19 Mart 2010 Cuma

Diyarbakırspor ve şiddetin kökeni


Yaklaşık yirmi gün önce Diyarbakır'daydım. Büyükşehir Belediye ve DİSKİ Spor'un düzenlemiş olduğu 'Sporda yeni bir başlangıç' sloganıyla yapılan spor konferansında ben de konuşmacılardan biriydim. Medyanın bilindik bütün simaları (Metin Kurt'u dışarıda tutarsak), sporun kardeşlik ve barış olduğundan dem vurdular. Sporun barış ve kardeşlik olduğuna dair söylemin, çok eski bir hikaye olduğunu ve günümüz gerçekliğinde bir karşılığının olmadığını söylemeye çalıştım.

Sporun endüstrileştiği bir dünyada, bütün yarışmaların, oyunların amacı sadece kazanmaktır. Kazanırken de bütün yolların denenmesi olağandır. Olimpiyat ruhu diye bir şey yoktur. Olimpiyatlar fikri, aristokratların bir düşüydü. Bunu ortaya atan da bir barondu. Pierre de Coubertin'in amacı barış ve kardeşlik değil, aristokrat sınıfın eğlendiği bir panayır düşüydü. Zaten ilk olimpiyatların içinde yer alan spor branşları, daha çok aristokrat zenginlerin yaptığı/oynadığı halat, jimnastik, tenis, yüzme gibi dalları içeriyordu. Kapitalizmin gelişim sürecine paralel olarak, sporun kitleler üzerindeki etkisinin genişlemesine denk gelen bir kucaklaşma yaşandı. Kapitalizm ürettiği arza bir talep yaratmak için sporu, 1950'lerden itibaren ciddi şekilde kullanmaya başladı. Büyük organizasyonlar, sporsal rekabetten öte kapitalist markaların yarıştığı bir arena haline geldi. Esasında, ilk başta işçi sınıfının sporu olan futbol da zamanla bu kuşatmanın içine düştü. Doğal olarak en çok izlenen spor dalı olduğu için, kapitalistlerin en gözde sporu olmaktan kutulamadı. Spor, hiçbir zaman barış ve kardeşliğe hizmet etmedi. Aksine, El Salvador ve Honduras arasında yaşanan bir savaşa sebep oldu. Sivas-Kayseri birbirine girdi, onlarca insan yaşamını yitirdi. Yazının konusu bu değil aslında. Diyarbakır-Bursa maçında yaşananlara girmeden önce bir girizgah yapmak istedim sadece.

Evet! Diyarbakır'da yaşananları onaylamak mümkün değil. Bu, spor barış ve kardeşliktir palavrasına gölge düşürdüğü için değil, futbol oynamaya çalışan insanlara şiddet uygulandığı içindir. Sahaya atılan taşlar, panzere atılan taşlarla bir tutulamaz. Hakemin maçı tatil etmesi de doğrudur. Federasyonun verdiği 3 maç ceza da verilecek hükmen mağlubiyet de doğru kararlardır. Ancak! Bursa'da yaşananlara bakarak tahliller yapmak da doğru değil. Şimdi baştan başlayalım. Diyarbakırspor, ilk kez Bursa'da ırkçılığa maruz kalmadı. Yaklaşık 10-15 yıldır gittiği her deplasmanda aynı ırkçılığı yaşadı. Sanki ilk kez dün olmuş gibi yaparak, gerçekçi bir analiz yapamaz kimse. Kürtlerin mücadelesine paralel olarak, Diyarbakırspor'a bir öfke geliştirildi. Diyarbakırspor maçlarında atılan 'PKK dışarı' sloganı, tam da maçlarda İstiklal Marşı'nın okunmaya başlandığı döneme denk düşer. Kürtlerin dışlanması, sırf isminin başında Diyarbakır olmasından dolayı, Diyarbakırspor da payına düşeni aldı. Hani derler ya Türk milliyetçiliği kucaklayıcıdır. İspanya'da A. Bilbao Basklılarla o kadar özdeş olmasına rağmen, Madrid'de oynadığı maçlarda bile hiçbir zaman ırkçı sloganlara maruz kalmadı. Türklerin milliyetçiliği böyle kucaklayıcı işte.

