden uzak bir ortamda yaşamaya ve hiç tanımadıkları insanların arasında yaşamaya zorluyorlar. Bunun adı asimilasyondur, beyaz soykırımdır.

Oysa Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu asıl açılım, azınlıkların inanç ve etnik haklarını tanıyan bir açılım yaklaşımıdır. Romanları veya başka azınlıkları insan olarak tanımadan da öte, onların azınlık kimliklerini tanıma fikridir. Türkiye'nin veya AKP'nin açılımlar fikrinin eksik olan yönü budur. Siyasal erki elinde bulunduran elit bunu 'kırmızıçizgi' olarak niteliyor. Hatta Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ geçen yıl 14 Nisan'da yaptığı basın açıklamasında 'bireysel hakları tanımalı ama gurup hakları katiyen' diyerek, açıkça dile getirmekten geri durmadı. Açılımların esas mimarıymış gibi duran Erdoğan da Roman açılımına ilişkin sarf ettiği sözlerle Başbuğ'u teyit etti.

Türkiye'nin başına bugün musallat olan Ermeni Soykırım tasarısı gibi birçok sorun da bu zihniyetten kaynaklanıyor. Batılaştırmayı şematik bir şekilde ele alan ve Anadolu'nun demografik yapısını görmezden gelerek, ulus-devlet olma uğruna tüm etnik yapıların inkarını seçen zihniyet bundan sorumludur. Bu zihniyetin hikayesi Osmanlının son yıllarına kadar uzamaktadır. Yıkılmakla yüz yüze olan Osmanlı imparatorluğu'nun son dönemlerinde çıkarılan fermanlardan başlamaktadır. Tanzimat Fermanı'yla Müslümanların, Islahat Fermanı'yla da Gayrimüslimlerin azınlık veya halkların hakları ellerinden alınmıştı. Merkezi otoriteyi güçlendirmek için çıkarılan her iki fermanla, vatandaşlara eşit haklar tanındığı iddia edilse de azınlıkların gurup hakları ortadan kaldırılmıştı. Müslüman halkların özerk yapıları sınırlandırıldı, Gayrimüslimlerin de ayrıcalık ve ruhani muafiyetlerine son verilmişti. Osmanlı'nın son dönemlerinde başlayan ve günümüze kadar devam eden isyanların hemen hemen hepsinin ve bugün iddia edilen soykırım ve katliam iddialarının doğmasına neden olan yaşanmışlıklara neden olan da bu fermanlardır. Türkiye'de yapılması gereken değişim köklerin devlet yapılanmasının içine salan bu fermanların yarattığı zihniyetin kökünden sökülmesidir.

Aksine, ellerine 100'er TL tutuşturup, Romanları İstanbul'a toplamak ve orada birkaç güzel söz söylemek Türkiye'nin sorunlarına cevap olmayacaktır. Genel seçim tartışmalarının yapıldığı bir dönemde, içeriği yeterince doldurulmamış bu sözlerin propagandayı ne kadar aşacağını da zaman gösterecektir.

NİHAT KAYA

Katledilen İnsanlık; HALEPÇE


Bugün Halepçe ve Beyazıt katliamlarının yıldönümü. Toplumda derin yaralar açan her iki katliamda yerler ayrı olsa da zihniyet aynı

TARİH: 16 MART 1988
YER: HALEPÇE


Irak ordusu, dünyanın gözü önünde İran sınırına yakın Halepçe kentine helikopter ve savaş uçaklarıyla kimyasal yağdırdı. Kent bir anda mezara döndü, binlerce Kürt öldü, on binlercesi yaralandı. 22 yıl sonra 'soykırım' olarak kabul edildi.

Yıllarca süren bir katliam: Halepçe

İran-Irak Savaşı'nın sekizinci yılında Enfal Operasyonu kapsamında gerçekleştirilen Halepçe Katliamı'nda, binlerce Kürt korkunç şekilde katledildi. 16 Mart 1988'de gerçekleştirilen katliam sırasında İran sınırına yakın bir bölgede bulunan Halepçeliler, Irak ordusunun helikopter ve uçaklardan attığı kimyasal gazlardan kendilerini koruyamadı. Saldırılarda 10 binlerce kişi öldü 10 binlerce kişi onarılamayan bir şekilde yaralandı. Üzerinden 22 yıl geçen katliamın izleri halen dün yaşanmış gibi orta yerde duruyor. Halepçe katliamıyla sonuçlanan Enfal Operasyonu ise aslında 1978 yılında uygulamaya konuldu.

Katliam 1978 yılında toplu köy projesiyle başladı, ancak 1979'da Irak-İran savaşının başlamasıyla kesintiye uğradı, 1986 yılında iki ülke arasındaki savaşın rutinleşmesi sonucu yeniden hayata geçirildi. Enfal Halepçe Katliamı ile soykırıma dönüşerek 92 yılına kadar devam etti.

Molla Mustafa Barzani'nin 1958 yılında Abdul Kerim Kasım tarafından Sovyetler Birliği'nden çağırılarak otonominin verilmesi Kürtlerin tarihte elde ettikleri en büyük kazanım oldu. Ancak 1973 yılında kabul edilen, Kürt tarihinde de 'Aş Betal' diye geçen ve Molla Barzani tarafından imzalanan anlaşma enfalin başlangıcı oldu. Anlaşmanın ardından Kürt hareketi içinde yaşanan çalkantı ve 3 yıl sonra da Celal Talabani'nin resmen Kürt güçlerini ikiye bölme girişiminden daha fazla güç alan Irak rejimi, 1978 yılında Federe Kürdistan Bölgesi'ni boşlatma ve asimilasyonu hızlandırma amacıyla uygulamaya koyduğu toplu Köy projesiyle enfalı başlattı. 'Aş Betal' olayından sonra KDP ciddi bir sarsılma yaşadı. Celal Talabani'nin de ayrılmasıyla ciddi bir şekilde darbelendi. Bunu iyi bir fırsat olarak görüp değerlendiren Hasan Bekir yönetimindeki Irak rejimi toplu köy projesini geliştirdi.

'Aş Betal' zemin yarattı

Toplu köy projesi çerçevesinde ilk önce köyler boşaltılmaya başlandı. Ardından küçük kasabalar ve sırasıyla büyük kasaba ve ilçeler boşaltılmaya başlandı. Toplu köy projesi direnişi kırılan Kürtleri tamamen ele geçirmeyle daha iç bölgelere aktarılarak asimilasyonu hızlandırmak amacıyla geliştirildi. Türkiye ve İran sınırına yakın yererler olan Xakurkê'deki 36 köyden başlanarak Diyana, Sideka gibi ilçelere bağlı ve giderek iç bölgeler olan Revanduz'a doğru oradan da Kandil alanına doğru genişleyen bölgede ne kadar köy varsa boşaltılmaya başlanarak Enfal hareketi sürdürülmeye başlandı.

Önce asimile etmek istediler

1978 yılında toplu köy projesiyle başlayan Enfal hareketi sonucunda Xakurkê'den Kandile kadarki alanda bulunan yüzlerce köyden tahliye edilen Kürtler geçici olarak Hewler yakınlarında kurulan bölgelere aktarıldı ve orada tutulmaya başlandı. Boşaltılan köylerin tümü yakılıp yıkıldı. Dağlara çekilenler çekildi, geri kalanlar ise Hewler yakınlarında hazırlanan merkeze aktarıldı. Her ne kadar adına toplu köy merkezleri denilse de, Hewler de toplanan aileler Araplaştırılmak amacıyla oradan da alınarak Irak içlerine doğru aktarıldı.

79'da ara verdiler

'Aş Betal' olayıyla başlayıp 1978 yılında toplu köy projesiyle devam eden Irak rejimin Kürt enfali 1979 yılında Irak yönetiminin el değiştirerek Saddam Hüseyin'in başa gelmesiyle devam edecekti. Çünkü enfal ile darbelenen Kürt direnişinin bitirilmesi ve Kürtlerin tamamen asimile edilmesi hedeflenmişti. Saddam'ın iktidara gelmesinden sonra enfalın hızlandırılarak sürmesi beklenirken tersine bir gelişme oldu. İktidara yeni gelen Saddam Hüseyin Kürtlerin 'hesabını' sonraya bırakkı. Önce 1979 yılında Kürtlerin kurban edildiği Cezayir anlaşmasını fes ederek 9 yıl sürecek olan Irak-İran savaşını başlattı. Bu savaş aynı zamanda daha sonra büyük bir soykırımla sonuçlanacak olan Enfal operasyonunu birkaç yıllığına kesintiye uğrattı. Bu beklenmedik gelişme karşısında ilk önce Saddam Hüseyin'in enfalden vazgeçtiği söylenmeye başlandı. Ancak Musul ve Kerkük'ü Kürtsüzleştirmesi, çoğu kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan binlerce kişinin ölümüne neden olan Halepçe'de kullandığı kimyasal silah, onun enfali ne denli önemsediğini ve gerçekleştirmek istediğini sonradan gösterdi. Onun gerçek ve acımasız yüzünü iki yüzlü dünyaya gösterdi.

Savaş rutinleşti Enfal başladı

1978 yılında başlayıp, ancak Saddam Hüseyin'in iktidara gelmesiyle başlayan Irak-İran savaşıyla kesintiye uğrayan Enfal 1986 yılında yeniden başladı. Ancak bu kez her saldırlar eskisinden de acımasız ve insanlık dışıydı. Baas rejimi askerlerinin daha da acımasızlaşmıştı. Kaledizê, Sengasor, Jarava, Bestestên, Tosuran ve Penalkê ile bu kasabalara bağlı tüm köyler boşaltıldı. Buralarda biraz daha büyük bir yer olan sadece Ranya ve Soran mıntıkasının en büyük kenti olan Süleymaniye kaldı. Eski enfal denemelerinde evlere çok fazla karışılmıyordu. Ancak bu kez öyle olmadı. Bölgeyi Kürtsüzleştirmekte kararlı olan Saddam, boşalttığı yerleşim yerlerindeki evlerin tümünü patlayıcılarla havaya uçurdu.

Halepçe Kürt katliamını belgeledi

Halepçe Katliam'ına kadar Musul, Kerkük, Zaxo, Dıhok, Hewler ile Süleymaniye ve buralara bağlı kasabalarda on binlerce insanın kaybedildi. Halepçe aslında sistematik olarak Kürtlere yönelik uygulanan katliamın bariz bir örneği oldu. Halepçe Katliamı aynı zamanda Saddam Hüseyin'in katliamlarını dünya duymaya başladı. Oysa bu katliam ne ilk ne de son katliamdı. Bu katliama gelene kadar milyonlarca Kürt tutuklandı. On binlercesi öldürüldü. Milyonlarcası sürgün edildi. Enfal döneminde sürgün edilen Kürtlerden bazıları dünyanın öbür ucuna ulaştı. Halepçe katliamı enfal uygulamasında bir sonuçtu.

Bölge devletleriyle uluslararası tüm güçler Baas rejiminin yıllar süren Kürt enfalını görmezden geldi. Hiç kimse Baas rejimi tarafından sistematik bir şekilde on yılı aşkın bir zaman alan Kürt enfalını görmedi. Uluslararası diplomatik, siyasi çıkarları gereği bunu görmezden gelebildiler. Yıllarca Kürtlerin katliamlardan geçirilmesi karşısında üç maymunları oynayan dünyanın 'ilerici güçleri' ayuka çıkan insanlık suçu Halepçe Katliamı karşısında da uzun süre sessizliklerini sürdürdüler. Saddam'ı yaratan ve Kürtler üzerindeki katliamlarının adeta suç ortaklığını yapan bu güçler Halepçe Katliamı'ndan sonra da uzun süre sessiz kalmayı tercih ettiler. Halepçe Katliamı bu anlamıyla da Kürt gerçeğinde dünyanın iki yüzlülüğü bir kez daha çok somut bir şekilde ortaya çıkardı.

Enfal Halepçe'den sonra da devam etti

Halepçe gibi ürpertici ve kanlı bir sonuç ortaya çıkmasına rağmen Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak Baas rejiminin Kürt enfalı politikası durmadı. Bu politika 1990 yılındaki I. Körfez Savaşı'na kadar devam etti. 78 yılında Hasan Bekir iktidarında başlatılan enfal hareketi 1992 yılına kadar devam etti. 1990 yılındaki I. Körfez Savaşı'nda Kuveyt'te darbe yiyen Saddam Hüseyin'in sözde cumhuriyet muhafızları tankları, toplarıyla gelip Federe Kürdistan'a yöneldi. Yüz binlerce Kürdü yine dağlardan Türkiye ve İran sınırlarına sürdüler. Yüzlercesi yolda hastalık, açlık ve ilaçsızlıktan öldü. Kürt trajedisine yeni bir halka daha ekledi. Türkiye ve İran'a göç edenlerden hayatta kalanların bir kısmı bir yıl içinde geri döndü. Ülkede kalanlar için de çoktan bıçak kemiğe dayanmış hatta içine kadar da işlemişti. Sonuç bilinen 1992 halk isyanı oldu.

Acısı çok, bedeli ağır oldu!

