İsmail Beşikçi, Kürtlük üzerine değil; Türklük üzerine yazıyor olsaydı şu anda Türk ırk sisteminin bir numaralı kültür insanı ilan edilecekti. Kürtler üzerine yazdığı için en değerli onlarca yılı kendisinden gasp edildi. Dostları ve arkadaşlarıyla arasına engeller kondu.
Kürt halkının hak ve özgürlüklerinin savuncuları darmadağın edildi. Öldürüldü, zindanlara atıldı, sürgünlerde vatansız bırakıldı. Atalarımızın gömülü olduğu topraklar, bağımız, bahçemiz alçaklığın hüküm sürdüğü ölüm tarlaları haline getirildi. Son kez beşikte görüp ayrıldığımız kardeşlerimiz evlenerek saçlarını ağarttılar.
Türk devleti hakimiyeti altındaki yaşam, gerçekle düşün bir birine karıştığı kalıcı bir kabusa dönüştü.
Türk ırk sistemi aynı zamanda kendi kabuslarını da yarattı. Kürdistan’ı çevreleyen sömürgeci tel örgülerde tamiri olanaksız gedikler açan İsmail Beşikçi Kürtler konusunda Türk ırk devletinin kabusu halini aldı. Bir insan için ırkçılığın kabusu olmak en yüce insanlık payesi olsa gerek.
Yıllar önce bir film izlemiştim. İkinci Dünya Savaşı sonrasını anlatıyordu. Yaşlı, sevecen bir Yahudi, milyonlarca soydaşını ölüme götüren kaçak Nazi savaş suçlularının peşindeydi. Bu adam, Latin Amerika’nın gözden uzak köşelerine kaçıp sığınmış Nazi cinayet elemanlarının izini sürüp yakalatıyordu. Katiller estetik ameliyat dahil, her türlü tedbiri almışlardı. Kaçırdıkları paralarla mafya türü karanlık ve lüks bir hayat sürüyorlardı. Ama o yaşlı adamın varlığı, emirlerinde onlarca paralı koruma bulunduran katilleri ürpertiyordu. Oysa o yaşlı adamın kendini savunacak bir sopası dahi yoktu.
Katiller kaçıyor, o kovalıyordu.
Katiller sonunda tek tek korku ve panik içinde bu yaşlı adamın ayaklarının dibine düşüyordu.
Türk ırk devleti ve yöneticilerinin durumu Nazi savaş suçlularını anlatmaktadır.
Tepeden tırnağa suçludurlar ve Kürt kanına bulaşmışlardır.
Siyaset ne der bilinmez, ama Türk, Kürt veya başka ırk ve kültürden insanların bir arada yaşamasını bu kadar zorlaştıran ve onları birbirine düşman haline getiren devşirme Türk ırk sisteminin kabusları olacaktır.
Onların rütbe ve makam hırsızı katil ruhlarının bu dünyada huzur yüzü görmesine müsaade etmeyenler her zaman çıkacaktır. Onlar, sürekli tehdit edilen yaşamlarını bir gün, bu ırkçı güruhun ayakları altına atmaları gerektiğinde bundan çekinmeyeceklerdir. Ve onlar her defasında şu sözü onlarca koruma arasında gezen Kürt halkının düşmanlarının suratına her yerde haykıracaklardır:
“Hazine desteksiz, sürgün ve ölüm tehdidi altındaki korumasız halleriyle onlar sizden korkmamaktadırlar. Asıl siz bir sopası dahi olmayan o fikir cesuru insanlardan korkmaktasınız. ”
Bu sohbet aslında Kürt sorununu oyalayarak çürütmek isteyenlere de bir cevaptır.
Birkaç gün aralıklarla beş-altı bölüm halinde İsmail Beşikçi köşesinde yayınlanacak bu sohbette Beşikçi’nin her konuda görüş ve önerileriyle karşılaşacaksınız.
Bu uzun sohbet için bize zaman ayıran İsmail Beşikçi’ye ayrıca teşekkür etmek istiyorum.
******
(1)
Kardeşlik söylemi mücadeleye engel
Hasan Bildirici: Kürt sorunu her zamankinden daha yakıcı bir halde gündemde olmasına rağmen, Kürt taleplerinde bir gerileme var. Gerileyen Kürt talepleri midir yoksa Kürt sorunu mu?
Kürtler, Türk düşüncesiyle hareket ediyor
İsmail Beşikçi:Kürtlerin mücadelesi her zaman büyük bir mücadele olmuştur. Kürt mücadelesi günümüzde de büyük bir mücadeledir. Fakat Kürtlerin talepleri her zaman çok küçük kalmıştır. Günümüzde Kürt taleplerinde ciddi bir kısalma vardır. Bunun başlıca nedeni, kanımca, Kürtlerin, kendi akıllarıyla değil, Türk düşüncesinin, Türk solunun, Türk sağının, Türk dinsel akımlarının akıllarıyla hareket etmeleridir. Halbuki, Kürtler, Kürtleri, Kürdistan’ı, Kürtçe’yi kendi akıllarıyla değerlendirmek durumundadır.
1960’larda Kürtler Türk solu içinde örgütleniyorlardı. O zamanlar, Türk solunda, Türkiye İşçi Partisi ve Milli Demokratik Devrim anlayışı iki güçlü akımdı. Kürtler daha çok Türkiye İşçi Partisi’nde örgütleniyorlardı. Kürtler,1960’ların sonlarında, 68’ler Hareketi’nin cereyan ettiği günlerde, Türk solundan ayrılıp kendi örgütlerini kurma çabasına girdiler. Devrimci Doğu Kültür Ocakları bu örgütlerin başında gelir. Kürtlerin Türk solundan ayrılıp kendi örgütlerini kurma çabasına girmeleri şüphesiz Kürtlük bilincinin yükselmesiyle ilgili bir olaydır. Fakat, şöyle bir süreç de yaşanmaktadır. Kürtler, Türk solundan ayrılıp kendi örgütlerini kurma, örneğin, Devrimci Doğu Kültür Ocakları içinde örgütlenme gereğini duyuyorlar ama, Türk solunun kullandığı sloganları aynen kullanmaya devam ediyorlar. O sloganlardan kopuş yok. O dönemde, “Bağımsız Türkiye”, “emperyalizme karşı mücadele” kullanılan çok temel sloganlardı. Bu sloganlardan kopamama, Kürtlerin kendi akıllarıyla değil, Türk solunun, Türk düşüncesinin aklıyla hareket ettiğini gösterir.:
Birinci Dünya Savaşı sonlarına, 1920’lere, Kuvayı Milliye hareketi günlerine, Milletler Cemiyeti dönemine bakalım. O dönemde, en kalıcı, en kapsamlı emperyalist müdahale Kürtlere, Kürdistan’a yapılmıştır. Kürtler ve Kürdistan, ulusların kendi geleceklerini belirleme ilkesinin en coşkulu bir şekilde savunulduğu, yaşama geçirilmeye çalışıldığı bir dönemde bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. O dönemde, dünyaya nizam vermeye çalışan emperyalist güç Büyük Britanya idi. Fransa ikinci derecede geliyordu. Ama, büyük Britanya ile Fransa arasında çok büyük bir mesafe vardı. Fransa ikinci derecede geliyordu ama, Büyük Britanya’ya nazaran, dünyaya nizam verme etkisi, potansiyeli çok küçüktü. O dönemde çok dikkate değer bir süreç de Sovyetler Birliği yöneticilerinin anti-Kürt bir tutum içinde olmalarıdır. Kürdistan’ın ve Kürtlerin bölünmesinde, parçalanmasında ve paylaşılmasında Büyük Britanya ve Fransa rol sahibi iki büyük güçtür. Fakat bu süreçte, Moskova’nın da, Londra gibi, Paris gibi anti-Kürt bir tutum içinde olduğunu görmek gerekmektedir. Bir de şu var:
“Emperyalizme karşı mücadele” kavramını dilinden düşürmeyen Türk düşüncesi, Türk solu, Türk sağı, Türk dinsel akımları, Kürtlere ve Kürdistan’a dayatılan kimliksizleştirme sürecini görmemekte büyük bir ısrar içindedir. Kürtlerin, bu dönemi sağlıklı bir şekilde algıladıkları kanısında değilim. Bu dönem, Türk düşüncesinin, Türk solunun, Türk sağının, Türk dinsel akımlarının kavramlarıyla, terminolojisiyle kavranılamaz. Bu dönemi Kürtler kendi akıllarıyla kavramak, değerlendirmek durumundadır.
O dönemde, “düşmanın elinde esir olan Padişahı kurtarma”, İslamı kurtarma”, “İslamın, İslam ülkelerinin, düşmanın ayakları altında çiğnenmesine karşı olma”, gerek Mustafa Kemal tarafından, gerek Kuvayı Milliye tarafından, Kemalist hareket tarafından sık sık dile getirilen bir düşünceydi. Fakat, İslamın kurtarılmasına böylesine vurgu yapanlar, sıra, Kürtlerin haklarına, hukukuna gelince, Büyük Britanya ve Fransa gibi emperyal devletlerle bir olup Kürtlerin başına lanetli bir çorabın geçirilmesini sağladılar Bu da saptanması, izlenmesi gereken bir süreçtir. Bu süreci Kürtler, ancak, kendi akıllarını kullanarak kavrayabilirler. Türk düşüncesini, Türk solunun, Türk sağını, Türk dinsel akımlarının aklıyla, terminolojisiyle bu temel süreç kavranılamaz.
“Kardeşlik” anlayışı, mücadelenin yükselmesine engel
Türk düşüncesinin, Türk solunun, Türk sağının, Türk dinsel akımlarının aklıyla hareket edince “kardeşlik” gibi bir slogan belirleyici ve yönlendirici bir hale geliyor. Bu da Kürt taleplerinin kısılmasına neden oluyor. Bu “kardeşlik” anlayışı aynı zamanda mücadelenin yükselmesine de engel oluyor. Günümüzde “Türkiye Partisiyiz” anlayışı, “Çatı partisi kuruyoruz” çabaları bu sağlıksız kavrayışın ve değerlendirmenin devam ettiği anlamına gelmektedir. Türkiye’deki bütün partiler Türk partisiyken, Kürtlerin bir Kürt partisi kurmaktan kaçınmaları, “Türkiye partisiyiz” anlayışına sarılmaları hem mücadelenin yükselmesini engellemekte, hem de Kürt taleplerinin seviyesinin düşmesine neden
Devam edecek....