Hepimiz Hrant Dink'iz dövizine izin vermeyen Futbol Federasyonu, ilk kez atılan PKK dışarı sloganına ceza uygulasaydı, bugün bu sorunlar olmazdı. Ulusal liglerde, maçtan önce okunan İstiklal Marşı'na en küçük bir uyarı getiremeyen federasyon bugün köşeye sıkışmış durumdadır. Ulusal liglerde, ulusal marşın okunması yeryüzünde sadece Türkiye'de uygulanmaktadır. Bunun amacı, Kürtleri terörize etmektir. Çetin Altan'ın deyimiyle 'Türk'ün Türk'e propagandası'ndan öte bir şey değildir.

Diyarbakır'da yaşanan şiddeti görmemezlikten gelemeyiz. Ama sürekli dışlanan bir kentin, bir toplumun uzun zamandır biriken öfkesini de hesaba katmak gerekir. Bu kadar dışlanmaya ses çıkarmayanların, yaşanan şiddetten dolayı şoka girmeleri kara mizahtır. Diyarbakırspor amatörce, Bursaspor profesyonelce yönetiliyor. Bursa yöneticileri, bize Diyarbakır'da oteller yer vermiyor, can güvenliğimiz yok diyerek, ortamı hazır hale getirdiler. Diyarbakırspor yöneticileri karşı hamle geliştiremediler. Bursalı yöneticilerin tasarladığı şey, maçın yarıda kalmasıydı, bunu da gerçekleştirdiler. Spor barış kardeşlik mi dediniz? Palavraları geçelim.

Butün bu kaotik ortamda özeleştiri yapıp, aklıselim davranan biri de oldu. Trabzonspor Başkanı Sadri Şener'di bu kişi. Lig maçı için Diyarbakır'a gelen, orda Belediye Başkanı Osman Baydemir'i ziyaret eden, Trabzon'daki maçta da Diyarbakırspor'u güzel ağırlayan Sadri Şener'e teşekkür borçludur spor dünyası. Şener: 'Ben olsam bunu çok hafif cezalarla geçiştiririm. Bunlar kesinlikle tasvip edilen olaylar değil. Fakat Diyarbakırspor'un da bu ligde olması gerekiyor. Çünkü bu durum Türkiye'nin 50 yıldır kanayan yarası. Devamlı bu insanlar dışlanarak durum bu hale geldi. 'Bir özür borcunuz var' diye çok güzel bir pankart asılmıştı. Eğer bu yapılmış olsaydı bunların hiçbiri olmazdı. Ben başkanını ziyaret etmiştim. Hepsi Trabzon diye tezahürat yapmıştı' sözleriyle bir sağduyu sergilemiş oldu.

Diyarbakırspor küme düşebilir. Çok önemli de değil. Sonuçta, Kürtlerin dişi ve tırnağı ile yarattığı bir organizasyon değil Diyarbakırspor. Bu nedenle hem sportif, hem de temsiliyet anlamında uzun vadeli başarılı olması da mümkün değil. Bu yaşananları gördükten sonra, Diyarbakır'ın spor konferanslarını, spor çalıştaylarına çevirmesinin onlarca faydası olacağını düşünüyorum.

DOĞAN DURGUN
dogandurgun68@gmail.com

* * *

Çocukluk işgal altında

Türkiye'de çocuk olmak zordur. Türkiye'de Kürt çocuğu olmak daha da zordur. Zorluk ikidir: Birincisi, var olan otoriter eğitimden kaynaklanan zorluk. İkincisi, hem otoriter eğitimin hem de 'Kürt' olmanın verdiği zorluk. Bu, çifte zorluk oluyor. Çifte zorluk birleşiyor, tekleşiyor. Tekleşen bu zorluk çocuklar için zulüm oluyor. Tekleşen bu zorluk çocuklar için işkence, hapis ve ölüm oluyor.

Bu zulümdür; bir yandan otoriter eğitimin verdiği zulüm, diğer yandan Kürt olmanın yarattığı zulüm: Anadil yasak. Kimlik yasak. Kürt olmak yasak. Diline, kimliğine sahip çıkan Kürt çocuğu olmak yasak... Burada her şey yasak. Burada her şey işgal altındadır. Burada çocuklar, hem fiziki, hem de psikolojik olarak işgal altındadır.