1992 yılına gelindiğinde artık Güneyli Kürt güçleri adına tek peşmerge dışında hiçbir şey kalmamıştı. Enfal ve katliamların canına tak ettiği Kürtler Kaledizê'den bir isyana başlattı. İki gün içinde isyan tüm Federe Kürdistan'a yayıldı. KDP ve YNK darmadağın olmuştu. Tek tük peşmergeleri dışında Güneyde hiçbir şeyleri kalmamıştı. Barzaniler ve Talabani de ülkeyi terk etmişti. Halkta da ne umut ne de yaşam adına bir şey kalmıştı. Topraklarından sürülme, her sürgünde yüzlercesinin ölümü, yine aralarından götürülüp öldürülenler ve zindanlara atılanlar ile 14 yıllık enfal politikasının acıları halkı ya teslim olmaya götürecekti ya da bir isyana. Her gün biraz daha kinini biriktiren halk sonunda Kaledizê'de patladı. Saddam Hüseyin'in cumhuriyet muhafızlarının kalelerini tek tek ele geçirdi. Kaledizê de başlayan isyan ateşi Federe Kürdistan'ın tamamını sardı. Halk Kerkük, Musul dışındaki topraklarının tamamını ele geçirdi. Bir süre sonra da KDP ve YNK gelip üzerine oturdu ve halkı yönetmeye başladı. Federe Kürdistan'da bu gün elde edilen kazanımlar da 14 yıl boyunca süren ama çok acılar yaşatan enfal hareketi uygulamasının sonucunda oluşan birikimlerin Kaledizê'deki patlamasının ürünüdür.

Bu dünya Saddam'a da kalmadı

Döktüğü Kürt kanı üzerinde büyüyen ve insanlık kasabı Saddam Hüseyin ABD'nin Irak'ı işgalinden 8 ay sonra yani 15 Aralık 2003'te doğum yeri olan Tikrit'te bir çiftliğin altındaki özel bir sığınakta yakalandı. Kısa bir süre sonra mahkeme önüne çıkarılan Saddam 1982'de kendisine karşı düzenlenen bir suikast girişimini gerekçe göstererek Duceyl'de 148 Şii köylüyü öldürmekten insanlığa karşı suçlu buludu ve idama mahkum etti. Saddam'ın Kürtlere yönelik katliamlarına sessiz kalan ABD Saddam'ı Halepçe Katliamı'ndan yargılama gereği bile duymadı. Yaklaşık 3 yıl tutuklu kalan Saddam 30 Aralık 2006'da sabaha karşı saat 05.00'te asılarak idam edildi.

Kimyasal Ali idam edildi

Halepçe Katliamı'nın başrolünde yer alan Ali Hasan El Mecid, nam-ı diğer Kimyasal Ali Katliam'dan tam 22 yıl sonra idam edildi. 17 Ocak 20010 günü Halepçe Katliamı ile ilgili nihai kararını açıklayan Irak Yüksek Mahkemesi, Irak diktatörü Saddam Hüseyin'in kuzeni, Kimyasal Ali'yi, Halepçe'deki kimyasal gaz saldırısının sorumlusu olarak insanlığa karşı suç işlemekten idama mahkum etti. Kimyasal Ali'nin cezası 24 Ocak 2010'da infaz edildi. Böylece en büyük Kürt kasabı Saddam Hüseyin'den sonraki ikinci büyük kasap da idam edilmiş oldu.

Kimyasal Ali, daha önce, Haziran 2007'de görülen 180 bine aşkın Kürdün öldürüldüğü 1988 yılındaki Enfal katliamı davası, 2008 yılında görülen 1991 yılındaki 1. Körfez Savaşı ardından Şii ayaklanmasının bastırılmasındaki katliamlar ile 2009'da görülen, 1999 yılında Şiilere yönelik katliamdan dolayı da idam cezasına mahkum edilmişti. Kimyasal Ali, ABD askerlerinin Irak'ı işgalinden 5 ay sonra Ağustos 2003'te yakalanmıştı.

20 yıl sonra soykırım dediler

Üzerinden 22 yıl geçtikten sonra Irak da Halepçe'de yaşananları 'soykırım' olarak kabul etti. Irak Temyiz Mahkemesi geçtiğimiz aylarda aldığı kararda Halepçe'nin 16 Mart 1988'de maruz kaldığı kimyasal saldırıyı 'soykırım' olarak kabul etti. Halepçe davası avukatlarından Bekir Hamad Siddiq, kararın mahkeme heyeti tarafından çoğunlukla kabul edildiğini belirterek, 'insanlık karşı işlenen suç' yerine 'soykırım' ifadesinin kabul edildiğini söyledi.

Tarihte kara bir leke: Enfal Operasyonu

Enfal harekatı, Baas rejiminin 1968'de iktidarı ele geçirmesinden itibaren uygulamaya koyduğu bir Araplaştırma politikasıydı. Kürtlere karşı uygulanan Enfal Operasyonu, 23 Şubat ile 6 Eylül 1988 tarihleri arasında coğrafi olarak altı ayrı Kürt bölgesinde yürütülen ve toplam sayısı sekiz olan eşgüdümlü bir askeri saldırıya verilen addı. Enfal, 'ganimet' anlamına gelmekteydi. Saddam bu dini terimi kullanarak kendisini İslam'ın temsilcisi, katlettiği masum halkı ise kafir olarak nitelendiriyordu. Operasyon, kendisine Federe Kürdistan'da Saddam Hüseyin'inkilere denk yetkiler verilen Ali Hasan el-Mecit tarafından yürütülüyordu ve Kürtler ona 'Kimyasal Ali' lakabı taktı.

Enfal Operasyonu boyunca binlerce köy tahrip edildi. Kimyasal saldırıların ardından sivil halk bir araya toplanarak kamplara nakledildi, esir muamelesi gördü ve önemli bir kısmı öldürüldü. Kadınlar ve çocuklar özel kamplara, yaşlılar Güney Irak'a yollandı. 15 ile 50 yaş arası çok sayıda erkek ise büyük bir gizlilik içinde katledildi. Enfal Operasyonu'nda öldürülen Kürtlerin sayısına dair muhtelif açıklamalar yapılmakla birlikte bu sayının en az 100,000 olduğu tahmin ediliyor. Kürt kaynaklarına göre ise operasyon sırasında ölenlerin sayısı 180,000'dir. Enfal kurbanlarının çoğunun, özellikle erkeklerin ve erkek çocukların cesetleri dahi bulunamadı.

MİRSEVDİ TOPRAKOĞLU
İSTANBUL

Kürtçe'nin yazı geleneği


Kirmanckî'de (Zazaki) yazı geleneği ve Mela Hunij-1

Kürtçe'de yazı geleneği 8. yy'a kadar gerilere gider ki bu oldukça eski bir tarih olarak kabul edilir. O yüzyıla kadar yazılı hale gelen ve yazılı eser veren dil sayısı oldukça azdır. Bugün hala da dünya üzerinde konuşulan pek çok dil yazılı hale gelmemiştir ve yazılı eserlere sahip değildir.

Kürtçe ilk yazılı eserlerini Goranî/Hewramî lehçesiyle vermiştir. Bu lehçeyi konuşanlar Ehl-î Haq inancına mensuptu ve yazılı eserleri büyük ölçüde bu inancı öğütleyen, bu inancın felsefesini dile getiren manzum eserlerdir. Bu inançta baba makamı, babailik kurumu var ki, bu kurum Ortadoğu'da pek çok toplumu etkilemiştir ve 10. yy'a kadar Kürtler içerisinde hakim olan inanç biçimi olmuştur.

Yazı geleneğinde Goranî/Hewramî'yi Kirdaskî (Kurmancî) takip etmiştir. İlk eserler 15. yy'da ortaya çıkmıştır ki, bu tarihler Kürtler içerisinde İslam inancının ağırlıklı şekilde kabul gördüğü tarihlerdir. Kürt toplumu içerisinde medreseler kurumlaşmış, yeni bir gelenek olarak medrese geleneği oluşmuştur. Kirdaskî'nin yazı geleneği medreselerde şekillenmiştir. Bu dönem ve sonrasında medrese kökenli Mela Ehmedê Bateyî, Melayê Cizîrî, Ehmedê Xanî gibi edebiyatçılar Kirdaskî'nin klasik eserlerini yaratmışlardır.

19. yy Soranî'nin boy verdiği dönemdir. Hızlı bir çıkış yapan Soranî lehçesi, bugün Kürtçe lehçeler içerisinde en güçlü yazım ve basım geleneğine sahip lehçedir. Diğer lehçelerde hala da standardizasyon ve imla sorunları mevcutken Soranî bu yönlü sorunlarını aşmış; bürokrasi, eğitim ve bilim dili olma seviyesini yakalamıştır.

Kirmanckî'nin (Zazaca) yazılı alana girişi

Kirmanckî yazılı alana en son adım atan ve yazı geleneği en yeni olan lehçedir. Kimi dilbilimciler Kirmanckî'yi Goranî/Hewramî ile aynı lehçe olarak kabul etmekteler. Bunun total bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Aynı yaklaşım Kirdaskî ile Soranî'yi de bir saymaktadır. Tarihi veriler ve dil çalışmaları Kirmanckî ile Goranî/Hewramî'nin uzun süre önce birbirlerinden koptuklarını ve kendilerini ayrı ayrı şekillerde var ettiklerini göstermektedir. Son kopuş Kirdaskî ile Soranî arasında yaşanmıştır.

Kirmanckî'nin ilk yazılı eseri 19. yy'ın sonlarına tesadüf eder. Lice Müftüsü Ehmedê Xasî'nin 1899'da Diyarbakır'da basılan Kirmanckî mevlidi 'Mewlîdê Nebî' ilk yazılı eserdir. İkinci yazılı eser hemen 20. yy'ın başında ortaya çıkar ki bu da Siverek Müftüsü, Osman Efendîyo Babij'ın 1903 tarihinde yazdığı 'Bîyîşe Pêxamberî' adlı mevlitidir. Üçüncü eser Şex Saîd'in oğlu Şex Selahaddin'in yazdığı 'Beyatname' adlı düzyazıdır. Sonrasında, bu yazının da konusu olan Palu'nun Hun köyünden Mela Mehemed Elî Hunij ortaya çıkar ve bu alanda birkaç eser yazar. Mevlit geleneğini o da takip eder ve 'Mewlîdê Pexemberî' adlı eserini 1971'de tamamlar.

19. yy ve 20. yy'ın başı pek çok halkın kendi bağımsızlığını kazandığı, devletini kurduğu ve de özellikle standart resmi dilini inşaa ettiği bir dönemdir. Kirmanckî de bu dönemde yazılı alana adım atmıştır. Fakat Kirmanckî konuşulan bölgelerde, bu dönemde yaşanan katliamlar ve isyanlar, aydın-entelektüel tabakanın tümden ortadan kaldırılması ve kimi aydınların Kirdaskî alanına kanalize olması gibi sebepler bu süreci kesintiye uğratmıştır.

İlginç olan yön şudur; Kirmanckî'deki bu her dört edebiyatçı, birer klasik olarak, medrese geleneğinin hakim olduğu Güney Kirmanckîsi'nde (fekê cêrî) ortaya çıkmıştır. Kuzey Kirmanckîsi'nde (fekê corî) bu dönemde herhangi yazılı bir esere rastlayamıyoruz. Bunda dinselliğin önemli bir payı vardır. Alevi olan Kuzey Kirmanclarında ön planda olan deyiş ve ‰şık geleneği, yani sözlü edebiyattır. Sünni olan Güney Kirmanclarında medrese önemli bir kurumdur, bu da yazılı edebiyatı yaratıyor. Bugün de kuzeyliler müzik alanında önemli eserler ortaya koyarken; güneyliler dil, edebiyat, yazı ile daha fazla ilgililer.

Kirmanckî'de Mela Hunij'ın yeri

Kirmanckî'nin bu yazılı dil olma serüveninde Mela Hunij'in özel bir yeri vardır. Bugün elimizde Ehmedê Xasî'den, Osman Efendiyo Babij'den, Şex Selahaddin'den birer eser bulunmaktadır. Ehmedê Xasî'nin başkaca eserler de yazdığı, fakat o günün siyasal şartları içinde bunların kaybolduğu, imha edildiği yönünde farklı söylemler var. Şair Cîgerxwîn, onun Kirmanckî ile 'Cengnameya Kurdan û Armeniyan' adlı bir eser yazdığını belirtir. Cîgerxwîn'in isim vererek belirttiği bu eser gün yüzüne çıkmamıştır, basımı yapılamamıştır. Bugün elde Mela Hunij'a ait beş temel eser var ki bunlar klasik dönem Kirmanckî edebiyatın zirvesini oluşturur. Bu dönemde Ehmedê Xasî bir 'serwer'dir, yani bir öncüdür. Mela Hunij ise bir 'sertac'dır, yani zirvedir.