1 Kasım 2008 Cumartesi
*******
(2)
Kürtler güçlü bir şekilde özgürlük istemiyor
Hasan Bildirici: “Türk düşüncesinin, Türk solunun, Türk sağının, Türk dinsel akımlarının aklıyla hareket edince “kardeşlik” gibi bir slogan belirleyici ve yönlendirici bir hale geliyor.” Diyorsunuz. Fakat şöyle bir durum da var: Bütün bu etkilere rağmen bir an geliyor Kürtler bir isyan, bir direniş hareketi geliştiriyor. İsyan veya ayağa kalkış günlerinde talepler yüksek. Yüksek talepler etrafına Kürt toplumundan büyük bir kitlesel akım yöneliyor. İnsanlar neredeyse böyle dönemlerde canını kaldırımlara çarpıyor. Fakat mücadele uzadıkça, işaretlenmiş hedeflere ulaşılmadıkça mücadele bir kırılma, taleplerde bir gerileme, daha sonra da bastırılmış bütün isyanların ardından söylendiği gibi, “bir arada kardeşçe yaşama” siyaseti ağırlık kazanıyor... Bu tarz siyaset Kürtlerde genetik hal mi almış? Siyasetçileri mi beceriksiz? Yoksa zaman içinde Türk iktidar gücü yenilmezliğini Kürtlere kabul ettirmiş mi oluyor? Niye bu tekrar?
İsmail Beşikçi:Temel sorunun, Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması olduğunu düşünüyorum. Bu, bölünmenin, parçalanmanın ve paylaşılmanın çok önemli sonuçlarından biridir. Kürtlerin, bu yıkıcı, çürütücü sürecin bilincine dört başı mamur bir şekilde ulaştıkları kanısında değilim.
Kürtleri yönetmek zor
Kürdistan’ın ve Kürtlerin bölünmesini, parçalanmasını ve paylaşılmasını tasarlayanlar, yaşama geçirenler, örneğin, İngiltere, Fransa bu süreçten neler beklemiş olabilirler? Herhalde, şöyle düşünmüşlerdir: Kürleri yönetmek zordur. Bölünüp parçalandığı ve paylaşıldığı zaman, onları yönetmek kolaylaşır. Bölünüp parçalandığı, paylaşıldığı zaman, örneğin yeni kurulan Irak mandası (sömürgesi) ile Kürtler arasında durmadan gerginlik oluşur, çatışma çıkar. Çünkü Kürtler her fırsatta milli haklarını istemeye, elde etmeye kalkışacaklardır. Manda yönetimi bu hakları onlara vermediği zaman ise, gerginlik olacaktır Gerginlik zaman zaman silahlı çatışmalara da varabilir. İşte bu durumda, ayaklanmanın bastırılması için merkezi yönetim her zaman bize ihtiyaç duyacak, bizim yardımımızı isteyecektir. Bu da bizim Ortadoğu’daki varlığımızı sürekli ve gerekli kılacaktır. Öte yandan, böyle bir ayaklanma karşısında diğer parçalardaki Kürtleri yöneten devletler de bu ayaklanmanın bastırılması konusunda Irak yönetimine yardımcı olacaklardır. Böylece Kürtler, bu devletlerin müşterek operasyonlarıyla bastırılmaya çalışılacaktır. Bu devletler, Kürtlere karşı yürütülen müşterek operasyonların, ne anlama geldiğinin bilincine muhakkak ulaşacaklar ve Kürtlere göz açtırmamanın yolunu yordamını muhakkak bulacaklardır. Bütün bunlar Kürtleri yönetmeyi kolaylaştıracaktır.
Kürt isyanlarının bastırılmasında İngiltere’nin rolü büyük
Fiili duruma baktığımız zaman şunu görüyoruz. Örneğin, Irak’ta, 1920’lerde, 1930’larda, 1940’larda, Bağdat’taki hükümetle Kürtler arasında gelişen gerginlik çoğu zaman silahlı çatışmalara varmıştır. Bu çatışmalar, Kürt ayaklanmaları hep İngiltere’nin yardımıyla bastırılmıştır. Bu bastırmalarda İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin rolü çok büyüktür. Ortadoğu’da İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri en çok, Kürdistan’da kullanılmıştır.
Örneğin, zehirli gazlar, ilk olarak Kürtlerin bastırılması sürecinde, İngiltere tarafından kullanılmıştır. 1925 Kürt ayaklanmasındaysa, Kürtleri bastırmak için, Batı Anadolu’dan Diyarbakır’a sevk edilen ordu birliklerinin demiryolu aracılığıyla, Fransa mandası (sömürgesi) Suriye’den geçerek Diyarbakır’a ulaştığı bilinmektedir. Ağrı ayaklanmasının bastırılması sırasında İran ve Türkiye’nin nasıl işbirliği yaptıkları yine bilinmektedir. Kürtlerin, Ortadoğu’daki bu konumlarının bilincine ulaşmalarında büyük yarar vardır. “Kardeşlik” böyle bir konumu açıklayıcı bir kavram olamaz.
Kürtler güçlü bir şekilde özgürlük istemiyor
Kürtlerin güçlü bir şekilde özgürlük istedikleri, özgürlüklere vurgu yaptıkları kanısında değilim. Özgürlük, hak, hukuk parti programlarına, tüzüklere vs. elbette yazılmalıdır. Ama bu hiç yeterli değildir. İstekleri belirleyen, egemen ulusun basınına, kamuoyuna yapılan açıklamalardır. Burada da “kardeşlik” anlayışı her zaman ön planda oluyor. Siz, parti programına, tüzüklere yazdığınız maddelerle özgürlük isteyebilirsiniz. Programlar, tüzükler bunlara vurgu yapabilir. Fakat programlar hiçbir zaman yaşama geçmeyen, kolayca terk edilebilen hatta tersi yapılan ilkelerle, maddelerle doludur. Bu bakımdan egemen ulusun, devletin basınına, kamuoyuna yapılan açıklamalar daha belirleyicidir. Bu açıklamalarda hep “kardeşlik” ten söz edilmektedir.
Bu arada şu konuyu belirtmem gerekiyor. Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması dile getirilmeye çalışıldığı zaman, “Beşikçi 1920’lerde kalmış, bir türlü ileri gidemiyor” deniyor. Beşikçi ile ilgili eleştiriler arasında bir de bu var.. Bunun haklı bir eleştiri olduğu kanısında değilim. Şöyle bir açıklama yapılabilir: Birinci Dünya Savaşı sürecinde, İngiliz istihbaratıyla Arap lideri Şerif Hüseyin arasında, gizli görüşmeler yapılıyordu. Büyük Britanya Şerif Hüseyin’e büyük bir Arap imparatorluğu vaad ediyordu. Şerif Hüseyin bunun gerçekleşmesi için canla başla çalışıyordu. Osmanlı Devleti’ne karşı Arap ayaklanması bu süreç içinde gerçekleşti. Fakat savaş sonunda, Şerif Hüseyin’e, İngiltere tarafından, daha doğrusu İngiliz Gizli Servisi tarafında vaad edilen büyük Arap imparatorluğu gerçekleşmedi. Bunun yerine, Irak, Ürdün, Filistin, Suriye, Lübnan gibi manda (sömürge) Arap devletleri kuruldu. Şerif Hüseyin’e vaad edilen büyük Arap İmparatorluğunun bir yerinde ileride kurulacak Yahudi devleti için yurt tahsis edildi. Mısır, Sudan, Libya, Tunus, Cezayir, Fas gibi ülkelerde Arap egemenliği değil, Büyük Britanya’nın ve Fransa’nın egemenliği söz konusuydu. Beşikçi durmadan, Şerif Hüseyin’e vaad edilen büyük Arap imparatorluğu neden gerçekleşmedi diye İngiltere’yi eleştirse, sık sık bu konuları gündeme getirse, “Beşikçi 1920’lerde kalmış” denebilir. Böyle bir analiz yok. Çünkü Arapların durumu 1920’lere nazaran çok çok ileridir. Politik, ekonomik, toplumsal, kültürel ve askeri bakımlardan Araplar 1920’lere göre çok ileri bir durumdadır. Basra Körfezinden Fas’a kadar 22 bağımsız Arap devleti vardır. Kısa bir zaman içinde Filistin Arap devletiyle bu 23’e çıkabilir.
Kürtlerin durumu çok geride
Kürtlerin durumuysa, 1920’lere göre çok geridir. Kürtler ve Kürdistan bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Kürtler ve Kürdistan küçücük bir siyasal statüye sahip değildir. Sömürge bile değildir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde şu veya bu şekilde özerk yaşayan Kürtler Cumhuriyet’le birlikte inkar ve imha politikalarının hedefi olmuşlardır. 1910’larda, İstanbul’da, Kürtçe dergi, Kürtçe gazete çıktığını bilen-gören İttihatçılar, Kemalistler, Cumhuriyet döneminde, “Kürtçe diye bir dil yoktur, Kürt diye bir halk yoktur”, “Türkiye’de sadece Türkler etnik haklar isteyebilir, Türk olmayanların tek hakkı vardır, o da Türklere hizmetçi olma hakkıdır” demeye başladılar. 1920’lerin, Milletler Cemiyeti döneminin Kürt sorunu açısından analiz edilmesi bu bakımdan önemlidir. Bu kaçınılmaz bir görev olmalıdır.
O zaman temel sorulardan biri şu olmalıdır. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Irak mandası (sömürgesi) Ürdün, Filistin, Suriye, Lübnan mandaları kurulurken, neden bir Kürdistan mandası kurulmamıştır? Neden Kürdistan mandası kurulmamış ama, Kürtler ve Kürdistan, yeni kurulan Irak ve Suriye mandaları, Türkiye ve İran arasında paylaşılmıştır? Kürtler ve Kürdistan konusunda bu yaşamsal bir soru olmalıdır.
