Savaşlar her zaman patlayan coşkularla, ateşli nutuklarla, yerleri
sarsan marşlarla başlar, ölecek insanları ölmeye göndermek için böyle
heyecan fırtınaları yaratılır ama hiçbir savaş o coşkuyla sürmez.
Ölüm, keder, ekonomik sıkıntı, pahalılık ve baskı gelir savaşla birlikte.
Savaşta insanlar ölür.
Gazetelerde garip bir savaşkanlık var.
Eğer yazılanlara bakarsanız, gidiyoruz, yeniyoruz, geliyoruz.
Osmanlı döneminde Girit için böyle savaş naralarının atıldığı bir
dönemde Babıâli'nin önünde "savaş yanlısı" bir gösteri yapılmış.
Sadrazam, "göstericilerin hepsini askere alın" emrini vermiş.
Emri duyan kalabalık bir anda kayboluvermiş.
Böyle bir emir de şimdi çıksa, "önce gazeteciler gidecek savaşa" dense, ertesi gün o gazeteleri görmek isterim.
Savaşa gitmeyecek olanın, savaşa gidecekler adına ateşli nutuklar
atmasını her zaman ahlaksızca buldum, her zaman da ahlaksızca bulurum.
Savaşlara hep savaşlarda ölmeyecek olanlar karar verir.
Savaşta ölmeyeceğine emin olan insanlar da el çırparlar.
"Savaş, savaş" diye bağıranları tutup sormak isterim, "sen savaşa
gidecek misin", "hayır" derse, "ne bağırıyorsun öyleyse" diye sormak
isterim.
Ölecek sen değilsen, başkasının ölüme gitmesini nasıl böyle sevinçle isteyebiliyorsun?
Türkiye'nin ordusunun sizin sandığınız kadar güçlü, Suriye ordusunun
sizin sandığınız kadar güçsüz olmayabileceğini hiç mi aklınıza
getirmiyorsunuz?
Bir Türkiye-Suriye savaşının bölgede nelere yol açabileceğini hiç hesap ettiniz mi?
Bu savaşın bir "mezhepler savaşı" olarak algılanması hâlinde bunun
içeride ve dışarıda ne tür sonuçlar verebileceğini hiç düşündünüz mü?
Böyle bir savaşta Türkiye'nin komşuları Rusya, İran, Irak'ın tutumlarının ne olacağını aklınızdan geçirdiniz mi?
Sanırım bizim gazetecilerin pek düşünmediklerini dünya düşünüyor.
Dünyadan "durun" sesleri yükseliyor.
Böyle bir savaşın Ortadoğu'da, hatta dünyada bir savaş yangınına dönüşebilme ihtimalinin farkında aklı başında olanlar.
Ama Türkiye'yi savaşa çekmek isteyenler olduğu da açık.
İkide birde bizim topraklarımıza düşüp, insanları öldüren bombaların sadece "dikkatsizlikle" açıklanması zor.
Türkiye'nin zaten "düşen uçaktan" bu yana çok huzursuz olduğunu bilen
Suriye'nin bombalar konusunda çok daha özenli davranması gerekirken, bu
bombaların bu topraklara düşmesini kim sağlıyor?
Kim Türkiye'nin savaşa girmesini isteyebilir?
Bu savaşın sonuçları ne olur?
Öyle "gideriz, yeneriz, geliriz" gibi bir savaş olmama ihtimalinin çok yüksek olduğunu hiç akıldan çıkarmamak gerek.
Suriye'nin çok kuvvetli bir hava savunma sistemi olduğu zaten yazılıp çizildi.
Bizim o kadar güçlü bir hava savunma sistemimiz olmadığı da çok söylendi.
Suriye'nin elinde "kimyasal silahlar" bulunduğu da iddia ediliyor.
Sınır bölgelerindeki şehirleri hava saldırılarına karşı gerektiği gibi savunabilecek miyiz?
O şehirler bombalanırsa, bir de kimyasal silahlar kullanılırsa ne yapacağız?
Suriye diktatörü Esed'in çok sıkışık bir durumda olduğunu, koltuğunu
koruyabilmek için her çılgınlığı yapabileceğini düşündüğümüzde, her
ihtimali de hesaba katmak zorundayız.
Bazen ülkelerin bütün olumsuz ihtimallere rağmen savaşa girmek
zorunda olduğu durumlar vardır, öyle durumlarda her kaybı göze alırsın.
Bugünkü durum öyle bir durum mudur?
Savaş kaçınılmaz mı?
Suriye'nin ve Esed'in Türkiye'yi gözü kestiği, kışkırtıcı
davranışlardan pek kaçınmadığı, savaş ihtimalinden pek çekinmediği
anlaşılıyor.
Çaresizlik onu böyle bir çılgınlığa zorluyor olabilir.
Ama Türkiye o kadar çaresiz değil.
Akılla hareket edebilir.
Hükümet dün Meclis'ten bir savaş tezkeresi geçirdi.
Bence, bu bitmeyen ve bitmeyecekmiş gibi gözüken "bombalara" karşı
"tehditkâr" bir adım atmak zorundaydı hükümet; savaşı önleyebilmek için
bazen savaşı göze alabileceğini de hissettirmek gerekir.
İnsanları ölürken tepkisiz kalamazdı.
Ama Meclis'in verdiği bu "savaş iznini" de fazla rahat kullanmamak gerekir.
İnsanlarımızın öldürülmesini başka insanlarımızın ölümüyle durdurmak
son çaredir, bundan önce "savaşı istemeyen" dünyanın gücünü kullanmak,
Suriye'ye dünyanın baskı yapmasını sağlamak çok daha akıllıca bir çözüm
olur.
Savaş başladıktan sonra durdurmak çok zordur.
Başlamadan önlemek daha kolaydır.
Dışişleri'nin böyle bir sonucu elde edebilmek için uğraştığı anlaşılıyor, doğru olanı yapıyorlar.
Hem tezkere çıkarıp, hem dünyayı harekete geçirmeye uğraşıyorlar.
Gazetelerin ve gazetecilerin de her halde savaşı durdurmak için hükümete yardımcı olması gerekir.
İnsanları kışkırtmak, savaşın getireceği acıları onlara anlatmamak,
ölümü alkışlamak, bu ülkeye ve insanlara yapılacak en büyük kötülük
olacak.
Savaşta insanlar ölür.
Ölmeyecek olanların, ölümü alkışlamaları ise insanlığın en büyük sefaletidir.
Temel Demirer
"Öyle şeyler görürsün ki,
'neden' dersin.
Ama ben hiç olmamış
şeyler hayal ederim ve
'neden olmasın' derim."[1]
Ortadoğu konusunda yazmak, konuşmak "somut veriler" netleşirken
kolaylaşmıyor, aksine güçleşiyor. Çünkü "veriler", binlerce unsurun
çatışmasıyla her an farklılaşıyor, farklılaştırıyor.
Her şeyin mümkün olduğu Ortadoğu'daki karmaşa, "Ne zaman birşey
yapmaya kalkışırsanız, mutlaka öncelikle yapmanız gereken başka birşey
vardır"... "Hiçbir şey göründüğü kadar kolay değildir"... "Bir şeyle
fazla oynarsanız, onu bozarsınız"... "Yeni sistemler yeni problemleri
beraberinde getirir"... "Gülümse... Yarın daha kötü olacak," diyen
"(Edward) Murphy Yasaları"nı anımsatıyor.
Kanım odur ki bunda da şaşırtıcı bir şey yok.
Çünkü yerküreyi alt üst eden sürdürülemez kapitalizmin III. Büyük
Bunalımı, kaçınılmaz olarak da emperyalist yeniden paylaşımı/
yapılanmayı çatışmalarıyla birlikte devreye sokuyor.
Kaçınılmaz çatışmalarıyla devreye giren yeniden paylaşımın/
yapılanmanın doğrudan etkilediği coğrafyaların başında da Ortadoğu yer
alıyor.
Benzeri görülmemiş derinlikte bir yol ayırımına gelen, eski
statükonun yerle yeksan olduğu Ortadoğu'da, güçlü ve geçerli bir çözüm
henüz ortaya çıkmadığı gibi, "yeni(lenemeyen) durum" giderek
karmaşıklaşmaktadır.
Bu kapsamda dikkatini esas olarak Ortadoğuya çeviren ABD'nin içinde
debelendiği açmaz, II. Dünya Savaşı öncesinde yaşanan 1929-30
Bunalımı'nı andırıyor.
ABD Hazine Bakanlığı eski müsteşarlarından ve 'The Wall Street
Journal'ın yazarlarından P. C. Roberts, 'Kıyamete Giden Yol' başlıklı
makalesinde, ABD ekonomisinin çıkmazını şu cümlelerle değinmekte:
"ABD ekonomisi işin içinden çıkılması zor eş zamanlı üç kriz yaşadı.
Ekonomik göstergeler ölçme sisteminden dolayı gerçekleri yansıtmıyor,
işsizlik oranı ve enflasyon sanıldığından çok daha yüksek. Teşvik
paketlerinin dışında bankalara ABD gayri safi milli hâsılasından daha
büyük miktarda kaynak aktarıldı. Devletin borçları artarken krizden
çıkmakta başarısız kalındı. ABD şu an Çin ve Rusya ile Ortadoğu'da
enerji kaynakları üzerinde hâkimiyet mücadelesi veriyor ve onları
etkisizleştirmeye çalışıyor. Onlarla karşı karşıya gelmemek için de Arap
protestolarını bir paravan olarak kullanıyor."
Roberts, Ortadoğu savaşına odaklanan Washington'un ABD ekonomisini
düzeltme yolundaki savaşını kaybettiğini belirlemekte ve şu önemli
gerçeğe parmak basmaktadır:
"Geçmişte her zaman savaşa yol açmış olan büyük oyun yeniden
sahnelenmektedir." Roberts'a göre, "ekonomik iyileşme umutlarının
ortadan kalkması savaşa olan ihtiyacı zorunlu hâle getirmiştir".
Ne var ki savaşın Ortadoğu'nun istilası ile veya bazı bölgesel
çatışmalarla sınırlı kalmaması tehlikesi uzak görünmüyor. İşgal
senaryosunun İran'ı da kapsayacak bir boyuta varması hâlinde neler
olabileceğini kestirmek zordur. ABD, Çin ve Rusya'ya karşı sürdürmekte
olduğu tutumu dolayısıyla, Hint Okyanusunda Çin ile silahlı çatışmaya
girme tehlikesini davet etmektedir.[2]
"BAHAR"DAN "HAZAN"A
Ortadoğu açısından bu kritik eşiğe "Arap Baharı"nın "hazan"a tedavül edilmesiyle ulaşıldı.
2010 sonunda Tunus'ta başlayan halk hareketi, birbirini izleyen
dalgalar hâlinde birçok Arap ülkesine sıçradı. Birer isyan, ayaklanma
olarak başlayan bu hareketler, birkaç ay içinde, çıkış güdü ve
dinamiklerinden uzaklaştırılıp saptırıldı. İsyanın dipten gelen,
kapsayıcı ve meşru içeriği ile siyasal sonuçları arasındaki açı farkı,
olan bitenin çözümlenmesinde de farklı yaklaşımlara yol açtı.
Arap isyanının kaynağında, tüm bileşenleriyle toplumsal proletaryanın
ağırlaşan, kaldırılamaz, sürdürülemez hâle gelen yaşam koşullarının ve
onun yarattığı ruh hâlinin olduğu kesindir. Amerikan sosyolojisi kökenli
"orta sınıf" teorilerine kapılmayıp bu eylemlerin proleter karakterini
görmek gerekiyor. Genç ve eğitimli işsizler Tunus ve Mısır isyanlarının
en aktif, en dinamik kesimiydi. Mısır'da nüfusun yarısının günlük
kazancı yoksulluk düzeyi olan 2 doların altındaydı.
Vijay Prashad'ın belirttiği gibi, Mısır'da 2004 ile 2008 arasında 1.7 milyon işçi 1900'den fazla greve katılmıştı.
İçsel halk dinamiğiyle başlayan isyanların bu denli kolay saptırılıp,
söndürülmesinin tarihsel nedenini, 1960'lardaki ulusal kurtuluş
döneminin laik Baasçı/Nasırcı rejimlerinin zaman içinde kireçlenmesine,
çürümesine ve Üçüncü Dünya Projesinin çökmesine bağlanıyor. Toplumsal
muhalefetin öncülüğünü İslâmcı siyasallaşmanın ele geçirmesi bu sürecin
sonucudur. Arap dünyasındaki İslâmcı siyasallaşmanın kaynağı ve önderi
olan Mısır Müslüman Kardeşleri neo-liberal gündemle çok çabuk uzlaşmaya
vararak, İsrail'le yapılan Camp David anlaşmasına karşı çıkmayarak
küresel kapitalizmle İslâmı barıştırma misyonu üstlenmiştir; bugün bu
hizmetin karşılığını almaktadır.
25 Mayıs 1981'de Bahreyn, Kuveyt, Umman, Katar, Suudi Arabistan ve
Birleşik Arap Emirlikleri'nin oluşturduğu Körfez işbirliği Konseyi'ne
(KİK) son derece yerinde bir seçimle "Arap NATO'su" diyen Prashad, Libya
"olay"ını şöyle özetler: "Libya yeni bir 'soğuk savaş'ın ilk muhabere
alanıydı."[3]
Gerçekten de Gilbert Achcar'ın, "İlk sarsıntıları 17 Aralık 2010 günü
Tunus'ta başlayan ve Tüm Arap dünyasını sarsan devasa altüst oluş,
sonunda bir patlamaya yol açan bazı etmenlerin uzun süredir derinden
derine birikmesi ile belirlenmiştir: Ekonomik büyümenin eksikliği,
kitlesel işsizlik (dünyanın tüm bölgeleri içinde en yüksek işsizlik
oranları), yaygın endemik yozlaşma, muazzam toplumsal eşitsizlikler,
demokratik meşruiyetten yoksun despotik yönetimler, köle gibi muamele
gören vatandaşlar. Arap dünyasında eyleme geçen insanlar bu belirleyici
etmenler kümesinin şu ya da bu öğesinden çeşitli derecelerde etkilenen
toplumsal tabakalar ve kategorilerden oluşuyordu,"[4] diye betimlediği
ayaklanmaların, "devrim ruhu"nun özünü ekmek ve özgürlük talebi
oluşturuyordu.
Söz konusu atılım Tunus'tan Mısır'a uzanırken; önü Libya'da kesildi;
Haluk Gerger'in işaret ettiği gibi: "Arap isyanlarının ilk kıvılcımları
Tunus ve Mısır'da bütünüyle iç dinamiklerden kaynaklandı. Burada küresel
ekonomik bunalımın etkisi dahi ikincil bir unsurdu. Bu sürece özellikle
Mısır'da Amerikan emperyalizmi restorasyon çabalarına doğrudan müdahil
olarak yanıt verdi... Bölgede yayılma eğilimi gösteren 'yangın'a ilişkin
olarak emperyalizm ilk şaşkınlığın ardından ikinci yöntemi Libya'da
uygulamaya koydu..."
Kuzey Afrika'dan Ortadoğu'ya yayılarak bütün bir Arap coğrafyasını
sarsan sürecin en can alıcı, cisimleşen sembollerinden birisi "game
over/ oyun bitti" pankartlarıydı
"Arap Baharı"nın "hazan" dönüştürüldüğü kesitte, halklar ve yoksul
emekçiler açısından oyun bitmedi. Aksine yeniden başladı. Bunu
yaşayanlar görecek.
Hayır! "Arap Baharı yutturmacası bitti," diyen Emre Kongar'ın ya da
"Arap Baharı gözyaşı, kan ve ölüm getiriyor, laikliği götürüyor,"[5]
saptamalarındaki karamsarlığın kıymet-i harbiyesi yok!
Evet, görüyor ve biliyoruz: "Arap Baharı"nın yarattığı coşku, heyecan ve umutlar yeni ciddi sorunları ortaya çıkardı.
Ya da Avrupa'nın tanınmış Kuzey Afrika uzmanlarından Dr. Hanspeter
Mattes'e göre, "Arap Baharı, çoktan İslâm kışına döndü";[6] veya Ramzy
Baroud'un, "Devrim masalı artık sona erdi; farklı Arap ülkeleri
hâlihazırda acı gerçekliklerle karşı karşıya. Milyonlarca Arabın tek
istediği, zorbalıktan ve sürekli bir gelecek kaygısından uzak, onurlu
bir yaşam sürmek. Bu masal dışı gerçekliğin içinde, varlığı Mısır,
Suriye ya da başka herhangi bir yerdeki sahici devrim hareketlerine
olumlu bir katkısı olmayan dış 'aktörler' de var,"[7] diye betimlediği
durum öne çıktı.
Hatta Samir Amin'in, "Arap Baharı'na ilişkin yaşanan gelişmeler
sonrasında ön plana çıkan Müslüman Kardeşler'in İslâm'ı bayrak olarak
kullanan gericilik" olduğunu ifade ettiği;[8] İbrahim Karagül'ün, "İster
Arap Baharı olsun, ister iç çatışmalar, isterse dış müdahaleler, İslâm
Orta Kuşağı'nı iyi ya da kötü yönde etkileyen, değiştiren her gelişmenin
hazırladığı tek bir gelecek var. Biz buna; 'Müslüman Kardeşler Dünyası'
ya da 'Müslüman Kardeşler Kuşağı' diyoruz," dediği belirsizlikler, kaos
güçlendi...
Ancak unutulmasın, verili alt üst oluş yeni gerçeklikleri açığa çıkarıyor.
Elbette bu durum olumlu yönleri yanında muhtemel olumsuzlukları da
güçlendiriyor. Unutulmasın her değişim imkânı, aynı zamanda bir
tehlikedir de!
İktidardaki rejimlerin devrilmesinden sonra devrimlerin yaşandığı
ülkeleri kuşatan tehlikeler arasında, köktencilerin iktidara gelmesi de
vardır...
DEĞİŞKEN DURUM
Hiçbir değişim, ifade ettiğim riskleri içermeden devreye girmez, giremez!
Ortadoğu'da da olan budur.
Ortadoğu'daki "yapay sınırlar", din, etnisite gibi modernite öncesi
aidiyet unsurlarıyla birbirine bağlı toplumlara empoze edilen katı,
dışlayıcı ulus inşası projeleri, bölgede bu yapay sınırları aşan çatışma
ve gerilimler üretirken; eski statükonun parçalanması başka türlü
mümkün değildir.
Görülüp, kavranması gerek: Bugün Suriye'de tanıklık etmekte olduğumuz
kanlı iç savaş, XX'nci yüzyılın başında çöken Osmanlı İmparatorluğu'nun
Ortadoğu'daki toprakları üzerinde çatılmış olan tasarımın altüst
olduğunu ve aşıldığı bir yere doğru gidildiğini gösteriyor.
Bölge tarihinin dramatik bir dönemecindeyiz. Karşımızda ucu açık bir
durum var. İçine girilen belirsizliğin bölgeyi nereye götüreceğini
bilmiyoruz.
Evet, Ortadoğu şu an adeta çok bilinmeyenli bir denklem gibi. En
karışık dönemlerini yaşıyor. Onlarca yıla sığacak gelişmeler, değişimler
birbiri ardı sıra ortaya çıkıyor. Bu baş döndürücü hızda Ortadoğu
halkları, daha bir sorunu anlayamadan/ kavrayamadan yeni bir düzine
sorunla yüz yüze kalıyor.
Örgütsüzlük, dağınıklık, sağlıklı bilgi akışını önlediği gibi
emperyalist merkezlerden yağan dezenformasyon bombardımanı altında,
bilinçler çarpıtılıyorken; büyük çıkarlar paylaşımında Ortadoğu önemli,
vazgeçilemez...
Ortadoğu'ya egemen olmak, Ortadoğu'yu yönetmek bir çok güçlüğü, çelişkiyi bağrında taşıyor...
Ortadoğu'da çatışmaları büyürken; ırkları, mezhepleri, aşiretleri,
şeyhlikleri, dikatörlükleri hareketlendiren kaoslar da boyutlanıyor.
Bu durum, yani kimliklerin temel politik odaklar hâline gelmesi
aşılmaz ise, Ortadoğu'yu bir "Lübnanlaşma" ya da XIX. yüzyıl ile XX.
yüzyılın başlarındaki deyim ile "Balkanlaşma" bekliyor.
Bu bağlamda "Suriye'de yükselen alevlerin güney komşusu Lübnan'a
sıçraması olasılığından bir süredir söz ediliyor," diyen Sami Kohen'in,
"Sıra şimdi Lübnan'da mı?" sorusu ile yine Koray Çalışkan'ın, "Daha
gergin Ortadoğu'ya doğru" vurgusu doğrudur!
Evet Bill Van Auken'ın ifadesiyle, "Ortadoğu'da daha büyük savaşın bekleme odası"ndayız![9]
DEVASA MİLİTARİZASYON
Bunun önemli kanıtlarından birisi Ortadoğu'daki (aynı zamanda da yerküredeki) devasa militarizasyondur...
Ortadoğu'da ısınan ortam Körfez ülkelerini ürküttü. ABD, bu bölgedeki
müttefikleriyle iki ayda 11.3 milyar dolarlık silah anlaşması yaptı.
ÜLKELER, VERİLER[10]
KUVEYT Pentagon 60 Patriot füzesi ve füze fırlatma mekanizmaları
satışını öngören 4.2 milyar dolarlık bir paketin Kongre'nin onayına
sunulduğunu açıkladı. Kuveyt'e helikopter ve insansız hava araçlarından
da fırlatılabilen 49 milyon dolarlık 300 Hellfire II füzesi satışını
öngören anlaşma da tamamlandı. Washington, Kuveyt'te en az 13 bin 500
asker bulundurmayı ve buradaki gücünü bölge için potansiyel bir çevik
kuvvet hâline getirmeyi planlıyor.
KATAR Pentagon'un komuta merkezlerinden birine evsahipliği yapan
Katar ise 24 AH-64D Apache taarruz helikopteri, 12 Blackhawk helikopteri
ve 22 Seahawk helikopterinden oluşan 6.6 milyar dolarlık bir destek
paketinin onaylanmasını bekliyor. Alman hükümeti sözcüsü Georg Streiter
de Katar'ın 200 Leopard II tankı almak istediğini açıklamıştı.
UMMAN Hürmüz Boğazı'nın kontrolünü İran ile paylaşan Umman ise F-16
uçakları filosunu güçlendirmek için 55 Sidewinden füzeleri içeren 86
milyon dolarlık paketin onayını bekliyor.
SUUDİ ARABİSTAN ABD ile 2011'de 80 yeni F-15SA taarruz uçağı, füze,
radar uyarı sistemi ve diğer askeri malzemelerden oluşan 60 milyar
dolarlık bir anlaşma imzalamıştı. Almanya ülkeye Leopard tankları satmak
için anlaşmaları tamamladı. Suudi Arabistan 2012 mayıs ayında da 72
Eurofighter Typhoon savaş uçağı satın almak için İngiltere ile 3 milyar
dolarlık anlaşma imzalamıştı.
İRAN BM Güvenlik Konseyi 2007 yılından beri üyelerine İran'a silah
satışları konusunda temkinli davranmalarını tavsiye ediyor. Fakat
SIPRI'nin raporu İran'ın 3 yılda 350 milyon Sterlin (981 milyon TL)
değerinde silah almayı başardığını gösteriyor. İran'a silah satan
ülkelerin başında Rusya ve Çin geliyor.
SURİYE Rusya'nın 2012 ocak ayında Kıbrıs'ta durdurulan kargo
gemisinde binlerce ton mermi ve ağır silahlar olduğu ortaya çıkmıştı.
Daha sonra bu gemi Suriye'nin Tartus limanına gitti. Rusya'nın bu yıl
içinde Suriye'ye Buk-M2 karadan havaya füze sistemleri, Pansir-S1 zırhlı
roket sistemleri ve Mig-29 savaş jetleri yollaması bekleniyor.
Rusya'nın uluslararası silah satışlarının yüzde 10'u Suriye'ye gidiyor.
İki ülke arasındaki mevcut kontratların değerinin 1.5 milyar dolar
civarında olduğu tahmin ediliyor.
İş bunlarla sınırlı değil!
Ayrıca ABD'nin ardından Almanya da gözünü petrol zengini ülkelere dikti
ABD'nin Ortadoğu'yu silahlandırma projelerine Almanya'nın da bir
ihracat atağıyla dahil olduğu ortaya çıktı. ABD Savunma Bakanlığı, iki
ayda Katar ve Kuveyt gibi Körfez ülkeleri ile 11 milyar 300 milyon
dolarlık silah satış anlaşmalarının Kongre'nin onayına sunulduğunu
belirtirken Almanya'nın da bölgeye daha yoğun silah satmak üzere
hareketlendiği gözlendi.
Katar'ın 200 adet Leopard-2 tankı için talepte bulunduğunun Berlin
hükümetince doğrulanması, Başbakan Angela Merkel'in bir süredir kriz
bölgelerine silah ihracatını büyük ölçüde kısıtlayan mevzuatın "ardından
dolanma" çabalarını da açığa çıkardı. Almanya'nın Katar ve Suudi
Arabistan başta olmak üzere, NATO dışı 6 Körfez ülkesine silah
ihracatının kolaylaştırılması için Brüksel nezdinde yoğun baskı
uyguladığı ileri sürüldü.
'The Financial Times Deutschland', özellikle Merkel hükümetinin
Körfez ülkelerinin NATO ile stratejik işbirliği içindeki "NATO dışı"
ülkeler kapsamına alınması ve bunlara "rahatça" silah satılmasına
"stratejik gerçeklerle" izin verilmesini istediğini bildirdi.
ABD'de Kongre'nin raporu küresel gücün silah satışını 3 kat
arttırarak 66.3 milyar dolara ulaştırdığını açıkladı. Rapora göre ABD,
2011'de sadece Suudi Arabistan'a 84 savaş jeti ve onlarca helikopter
sattı
'The New York Times'ın açığa çıkarttığı denizaşırı ülkelere silah
satışları raporuna göre ABD'nin toplam satışı 66.3 milyar dolara ulaştı.
Dünya silah pazarının 85.3 milyar dolarlık bir hacme ulaştığı 2011'de
ABD pazarın dörtte üçüne sahip oldu. Rusya ise 4.8 milyar dolar silah
satışıyla ikinci olsa da birinci sıradaki ABD'yle arasında derin bir
uçurum bulunuyor.
Ortadoğu'daki jeopolitik dengelerin önemi anlaşılıyor. Küresel
ekonomik kriz nedeniyle dünya genelinde silah satışları düşerken İran'la
olası bir çatışmadan çekinen Körfez ülkeleri Suudi Arabistan, Birleşik
Arap Emirlikleri ve Umman rekor seviyelerde Amerikan malı silah alarak
ordularını güçlendirdiler.
Silaha harcanan 10 dolardan 4'ü Amerika'nınken; 2011'de 11 milyar
dolar silah satan Rusya en çok silah sattığı ülke Suriye oldu. Rusya
2011'de Suriye'ye 4.2 milyar dolar tutarında silah ihraç etmişti.
ABD dünyada silahlanmaya en çok para harcayan ülke konumunda. 2011'de
silahlanmaya 711 milyar dolar harcayan Amerika dünya üzerindeki
silahlanma harcamalarının yüzde 40'ını tek başına yapıyor.
Çin ise silahlanmaya harcadığı 143 milyar dolar ile dünyada ikinci durumda bulunuyor.
Askeri harcamalarına göre ülke sıralamasına gelince: ABD 711, Çin
143, Rusya 72, İngiltere 63, Fransa 63, Japonya 59, Suudi Arabistan 48,
Hindistan 47, Almanya 47, Brezilya 35, İtalya 35, Güney Kore 31,
Avustralya 27, Kanada 25, Türkiye 18 milyar dolar...
Görüldüğü üzere "Küresel kapitalizmin yapısal krizi, iki mali çöküşle
(1997, 2007) sarsılarak yoluna devam ederken, geçen günlerde yayımlanan
araştırmalar, bu dönemde şiddet olaylarında, savaşlarda görülen artışı
anlamamıza yardım edecek veriler sunuyordu: Dünya ekonomisi bir krizin
pençesinde kıvranır, işsizlik, yoksulluk, toplumsal, bölgesel
eşitsizlikler artarken, silah endüstrisinin, özellikle ABD'de adeta
altın çağını yaşadığı görülüyor."[11]
Bunda da Çiğdem Toker'in ifadesiyle "Ortadoğu silah pazarı" başat rol
oynuyorken; Ortadoğu durduk yere silahlanmıyor; bir enerji -kontrol-
savaşına hazırlanıyor!
ENERJİ -KONTROL- SAVAŞI
Petrol rezervlerinin yaklaşık yüzde 60'ına sahip olan Ortadoğu halkı,
petrolünün bedelini emperyalistler tarafından hızla yoksullaştırılarak
ödüyor. Dünya petrol üretiminden aldığı pay oranı ise sadece yüzde 30'da
kalıyor. Petrolün bugün diğer alanların yanında finansal servetteki
payı Ortadoğu ülkeleri üzerinde sermayenin sınırsız tahakkümü için
cazibe alanı oluşturuyor ve böylece bölge üzerinde bugün de tüm şiddeti
ile devam eden emperyalist işgallerin gerekçe unsurlarından sadece
birini temsil ediyor.
Emperyalist ülkelerin Ortadoğu'nun enerji kaynakları üzerinde öne
sürdüğü temel tez, enerji piyasasının uluslararası bir piyasa olduğu ve
uluslararası politikalar ile işletilmesinin gerekliliğidir. Dolayısı ile
bu kaynaklar üzerinde "doğal bir hak" iddia eden emperyalist
devletlerin öncülüğünde ulus ötesi şirketler de bu kaynaklardan
olabildiğince yararlanma çabasına girişmişlerdir.
Dünya petrol rezervlerinin dörtte üçünü elinde bulunduran Petrol
İhraç Eden Ülkeler Örgütü OPEC'in üretimden aldığı pay yaklaşık yüzde
45'dir. ABD, dünya petrol rezervlerinin yalnızca yüzde 2.4'üne sahip
iken, dünya petrol üretiminin ise yaklaşık yüzde 8'ini elinde
bulundurmaktadır. AB'nin rezerv payı yüzde 0.5 iken, üretimden aldığı
pay yüzde 2.7'dir. Çin ise dünya petrol rezervlerinden yüzde 1.2 pay
alırken, üretimden aldığı pay yaklaşık yüzde 5'tir. Rusya'nın rezervleri
dünya petrol rezervlerinin yüzde 6.3'üne karşılık gelirken, dünya
petrol üretimi içerisindeki payı ise yüzde 12.4'tür.
ABD'nin dünya petrol tüketimi içerisindeki payı bugün yüzde 22.5.
ABD'nin dünya petrol üretimindeki payının yalnızca yüzde 8 olduğu
dikkate alındığında, ABD'nin petrol bağımlılığının şiddeti ortaya
çıkmakta. Bu durum dünya petrol rezervlerinin yüzde 60'ına sahip
Ortadoğu'nun ABD için ne denli önemli olduğunu gözler önüne sererken,
Ortadoğu'ya yönelik siyasi ve askeri politikaların reel geri planını da
yansıtmaktadır. AB'nin petrol rezervleri dünya rezervlerinin yüzde 0.5'i
iken, petrol tüketiminin dünya tüketimi içerisindeki payı yaklaşık yüze
18'dir. Dolayısı ile ABD'nin Ortadoğu'daki emperyalist politikaların ve
sonucu olan işgallerin en sıkı müttefiki bugün AB olarak izlenmektedir.
Çin'in toplam dünya petrol tüketimi içerisindeki payı yüzde 9,6 olup,
yüzde 1,2'lik dünya petrol rezerv payı dikkate alındığında, bir yandan
petrolde dışa bağımlılığının şiddetini ortaya koymakta ve bu durum,
kapitalist sistemde yeni bir güç hâline gelen Çin'in Ortadoğu'da ABD ile
rekabet etmesini zorunlu kılmaktadır.
Tüm bunlara, önemli bir ek daha: Suudi Arabistan, Birleşik Arap
Emirlikleri, Katar, Kuveyt, Bahreyn ve Sudan'dan oluşan Körfez
ülkelerinin yatırımlarından en büyük payı ABD ve Avrupa alıyor. Ticarete
gelince: International Trade Center'ın verilerine göre 2010 yılında
Körfez ülkeleri ABD ile 72.5 milyar dolar, Avrupa ülkeleri ile 122.3
milyar dolar ve Japonya ile 115.5 milyar dolar ticaret yapmış durumda...
Enerji kaynakları(nı) ve pazarı(nı) korumak için ABD, Bernard
Shaw'ın, "Kan kokusu almış bir köpek balığından daha tehlikelisi, petrol
kokusu almış emperyalizmdir" uyarısındaki üzere, iş başındadır...
EMPERYALİST MÜDAHALE
Mesela... "ABD önce Suudi Arabistan'ı sonra tüm bölgeyi yeniden dizayn ediyor."[12]
Mesela... ABD Katar'da gizli bir tesiste füze savunma radar istasyonu
inşa etti. 'The Wall Street Journal'ın haberine göre, ABD'li
yetkililerin, Katar'daki radar üssünün, X-Bant radarı olarak da bilinen
güçlü AN/TPY-2 radarına ev sahipliği yaptığını ve İsrail'in Necev Çölü
ve Türkiye'de konuşlanmış iki benzer unsurunun tamamlayıcısı olarak
planlandığını; üç radarın birlikte bir "yay" oluşturacağını söylediğine
işaret edildi. Üç radar tesisi, Batı ve Güney İran'dan füze
fırlatmalarını saptayabilecek bir yay oluşturacak.
Mesela... Washington'ın yeni stratejisinin savaşı "ucuza mal etmek"
olduğunu belirten Dr. Hasan Köni eliyor: "ABD artık 'proxy' yani dolaylı
savaşı tercih ediyor. Oradaki muhalifleri, komşu ülkelerden silah ve
para aktararak silahlandırıyor. Rejimin, kendi içinde karşılıklı çatışma
sonucu çökmesine yol açıyor. Washington artık doğrudan müdahale
etmiyor. Özel kuvvetler ve kendi müttefikleri olan ülkelerin özel
kuvvetlerini kullanıyor."
Mesela... ABD soğuk savaş sonrasında Ortadoğu politikalarını yürütmek
için "ılımlı İslâm" kartını öne çıkarıp, AB büyüklerin buna ikna eder;
Müslüman Kardeşler'e "yeni" misyonlar yüklüyor...
Tüm bunları yaparken, Libya'da olduğu gibi, "sivilleri koruma ve
kitlesel katliamları önleme" yaygarasıyla, Bosna'dan, Irak'a,
Kosova'dan, Libya'ya yaptığını Suriye'de tekrarlıyor!
Afganistan'dan Irak'a uzanan sayısız örnek, "insancıl müdahale"
denilen emperyalist müdahale "uygarlaştırıcı"lığının ne anlama geldiğini
yeterince ortaya koysa da, neo-liberaller emperyalist müdahalenin
amigoluğundan vazgeçmiyorlar. Dolaylı ya da dolaysız olarak İmparatorluk
politikalarına omuz veriyorlar.
İMPARATORLUK POLİTİKALARI
Emperyalist müdahalenin ya da İmparatorluk politikaların
"uygarlaştırıcı"lığına örnek teşkil eden "Büyük Ortadoğu Projesi"
("BOP")'dir.
Özü itibariyle "BOP", "Ortadoğu'nun panoramasını kaosa dönüştürme
eğilimleri sergileyen"[13] "Pax-Americana"dan başka bir şey değildir.
Bu çerçevede Z. Brzezinski'nin yayınlanan üç kitabında yer alan
görüşler, ABD'nin dünya politikasının yönünü belirler. 'Büyük Satranç
Tahtası'nda, [14] "BOP"un altyapısı anlatılır.
'Büyük Satranç Tahtası'nda Brzezinski şunları yazar: Beş yüz yıl
Ortadoğu-Avrasya dünya iktidarının merkezi oldu. Avrasya'daki güçler ve
halklar beş yüz yıl dünya olaylarının gidişini belirledi. Şimdi
Avrasyalı olmayan bir güç, ABD, dünya lideri... Fakat dünya nüfusunun
yaklaşık yüzde 75'i Avrasya'da yaşıyor. Dünya enerji kaynaklarının yüzde
75'i, yaratılan gelirin yüzde 60'ı bu bölgede... Fakat Avrasya ülkeleri
siyasi bir bütünlük yaratamıyor. ABD dünya liderliğini sürdürebilmek
için Avrasya'ya-Ortadoğu'ya şekil vermek zorundadır. ABD'nin küresel
liderliği, Avrasya-Ortadoğu bölgesinde hâkimiyetini ne kadar süreyle ve
ne kadar güçlü biçimde sürdüreceğine bağlıdır.
Avrasya-Ortadoğu bölgesi 'Büyük Satranç Tahtası'dır. ABD'nin bir
oyuncu olarak görevi, Avrupa, Asya ve Ortadoğu'daki anlaşmazlıkları
başka güçlerin ortaya çıkarak ABD'nin çıkarlarını zayıflatmasını
engelleyecek şekilde oyunu bıkmadan usanmadan sürdürmesidir.
Kısacası, "Büyük Ortadoğu" bölgesinin etnik, dini temellerde küçük
homojen devletlere bölünmesi hâlinde oluşacak yeni durumda ABD artık
"Proxy" yani dolaylı savaşı tercih ediyorken; T."C"nin de, Kürecik'in de
"önemi" artıyor!
ABD'NİN KÜRECİK'İ!
Kürecik üssü, ABD emperyalizminin (NATO kisvesinde), AKP taşeronu ile
Rusya'dan İran'a uzanan geniş yelpazeli bölgesel meydan okumasıdır.
Chicago'da toplanan NATO Zirvesi'nde, ABD Başkanı Barack Obama'nın,
Türkiye'deki radarın operasyonel kontrolünün NATO'ya devredilmesi
talimatını verdiği Kürecik üssü Rusya'nın, İran'ın ya da bölgede
Amerikancı olmayan tüm merkezlerin -haklı- tepkisini çekmektedir...
"Asya-Pasifik, Suriye ve İran'a odaklanan, bu çerçevede AKP
hükümetini mızrak ucu olarak kullanan ABD, Kürecik'teki füze kalkanı
radarının operasyonel kontrolünün NATO'ya devredilmesi talimatı
verirken,"[15] kaçınılmaz olarak bölgesel çelişkileri derinleştirip, bir
savaşa hazırlanmaktadır.
Örneğin 'Le Figaro'ya göre, Rusya Suriye'nin Türk sınırına yakın
Kesap bölgesinde bir radar tesisi kurdu. Buradan başta "Adana'daki
Amerikan üssü" olmak üzere Türkiye'deki NATO üslerini de izleniyor.
Ayrıca Moskova'da düzenlenen 50 ülkeden temsilcilerin katıldığı füze
tehdidiyle ilgili konferansta Rus Yönetimi, Batı'yı füze kalkanı
konusunda uyardı. Rusya Savunma Bakanı Anatoly Serdyukov, ABD ile füze
savunma sistemi nedeniyle yaşanan uyuşmazlığın çözümü konusunda "çıkmaz
sokağa" girildiğini belirtirken; Rusya Genelkurmay Başkanı Makarov da,
"Rusya tehdit hissettiği anda, nerede olursa olsun füze kalkanının
ilgili unsurlarını vuran ilk taraf olur," diye ekledi.
Bunların yanında İran Devrim Muhafızları Hava-Uzay Kuvvetleri
Komutanı Tuğgeneral Emir Hacizade, Malatya'nın Kürecik beldesinde
kurulan NATO füze radar sistemine karşı 'Arm' adlı balistik füze
geliştirdiklerini açıkladı. Saldırıya uğramaları hâlinde ilk vuracakları
yerin Malatya olacağını açıkladı.
Evet, işbirlikçi AKP patentli Türk(iye) siyaset(sizliğ)i, ülkeyi net bir hedef hâline getirmektedir...
AKP PATENTLİ TÜRK(İYE) SİYASET(SİZLİĞ)İ
Komşularla sıfır sorun politikası, sonuçta koca bir sıfıra
eşitlenirken; durmadan zigzaglar çizen AKP'nin dış politika hesapları
alt üst oluyor.
Başbakan Erdoğan'a 30 Aralık 2010'da "Kaddafi İnsan Hakları Ödülü"
verilmesini hatırlayın! Erdoğan ödülü alırken "Bu vesileyle bölgesel ve
küresel ölçekte işbirliğinin geliştirilmesi yönünde gösterdiği
gayretlerden ötürü Libya lideri Muammer Kaddafi'ye şükran ve
takdirlerimi ifade etmek isterim" dedikten sonra eklemiş: "Bu ödülün,
Libya ve Türkiye arasında, Libya ve Türk halkı arasında yakınlaşmaya
önemli katkılar sağlayacağını da burada ifade etmek istiyorum."
Başbakan Erdoğan, NATO'nun Libya'ya müdahale edeceği anlaşıldıktan
sonra, 28 Şubat'ta dostu Kaddafi'nin yanında yer alarak "NATO Libya'ya
müdahale etmeli midir? Böyle bir saçmalık olur mu yahu? NATO'nun ne işi
var Libya'da? Türkiye olarak biz bunun karşısındayız, böyle bir şey
konuşulamaz, tartışılamaz" demişti... Sonrasını biliyorsunuz...
AKP hükümeti döneminde, "komşularla sıfır sorun" projesi bağlamında,
Suriye'deki Esad rejimiyle ilişkiler hızla gelişti. Türkiye AKP
yönetiminde, Davutoğlu rehberliğinde, bölgede liderliğe oynamaya
başlamıştı. Türkiye, Şam ve Tel Aviv arasında Golan Tepeleri sorununun
çözümü için arabuluculuk yapıyordu.
Başbakan Erdoğan'ın Esad'la ilişkileri o kadar sıcaktı ki; Esad,
Erdoğan'a "kardeşim" diyordu, her iki ülke arasında vize kalkıyor, iki
lider ve aileleri, birlikte tatile çıkıyordu... Sonrası biliniyor![16]
Tüm bunlar AKP'nin "ilkeli sıfır sorun" yalanının somutuyken;
Zbigniew Brzezinski'nin, "Türkiye batı güvenliği için önemli";[17]
Stephen J. Hadley'in, "Türkiye ABD'siz Suriye'yi hâlleder,"[18]
palavralarıyla ABD'ye payandalanmış Suriye politikası, duvara çarpmanın
eşiğinde!
Suriye'ye silah ve muhalif transferinin Honduras'ına dönen
Türkiye'de, AKP'nin "Yeni Osmanlıcılık" misyonu şişiriliyorsa da; Suriye
ihalesinin T."C"ye kalmayacağı, bırakılmayacağı açıkken; "Irak'la
petrol ticaretine dönüş", "Kuzey Irak Petrolü Türkiye'den gidecek"
yaygaraları eşliğinde Bağdat ile kriz büyüyor; T."C" ile İran'ın reel
politiği giriftleşiyor.
"AKP Türkiyesi'nin Suriye politikası, Osmanlı İmparatorluğu'nun
mirasını nihayet devralmaya başlamış görünüyor"ken;[19] elbette bunlar
boşuna değil. "Türkiye, aslında kökü Özal dönemine kadar giden, bir
bölgesel güç olma doğrultusunda hareket etme hedefinde kararlı
görünüyor.
Türkiye kendi periferik emperyal özlemleri uğruna bu hareket alanını
değerlendirmek istiyor. Becerir mi beceremez mi bilinmez elbet. Kesin
olan, sorunumuzun 'emperyalizmden bağımsızlık' meselesi olmaktan ziyade,
ya da bunun kadar, aynı zamanda Türkiye sermaye sınıfının, Türkiye
kapitalizminin temel yönelimleriyle alâkâlı olduğu"dur.[20]
Ancak Prof. İlhan Uzgel'e göre, Türkiye'nin hesapları tutmadı. T."C" politikası "sıfır sorun değil, sırf sorun" oldu.
"Gelişmeler, AKP Türkiyesi'nin Osmanlı geçmişine dayanarak bölgede
lider konuma yükseleceğine ilişkin beklentinin de gerçekleşmediğini,
aksine Türkiye'nin etkisinin gerilemeye başladığını gösteriyor."[21]
Bu(nlar) da T."C"nin Ortadoğu politikasında terslikleri ve açmazları devreye soktu.
Söz konusu tabloda "Mesut Barzani başkanlığındaki Irak Kürdistan
yönetiminden gayrı Türkiye'nin sorunsuz tek bir komşusu yok" diyen
Cengiz Çandar aktarıyor:
"Komşularla sıfır sorun politikasının iflası" giderek Türkiye dışında
da yüksek sesle ve alaycı biçimde dillendirilir oldu. Son olarak,
Patrick Seale, 'The Collapse of Turkey's Middle East Policy/ Türkiye'nin
Ortadoğu Politikasının Çöküşü' başlıklı bir yazıyla devreye girdi.
"Türkiye, Arap Baharı'nın öngörülemeyen sonuçlarının kurbanlarından
biri; iddialı Ortadoğu politikası çöktü" hükmünde bulunuyor Patrick
Seale. Seale, Türkiye'nin dış politika başarılarını tek tek sıraladıktan
sonra, aynı örneklerin daha sonra tam tersine döndüğünü vurguluyor ve
şu katı hükmü ifade ediyor:
"Komşularla sıfır sorun' yerine, Türkiye, bugün, hemen her cephede
vahim sorunlarla yüzyüzedir ve Ahmet Davutoğlu'nun yıldızı sönmüştür. O,
artık usta bir stratejist değil, ayakta kalmak için çırpınan amatör bir
siyasetçi görüntüsünde."
Evet, Türkiye Honduras oldu!
Mesela... İran'ın Fars haber ajansı, "2 bin terörist gelişmiş silahlarla Türkiye'den Suriye'ye sızdı" iddiasına yer verdi!
Mesela... 'The New York Times' bir haberinde Amerikan Merkezi
Haberalma Örgütü'nün (CIA), Suriye'deki rejim karşıtlarına, Türkiye
üzerinden gizlice silah sevkıyatı yaptığı ileri sürdü. Gazete, parası
Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar tarafından ödenen ve aralarında
otomatik tüfekler, roketatarlar, cephane ve bazı tanksavarların da
bulunduğu silahların, Türk sınırından Suriye'ye aktarıldığını kaydetti!
Mesela... Libya'dan İskenderun'a gönderilen 20 tankın Suriye'de muhalif güçlere ulaştırıldığı öne sürüldü!
Mesela... Suriyeli muhaliflerin oluşturduğu "Özgür Suriye Ordusu"nun
sitesinde ordunun "ana üssü" Hatay olarak belirtilirken iletişim için
Türkiye hatlı bir telefon numarası verildi!
Mesela... Suriye Enformasyon Bakanı Dr. Adnan Mahmud, "Halkımız adına
konuşma yetkisini ona kim verdi?" dediği Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'ı, Suriye halkına karşı "terörü desteklemek" diye azarlayıp
ekledi: "Erdoğan'ın ABD projesinin elemanı olduğunu biliyoruz. Bu proje
Arap bölgesini etnik, mezhepsel ve ırkçı temelde parçalamaya
yöneliktir"!
Örnekler daha da çoğaltılabilir...
Ancak 'Corriere della Serra'ya özel röportajında "NATO'dan Suriye'ye
askeri müdahale istemeye hazırım" diyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın
çıkışı ardından; 26 Nisan 2012'de TBMM Genel Kurulu'nda Dışişleri
Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun, "Yeni bir Ortadoğu doğuyor. Bu Ortadoğunun
sahibi, öncüsü, hizmetkârı olmaya devam edeceğiz. Türkiye olarak bundan
sonra da Ortadoğu'da değişim dalgasını yöneteceğiz," çığlığı karşılığı
olmayan bir narsizm ve yanılsamadır.
Aslında "sanrı veya yalan" olarak da yorumlanması mümkün olan söz
konusu açmaz; başlarda Sami Kohen gibi, "Türkiye'nin son yıllarda
Ortadoğu'da bir "bölgesel güç" olarak ortaya çıktığı, herkesçe kabul
edilen bir gerçek," diye sunulurken; rüzgârın yönü farklılaşınca da
Semih İdiz'in şu yorumunu devreye soktu:
"AKP Ortadoğu'yu 'dış güçlerin' -yani İsrail yanlısı Batı'nın-
oyunlarından kurtarmak için Türkiye'yi en önemli bölgesel 'oyun kurucu'
olarak lanse etmişti. Ancak, beklenmedik gelişmelerle belirginleşen
mezhepsel tercihleri nedeniyle AKP 'İslâmi dayanışma' siyasetini kendi
eliyle zedeledi. Bugün, bırakın 'İslâmi dayanışma' çerçevesinde bölgesel
'oyun kurucu' olmayı, Türkiye, 'Müslüman komşuları' İran ve Irak'ın
gözünde artık 'Batı'nın taşeronluğunu yapan bölgesel oyun bozucu'
konumundadır. AKP de zaten Suriye krizinin çözümü için ABD ve NATO'dan
medet ummaktadır."
İRAN'DAN IRAK VE LÜBNAN'A Şİİ HİLALİ
T."C"nin Ortadoğu politikaları, Şii hilalini kırmak yanlısı ABD
girişiminin hizmetindeyken; mesela, Irak'ta merkezi yönetim ile Kuzey
Irak (Güney) Kürt yönetimi arasındaki petrol kavgası giderek kızışıyor.
Merkezi yönetim, Kürt yönetimine, uzlaşmadıkları takdirde
kendilerinin hak kazandığı 3 milyar dolarlık petrolün parasını ödememe
tehdidinde bulundu. Bu tehdit uluslar arası petrol yetkililerince,
"kavganın yeni bir adımı" olarak nitelendiriliyor...
Tüm bunlar da Erdal Sağlam'ın ifadesiyle, "Türkiye'ye uzanıyor."
AKP'nin tutumu ve Irak'a ilişkin yaklaşımı, Ankara-Bağdat
ilişkilerini kopma noktasına getirdi. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Iraklı
mevkidaşı Nuri el Maliki'yi hedef alan tutumu, iki ülke arasında
tansiyonu yükseltti.
AKP hükümetinin Beşşar Esad'ı gözden çıkarması, Şam yönetimine yakın
duran Bağdat'ta da yankı buldu. İran'ın Suriye politikasına benzer
şekilde Esad'a destek veren El Maliki, Türkiye'nin Suriye'yi hedef
tahtasına oturtmasına tepki gösterdi. El Maliki Bağdat'ta yapılan Arap
Birliği Zirvesi'nde Türkiye'yi dışladı.
Ayrıca "Irak'ta teröre destek verdiği" suçlamasıyla hakkında kırmızı
bülten çıkarılan Devlet Başkanı Yardımcısı Tarık el Haşimi'ye
Türkiye'nin oturma izni vermesi, yeni bir krizin kapısını araladı.
Iraklı kaynaklar, "Türkiye'nin El Haşimi'ye siyasi nedenlerde kucak
açtığı biliniyor," dediler.
Bunların yanında Irak'tan Türkiye'ye "sınır ihlâllerine karşı" uyarı
geldi. Ankara-Bağdat hattı 17 Temmuz 2012'de Irak hükümeti sözcüsü Ali
el Debbağ'ın, Türk savaş uçaklarının defalarca Irak hava sahasını ihlâl
ettiğini tespit ettikleri ve bunu kınadıklarını açıklamasıyla daha da
gerginleşti. Irak Başbakanı Nuri el Maliki de, hava sahasının komşu ülke
uçakları tarafından ihlâl edilmesi karşısında suskun kalmayacaklarını
açıkladı.
Nihayet Irak hükümeti; Türkiye'den, Kuzey Irak'tan "yasadışı
ihracatı" durdurmasını istedi. Hükümet sözcüsü Ali el Debbağ, e-posta
yoluyla yaptığı açıklamada, Kürt bölgesinden Türkiye'ye petrol ihraç
edilmesinin yasal olmadığını savundu. El Debbağ, bu durumun ikili
ilişkilere zarar vereceğini belirtti.
Kolay mı? Irak Başbakanı Nuri el Maliki, Türkiye'nin bölgedeki herkes
için "düşman bir devlet" olma yolunda ilerlediğini açıklarken; yine
Maliki'nin, ABD yapımı gelişmiş tankların son partisini teslim alması ve
yine Washington'dan gelecek F-16'ların kullanımı konusunda "sınır
olmadığının" açıklanması Kürtleri korkuttu.
Çünkü Irak'ta merkezi hükümet ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi
arasında yaşanan kriz sürerken; Erbil'de Kürtçe yayın yapan 'Rudaw'
gazetesinin haberine göre, 'Irak Türkmen Cephesi Kürdistan Büro
Sorumlusu' Aydın Maruf, Türkmen cephesinin Kürtlerle aynı listede seçime
girmeye hazır olduğunu açıkladı!
Toparlarsak: "Irak'ta sessiz ama kritik gelişmeler yaşanıyor," diyen Emre Kızılkaya çok haklı.
Ya İran mı?!
İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salihi, Ankara ile yaşanan krizi değerlendirirken, "Daha beteri olabilir," dedi.
İran Meclisi Milli Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu sözcüsü Seyid
Hüseyin Nakavi Hüseyini, "Türkiye, iç krizle karşı karşıya" vurgusuyla,
"Ankara, Suriye'ye müdahale edeceğine kendi iç meselelerine yönelsin,"
derken; 'The Daily Telegraph'ın Batılı istihbarat örgütlerine
dayandırdığı haberine göre, İran dini lideri Ayetullah Ali Hamaney
Devrim Muhafizları'na, Esad'ı devirmeye çalışan Batılı güçlerle
müttefiklerine yönelik intikam amaçlı "Saldırı" emri verdi! Haberde,
hedefte birçok ülkenin yanı sıra Türkiye'nin de bulunduğuna dikkat
çekiliyordu.
Bunların yanında 'Tehran Times'daki İran'ın eski Şam Büyükelçisi ve
İran Meclis Başkanı'nın dış politika danışmanı Hüseyin Şeyhülislâm,
"Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar'ı, ABD ve İsrail'le birlikte,
Suriye'nin sevilen hükümetini devirmek için ellerindeki tüm olanakları
kullanmakla" suçladı.
İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salihi, "Bölge ülkeleri, Suriye
konusunda yaptıkları eylemlerin sonuçları hakkında iyi düşünmeliler. Bu
ülkeler, yanlış yolda hareket etmeye devam etmekte ısrar ederse
kesinlikle sonuçları tüm bölge ülkelerine sıçrar," uyarısını
dillendirdi.
İran Genelkurmay Başkan Yardımcısı Tuğgeneral Mesud Cezayeri,
Suriye'ye yapılacak olası saldırı konusunda hassas olduklarını açıkladı.
Nihayet İran 2012 Eylül'ü sonunda büyük bir askeri operasyon yapmaya
hazırlandığını açıkladı. Türkiye sınırında yapılacak tatbikat Tahran'ın
iki ay içinde ikinci büyük askeri tatbikat oluyor!
Ve Ahmed Amrabi'nin, "Hizbullah Lübnan devletinden güçlü,"[22] dediği coğrafya!
Lübnan'da, Şam yönetimi yanlısı Nusayriler ile Sünniler birbirine girdi!
Sünni iki din adamının içinde bulundukları aracın bir kontrol
noktasında dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle askerlerce hedef
alınmasıyla ölmelerinin ardından Sünni ve Nusayri gruplar arasında
şiddetli çatışmalar yaşandı. Esad rejimi yanlısı ve karşıtları,
Lübnan'ın başkentini savaş alanına çevirdi!
Evet, "Lübnan'daki tıkanıklık ise patlama derecesine vardı ve şu an
tek bir kibrit çöpünü bekliyor,"[23] 'Kuds ül Arabi'nin başyazısında
işaret ettiği gibi...
"SURİYE" SADECE SURİYE DEĞİLDİR!
Norman Paech deyişiyle, "Tahran'a giden yol Şam'dan geçer"[24]
saptamasına, Fehim Taştekin, "Suriye'den sonra sıra Irak'ta, öyle mi?"
eklemesini yaparken, "Suriye" sadece Suriye değildir!
Bu bağlamda da kimsenin şüphesi olmasın: "Suriye'de olan Suriye'de
kalmayacak. Yayılacak kaos içinde siyasal İslâm yükselmeye devam
edecek."[25]
"Suriye'de Müslüman Kardeşler, yanında Selefi gruplarla bir Sünni
rejim şekillenmeye başlayınca, Lübnan ve Irak'ın, Sünni-Şii çatışmasının
yıkıcı etkilerini yeniden yaşamaya başlamaları kaçınılmaz görünüyor.
İki ülkenin parçalanma ya da iç savaş olasılıklarıyla karşı karşıya
olduğu söylenebilir. Lübnan'da Hizbullah'ın zayıflatılması, Irak'ta
Maliki rejiminin tasfiyesi, İran'ın bölgedeki etkisinin hızla azalmaya
başlaması demek. İran, tüm bölgeyi geniş çaplı bir savaşın içine çeker
mi? Yoksa yeni duruma uyum sağlamaya mı çalışır? Önceden bilmek olanaklı
görünmüyor.
Ama risklerin çok büyük olduğu kesin. En azından, Esad rejimi
yıkılırken, Hizbullah Lübnan'da Sünni/Selefi bir rakiple ve bir iç savaş
olasılığıyla karşı karşıya kalırken, İsrail'in yalnız, ya da ABD ile
birlikte, İran'ın nükleer santrallarına saldırı düzenleme olasılığının
güçleneceği söylenebilir."[26]
Evet, Suriye ile Ortadoğu'da süreç çok hızlı ilerliyor.
T."C"nin, müdahalenin merkez üssü hâline getirilmesinin ardından,
Suriye açık hedefe dönüştürülürken; yaşananlara bakıldığında sürecin baş
döndürücü bir hızla ilerlendiği rahatlıkla görülür.
Ortadoğu'da kaygan zeminde yapılan siyaset; Suriye'de ateşe benzin
döken çatışmalarla genişlerken; Suriye'deki ateş büyüdükçe kendisiyle
birlikte bölgeyi de yakıyor.
Ayrıca Pepe Escobar'ın işaret ettiği üzere, "İç savaşın da ötesinde
Suriye, aynı zamanda 'Boruhatlaristan' denen güç oyununun bir parçası...
Suriye, büyük bir petrol üreticisi olmasa da, iç savaş çıkana dek
petrol satışlarından 4 milyar dolar kazanıyordu ki bu, hükümet
bütçesinin üçte birine tekabül ediyor. Tıpkı Türkiye gibi, Suriye de
enerji yollarının kesişim noktası olarak önemli ama daha küçük çapta.
Burada kilit nokta, Türkiye'nin enerji stratejisini gerçekleştirmek için
Suriye'ye ihtiyacının olması. Suriye'nin 'Boruhatlaristan'daki oyununa,
Mısır'dan Lübnan'a uzanan Arap Gaz Hattı (AGP) ile Irak Petrol
Şirketi'nin Kerkük'ten Suriye'deki Banyas limanına inşa ettiği IPC hattı
dahil. Suriye'nin enerji stratejisinin temelinde, Devlet Başkanı Beşşar
Esad'ın 2011'in başında, yani isyan çıkmadan iki ay önce ortaya koyduğu
'dört deniz politikası' yatıyor: Akdeniz, Hazar Denizi, Karadeniz ve
Basra Körfezi'ni birbirine bağlamak. Türkiye'nin güç oyununun daha küçük
çaplısı gibi yani..."[27]
Alevlerin ortasındaki "Suriye'nin "resmine" bakınca bir sürü
gariplikle karşılaşıyoruz. "Örneğin isyancıların sözde 'özgürlük'
mücadelesi, infazlarla katliamlarla ilerliyor! Dün, ABD El Kaide
'militanlarını', işkenceyle sorgulanabilmeleri için Suriye'ye
gönderirken bugün El Kaide ve Selefi akımların Suriye'ye girişini
hızlandırıyor.
Esad diktatörlüğüne karşı isyancıları silahlandıran, eğiten Suudi
Arabistan ve Körfez Emirlikleri, kendi ülkelerinde muhalefete yaşam
hakkı tanımıyor. ABD, Batı yönetimleri medyası başka yöne bakmayı
seçiyor.
Topraklarında kurduğu kamplarda isyancıları eğiten, Suriye'nin iç
savaşına taraf olan Türkiye hükümetiyse, kendi ülkesinde Kürt sorununu
bir çözümsüzlüğe ittikten sonra Şemdinli'de adeta bir savaş yaşıyor.
Belli ki Suriye'de yaşananlar Suriye halkının özgürlük mücadelesiyle
ilgili değil. Suriye, Ortadoğu jeopolitiğinde geçiş hattının düğüm
noktası olarak önemli. Suriye düğümü kesildiğinde, İran'la Lübnan
arasına bir Sünni rejim oturtulduğunda, Hizbullah tecrit edilecek,
Irak'taki Şii iktidarı zayıflatılacak, böylece İran yalnız kalacak,
devrilmesi kolay bir rejime dönüşecek..."[28]
Ortadoğu'daki ABD müdahalesi geniş çaplı hedefleri olan bir düzenleme girişimi...
Güneri Cıvaoğlu'nun belirttiği gibi, "ABD'nin Suriye'deki parmak izleri"[29] T."C" üzerinden düzenlemeyi işaret ediyor.
ABD Suriye'de... uzman personeli, isyancıların yanında devreye
sokmaya, isyancılara yeni silahlar aktarmaya devam etmek istiyor. ABD
bunları yaparken, tampon bölge/ "korunaklı" (nasıl korunacaksa) alan
oluşturma bağlamında Suriye ordusuyla karşılama, onu test etme ve
yumuşatma, işini Türkiye'ye (hamallığı ve "kıyma makinesinin" içine
atlama kısmını- "beysbol sopasını" resmin burasına mı eklesek?) ve Suudi
Arabistan'a (finansal teknolojik destek kısmını) bırakıyor.
Mesela... ABD'nin etkili ulusal güvenlik danışmanlarından Zbigniew
Brzesinski, Obama yönetimine Suriye krizinde, "Türkiye ve Suudi
Arabistan' destek vermesi" gerektiğini hatırlatıp; 'Türk-Amerikan
Konseyi'nin Başkanı James Holmes, ABD ve Türkiye'nin Suriye politikasını
eleştirip, Annan planının işlemediğini ve bu ülkeye asker gönderilmesi
gerektiğini ileri sürüyorken; kazın ayağı hiç de böyle görünmüyor...
ABD Başkanı Barack Obama'nın, Suriye'deki muhalif gruplara destek
verilmesi için CIA başta olmak üzere ABD'li istihbarat örgütlerine gizli
bir emir verdiği bildirildi. Reuters'in haberine göre, Obama söz konusu
desteğin, Türkiye'deki bir komuta merkeziyle işbirliği yapılarak yerine
getirilmesi talimatını verse de; Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun
BM Güvenlik Konseyi'nde "Suriye içinde kamp kurulsun" önerisine, ABD
Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey, NATO'nun bunun altından
kalkamayacağı yanıtını verdi.
Aynı konuda "askeri çözümden yana olmadıklarını" söyleyen ABD'nin
Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone, "uçuşa yasak bölge"nin önünde
ciddi engeller bulunduğunu belirterek, ekledi: "Elbette dikkate
almalıyız ama bu, taahhüt ettiğimiz anlamına gelmez"!
Bundan başka ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Philip Gordon da, Libya
ve Suriye krizlerinin karşılaştırılamayacağını savunup, Suriye'de özerk
bir Kürt bölgesi kurulmasına karşı çıktığını açıkladı.
Söz konusu tabloda Suriye dış(arıdan) müdahalenin hedef tahtasına
dönüştürülürken; 'The Los Angeles Times', Suriyeli muhaliflerin
üslendiği Hatay'ı, "lojistik üs, silah çarşısı ve tedavi merkezi" olarak
tanımladı. Gazeteye göre, Hatay aynı zamanda "İslâmi fonları kapmak
için" bir "entrika merkezi"ne de dönüştü.
'The New York Times', CIA ajanlarının Türkiye'nin güneyinden Suriyeli
muhalif gruplara silah sevkiyatını koordine ettiğini ileri sürdü; 'The
Washington Post' ise Hatay'daki CIA ajanlarının sayısının 6 olduğunu
belirtti.
'The Washington Post', "Yasadışı Sınır Geçişleri Artarken Türkiye
Suriye Devrimi İçin Bir Merkez" başlıklı haber analizinde mültecilerin
Türkiye'nin güneyinde çoğalarak "Ülkenin en sakin yerlerinden birini
Suriye isyanı için bir merkez hâline dönüştürdükleri"ne işaret etti.
Bilmeyen var mı?
Bir: Jandarmanın sıkı koruduğu Hatay'daki kamp, Suriyeli isyancıların
yönetildiği karargâh niteliğinde... "Özgür Suriye Ordusu"nun karargâh
olarak kullandığı bilinen Apaydın'da, Suriye ordusundan kaçarak saf
değiştiren 458 subay bulunuyor. Bunlar arasında 1 tümgeneral, 32
tuğgeneral, 82 albay ve 59 yarbay bulunuyor. Kampta 458 rütbeli askerin
386'sı subay, 72'si de astsubay...
İki: Suriye sınırındaki Reyhanlı'nın üç köyünde görüşme ve incelemede
bulunan CHP Hatay Milletvekili Mevlüt Dudu, yöre halkının, muhaliflerin
kullandığı silahların sınırın ötesine ambulansla taşındığını ve
ambulansların da dönüşte, rejime karşı savaşan yaralı Suriyeli
militanları Reyhanlı ve Antakya'daki hastanelere götürdüğünü söylediğini
bildirdi...
Üç: Almanya'nın Türkiye'nin gerek içinden gerekse kıyılarına yakın
sularda en modern cihazlarla donatılmış bir gemisi üzerinden Suriye
muhalefetine destek verdiği ortaya çıktı. 'Bild am Sonntag' gazetesi,
Alman gizli servisi ajanlarının Adana'daki NATO üssünde konuşlandığını
ve buradan Suriye'deki tüm telefon ve telsiz haberleşmelerini
dinlediğini bildirdi. Gazeteye açıklamalarda bulunan bir Amerikan
istihbaratçısının da "Hiçbir Batılı gizli servisin Suriye içinde Alman
istihbaratı kadar iyi kaynakları bulunmuyor" diye konuştuğu
kaydedildi...
Dört: Suriye'de muhalif Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) militanlarının
maaşlarını Suudi Arabistan'ın ödeyeceği iddia edildi. 'The Guardian'
Suudi Arabistanlı bir yetkiliye dayandırdığı haberine göre bu girişimin
amacı Suriye ordusunda toplu firarı teşvik etmek ve Esad rejimine karşı
isyanı yükseltmek...
Beş: 'The Times'ın haberine göre, Avrupa ülkeleri Suriyeli
yetkililere taraf değiştirmeleri için bavul dolusu para verdi. Suriye'de
rejimin en etkili isimlerinden bazılarının saf değiştirerek muhaliflere
katılması Suriye lideri Beşar Esad'a büyük darbe vurmuştu. Bunların
arasında en önemli isimler ise Başbakan Riyad Hicab ve Esad'ın eski sağ
kolu ve çocukluk arkadaşı Tümgeneral Manaf Tlass'tı...
Altı: "Esad'ın generalleri, Halep'te karşılarındaki düşmanın ezici
çoğunluğunun yabancı savaşçılar olduğunu, bunların başını Türklerin
çektiğini anlattı. Ölü bir savaşçının üzerinden çıkan Türkiye kimliğini
gösterdiler. Askerlerden uzakta Halep sakinlerinin bana anlattıkları da
bunları doğrular nitelikte,"[30] diyor Robert Fisk...
Yedi: Suriye'de muhalif gruplar ile birlikte mücadele ederken
yakalanan Cabir Mustafa Şehabi'nin itirafları şaşkınlık yarattı.
Silahları Lübnan ve Türkiye üzerinden sağladıklarını Suriye
televizyonunda itiraf ettiği bildirilen Şehabi, Ebu Bekir el Sıddık
grubu liderinin emriyle kaçırdıkları kişilerin kafalarını kestiklerini
söyledi. Ebu Bekir el Sıddık grubu lideri Ebu Talal kod adlı Muhammed
Hayr Derviş'in teklifi üzerine aylık maaşın yanı sıra kesecekleri her
şahıs için 50 bin lira alma karşılığında Ebu Bekir el Sıddık Tugayı'na
katıldığını belirtti.
Sekiz: Halep'te iki hafta boyunca Esad karşıtlarını tedavi eden,
Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF) örgütü kurucularından Fransız cerrah
Jacques Beres, muhaliflerin önemli bir kısmının rejimi devirmekten çok
şeriatı getirmekle ilgilendiğini belirtti. Yaralıların yüzde 60'ının
ordu birliklerine karşı savaşan muhalifler olduğunu, bunların
yarısınıysa Suriye'ye, aralarında Fransa'nın da bulunduğu yabancı
ülkelerden savaşmak için gelen "cihatçıların" oluşturduğunu kaydedip,
"Onları ilgilendiren esas şey, özellikle Esad sonrası dönem, bu dönemde
İslâmcı bir rejimin ve şeriatın tesis edilmesi," diye ekliyor...
Dokuz: Suriye'deki savaşı 'The Independent' için izleyen Robert Fisk,
Esad sonrası için kaygı verici ipuçları olduğunu söylüyor: "Özgür
Suriye Ordusu'nda, Suriyeli olmayan çok unsur var. Yaygın bir dedikoduya
göre ise ağır silahlar, Esad sonrası döneme hazırlık için toprağa
gömülüyor."
İş bunlarla da sınırlı değil, rejim muhalifleri "Barış" çığlığı atanlarca silahlan(dırıl)maktalar...
'The Washington Post'un, Suriyeli muhaliflere ve Amerikalı
yetkililere dayandırdığı haberine göre, silahların finansmanı, ABD'nin
koordinasyonu ile Körfez ülkeleri tarafından sağlanıyor. Aynı kaynaklar,
ABD'nin Körfez ülkelerine, silahlı muhaliflerle ilgili bilgi ve
değerlendirmelerini ilettiğini de söylediler.
Suriye'de ele geçen silahlarda Suudi bağlantısı ortaya çıkıyor.
Suriye'de Esad'a bağlı askerlere karşı mücadele eden muhaliflere,
Körfez ülkelerinin aldığı silahların ABD koordinasyonunda ulaştırıldığı
belirtildi.
'The Washington Post' gazetesi Körfez ülkelerinin ABD
koordinasyonunda Suriye'deki muhaliflere silah verdiğini yazdı. Katar ve
Suudi Arabistan'ın başı çektiği finansman yardımını koordine ediyor.
Söz konusu silahların Şam'da, Türkiye sınırındaki İdlib'de ve Lübnan
sınırındaki Zabadani'de stoklandığını belirtti. Muhalif bir kaynak da
"Suriye'nin bazı bölgeleri silah kaynıyor" dedi.
'Der Spiegel'in internet sitesindeki bir haberde, isyancıların nihai
saldırı için yoğun biçimde silahlandığı, büyük miktarda havan topu,
tanksavar ve uçaksavar füzesiyle her tür mermi depoladığı, bu arada
silah tacirlerinin de "hayatlarının işini bağlayarak büyük kazançlar
sağladığı" belirtildi. İsyancıların Duşka, Grad, Katyuşa, TAW, SAM-6,
SAM-7 gibi füzeler, havanlar ve topları Lübnan üzerinden satın ve teslim
aldığı ortaya çıkarken, bunların Esad'a saldırı için şimdilik
depolandığı da vurgulandı. Silah kaçakçılarının, "malları", Lübnan'daki
Yeşil Hat üzerinden Suriye'ye soktuğu ileri sürülen haberde,
isyancıların Suudi Arabistan'ın 100 milyon dolarlık yeni bir fonu silah
alımı için serbest bırakmasını beklediği kaydedildi.
'The Telegraph', düşünce kuruluşu 'The Henry Jackson Society'nin
İletişim Direktörü Michael Weiss imzasıyla 'Suriyeli İsyancılar,
Türkiye, Kendilerini Silahlandırıyor ve Eğitiyor' başlıklı makalesinde
kısa bir süre önce Hatay'da Suriyeli isyancılarla mülakatlar yaptığını
belirterek ,"Hatay'daki isyancı kaynaklar, bana, Türkiye'nin sadece
seçilmiş tabur komutanlarına hafif silahları sağlamakla kalmadığını,
aynı zamanda İstanbul'da Suriyelileri eğittiğini söylediler" diyor.
Amerikan NBC televizyonu, bazı ABD'li kaynakların Suudi Arabistan ve
Katar'ın taşınabilir hava savunma füzelerinin (MANPAD) muhaliflere
verilmesi konusunda ısrarlı olduklarını belirttiklerine dikkat çekti.
Suriye'deki muhaliflere Suudi Arabistan ve Katar'ın ısrarı üzerine hava
sistemleri gönderildi.
Suriye Dışişleri Bakanlığı, BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon'a ve
Uluslararası Güvenlik Konseyi'ne mektup göndererek, saldırıların Libya
ve Türkiye'nin başka ülkelerin işbirliği ile silahlı gruplarına katliam
ve yıkımlarını sürdürmeleri için öldürücü silahlar gönderdiği
belirtildi.
Arap medyasında çıkan haberlere göre, Suriye'deki muhalif kesimler
Türkiye üzerinden silahlandırılıyor. Buna göre, El-Kaide ve Hür Suriye
Ordusu adlı silahlı grubun koordinasyonu ile Türkiye sınırından
Suriye'ye silahlı giriş yapan üç kişi yakalandı. Suriye Ulusal Konseyi
(SUK) Başkanı Burhan Galyun, bazı ülkelerin ÖSO'nun silah verme
konusunda söz verdiklerini söyledi. Bir diğer SUK üyesi ise Türkiye
üzerinden Suriye'ye gemi dolusu silah göndereceklerini açıkladı.
Tüm bunlar karşısında Devlet Başkanı Beşşar, dış kaynaklı bir savaşla
karşı karşıya olduklarını belirtirken; Suriye Dışişleri Bakanı,
Suriye'deki isyandan ABD'yi sorumlu tuttu. Bakan, Katar Emiri'nin
Libya'ya, 'Tunus ve Mısır'daki momentum' için saldırdığını belirtti.
Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim, 'The Independent'in Ortadoğu
muhabiri Robert Fisk'e 'Suriye'ye karşı en büyük aktör ABD, diğer
ülkelerse ona alet oluyor' deyip ekledi: "Amerikalılara da şunu
söylüyorum: Afganistan ve Somali'de yaptıklarınızı iyi okumalısınız.
Suriye'deki bu terörizmi desteklerken uluslararası terörle mücadele
konusunda attığınız sloganları anlamıyorum."
Bu arada BM ve Arap Birliği Suriye Özel Temsilcisi Laktar Brahimi,
"Görevinin neredeyse imkânsız olduğu" itirafında bulunurken; Suriye'den
Brahimi'ye cevaben, "Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan isyancılardan
desteğini çekerse barış gelir" açıklaması geldi.
Ve Esad, Rus muhataplarına "Eğer Suriye halkı seçimlerde başka bir ismi seçerse iktidardan çekilmeye hazır olduğunu" açıkladı.
Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Mikhail Bogdanov da, 'Le Figaro'ya
demecinde, Suriye rejiminin hâlâ güçlü olduğunu ve devrilmesi hâlinde
yerine gelecek yönetimden endişe duyan büyük bir nüfus tarafından
desteklendiğini belirtti.
Tüm bunlar önemli şeylere işaret ediyorken; ortada bir Rusya (ve Çin) faktörü de söz konusudur!
Bu öyle bir faktördür ki Paris'te üçüncü kez bir araya gelen 'Suriye
Halkının Dostları' toplantısında, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'a
"Beşar Esad rejimini destekleri için Rusya ve Çin bedel ödemeli"
dedirtmekteyken; Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Aleksandır Lukaşeviç
da, "Suriye Halkının Dostları tek taraflı ve siyasi olarak yanlış bir
girişim, bu nedenle gayriahlâki bir oluşum" yanıtını verebilmektedir.
Rusya, 19 Temmuz 2012'de BM Güvenlik Konseyi'nde Suriye'ye karşı
yaptırım öngören tasarıyı veto ederek Beşşar Esad yönetimine desteğini
üçüncü kez yinelerken; ülkelerin iç işlerine karışmama ilkesini öne
çıkardı.
Evet Moskova, Suriye'deki krizin çözümü için dışarıdan askeri
müdahaleye yol açabilecek her türlü karara karşı çıkıyor ve bundan da
geri adım atmayacağının altını çiziyorsa da; Batı'nın Rusya'ya Suriye
konusunda şantaj yaptığına dikkat çeken Rusya Dışişleri Bakanı Sergey
Lavrov, açıklamasında "Biz Suriye rejiminin yakın dostu değiliz, hiçbir
zaman da olmadık" da diyebiliyor![31]
NİHAYET KÜRTLER
Prof. İlhan Uzgel'in işaret ettiği gibi, "Ortadoğu'nun kazananı son 20 yıldır hep Kürtler"[32] oldu, oluyor...
Bu bağlamda "Suriye'deki durum Kürtleri gelecek için umutlandırıyor,"[33] diyen J. Michael Kennedy çok haklıdır...
Çünkü Suriye'de yaşananlar öngürülmeyen bir durum olmadığı gibi; Kürtlerin yakaladığı "güncel başarı" da bir tesadüf değildir.
Ne ki Kürt halkının özgürlük yürüyüşü ancak Ortadoğu halklarıyla
emperyalizme karşı omuz-omuza mücadeleyle tamamlanabilir. Kürt halkının
gerçek kurtuluşunun yolu anti-sömürgeci anti-emperyalist mücadeleden
geçer.
Verili tabloda ABD, "Kürt sorunu"nda Türkiye egemenlerinin
kırmızıçizgisini geçerken; 'The Financial Times', Türkiye'nin dış
politikasına ve Kürt sorununa değinen 'Türkiye'nin Kâbusu' başlıklı
makalede, "Türkiye güney sınırında en derin korkularının gerçeğe
dönüştüğünü izliyor," notunu düşüyor.
Çünkü Rusya Dışişleri Bakanlığı'yla görüşen PYD lideri Salih Muslim
Muhammed, "Suriye'deki gelişmeler ve Kürtlerin Durumunu", 'Gündem'
gazetesine değerlendirirken şunları diyor:
"Rusya, bizi resmi olarak davet etti ve Dışişleri Bakanlığı düzeyinde
görüşmeler yaptılar. Bizim Suriye'den istediklerimiz onların kendi
özerk bölgelerine tanıdıkları haklardan daha fazla değildir.
Taleplerimizi çok makul buldular."
"Orda bir Suriye Kürdistan'ı yok Batı Kürdistan var. Burası Suriye'nin bir parçası değil, Kürdistan'ın bir parçasıdır."[34]
Tam bu noktada AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik'in, "Barzani
akıllı bir adam, Türkiye'yi hasmı yapmaz," demesi neyi hâlleder; orası
bir hayli müphemdir...
Tıpkı Mesud Barzani'nin, Ahmet Davutoğlu'na "Suriye'de hiçbir terör
grubunun destekçisi olmayacaklarını, elinde silah bulunduranların
yanında yer almayacaklarını" söylediği iddiası gibi...
El özet: Kürtler Ortadoğu'nun bugününde büyük bir imkân ve tehditle yüz yüzedirler...
"SONUÇ YERİNE"
"Eski(yen) statüko"dan gelece(ksizli)ğine Ortadoğu, bir karar güzergâhındadır.
Bu da bir savaş eşiğine denk düşmektedir.
Nihayet "Savaş, ava çıkmak gibidir. Ama savaşta, tavşan da ateş
eder," diyen Charles de Gaulle'ün de işaret ettiği topyekûn
hareketlenmenin Mao Zedung'un "Savaş kanlı politikadır," denilen
koordinatlara doğru evrildiği anımsanmalı/ anımsatılmalıdır...
Nihayet Noam Chomsky'nin işaret ettiği üzere, "Barışı esas tehdit eden Tahran değil, ABD ile İsrail"dir...[35]
O hâlde Ortadoğu'da gerçek barış, yerel işbirlikçi gericiliklere ve
onların efendileri ABD ile İsrail'e karşı yoksulların mücadeleleriyle
kazanılacaktır! Bugüne dek yoksulların, mağdurların ve madunların
temsilcisi olduğu iddia edilen İslâmcıların ihanet(ler)ine rağmen!
Evet, evet, asla unutulmasın: "Bir tarih bilgisi olmadan insan anlağı kör kalır," Thomasius'un işaret ettiği gibi...
11 Eylül 2012 14:14:22, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[*] 15 Eylül 2012 tarihinde VII. Sarıgazi (İstanbul) Festivali'nde
düzenlenen 'Ortadoğu'da Siyasi Durum ve Savaş' başlıklı panelde yapılan
konuşma... Newroz, Yıl:6, No:221 28 Eylül 2012...
[1] George Bernard Show.
[2] Alpaslan Işıklı, Neo-Liberalizm ve Üçüncü Dünya Savaşı, Kırmızı Kedi Yay., 2011.
[3] Vijay Prashad, Arap Baharı, Libya Kışı, Çev: Şükrü Alpagut, Yordam Kitap, 2012.
[4] Gilbert Achcar, "... 'Arap Baharı' Üzerine Tezler", Gündem, 18 Şubat 2012, s.11.
[5] Utku Çakırözer, "Arap Baharı Laikliği Kazıyor", Cumhuriyet, 7 Temmuz 2012, s.8.
[6] Selami İnce, "Arap Baharı, Çoktan İslâm Kışına Döndü", Birgün, 13 Mayıs 2012, s.12.
[7] Ramzy Baroud, "... 'Arap Baharı'nı Yeniden Tanımlamak: Devrimin Yerini Kaos mu Alıyor?", Gündem, 29 Mayıs 2012, s.11.
[8] Samir Amin, "Emperyalist Bir Bahar: Libya, Suriye ve Ötesi", Birgün, 7 Mayıs 2012, s.10.
[9] Bill Van Auken, "Ortadoğu'da Daha Büyük Savaşın Bekleme Odası", Evrensel, 1 Mayıs 2012, s.8.
[10] "Körfez Savaşa Hazırlanıyor", Milliyet, 1 Ağustos 2012, s.19.
[11] Ergin Yıldızoğlu, "Ekonomik Kriz - Silah Piyasası", Cumhuriyet, 5 Eylül 2012, s.4.
[12] Hüsnü Mahalli, "Ne Oluyor?", Akşam, 21 Temmuz 2012, s.11.
[13] Ergin Yıldızoğlu, "B.O.P.", Cumhuriyet, 27 Haziran 2012, s.4.
[14] Z. Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, çev: Yelda Türedi, Remzi Yay., 2010.
[15] "NATO Zirvesinde Kürecik Talimatı", Gündem, 22 Mayıs 2012, s.13.
[16] Ergin Yıldızoğlu, "Bir Fiyasko Daha mı?", Cumhuriyet, 11 Temmuz 2012, s.4.
[17] Zbigniew Brzezinski, "Türkiye Batı Güvenliği İçin Önemli", Gündem, 4 Mayıs 2012, s.12.
[18] "Stephen J. Hadley: Türkiye ABD'siz Suriye'yi Hâlleder", Radikal, 10 Mayıs 2012, s.26-27.
[19] Ergin Yıldızoğlu, "Yeni Osmanlılar...", Cumhuriyet, 29 Ağustos 2012, s.4.
[20] Foti Benlisoy, "Obama'nın Sopası ve Türkiye", Bianet, 1 Ağustos 2012.
[21] Ergin Yıldızoğlu, "Yanlış Beklentiler Mevsimi...", Cumhuriyet, 3 Eylül 2012, s.11.
[22] Ahmed Amrabi, "Hizbullah Lübnan Devletinden Güçlü", Beyan, 20 Temmuz 2008.
[23] "Mezhep Savaşları Lübnan'a da Sıçradı", Kuds ül Arabi, 21 Mayıs 2012.
[24] Norman Paech, "Tahran'a Giden Yol Şam'dan Geçer", Gündem, 3 Temmuz 2012, s.11.
[25] Ergin Yıldızoğlu, "Suriye'nin Yeni 'Resmi' - I -", Cumhuriyet, 30 Temmuz 2012, s.11.
[26] Ergin Yıldızoğlu, "Suriye'nin Yeni 'Resmi' -II-", Cumhuriyet, 1 Ağustos 2012, s.4.
[27] Pepe Escobar, "... 'Boruhatlaristan' Savaşı", Al Jazeera, 6 Ağustos 2012.
[28] Ergin Yıldızoğlu, "Suriye Aslında İran, O da Başka Bir Şey", Cumhuriyet, 8 Ağustos 2012, s.4.
[29] Güneri Cıvaoğlu, "ABD'nin Suriye'deki Parmak İzi", Milliyet, 11 Temmuz 2012, s.17.
[30] Robert Fisk, "Halep'te Suriye Ordusuna Karşı Türk Savaşçılar", The Independent, 21 Ağustos 2012.
[31] "Lavrov: Rusya Esad Rejiminin Dostu Değil", ntvmsnbc.com, 28 Temmuz 2012.
[32] Helin Alp, "Prof. Uzgel: Ortadoğu'daki Her Krizden Kürtler Kazançlı Çıkıyor", Akşam, 18 Ağustos 2012, s.15.
[33] J. Michael Kennedy, "Suriye'deki Kargaşa Kürtleri Gelecek İçin
Umutlandırıyor", The New Yok Times-Sabah, 29 Nisan 2012, s.3.
[34] Rahmi Yağmur, "Suriye Kürdistan'ı Yok Batı Kürdistan Var!", Gündem, 27 Nisan 2012, s.12.
[35] Noam Chomsky, "Barışı Esas Tehdit Eden Tahran Değil, ABD ile İsrail", Common Dreams, 4 Eylül 2012.
BAKİ GÜL
2 aydır Medya Savunma Alanlarındayım. HPG, KCK, PKK ve YJA Star
yetkilileri, gerilla komutanları ve gerillalar ile görüştüm. Bir ay
içerisinde 2 kez KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan ile
röportaj yapma şansım oldu. Hem de gündemin en sıcak zamanlarında.
Karayılan, iki görüşmede de AKP ile ilgili önemli açıklamalarda bulundu.
Devam eden çatışmalar ve olasılıklar üzerine düşüncelerini açıkladı.
Bu
sürece gelinmesinde ve sürecin devam etmesinde AKP’nin sorumsuz
politikalarının altını çizdi. Karayılan, İmralı’daki işkence ve tecrit;
Kürt siyasetçileri ve kurumları üzerindeki baskılar ve tutuklamalar ile
gerilla üzerindeki imha politikaları sürdükçe ve Kürtlerin varlığının
bir hak olarak tanınmadığı sürece çatışmaların devam edeceğinin
tespitini yaptı. “Görüşme” gündeminin sıkışan AKP’nin yeni oyalama ve
ortalığı bulandırma siyaseti olduğuna işaret etti.
Şimdi hal
böyleyken önce AKP’li bakanlar, daha sonra R. Tayyip Erdoğan’ın
danışmanları ve sonra da Erdoğan İmralı’daki görüşmelerden, Oslo
müzakerelerinden söz etmeye başladı. Ortada bir tuhaflık vardı. Çünkü
çatışmalar tüm hızıyla Şemdinli hattından Çukurca’ya, Van’dan Amed’e,
Botan’dan Dersim’e devam ediyordu. Hem de öylesine şiddetli ki asker
kayıpları yüzlerle ifade ediliyordu. Gerilla eylemleri yaygınlaşmış ve
etkili bir hal almıştı. Türk ordusu ise hava bombardımanlarını, top
atışlarını, asker sevkiyatlarını aralıksız sürdürüyordu. Kentlerde KCK
operasyonu adı altında Kürt avı da bütün hızıyla devam ediyor.
İmralı‘daki tecrit ve işkence sistemine karşı Kürtlerin eylemleri de hiç
hız kesmiyordu. Sonra ne oldu ise Recep Tayyip Erdoğan “Gerekirse
İmralı ile görüşmeler devam eder” hatta “görüşmeler sürüyor”
açıklamaları yapılmaya başladı.
Bu açıklamalara balıklama atlayan
Tarafçılar, Fethullahçılar, AKP yanlısı medya ve “stratejisyenler” ile
polislikten devşirilme çakma “yazarlar” tezler üzerine tezler yazmaya
başladı. Bu durumları gözlemlerken KCK ve HPG yetkilileri ile konuşma
fırsatımız oldu. KCK ve HPG’li yetkililer, AKP’nin bu söylemlerine,
medyadaki buna paralel yorumlara gülüyorlardı. Bu durumun “klasik bir
AKP oyunu ve oyalaması” olduğunun altını çiziyorlardı. Tam da bu sürece
denk gelen AKP kongresine dikkatimizi çekiyorlardı. AKP’nin kendisini
kurtarmak için bir hamle yaptığını vurguluyorlardı. AKP’nin her seçim
öncesi PKK’yi ateşkes sürecine çekme çabasının ve oyalama siyasetin bir
parçası olarak tanımlarlarken de 2002’den bu yana AKP’nin bu konuda
yaptıklarını örnekleyerek açıklıyorlardı.
KCK Yürütme Konseyi
Başkanı Murat Karayılan bu konuda çok net ifade etti. Ortada görüşme
diye bir şey yok. AKP, özellikle de R. Tayyip Erdoğan Kürt sorununu
basitleştirip, sulandırıyor. Ailesinin Kürt Halk Önderi Abdullah
Öcalan’ın sağlığı hakkında bilgi almasını, AKP kendisi için psikolojik
savaşta bir hamleye dönüştürme çabasına girmesinin ise anlamsız olduğunu
belirtmekte fayda var. AKP kendi kongresini kurtarma, seçime giderken
yine istediği ortamı oluşturma planı ile hareket ettiği için bu tür bir
gündem oluşturmayı esas aldı. Çünkü AKP gerilla eylemleri ve Kürt
direnişi karşısında köşeye sıkışmış ve nefes almak istiyor. Bu nedenle
de böylesi bir gündemle Kürt tarafını sıkıştırmak istiyor. Ama bunu
yaparken de kendisini çok kötü ele veriyor.
KCK’li yetkililer
AKP’nin bu planını şu cümleler ile özetliyor: AKP, bir yandan savaş
hazırlıklarını sürdürmek ve sonuç almak için ABD başta olmak üzere bütün
bölge ülkeleri ile görüşmeler sürdürüyor. Askeri harcamalara astronomik
rakamlar harcıyor, PKK’nin lider kadrosunun tasfiyesi, gerillanın
kitlesel imhası için yeni silahlar alıyor, tutuklamaları devam
ettiriyor, Kürtleri PKK’ye karşı isyana çağırıyor. Erdoğan önümüzdeki
yerel seçimler, cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler için AKP’nin başarısı
için zemin yaratmak istiyor. Hatta AKP, sanki ortada bir barış süreci
varmış gibi gösterip olası asker kayıpları ve çatışmalar için de
Kürtleri provokatörlükle suçlama hazırlığı yapıyor. Yani AKP savaşı
durdurmak yerine kurnazlık yapıp savaştan nasıl geçineceğinin hesabını
yapıyor.
AKP’nin önceki diğer seçimlerde Kürtleri oyalayıp seçimleri
kazandıktan sonra, Kürtler üzerinde ortaya konulan uygulamaları
defalarca hatırlatan KCK’li yetkililer, AKP’nin bu dönemdeki Kürt
oyununun kesinlikle başarısız olacağının altını çiziyorlar. Çünkü
gerillanın kesinlikle direneceğini, Kürt halkının her alanda birlik
içinde mücadelesini yükselteceğini AKP’nin değil 2023’ü, 2013’ü bile
kurtaramayacak bir durumda olduğuna işaret ediyorlar. İşte bütün bu
veriler, yorumlar ve tespitler gösteriyor ki AKP’nin “İmralı ile
görüşürüz, Oslo yeniden olabilir” demesinin Kürt tarafında bir zemini
yok. Çünkü AKP, sorunun çözümü için görüşme yerine Kürtleri tasfiye etme
ve mücadelelerini zayıflatma için çaba gösteriyor.
KCK Yürütme
Konseyi Başkanı Murat Karayılan ile KCK Yürütme Konseyi Üyesi Duran
Kalkan ile görüştüğümüzde vurguladıkları temel nokta şuydu: “Savaşın
durması isteniyorsa PKK ile görüşme olur. Çünkü savaşı yürüten PKK’dir.
Temel olarak Kürt sorununun temel çözümü için Kürt Halk Önderi Abdullah
Öcalan’ın sağlık/güvenlik ve özgürlük koşullarının düzeltilmesi ve
Öcalan başta olmak üzere Kürt siyasal kurumlarının temsilcileri ile
tarafların uygun bulduğu zeminde görüşmeler olabilir.”
Evet, AKP 2012
yılının kışının hiç bitmesini istemiyordu. Ancak kış bitti önce bahar
ardından da yaz mevsimi geldi ve geçti. Şimdi Ekim ayındayız. Görünen o
ki AKP bu sonbaharın ve kışınn da gelmesini istemiyor. Zamanı dondurmak
istiyor. Sadece kendisinin istediği durumlarda zamanın akmasını istiyor.
Görünen o ki bu sonbahar ve kış mevsimi de öyle normal ve de AKP’nin
istediği gibi geçmeyecek. Bunları neye göre mi yazıyorum? Dağlardan
görünen gerçeğe göre. Gerillanın 2012 bahar ve yaz aylarında ortaya
koyduğu pratik ile kendisini gösteren AKP gerçeğine göre.
Sonuç
olarak PKK, AKP’nin gündemi değiştirme ve kendisini kurtarmak için
Kürtler üzerinden yaptığı planın ve oynadığı oyunun bütünüyle farkında.
Ve bu konuda herkesin de dikkatli olması gerektiğini işaret ediyor.