Mela Hunij ile zirveye ulaşan Kirmanckî'nin klasik dönemi 20. yy'ın son çeyreğinde yavaş yavaş yerini modern döneme bırakmıştır. Bu dönemde yavaş yavaş boy veren modern edebiyat 2000'den sonra kendini kurumlaştırmaya başlamıştır. Bu dönemde önemli klasik eserler de ortaya çıkmıştır. Mela Mehemedê Muradan ve Mela Kamilê Puexî'nin mevlitleri, Mela Muhamedê Kavarî'nin 'Dîwan'ı ve Mela Muhamedê Hezanî'nin (Mem) 'Eqîdetu'l - ëmanî' eserleri bunlar arasında sayılabilir. Ama bu dönemde ön planda olan modern formattaki şiirler, öyküler ve romanlar olmuştur. Düzyazı eserler manzum eserleri geride bırakmıştır.

Mela Hunij'in sanatı ve eserleri

Mela Hunij bütün eserlerini manzum tarzda yazmıştır. Klasik divan edebiyatında olduğu gibi kafiyeli ve vezinlidir. Bu edebiyat tarzında oldukça ağır ve ağdalı bir dil vardır. Eser sahibi, kafiye ve veznin oluşması için pek çok dilden ödünç kelimeler alır. Mela Hunij'in eserlerine baktığımızda; oldukça sade bir dil vardır. O kendi eserlerini Arapça ve Farsça terkiblere boğmamış, sade bir halk diline bağlı kalmıştır. O, bunu Kirmanckî'nin zenginliği ile izah ediyor. 'Benim şiirlerimde kafiye oluşmamış, ben Bingöl'den Lice'den, Siverek'ten borç kelime almışım' diyor. Onun başvuru kaynakları lügatlar, yabancı diller olmamıştır. O, kendi anadilinin bölgesel zenginliğinden istifade ederek halk dilini esas almıştır. Kelime ve terkiplerini halkın içinde aramıştır. Bunların, halkın konuştuğu dilden olmasına bağlı kalmıştır.

Şüphesiz ki her edebiyatçının bir yazma gerekçesi vardır. Her sanatçı sanatını yaparken, her edebiyatçı eserini oluştururken birtakım saiklerle hareket eder. Mela Hunij'in yazma gerekçesi nedir? Onu kaleme sarılmaya iten şey nedir? Eserlerinde bunu açık şekilde dile getirmektedir: Onun yazma gerekçesi anadiline duyduğu büyük aşktır. Kendi diline olan tutkunluğunu eserlerinde şöyle dile getirir:

'Wazin cewherû ca kî
Wazin çimane xu a kî
Biwan inî Zazakî
Neqişnayo pey nakî'

(Edebiyat Zazakî Neqîşnayo Pey Nakî)

'Elî, Heyder Hezret 'Elî, ya Rab, qey vil 'ef bik' talî!
Zazakî vûn Mehmed 'Elî, dinya ra şî pexember ma.'

(Mewlidî Peyxemberî)

'Mi heketey Yûsuf cawut, pey nezma Zazakî vawut
Şima birarû rî şawut, hey veyn Yûsufî Ken'anî'

(Yûsuf û Zelîxa)

'We'qey Huseyn Zazakî vac, yî ra bî du keyney, du lac,
Yî Homay r' zaf kerdîn nimac, dunya ra şî Hazret Huseyn.'

(Weqay Kerbelay)

Mela Hunîf'in eserleri şunlardır:

1) Heketey Yûsuf o Zelîxa: 1982 de tamamlanmıştır, 152 beyitten oluşuyor.

2) Mewlidî Peyxemberî: 1971'de tamamlanmıştır. 5 bölümden oluşur ve 266 beyiti vardır.

3) Qesîdey: 1975'te tamamlanmıştır. Şu kasidelerden oluşur:
- Zerra Haya (40 beyit)
- Qesîdey Tewhîd (33 beyit)
- Qesîdey Qebir (20 beyit)
- Weqeye Kerbela (50 beyit)
- Qesîdey Peyxemberî (20 beyit)
- Eqîdey ëman-Eqîdey ëslam (66 beyit)

4) Hîkmet û Edebiyat: 1971'de tamamlanmıştır. İki kısımdan oluşur:
- Hîkmet Zazakî (80 beyit)
- Edebiyat Zazakî Neqişnayo Pey Nakî (264 beyit)

5) Xezay óhûdî: 1976'da tamamlanmıştır. Şu bölümlerden oluşur:
- Weqaye Koyî óhûdî Wefatî Hamzî (81 beyit)
- Vengî Melî, Munacat Mehmed Elî (22 beyit)
- Qesîdey Mekkî (25 beyit)
- Qesîdey Medina (25 beyit)

Mela Hunij kimdir?

Kirmanckî yazan ünlü şair Mela Mehemed Elî Hunij, 1930 yılında Palu'ya bağlı Hun köyünde dünyaya gelmiştir. Önceleri köy olan Hun, daha sonra büyüyerek nahiye olmuştur. Yer isimlerini değiştirme garabetine maruz kalmış ve 'Beyan' olmuştur. Mela Hunij'ın muhtasar hayatını onun cümleleriyle aktaracak olursak:

'Bu fakir kardeşiniz Mehemed Elî, 1930 yılında Hun köyünde dünyaya geldi. Dokuz-on yaşına, on-on iki yaşına geldiğimde okuma aşkı kalbime doğdu. Babam Mela Husen beni Diyarbakır'a götürdü. Diyarbakır, Şehr-î Amed'in bizim doğu memleketinde yeri çok önemlidir. Diyarbakır tarihi bir kenttir. Oradan Silvan, Bismil, Batman, Siirt, Şırnak, Botan, Cizre, Mardin, Kurtalan... Bu yerlerde dolaştım ben. Allah o alimlerimizden razı olsun. Üstadım Çermik'ten Şêx Mehemed Emin'dir, üstadım Cizre'den Şêx Seydayê Cizîrî'dir. Onların yanında ben hadis ilmini, Kur'an ilmini, tarih ilmini tekrar ettim. Bir süre sonra Maraş'a gittim.'

'Hicaz seyrûseferimi karayolu ile yaptım. Şu yerleri gördüm; Suriye-Şam, Ürdün-Amman, Muan, Tebük, Tema, Teyman, Medine, Mekke, Taif, Cidde, Deman û Rîyad. Dönüşte Kuvveyt, Irak, Bağdat'ı gördüm. O mübarek türbeleri gördük. Oralardan da biraz istifade ettik.'

Tahsilden sonra Mela Hunij köyüne gelip köy imamlığına başlar. İmamlığa başlamasını şöyle anlatır:

'Bedîûzzeman'ın yanına gittim. Onu gördüğümde, bana Türkçe ile sordu ve dedi:' 'Oğlum, geliş sebebin nedir?'

Dedim: 'Bu asr-ı şedid'de imanımızı nasıl kurtarırız? İlim öğreniyordum, babam vefat etti, geçim sıkıntısı ve dünyanın sıkıntıları ilmimi tamamlamama müsaade etmedi. Üstadım bir dua istiyorum.'

Dedi: 'Sen bildiğin şeyi oku! Bilmediğin şeyi; Allah onu da sana verir, seni bilgilendirir.'

'Bildim ki bana verdiği işaret şu: 'Git kendi köyünde ders ver.' Ben de gelip bu işe başladım, 23 yıl ders verdim. Kuran, tecwid, Kuran yazısı dersleri...

Ondan sonrası ben fahri imamlık yaptım.'

Mela Hunif yazmaya, kaleme ilişkin görüşlerini şöyle dile getirir:

'Tarih kalemden ibarettir. Şimdiye kadar kullandığımız, söylediğimiz kelimeler eğer kaleme alınmazsa bir araya getirilip kayıt altına alınmazsa yarın size söylenmeyecek. Kaleme alınan şey yakalanmış bir av gibidir; kafesteki kuştur. İster yanında tutarsın ister bırakırsın. Tarih de bundan ibarettir. Her şey tekerrürden ibarettir. Ali gider Veli gelir. Ahmet gider Mehmet gelir. Dede gider baba gelir, baba gider evlat gelir, torun gelir.'

MURAT CANŞAD *
* Bingöl Cezaevi

Acılarım var dünden yaralı...


Kimi der ki kadın
uzun kış gecelerinde yatmak içindir.
Kimi der ki kadın
yeşil bir harman yerinde
dokuz zilli köçek gibi oynatmak içindir.
Kimi der ki ayalimdir.
boynumda taşıdığım vebalimdir.
Kimi der ki hamur yoğuran
Kimi der ki çocuk doğuran
Ne o, ne bu, ne döşek, ne köçek, ne ayal, ne vebal
O benim kollarım bacaklarım başım
Yavrum, annem, karım, kız kardeşim hayat arkadaşımdır...
Nazım Hikmet

Bu hafta kadın ve muhalif sanatçı kimliğiyle öne çıkan bir dostumuzu, sevgili İlkay'ı ağırlamak istedim Asma Yaprağı'nda. Muhalif kimliğiyle yüreklerimizde yer edinen bir sanatçı, bir anne, bir yoldaş, bir kadın. İlkay'la son albümü 'Gelmedin diye' hakkında ve hayata dair sohbet ettik.

Uzunca bir aradan sonra yeni bir albümle sevenlerinle buluştun. Neden 4,5 yıl bekledin, nerelerdeydin, neler yaptın?

Benim için karışık, içe dönük bir dönemdi. Son albümüm 'Yalnız' yayınlandığında babam hastaydı, daha sonra kaybettim babamı. O dönem üst üste çok kayıp yaşadım çevremde sevdiğim insanlardan. Tuncay'ın (Akdoğan) vefatıyla başladı, Semra ablamı kaybettim, halamı kaybettim. Sanırım bana ağır geldi ve toparlanmam zaman aldı.

'Gelmedin diye'nin oluşum sürecinden söz eder misin?

Çok uzun bir zamana yayıldı albümün dinleyicilerle buluşması. Repertuvar belirlenmesi hayli zor oldu, hatta durmadan değişti. Birçok besteci var, aslında şairlerden bestelenmiş şarkılar da çok. Hasan Hüseyin Korkmazgil'den Ahmet Kaya bestesi 'Acılara tutunmak', Şükrü Erbaş'tan 'Bir özlemin izdüşümü' Mehtap Meral bestesi var. Ahmet Can Akyol'un şiirinden 'Gelmedin diye' şarkısı Yaşar Aydın bestesi.. Yaşar'ın albümde dört bestesi var. Yılmaz Odabaşı'nın şiirinden Mahir Çuğu bestesi var. Önemli bir Kürt şairi olan Cîgerxwîn'in Jiyan şiiri var, Hüseyin Aydın bestesiyle...

'Acılara tutunmak' senin yorumunla da güzel olmuş, albüme alma fikri nasıl oluştu?

'Acıyı bal eyledik' diye bir sahne gösterisi yapmıştık. Hasan Hüseyin şiirlerinden yapılmış şarkıları seçmiştik. 'Acılara tutunmak' orada oyunun başlama şarkısıydı. Benim zaten çok sevdiğim bir şarkıydı ama, oyunda söyledikten sonra içimdeki çok şeyi anlatan bir şarkı olduğunu düşündüğüm için albüme almaya karar verdim. Hasan Hüseyin'in eşi Azime ablayla, oğlu Temmuz'la ve Gülten'le görüştüm. Hepsi sağolsunlar kırmadılar beni...

Politik sanatçı kimliğin, muhalif bir duruşun var. Haksızlığın, hak ihlalinin olduğu hemen her yerde seni görmek mümkün. Sonuçta sen de birçok baskıya, gözaltılara maruz kaldın, açlık grevleri yaşadın. Tüm bunların ışığında dünden bugüne baktığında kadının mücadelesini nasıl değerlendiriyorsun?

On beş sene öncesine göre kıyasladığımızda, kadınlar şu an daha örgütlü. Ve seslerini daha iyi çıkarabiliyorlar. Eskiden aile içi şiddet dendiği zaman bile, devlet organizasyonları 'kocasıdır döver de sever de' yaklaşımında bulunuyor, kadını evine geri yolluyordu. H‰l‰ çok eksik var tabii. Devletin, kadını özellikle bazı bölgelerde çok iyi koruduğunu söyleyemeyiz. En son Medine'nin başına geleni hepimiz biliyoruz. Tüyler ürperten bir durum. İnsanın aklı almıyor, inanası gelmiyor. Belki de benzer birçok şey olmuştur da yansımamıştır adli makamlara. Bunun peşine düşüldüğü için, kadınlar tarafından onun kaybolduğu, nerede olduğu araştırıldığı için bulundu.. Araştırılmayan onlarca kadın olabilir, akıbetini şu anda bilmediğimiz. Bütün eksikliklerine rağmen, kadın örgütlerinin daha somut şeyler yapabildiklerini düşünüyorum. En azından somut şeyler talep edip, cevap alabiliyorlar. Ben bunu kazanım olarak görüyorum. Eskiden bizim yapımızdaki insanlar, çeşitli örgütlülüklerin içinde olan insanlar açısından, her şey belli milatlardan sonraya bırakılırdı. İşte ortak örgütlenme diye, oysa herkesin kendi sorunu etrafında örgütlenip, bu bilinci diğer insanlara yaymaya çalışması daha verimli bir çalışma düzeni bence. Bu açıdan olumlu buluyorum yani.