Mandalar, Birinci Dünya Savaşı sonunda, yenilgiye uğrayan Alman İmparatorluğu’nun ve Osmanlı İmparatorluğu’nun (İttifak devletleri) sömürgelerinin, yenen devletlerce (İtilaf devletleri) yani, İngiltere, Fransa ve İtalya tarafından paylaşılmasıyla oluşan yönetimlerdir. Osmanlı Devleti denetimi altındaki topraklarda oluşturulan mandalara A tipi mandalar denirdi. Batı ve Doğu Afrika’daki Alman sömürgelerinin paylaşılmasıyla B tipi mandalar oluşturuldu. Alman Güneybatı Afrika’sı ve Pasifik adalarının oluşturduğu mandalara ise C tipi mandalar deniyordu.
3 Kasım 2008 Pazartesi
******
(3)
Barzani'nin bağımsızlık talebi yerinde
Hasan Bildirici: Kürdistan'ı bölüp parçalayan ve sorunu çözümsüz kılan bir sürü Uluslararası müdahale var. Bunları yukarıda sıraladınız. Bu müdahalelerden sonra, Kürtler üzerinde bir dörtlü tutsaklık zinciri oluştu. Amerika'nın Irak'a müdahalesiyle Saddam rejimi yıkıldı. Fakat buradan da bağımsız ve özgür bir Kürdistan çıkmadı. Belki Kürtler istedi, ama ABD öncülüğündeki uluslararası güçler Türkiye'nin ve Arap ülkelerin isteğini göz önüne alarak Irak'ı yine kilitledi, üç benzemezi veya az benzeyeni; Şii, Sunni ve Kürtleri aynı devlet potası içinde eritme yolunu seçti. Amerika beş yıldır tüm gücünü Irak'ın birliğini ayakta tutmak için harcıyor, ama o da ekonomik kriz eşiğine geldi. Öyle görünüyor ki, Kürdistan'ın dört parçadaki sorunun çözülmesi için, ABD öncülüğündeki Batı güçleri Türkiye, Irak, Suriye ve İran'ı Balkanlara çevirmeden bu işin içinden çıkamayacaklar. Sanki dört parçadaki Kürt sorunu Ortadoğu'daki dünya savaşının zemini haline gelecek. Kürt sorununda hiç kimse henüz asıl kozlarını oynamadı gibi geliyor bana... Siz geleceğin Ortadoğusun'da Kürtlere nasıl bir rol biçiyorsunuz? Amerika'nın Kürt sorununda nihai hedefi ne olabilir?
PKK ve diğer Kürt örgütlerinin Kürdistan için istikrarlı bir talebi olmamıştır
İsmail Beşikçi:Kürtler yakın gelecekleriyle ilgili olarak siyasal taleplerde bulunmak durumundadır. Kültürel talepler, kardeşlik söylemi, Kürtlerin bir şey istediği anlamına gelmiyor. Türkiye, Kürtlerin siyasal isteklerine karşı çıkabilir, isteklerin içini boşaltmaya gayret edebilir, isteklerde bulunanlara baskı uygulayabilir. Bunların belirleyici olduğu kanaatinde değilim. ABD’nin ikircikli davranması, AB’nin Türkiye yanlısı, Kürt karşıtı politikaları da belirleyici değildir. Belirleyici olan Kürtlerin siyasal isteklerini kararlı bir şekilde ileri sürmeleridir. Kürtler derken, birinci planda Kuzey Kürtlerinden söz ettiğim herhalde anlaşılıyordur, ama, Güney Kürtlerini de analize katmak gereği ortaya çıkabiliyor, bu da açık. Kuzey Kürdistan’da, Kürtlerin böyle kararlı, istikrarlı bir siyasal istemi olmamıştır. Ne PKK’nin, ne de PKK dışındaki örgütlerin böyle bir istemi olmamıştır. Kürtler kendileri için bir hak, siyasal bir hak istemiyorlar, daha çok hasımlarını rahatlatacak açıklamalar yapıyorlar. “Kürt devletine gerek yoktur, Kürt devleti en çok Kürtlere zarar verir” gibi… Kürtler barış istediklerini vurguluyorlar, halbuki eşitlik istemeleri, bu istemlere vurgu yapmaları gerekir.
“Kardeşlik” anlayışı, bu istemlerin önüne geçen, bu istemleri boğan bir anlayıştır. Kaldı ki, devlet her zaman, “kardeşlik” ileri süren Kürtlere şunu ima etmeye çalışıyor. “Durmadan kardeşlik deyip duruyorsunuz, o zaman neden büyük ağabeyinizi dinlemiyorsunuz?”
En büyük engel Türkiye Kişi olarak Kürtlerin geleceği konusunda iyimserim. Güney Kürdistan’da Kürt Federe Devleti’nin zamanla ete-kemiğe bürüneceği kanısındayım. Irak, elbette sun’i bir devlettir. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, emperyal Büyük Britanya’nın, girişimleriyle üç benzemez siyasal kategori devletin zorlayıcı baskı araçlarıyla bir arada tutulmaya çalışılmıştır. Bunun sürekli olması, 1920’lerde kurulan bu anti-Kürt statükonun hiç değişmemesi istenmektedir. Arap yaşam biçimiyle Kürt yaşam biçimi, yaşam değerleri birbirinden çok farklıdır. Şii Arapların ve Sünni Arapların yaşam biçimleri, değerleri ve ülküleri birbirine benzeyebilir, ama Kürt yaşam biçimiyle bunların arasındaki fark çok büyüktür. Bugün bu üç benzemezi, bir merkezi otorite bünyesinde tutmaya çalışan yegane güç Türkiye’dir. Kanımca, Irak’ın kendisi bile, örneğin Şii Araplar ayrı bir Kürt devletini makul karşılayabilmektedir. Türkiye, her niyetini, her projesini yaşama geçirmek için yeterli maddi ve politik güce sahip değildir, ama başkalarının niyetlerinin ve projelerinin yaşama geçmesini her zaman engelleyebilir, bu ABD’nin niyetleri ve projeleri de olsa…Ama, Kürtlerin siyasal istemlerini kararlı bir şekilde dile getirmeleri, Kürtlerin doğal haklarına durmadan vurgu yapılması, Kürtlerin, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarının kararlı bir şekilde savunulması Türkiye’nin inkarcı ve imhacı politikalarını aşacak güçtedir.
Barzanin’nin bağımsızlık talebi yerinde Kürdistan Bölge Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’nin, “Kürt Devleti kurmak Kürtlerin doğal hakkıdır”, “Bağımsız Kürdistan doğal hakkımızdır” söyleminin çok değerli olduğunu düşünüyorum. Mesut Barzani’nin bu görüşü zaman zaman dile getirmesi dikkate değer bir durumdur. Bu, gelişigüzel bir düşünce açıklaması, herhangi bir düşünce açıklaması değildir, hukuk tarihinde, siyasal düşünceler tarihinde ve devlet nazariyeleri tarihinde sağlam düşünsel temelleri, sağlam düşünsel dayanakları olan bir görüştür. Doğal olan aynı zamanda doğru olandır. Doğal olana karşı olma, insani olana karşı olma anlamına gelir. Doğal hakkın, doğal hukukun zıddı olan reel hukuktur, yani pozitif hukuktur. Pozitif hukuk, reel hukuk ise, inkarı, imhayı, katliamları soykırımları meşrulaştırmaya çalışan bir hukuktur. Bu iki anlayış arasında derin bir çelişki olduğu açıktır. Kürtlerin kararlı, istikralı tutumları, istemleri bu çelişkileri aşacak, reel hukuk anlayışını deşifre edecek, hükümsüz kılacak güçtedir.
Doğal hukuk, kişinin doğumla birlikte kazandığı, sahip olduğu haklardır. Bu haklar tartışılamaz, dokunulamaz, baskı altına alınamaz, devredilemez, engellenemez haklardır. Kişinin doğal hakları, sadece bireysel hakları kapsamaz, kişilerin bir arada yaşamalarından dolayı ortaya çıkan hakları yani kolektif hakları da kapsar. Buna da halkların, milletlerin hakları denebilir. Hukuk tarihinde, siyasal düşünceler tarihinde Locke, Rousseau ve Kant’ın düşünceleri bu bakımdan önemlidir.
Hukuk tarihinde doğal hukukun, tabii hukukun büyük bir yeri vardır. 1689 İngiliz Yurttaşlık Hakları Bildirisi, 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirisi, 1789 Fransız İnsan Hakları Bildirisi, 1948 Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirisi, doğal hak, doğal hukuk anlayışının yaşama geçmiş pratikleridir. Bu anlayış şüphesiz Kürtleri de özgürleştirecektir. Mesut Barzani’nin bu yoldaki açıklamaları dikkate değerdir.
Devletin, özgürlükleri kısıtlayıcı bir siyasal yapı olduğu söylenebilir. Fakat çok ağır mağduriyetler, yoksunluklar yaşayan , darmadağın edilmiş, kendilerini değil hep başkalarını yaşamış Kürtler için, kendileri için değil, hep başkaları için yaşamış Kürtler için, devletin gerekli olduğu şüphesizdir. Derlenip toparlanabilmek için bu kaçınılmaz bir gerekliliktir.
Kürtlerin malları yağma edilecek “Bir arada yaşamak”tan, “et-tırnak gibi birlikte olmak”tan, “kardeşlik”ten söz ederken, 30 Eylül 2008 tarihinde, Balıkesir’in Altınova beldesinde cereyan eden olayları da dikkatlerden uzak tutmamak gerekir. Bu olaylar sırasında, Kürtler, Kürtlerin işyerleri ve evleri saldırıya uğramış, onlarca ev, işyeri yakılmış yıkılmıştır. Market sahibi bir Kürt, bir tır dolusu malının yağmalandığını, tahrip edildiğini anlatıyordu. 30 Eylül’ün Ramazan Bayramı’nın ilk günü olduğunu da hatırlamak gerekir. Ertesi gün yani 1 Ekim 2008 de, Altınova’da, Kürtlerin aleyhine yürüyüş ve mitingler gerçekleşti. Yürüyüşlere ve mitinglere katılanlar, “Altınova bizimdir, bizim kalacaktır” sloganını içeren pankartlar taşıyorlardı ve bu sloganı sık sık bağırıyorlardı. Bu, ne anlama geliyor? Altınova’da yaşayan Kürtlerin, uzun zamandır orada yaşadıkları dile getiriliyor. 30 yıla yaklaşık bir zamandır orada yaşayan aileler var. Demek ki Kürtler iş kurmuşlar, ev-işyeri sahibi olmuşlar, toprak satın almışlar. Buysa, orada yaşayan Türk kökenli, Balkan kökenli ailelerin gözüne geliyor. Demek ki, Kürtleri rahatsız edip, huzursuz edip oradan kaçırtmanın, orayı terk ettirmenin yolları aranıyor. Kürtler oradan kaçırtıldığı zaman, şu veya bu şekilde oradan uzaklaştırıldığı zaman topraklarına, mallarına-mülklerine el konulacak. Kütlerin malları-mülkleri yağma edilecek…
İnternette, google’da, 2 Ekim 1908 tarihli haberler çok dikkat çekiciydi. Google’un Altınova maddesinde. “doğu kökenliler” den, “doğu kökenlilere yapılan saldırılar”dan söz ediliyordu. “Doğu kökenliler” kavramı haberlerde, haber yorumlarda sık sık kullanılıyordu. Bir okuyucu “Doğu kökenliler” kavramının kullanılmasına şu şekilde itiraz ediyor. “Doğu kökenliler, doğu kökenleler deyip duruyorsunuz. Altınova halkını bize karşı kışkırtıyorsunuz. Ben de doğu kökenliyim, Erzurumluyum ama Türküm. Doğu kökenliler derken bizi hedef gösteriyorsunuz. Doğu kökenliler yerine Kürt sözünü kullanın, böylece hedef kitleyi daha iyi belirlemiş olursunuz.” Balıkesir Valisi Kürtlere saldırıları doğal karşılamış, Demokratik Toplum Partisi milletvekillerinin şehre girmesine engel olmuştu. Gazetecilerin konuşmaya çalıştığı bazı Kürtler de, “abartmayın bu geçici bir olaydır” diyorlardı. Bu Kürtler, “kardeşlik” söylemine fazla inanmış olacaklar. Hem dayak yemişler, hem de “abartmayın” diyorlar.
Kürdistan’daki köklerden kopmak yanlıştır, tapular bir anlam ifade etmeyebilir Bu, Kürtlerin, dört bir taraftan, çok ağır saldırılarla, kışkırtmalarla karı karşıya olan bir zeminde yaşadıklarını göstermektedir. Bu tür saldırıların Hadırlı’da, (Adana, Seyhan ilçesi), Ödemiş’te, Denizli’de, Datça’da, Manisa ‘da vs. de de gerçekleştiği biliniyor. Burada, Kürtlerin bir yanlışına da değinmek gerekir. Kürdistan’daki bütün malını-mülkünü, taşınmazlarını satıp batı illerine yerleşmek, Kürdistan’daki kökünü tamamen koparmak yanlıştır. Batı’da güvenli bir yaşam yoktur. Türk iş sahipleri artık Kürtlere kolay kolay iş vermemektedir. Aileler evlerini Kürtlere kiraya vermemeye çalışmaktadır. Batı’da edinilmiş mal-mülk için de güvenli bir gelecek yoktur. Yağma ve talan zihniyeti karşısında tapular hiçbir şey ifade etmeyebilir. Yukarıda dile getirmeye çalıştığım market sahibinin PKK ile falan bir ilişkisi yok. Kürtlükle bile ilişkisi kalmamış. Hatta bunlara karşı…Fakat devletin konudaki tavrı şudur: “Sen Kürt olduğunu unutmuş olabilirsin, ama ben unutmam. Şimdi benim için bir tehdit unsuru olmayabilirsin, ama ileride …? Son yıllarda, gerillaya yeni katılımlardan söz ediliyor. Bu katılımların Kürdistan’dan çok Batı illerinden ve Avrupa’dan gerçekleştirilmesi büyük bir olasılıktır
Ege ve Marmara bölgelerine şu veya bu nedenlerle yerleşmiş Kürtlerle bu yörelerde yüz yıla yakın bir zamandır oturan Türklerin siyasal kültürü ve beklentileri arasında çok büyük farklar vardır. Kürtler devletin demokratikleşmesini, insan haklarına riayet etmesini, insan hakları anlayışının güçlenmesini istemektedirler. Bu yörelerde oturan Türklerin ise insan hakları diye bir sorunu yoktur. Bunların önemli bir kısmı devletin otoriter olmasını, totaliter olmasını istemektedir. Otoriter, totaliter devletin kendilerine daha iyi hizmet edeceği kanısındadır. Bu Türk kitlelerin büyük kısmı 1912’de Balkan yenilgisinden sonra, Balkanlardan Anadolu’ya göçenler olduğu biliniyor. Bunların bir kısmı 1915’deki Ermeni soykırımına da katılmış olabilir. Göçertilen Rumlardan ve Ermenilerden kalan taşınmazların önemli bir kısmının da bu insanlara, bu ailelere verildiği yine bilinen bir durumdur. Kürtlerin geleceğe ilişkin beklentileriyle bu Türk kitlelerin geleceğe ilişkin beklentilerinin çok zıt olduğu açıktır. Bu nedenlerle, “bir arada yaşama” artık, Kürtler için gittikçe zorlaşmaktadır. Bu, nüfus yoğunluğu az olan mahallerde, beldelerde özellikle böyledir.
6 Kasım 2008 Perşembe
*****
(4)
Kürtler fiili olarak kazanacaktır
Hasan Bildirici: Türklerle Kürtlerin bir arada yaşaması zorlaşıyor diyorsunuz. Bu görüşü doğrulayan bir çok örnek var bir önceki cevap içinde. Bir zamanlar bu topraklarda Rumlar ve Ermeniler de vardı. Bugün Kürtlere yapılanların aynısı geçmişte onlara da yapılmıştı. Bu demektir ki, Türk ırkçılığına dayalı devlet sisteminin böyle bir özelliği var. Nüfusla birlikte şehirleri, kasabaları, köyleri ve mülkiyeti de Türkleştirmek... Bun da en çok da Türklük iddiasında olan göçmenleri kullanıyor. Göçmenlik arayıştır, alan edinmek için yerlilerden daha atılgan ve fanatik davranmaktır. Hele bu Türk göçmenler için daha çok böyledir. Türkiye’nin dört bir tarafındaki ırkçı saldırılara rağmen Kürt siyasetçileri ve aydınları çok iyimser. Belirttiğiniz gibi hala kardeşlikten söz ediyorlar... Bu durum bana biraz, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar bize saldırmaz diyen Rusların durumunu hatırlatıyor. Hitler birlikleri öyle ani bir saldırılar başlatmışlardı ki, binlerce kilometrelik alandaki Rus askerleri ve silahları bir santim bile kıpırdamadan yerle bir olmuştu. Bir gün sanırım Kürtler Türk ırkçılığı karşısındaki iyimserliğin bedelini ağır ödemek durumuyla karşı karşıya kalabilirler. Batı illerindeki servetlerini kaybettiklerinde, Kürdistan yoksulluğu onları ne kadar sarıp sarmalayabilir?.. Aslın da bunun da cevabını vermişsiniz. Kürtlerin Kürdistan’dan kopmaması ve batı illerindeki varlıklarına çok umut bağlamamaları gerekir diyorsunuz. O zaman şöyle bir soru çıkaralım buradan: Türk devletinin Kürt sorununu çözme niyet ve yeteneği yok. Hiçbir zaman da olmayacak. Yani Kürt sorununu uluslar arası koşullar mı çözecek artık? Türk sisteminin çözüm güç ve niyetinden Kürtler kesinlikle umut kesmelidir diyebilir miyiz?
Kürtlerin kazanımları fiili kazanımlar olacaktır
İsmail Beşikçi:Türk devletinin Kürt sorununu çözme niyeti yok. Niyet olmadığı için bu konuda yetenek geliştirmesi de söz konusu değil. Kürtlerin kazanımları fiili kazanımlar olacaktır. 20-25 yıl öncesini düşünelim. Kürtler ve Kürtçe inkar ediliyordu. Kürtler, Türk; Kürtçe, Türk dilinin ilkel bir şivesi sayılıyordu. Aksini iddia etmek, yazmak, konuşmak çok ağır idari ve cezai yaptırımlar getiriyordu. Ama gerilla mücadelesi sürecinde, devlet artık bu tür iddialarda bulunamıyor. Kürtler artık fiilen kabul ediliyor. Bu artık, fiili bir kazanımdır. Devlet artık, bu tür yazıları, konuşmaları, iddiaları görmezlikten, duymazlıktan gelmektedir. Yine bu mücadelenin bir aşamasında, Ekim 1991 de, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, “Kürt realitesini tanıyoruz” demişti. Süleyman Demirel bunu sadece bir defa söylemiş olsa da, bu sözün bu kabulün gereklerini hiç yerine getirmemiş olsa da, bunun, Kürt-Türk ilişkilerinde önemli bir dönüm noktası olduğu söylenebilir. Mücadelenin boyutlanması ise fiili kazanımı daha da güçlendirmiştir.
Türk devleti Kürtlerle masaya oturmaz
Devletin Kürtlerle, Kürtlerin temsilcileriyle masaya oturması, soruna birlikte çözüm aranması mümkün görünmemektedir, kanısındayım. Çünkü, Kürtler, dünyada bir eşi daha bulunmayan inkarcı, imhacı ve ırkçı bir politika ile, sistematik bir uygulamayla karşı karşıyadır. Bir Kürt’ün kendisine “Kürdüm” demesini devlet, Türlüğe hakaret, devlete hakaret olarak algılamaktadır. Dünyanın başka bir yerinde, ulusal kurtuluş mücadelelerinde, toplumsal mücadelelerde, Kürt-Türk ilişkilerindeki bu inkarcı duruma rastlamak mümkün değildir. Bu ifadenin bir abartma olarak değerlendirilmemesi gerekir. Bu bakımdan, Kürtlerin kazanımları fiili kazanımlar olacaktır. Bu da başta Kürt diline sahip çıkmak, Kürtçe’yi işlevsel bir hale getirmekle mümkün olacaktır. En sağlıklı çözüm arayışı Kürtçe’ye sahip çıkmaktır. Daha ileri çözümlere yol açacak tek yol budur. Geçen yıl Diyarbakır’da, Sur Belediyesi çok dillilik çalışmalarından dolayı, idari ve cezai yaptırımlarla karşı karşıya kaldı. Belediye Başkanı görevden alındı. Kürtlerin yönettiği bu tür belediyeler çoğaldığı zaman, çok dillilik benzeri çalışmalar çoğaldığı zaman bu hak da fiilen kazanılma yoluna girebilir. Bu tür çalışmalarından dolayı, başka belediyeler de idari ve cezai yaptırımlarla karşı karşıya kalabilir. Ama, Diyarbakır’da, Mardin’de, Van’da, Hakkari’de, Muş’ta, Bitlis’te, Ağrı’da, Batman’da, Bingöl’de vs. bu girişimler çoğaldığı zaman, sivil itaatsizlik eylemleri geliştiği zaman, devletin bu süreçte davalarla baş etmesi zorlaşacaktır. Devletin bütün engellemelerine rağmen, fiilen kazanılmış bir hak, daha sağlam, daha kalıcı olmaktadır.
Mahalli idarelerde, örneğin belediyelerde, Kürtlerin ağır basmasının çok önemli olduğu kanısındayım Hasan. Bunun, Ankara’da, TBMM’de Kürtlerin temsil edilmesinden daha önemli olduğunu düşünüyorum. Bunun için belediye seçimlerine önem vermek, iyi hazırlanmak gerekir .
Dış güçler çözüm sağlayamaz
Dış güçlerin, örneğin, uluslar arası kurumların Kürt sorununu çözmek için girişim başlatması kanımca olası görünmemektedir. Bu, doğru da değildir. Bu, uluslar arası kurumların anti-Kürt yapılarıyla yakından ilgilidir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Milletler Cemiyeti’de, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Birleşmiş Milletler de anti-Kürt bir yapıya sahiptir. Milletler Cemiyeti döneminde kurulan statüko, Birleşmiş Milletler döneminde daha da olumsuz bir yapıya büründürülerek korunmaktadır. Birleşmiş Milletler, Milletler Cemiyeti döneminden gelen birçok olumsuz yapıyı düzeltmiş, değiştirmiştir. Ama, Ortadoğu’nun ortasında kurulun statüko, yani Kürdistan’a yönelik statüko değiştirilmemiştir, aynen korunmaktadır. Öte yandan, Kürtlerin bu yoldaki söylemleri de sağlıklı değildir. “Bir şey istemiyoruz, sınır çizmek, bayrak vs. düşünmüyoruz, kardeşçe bir arada yaşamak istiyoruz” söylemleri uluslar arası kurumları, uluslararası güçleri Kürtlerin lehine harekete geçirmez.
Türk devleti ırkçıdır
Dikkat edersen, Türk devleti için, inkarcı, imhacı sıfatları yananda, ırkçı sıfatını da kullandım değerli Hasan. “Irk devleti” diyerek sen de bu kavramı kullanıyorsun ve çok isabetli kullanıyorsun. Burada, bu kavramla ilgili küçük bir açıklama ve değerlendirme yapma gereğini duyuyorum. Türk düşüncesi, Türk aydını, devletin, ırkçı olmadığını ısrarla ileri sürerler. “Irkçı devlet asli tebaası, yani asli uyruğu saydığı insanlarla ‘ötekiler’ arasına, asli uyruğu ile daha ‘düşük’ dediği ‘ırklar’ arasına aşılmaz duvarlar koyar. Böylece ‘ötekiler’in, asli uyruğu ile karışmasını önler. Türkiye’deyse böyle bir durum yoktur. Bilakis halkların birbirine karışması teşvik edilir.” denir. Bu çok yaygın bir görüştür. Türk sağı, Türk solu, Türk liberali, Türk siyasal İslamı bu görüşü yoğun bir şekilde destekler. Üniversite, yargı gibi devletin temel kurumları, basın, sendikalar, siyasal partiler, genel olarak sivil toplum kurumları, yine bu görüşü destekleyen tavır ve davranışlar sergiler. Bu oturmuş, geçerli, toplumda çok büyük kabul görmüş düşünceyi irdelemekte yarar vardır.
1960’larda, 1970’lerde. 1980’lerde, Güney Afrika için, “dünyanın en ırkçı devleti denirdi. Burada beyaz yönetim yerlilere şöyle söylüyordu: “Sizin renginiz siyah. Siz bizim içimize, beyazların içine karışmayın. Sizin mahalleleriniz, okullarınız, hastaneleriniz, parklarınız, otelleriniz, plajlarınız, eğlence yerleriniz ayrı olsun.” Bunun için “Bantustan” denen, dikenli tellerle çevrili çok geniş alanlar kurmuşlardı. Yerliler buralarda yaşıyorlardı. Ama özerkliklerini koruyarak yaşıyorlardı. Dikenli tellerle çevrili bu geniş alanlarda fiziki altyapı çok yetersizdi. Su, elektrik sık sık kesilirdi. Kanalizasyon sistemi çok olumsuzdu. Yollar, okullar, hastaneler, konutlar pek çok olumsuzluk içeriyordu. Fakat buralarda yerliler özekliklerin koruyarak, kendileri olarak yaşıyorlardı. Beyazlarla yerliler arasında aşılmaz duvarlar vardı. Buna Apartheid sistemi deniyordu.
1950’lerde, 1960’larda, 1970’lerde, ABD’de de benzer bir sistem vardı. Zenciler, beyazların girip çıktığı kahvehanelere giremezlerdi. Zencilerin çocukları beyazların çocuklarının devam ettiği okullara alınmazlardı. Beyazlarla zenciler arasındaki duvarlar aşılmazdı.
1990’larda ne oldu? Güney Afrika’da, yerlilerin kararlı mücadelesi sonunda, Afrika Ulusal Kongresi Lideri Nelson Mandela, cezaevinden çıkarıldı. 1994 yapılan seçimler sonunda Cumhurbaşkanı oldu. Nelson Mandela’yı 27 yıl cezaevinde tutan beyaz yönetimin lideri De Klerk cumhurbaşkanı yardımcılığına, Nelson Mandela’nın yardımcılığına getirildi. Dikenli tellerle çevrili, Bantustan denilen ve fiziki alt yapısı çok olumsuz alanlarda yaşayan, fakat kendileri olarak ve özerkliklerini koruyarak yaşayan yerliler başarıya ulaşmışlardı. Burada, “dünyanın en ırkçı devleti” denilen yerde, resmi görüşün nasıl esnek olduğuna da dikkat etmek gerekir. Afrika Ulasal Kongresi Lideri Nelson Mandela’yı 27 yıl cezaevinde tutan yönetimin, 1994’den sonra, O’nun yardımcılığını kabul etmesini, başka türlü nasıl değerlendirmek gerekir? 1960’llarda, 1970, lerde, 1980’lerde, Afrika Ulusal Kongresi’nin terörist bir örgüt, Nelson Mandela’nın da bir terörist olarak kabul edildiği biliniyor.
Türkiye’de durum nasıl? Kürtlerin yaşantılarında, beklentilerinde bir değişiklik oldu mu? İnkarcı, imhacı ve ırkçı görüşler hala, Türk siyasal hayatının temel görüşleridir. Kürtlere söylenen şudur: “Türklüğün değerlerini kabul edersen, Kürtlükten tamamen koparsan, örneğin Türkçe öğrenir konuşursan, Kürtçe’yi kamu hayatının tamamen dışına atarsan, kapılar sana açıktır. Türklüğün değerlerini kabul ederek, bu değerleri yaşayarak kamu yönetiminin bütün alanlarında görev alabilirsin, kamu yönetiminde, devlet bürokrasisinde yükselebilirsin. Kendi özel işini kurup geliştirebilirsin. Ama, Kürt kalarak, Kürtlüğün değerlerini koruyarak, bunlar için mücadele ederek hiçbir kazanç elde edemezsin.” Bu bakımdan bu söylemi, aslında bir dayatma olarak kabul etmek gerekir. Türk düşüncesi, Türk aydını, devletin ırkçı olmadığını, birlikte yaşamanın söz konusu olduğunu, Kürtlerin, Türklerin birbirine karıştığını söylüyor ama, bunun temel koşulundan söz etmiyor. Daha açık bir ifadeyle Kürtlere dayatılan şudur: “Sen benimle birlikte yaşayacaksın, ama bana benzeyerek yaşayacaksın. O ilkel dili, o ilkel değerleri unutacaksın. Başka seçeneğin yoktur.” Türkiye’de hızla değişen bir toplum hiç değişmeyen bir resmi ideoloji ile yönetiliyor. Soruların temel kaynağı budur.
Türk ırkçılığı ağır bir ırkçılıktır
Kişi olarak, “sen benimle birlikte yaşayacaksın, ama bana benzeyerek yaşayacaksın, o ilkel dili, değerleri unutacaksın, başka seçeneğin yok” ırkçılığının, “sen benim dışımda yaşa, benim içime karışma” ırkçılığına göre çok daha ağır, çok daha çürütücü olduğunu düşünüyorum. Çünkü yerliler,”dünyanın en ırkçı devleti” denen yerde, “kendileri” olarak yaşamışlar, “kendileri” olarak mücadele etmişler, başarıya ulaşmışlardır. Kürtler ise “kendileri” olarak değil, hep devletin istediği biçimde, egemen devlet için yaşamışlar, “kendileri” olarak hiçbir şeyin, hiçbir değerin sahibi olamamışlardır. Kürt değerleri bu süreçte çürümeye yüz tutmuştur. Halbuki doğal olan, insani olan, doğru olan kişilerin, toplumların, “kendileri” olarak yaşamalarıdır. İnsani olan, doğal olan, doğru olan budur.
Kürtlerin Türklerin için karışması neden isteniyor? Elbette asimilasyon için. Kürtlerin Türklüğe asimilasyonu, devletin, Cumhuriyet’in, temel politikalarından biridir. Devlet, Kürtlerin asimilasyonunu sağlayabilmek için ekonomik, politik, toplumsal, kültürel her önlemi almakta, uygulamaktadır. Bulgaristan’daki Türklerin, Batı Trakya’da ki, Kerkük’deki Türklerin, Kuzey Kıbrıs’taki, Kosova’daki Türklerin, Almanya’daki Türk işçilerinin asimilasyonuna kaşı çıkan devlet, Kürtlerin Türklüğe asimilasyonunu gerçekleştirmek için yoğun bir çaba içindedir.
“Kendileri” olarak yaşamanın nasıl değerli olduğunu, Türk düşüncesi, Türk aydını, 1985-1988 arasında, Bulgaristan’da, isim değiştirme sürecinde göstermiştir. Bu yıllarda, Bulgaristan yönetimi, orada yaşayan Türklere, Türk azınlığa, “eğer Türk ismini bırakıp Bulgar ismi alırsanız yaşamınız kolaylaşır. Bulgaristan Komünist Partisi’nde ve Bulgaristan devlet yönetiminde yer alır, bu yönetimlerde yükselme olanakları bulursunuz. Aksi halde, Bulgaristan’daki yaşamınız çok zorlaşır” diyorlardı. Bulgaristan yönetiminin Türk azınlığa bu dayatması, başta Cumhurbaşkanlığı, TBMM, Başbakanlık, hükümet, kamu yönetimi olmak üzere, basın tarafından, üniversite ve yargı organları tarafından, siyasal partiler, işçi ve işveren sendikaları, sivil toplum kurumları tarafından, dinsel kurumlar ve spor kurumları tarafından… yoğun bir şekilde eleştirilmişti. Bulgaristan yönetimi ırkçılık ve sömürgecilik yapmakla, emperyalist olmakla, gericilikle ve çağdışı olmakla suçlanmıştı. Uluslar arası kurumlardan, bu yönde harekete geçip Bulgaristan yönetimini eleştirmeleri ve uygulamalarından geri adım atmasının sağlanması istenmişti. İkili ilişkiler çerçevesinde, Türkiye’deki her kurum, muadili kurumla ilişkiye giriyor, Bulgaristan yönetiminin eleştirilmesini ve bu çağdışı uygulamayı bırakması için baskı yapmasını istiyordu. Bu süreçte, “kendileri” olarak yaşamanın ne kadar değerli olduğu açıkça anlaşılıyor.
Türkler kendileri için istedikleri hiç biri şeyi Kürde layık görmüyorlar
Buradan hareketle Türk ırkçılığının başka bir özelliğini daha görüyoruz. Milli değerlere sahip olmak, örneğin anadili özgürce kullanmak Türkler için çok değerli. Türkler, bunu her yerde, her koşulda istiyorlar, savunuyorlar. Fakat Türkler, kendilerin layık gördükleri, kendileri için istedikleri bu değerleri başkaları için örneğin Kürtler için layık görmüyorlar, Kürtleri için istemiyorlar. Kendinize layık gördüğünüz, kendiniz için istediğiniz bazı şeyleri başkaları için istemiyorsanız, başkalarına layık görmüyorsanız, başkalarını o değerlere sahip olmak için, o değerlere kavuşmak için yaptıkları mücadeleyi bastırmaya çalışıyorsanız, bu düşüncede, bu eylemde ve bu niyetlerde ırkçılık var demektir. Türk devlet ve hükümet yöneticileri, TBMM, hükümet, kamu yönetimi, üniversite, yargı organları, Türk siyasal partileri, işçi sendikaları, sivil toplum örgütlerinin çok büyük bir kısmı, Türk din kurumları, Türk spor kuruluşları vs. örneğin Bulgaristan’daki Türkler için istedikleri hakları Kürtleri için layık görmüyor, Kürtler için istemiyor. Kürtlerin bu doğrultuda yaptıkları mücadeleye karşı duruyor. İşte ırkçılık budur. Kaldı ki, Bulgaristan’daki Türklerin konumlarıyla, Ortadoğu’daki örneğin Türkiye’deki Kürtlerin konumları çok farklıdır. Kürtler, binlerce yıldır kendi toprakları üzerinde yaşamaktadır. Bulgaristan’daki Türkler ise, Bulgaristan’ın Osmanlılar tarafından fethinden sonra, yani 1376-1387 yılları arasında, Anadolu’dan kaldırılarak, oraya yerleştirilen Türklerdir. Oğuz boylarının Ortasya’dan Anadolu’ya akınlarının ise, onbirinci yüzyılın ortaları olduğu bilinmektedir. Bu gelişmelerde şu sonucun vurgulanması da önemlidir. Bulgaristan yönetimi sözü edilen bu uygulamayı ta, 1988 yılında bırakmıştır. Bugün oradaki Türkler, Türk azınlığı, kendi siyasal partileriyle, Haklar ve Özgürlükler Partisi’yle Bulgaristan hükümetinde yer almaktadır. Türkiye’deyse, şunca fedakar ve vefakar mücadeleye rağmen, Kürt, Kürtçe gibi adlar bile kabul edilmemiştir. Örneğin, Kürtçe yerine, “Türkçe’den başka diller, mahalli diller”, “Kürdistan Bölgesel Yönetimi” yerine, Kuzey Irak’taki oluşum” denilmektedir.
Bu ilişkilerin başka bir boyutu daha vardır. Türk düşüncesinde, “Türklerin başka halkları yönetmesi” gibi bir boyut da vardır. Türkler, kendilerini üstün görüyorlar, başka halkları yönetmek gibi bir beceriye sahip olduklarını söylüyorlar. Türkler bunu ilahi bir hak olarak algılıyorlar. Türk sağında, muhafazakar düşüncede bu çok yaygın, daha belirgin bir şekilde ifade ediliyor. Bu arada, Kürtlerin “düşük” bir ırktan geldikleri, bu bakımdan kendi kendilerini yönetemediklerini, Kürtleri hep başlarının, Arapların, Farsların, Türklerin vs. yönettiğini söylüyorlar. Bunlar elbette ırkçı niyetler, ırkçı düşüncelerdir. Irkçılık daha başka nasıl ifade edilebilir?
9 Kasım 2008 Pazar
*******
(5)
Öcalan niye devlet istemiyor!
Hasan Bildirici: Bugün çözüm isteyen Kürt sorununun vardığı boyutla, Kuzey Kürdistan’daki parti ve örgütlerin bunu karşılamadaki kapasitesini nasıl değerlendiriyorsunuz? PKK çizgisi bu süreci başka bir noktaya taşıyabilir mi? Kürt sorununda tartışmaların ve gücün odağında PKK olduğu için bu soruyu sordum. Tüm eleştiri ve talep düşüklüğüne rağmen Kürt halkı PKK’de ısrar ediyor. Peki PKK ısrarı karşılayabiliyor mu?
İsmail Beşikçi: Kürt sorununun geldiği aşamada, parti ve örgütlerin sorunu karşılamadaki durumları nedir? Bugün Kürt sorununda tartışmaların ve gücün odağında PKK vardır. PKK deyince Abdullah Öcalan’ın konumunun değerlendirilmesinde, düşüncelerine bakılmasında yarar vardır. Öcalan devlete karşıyım diyor
Abdullah Öcalan, 17 Eylül 2008 tarihli avukat görüşmesinde, “Ben özgür bireyim, devlet kurumuna karşıyım, çünkü devlet bir baskı aracıdır” diyor. “Benim devlet kurmakla işim yok” diyor. Görüşme notlarında devlet karşıtlığı ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Öcalan’ın bu görüşlerini sık sık dile getirdiği de biliniyor. İster köleci, ister feodal olsun, ister kapitalist, ister sosyalist/komünist olsun, devletler belirli bir baskıyı bünyelerinde taşırlar. Bu çok açık.
Teorik olarak devletin egemen sınıfın baskı aracı olmasıyla, devletin, her gün, her an somut olarak yaşanan baskısı arasında fark vardır. Bu konunun irdelenmesi gerekir.
Özgür birey nasıl oluşur? Örneğin Türkiye Cumhuriyeti’ne bakalım. İran İslam Cumhuriyeti’ne, Saddam Hüseyin dönemi Irak Cumhuriyeti’ne, Suriye Cumhuriyeti’ne bakalım. Bu cumhuriyetlerde, Kürtlere, Kürt toplumu olma özelliklerine çok yoğun baskılar var. 1988 Mart’ında, Halepçe’de, Kürtlere soykırım yapıldığı açık bir gerçektir. Halepçe’den önce, hangi gazın daha öldürücü, hangi gazın daha çok kitlesel ölümlere sebep olduğu konusunda deneyler yapılmıştır. Burada laboratuar yine Kürt köyleriydi, cezaevlerinde Kürtlerdi, sırf bu deneyler için kaçırılan Kürtlerdi. Devletin somut olarak Kürtlere nasıl baskı yaptığı ortadadır. Teorik olarak, devlet baskı aracıdır diyerek devlet kurumuna karşı çıkmak başka şeydir, somut olarak, insanlara, kitlelere her an baskı yapan, baskıyı tırmandıran, insanları, kitleleri korkutmaya, yıldırmaya çalışan devlete, içinde yaşadığımız devlete, bu devletin baskılarına karşı olmak başkadır.
Türkiye’de de Kürtlere karşı çok yoğun baskılar vardır. Devlet terörü durmadan tırmandırılmaktadır. 18 bin civarında “faili meçhul” denen cinayet vardır. Binlerce köyün yakılıp yıkılması söz konusudur. Temel geçim kaynaklarının tahribi, milyonlarca insanın, onbinlerce ailenin yerini-yurdunu terke zorlanması, ormanların yakılması, devlet terörünün her zaman yaşanan göstergeleridir. Devlet denildiği zaman bu iki baskının ayrı ayrı kategoriler olduğu dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. Biri teorik bir baskıdır, “devlet egemen sınıfın baskı aracıdır” denir. Öbürü, her gün her an yaşanan somut, fiili bir baskıdır. Özgür birey nasıl belirir? İnsan bu somut baskılara karşı durarak özgürleşir. Somut baskılara karşı duran bireyin, bu tür baskılardan uzak kalacağı, azade kalacağı kendi yönetimin kurmanın yolunu-yordamını aramaya çalışması da sürecin farklı bir boyutudur. . Güney Kürdistan’da, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni düşünelim. Saddam Hüseyin döneminde, Kürtlere yapılan baskılarla, Bölgesel Kürt yönetimi’nin baskısı aynı şey midir? Bu örneğin bilince çıkarılmasında ve irdelenmesinde yarar vardır.
Öcalan’nın Kürtlere baskı yapan devlete karşı bir sözü yok
Abdullah Öcalan ise, devlet kurumuna karşı olduğunu sık sık dile getiriyor ama, somut devlete, Kürtlere her gün her an baskı yapan devlete karşı olduğuna dair bir sözü yok. 24 Ekim 2008 tarihli görüşme notlarında, Öcalan, “Ben savunmalarımda Cumhuriyet ve Türkiye aleyhinde bir şey söylemedim” diyor. Aslında yukarıda kısaca belirtilen sistematik baskılardan dolayı devleti eleştirmesi gerekmez mi? Öte andan Öcalan’ın Türk, Arap ve Fars devletleriyle bir sorunu yok. O sadece Kürtlerin bir devlete sahip olmasını istemiyor. Bu da zaten, başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere, İran, Irak, Suriye devletlerinin görüşüdür. Cezaevinde, devletin çok sıkı denetimi altında tutulan PKK liderinin, örgütünü yönetmesi, Kürtlerin önünü kesmeye çalışması yanlıştır. Bu, ahlaki bakımdan da yanlıştır. Abdullah Öcalan, örneğin Filistinlilere şöyle diyor mu? “Ne diye ayrı devlet peşinde koşuyorsunuz, Musevilerle kardeş kardeş yaşayın.” Veya Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne, Kıbrıs Türklerine şöyle diyor mu? “Devlet gericiliktir. Ne diye ayrı bir devlet olarak tanınmak istiyorsunuz, Rumlarla bir arada yaşayın…” Böyle demiyor. Bunu sadece Kürtlere söylüyor.
“Devlet gericiliktir, sakın yanaşmayın” diyor. Ancak devletin fiili olarak yaşanan baskılarına hiç sözü yok.
Abdullah Öcalan, 24 Ekim 2008 tarihli avukat görüşmesinde, milliyetçiliğe karşı olduğunu da vurguluyor. “Ben her türlü milliyetçiliğe karşıyım. Türk, Kürt, Arap, Fars,Alman milliyetçiliği fark etmez. Hepsine karşıyım., her türlü milliyetçiliği lanetliyorum” diyor.
Kürtlerin, Türk, Arap, Fars, Alman milliyetçiliği ile Kürt milliyetçiliğini aynı kefeye koymaları bana çok şaşırtıcı gelmektedir. Kürtler için Türk milliyetçiliği, elbette olumsuzdur. Çünkü, diliyle, kültürüyle Kürtleri tarihten silmek istiyor, Kürtlerin kökünü kazımak istiyor. Kütler için Arap Milliyetçiliği elbette kötüdür. Çünkü, soykırıma varan operasyonlarla Kürtleri yok etmek istiyor. Kürtlerin bu saldırgan milliyetçiliklere, ırkçılıklara karşı kendini koruması, diline, kültürüne sahip çıkması neden kötü olsun? Hatta, bu saldırgan milliyetçiliklere, ırkçılıklara karşı direnme, kendi köküne yönelme gerekli değil midir? Kürt milliyetçiliği bundan başka nedir? Kürt milliyetçiliği ile, Kürt yurtseverliği kanımca aynı şeydir. “Bir Kürt dünyaya bedeldir” diyen, Kürtleri, Arapları, Farsları Kürtleştirmeye çalışan, Kürtleşmeyenleri idari ve cezai yaptırmalarla yıldırmaya çalışan, cezaevlerine dolduran, imha operasyonları uygulayan Kürt otoriteleri mi var? Olmadığı biliniyor. O halde, Kürt milliyetçiliğini, Türk, Arap, Fars milliyetçilikleri ele aynı kefeye koymak yanlış değil midir? Kürtleri ve Kürdistan’ı müştereken baskı altında tutan devletlerin engellemek istedikleri esas süreç de Kürtlerdeki bu milliyetçi gelişmelerdir. Kürt diline, Kürt kültürüne neden sıkı yasaklar getiriliyor? Bu durum karşısında, Kürtlerin biraz milli duyguya sahip olmaları, milliyetçi olmaları gerekmez mi?
Ben Kürt milliyetçisi değilim demek bir zaaftır
Kürtlerin önemli bir kısmı, özellikle de okur-yazar olanlar, “ben milliyetçi değilim, devrimciyim, enternasyonalistim” demektedir. Bir satır Kürtçe konuşamayan, ülkesinin adını bile söyleyemeyen bu insanların, “ben milliyetçi değilim, devrimciyim, enternasyonalistim” demeleri insani bir zaaf olmalı…Kendisi olmayan, kendinden kaçan, egemen ulusun dilini ve kültürünü yaşayanların devrimciliğinin, enternasyonalizminin kime hayrı dokunur? Kendisine hayrı olmayanların, devrimciliğe, enternasyonalizme nasıl bir hayrı, yararı dokunabilir? Ama, bu sözlerin, bu tutumun, Kürtleri müştereken baskı altında tutan devletlere yararı çok büyüktür.
Çatışmalarda, asker kaybı olduğu zaman, batı ve Orta Anadolu’da, şehirlerde, beldelerde Kürtler linç edilmeye kalkışılmaktadır. Çarşıda, pazarda, kahvehanelerde Kürtler baskı görmektedir. Çarşıda, pazarda, inşaatlarda Kütçe konuşan kişiler Türkleri tahrik etmiş olmakta, galeyana getirmektedir. Mevsimlik fındık işçileri Karadeniz yörelerinde çok ağır hakaretlerle aşağılamalarla karşılaşmaktadır. Yaşanan olaylar bu kadar açıkken, Kürt milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliği nasıl aynı kefeye konabilir? Batı ve Orta Anadolu şehirlerinde, Kürtlere karşı böylesine linç saldırıları yaşanırken, Kürt şehirlerinde, yaşayan sivil bir Türk’e, bir Türk aileye Kürtlerin saldırdığı duyulmuş, görülmüş bir şey midir?
1960’ları, 1970’leri düşünelim. Resmi ideoloji Kürtleri ve Kürtçe’yi inkar ediyordu. Kürtlerden, Kürtçe’den söz edenler çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşı karşıya kalıyordu. Bu konularda çok yoğun baskılar vardı. Bu durum karşısında bir Kürt’ün, “Kürdüm” dediğini, makul bir şekilde, Kürtlerden ve Kürtçe’den söz ettiğini düşünelim. İnsanın özgürleşmesi, aydınlanması böyle başlar. Özgür birey bu karşı duruş sürecinde belirir. Bir de bir araştırmacı, bir yazar düşünelim. Devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla karşılaşmamak için bu konulara hiç değinmiyor. Durmadan, “devlet egemen sınıfın baskı aracıdır” diyerek, Markslı, Engelsli, Leninli onlarca dipnotuyla yazılar yazıyor. Bu tutumdan, bu süreçten özgürleşme, aydınlanma falan çıkmaz. Bu tutum insanı özgürleştirmez. Özgürleşme, aydınlanma, somut baskıya karşı, düşün yasaklarına karşı durmakla gelişir.
PKK, büyük bir harekettir
PKK büyük bir harekettir. PKK’nin çok büyük bir hareket olduğu da söylenebilir. Ama istemleri çok küçüktür. Çok çok küçüktür. PKK bireysel haklara değil, kollektif haklara vurgu yapabilmelidir. Eleştiri, özgür eleştiri çok önemli kurumlardır. Bu, sadece düşün hayatında değil, siyasal hayatta da vazgeçilmez bir kurum olmalıdır. Abdullah Öcalan, konuşmalarında, yazılarında, avukat görüşmelerinde, savunmalarında demokrasiden çok söz eden demokrasiyi isteyen bir liderdir. Eleştiri olmadan, özgür eleştiri olmadan demokrasi olur mu? Özgür eleştiri sadece bilimin değil, demokrasinin de temel koşuludur. PKK Abdullah Öcalan’ı eleştirebilmelidir. PKK’liler, sempatizanlar, Kürt halkı bu bilince ulaşabilmelidir. “Yanlışlarının da militanıyız” anlayışıyla bir yere varılamaz. Ciddi bir kazanım elde edilemez. Önemli olan, doğru olanı doğal olanı savunmaktır. Doğal olana ise, yani Kürt toplumu olma özelliklerine ise, çok ağır baskılar yapılmaktadır. Bu baskılara elbette karşı durulmalıdır.
İsmail Beşikçi: Kürt sorununun geldiği aşamada, parti ve örgütlerin sorunu karşılamadaki durumları nedir? Bugün Kürt sorununda tartışmaların ve gücün odağında PKK vardır. PKK deyince Abdullah Öcalan’ın konumunun değerlendirilmesinde, düşüncelerine bakılmasında yarar vardır. Öcalan devlete karşıyım diyor
Abdullah Öcalan, 17 Eylül 2008 tarihli avukat görüşmesinde, “Ben özgür bireyim, devlet kurumuna karşıyım, çünkü devlet bir baskı aracıdır” diyor. “Benim devlet kurmakla işim yok” diyor. Görüşme notlarında devlet karşıtlığı ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Öcalan’ın bu görüşlerini sık sık dile getirdiği de biliniyor. İster köleci, ister feodal olsun, ister kapitalist, ister sosyalist/komünist olsun, devletler belirli bir baskıyı bünyelerinde taşırlar. Bu çok açık.
Teorik olarak devletin egemen sınıfın baskı aracı olmasıyla, devletin, her gün, her an somut olarak yaşanan baskısı arasında fark vardır. Bu konunun irdelenmesi gerekir.
Özgür birey nasıl oluşur? Örneğin Türkiye Cumhuriyeti’ne bakalım. İran İslam Cumhuriyeti’ne, Saddam Hüseyin dönemi Irak Cumhuriyeti’ne, Suriye Cumhuriyeti’ne bakalım. Bu cumhuriyetlerde, Kürtlere, Kürt toplumu olma özelliklerine çok yoğun baskılar var. 1988 Mart’ında, Halepçe’de, Kürtlere soykırım yapıldığı açık bir gerçektir. Halepçe’den önce, hangi gazın daha öldürücü, hangi gazın daha çok kitlesel ölümlere sebep olduğu konusunda deneyler yapılmıştır. Burada laboratuar yine Kürt köyleriydi, cezaevlerinde Kürtlerdi, sırf bu deneyler için kaçırılan Kürtlerdi. Devletin somut olarak Kürtlere nasıl baskı yaptığı ortadadır. Teorik olarak, devlet baskı aracıdır diyerek devlet kurumuna karşı çıkmak başka şeydir, somut olarak, insanlara, kitlelere her an baskı yapan, baskıyı tırmandıran, insanları, kitleleri korkutmaya, yıldırmaya çalışan devlete, içinde yaşadığımız devlete, bu devletin baskılarına karşı olmak başkadır.
Türkiye’de de Kürtlere karşı çok yoğun baskılar vardır. Devlet terörü durmadan tırmandırılmaktadır. 18 bin civarında “faili meçhul” denen cinayet vardır. Binlerce köyün yakılıp yıkılması söz konusudur. Temel geçim kaynaklarının tahribi, milyonlarca insanın, onbinlerce ailenin yerini-yurdunu terke zorlanması, ormanların yakılması, devlet terörünün her zaman yaşanan göstergeleridir. Devlet denildiği zaman bu iki baskının ayrı ayrı kategoriler olduğu dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. Biri teorik bir baskıdır, “devlet egemen sınıfın baskı aracıdır” denir. Öbürü, her gün her an yaşanan somut, fiili bir baskıdır. Özgür birey nasıl belirir? İnsan bu somut baskılara karşı durarak özgürleşir. Somut baskılara karşı duran bireyin, bu tür baskılardan uzak kalacağı, azade kalacağı kendi yönetimin kurmanın yolunu-yordamını aramaya çalışması da sürecin farklı bir boyutudur. . Güney Kürdistan’da, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni düşünelim. Saddam Hüseyin döneminde, Kürtlere yapılan baskılarla, Bölgesel Kürt yönetimi’nin baskısı aynı şey midir? Bu örneğin bilince çıkarılmasında ve irdelenmesinde yarar vardır.
Öcalan’nın Kürtlere baskı yapan devlete karşı bir sözü yok
Abdullah Öcalan ise, devlet kurumuna karşı olduğunu sık sık dile getiriyor ama, somut devlete, Kürtlere her gün her an baskı yapan devlete karşı olduğuna dair bir sözü yok. 24 Ekim 2008 tarihli görüşme notlarında, Öcalan, “Ben savunmalarımda Cumhuriyet ve Türkiye aleyhinde bir şey söylemedim” diyor. Aslında yukarıda kısaca belirtilen sistematik baskılardan dolayı devleti eleştirmesi gerekmez mi? Öte andan Öcalan’ın Türk, Arap ve Fars devletleriyle bir sorunu yok. O sadece Kürtlerin bir devlete sahip olmasını istemiyor. Bu da zaten, başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere, İran, Irak, Suriye devletlerinin görüşüdür. Cezaevinde, devletin çok sıkı denetimi altında tutulan PKK liderinin, örgütünü yönetmesi, Kürtlerin önünü kesmeye çalışması yanlıştır. Bu, ahlaki bakımdan da yanlıştır. Abdullah Öcalan, örneğin Filistinlilere şöyle diyor mu? “Ne diye ayrı devlet peşinde koşuyorsunuz, Musevilerle kardeş kardeş yaşayın.” Veya Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne, Kıbrıs Türklerine şöyle diyor mu? “Devlet gericiliktir. Ne diye ayrı bir devlet olarak tanınmak istiyorsunuz, Rumlarla bir arada yaşayın…” Böyle demiyor. Bunu sadece Kürtlere söylüyor.
“Devlet gericiliktir, sakın yanaşmayın” diyor. Ancak devletin fiili olarak yaşanan baskılarına hiç sözü yok.
Abdullah Öcalan, 24 Ekim 2008 tarihli avukat görüşmesinde, milliyetçiliğe karşı olduğunu da vurguluyor. “Ben her türlü milliyetçiliğe karşıyım. Türk, Kürt, Arap, Fars,Alman milliyetçiliği fark etmez. Hepsine karşıyım., her türlü milliyetçiliği lanetliyorum” diyor.
Kürtlerin, Türk, Arap, Fars, Alman milliyetçiliği ile Kürt milliyetçiliğini aynı kefeye koymaları bana çok şaşırtıcı gelmektedir. Kürtler için Türk milliyetçiliği, elbette olumsuzdur. Çünkü, diliyle, kültürüyle Kürtleri tarihten silmek istiyor, Kürtlerin kökünü kazımak istiyor. Kütler için Arap Milliyetçiliği elbette kötüdür. Çünkü, soykırıma varan operasyonlarla Kürtleri yok etmek istiyor. Kürtlerin bu saldırgan milliyetçiliklere, ırkçılıklara karşı kendini koruması, diline, kültürüne sahip çıkması neden kötü olsun? Hatta, bu saldırgan milliyetçiliklere, ırkçılıklara karşı direnme, kendi köküne yönelme gerekli değil midir? Kürt milliyetçiliği bundan başka nedir? Kürt milliyetçiliği ile, Kürt yurtseverliği kanımca aynı şeydir. “Bir Kürt dünyaya bedeldir” diyen, Kürtleri, Arapları, Farsları Kürtleştirmeye çalışan, Kürtleşmeyenleri idari ve cezai yaptırmalarla yıldırmaya çalışan, cezaevlerine dolduran, imha operasyonları uygulayan Kürt otoriteleri mi var? Olmadığı biliniyor. O halde, Kürt milliyetçiliğini, Türk, Arap, Fars milliyetçilikleri ele aynı kefeye koymak yanlış değil midir? Kürtleri ve Kürdistan’ı müştereken baskı altında tutan devletlerin engellemek istedikleri esas süreç de Kürtlerdeki bu milliyetçi gelişmelerdir. Kürt diline, Kürt kültürüne neden sıkı yasaklar getiriliyor? Bu durum karşısında, Kürtlerin biraz milli duyguya sahip olmaları, milliyetçi olmaları gerekmez mi?
Ben Kürt milliyetçisi değilim demek bir zaaftır
Kürtlerin önemli bir kısmı, özellikle de okur-yazar olanlar, “ben milliyetçi değilim, devrimciyim, enternasyonalistim” demektedir. Bir satır Kürtçe konuşamayan, ülkesinin adını bile söyleyemeyen bu insanların, “ben milliyetçi değilim, devrimciyim, enternasyonalistim” demeleri insani bir zaaf olmalı…Kendisi olmayan, kendinden kaçan, egemen ulusun dilini ve kültürünü yaşayanların devrimciliğinin, enternasyonalizminin kime hayrı dokunur? Kendisine hayrı olmayanların, devrimciliğe, enternasyonalizme nasıl bir hayrı, yararı dokunabilir? Ama, bu sözlerin, bu tutumun, Kürtleri müştereken baskı altında tutan devletlere yararı çok büyüktür.
Çatışmalarda, asker kaybı olduğu zaman, batı ve Orta Anadolu’da, şehirlerde, beldelerde Kürtler linç edilmeye kalkışılmaktadır. Çarşıda, pazarda, kahvehanelerde Kürtler baskı görmektedir. Çarşıda, pazarda, inşaatlarda Kütçe konuşan kişiler Türkleri tahrik etmiş olmakta, galeyana getirmektedir. Mevsimlik fındık işçileri Karadeniz yörelerinde çok ağır hakaretlerle aşağılamalarla karşılaşmaktadır. Yaşanan olaylar bu kadar açıkken, Kürt milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliği nasıl aynı kefeye konabilir? Batı ve Orta Anadolu şehirlerinde, Kürtlere karşı böylesine linç saldırıları yaşanırken, Kürt şehirlerinde, yaşayan sivil bir Türk’e, bir Türk aileye Kürtlerin saldırdığı duyulmuş, görülmüş bir şey midir?
1960’ları, 1970’leri düşünelim. Resmi ideoloji Kürtleri ve Kürtçe’yi inkar ediyordu. Kürtlerden, Kürtçe’den söz edenler çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşı karşıya kalıyordu. Bu konularda çok yoğun baskılar vardı. Bu durum karşısında bir Kürt’ün, “Kürdüm” dediğini, makul bir şekilde, Kürtlerden ve Kürtçe’den söz ettiğini düşünelim. İnsanın özgürleşmesi, aydınlanması böyle başlar. Özgür birey bu karşı duruş sürecinde belirir. Bir de bir araştırmacı, bir yazar düşünelim. Devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla karşılaşmamak için bu konulara hiç değinmiyor. Durmadan, “devlet egemen sınıfın baskı aracıdır” diyerek, Markslı, Engelsli, Leninli onlarca dipnotuyla yazılar yazıyor. Bu tutumdan, bu süreçten özgürleşme, aydınlanma falan çıkmaz. Bu tutum insanı özgürleştirmez. Özgürleşme, aydınlanma, somut baskıya karşı, düşün yasaklarına karşı durmakla gelişir.
PKK, büyük bir harekettir
PKK büyük bir harekettir. PKK’nin çok büyük bir hareket olduğu da söylenebilir. Ama istemleri çok küçüktür. Çok çok küçüktür. PKK bireysel haklara değil, kollektif haklara vurgu yapabilmelidir. Eleştiri, özgür eleştiri çok önemli kurumlardır. Bu, sadece düşün hayatında değil, siyasal hayatta da vazgeçilmez bir kurum olmalıdır. Abdullah Öcalan, konuşmalarında, yazılarında, avukat görüşmelerinde, savunmalarında demokrasiden çok söz eden demokrasiyi isteyen bir liderdir. Eleştiri olmadan, özgür eleştiri olmadan demokrasi olur mu? Özgür eleştiri sadece bilimin değil, demokrasinin de temel koşuludur. PKK Abdullah Öcalan’ı eleştirebilmelidir. PKK’liler, sempatizanlar, Kürt halkı bu bilince ulaşabilmelidir. “Yanlışlarının da militanıyız” anlayışıyla bir yere varılamaz. Ciddi bir kazanım elde edilemez. Önemli olan, doğru olanı doğal olanı savunmaktır. Doğal olana ise, yani Kürt toplumu olma özelliklerine ise, çok ağır baskılar yapılmaktadır. Bu baskılara elbette karşı durulmalıdır.
İsmail Beşikçi