Burada çocukluk, işgal altındadır.

Burada duygular, işgal altındadır.

Burada kimlik, işgal altındadır.

İşte böylesi bir sistem ve ortamda daha 7-10 yaşlarındaki 'işgalin çocukları', polis panzerleri altında eziliyor. Diline, kimliğine, duygu ve öz-değerlerine sahip çıkmaya çalışan 'işgalin çocuklarına' gaz bombaları atılıyor, kafalarına, öldürülesiye dipçiklerle vuruluyor.

Bu zulümdür. Türkiye'de çocuk olmak hele hele Kürt çocuğu olmak büyük bir zulümdür.

Türkiye'de çocuklara yapılan budur. Türkiye'deki 'tek resmi dil, tek resmi ideolojinin' eğitimi ve bu eğitimin yarattığı 'terbiye' budur. Zulümdür.

Zira burada, otoriter eğitim altında çocuk sevgisi olmaz. Yoktur.

Burada hem otoriter eğitim altında olmak, hem de varlığı inkar edilen bir halkın, Kürt halkının çocuğu olmak zordur. Zulümdür.

Zaten genelde otoriter eğitim ve bunun yarattığı 'terbiye' çocuğu daha baştan 'sosyal olmayan' bir varlık olarak kabul eder. Bu şu demek oluyor: 'Sosyal' olmayan çocuğun sosyal olması için 'otorite' sahibi olan kişilerin sözlerini dinlemesi gerekiyor. Bu norma karşı çıkmak zulüm demektir: Ailede anne-baba dayağı, ilkokullarda başlayan öğretmen dayağı, karakollarda polis dayağı, jandarma dayağı, evde, sokakta, tarlada açık infaz, linç demektir.

Otoriter eğitimde çocuk olmak, hele hele Kürt çocuğu olmak zordur. Zulümdür.

İşte böylesi bir sistemde Kürt, Türk, Arap, Laz, Ermeni ve diğer Anadolulu çocuklar işkence görüyor. Böylesi bir eğitim sisteminde onlara hapis cezaları veriliyor. Böylesi bir sistemde çocuklar ölüyor/öldürülüyor.

Bu hem otoriter eğitimin hem de başka halkları inkar etmenin yarattığı bakış açısıdır. Yıllardır, 'tek dil' ve 'tek resmi ideoloji' ile beslenen bu yanlış bakış açısı, çocuklar için zulüm oluyor. Bu bakış açısıyla, çocuklarımız dövülüyor, işkence görüyor, öldürülüyor; onlara onlarca yıl hapis cezaları veriliyor... Bir düşünün, böylesi bir bakış açısını desteklemek için Türkiye'de, atasözleri dahi icat edildi, ediliyor: 'Ağaç yaşken eğilir.', 'Çocuğunu dövmeyen, dizini döver' gibi.

Açıktır; böylesi otoriter eğitim sisteminden Türkiye'de çoğu zaman, 'işkenceciler' yetişiyor. Bu çocuk bakış açısından zulüm ve acımasız 'insanlar' çıkıyor.

Böylesi bir eğitim sisteminden Kenan Evren gibi faşistler çıkıyor: 'Bu çocukları asmayıp, besleyecek miyiz?' deyip, 17 yaşında çocuk Erdal Eren'i idam eden, Kenan Evren tipli faşist ve çocuk katilleri çıkıyor.

Böylesi eğitim sisteminden 'çocuk da olsa icabına bakarız' diyen ve şu an Başbakan olan Recep Tayyip gibi insanlar çıkıyor. Böylesi eğitim sisteminden Cizre'de 10 yaşındaki Şükrü Bağan'ın kafasına gaz bombası atan; 16 yaşındaki Yahya Menekşe'yi panzerle ezen; 14 yaşındaki Seyfi Turan'ı acımasızca dipçikle vuracak kadar 'vahşileşen insan' tipleri çıkıyor...