Belki medyada o kadar yer bulmuyor ama, birçok dernek var çalışmalarını yıl boyu sürdüren. Nerede bir kadın hakkı ihlali görüyorsak orada kadınları görebiliyoruz artık, örgütlü bir refleks olarak tepki veriyorlar bu çok önemli.

Grup Yorum ile yola çıktın ardından Kızılırmak... Sanıyorum artık sadece İlkay...?

Tuncay'ı kaybettikten sonra Kızılırmak'a ara verdik. Vefatından sonra Tuncay'lı son albüm oldu diye düşündüm. Kızılırmak albümü Tuncay'sız bana çok uzak. Bundan sonra İlkay olarak devam edeceğim.

'Barış için sanatçı girişimi' içinde yer alıyorsun. Neler yapıyorsunuz?

Açılım ilk telaffuz edildiğinde öyle bir fikir doğdu. Mezopotamya Kültür Merkezi'ydi çağrıcısı. Demokrasi platformundan arkadaşlar vardı. Süreç içinde olgunlaştı. Ben çok önemsiyorum barış için sanatın eylemliliklerini. Çünkü bir kere, biçim açısından çok değişik bir şey koyuyoruz ortaya. Sen de katıldın eylemlerimize biliyorsun, çok da eğlenceli geçiyor. Başka bir şey oluyor orada. Sanatın gücü diyoruz ya, orada ritimlerle attığımız sloganların müzikalitesiyle değişik bir atmosfer hayata geçiriliyor. 14 Mart'ta Diyarbakır'da aynı atmosferi yaratacağız.

Sence sanatın gücü, barışı getirmeye yetecek mi?

Barış için sanat grubundaki arkadaşlarımızın hepsi birbirlerine açılım sürecini tamamlamış insanlar. Hepsi farklı etnik kökenden, farklı kültürden insanlar. Yani halkların kardeşliğine bakışı, savaşlara yaklaşımı belli olan insanlar. Bu nedenle, nasıl bakacağını, persperktifini oluşturmamış insanlara ulaşması açısından yapacağımız çok şey var. Çünkü insanların kafasında, savaşa niçin karşıyızla ilgili çok soru işaretleri var. Bence sanatın tüm dünyada şiddet kültürüne karşı durması gerekiyor. O nedenle bu açılım üzerinden, sonraki süreçte umarım, ülkemizde yaşanan savaş haline, bu savaşın gerçek mağdurları sahip çıkıp bir son verebilirsek, adil bir barış süreci olursa, gerçekten kardeşçe yaşayabileceğimiz koşulları inşa edebiliriz. Bunu sadece burada yaşayan halklar yapabilir. Bunu tartıştırmak, bunu daha geniş çevrelere, başka uluslara da yayabilme noktasında da bu zaman bence uygun diye düşünüyorum.

Çünkü bizim sınırımızın hemen ötesinde de belki şu anda resmi anlamda savaş denmeyen ama her gün onlarca insanın öldüğü bir süreç yaşanıyor. Afganistan aynı şekilde, dünyada bir savaş hali var. Bu güçler birleşebilir diye düşünüyorum.

Yeni bir Seattle yaratılabilir diyorsunuz yani...?

Evet, binlerce insan bir araya gelmişti. Eğer o anarko sendikalizm denilen kavramı -ideolojik anlamda da içini herkes farklı da doldurabilir- ama ideolojik bir perspektif ortaya koyarsak, yine aynı şekilde bütün dünyada birden 68'de olduğu gibi bir muhalif hareket doğabilir diye düşünüyorum ben. Dünyanın bugün geldiği nokta da buna çok uygun. Global bir ekonomik kriz var, global bir şekilde ısınıyoruz, küresel iklim değişikliği var. Kaynakları tükeniyor dünyanın. Bu nedenle ayağa kalkmanın, silkinmenin, gerçek bir muhalefeti ortaya koymanın tam koşulları var bence. Tarihsel olarak baktığımızda da o koşullar gerçekten uygun hale gelirse bu zaten olucaktır. Bunun da iyimserliğini taşıyorum ben. Koşullar olgunlaşıyor bence, hem de çok yakın bir zamanda olacak o ayağa kalkma bütün dünya üzerinde.

Aslında ben, bu ülkedeki savaşı ancak kadınların durdurabileceğine inanıyorum. Sonuçta hiçbir anne çocuğunun ölmesini istemez...

En yalın gerçek de bu aslında. Fakat annelere de aktarılan bilgiler doğru değil çoğu kez. Biliyoruz zaten işte medyanın durumunu, verilen haberleri. Orada yapılan manipülasyonları. Gerçek bilgi akmıyor o insanlara çünkü savaşı beslemek istiyorlar.

İlkaycığım teşekkür ediyoruz. Son olarak iletmek istediğin bir mesajın var mı?

Hep söylediğim gibi... Yitirme sakın cesaretini, güneşin olsun gönlünde. Her şey iyi olacak...

Birbirimizin yaralarını sarma cesareti

Yaşadığımız savaş halinin bize kaybettirdikleri ortada. On binlerce hayata mal olmuş bir karanlık. Bu karanlıktan çıkmanın tek yolu birbirimizin yaralarını sarma cesareti. Bu sorunu ancak tarafları çözebilir, ama şiddeti reddeden, bu kan ikliminden çıkılmasını isteyenlerin duruşu da çok önemli. Barış isteyenlerin seslerini yükseltmesi lazım.

NESRİN AKSU
nesaksu@gmail.com

İslam Masumdur Yozlaşmış Olan Kişilerdir


İslamiyet Arabistan'da doğdu, Asya'nın güneybatısında, Kızıldeniz'le İran Körfezi arasında tahminlere göre yaklaşık 3 milyon kilometrekarelik dev bir yarımadada, ahlaki yönü ağır basan yeni bir medeniyet kurdu.

Müslümanlar, İslam'ın doğuşundan önce bu bölgenin karanlığa gömülü olduğunu söylerler ve 'Cahiliye ve bilgisizlik dönemi' diye adlandırırlar. Birçok tarihçi de bunun tersini iddia eder. Bu coğrafyada İslam öncesinde değişik uygarlıkların olduğunu belirtirler. Konumuz İslam olduğu için uygarlıklar tarihine girme gereği duymuyoruz.

Mekke'deki iki büyük aşiretten Haşimiler daha soylu olanıydı. Emeviler ise kentin askeri yönetimini elinde bulunduruyordu. Hz. Muhammed, Haşimi ailesindeydi. O dönemde ticaret Kızıldeniz'den ve -ki bu güzergah kimi zaman tehlikeli olduğundan- karada kervan yoluyla olduğundan, Arap Yarımadası ticaretin merkez rolünü elinde bulunduruyordu.

Arabistan, bir ölçüde Arami ve Helenistik kültürle bezenmişti. Bölgeye Hıristiyan ve Yahudi kolonileri yerleşmişti. Bunların etkileri gün gittikçe artıyordu. Arapların, Yahudi ve Hıristiyanlardan çok şey öğrendikleri anlaşılıyor. Arapların da büyük uygarlıkların dışında olmadıkları bir gerçekliktir. Mekke coğrafik konumu nedeniyle ticaret açısından uygun bir konumdaydı. Güneyde Yemen, kuzeyde Akdeniz, doğuda İran Körfezi, batıda Kızıldeniz olmak üzere birçok yolların buluştuğu bir noktadaydı. Kureyşliler Bizanslılarla, Habeşlilerle, Perslerle ticaret sözleşmeleri yapmışlardı. Mekke'nin yönetimi ticaret aristokrasisinin elindeydi; dış mahallelerde yabancılar, Bedeviler; deyim yerindeyse bir proletarya kesimi mevcuttu.

Böyle bir sosyolojik ortamda kabile geleneğinin ötesinde yeni değerler palazlanıyordu. Artık başarı, haz, tatmin sağlayan kazanç, hırs ve doymazlık egemendi. Zenginler kabilelerin değil kendilerinin eseri olan başarının gururunun içindeydiler; yoksullar ve sıradan insanlar ise acı çekiyorlardı. Bu arada, bireyi amaç edinen dinler yayılıyordu. Yahudilik ve Hıristiyanlık yandaş toplayabiliyordu. Arap pazarı tamamıyla denetlenemiyordu. Pazar neredeyse tümüyle yabancıların eline geçmişti.

Bu durumu olduğu gibi kabullenmek Arap gururu için bir bakıma alçaltıcıydı; kimi insanlar yeni yollar arıyordu. Tüm Arabistan'ı birleştirecek, ticareti koruyup güvence altına alacak ve dışarıya doğru çevirecek bir devlete gereksinim vardı. Hz. Muhammed, işte böylesi bir ortamda ortaya çıkmıştır.

İslam, Allah'ın kanununun değişmez adıdır. Son dindir. Akıl ve mantığın kaynağıdır. Hz. Muhammed birçok hadisinde, bilime önem verdiğini net bir şekilde ortaya koymuştur. Bir hadisinde şöyle diyor: 'Bir saatlik bir bilimsel düşünce, bir günlük ibadetten daha değerlidir.' Başka bir hadiste ise 'Talebenin mürekkebi, şehidin kanından daha anlamlıdır' denmektedir.

İslam'ın özü insan eksenlidir

İslamiyet'te 'en üstün varlık insandır' diye belirtilmiş olup; iyi ya da kötü olması onun hayat felsefesini belirleyecektir. Herkes eşit haklara sahiptir. 'Üstünlük yalnız Allah'ındır' diyen İslam'ın özünü insan eksenli olması oluşturur. İslam renk, din, dil ayrımını reddetmiştir. Herkese eşit muameleyi şart koymuştur.

İslam'ın temel felsefesi 'Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışmak' kaidesinde ifadesini bulmuştur. Bu ayeti yoruma tabi tutmak çok önemlidir. Uygarlığın çıkışından, günümüzdeki moderniteye kadar en önemli çatışmalardan biri, ideolojik kültür (maneviyat) ile maddi kültür arasındaki çatışmadır. Maddiyat ile maneviyatın dengesinin sağlanma çabasıdır. Hz. Muhammed ile Hz. Ali dönemine kadar İslamiyet'in bu dengeyi sağlama çabasında olduğu ve bunun gerçek özüyle yaşadığı dönem, 'Asrı-saadet' diye adlandırılır. Bu dönem Muaviye dönemine kadarki dönemdir.

Gerçek Müslümanlık'taki yaşam, kişinin yaşamını disipline etmiş ve tamamıyla masumiyet duyguları içinde dürüst bir hayat sürmesidir. Bu ideolojik kültürün insandaki yaşam boyutundaki ifadesidir. Esas yozlaşma da bu bağlantı koptuktan sonra ortaya çıkıyor. Maddi ve maneviyattaki dengenin bozulması ve bağın kopmasından kaynaklanır. Maneviyat insanı kendine, çevresine, toplumuna, tarihine karşı yabancılaşmaması için sürekli uyarıcıdır.

Yozlaşma Muaviye'yle başladı

Maddiyat ise yozlaşmaya davettir. Müslümanlık'taki yozlaşma Muaviye ile başlamıştır. Muaviye'nin temsil ettiği şey, maddi kültürdür. Kuran sadece mal kazanmak amaçlı kullanılmıştır. Bunun ilk eylemi olarak, Muaviye'nin, Kuran sayfalarını mızrakların uçlarına takması gösterilebilir.

Bugünkü Müslüman iktidarların izlediği yol Muaviye'nindir. Muaviye'de ve günümüzün Muaviyelerinde masumiyetten söz edilemez. Ekonomiden politikaya, sanattan teknolojiye farklı etnik ve kültürlere yaklaşım, insana özgü anlam kazanabilme ve ahlaki niteliğinin olmasından söz edilemez. Bugün Müslüman geçinen AKP, modernitenin boyasıyla boyanmış, çağımızdaki Muaviye'nin felsefesini esas almış ve İslamiyet'in özünü teşkil eden maneviyatla ilgisi yoktur. Her türden dinsel ve ruhani anlamının dışındadır.

AKP'nin esas aldığı en belirgin politikası toplumu açlıkla terbiye etme, toplumu sadaka, zekat ve dilenciliğe alıştırma çabasıdır. Oysa Ebu Zerr der ki 'Yoksulluk bir kapıdan girdi mi, din öbür kapıdan çıkar.' Yine Hz. Ali'nin oğlu Muhammed Hanefi diyor ki 'Yoksulluk din eksilten, aklı sarsan, nefret ve kini körükleyen bir faktördür. Öyleyse yoksulluk ve mutsuzlukla kemale eren bir din bizim dinimiz değildir.' Bu dinin adına siyaset yapan da hakiki Müslüman değildir. Onların söylemlerine değil özüne bakmak ve anlamamız gereklidir.

Hakiki Müslüman, İslam'ın masumiyet özünü kendi şahsında yaşayan ve yaşatandır. Ancak günümüzde olmayan da budur. İslam'ın özü bu değildir. Sadece onun ismi kullanılmaktadır. Bu açıdan Müslümanlar, özellikle iktidardaki Müslümanlar, İslam'ın iyi niteliklerinden yoksun, özünden uzak, manevi anlamda değer yargılarının esas özelliklerini ve niteliklerini yitirmişlerdir. Yozlaşma, bu açıdan en isabetli deyimdir.

İslamiyet'in tarihteki yükselişini feodal uygarlık çağının radikal devrimci eğilimine bağlamak gerekir. Bugünkü kapitalist modernitenin mahşerine en uyumlu ve en uzlaşı içinde olanlar yine Müslümanlardır. İslam'ın devrimci özelliğinden yoksun olmaları, onları bugünkü kapitalist modernite çirkefliğine uygun yaşamları hiç rahatsız etmiyor. Aşağıdaki anekdot, Muaviye'nin İslam anlayışının günümüz Müslümanlarını toplumsal yaşamda ne duruma düşürdüğü konusunda öğretici olacaktır.

Biz zamanlar bir padişahın hastalığının ilacı bir çocuğun kanı imiş. O çocuğun babası, çocuğunu kadının fetvasıyla bir para karşılığında padişaha vermiş. Duruma meşruiyet kazandırmak için konu meclise götürülmüş. Orada çocuk, ağlamak yerine gülmüş. Çocuğun bu tavrına hayret eden heyetten biri 'Niçin ağlayacağına, gülüyorsun' diye sormuş. Çocuk şöyle cevap vermiş: 'İnsan zora girdiğinde önce babasına sığınır, sonra yargıya, en sonunda da padişaha yani devletine güvenir. Oysa babam beni para karşılığında kesilmem için satıyor. Kadı da ölümüme karar verebiliyor. Devleti temsil eden padişah da benim kanımı istiyor. Tüm bu kararlara, ancak gülünebilinir.'

Aynı şekilde, yozlaşmış Müslümanların yaptıklarına, 'ağlamak mı, yoksa gülmek mi gerekir' artık bilemiyoruz...

NEVZAT ÇAPKIN *
* Siirt E Tipi Cezaevi

* * * * *


Çakralar ve 'İkra' örneği

Doğu öğretilerinde, vücutta yedi enerji noktasının olduğu ifade edilir.

Celcelutiye'de de yedi temel Esma vardır ve bu esmaların her biri belli çakralara bakmaktadır. Doğu öğretileriyle benzer yönleri bulunmakla birlikte bu İslami bakış açısıdır.

  • Ferd esması, tepe çakrasına bakar.

  • Cebbar esması, üçüncü göze bakar.

  • Şekûr esması, boğaz çakrasına bakar.

  • Sabit esması, kalbe bakar.

  • Zahir esması, mideye bakar.

  • Habîr esması, cinsel çakraya bakar.

  • Zekî esması da kök çakrasına bakar.

    (Buradaki esmaların tecelliyatının derin manadaki boyutları ayrı bir kitap hacminde işlenecek genişlikte olduğundan kısa kesildi...)


    Tepe Çakrası


    'Allah onların kalpleri, kulakları üzerine mühür basmıştır.


    Onlar 'kafa gözleri' üstünde de bir perde vardır. Onlar için korkunç bir azap vardır.' (Bakara:7)


    Üçüncü Göz


    'Yemin olsun sen bundan gaflet içindeydin. Ama perdeni üstünden kaldırıverdik. Bugün gözün keskin mi keskin.' (Kaf:22)


    Üçüncü göz çakrasında açılım olduğu ya da diğer tabirle perde kalkınca kişi enerjileri, elektromanyetik alanları ve maddenin gerçeğini görmeye başlar ve görüş alanı çok genişler.


    Kalp Çakrası


    'Bu Kur'an,insanların kalp gözlerini açacak ışıklardan oluşur. Gereğince inanan bir toplum içinde bir kılavuz ve rahmettir o'' (Casiye:20)


    Aura


    'Görmedin mi, Allah gökten bir su indirdi. Onunla renkleri çeşit çeşit meyvalar çıkardık. Dağlardan da yollar, beyaz, kırmızı değişik renklerde. Ve simsiyar yollada var.


    Aynı şekilde insanlardan, hayvanlardan, davarlardan da çeşitli renklerde olanlar var. Kulları içinde Allah'tan ancak bilginler ürperir. Allah Azizdir, Gafurdur' (Fatir:27-28)


    İnsan çevresindeki elektromanyetik alan olan aurayı da ancak bu bilgiye sahip, bilgin olanlar görür. Bu da bilginlerin yaradılış mucizesini görüp ürpermelerini sağlar...


    'Allah'ın boyasını esas alın. Allah'tan daha güzel kim boya vurabilir.! Biz yalnız O'na kulluk ederiz.' (Bakara:138)


    Burada, boyadan kastedilen 'aura' olabilir mi? (!)


    Saf mana sahası


    Maddenin inceldiği ve hatta yok olduğu saha. Yani bilincin bütün bilmelerinin devre dışı kaldığı boyut...


    Allah Resulü: 'Rabbimle öyle anlarım olur ki, araya ne bir din, ne bir şeriat, ne bir peygamber, ne de bir melek girer'' demiştir. (saha)


    Celcelutiye'de Hz.Ali: 'Elim-lam-mim-ra'nın 'ra'sı ile ruhlar alemine yükseldim' diyor... (...) (!)


    Ey Geylani! (ilahi ihsan) ...


    Başka bir enerjik boyut; Kim bilir belki Said Nursi'nin de bir keresinde ''Benim bir 'DUA' vaktim var, o anda melaike de gelse kabul etmem'' demesi bu sırdandı.


    (...)


    İkra Örneği


    'İkra'' (Oku) emrinin biz sadece kitap okumak olduğunu biliriz. Veya düşüncemizle bunu geliştirir. 'Hayır, kainatı okumak' deriz, 'Kur'an okumak' deriz.. vs. Yani Bilincin zorlaması ile 'ikra' hakkkında konuşuruz.


    Evet asıl mesele, ''İkra''nın, o şeyin içinde erimek, kaybolmak onunla olmak... İşte bunun adı 'AKIŞ'tır.


    Sadık Efendi öyle dermiş: 'Kırk yıldır Allah'la sohbetteyim, halk beni vaaz ediyor sanıyor...'


    Hakiki 'OKU'mada tanım ve kelime soyutlaşır, saf enerji ve farkındalık başlar. Burada -tam manasıyla- bütünsellik vardır.


    Kur'an olmak, kainat olmak, ikra olmak...


    'İkra' kelimesinin bilinçaltı safiyetindeki yazılımı, bütünsellik ve tevhid bakışıdır. O nazarla varlığı yaşamak ve olmaktır. (KA)


    Yine biz 'Biz Kuran'ı indirdik' ayetini dinleyince aklımıza gökten inen bir kitap gelir. Ama bu ayeti bilinçaltı düzeyde açarsak, o zaman inen herşeyin ayet ve kainatın dahi büyün bir Kuran olduğunu görebiliriz.Ve görmenin ötesinde sonsuz yaşama sanatını elde ederiz vs.


    Lakin bunun dahilinde 'ikra', bütünselliğiyle 'OKU' fiiline tam anlamıyla intikal etmez. Bu yüzden bilinç düzeyinde açıp, derin manadaki boyutuyla dahil edilme zorunluğu vardır.


    DUA:
    Alemlerin Rabbi, Hakikatı, hakikat nazarında 'OKU'mamızı ve yaşamamızı nasip etsin.(Amin)

    * * *


    Asıl olan şu: 'Ayeti, bilinçaltı tarlasına en saf hali ile ekmek' ki bu ayetler maddesel yapılardan daha güçlüdür. Zaten asılları ruhanidir.


    İşte 'ikra' ayetini saf olarak bilinçaltı rahmine almaktır ehemmiyet sarf eden.. Misal) Ayetten ruh boyutunu,yani 'Hayy' sırrını doğurmak!


    Hz. Mevlana: 'Hepimiz bir Meryem'iz, içimizdeki İsa'yı doğurmalıyız'' derken acaba neyi demek istemişti.


    * * *


    İ'lem eyyühe'l Aziz! ZİKReden adamın, feyzi ilahiyi celb eden muhtelif latifeleri vardır. Bir kısmı kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yani şuurlara tabi değildir... Husula gelir. Bİnaenaleyh, gafletle yapılan zikirler dahi feyizden hali değildir.(!) (Mesnev-i Nuriye)


    Sefa MEHMETOĞLU

  • İslam ve Anayasa hukuku tartışmaları


    Bir dönem, Müslümanların hiçbir beşeri anayasayı kabul edemeyeceği tartışması yapılıyor ve ancak Kur'an'ın anayasa olarak kabul edilmesi gerektiği iddia ediliyordu. Buna gerekçe olarak da 'Allah'ın hükmü ile hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir...' mealine yakın ayetlerin yorumu gösteriliyordu. İran devriminden sonra daha gerçekçi tartışmalar yapılmaya başlandı. Kur'an'ın anayasa kitabı olmadığı, toplumların kendilerine ait bir anayasasının olmasının doğal olduğu, bu anayasanın Kur'an'a aykırı olmamasının önemli olduğu belirtildi. Bu süreçte Medine vesikası üzerinden farklı inançlara mensup insanların bir ortak hukuk çerçevesinde bir arada yaşayabilmesinin yolları tartışmaya açıldı.

    Anayasa tartışmaları, aynı zamanda siyaset felsefesi ve devlet algısı tartışmalarını beraberinde getirir. Bu konuda İslam düşüncesinin neyi vaaz ettiği öncelikle ele alınmalıdır. Din eksenli bir resmi ideoloji devleti mi öngörülüyor, hatta bir din adamları sınıfı yönetimi mi esas alınıyor, tartışmasını bu yazıda tüketmek mümkün değildir.

    Benim asıl ele almak istediğim ise, kendilerini Müslüman kimliğiyle tanımlayan siyasetçilerin, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın tartışma dışı tutulan başlangıç maddelerini tabulaştıran tutumlarıdır. Darbe geleneğinin toplumsal değer ve beklentileri yok sayarak şekillendirdiği resmi ideoloji paradigmaları, sanki vahye dayalı ilkelermiş gibi, peşinen değişiklik tartışmalarının dışında tutulmaktadır. İnsan onuru, özgürlüğü, hakları gibi ortak zemin inşasını öncelikli görmek yerine mevcut statükoyu besleyen ilkelere teslim olan bir yaklaşım, en azından muhafazakar sivil toplum kuruluşlarınca savunulmamalıdır.

    Bediüzzaman, Afrikalıların 'Ölürüm Türkiyem' parçasını dinleseydi ne derdi?

    Empati yapmak, eskilerin deyimi ile diğergamlık Müslüman ahlakının en önemli özelliklerinden birisidir. Kendiniz için istemediğiniz bir şeyi başkası için de istememek önemli bir meziyet olarak tanımlanır.

    Afrika'daki çocukların ulus sınırlarını aşan bir sevgi dünyası içinde yetişmeleri elbette Türkiye için sevinilecek bir durum olarak gözükebilir. Ancak gerçekten bu duygu ile mi hareket edildiği konusunda önce kendi değer yargılarımızla yüzleşmeliyiz. Bizim çocuklarımıza 'ölürüm Ermenistan ya da ölürüm İsrail' şarkılarının söyletilmesi hangi duygularımızın depreşmesine neden olurdu. Türkiye'yi Ermenistan ya da İsrail ile kıyaslamayı doğru bulmuyorsanız, İran, Suudi Arabistan, Çin, Rusya, İngiltere, Amerika hatta Batı Avrupa ülkelerinin adlarını koyarak şarkıyı mırıldanmaya çalışın.

    Mesela ülkemizde yaşayan Rum vatandaşı çocuklarımız, 'ölürüm Yunanistan' dese bunu ihanetten daha hafif bir tanımlama ile ele alabilir miyiz? Bunun Megola idea olduğunu, bir başkasının vaat edilmiş topraklar hedefini tanımladığını ya da Büyük Ermenistan arzusunu yansıttığını kolayca dile getiririz.

    Bediüzzaman Said-i Nursi'nin yolundan yürümek iddiası taşıyanların bir nebze olsun yaptıkları işi oturup düşünmesi gerekmiyor mu? Acaba Afrikalı çocukların bu şarkısını dinlerken duyduğumuz haz neyi yansıtıyor ve bu soru Bediüzzaman'a sorulsa idi nasıl bir cevap verirdi?

    AYHAN BİLGEN

    Diyarbakırspor ve şiddetin kökeni


    Yaklaşık yirmi gün önce Diyarbakır'daydım. Büyükşehir Belediye ve DİSKİ Spor'un düzenlemiş olduğu 'Sporda yeni bir başlangıç' sloganıyla yapılan spor konferansında ben de konuşmacılardan biriydim. Medyanın bilindik bütün simaları (Metin Kurt'u dışarıda tutarsak), sporun kardeşlik ve barış olduğundan dem vurdular. Sporun barış ve kardeşlik olduğuna dair söylemin, çok eski bir hikaye olduğunu ve günümüz gerçekliğinde bir karşılığının olmadığını söylemeye çalıştım.

    Sporun endüstrileştiği bir dünyada, bütün yarışmaların, oyunların amacı sadece kazanmaktır. Kazanırken de bütün yolların denenmesi olağandır. Olimpiyat ruhu diye bir şey yoktur. Olimpiyatlar fikri, aristokratların bir düşüydü. Bunu ortaya atan da bir barondu. Pierre de Coubertin'in amacı barış ve kardeşlik değil, aristokrat sınıfın eğlendiği bir panayır düşüydü. Zaten ilk olimpiyatların içinde yer alan spor branşları, daha çok aristokrat zenginlerin yaptığı/oynadığı halat, jimnastik, tenis, yüzme gibi dalları içeriyordu. Kapitalizmin gelişim sürecine paralel olarak, sporun kitleler üzerindeki etkisinin genişlemesine denk gelen bir kucaklaşma yaşandı. Kapitalizm ürettiği arza bir talep yaratmak için sporu, 1950'lerden itibaren ciddi şekilde kullanmaya başladı. Büyük organizasyonlar, sporsal rekabetten öte kapitalist markaların yarıştığı bir arena haline geldi. Esasında, ilk başta işçi sınıfının sporu olan futbol da zamanla bu kuşatmanın içine düştü. Doğal olarak en çok izlenen spor dalı olduğu için, kapitalistlerin en gözde sporu olmaktan kutulamadı. Spor, hiçbir zaman barış ve kardeşliğe hizmet etmedi. Aksine, El Salvador ve Honduras arasında yaşanan bir savaşa sebep oldu. Sivas-Kayseri birbirine girdi, onlarca insan yaşamını yitirdi. Yazının konusu bu değil aslında. Diyarbakır-Bursa maçında yaşananlara girmeden önce bir girizgah yapmak istedim sadece.

    Evet! Diyarbakır'da yaşananları onaylamak mümkün değil. Bu, spor barış ve kardeşliktir palavrasına gölge düşürdüğü için değil, futbol oynamaya çalışan insanlara şiddet uygulandığı içindir. Sahaya atılan taşlar, panzere atılan taşlarla bir tutulamaz. Hakemin maçı tatil etmesi de doğrudur. Federasyonun verdiği 3 maç ceza da verilecek hükmen mağlubiyet de doğru kararlardır. Ancak! Bursa'da yaşananlara bakarak tahliller yapmak da doğru değil. Şimdi baştan başlayalım. Diyarbakırspor, ilk kez Bursa'da ırkçılığa maruz kalmadı. Yaklaşık 10-15 yıldır gittiği her deplasmanda aynı ırkçılığı yaşadı. Sanki ilk kez dün olmuş gibi yaparak, gerçekçi bir analiz yapamaz kimse. Kürtlerin mücadelesine paralel olarak, Diyarbakırspor'a bir öfke geliştirildi. Diyarbakırspor maçlarında atılan 'PKK dışarı' sloganı, tam da maçlarda İstiklal Marşı'nın okunmaya başlandığı döneme denk düşer. Kürtlerin dışlanması, sırf isminin başında Diyarbakır olmasından dolayı, Diyarbakırspor da payına düşeni aldı. Hani derler ya Türk milliyetçiliği kucaklayıcıdır. İspanya'da A. Bilbao Basklılarla o kadar özdeş olmasına rağmen, Madrid'de oynadığı maçlarda bile hiçbir zaman ırkçı sloganlara maruz kalmadı. Türklerin milliyetçiliği böyle kucaklayıcı işte.

    Hepimiz Hrant Dink'iz dövizine izin vermeyen Futbol Federasyonu, ilk kez atılan PKK dışarı sloganına ceza uygulasaydı, bugün bu sorunlar olmazdı. Ulusal liglerde, maçtan önce okunan İstiklal Marşı'na en küçük bir uyarı getiremeyen federasyon bugün köşeye sıkışmış durumdadır. Ulusal liglerde, ulusal marşın okunması yeryüzünde sadece Türkiye'de uygulanmaktadır. Bunun amacı, Kürtleri terörize etmektir. Çetin Altan'ın deyimiyle 'Türk'ün Türk'e propagandası'ndan öte bir şey değildir.

    Diyarbakır'da yaşanan şiddeti görmemezlikten gelemeyiz. Ama sürekli dışlanan bir kentin, bir toplumun uzun zamandır biriken öfkesini de hesaba katmak gerekir. Bu kadar dışlanmaya ses çıkarmayanların, yaşanan şiddetten dolayı şoka girmeleri kara mizahtır. Diyarbakırspor amatörce, Bursaspor profesyonelce yönetiliyor. Bursa yöneticileri, bize Diyarbakır'da oteller yer vermiyor, can güvenliğimiz yok diyerek, ortamı hazır hale getirdiler. Diyarbakırspor yöneticileri karşı hamle geliştiremediler. Bursalı yöneticilerin tasarladığı şey, maçın yarıda kalmasıydı, bunu da gerçekleştirdiler. Spor barış kardeşlik mi dediniz? Palavraları geçelim.

    Butün bu kaotik ortamda özeleştiri yapıp, aklıselim davranan biri de oldu. Trabzonspor Başkanı Sadri Şener'di bu kişi. Lig maçı için Diyarbakır'a gelen, orda Belediye Başkanı Osman Baydemir'i ziyaret eden, Trabzon'daki maçta da Diyarbakırspor'u güzel ağırlayan Sadri Şener'e teşekkür borçludur spor dünyası. Şener: 'Ben olsam bunu çok hafif cezalarla geçiştiririm. Bunlar kesinlikle tasvip edilen olaylar değil. Fakat Diyarbakırspor'un da bu ligde olması gerekiyor. Çünkü bu durum Türkiye'nin 50 yıldır kanayan yarası. Devamlı bu insanlar dışlanarak durum bu hale geldi. 'Bir özür borcunuz var' diye çok güzel bir pankart asılmıştı. Eğer bu yapılmış olsaydı bunların hiçbiri olmazdı. Ben başkanını ziyaret etmiştim. Hepsi Trabzon diye tezahürat yapmıştı' sözleriyle bir sağduyu sergilemiş oldu.

    Diyarbakırspor küme düşebilir. Çok önemli de değil. Sonuçta, Kürtlerin dişi ve tırnağı ile yarattığı bir organizasyon değil Diyarbakırspor. Bu nedenle hem sportif, hem de temsiliyet anlamında uzun vadeli başarılı olması da mümkün değil. Bu yaşananları gördükten sonra, Diyarbakır'ın spor konferanslarını, spor çalıştaylarına çevirmesinin onlarca faydası olacağını düşünüyorum.

    DOĞAN DURGUN
    dogandurgun68@gmail.com

    * * *

    Çocukluk işgal altında

    Türkiye'de çocuk olmak zordur. Türkiye'de Kürt çocuğu olmak daha da zordur. Zorluk ikidir: Birincisi, var olan otoriter eğitimden kaynaklanan zorluk. İkincisi, hem otoriter eğitimin hem de 'Kürt' olmanın verdiği zorluk. Bu, çifte zorluk oluyor. Çifte zorluk birleşiyor, tekleşiyor. Tekleşen bu zorluk çocuklar için zulüm oluyor. Tekleşen bu zorluk çocuklar için işkence, hapis ve ölüm oluyor.

    Bu zulümdür; bir yandan otoriter eğitimin verdiği zulüm, diğer yandan Kürt olmanın yarattığı zulüm: Anadil yasak. Kimlik yasak. Kürt olmak yasak. Diline, kimliğine sahip çıkan Kürt çocuğu olmak yasak... Burada her şey yasak. Burada her şey işgal altındadır. Burada çocuklar, hem fiziki, hem de psikolojik olarak işgal altındadır.

    Burada çocukluk, işgal altındadır.

    Burada duygular, işgal altındadır.

    Burada kimlik, işgal altındadır.

    İşte böylesi bir sistem ve ortamda daha 7-10 yaşlarındaki 'işgalin çocukları', polis panzerleri altında eziliyor. Diline, kimliğine, duygu ve öz-değerlerine sahip çıkmaya çalışan 'işgalin çocuklarına' gaz bombaları atılıyor, kafalarına, öldürülesiye dipçiklerle vuruluyor.

    Bu zulümdür. Türkiye'de çocuk olmak hele hele Kürt çocuğu olmak büyük bir zulümdür.

    Türkiye'de çocuklara yapılan budur. Türkiye'deki 'tek resmi dil, tek resmi ideolojinin' eğitimi ve bu eğitimin yarattığı 'terbiye' budur. Zulümdür.

    Zira burada, otoriter eğitim altında çocuk sevgisi olmaz. Yoktur.

    Burada hem otoriter eğitim altında olmak, hem de varlığı inkar edilen bir halkın, Kürt halkının çocuğu olmak zordur. Zulümdür.

    Zaten genelde otoriter eğitim ve bunun yarattığı 'terbiye' çocuğu daha baştan 'sosyal olmayan' bir varlık olarak kabul eder. Bu şu demek oluyor: 'Sosyal' olmayan çocuğun sosyal olması için 'otorite' sahibi olan kişilerin sözlerini dinlemesi gerekiyor. Bu norma karşı çıkmak zulüm demektir: Ailede anne-baba dayağı, ilkokullarda başlayan öğretmen dayağı, karakollarda polis dayağı, jandarma dayağı, evde, sokakta, tarlada açık infaz, linç demektir.

    Otoriter eğitimde çocuk olmak, hele hele Kürt çocuğu olmak zordur. Zulümdür.

    İşte böylesi bir sistemde Kürt, Türk, Arap, Laz, Ermeni ve diğer Anadolulu çocuklar işkence görüyor. Böylesi bir eğitim sisteminde onlara hapis cezaları veriliyor. Böylesi bir sistemde çocuklar ölüyor/öldürülüyor.

    Bu hem otoriter eğitimin hem de başka halkları inkar etmenin yarattığı bakış açısıdır. Yıllardır, 'tek dil' ve 'tek resmi ideoloji' ile beslenen bu yanlış bakış açısı, çocuklar için zulüm oluyor. Bu bakış açısıyla, çocuklarımız dövülüyor, işkence görüyor, öldürülüyor; onlara onlarca yıl hapis cezaları veriliyor... Bir düşünün, böylesi bir bakış açısını desteklemek için Türkiye'de, atasözleri dahi icat edildi, ediliyor: 'Ağaç yaşken eğilir.', 'Çocuğunu dövmeyen, dizini döver' gibi.

    Açıktır; böylesi otoriter eğitim sisteminden Türkiye'de çoğu zaman, 'işkenceciler' yetişiyor. Bu çocuk bakış açısından zulüm ve acımasız 'insanlar' çıkıyor.

    Böylesi bir eğitim sisteminden Kenan Evren gibi faşistler çıkıyor: 'Bu çocukları asmayıp, besleyecek miyiz?' deyip, 17 yaşında çocuk Erdal Eren'i idam eden, Kenan Evren tipli faşist ve çocuk katilleri çıkıyor.

    Böylesi eğitim sisteminden 'çocuk da olsa icabına bakarız' diyen ve şu an Başbakan olan Recep Tayyip gibi insanlar çıkıyor. Böylesi eğitim sisteminden Cizre'de 10 yaşındaki Şükrü Bağan'ın kafasına gaz bombası atan; 16 yaşındaki Yahya Menekşe'yi panzerle ezen; 14 yaşındaki Seyfi Turan'ı acımasızca dipçikle vuracak kadar 'vahşileşen insan' tipleri çıkıyor...

    Bu tesadüfi değildir. Bu ne yazık ki 'tek resmi dil, tek ideolojiyle' beslenen Türk otoriter eğitim sisteminin bir sonucudur. Ve ne yazık ki bu sistemi ve gelenek devam ediyor. İşte dünden bugünlere uzanan bu gelenekle, çocukluk devresi işgal altında tutuluyor. Bu gelenekle duygular ve insan kimliği işgal altında tutuluyor. Buradan hareketle çocuklara fiziki ve psikolojik cezalar veriliyor.

    Peki böylesi bir otoriter eğitimle yetişenlerin insanlara -hele hele çocuklara- 'hoşgörü' ile bakmaları beklenir mi?

    Böylesi bir otoriter eğitimle yetişenlerin, Kürt çocuklarına sevgiyle yaklaşmaları beklenir mi?

    Elbette hayır!

    Açıktır ki Türkiye'de çocuklara uygulanan zulüm buradan kaynaklanmaktadır.

    Türkiye'de Kürt çocuklarına uygulanan bu çifte zulüm buradan kaynaklanmaktadır.

    Tüm bunlar Türkiye'de var olan yanlış eğitimin ve sistemin sonucudur...

    Artık, yaşadığımız bu çağda, çocukluk için, insanlık için son derece utanc verici olan bu işgalci eğitime son verilmelidir.

    Zamanı gelmiştir; artık Kürt, Arap, Ermeni, Laz ve tüm Anadolu halkları anadillerinde duygularını ifade etmeli; eğitim/öğretimini yapabilmeli ve özgürce kimliğini yükseltmelidir diyoruz.

    Bu yazının 'ilk sonuçları' oluyor. İlk sonuç, gelecek için ilk adım demektir.

    Artık gecikmeden ve korkmadan böylesi ilk adımları atmak, hem insana saygı duymanın hem de insan olamanın ilk tanımı oluyor...

    Yetti artık! Türkiye'de çocuk olmak zor olmamalıdır.

    Yetti artık! Türkiye'de, Kürdistan'da Kürt çocuğu olmak zulüm ve ölüm olmamalıdır.

    FAİZ CEBİROĞLU

    * * *

    TELESKOP

    MEFİSTO!

    Kılıçdaroğlu şu son 'Genel Af' önerisiyle kendini ortada bırakıp, kendi patronu dahil bir- çok kesimin hışmını üzerine çekerken onun gibi ortada duran, ortada kalmanın şaşkınlığı ile ona benzer şekilde 'onun gibi' hemen savunma psikozuna geçip garip ruh hallerine bürünen, kendini savundukça da daha fazla batan, pişkince, kendini 'beni anlamıyorlar' gamsızlığına vuran, sanat, edebiyat, sinema, müzik, siyaset, gazetecilik uğraşlarında bir sürü isim geçti kafamdan...

    Hepsinin ortak özellikleri, birbirlerine benzemeleri. İçinden geldikleri yapıların çok uzağına düşmeleri, savrulmaları, kısacası halk dilindeki kaba tabirle 'Dönek' olarak anılmaları!

    Ve bütün bu isimlerle karşılaşınca ya da tek tek hikayelerine çeşitli vesilelerle ile bir kez daha kulak kabartınca, hep 'Faust' adlı o çok önemli yapıtı; ve Goethe'nin neredeyse tüm yaşamı boyunca yazarak tamamladığı bu yapıtın Macar yönetmen Istvan Szabo'nun elinde tüketilemeyecek bir sinema yapıtına dönen 'Mefisto' adlı filmini anımsarım.

    Höfgen adlı aktörün üzerinden anlatmaya çalışır bize bu garip ortada kalma hallerini Istvan Szabo.

    Abdullah Tarık Çakır, kişisel blogunda şöyle irdelemiş söz konusu bu filmi: Nazi Partisi iktidara gelişiyle, herkesi kaçınılmaz olarak bir tarafa ve tavra zorlar. Bu, filmin öyküsünü, karakterlerin çözümlemesini gittikçe daha çapraşıklaştığı bir gelişmenin başlangıç noktasıdır. Zamana mahkum bir insanla ebediliğe sahip sanat arasında nasıl ilişki kurulabilir? Sanatla ilgili sorular, yaşanılan çağdan bağımsız ne kadar yanıtlanabilir? Höfgen'in sanatın tek başına taraf olduğunu düşünmesi bir yanıt olabilir ama film bunu, aktörün kişisel hırslarını, tiyatroya sığınarak sakladığı kendisini ve çevresini de inandırdığı bir yanılsama olarak ortaya koyar.

    Bu Mefisto'yla yapılan bir anlaşmadır. Höfgen'in açmazı, sanatının mükemmelliği için iktidarla yaptığı anlaşmanın, aynı iktidara sanat karşısında geçiciliğini kanıtlayacağına inanmasıdır. Szabo'nun kurgusu, hiçbir kimliğin, yaşadığı sosyo-politik ortam içinde tarihsel olarak saf bir yalıtılmışlıkla kalamayacağının, eninde sonunda iktidarla beraber oynanan aynı oyunun içinde hapsolunacağının politik bir ifadesini sergiler. Höfgen, gerçeği görmek istemez ya da kör olmayı tercih eder. Onu var eden ruhunu oluşturan ortam, arkadaşları, ona inananlar tek tek uzaklaşırken o kimliksizleşen kişiliğinin oyuncu kişiliğiyle özgürleştiğini zanneder. Parti üzerine yemin bile etmiştir ama o sadece dudaklarını kıpırdattığını düşünecek kadar ruhunu yitirmiştir. Mükemmel biri olarak ebedileşmek tutkusu, en başından siyahi kadın arkadaşının saptadığı gibi kendi yüz'ünü silerek her yüze girebilecek ifadesiz ve yüz'süz bir yüzü hedeflemesinin sonucudur. Höfgen'in çelişkisi, sahnedeki Mefisto kimliğiyle belirginleşir. Sahnede tam bir insanüstü, ilahi kimliğe bürünürken, aslında korkak ve ebediliğe tutkulu sıradan bir insandır. Nazi komutanı içinse o hiçkimsedir, sadece oynadığı roldür. Mefisto'dur. Çelişki ise, aslında ruhunu teslim etmiş bir insanın asla Mefisto olamayacağı, insan olarak iktidarın kuklasından ibaret olacağıdır. Szabo'nun başyapıtı Mefisto, karakterlerinden, tarihsel-politik zaman ve ortamına kadar yargılamadan tüm derinliğiyle tartışma yaratan bir öyküleme çabasıdır. Yönetmen, yarattığı karakteri yargılamaz, onun çelişkilerini her insanda, özellikle sanatla iştigal edenlerde ortaya çıkacak açmazlar olarak sunar.

    EY ÖZGÜRLÜK!

    Basın açıklaması. Yer: Taksim Hill Otel. Konu: '28 Şubat 1000 yıl süremez' mi diyorsunuz? Kaldırın başörtüsü yasaklarını (O halde)!' Konuşmacılar: Av. Kezban Hatemi, Aydın Engin, Ferhat Kentel, Alev Erkilet, Nihal Bengisu Karaca, Şanar Yurdatapan. Düzenleyen: Ayrımcılığa Karşı Kadın Hakları Derneği (AKDER) Tarih geçen ay: 28 Şubat, ve konu ile ilintili açılan imza kampanyasına iştirak eden onlarca entelektüel isim. Lakin bir sorun var, Kaos GL adlı oluşum da, 'Başörtüsüne sınırsız özgürlük' şiarı ile bu imza kampanyasında yer alıyor! Ama bu sefer de kendilerini bir anda bu eşcinsel hareketiyle aynı safta bulan, aynı metne imza atmış olan bazı muhafazakar entelektüeller bize nasıl destek verirler? diye feryat etmeye başlıyorlar. Neyse orta yol bulunuyor, kurum ismi ile değil de kendi isimleri ile bu metne imza atıyor, Kaos GL üyeleri... Bir tür özgürlük sınavı böylece geçiştiriliyor şimdilik, geriye oldukça önemli bir konu olan özgürlük nereye kadar, kimin özgürlüğü savunulmalı gibi netameli bir konu kalıyor camianın elinde.

    DUYURU!

    'Haftanın internet sitesi' adı altında, bundan sonra buradan bir internet sitesi veya blogunu tanıtmayı tasarlıyoruz. Dileyen site ve blogunu bize duyurabilir-yazabilir, biz de buradan kendilerini tanıtmak için aracı oluruz. İlginize bilginize...

    Hazırlayan: Yavuz FIRAT
    yavuzfirat@windowslive.com

    Rönenans'tan Reform'a Modern Dünya

    Modern dünyanın batıdaki başlangıçlarından biri olarak kabul edilen Rönesans'la ilgilenenlerin cevaplandırmak durumunda kaldıkları birçok soru vardır. Bunlardan ilki, sözcük anlamıyla 'yeniden doğuş' demek olan Rönesans'ta 'yeniden doğan'ın ne olduğudur. Bir diğer soru, Rönesans'ın ne zaman ve nerede başladığıdır. Ayrıca, Rönesans'ın kendisiyle hemen hemen eş zamanda olan Reform hareketi ile nasıl bir ilişki içinde bulunduğu da bir diğer önemli sorudur.

    Aklı geceye gizlenen Avrupa


    Bu soruların her birinin farklı cevapları vardır. Kimilerine göre Rönesans, Eski Yunan ve Roma kültürünün, Roma'nın 5. yüzyıl sonlarındaki çöküşüyle 15. yüzyıl sonları arasında kalan 'karanlık (orta) çağ'dan sonra, yeniden canlanması demektir. Bu anlamıyla Rönesans, 15. yüzyıl sonlarında İtalyan kent-devletlerinde ortaya çıkan, öncelikle edebiyat, resim, mimarlık gibi sanat alanlarında beliren, sonra da Batı Avrupa ölçeğinde yayılan bir yenileşme hareketidir. Rönesans'ın bu anlamda bir 'yeniden doğuş olması, kökleri 14. yüzyılın ünlü İtalyan şairi ve hümanist Petrarca'ya (1304-1374) dek uzanmaktadır.' Bu unutkanlık uykusu sonsuza dek sürmeyecek. Karanlık dağıldığında, torunlarımız eskinin (eski Roma'nın) saf aydınlığına erişebileceklerdir' deyişiyle Petrarca, Rönesans'ın ilk habercilerindendir. 'Rönesans'ın karanlık(orta) çağı' sona erdiren bir 'yeniden doğuş' anlamında nasıl kullanıldığını anlatan Huizinga, bu sözcüğün ilk kez Latince yeniden doğmak anlamındaki renansci sözcüğünden türetilen İtalyan biçiminin (rinascita) 'ressam biyografileri yazarı Giorgio Vasari (1511-1571) için, yakın sanat tarihinin büyük olgusunu belirten standart deyim haline gelmiştir. Vasari'nin başlıca amacı 'sanatın yok olduğu zamanlarda onu canlandıran ve aşama aşama onu şimdi gördüğümüz güzellik ve yücelik derecesine yükseltenlerin yaşamlarını yazmak, bu kişilerin çeşitli ilişkilerini gün ışığına çıkarmaktı. Böylelikle, yükseliş doğuşunu ve gelişimini, zamanımızda eriştiği mükemmelliği çok daha kolayca fark edecektir.' Rönesans'ın bu bağlamdaki bir diğer kullanım biçimi ise, İngiliz şairi Alexander Pope'nin (1688-1744) şu dizelerinde görülmektedir; 'Avrupa ve Avrupa'nın aklı geceye gizlenmişti; Tanrı, 'Rönesans olsun!' dedi ve her şey ışık oldu.'


    Süreklilik içinde değişim


    Rönesans ile orta çağ arasında, karanlık-aydınlık türü bir zıtlık kuran bu değerlendirme biçimi, Vasari'den sonra giderek gelişmiş ve Aydınlanma felsefesinin temellerini attığı ilerlemeci tarih anlayışının katkıları ile birlikte yerleşiklik kazanmıştır. O kadar ki, Rönesans hakkındaki bu değerlendirmenin, genel geçer bir 'doğru' haline gelerek bir 'tarih bilinci'ne dönüşmesinin ötesinde, 'sosyal bilimler' alanına da damgasını vurduğunu bilmekteyiz. Nitekim günümüz dünyasındaki toplumsal değişmeyi açıklamak isteyen birçok 'sosyal bilimcinin' kullanmayı tercih ettikleri 'modern toplum', 'geleneksel toplum' kavramlarını Batı tarihine uygulayıp, Batı dünyasında 1500'lü yılları tarihte eşi az görülebilecek denli büyük bir devrimin başlangıcı olarak kabul etmeyi sürdürmektedirler.


    Buna karşılık, Rönesans'ı Eski Yunan ve Roma kültürünün yeniden doğuşu olarak anlamak ile Rönesans'la birlikte Batı tarihinde 'modern topluma' doğru bir atılımın bir ilerlemenin başladığını kabul etmek biraz sorunlu bir tutumdur. Çünkü bu kabule göre, 'eskinin yeniden doğuşu', 'eski'den yani antik çağ kültüründen çok farklı bir 'yeniçağ'ın da başlangıcı olmaktadır. Dolayısıyla, tarihin dönemlere ayrıştırılmasından ziyade, biraz da 'tarihçinin öznelliği' içerdiğini yeniden kanıtlayan ve Rönesans ile Rönesans öncesi ve sonrası arasında, 'süreklilik içinde değişim' anlamında bağlantı kuran bir diğer değerlendirme biçimi, bu çelişkiyi aşmaya yardımcı olmaktadır.


    Buna göre Rönesans, tarihsel temelleri Doğu'da bulunan bir diğer değişle, orta çağ geçmişinden değişimlerin etkilediği ve kendinden sonraki dönemlerin oluşumlarını (modern toplum denilen, toplumun ortaya çıkışı) biçimlendiren -ki modernitenin kökleri 5000 yıl öncesine dayanır- bir yenileşme hareketidir.


    Rönesans yeniden doğuş değildi

    Bugün, eğitilmiş hiçbir insan (sözü edilen) ortaçağ karanlığı ve Rönesans ışığı kutuplaşmasını kabul etmemektedir. Gerçekten orta çağlar süresince büyük bir Hıristiyan uygarlığı olgunluğa erişmiş ve kültür hatta klasik eski çağ mirası gibi dar bir anlamdaki kültür bile aslında orta zamanlar Batı'sında hiçbir zaman büsbütün ortadan kalkmamıştır. Onun içindir ki, orta çağların sonunda kültürün 'yeniden doğduğunu zor iddia edebilir. Bizans'ın düşmesine de artık öyle abartılmış bir önem yakıştıramayız. 1453'ten çok daha önce, Yunan yazıları Batıya Müslüman İspanya'dan, Sicilya'dan ve Bizans'ın kendisinden sızıyordu. Üstelik Yunan etkisi, Rönesans'ın ortaya çıkışının hiç de öyle tek kesin nedeni falan olmamıştır. (ana halkanın Doğu olduğunu, yani kaynağın olduğunu belirtmiştik) İtalyan şehir-devletleri arasındaki birbirlerini boğazlamaya varan ekonomik ve siyasal rekabet, insanlara öngörülü bir bireycilik öğretmiştir; İtalyan ileri gelenleri Rönesans'a kendi girişkenlik ve maddeciliklerinin damgasını vurmuşlardır. Ve Rönesans, doğrudan doğruya orta çağa pek çok şey borçludur. Rönesans, maddeci olduğu kadar dinci, kuşkucu olduğu kadar inançlı, bireyci olduğu kadar da kast-bilinçliydi. Rönesans, klasik geçmişin yeniden-doğuşu değildi; çağdaş zamanların kesin başlangıcı da değildi; orta zamanlardan çağımıza bazen yavaş bazen hızlı bir geçişti.

    Rönesans'ın bu biçimde değerlendirilmesi birçok yönleriyle, yukarıda değindiğimiz gibi, orta çağdaki siyasal düşüncelerin zaman içindeki farklılaşmasıyla da uyumludur. 12. yüzyılda başlayan ticaretin ve kent yaşamının canlanması bu canlanmayla eşzamanlı olan kültürel uyanış, Salisbury'li john ve Auinum'lu Thomas'ın kültürel düzeyde getirdikleri yenilikler ve bunların sonradan Pedova'lı Marsilius, Ockham'lı William ve Dante tarafından işleniş biçimleri, hepsi Rönesans'ın köklerinin üç yüz yıl geriye uzandığını göstermektedir. 'Rönesans'ın 12. yüzyılda başladığını ileri sürmek, belki çok aşırı bir yargıda bulunmak gibi gelebilir ilkin okuyucuya; oysa bu yüzyılın gerek filozoflar, gerek genel özellikler açısından büyük bir nitelik değişimi sergilediği gözlenmektedir' diye bir görüş vardır.


    Rönesans ve Reform Hareketi


    Ancak Rönesans'ı gereğince değerlendirebilmek bakımından yine de bazı sorular vardır. Bunlar arasında özellikle, Rönesans'ın nerede ve ne zaman başladığı sorusu ve Rönesans'ın neredeyse aynı döneme denk düşen Reform Hareketi ile ilişkisinin niteliği burada ele alınmalıdır.


    Birinci soruya ilişkin cevap vermek yadırgatıcı olmaz. Bu cevabın önemi ise, 'bir terkedilmiş feodal hükümlülüklerini yeniden canlandırma ve köylülere yeni vergi getirme uygulamaları, özellikle 15. yüzyılın kıtlık ve veba felaketinden büyük darbe yiyen soylularında krallığın himayesine muhtaç bir duruma gelmiş olması bu yeni yükümlülüklerin -krallar ve prensler tarafından- dayatılmasını kolaylaştırıcı bir etki yapıyordu. Bu bağlamda, soyluları ve yeni zengin kent ileri gelenlerini saraya bağlayarak 'evcilleştirmeyi' amaçlayan krallar süreç içinde patlak veren 'şövalye ayaklanmaları'na karşılık kendi iktidarlarını 'tabakaların' denetiminden kurtararak güçlendirme yolunda önemli başarılar elde ediyorlardı. Artık, siyasal örgütlenme düzeyinde 12. yüzyıldan itibaren yaygınlaşan ve kralı 'eşitler arasında birinci' gören 'paylaşımcı iktidar' yerine, kralların 'mutlak' iktidarlarının yolu açılıyordu.


    Kralların, ticaret ve kent yaşamındaki gelişmelerin yarattığı toplumsal tabakalaşma örüntüsü içindeki değişim ve çelişkilerden yararlanarak iktidarını güçlendirmesi kaçınılmaz olarak krallık ile kiliseyi, papayı karşı karşıya getiriyordu. Çünkü kilise de bilindiği gibi Plenitudo Potestatis anlayışının sağladığı siyasal üstünlüğünün yanı sıra, önemli bir ekonomik güç odağı olmuştu. Krallar ve prensler gibi, yeni para ekonomisine uyum sağlamanın yollarını arayan papalık da, kilise örgütlenmesini merkezileştirmek ve böylelikle kilisenin gelirlerini arttırmak amacıyla, yukarıda ele alınan Büyük Ayrım önemli olaylara yol açan yeniliklerin peşindeydi. Kilisenin özgün durumu artık her biri ayrı birer 'ulus' olma sürecine girmiş bulunan, örneğin İngiltere ve Fransa gibi toplumlar içinde de varlığını sürdürmesi ama bu uluslar içindeki kilise mensuplarının adeta ayrı bir 'ulus'un bireyleri gibi görülmesinde yatıyordu. Böylece yine yukarıda ele alınan çatışmalar bağlarını koparmayı başardıkları bilinmekte. Bu çatışmalar, kilisenin itibarını sarsıcı nitelikte, tüm Avrupa'ya yayılan etkiler yapmıştı ki Reform, biraz da bu yıpranmanın ürünüydü.


    Reformu tetikleyen nedenler


    Gelişen ticaret ve güçlenen kentli kesimin yarattığı yenilikler ve yeni çatışma düzlemi, sadece yeni 'ulusal' krallar ile aristokrasi ve ruhban kesimi çerçevesinde belirlenmiyordu. Öteden beri kendilerini ayrı ve özerk bir birim, bir kolektif varlık, ortak çıkarları bulunan bir 'komünal dayanışma' odağı olarak algılamış ve bu bağlamda kendilerini kent içinde 'özgür' hissetmiş olan kentli kesim içinde de, 16.yüzyıla gelindiğinde, çatışma baş göstermişti. Ticaretin ve sanayinin yaygınlaşmasıyla, örneğin İtalyan kentlerinde oluşan zengin kesim(şişman adamlar-Popoli Grassi) ile simgelenen 'oligarşik kent yönetimleri'nin ortaya çıkması bu kesim ile kentlerde yaşayan 'proleterya' arasındaki çatışmanın da temelini oluşturmuştu. Dolayısıyla, Reform dönemine gelindiğinde Avrupa'nın toplumsal örüntüsü içinde gözlenen çatışma düzlemleri dörde çıkmıştı:


    1- Krallar ile 'tabakalar' arasındaki çatışma,


    2- Krallar ile Roma Kilisesi arasındaki çatışma,


    3- Tabakaların kendi aralarındaki çatışma,


    4- Kentlilerin kendi içindeki farklılaşmanın yarattığı çatışma.


    Bu düzlemlere beşinci olarak, o tarihlerde Avrupa'daki nüfusun çoğunluğunu oluşturan 'köylülerin' maruz kaldıkları vergi yükünün ve diğer sömürü biçimlerinin yarattığı çelişkiyi de eklemek gerekmektedir.


    Bunca çelişki ve çatışma dolu koşulların Reform hareketine elverişli bir ortam oluşturup oluşturmadığıdır. Soruyu olumlu bir cevap verebilinir. Ancak, Reformun ortaya çıkıp gelişmesini kolaylaştıran başka (daha çok kültürel) etmenlerde vardır. Bunlar arasında matbaanın bulunuşu ve basılı eserlerin yaygınlaşması ilk akla gelenlerdendir. 15. yüzyıl sonunda, Avrupa'da basılan yaklaşık altı milyon kitap vardır ve bunların konulara göre dağılımına bakıldığında, dinle ilgili yaklaşık otuz bin başlığa rastlanmaktadır. Keza Reform hareketi bakımından can alıcı öneme sahip yıllar olarak nitelenen '1518 ile 1524 arasında Almanya'da basılan kitap sayısı yediye katlanmıştır.' Dolayısıyla Luther'in 'matbaanın, Wittenberg gibi küçük bir farenin Avrupa'nın enine boyuna her yanında kükremesini mümkün kıldığını' vurgulamış olmasına şaşmamak gerekmektedir.


    Matbaanın yaygınlaşmasıyla birlikte okuma ve özellikle dinsel metinleri 'aslından' izleyebilme olanağını bulan 'laik kesim' bu olanağı kullanmasının bir sonucu olarak, toplumsal çatışmaların hazırlandığı arka planda, gerektiğinde, 'dine dönmeyi' talep edebiliyordu. Bu da, elbette kilisenin dinsel konulardaki otoritesini sarsmaktaydı.


    Kısaca Reformasyondan bahsedersek


    Hıristiyan dininde her çeşit yenileşmeler ve özellikle Protestanlık hareketi... Reformasyon (Fr. Reformation) deyimi, dinde iyileştirme anlamını dile getirir ve düzeltmek için değiştirme anlamını dile getiren Reform (Fr. Reforme) deyiminden türemiştir. Geniş anlamda her çeşit dinsel yenileştirmeleri kapsar. Özellikle 16. yüzyılda gerçekleşen Protestan reformu bu deyimle dile getirilir. Bu reform, gerçekte 15. yüzyılın sonlarına doğru Katolik kilisenin bir takım dinsel ve törebilimsel yenileştirmelere yönelmesini isteyen bir takım Katolik papazları tarafından başlatılmıştı. Altında yatan temel siyasal neden de papalığın dünya işleri üstünde kurduğu ezici egemenliğin ortadan kaldırılmasıyla toprak sahipleri sınıfının yerini almaya başlayan para sahipleri sınıfının çıkarlarına uygun bir Hıristiyanlığın gerçekleştirilmesiydi. 15. yüzyılda başlayan bu dinsel reform hareketi 16. yüzyılda ürün verdi ve Alman papaz Martin Luther (1483-1576) ünlü protestosunu (haksızlığı ve yanlışlığı y�sıma) 1571 yılında Wittenberg kilisesinin kapısına astı. Papalığın baskısından kurtulmak isteyen Avrupa krallarının ve geniş burjuva sınıfının desteğini gören bu protesto kolaylıkla tutundu ve Protestanlık böylelikle doğmuş oldu. Katolik kilisesi yeniden doğuşun (Fr. Renaissance) getirdiği yeni yaşam görüşüne uyamayacak kadar donmuş ve köhneleşmişti. Protestanlığa karşı koymak ve onu aforoz etmekle beraber, nitekim Katolik kilisesi de zamanla kendi içinde bir takım reformlar yapmak zorunda kalmıştır. Ayrıca Reform hareketini hazırlayıcı nitelikteki kültürel oluşumlar arasında 16.yüzyılda yaygınlık kazanmaya başlayan Hıristiyan gizemciliğini (mistisizm) de belirtmek gerekmektedir. Birinci akım, bireyin doğrudan Tanrıyla ilişki kurabileceğini bunun için kiliseye ve onun dinsel ve törensel kurallarına gerek olmadığını kabul etmekle önemli bir adım atmıştı. Kilisenin kurumsal denetim mekanizmalarına bir alternatif olarak yaygınlaşan gizemci Hıristiyan cemaatleri, örneğin Hollanda ve çevresinde etkinlik gösteren 'ortak yaşam' hareketi, bireyin yaşamını tümüyle cemaate adamasını pratik eylem düzeyinde, imanın kanıtlaması için gerekli görüyordu. 'adanmışlık denilen bu hareket 15. yüzyıl sonlarında kiliseye en sert eleştirileri yöneltecek insanların yetişmesini sağlamanın yanı sıra, Reformda görülen, eşitlikçi, komünistçe bir yaşamı Hıristiyanlığın (doğru dinin) esası olarak kabul eden anlayış ve akımların gelişmesinin de habercisi olmuştu. Ayrıca bireyin içsel ruh derinliğini vurgulayan ve ruhban kesiminin koyduğu kuralların ve törenlerin saçmalığını Deliliğe Övgü (1510) adlı yapıtında işlemiş bulunan Erasmus gibi hümanistlerin Reformun oluşumuna katkılarını unutmamak gerekir. Sıradan Avrupalının dikkatini muhtemelen pek fazla çekmemiş bu Reform isteklerinin veya yeniliklerin kiliseye karşı bir harekete dönüşebilmesi için güçlü, heyecanlı ve etkin önderlere gerek vardı. Almanya'da Luther ve Münzer, İsviçre'de Calvin, Reform hareketinin değişik yönlerini gösteren ve bu bağlamda siyasal düşünce açısından da üzerinde durulması gereken görüşler ortaya koyan kişilikler olarak belirginleşmektedirler.


    Sonuç olarak Rönesans'la gelişen insan merkezli yaşam biçimidir. İnsan her şeyiyle tanrının olmalıdır anlayışı köleci zihniyetin değişik bir formudur. Tanrı-kral kültünden tek tanrılı dinlere sızmış mitolojik düşünce formu olarak bireyi yaşamdan adeta silmiştir.


    ABDULLAH ÇELİK*

    *Adıyaman E Tipi Kapalı Cezaevi


    KAYNAKÇA:

    Dünya inançlar sözlüğü
    Özgür insan savunması
    Tanrı devletinden kral devlete