Bu tesadüfi değildir. Bu ne yazık ki 'tek resmi dil, tek ideolojiyle' beslenen Türk otoriter eğitim sisteminin bir sonucudur. Ve ne yazık ki bu sistemi ve gelenek devam ediyor. İşte dünden bugünlere uzanan bu gelenekle, çocukluk devresi işgal altında tutuluyor. Bu gelenekle duygular ve insan kimliği işgal altında tutuluyor. Buradan hareketle çocuklara fiziki ve psikolojik cezalar veriliyor.

Peki böylesi bir otoriter eğitimle yetişenlerin insanlara -hele hele çocuklara- 'hoşgörü' ile bakmaları beklenir mi?

Böylesi bir otoriter eğitimle yetişenlerin, Kürt çocuklarına sevgiyle yaklaşmaları beklenir mi?

Elbette hayır!

Açıktır ki Türkiye'de çocuklara uygulanan zulüm buradan kaynaklanmaktadır.

Türkiye'de Kürt çocuklarına uygulanan bu çifte zulüm buradan kaynaklanmaktadır.

Tüm bunlar Türkiye'de var olan yanlış eğitimin ve sistemin sonucudur...

Artık, yaşadığımız bu çağda, çocukluk için, insanlık için son derece utanc verici olan bu işgalci eğitime son verilmelidir.

Zamanı gelmiştir; artık Kürt, Arap, Ermeni, Laz ve tüm Anadolu halkları anadillerinde duygularını ifade etmeli; eğitim/öğretimini yapabilmeli ve özgürce kimliğini yükseltmelidir diyoruz.

Bu yazının 'ilk sonuçları' oluyor. İlk sonuç, gelecek için ilk adım demektir.

Artık gecikmeden ve korkmadan böylesi ilk adımları atmak, hem insana saygı duymanın hem de insan olamanın ilk tanımı oluyor...

Yetti artık! Türkiye'de çocuk olmak zor olmamalıdır.

Yetti artık! Türkiye'de, Kürdistan'da Kürt çocuğu olmak zulüm ve ölüm olmamalıdır.

FAİZ CEBİROĞLU

* * *

TELESKOP

MEFİSTO!

Kılıçdaroğlu şu son 'Genel Af' önerisiyle kendini ortada bırakıp, kendi patronu dahil bir- çok kesimin hışmını üzerine çekerken onun gibi ortada duran, ortada kalmanın şaşkınlığı ile ona benzer şekilde 'onun gibi' hemen savunma psikozuna geçip garip ruh hallerine bürünen, kendini savundukça da daha fazla batan, pişkince, kendini 'beni anlamıyorlar' gamsızlığına vuran, sanat, edebiyat, sinema, müzik, siyaset, gazetecilik uğraşlarında bir sürü isim geçti kafamdan...

Hepsinin ortak özellikleri, birbirlerine benzemeleri. İçinden geldikleri yapıların çok uzağına düşmeleri, savrulmaları, kısacası halk dilindeki kaba tabirle 'Dönek' olarak anılmaları!

Ve bütün bu isimlerle karşılaşınca ya da tek tek hikayelerine çeşitli vesilelerle ile bir kez daha kulak kabartınca, hep 'Faust' adlı o çok önemli yapıtı; ve Goethe'nin neredeyse tüm yaşamı boyunca yazarak tamamladığı bu yapıtın Macar yönetmen Istvan Szabo'nun elinde tüketilemeyecek bir sinema yapıtına dönen 'Mefisto' adlı filmini anımsarım.

Höfgen adlı aktörün üzerinden anlatmaya çalışır bize bu garip ortada kalma hallerini Istvan Szabo.

Abdullah Tarık Çakır, kişisel blogunda şöyle irdelemiş söz konusu bu filmi: Nazi Partisi iktidara gelişiyle, herkesi kaçınılmaz olarak bir tarafa ve tavra zorlar. Bu, filmin öyküsünü, karakterlerin çözümlemesini gittikçe daha çapraşıklaştığı bir gelişmenin başlangıç noktasıdır. Zamana mahkum bir insanla ebediliğe sahip sanat arasında nasıl ilişki kurulabilir? Sanatla ilgili sorular, yaşanılan çağdan bağımsız ne kadar yanıtlanabilir? Höfgen'in sanatın tek başına taraf olduğunu düşünmesi bir yanıt olabilir ama film bunu, aktörün kişisel hırslarını, tiyatroya sığınarak sakladığı kendisini ve çevresini de inandırdığı bir yanılsama olarak ortaya koyar.

Bu Mefisto'yla yapılan bir anlaşmadır. Höfgen'in açmazı, sanatının mükemmelliği için iktidarla yaptığı anlaşmanın, aynı iktidara sanat karşısında geçiciliğini kanıtlayacağına inanmasıdır. Szabo'nun kurgusu, hiçbir kimliğin, yaşadığı sosyo-politik ortam içinde tarihsel olarak saf bir yalıtılmışlıkla kalamayacağının, eninde sonunda iktidarla beraber oynanan aynı oyunun içinde hapsolunacağının politik bir ifadesini sergiler. Höfgen, gerçeği görmek istemez ya da kör olmayı tercih eder. Onu var eden ruhunu oluşturan ortam, arkadaşları, ona inananlar tek tek uzaklaşırken o kimliksizleşen kişiliğinin oyuncu kişiliğiyle özgürleştiğini zanneder. Parti üzerine yemin bile etmiştir ama o sadece dudaklarını kıpırdattığını düşünecek kadar ruhunu yitirmiştir. Mükemmel biri olarak ebedileşmek tutkusu, en başından siyahi kadın arkadaşının saptadığı gibi kendi yüz'ünü silerek her yüze girebilecek ifadesiz ve yüz'süz bir yüzü hedeflemesinin sonucudur. Höfgen'in çelişkisi, sahnedeki Mefisto kimliğiyle belirginleşir. Sahnede tam bir insanüstü, ilahi kimliğe bürünürken, aslında korkak ve ebediliğe tutkulu sıradan bir insandır. Nazi komutanı içinse o hiçkimsedir, sadece oynadığı roldür. Mefisto'dur. Çelişki ise, aslında ruhunu teslim etmiş bir insanın asla Mefisto olamayacağı, insan olarak iktidarın kuklasından ibaret olacağıdır. Szabo'nun başyapıtı Mefisto, karakterlerinden, tarihsel-politik zaman ve ortamına kadar yargılamadan tüm derinliğiyle tartışma yaratan bir öyküleme çabasıdır. Yönetmen, yarattığı karakteri yargılamaz, onun çelişkilerini her insanda, özellikle sanatla iştigal edenlerde ortaya çıkacak açmazlar olarak sunar.

EY ÖZGÜRLÜK!

Basın açıklaması. Yer: Taksim Hill Otel. Konu: '28 Şubat 1000 yıl süremez' mi diyorsunuz? Kaldırın başörtüsü yasaklarını (O halde)!' Konuşmacılar: Av. Kezban Hatemi, Aydın Engin, Ferhat Kentel, Alev Erkilet, Nihal Bengisu Karaca, Şanar Yurdatapan. Düzenleyen: Ayrımcılığa Karşı Kadın Hakları Derneği (AKDER) Tarih geçen ay: 28 Şubat, ve konu ile ilintili açılan imza kampanyasına iştirak eden onlarca entelektüel isim. Lakin bir sorun var, Kaos GL adlı oluşum da, 'Başörtüsüne sınırsız özgürlük' şiarı ile bu imza kampanyasında yer alıyor! Ama bu sefer de kendilerini bir anda bu eşcinsel hareketiyle aynı safta bulan, aynı metne imza atmış olan bazı muhafazakar entelektüeller bize nasıl destek verirler? diye feryat etmeye başlıyorlar. Neyse orta yol bulunuyor, kurum ismi ile değil de kendi isimleri ile bu metne imza atıyor, Kaos GL üyeleri... Bir tür özgürlük sınavı böylece geçiştiriliyor şimdilik, geriye oldukça önemli bir konu olan özgürlük nereye kadar, kimin özgürlüğü savunulmalı gibi netameli bir konu kalıyor camianın elinde.

DUYURU!

'Haftanın internet sitesi' adı altında, bundan sonra buradan bir internet sitesi veya blogunu tanıtmayı tasarlıyoruz. Dileyen site ve blogunu bize duyurabilir-yazabilir, biz de buradan kendilerini tanıtmak için aracı oluruz. İlginize bilginize...

Hazırlayan: Yavuz FIRAT
yavuzfirat@windowslive.com

Hiç yorum yok: