8 Nisan 2013 Pazartesi

Kaytan: Bir Geri Çekiliş Var, Bir de Dönüş

PKK'nin kurucu üyelerinden Ali Haydar Kaytan, Kürt hareketinin sadece 40 yıllık değil, bir insanlık mirasına sahip olduğunu belirerek, "PKK içinde aslında Hz. Muhammed’in İslam’ı var. Hz. Ali’nin Aleviliği var. İmam Hüseyin’in Aleviliği var" dedi. Yaratılmak istenen Alevi-Sünni tartışmalarına bu şekilde yanıt veren Kaytan, geri çekilme konusuna ise çarpıcı bir yorum getirdi: "Mesela biz gerillamızı sınır dışına çekeceğiz. Ama öte yandan bir de Kürdistan’a dönüş başlıyor. Yani bir geri çekiliş, ama bir de ülkeye dönüş ve yöneliş var. Boşaltılan 4 bin köyümüz var. Mesela o köylerin yeniden dolması lazım."

PKK'nin kurucu üyelerinden Ali Haydar Kaytan, Nuçe TV'den gazeteci Erdal Er'e konuştu. Kaytan, Öcalan'ın sorunlara çözüm yaklaşımını değerlendirirken, özellikle PKK'nin mücadelesinin hangi felsefik temeller üzerine kurulu olduğu, dinlere ve devlete bakış açısı, mücadele tarzı, son zamanlarda yeniden ortaya çıkarılan Alevi-Sünni tartışmaları, geri çekilme konusu ve "Kürdistan'da nasıl bir ekonomi?" konularında çarpıcı değerlendirmelerde bulundu.

Alevi-Sünni ayrımına karşı çıkan Kaytan,  PKK hareketi ilk ortaya çıktığında iki noktada yoğunlaştığına işaret etti. " Bir Antep. İki Dersim. Belki de PKK’nin ilk gelişme gösterdiği alandır Dersim" diyen Kaytan, PKK'nin aynı zamanda o etnitiselerin direnişlerine ve bilgelerin direnişine dayandığının altını çizdi.

Toprağa bağlılığın önemine vurgu yapan Kaytan, PKK'nin fabrikalar kurmayacağını belirtirken, Kürdistan coğrafyasının tarihten bu yana tarım konusundaki önemine işaret etti.  Öcalan'ın "Hz. Musa Firavundan nasıl kaçtıysa, Hz. İbrahim nasıl Nemrud’tan kaçtıysa, Hz. Muhammed nasıl cahaletten kaçtıysa, Hz. İsa nasıl Roma İmparatorluğundan kaçtıysa, bende kapitalist moderniteden öyle kaçardım. İlk yapmam gereken şey bu" sözlerini aktaran Kaytan, " Zerdüştün ziraat tutkusundan ve hayvan sevgisinden ilham alırdım. Kürdistan’da ekonomi neye dayanır" diye ekledi. Kaytan'a göre insanın devlete muhtaç hale geldiği yerde demokrasi ve özgürlük yoktur.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Diyarbakır Newroz’undaki çağrısını nasıl değerlendiriyorsunuz?

1973 yılı ile birlikte başlatırsanız bu hareketin şekillenmesini yaklaşık 40 yılı geride bırakan bir mücadele gerçekliğimiz var.  Bunun 1984 yılından bu yana geçen dönemi ise silahlı direniş dönemi oluyor. Barışçıl demokratik çözüm arayışları olmasına PKK’nin bu süreçte bazı adımlar atmasına rağmen yine de mücadelenin esas olarak dili silahlı direniş dili oldu. silahlı mücadele dili oldu. bu bir tercih sorunu değildi, bir zorunluluktan kaynaklanıyordu. İnkar ve imha sistemini dayatan güçlerin duruşundan, özelliklerinden, mücadele gerçekliğimize yaklaşımlarından kaynaklanıyordu.  Aslında Önderliğimiz 15 şubat uluslar arası komplosu sonrasında gerçekten de mücadelenin dilini köklü bir biçimde değiştirmek istedi. Demokratik siyasete öncelik tanımak istedi. Yada şöyle denilebilinir. Fikrin ve ideolojinin ve demokratik siyasetin hükmünü icra ettiği bir döneme geçmek istedi. Bunun içinde o süreçte güçlerimizin sınır dışına çekilmesini öngördü. Hareketimiz de buna uyum sağladı. Ve sonrasındaki süreç, aslında ortaya çıkan bu durum, Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümü için gerekli ortam, en azından PKK açısından, önderliğimiz açısından, gerçekten hazırlamış oldu. ama karşıdaki güçler bunu doğru okumadılar. Bunu bir bakıma, Kürtlerin, hareketin bir yönüyle çözüldüğü, geri adım attığı, hatta önderliğimizin bile bir yönü ile idam tehdidi yüzünden aslında bu tehdidi savurmak amacıyla böylesi bir sürecin önünü açmaya çalıştığı biçiminde çok basit, çok sıradan, çok yüzeysel bir yaklaşım içerisine girdiler.  Bu süreç doğru değerlendirilmedi.

İmralı sürecinden önce barış, çözüm süreci başlatılmıştı zaten?

Evet, daha öncesinde başlatılmıştı. Fakat buna verilen cevap esas itibariyle, uluslar arası sistemin de dayatmasıyla birlikte uluslararası komplonun, 9 ekim komplosunun geliştirilmesi oldu.  sonrasında işte önderliğimizin esaretine varan 15 Şubat komplosu ile tamamlanan bir süreç var. O yeni bir dönemi başlattı.

AKP’nin iktidara gelişiyle birlikte, aslında AKP’de bir yönü ile süreci doğru okumadı. Bu süreçten yararlanmak istedi. Ateşkes ortamından yararlanmaya çalıştı. Sorunu sürekli erteledi. Kürt sorunu benim sorunumdur denildi. Sahip çıkıldı soruna ad konuldu. Çözüleceği doğrultusunda umutlar yaratıldı ama bu umutlar sürümcemede kaldı. Pratikleştirme doğrultusunda her hangi bir adım atılmadı. Tam tersine imha doğrultusunda adımlar atıldı. Hatta şöyle de denilebilinir. Gelinen aşamada birazda, en azından son kertede, Sri Lanka modeli tarzında bir modelle aslında Kürt hareketinin sonu getirilmek istendi.

2011 süreci bu konsept uygulandı. Bu konsept boşa çıktı. Bu konsept boşa çıkınca, bir de tabi bölgesel çapta Kürt sorunu öne çıkmaya başlayınca, Batı Kürdistan’daki gelişmeler yakıcı bir biçimde kendini ortaya koyunca, AKP de bölgedeki amaçlarına ulaşamayınca, siyaseti tutmayınca durum değişmeye başladı.

PKK bu süreçte belki en çok devrimci halk savaşı üzerinde yoğunlaştı. Bizim bütün odaklanmamız oydu gerçekten. Belki de önderliğimizin bu süreçte, yani 21 Mart’taki açıklamasıyla yeni bir süreci başlatması gerçeği karşısında, başlangıç itibariyle biraz zorlanmamız kendimizi bütünüyle devrimci halk savaşına odaklamamızdan kaynaklandı. Bütün yoğunlaşmamız onun üzerineydi. Belirli bir tecrübe de edindik tabi.

Kamuoyunda en çok sorulan sorulardan biri şudur. PKK savaşa hazırlanırken, Sayın Öcalan’ın hazırladığı süreçle birlikte demokratik çözüm hamlesi geldi, PKK tercihini bundan yana kullandı.      

Aslında Kürtlerin çok iyi anladıkları, ama Kürtler dışındaki güçlerin anlamadığı gerçeklik birazda orada yatıyor. PKK bir önderlik hareketidir. Köklü değişimler, dönüşümler bizde önderlik tarafından gerçekleştirilir. Yani önderliğe rağmen PKK’de çok köklü değişim ve dönüşümlerin ortaya çıkması doğru değil.

Hareketimizin çıkışı hep önderliğimizin kişiliği etrafında şekillendi. Aslında belki de bir çocuğun isyanı ile birlikte başladı. Oradan başlamak gerek. Zaten 21 Mart’taki tarihi açıklamada da Önder Apo bugünkü, mücadelede yöntem değiştiren Kürt isyanının kendi çocukluğundaki ilk isyanla başladığını ve bir halkın isyanına dönüştüğünü, gerçekten de Kürt tarihinin en köklü isyanlarından birini ifade ettiğini ve gelinen noktada da aslında bu isyanın bir yönü ile dil değiştirdiğini ifade etti. Yani isyanın birçok kazanımları ortaya çıkardığını, Kürtlerin bu sayede kendi kimliklerini kazandığını, kendi tarihsel gerçekliklerine dönüş yaptığını, kendi kökleri ile yeniden buluştuğunu, diriliş devrimini tamamladığını, kurtuluş sürecine, demokratik kuruluş sürecine geçtiğini, onun koşullarını da olgunlaştığını açık bir biçimde ortaya koydu.

Gelinen aşamada kazanımlar var, bu kazanımları görmek lazım. Yani birden bire siz bir şeyi geride bırakıyorsunuz, yeni bir tercihe girmiyorsunuz. Bu bir tercih sorunu değildir.

ULUS DEVLETİN TEKLEŞTİRİCİ YAKLAŞIMI DEMOKRASI SINIRLARINI DARALTIYOR

Sayın Öcalan’ın sık sık vurguladığı, demokratik siyaset, demokratik cumhuriyet, halkların kardeşliği gibi önemli kavramlar var. Mücadeleye başladığımızda direniş adını verdik dediniz ama, orda da yine ilkeler, demokrasi öncelikli durum olarak karşımıza çıkıyor...

O süreçte kuşkusuz, devlet odaklı iktidar eksenli olmamıza rağmen öngördüğümüz şey gerçekten de Kürdistan’da bir demokratikleşmeyi ortaya çıkarmak, Kürdistan’da esas itibariyle bir ulusal demokratik devrim gerçekleştirmekti. Demokrasi vurgusu son derece belirgindi. Bizi aslında öteki Kürt gruplarından ayıran en temel özelliklerden biri de esas itibariyle buydu.

Fakat sonradan bizde demokrasi kavramının içeriği değişti. Bizde zaten paradigma değişiminin özü de bunu ifade eder. Geçmişte demokrasi deyince biz daha çok bir devlet biçimi anlıyorduk. Yani demokrasi devlet biçimidir diyorduk. Bu açıdan da devletin demokratikleşebileceğini düşünüyorduk. Burjuva demokratik devletten söz ediyorduk ki, devlet ile demokrasinin bir biriyle çeliştiğini, özünde iki farklı gerçekliği ifade ettiğini, aslında demokrasi ile devletin bir biriyle bağdaşmadığını, birinin çokluğunun diğerinin azlığını ifade ettiğini, demokrasinin aslında devlet dışında yaşayan toplumun kendi kendini yönetme biçimi olduğunu gerçekten sonrasında çok çarpıcı bir biçimde ortaya koyduk. Önderliğimizin bu anlamda demokrasi tanımı mükemmel bir tanımdır. Bu tabi çok yoğun çok tarihsel araştırma ve incelemelerin sonucunda ortaya çıkan bir gerçekliktir. Biz demokrasiyi yeniden icat etmiyoruz. Demokrasi devletin karşısında halkın duruşunu ifade ediyor. Halkın yaşamı komünal, devlet karşısında duruşu ise demokratiktir. Günümüze doğru geldiğinde devlet, yaşamın kuşkusuz daha çok alanlarına hükmeden duruma geliyor, özellikle de ulus devletle birlikte.  Ulus devletle birlikte demokrasinin alanı kuşkusuz daha çok zayıflıyor. Ulus devletin tekleştirici yaklaşımları demokrasinin sınırlarını alabildiğine daraltıyor ve neredeyse demokrasiyi yok etme noktasına getiriyor. Demokrasi ile toplumsallık gerçekten de bir birlerine oldukça bağlı. Yani toplumun olduğu yerde mutlaka demokrasi vardır. Demokrasinin olduğu yerde toplum kendini mutlaka demokratik tarzda yönetir demektir. Fakat ulus devletin olduğu yerde gerçekten toplumun ölümünden söz etmek gerekir. Bunu büyük filozoflar da çok net bir biçimde ifade ediyorlar.

TOPLUMUN ÖLDÜĞÜ YERDE İNSAN DA KAYBOLUR

Nietzsche’nin meşru sözüdür:  ‘Tanrı öldü!’. Tanrı öldü sözü bir yönüyle de aslında toplumun öldüğü gerçeğinin ifadesidir. Biliniyor, tanrı Durkee’de toplumun kimliği olarak tanımlanır. Dolayısıyla ‘tanrının ölümü’ toplumun da ölümünün ilanı anlamına gelir ki Nietzsche’nin bu tespiti gerçekten de son derece yerindedir. Toplumun öldüğü yerde insan da kaybolur.  Yani günümüzde öyle bir sistemde yaşıyoruz ki aslında toplumun ve insanın yitiminden söz etmek gerek. Dolayısıyla demokrasi toplumun yeniden, yaşamın doğru tanımı temelinde kendi kendisini örgütlemesi, kendi kendisini yönetir duruma gelmesi demektir. Demokrasiyi devletten beklemek yerine, toplumun devletin dışında, devlete ihtiyaç duymaksızın, özgürce kendi yaşamını kurması, bir yönüyle demokrasinin tanımını verir. Mesela bizde beklenti biraz böyle değil yani..

PEYGAMBERLERİN MESAJLARINDA DİLE GELEN HAKİKATLER

Hep devletten bir şeyler bekleme alışkanlığı, kültürü edinmiş toplumda en çok sorulan soru devletin olmadığı yerde biz demokrasiyi nasıl inşa ederizdir. Bu nasıl olacak?

O konuda ben önderliğimizin kullandığı bir kavramı işleteceğim. Aslında bir metafor. Gerçekten de çok çarpıcı. Biraz peygamberlerin yaşamlarına bakmak gerekecek.  Önderliğimiz 21 Mart konuşmasında Hz. Musa’nın, Hz. İsa’nın ve Hz. Muhammed’in mesajlarında dile gelen hakikatlerden söz etti.  Onlar gerçekten hangi hakikatleri dillendirdiler? Yada onların pratiklerine bakılabilinir.  Mesela Hz. Musa’nın pratiğine bakılabilinir.  Hz. Musa aslında firavundan kurtulmak istedi. Bir yönü ile Firavunla savaşmak yerine, Firavundan uzlaşarak halkını kendi topraklarına taşımaya çalıştı. Firavunun egemenlik sahasının dışına çıkmak istedi. Ama firavun buna karşı çıktı. İnat etti sonuna kadar, ve ardından Hz. Musa son çare olarak kurtuluşu firavundan kaçışta buldu. Kavmini yola çıkardı ve vaadedilmiş topraklara doğru yola çıkardı. Hikaye Tevrat’ta çok çarpıcı bir biçimde anlatılır. Önemli olan burada bu hikayeyi tekrarlamak değil, ama mesajı doğru kavrayabilmektir. Hz. Musa’nın bu hareketi bu anlamda demokrasiyi tanımlar. Yani firavun sistemi içinde kalınarak demokrasi yaşanamaz. Orada kalındığı müddetçe köle olarak yaşamak kaçınılmazdır. Aslında kölelik bir yönüyle de devletin her şeye hükmetmesi anlamına gelmektedir.

DEVLET VE İKTİDAR ÇELİŞKİLERİ HEP KUTUPLAŞTIRIR

Devleti doğru tanımlamak gerekir. Devlet aslında bir toplum biçimi. Ama bir üst toplum biçimi. Üst toplumun bir de alt toplumu var. Üst toplum sömürenlerden, çalışmadan başkalarının yarattığı değerler üzerinden geçinenlerden oluşan toplumdur ve aslında devleti ifade eder. Bir de tabi yönettiği değerlerini sömürdüğü bir toplum var. Bu da alt toplum olarak değerlendirilebilir ki, özü itibariyle köleliği ifade eder.  

Biz devleti yıkmayı öngören bir hareket değiliz. Bu yaklaşım doğru değil. Bizim felsefemiz buna dayanmaz. Başından itibaren, özellikle de yeni paradigma açısından ifade ediyorum, bizim mantığımız bizim sistemimiz devleti yıkmaya dayanan bir devrimi esas almaz. Devrimi bu tarzda değerlendirmez. Bu tarzdaki bir devrim anlayışı bizim açımızdan gerçekten de sakattır. Biz bu yönü ile bakıldığında,  çelişkileri kutuplaştıran yaklaşımlara karşıyız. Biz düşmanlaştıran eğilimlere karşıyız. Biz düşmanlaştıran eğilimlere karşı mücadele ediyoruz. Yani şöyle ele almıyoruz. İşte devlet düşmandır, Türk devleti bizim düşmanımızdır, biz bu Türk devletini yıkacağız tarzındaki yaklaşım kesinlikle doğru değil.

Öz itibariyle düşman yaratmıyoruz, düşmanlıkları ortadan kaldırmak için mücadele ediyoruz diyorsunuz...   

Devlet ve iktidar hep çelişkileri kutuplaştırır. Toplumu ve devleti bir birine düşmanlaştırır. Biraz da bu tarzda yönetir. Çelişkileri derinleştirerek, toplumları bir birleriyle çatıştırarak, onlar arasına nifak sokarak, onlar arasındaki çelişkileri ve çatışmaları körükleyerek, derinleştirerek, bir birleriyle çatıştırarak yönetmeye çalışır. Bu anlamda biz öncelikle bu çatıştıran, bir birleriyle çelişkileri kutuplaştıran, düşmanlaştıran yaklaşımları ortadan kaldırmak zorundayız. Biz bunlarla mücadele ediyoruz. Bu yönü ile ele alındığında, özelikle yeni paradigma ile birlikte ele alındığında Apocu hareketi anti devletçi bir hareket olarak tanımlamak kesinlikle yanlıştır. Biz anti devletçi değiliz. Önderliğimizin yeni paradigma döneminde tanımladığı çok çarpıcı bir cümle ile ‘biz a devletiz’. Yani devlet olmayan bir sistemin temsiliyiz. Öyle bir sistemi temsil ediyoruz. Bu açıdan sorun devleti yıkmak değil, devlet dışında kendi kendini yönetebilecek bir duruma gelebilmektir. Bu bütün halklar için, topluluklar için geçerlidir. Türkler için geçerlidir, kadınlar için geçerlidir, tüm emekçiler, tüm ezilenler için geçerli olan bir durumdur. Yani sadece Kürtlere özgü bir durum değildir.
SOSYAL GERÇEKLİKLER, İNŞA EDİLMİŞ GERÇEKLİKLERDİR

PKK bugüne kadar halklar arasında bir düşmanlık oluşturdu mu, yoksa aksine bir kültür mü oluşturdu?

Şunu söylemekte yarar var. Sosyal gerçeklikler inşa edilmiş gerçekliklerdir. Yani insan eli ile inşa edilmişlerdir. Mesela çelişkilerin kutuplaştırılması bir sosyal gerçeklik. Milliyetçilik dediğiniz şey aslında bir sosyal gerçeklik. Halklar arası düşmanlık bir sosyal gerçekliktir. İnşa edilmiş bir gerçeklik. Şovenizm sınırında seyir eden bir milliyetçilik, ulus devletçilik, devleti alabildiğine yüceleştirme tanrısallaştırma, toplumu hiçleştirme tarzındaki yaklaşımlar. Bütün bunların hepsi insan eliyle yaratılıyor. İnsan eliyle yaratılan insan eliyle yıkılabilir ve yeniden yaratılabilinir.

TOPLUM PARANOYAK BİR DURUMA SOKULDU

Şimdi burada, belki sıradan, çok basit bir olaydır ama, son günlerde televizyonlarda çıkan bir görüntü vardı. Serdar Ortaç. Özür diledi. Özellikle Ahmet Kaya’ya yapılanlardan dolayı, kendisinin burada oynadığı rolden dolayı özür diledi. O haliyle o insanın kurduğu cümleler var. “Bizi kışkırttılar”, “bizi dolduruşa getirdiler” diyor. Bu çok çarpıcıdır. Bizi dolduruşa getirdiler. İşte Kürt denince vatanı bölen, Türkiye’ye karşı karpuz kıran. Yani Kürt demek, Kürtçe okumak demek Türkiye’nin bölünmesi demek. Kürtçe bir şarkı söylemek, Türkiye’nin altını üstüne getirmek demek. Bu algı yaratıldı. Bu insan eliyle yaratıldı. Devlet denilen, üst toplum eliyle yaratıldı. Öyle bir literatür oluşturuldu ki, mesela televizyonlarda haber okunurken kullanılması gereken kavramlar var. İşte PKK’den söz ederken ‘bölücü terör örgütü’ diyeceksiniz. Bu resmen söyleniyor yani. Herkes böyle kullanmak zorunda.  Önder Apo’dan söz ederken ‘bölücü başı’, ‘terörist başı’ diyeceksiniz.  Gerilladan bahsederken işte ‘eşkıya grubu’, ‘terörist’, ‘eşkıya’ diyeceksiniz. Bu kavramlar sürekli tekrarlana tekrarlana, PKK sürekli işte ‘vatanı bölecek’, ‘Türkiye’yi bölecek’, bilmem ne edecek, diye diye toplumu öyle bir noktaya getirdiler ki, Pavlov’un deneyiminden söz edilir ya, gerçekten öyle yani. Toplum gerçekten paranoyak bir duruma sokuldu. Şimdi o düzeltilmeye çalışılıyor. Öyle bir dehşet verici bir durum ortaya çıktı ki devlet için aslında ciddi bir tehdit teşkil ediyor.

Neredeyse bütün sorunların sebebi olarak Kürtleri görecek toplum...

Tabi. Ama açılan yeni bir şey var. 21 Mart deklarasyonu, orda verilen mesajın gerçekten Türkiye toplumunda yaratığı muazzam bir patlama var. En azından şunu yarattı. Bu sorun bir biçimde çözülmeli. En gerici çevreler demiyeyim, şovenizmle en çok koşullandırılan, şartlandırılmış çevrelerde bile böylesine bir yaklaşım var. Artık çözülmek zorunda.

SERDAR ORTAÇ ÖRNEĞİNDEKİ ALDATILMIŞLIK DUYGUSU

Serdar Ortaç örneğinde görüldüğü gibi bir aldatılmışlık duygusu da oluşuyor, gerçekle buluşunca...

Evet, gerçekten de öyle. O insanın sözlerinden çıkarılan sonuçlar var. Kullandığı kelimeler gerçekten anlamlıydı. Dolduruşa getirilmek.

Herkesin kabul ettiği sayın Öcalan’ın Amed’te açıkladığı manifestoda dikkati çeken birden fazla nokta var. Bütün toplumu, gençliği, kadınları, etnik grupları, inanç gruplarını kucaklayan bir açıklamadır tespiti yapılıyor. Bu şimdiye kadar anlattıklarınızın bir sonucu olarak mı böyledir.

Kürt sorunu Türkiye’deki tüm sorunların anası. Dolayısıyla Türkiye’deki demokrasi sorununun çözümü gerçekten de Kürt sorununun çözümüne bağlı. Bütün sorunların gelip kör düğüm olduğu nokta Kürt sorunudur. Kürt sorununu çözmeden demokrasinin kapısını aralayamazsınız.

KÜRT HAREKETİ DESPOTİK DEVLET VE İNKARCI REJİMİ GERİLETTİ

Aslında herkesin de geleceğini ipotek altına almış..

Kesinlikle aynen. Kullandığınız kavram gerçekten de çok önemli. Herkesin geleceğiniz bu tarzda ipotek altına alan bir sorun yani. Bu sorun mutlak süretle çözülmek zorunda. Dolayısıyla bu sorunu çözme ile yoğunlaşanlar da kaçınılmaz olarak kendi eylemlerinin, türkiye’de tüm ezilmişlerin, tüm dışlanmışların, tüm emekçilerin, büyük felakete uğramış toplulukların, mezheplerin, inanç gruplarının özgürleşmelerinin de, demokratik bir yaşama geçmelerinin de önünü açtığını çok iyi biliyorlar, farkındadırlar. Hepimiz gerçekten de bunun farkındayız.

Bu açıdan hitap edilen kesimler nettir, bellidir. Burada önemli olan şey şu: bizim mücadelemiz bir noktada despotik devleti çözdürdü. Despotik devleti geriletti. Özellikle CHP’nin kurduğu, CHP’de ifadesini bulan devlet tipini, despotik devlet, inkar ve imha sistemini gerçekten de geriletti. Şimdi yerine, yeni bir Türk İslam sentezi ama  yine de inkarcı yolu sürdürmek isteyen bir rejim ikame edilmek istendi ama onu da geriletti. Dolayısıyla gelinen noktada Türk devleti, Kürt gerçekliği de dahil olmak üzere demokrasi karşısında biraz daha duyarlı hale getirildi. Artık öyle bir devlet ki halkları ciddiye alacak, ezilen kesimleri ciddiye alacak, onların önünü açacak.

DEVLET MUAZZAM BİR DÜŞMANLIK OLUŞTURDU

Ödediğiniz bedeller üzerinde aslında herkes bir soluk aldı

Kesinlikle böyledir. Biraz vicdanlı olmak gerekir. 15 Ağustos atılımı başlamadan önce Türkiye’de Kenan Evren ipe tespih dizer gibi insanları idam sehpasına çıkarıyordu. 15 Ağustos atılımı bir anda bütün idamları kesti. İdamlar durduruldu. O dönemde bile, örneğin rahmetli Bülent Ecevit siyaset yasaklıydı, Demirel siyaset yasaklıydı. Onların yeniden siyasete katılmalarının önünü açtı. Bir sürü sendika, siyasi parti yasaklıydı onların önünü açtı. Sonrasında aslında belkide toptancı bir yaklaşım doğru değil ama Türkiye solunun önemli bir bölümü Kürdistan’daki mücadeleye gerekli desteği vermemesi, suskunluğu tercih etmesi, böyle bir yaklaşımı benimsemesi Kürdistan’daki mücadeleyi yanlızlaştırdı. Devlet Kürdistan’daki mücadeleyi Türk toplumuna bir öcü gibi gösterdi. Türkiye’deki milliyetçiliği alabildiğine körükledi. Halklar arasında muazzam bir düşmanlık oluşturdu. Kürtlerde böyle bir düşmanlık yok. Ben bunu çok net bir biçimde ifade ediyorum. Bizim felsefemiz düşmanlığa dayanmaz. Düşmanlığa dayansaydı biz anti devletçi olurduk, devlet yıkardık. Böyle bir felsefemiz yok. Demokrasinin buradan geçtiğini, bu yoldan geçtiğine inanmıyoruz.

LİNÇ KÜRDİSTAN'DA YOK, BATI'DA VAR

Bağımsız kaynaklar da bu hakkı teslim ediyor. Diyarbakır’a veya Kürdistan’ın her hangi bir bölgesine gittiğiniz zaman kimliğinizden dolayı linç edilmezsiniz ama Kürt olarak Türkiye, batı illerine gittiğinizde başka bir tablo ile karşılaşırsınız.

Kesinlikle başka bir tablo ile karşılaşıyorsunuz. Kuşkusuz buda inşa edilmiş bir gerçeklik. Diyorum ya. Ben bunun değiştirile bilineceğine inanıyorum. Bunu bir kadar olarak görmüyorum. Eğer inşa edilmiş bir gerçeklikse bu, yani devlet denilen olgu, belirli güçler, egemen güçler  böyle bir gerçekliği ortaya çıkarmışlarsa, bu gerçekliği değiştirmek, tersine halklar arasında kardeşliği, birliği de yeniden tesis etmek de bizim elimizde. Devrimcilerin elinde, demokratların elinde. Devlet bunu yapamaz biz yapmak zorundayız yani.

PKK İNSANLIK MİRASINA SAHİP ÇIKIYOR

Öcalan’ın halklarla ilgili, inançlarla ilgili görüşleri biliniyor. Bilinmesine rağmen bir takım çevreler hareketinize yönelik, özellikle Alevileri kastederek, “Sünni PKK AKP ile birleşiyor, Alevileri dışlıyor” diyor. Diğer taraftan ise Fetullah Gülen çevresi “PKK’yi Aleviler ele geçirdi, yönetiyor” diyor. İki uç şey. CHP’ye kalırsa Sünni PKK ile AKP birleşiyor, dolayısıyla burada Alevilere yer yok. Bir de tabi Sayın Öcalan Ermeni lobileriyle ilgili bir tespitte bulundu, sanki Ermeni halkına Rum halkına karşı olumsuz bir açıklaması oldu gibi sundular sunmaya çalıştılar. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?

PKK algısı, PKK gerçekliği çok farklı. PKK’nin bir 40 yıllık mirası yok. Bir insanlık mirası var. İnsanlığın uygarlığa karşı bir direniş mirası var. PKK bu mirasa sahip çıkıyor. Uygarlık sistemine karşı uygarlık içerisinde direnen güçler var, PKK bu mirasa sahip çıkıyor. Sistem içerisinde sisteme karşı direniş denildiğinde, aslında en köklü gelenek Peygamberlik geleneğidir. Biz buna İbrahimi gelenek diyoruz. Aslında PKK hareketi bu geleneğin mirasını devralıyor. Önderliğimiz Newroz mesajında onu çok çarpıcı bir şekilde ifade etti. Şunu söyledi. Dedi ki “biz İsa’nın, Musa’nın ve Hz. Muhammed’in mesajlarında dile gelen hakikatlerden nasipleniyoruz. Ve bunları günümüzün gerçeklikleriyle birleştirerek, kendi sistemimizi, demokrasimizi inşa ediyoruz, inşa etmeye yöneliyoruz.”  Dolayısıyla, PKK’yi Alevi, Sünni, Ezidi vs. şeklinde tanımlamak yerine bir geleneğin devamı olarak ele almak gerekiyor. Uygarlığa karşı demokrasi mücadelesi kapsamında değerlendirilebilinecek bütün güçlerin mirasının sentezi biçiminde değerlendirmek çok daha doğru bir yaklaşım olur.  Elbette devlet dışında etnisitenin de bir direnişi var. PKK aynı zamanda o etnitiselerin direnişlerine dayanıyor. Bilgelerin direnişine dayanıyor. O direnişlerin hepsini miras olarak ele alıyor. Batının aydınlanmasına, rönesansına dayanıyor. Orada da nasiplendiği şeyler var. Deyim yerinde ise, bütün bunların toplamı, öyle bir birleşim oluşturuyor ki bal kıvamında bir güzellik yani. Bu güzellik aslında PKK’nin gıdasını oluşturuyor. PKK’nin içerisinde her şey var yani. Alevilik var, Sünnilik var, ama hangi anlamda. Demokratik Sünnilik, elbette demokratik Alevilik. Gelenek anlamında söylüyorum bunu. Alevilik, Sünnilik de dememek lazım.

PKK İÇİNDE HZ. MUHAMMED'İN İSLAM'I, HZ. ALİ'NİN ALEVİLİĞİ VAR

PKK içinde aslında Hz. Muhammed’in İslam’ı var. Hz. Ali’nin Aleviliği var. İmam Hüseyin’in Aleviliği var. Ama Hz. Muhammed’in vefatı ardından, özellikle Emevilerle birlikte başlayan İslam’ı çok da İslam olarak da değerlendirmiyor PKK. Bunu daha çok karşı İslam olarak değerlendiriyor, buna sahip çıkmıyor. Çoğu İslam alimi de ondan sonraki İslam’ı İslam olarak değerlendirmiyor. Ortada olan İslam aslında karşı bir İslam. O açıdan hangi İslam sorusu büyük önem taşıyor. PKK bu anlamda bu mirasa gerçekten de sahip çıkıyor. İseviliğe sahip çıkıyor bu anlamda. Bu toprakların gerçekliği. Museviliğe sahip çıkıyor, onun değerlerine sahip çıkıyor. O da bu toprakların gerçekliği. Hepsinin toplamı olarak İbrahim’i gerçekliğe, İbrahim’i geleneğe sahip çıkıyor. Bu gelenek olmadan PKK fazla bir anlam ifade edemez.

PKK İLK ORTAYA ÇIKTIĞINDA İKİ NOKTADA YOĞUNLAŞTI: ANTEP VE DERSİM

Gerçek bu iken neden bu ithamlar yapılıyor. Maksatlı buluyor musunuz?

Bir sürü neden var. Art niyetler var. Bakış açılarındaki sakatlıklar var. Pozitivizmle yoğrulmuş bakış açıları var. Gerçekten de parçalayıcı, hakikate kapalı, hakikatleri görmeyen, görmek istemeyen yaklaşımların sahipleri var. Derler ya, görmek istemeyen gözden daha kör yoktur. Bakar kör denir ya. Gerçek kör bakar kördür. Mesela insanın gözü görmeye bilir ama onun bir gönül gözü var, gerçeği çıplak gözle bakan bir insandan çok daha iyi görebilir. Böyleleri vardır gerçekten.

Ama, PKK’yi bu tarzda suçlayan insanlar bunu söylemiyorlar. Bir örnek verelim. PKK hareketi ilk ortaya çıktığında iki noktada yoğunlaştı. Bir Antep. İki Dersim. Belki de PKK’nin ilk gelişme gösterdiği alandır Dersim. Burası çok büyük önem taşıyor. Daha önce solun hakimiyeti var. Ona rağmen Dersim’de PKK en çok gelişme gösteren hareket oldu. Dersim’in en yiğit oğulları ve kızları PKK hareketi içinde yer aldılar. Mücadele içerisinde müthiş kahramanlıkları vardır. Alevilerde müthiş kahramanları vardır. Örnek verilebilinir. Belli kişiliklerimiz var. Tarihimize adlarını altın harflerle yazmışlardır. İşte Şehit Beritan: Kürt ve Alevi Dersim kızı. Şehit Zilan: Bir Alevi kızı. Azime Demirtaş: Kürdistan’ın ilk kadın şehidi, mücadelemizin ilk kadın şehidi. Bese Anuş: Kürdistan’da Azime ile birlikte ilk kadın şehidi, Pazarcık, Maraşlı.

Antep’teki gelişmemiz de bir yönüyle, Pazarcık kitlesine, Maraş kitlesine, Alevilere dayanır. Urfa’ya dayanır, Urfa gerçekliğine dayanır. Urfa gerçekliği gerçekten de Peygamberlik gerçeğidir. Urfa’nın gerçekliği, Urfa’nın kutsallığı o dur yani. Kökeninde neolotik toplumun kutsallığı var ama Urfa’nın kutsallığı gerçekten İbrahim’i kutsallığın merkezi gerçeğine dayanır.


ALEVİ OLDUĞUM KADAR İSLAM'IN ÖZLÜ DEĞERLERİNE SAHİP ÇIKMAK GURUR VESİLESİ

Mazlum Doğan, Sakine Cansız, Yücel Halis var. Yücel Halis gerçekten efsane bir kişilik. Mücadele ortamımızda yaşayan insanlarımız var. Sorun bunlar değil. Sorun biz çetele tutmuyoruz. Kim Alevi, kim Sünni. Böyle bir şeyin kendisi yanlış. Ben Alevi olduğum kadar İslam’ın en özlü değerlerine sahip çıkmayı büyük bir gurur vesilesi sayıyorum. Onun tüm değerlerine sahip çıkıyorum. İseviliğin tüm değerlerine sahip çıkıyorum elbette. Hz. Musa’nın mesajlarındaki en soylu değerlere sahip çıkıyorum. Bunlara sahip çıkmasam kendime nasıl insanım diyebilirim.

Butüm bu propagandaları yapan çevreler esas itibariyle CHP’nin kuyruğuna takılmış çevrelerdir. Bu çok önemlidir. Şimdi kim en çok devleti savunuyor şu anda. İşte devlet nasıl bu kadar küçülür, nasıl Öcalan’la görüşür diyen kim. Kılıçdaroğlu değilmi. CHP yani. Sözüm ona Alevi. Bu ne biçim Aleviliktir ki devleti bu kadar kutsuyor. Kürdistan’daki katliamları yapan, Dersim katliamını yapan, takriri sükün kanunlarını çıkaran, Tunceli kanunları çıkaran bir partinin başına genel başkan oluyor. Nasıl bu mümkün oluyor. Nasıl bu biçimde Aleviliğini koruyabiliyor. Alevilikle gerçekten ne alakası var. Kürtlükle ne alakası var. Anadilde eğitimi, bilmem ulusu böler, devleti böler diyen adamdır.

KILIÇDAROĞLU EN YAKIN ÇEVRESİNDEN 40 AKRABASINI KAYBETTİ

Vatanı böldürmeyiz diyor..  
            
Tabi korkunç bir şey. Gerçekten korkunç bir şey.

Bir trajedidir

Trajediden önce utanç verici bir şey. Yüz kızartıcı bir durum. Trajedi diyemezsiniz. Trajedide bir geriye dönülmezlik var.  Elinizde değildir. Bunun ki ise bir tercih sorunudur. Gerçekten bir tercih sorunu. Tercihini o tarzda yapıyor. Trajedide elinizde olmayan nedenlerle acılar yaşarsınız ve o acılardan çok vazla kurtuluş mümkün değil. Ama bunun ki öyle değil ki. Bilerek tercihini yapıyor. Karşısındaki adam Dersim katliamı diyor. Bu katliamda en azından 40 akrabasını kaybetmiş. Yani Kılıçdaroğlu en yakın çevresinden en az 40 kişi kaybetmiş, katledilmiş, süngülenmiş, yokedilmiş. Ama ona rağmen o Dersim demekten ısrarla imtina ediyor, Dersim katliamı demekten ısrarla imtina ediyor. Kürt demekten imtina ediyor. Hata bilmem biz hangi yesevinin torunlarıyız diyor. Kökenini bilmem nereye, Türklüğe, şuraya buraya dayandırıyor. Horasan’dan gelmiş Türk oğlu Türk imiş. Be mubarek adam senin Türklük ile ne alakan var.  Seni Türklüğe kabul eden Türklük batsın.

SİYASET YAPAN HER İNSANIN KORKU VE KAYGILARI OLUR

Bir çok Alevi kurumu da "süreci destekliyoruz, Sayın Öcalan’ın açıklamasını destekliyoruz, arkasındayız" açıklamasında bulundu, bu hakkı da teslim ederek bu konuyu kapatıp, başka bir konuya geçelim. Beklentili ruh halleri. Açıklamadan sonra bazı Kürt çevrelerinde de beklentili bir ruh hali var. Kaygılar var. Bu duruma ne dersiniz?

Siyaset yapan insanın her zaman korkuları olur, kaygıları, endişeleri olur. Hele hele özgürlük davasına giren insanların kesinlikle böylesine büyük korkuları, endişeleri, kaygıları vardır. Siz korkularınızla, kaygılarınızla, endişelerinizle hareket etmezsiniz. Siz anlam gücünüzle hareket edersiniz. Elbette korkularınız, endişeleriniz, kaygılarınız sizi tedbirler almaya yönetir, bunun için siz örgütlenirsiniz. Örgütlenme, öngörü, karşınızdakilerin sizi yok etmek isteyenlerin  neler yapmak istediklerini önceden bilince çıkarma ve bunları boşa çıkarmak üzere tedbirler geliştirme, bir politikacının yapması gereken en temel şeylerden biri.

BİR GERİ ÇEKİLİŞ, BİR DE ÜLKEYE DÖNÜŞ VAR

Politikacı buna dayanmaz. Bunun yerine anlam gücüyle hareket eder. Anlam gücü önemlidir. Ona yön veren fikridir, ideolojisidir, politikasıdır, demokratik siyasetidir. Bu açıdan bu üçlü son derece önemlidir. Bizde aynı şeyi yapıyoruz. Aslında tüm Kürtlerin de aynı şeyi yapması gerekiyor. Bizim yapmamız gereken şudur: Abdullah Öcalan ne istiyor? Biz önderimiz diyoruz, biji Serok Apo diyoruz, etrafında kenetleniyoruz. O zaman yapmamız gereken şey şu: bizden ne istiyor. Anlamadan uygulayamayız. Anlamadan yaşamsallaştıramayız. O zaman demek ki anlamak en temel görev olarak karşımıza çıkıyor.  Anlamak özgürlüktür diyoruz. Biz anlamayı böyle tanımlıyoruz. Anlamayan yapamaz, anlamayan uygulayamaz, anlamayan izleyemez, anlamayan pratikleşemez, özgürleşemez. Özgürlük gerçekten anlamaya bağlı. O zaman biz neyi anlayacaz: Önder Apo’nun mesajlarında dile gelen gerçekliği anlayacağız. Bizden ne istiyor. Bizim için istiyor, bizim önümüzü açıyor. O zaman bizim ne yapmamız gerekiyor, yoğunlaşmamız gereken esas itibariyle budur.

Yine bir kavram kulanacağım. Mesela biz gerillamızı sınır dışına çekeceğiz. Ama öte yandan bir de Kürdistan’a dönüş başlıyor. Yani bir geri çekiliş, ama bir de ülkeye dönüş ve yöneliş var. Boşaltılan 4 bin köyümüz var. Mesela o köylerin yeniden dolması lazım. Böyle bir hareketin kesinlikle başlaması lazım. Adeta şöyle bir yaklaşımla hareket etmek lazım bu süreçte. Tufan bitti. Nuhun tufanı bitti. Ortam duruldu. Kara görüldü ve Nuhun gemisi karaya oturdu.  Tufandan çıktık biz, ve gemiden dışarı çıktık. Yaşamı yeniden örgütleyeceğiz. Nuhun gemisinden çıkmış insanlar gibi davranacağız ve örgütleyeceğiz.

TOPRAĞA BAĞLILIK ŞART

Sürece böyle mi yaklaşıyorsunuz? Yada böyle mi yaklaşılmalı?

Kürtlerin kesinlikle, en azından ana topraklarından kopmuş insanlarımızın kesinlikle böyle bir ruh hali ile yaklaşmaları gerekir. Toprağa bağlılık şart. O topraklara dönüş kesinlikle olmak zorunda. En azından böyle bir seferberlik başlamak zorunda. Çözümün en önemli unsurlarından biri bu. 4 bin köy, milyonlarca insan yani. Bunlar yeniden kendi ana topraklarına geri dönmek zorunda. O köle yaşamdan kurtulmak zorunda. Ama dönerken, bu dönüş hareketi, eski yıkıntılara dönüş tarzında olmamalı. Eskinin tekrarı değil. Bizim bir sistemimiz var. Nasıl bir köy. Ekolojik bir köy diyorsun, demokratik bir köy, demokratik bir sistem diyorsun. Ekolojik, demokratik bir sistem nasıl oluşacak. Cinsiyet özgürlükçü bir sistem nasıl oluşacak. Köyde o sistemi nasıl kuracaksın. Ekonomiyi burda nasıl örgütleyeceksin. Bunlar gerçekten önemli. Şimdi ekonomi deyince insanlar paradan başka bir şey anlamıyor. Ekonomi paramıdır. Senin toprağın var. İnsanlık toprakla insan oldu, beslenme sorununu ordan çözdü. Para mı vardı. Nuh işe başlarken parayla mı başladı. Nuh yaşamı yeniden kurmaya başladığı zaman aman cebimde para olsun, para olsaydı ne yapardıki parayı.

KAPİTALİST MODERNİTEDEN KAÇMAK GEREKİYOR

Bu anlamda önderliğimizin o kadar muhteşem şeyleri vardır ki, mesela son savunmasında bir paragrafı var çok önemlidir. Şunu söyler. Ben dışarda olsaydım ne yapardım der. Kürdistan’ın değişik yerlerini sayar. İşte Munzur dağlarının eteklerinden Iğdır ovasına kadar. İşte Zağros dağlarından Cudi dağ eteklerine kadar. İşte Muş ovasından bilmem nereye kadar. Kürdistan’da nerede olursam olayım yani. Öncelikle şöyle bir şey yapardım. Musa Firavundan nasıl kaçtıysa, İbrahim nasıl Nemrud’tan kaçtıysa, Hz. Muhammed nasıl cahaletten kaçtıysa, İsa nasıl Roma İmparatorluğundan kaçtıysa, bende kapitalist moderniteden öyle kadardım. İlk yapmam gereken şey bu. Bunlardan kaçardım. Bunların dışına çıkardım. Yaşam tarzının dışına çıkardım. Devleti yıkardım değil yani. Bu yaşamın dışına çıkardım. O modernist yaşamın, kesinlikle kapitalist modernist yaşamın dışına çıkardım. Yine tıpkı Tufandan çıkan Nuhun gemisinden inmiş gibi bir insanın ruh hali ile davranırdım.

ZERDÜŞT'ÜN ZİRAAT TUTKUSU VE HAYVAN SEVGİSİ

Zerdüştün ziraat tutkusundan ve hayvan sevgisinden ilham alırdım. Kürdistan’da ekonomi neye dayanır. Tarıma dayanır, hayvancılığa dayanır. Aslında insanlığın yaşamı buna dayanır. Kapitalizm bunları öldürdü. Ama bunları yeniden diriltirdim Kürdistan’da. Ekonomi en başta onlar üzerinde inşa ederdim. Ekonominin tümü bu olmazdı ama burdan başlardım. Tabiki kimlerden ilham alırdı. İşte ismini saydığım tüm peygamberlerden ve bilgelerden, onların toplumsal gerçekliklerinden ilham alırdım, işlerimi öyle koyulurdum, kesinlikle böyle başlardım ve kendi cemaatimi kendi toplumumu inşa etmeye başlardım. Devlet bunun önünde engel olamaz ki.

PKK FABRİKA KURMAYACAK, KÜRDİSTAN TARIMIN İLK YAPILDIĞI YERDİR

Ama şudur. İnsanlarda şu var.  İşte çözüm olacak, gerilla çekilecek, ortam yumuşayacak, devlet Kürdistan’a yatırım yapacak, sanayiciler, iş adamları gelecek Kürdistan’da fabrikalar açacak bilmem ne edecek, ondan sonra bizde gidecez fabrikalarında çalışacağız, maşallah gidip emeğimizi satacağız, alan razı satan razı, bizim karnımız doyacak, onların da kasaları şişecek. Böye değerlendiriyorlar. Kafasında öyle bir anlayış varki, aslında ekonomik soykırımın, yeni köleci bir yaşamın, Kürdistan’ın zenginliklerinin talanının önü açılıyor. Eğer çözüm buysa, bu kesinlikle çözüm değildir. Bu en büyük çözümsüzlüğü yaratır. Şunu demek lazım. Senin gırtlağın başkasının elindeyse sen özgür değilsin. Ekonomi yaşamın kendisidir. Yani senin yaşamını, varlığını, bedensel olarak bile sürdürebilmen için diyelim geçim araçlarına ihtiyacın vardır. Ekmeğe ihtiyacın var, nana (ekmeğe) ihtiyacın var. Ama sen nanın ülkesinde nansızsın. Devlet gelecek bana nan verecek, ekmek kapısı açacak. Kendi toprağını işletmiyorsun. Bir üretim hamlesi düzenlesen Kürdistan’da 10 tane ülkeyi beslersin. Kürdistan’ın iki üç katı nüfus beslersin. Sadece bir Urfa ovasında bir üretim hamlesi başlat. Bir Muş ovasında başlat, bir Odur ovasında başlat. Kürdistan böyledir. Şunu demek lazım. Kürdistan tarımın ilk yapıldığı yerdir. Ziraatın ilk geliştirildiği yerdir. Tarım devriminin ilk geliştiği yerdir. Bu anlamda insanlığın beşiği denir.

İNSAN HALE DEVLETE MUHTAÇ İSE ORADA DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK OLMAZ

Bunları çözüm sürecinin bir parçası olarak söylüyorsunuz tabi..

Tabi. Çözüm sürecinin bir parçası. Çözüm budur yani. Demokrasi demek bunun önünün açılması demektir. Devletin bu konuda engelleyici olmaması demektir. Vatandaşlarımızın, insanlarımızın devlete muhtaç olmasından çıkması demektir. Eğer böyle bir şey yoksa, insan hala devlete muhtaç ise kesinlikle orda ne demokrasi var ne özgürlük var.

SİYASETİ TOPLUMUN İŞLERİ OLARAK TANIMLIYORUZ

Siyasetle ilişkisini nasıl kuruyorsunuz. Çünkü sayın Öcalan demokratik siyasetten söz ediyor. Toplum-siyaset ilişkisini de dikkate alarak bu konuda ne diyeceksiniz?

Biz siyaseti iki tarz tanımlıyoruz. Bir, üst toplum siyaseti. Yani devlet siyaseti. Devlet idare eder. İşte hükümetiyle, şusuyla busuyla idare eder. Biz siyaseti toplumun işleri olarak tanımlıyoruz. Toplumun kendi işleri üzerinde tartışması. Toplum demek çalışmak demektir. Bir köy düşünün. Köy değince akla çalışmak gelir. İnsanlar çalışırlar, tarlasında çalışır, hayvanlarına bakar, bağında çalışır, otunu biçer, şurda şalışır, burda çalışır. Köylülerin kendi işleri üzerinde tartışmaları, bu işleri netleştirmeleri, planlamaları ve uygulamak için güçlerini seferber etmeleri demokrasinin ta kendisi oluyor. Aslında demokrasi toplumun işleri demek oluyor. Öyle demek lazım.

EMEK ÖZÜ İTİBARİYLE KOMÜNALDİR

Bu anlamda biz çalışmayı özgürlük olarak tanımlıyoruz. Toplumun olduğu yerde çalışma vardır. İnsanlık tarihine bakın. Üretim vardır. Üretim de çalışma ile olur, emek ile olur. O açıdan emek en yüce değerdir. Emek üzerinde yükselen düzen. Tabi ki komünal emekten sözediyoruz, zaten bireysel emek olmaz. Emek özü itibariyle komünaldır. Emekle üğretilen her türlü değer komünaldır. Bireye dayalı, birey eliyle yaratılan hiçbir değer yoktur. Değerin kaynağında komünalite vardır.

ÖZGÜRLÜK ESNEKLİK GEREKTİRİR

Sayın Öcalan’ın sürekli vurguladığı bir nokta özgürlük meselesidir. Her konuşmasında, savunmalarında, kitaplarında sık sık karşımıza çıkan bir durumdur. Son manifestodaki önemli noktalardan biri de buydu. Özgürlük tanımı, devletler, toplumlar veya kişiler arasında farklılıklar arzediyor ki, ama sizin dolayısıyla Sayın Öcalan’ın özgürlük anlayışı da çok farklı. Mesela Alevilerin özgürlüğü aynı zamanda Sünnilerin de özgürlüğüdür. Böyle mi anlamamız gerekiyor.

Özgürlük esneklik gerektirir. Esneklik çeşitliliğe yol açar. Yani çeşitliliğin olmadığı yerde özgürlük yoktur. Yani bir yönüyle de özgürlük farklılıkların birliğini ifade eder. Farklılıkların bir arada yaşamasını ifade eder. Şöyle de denilebilinir. Özgürlük denildiğinde insanın ilk aklına gelen oluşmaktır. Olmak, oluşmak son derece anlamlıdır. Kendi kendisini oluşturmak, yaratmak geliştirmek, kendi dinamiklerini harekete geçirmek, kendi dinamikleri demelinde değişimi, dönüşümü yaşamak, dolayısıyla kendi farkını en göremli bir biçimde ortaya koymak. Bunu yaparken başkalarının özgürlüklerini tehdit etmek değil, karşılıklı olarak bir birlerini tanımlamak, bir birine saygı duymak. Başka farklılıkları da bir zenginlik olarak ele almak ve zenginliği farklılıkların birliğinde görmek. Özgürlük esas itibariyle buna dayanır.

ULUS DEVLET ÖZGÜRLÜKLERİN BİTTİĞİ YERDİR

Yani biri özgür olmadan diğeri özgür olamaz...

Bir birine benzediği yerde aslında hayat yoktur. Şöyle diyeyim. Belki de en çarpıcı tanımlardan biri olur. Amip te bir canlıdır. Amip tarzı bir yaşamda hep bölünerek çoğalma vardır. Yani bir Amip bir diğerinin benzeridir. Dolayısıyla aslında orda fark etme diye bir şey yoktur. Bu anlamda orda gerçek anlamda bir yaşam yoktur. Her şeyin bir birine benzediği, tekleştiği yerde ölüm sessizliği vardır. Ölüm farklılıkların tek potada eritildiği yerde başlar. Gerçek ölüm budur. Bu açıdan ulus devlet aslında özgürlüklerin bittiği yerdir.  

Saydığımız kesimlerin, etnik grupların, inanç grupların veya kadınların özgürlük sorunu vardır. Peki durum buysa, ortak payda demokrasi ise, ortak mücadele için ne dersiniz?

Her bir mücadele kendi zemininde başlar.  Her bir mücadele opjektif olarak bir diğer mücadele ile dayanışmayı da ifade eder. Önemli olan başlangıç noktası olarak, kendini oluşturmak üzere örgütlenmektir. En başta geleni de anlam gücünde derinleşmektir. En azından şunu sormak gerek. Hayatın anlamı nedir. Bu anlamıyla düşünce gücüne yüklenmek gerekir. Öncelikle sorgulanması gereken şey, bu ulus devlet neye yol açtığıdır. Bölgede son 200 yıldır ulus devletin yol açtığı felaketler nelerdir. Bu bölgede en büyük katliamlar bu süreçte yaşandı. Büyük felaket olarak tanımlanan bu soykırımlar en çok bu 200 yıllık süreç içerisinde yaşandı. Öncesinde belki vardır ama şuna tanığız, bin yıllık halklar birlikteliği var. Osmanlı İmparatorluğu içerisinde bölgede Araplar, Müseviler, Hıristiyanlar, Kürtler, Türkler, Asuriler, Ermeniler hepsi birlikte yaşayabiliyorlardı. Her biri kendi kimliklerini özgürce ifade edebiliyorlardı. İnkar yoktu. İmha yoktu. Savaşlar olsa bile ithat birçok sorunu çözebiliyordu. Üstte egemenlerin dayanışması altta halkların dayanışması vardı. Kimliklerin bir birleriyle kesinlikle dayanışması vardı. Ama ulus devlet bunları yok etti ortadan kaldırdı. Her şeyi tekleştirdi, tek potada eritti.

TÜRK YERİNE BİZ KAVRAMINI GELİŞTİRMEK ÖNEMLİ

Sayın Öcalan Ortadoğu, halklar vurgusu yaparken burdan yola çıkarak mı yapıyor?

Tabi halklar kesinlikle kardeşçe yaşayabiliyorlardı. İslam ummeti açısından belirli bir birlik vardı. En azından hak dini anlamında, Hıristiyan hak dini sayılıyordu, Musevilik hak dini olarak sayılıyordu, kitabi dinler, bu dinlere mensup insanlara hoşgörü ile yaklaşılıyordu. Belki farkı biraz şuradaydı. Hıristiyanlardan Müsevilerden biraz daha fazla vergi alınıyordu. Devlet de onların özellikle de kimliklerini korumalarına öncelik tanıyordu. Müslümanlaştırma yaklaşımı da yoktu. Çünkü, devlet biraz da çıkarını düşündüğü için, onların Müslümanlaşması vergilerinin ortadan kalkması anlamına geliyordu ik devlet bunu çok fazla göze almıyordu.

Tek ben yerine, Türk yerine biz kavramını geliştirmek önemli. Bizin içinde de sayısız varlık var. Toplum demek çokluk demektir. Topluluklar topluluğu demektir. Tek bir Ermeni toplumu bile tek homojen bir topluluktan oluşmaz. Onun içinde de pek çok topluluk var. Kürtlerde de olduğu gibi. Kürtlerde de muazam bir topluluklar topluluğunu ifade eden bir gerçeklik söz konusu. Bir sürü lehçesi var. Muazam bir gerçekliktir. Her bir köyün adeta kendine has bir kültürü var. Her aşiretin kendisine has bir kültürü var. Bu Kürtlerde demokrasi için muazam bir zemin oluşturuyor. Demokrasi gruplara dayanıyor, demokrasi işte bu topluluklara dayanıyor. Kürdistan’da demokrasi, Ortadoğu’da demokrasi esas itibariyle topluluklara dayanıyor.

KÜRTLERDE KADINLARIN BÜYÜK BİR UYANIŞI VAR

Tabi kadın apayrı bir şey. Tarihin en eski ezilen cinsi ulusu ve sınıfı olarak kadın bu süreçte demokrasinin gerçek uyanan öncü gücüdür. İnsanlığın gerçekten büyük sürükleyici gücü, demokrasiyi inşa eden gücü, buna önderlik eden gücü olacak. Kadınların büyük uyanışı var Kürtlerde. Herkesin bunu gerçekten görmesi lazım. Bu muazam bir güçtür. Bizim güç kaynağımız esas itibariyle burdadır. Bizim demokrasimiz gerçekten kadının rengini taşıyacak. Yıkılmaz demokrasi de esas itibariyle budur. Biz zaten kadını öncü olarak da tanımlıyoruz. Kadın bu öncülüğünü esas itibariyle yapacak, kişiliği de barışa uygun. Kesinlikle çözüm sürecinin de öncüsü olacaktır.

4 Nisan’da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın doğum günü kutlanıyor. Amara’ya gidiliyor. Neredeyse Kürtlerin her evinde Öcalan’ın resmi var. Alanlarda meydanlarda ‘Biji Serok Apo’ sloganları atılıyor. Öcalan, kadın için, toplum için, Kürtler için ne demek?

Bir ulusun, bir toplumun yeniden dirilişine adanmış bir kişilikten sözediyoruz. Kendisini bütün toplumsal alanlar içerisinde eriten bir kişilik. Kendisi için bir yaşamı olamamış bir insandan bahsediyoruz.  Bir özel yaşamı yok. Kendisi için bir yaşamı yok. Bu anlamda, Kürtlerin şahsında, bütün ezilen insanlığa onların özgürleştirilmesine kendisini adamış bir kişilik. Belki de bu anlamda kendisini tarihin en eski ezilen cinsi, sınıfı ve ulusu olan kadınların özgürleştirilmesine varlığını adamış bir kişilik. Ve anlam gücü boyutuyla ortaya çıkaran, anlamda derinleşen, gücü, özgürlüğü anlamda, anlamakta gören, anlamak fiilini muazam bir biçimde işleten bir kişilik. Böyle bir gerçeklikten söz ediyoruz.

Bir ışıktan söz ediyoruz. Yol aydınlatan bir insandan söz ediyoruz. Gerçekliklerin üzerindeki bütün karanlık perdeleri kaldıran, yüzlerdeki maskeleri indiren, dolayısıyla maskesiz insana ulaşan, çıplak insana, bu anlamda gerçeğe ulaşan bir kişilik. Bize hakikati gösteren bir kişilik. Tüm insanlığa hakikatı gösteren bir kişilikten bahsediyoruz. Bu anlamda Kürtler için bir şans. Muazam bir şans. Bir yeniden doğuş imkanı, var oluş kurtuluş imkanı. Kendi özü ile yeniden buluşma imkanı. Kendi tarihsel kökleriyle buluşma imkanı. Kürtler bütün insanlığı beslediler. Uygarlığın ve insanlığın kaynağında Kürtler var. Ama uygarlığın, insanlığın kaynağında var olan, tüm insanlığı besleyen Kürtler bugün, PKK’nin doğuşundan önce, daha doğrusu Abdullah Öcalan’ın tarih sahnesine çıkışından önce yeryüzünden silinme ile karşı karşıya gelmişlerdi. Bu anlamda silinen Kürtlük silinen insanlıktı. Kürtlerin yeniden tarih sahnesine girişi, insanlığın da kendi kökleri ile yeniden buluşması anlamına geliyor. Kürtler bu yönü ile Kürdistani olan, evrenseldir. Bizim önderliğimiz gerçekliği de öz itibariyle evrenseldir. Yerellik ve evrensellik elbette bir birine bağlı. Ama Kürdistani olanın evrensel karekteri son derece belirgindir.

4 Nisan’ın bu anlamda, herkes için, özellikle Kürtler için, daha çok da kadınlar için belirgin bir yeri var. Zaten 4 Nisan’ı da gündemleştiren kadınlar oldu, Kürt kadınları oldu.

Önderliğimizin öngördüğü demokratik bir sistem var. O anlamda demokrasi elbette evrensel bir sistem ve önderliğinden rahatlıkla söz edilebilinir. Elbette dar anlamda bir ulusa mal etmek fazla uygun düşmeyebilir.

Önderlik kavramı önemlidir. Burda bir kişiyi fetişleştirmiyorsunuz, putlaştırmıyorsunuz. Zaten her türlü fetişleştirici putlaştırıcı yaklaşıma karşı kesinlikle mücadele etmek gerekir. Önderliğimizin düşünceleri de öyle tamamlanmış, artık bitmiş oluşmuş, kesinleşmiş düşünceler değil. Gelişecek, zaten her geçen gün gerçekten gelişiyor daha da derinleşiyor, daha da derinleştirecek. Pratikleştikçe, yaşamsallaştıkça belki de daha fazla eksiklikleri görülebilecek, eksiklikleri belki de olabilecek, fark edecek onarı daha da zenginleşir pratik deneyimlerle, dha da gelişecek güçlenecek. O açıdan insanlık için gerçekten bir kurtuluş ışığı umudu. Onun düşünceleri önemli. Bizim açımızdan önemli olan odur. Önderlik anlam gücüdür. Önderlikler gerçekten büyük anlam güçleridirler, hakikatın temsilcileridirler.

O ESİR OLDUĞU MÜDDETÇE BİZ ÖZGÜR DEĞİLİZ

Sayın Öcalan’ın özgürlüğü tartışılıyor. Milyonlarca insan özgürlüğü için kampanyalar yürütüyor. Bu çözüm sürecinde de sürecin daha sağlıklı yönetilebilinmesi için başta koşullarının düzeltilmesi gerekiyor. Birçok çevre bu konuda hem fikir. Sayın Öcalan’ın özgürlüğü ile ilgili siz ne dersiniz?

Dediğim gibi, kendisini toplumsal bütün alanlarda eritmiş olan bir kişilik söz konusu. Eğer bugün bir halk topyekün ayakta ise, sadece bir parça da değil, bütün Kürdistan parçalarında ve aynı zamanda dünyanın neresinde yaşıyorlarsa yaşasınlar bütün Kürtler içerisinde bu kadar benimsenen bir gerçeklik, sahiplenilen bir önderlik gerçeği söz konusu.  Ama bütün bu halkı da aydınlattı. Kürtleri demokratik ulus bilinci ile bir araya getirdi. Kürtleri demokratik ulus olma yoluna soktu. Kürtlerde ulus bilincini, ama yeni tipte demokratik bir ulus bilincini geliştirdi. Kürtler bu anlamda, bu önderliğin önemini herkesten çok daha fazla bilince çıkarıyorlar. Ama önderliği özgürleştirmenin yolu, önderliğimizin önünü açtığı bu toplumun açılan bu yolda daha fazla ilerlemesine bağlı. Toplum ne kadar örgütlenirse, ne kadar örgütlü bir mücadele verirse, kendini ne kadar sistemleştirirse, ne kadar kurumlaşma yaratırsa önderliğimizin özgürlüğünü de o kadar yakınlaştırır. Dolayısıyla esas olan anlam gücü temelinde kendisini yapısallaştırmaktır, kendisini kurumlara kavuşturmaktır. 

Örgütsüz bir toplumun önderliği özgürleştirmesi mümkün değildir. Örgütsüz, sistemsiz bir toplumun özgür olduğunu söylemesi de mümkün değildir. Dolayısıyla önderliğimizin özgürlüğü ile halkımızın özgürlüğü gerçekten etle tırnak gibi bir birine bağlı. Kendisini özgürleştiren, özgürleştirme yolunda ilerleyen, bu anlamda örgütlenen, yapısallaşan, kurumlaşan bir Kürt toplumu, önderliğimizin özgürleşmesi yolunda da muazam adımlar atmış demektir. Önderliğin özgürlüğü için somutta, yani günlük olarak mücadele edilmemesi gerektiği anlamına gelmez. Tam tersine her yerde, kesinlikle dillendirilmesi gereken önderliğin özgürlüğüdür. O esir olduğu müddetçe biz özgür değiliz. Belki benzetme bazıları tarafından yanlış yorumlanabilinir ama, Peygamberi devreden çıkarın, peygamberleri devreden çıkarın, onları önemsemeyin ama İsevilerin, Müsevilerin, Müslümanların özgürlüğünden söz edin. Gerçekten abes kaçar. Bu açıdan da önder Apo’nun özgürleşmesi kesinlikle bütün bir halkın özgürleşmesidir. Türkiye halklarının özgürleşmesidir. Türkiye’deki bütün ezilenlerin, emekçilerin özgürleşmesi, onların kardeşçe bir arada birlikte yaşamalarının önünün açılması, hatta bunun filiyatta gerçekleşmesi demektir. Zaten normalleşme denen dönem de esas itibariyle budur.
Yani demokratikleşmenin sağlanması. O zaman herkesin kendisini demokratikleşmeye adaması gerekir. İşte devlet demokrasiyi getirecek, her şeyi ordan bekle bu doğru bir şey değil. Şunu net bir biçimde vurguluyorum. Demokrasiyi kuran toplumun kendisidir. Demokrasiyi devlet kurmaz. Devlet demokrasiye saygılı davranır. Devleti o noktaya getirmek önemlidir. Saygı duyacak.

Önder Apo’nun verdiği mesajlar var. Son 5 ciltlik savunmaları var. Yol haritası var. Önderiniz olarak kabul ediyorsanız bu insan size nasıl bir yaşam kurmaniz gerektiğini gösteriyor. Nasıl bir toplum sistemini, nasıl bir demokrasi inşa etmeniz gerektiğini gösteriyor. Eğer önder olarak benimsiyorsanız, o zaman, hem onun dili, hem onun eli olacaksınız. Ve siz kuracaksınız. Yok, o gelsin kursun demiyeceksiniz. Ne onu o tarzda bekliyeceksiniz, ne de devletten bekleyeceksiniz. Devletten hiç beklemeyeceksiniz. Abdullah Öcalan, yani önder Apo, yani sizin önder olarak kabul ettiğiniz insan size, deyim yerinde ise, nasil bir cennette yaşamanız gerektiğini gösteriyor. Bu kutsal topraklar üzerinde, Tevratın bile cennet olarak değerlendirdiği bu topraklarda nasıl bir yaşamı inşa etmeniz gerektiğinin yolunu gösteriyor. Size düşen, aydınlatılmış bu yolda yürümek ve bu işin inşasına girişmektir. Ben öncü düzeyde bu işte rol oynayanlara, gerçekten bu işe kafa yoranlara, kendisini öncü olarak değerlendirenlere şunu söylüyorum: İnşa kavramı üzerinde yoğunlaşın. Demokratik inşa. Demokratik modernitenin inşası. Bu kavramların içini açın doldurun. Hiç bir şeyden anlamıyorsanız Nazım’ın yapıcılar türkü söylüyor şiirini okuyun. O şiirden biraz ilham alın. Yapıcılar türkü söylüyor. Türkü söyler gibi yapılmıyor yapı bu iş biraz zor. Ama yapı yapılacak. Bu inşaat yükselecek. Çekiç seslerini biraz duyun. Budur. Böyle olmak zorunda.

Devlet işte bu noktada mesafeli davranacak. Sen devleti yıkmayacaksın. Devlet sana saygılı davranacak, sen devlete saygılı davranacaksın. Devlet artı demokrasi budur. Devlet ile demokrasi bir arada yaşayacak. Devlet bazı alanlardan çekilecek. Bazı alanları halka bırakacak topluma bırakacak. O alanlarda toplumun kendi kendisini yönetmesine saygılı olacak. Özgürlükler dediğimiz şey budur. Toplumun örgütlenme özgürlüğünü tanıyacak. Toplumun ifade özgürlüğünü tanıyacak. Toplumun siyaset yapma özgürlüğünü tanıyacak. Bütün bunların önü açılacak. Bu konuda özgürlüklerin alanı genişleyecek. Daha doğrusu özgürlüklerin önündeki engeller tümüyle ortadan kaldırılacak. Zaten demokrasi de budur. Devletin sınırlandırılması denilen gerçeklikte budur. Ama bu devletin bittiği anlamına gelmez. Devlet alan daraltır. Despotik devlet, ben olmasam olmaz, her yerde ben olmalıyım biçimindeki devlet tamda Hitler faşizmini ifade eder ki, Firavun bile bu kadar şey değildi, her yere hükümetmiyordu. Osmanlı padişahları bile her yere hükmetmiyorlardı. Her şeye karışmıyorlardı. Ama günümüzde ulus devlet her yerde toplumun sırtına binmiştir. Her yerde ulus devlet var. Ailede bile ulus devlet var. Ailedeki erkek, ulus devletin aile içindeki temsilcisidir. “

ANF

Kürt Savrulmaları!..

Güney'de mevcut statü hem yetmemeye başladı hem de merkez tarafından hazmedilemiyor. Tartışmalı bölgeler için yapılması gereken referandum ertelendikçe, yeraltı kaynaklarıyla ilgili tasarruftan merkez uzaklaştırıldıkça artan gerilim, örtülü bir savaş şeklinde devam ediyor. 

Şiilerin nüansları bir kenara bırakıp safları sıklaştırma arayışı ve İran'ın Güney'deki Kürt yapıların içine en az Türkiye kadar nüfuz etmesi de cabası. Barzani'nin bütün olasılıkların masada olduğunu açıklamasının ardından Kürt parlamenterlerin boykot kararı, restleşmenin fiziki kırılma arifesini işaret ediyor.  ABD'nin moderasyonunun ve balans civatalarına koşturmasının ne kadar etkili olacağını göreceğiz. 

Batı'da 19 Temmuz'dan itibaren boy veren fiili durumun yarattığı sarsıntı ve iki fay hattında derinleşen yeniden aktifleşme durumunun sancıları, kanlı bir girdaba doğru sürüklenebilir. Baas kalıntılarının yanı sıra yerelde Türkiye pilotajındaki muhalifler toplamı, İran'ın hem rejim üzerinden sarkması hem de geleneksel koçbaşlarının uyandırılmasının oluşturduğu keşmekeş, görece en zayıf halka Kürtlere patlıyor. Dolaylı siyasi kontrol ile direkt fiziki müdahelenin senkronizasyonunu sağlama uğraşındaki bölgesel güçler ve dış ittifaklarının büyük resimde 'tahammül' etmek zorunda kaldıkları alan, renk ve çarpıcılığın belirtileri, Kürtlerin beklentilerini karşılamaktan uzak olabilir. Sahaya bakıldığında kaosta hem ayrışan hem karışan güçlerin kimi zaman yan yana kimi zaman karşı karşıya ateş etmelerinin, Kürtlerin naif zihinsel formasyonunu istismar etmeyeceğinin garantisi yok. Üstelik erken egemenlik hastalıkları ile ağabey gölgeleri arayışındaki Kürt örgütçüklerinin yaratacağı kesiklerin acısını da küçümsememek lazım.

Doğu'da oluşturulan geçici sessizliğin akıbetini bilecek tarihsel deneyim ve sürekli güncellenen bellek sahibi Fars egemenliğinin, Ortadoğu'daki gücünü konsolide etmekle yetinmeyip uç mayınları/düzenekleri güçlendirerek dışardan bariyeri sağlamlaştırması sürüyor. Fars devleti, son yüzyıldaki bütün Kürt trajedisindeki payını şöyle gözden geçirip Irak ve Suriye'nin son etaplarının kaderine baksa bile kendisine yaklaşan büyük öfkenin faturasının ağırlığını bilir. Doğu'daki en örgütlü ve askeri gücün, politik ilke ve esneklik marjını şimdiden kabullenip ona göre hem Doğu'da hem de gölgesinin düştüğü diğer alanlarda aktifleşme ile paralize etmenin vitesini değiştereceği kaçınılmaz. 

Kuzey'de yeni devlet aklının bölgesel hatta dizilmenin eksik halkalarını tamamlamaya çalışırken 'iç bünyesi'ni restore etmesinin gereklerine bigane kalamayacağı netleşti. Arkasındaki dış rüzgara ve ön açıcı saha temizliğine rağmen ilerleyememenin kendisini denkleme sokamayacağını vurula vura anlayarak havlu atması sürpriz olmadı. Ancak bu dezavantajlı pozisyondan en az hasarla 'baldıran zehiri' metaforuyla sıyrılmanın gayretinde. Yeni devlet bileşenlerinin de en az Fars egemenliği kadar tarihsel birikim ve deneyimle donandığı sır değil. Üstelik bu zinde kadronun paralel toplumdan devşirilme gibi zamanın ruhuna oturan uyum yeteneği var. İyi bir şefleri, maharetleriyle matuf orkestraları ve önceden hazırlanıp refleksleri kurgulanmış; hangi koltuk sırasının nerede nasıl reaksiyon göstereceğinin belirlendiği bir aktif izleyici kitlesi var. Salonun iç ve dış güvenliği tolere edilebilir zaaflara rağmen tetikte. Büyük risk; 'felç edenlerin tekerlekli sandalye vermekle yetinme' olasılığı…

Dört cepheden süren açık veya örtük; kanlı veya kansız hesaplaşmanın yerli ve kadim aktörü; kurban, mağdur ve oyun bozanı Kürtlerdir. Önce iki imparatorluk ardından bölgenin kaderiyle oynayan yeni devletler ile yerli müttefiklerince parçalanan Kürtlerin, 6 milyona yakın Güney'deki devletleşen siyasi aktörleri formel kalıbında bırakırsak, temel gücü KCK ve şemsiyesi altındaki organizasyon şemasının bütünüdür. Tarihin tam da bu döneminde Kürt hareketi, kılıç üzerinde dengesini koruyarak, kılıcın dayandığı zemini, kendisinin dayanma kapasitesini, geride bıraktıklarını, önünde duranı, etraftaki sesleri hesaba katarak ilerlemeye çalışıyor. 

'Eşik aşıldı' yazımda ifade etmeye çalışmıştım. Bu süreci eleştirmek, kaygıları dile getirmek ve hatta argümanlarıyla birlikte itiraz etmek de meşrudur. 40 milyonluk bir halktan tek tip bir insan modeli yaratamayız, kimsenin de böyle bir gayesi yok. Bu halk, bütün zenginliğiyle yaşadı, yaşayacak. Elbette, geleceğe dair farklı tasavvurlarımız, tasarımlarımız, umutlarımız olabilir. Hala 70 bin Kürt, resmen devletin korucusudur, gerisini saymaya bile gerek yok. Ne sosyolojik gerçeklerimizi ne de güncel depresyonlarımızı inkar edemeyiz. Ancak, Kürt hareketini küçümsemek, aşağılamak, yetmedi küfür etmek, ihanetle suçlamak, gevezelik malzemesi yapmak, en kibar ifadesiyle doğru değil...

Alevilikten radikal İslamcılığa, Ermeni dostluğundan Türk düşmanlığına; bağımsız devlet istemekten kayıtsız teslim olmaya; Türkiye sevdasından AB rüyasına; Şii hattından sosyalizm duyarlılığına uzanan kümelerin bileşkesine Kürt hareketi düşmanlığını oturtma mucizesine hayret etmemek mümkün değil... 

Böyle bir dönemde 'sesler' ve 'yankısı' ile yaratacağı manevi ve fiziki tahribatın kaynağından da sorgulanması gerekir. İşte bu noktada oldukça rahat, pervasız, gereksiz, faydasız, firari çıkışlar ile abartılı abanmalar, yetki ve sorumlulukta endazeyi kaçırmalar yarışmaya başladı. Bunu mevcut halin lehine yaptığını iddia edenler orta ve uzun vadede, aleyhine yaptığı söyleyenler de kısa vadeden başlayarak uzun vadeye de yüklü bir faiz bindirdiklerinin farkında olmalılar. 

Biraz sakin olun! Hiddetinizi, nefretinizi, öfkenizi kardeşlerinize boca etmekte gösterdiğiniz cömertliği niye düşmanlarından sakındığınızı iki dakika düşünün. Arkanızda bıraktığınız örgüt enkazlarını boş verdik ama hayatınızın herhangi bir kesitinde harcadığınız samimi emeğinize saygılı olun... 

Kürtlerde okur-yazarlık ile militanlığın yarattığı orta ölçekli bilirkişilik, dış akademiye tüneyerek beslenen siyasi doğruculuk, devlet okulları ile talebe yurtları ürünü utangaç kontenjan titrlerinin, samimi bir muhasebeye ihtiyaçları yok mu? 40 milyonun derdiyle dertlendiyseniz düşünsel üretiminiz, politik dehanızın rehberlik marifeti ve bugünü besleyip geleceğe de taşınabilecek bilumum yaratıcılığınızı niye görmüyoruz? Çok azını tenzih ederek belirteyim ki; siyasi mesafe korkusu, konformizm, oryantalist yabancılaşma ve tamamen özentiyle taçlanan taklit/benzeşme iştahı, obur egolarla dolu silik 'iyi Kürtler'den başka malzeme çıkarmadı. Şimdi sayfalarda ve ekranlarda gördüğünüz kısık sesli mahçup ile çıtayı en tepeye 'zahmetsiz' koyup sırıtan ukalalar, bu 'kardeşler'dir...

Örgütlerini maalesef tarihin değerli bir köşesine yerleştirmektense hurda deposuna postalayan ya da hala o depoda bir mucize yaratacağını sananlar ile sıfır ideolojik itiraz ve alternatif sunumdan aciz düşerek havlu atan 'eski' hanesini sıfat edinenlerin sesi de geliyor. Onlar pişmanlık, hüsran ve pişmanlık döngüsünde hayata tutunmaya çalışırken travmalarını, nefrete dönüştürenler. Nefretlerinin hedefindekinin yok oluşunu görmekle ontolojik bir bağımlılık yaratan bu 'mağdurlar', bir noktaya kadar anlaşılabilir ama sözlerinin hacmi, kendilerini de esir alan bir yalana dönüşünce, geriye sefalet yığını kalır. Böylece ne ciddiye alınır bir eleştiri, ne de değer verilebilir bir uyarılar manzumesi ortaya çıkar. Halbuki bazıları, ağır bir pratiğin ardından kırmadan dökmeden hayatın bir ucundan tutmayı başarabildi. Mahçup ama saygın kalmak da bir yoldur...

Gelelim yeni sürece dayanıp sabitlenerek, ölçüyü kaçıranlara. Kürt halkı, bütün Kürt aktörlerin söylemlerini tolere etmez. Lütfen siz de sakin olun. Kürdistan'ın en fedakar, en cefakar bölgesinden milletvekili seçilip yurtdışındaki bir otelde Türk bayrağının olmamasından cıngar çıkarmanın bugün Şemzinan sokaklarında izahı olmadığı gibi Amed'den milletvekili seçilen birinin "Kürt halkının bayrakla sorunu yok" deme yetkisi yok… Kürt devleti isteyen gençleri, verili duruma saldırmaktan men etmeye ikna etmek, pratik sahayı hatırlatmak yerine onları rencide edip başka kapılara savrulmalarını sağlamak, Kürt gazetecilerin/televizyoncuların işi değil. İki Kemal, bir Kamer ve üçünün mahsulü Hüseyin'in saldırdığı, 'Türkan hanım koruculuğu' ile 'onlar çekilmeyecek' provokasyonunun meczedildiği bölgede istifa patlatanların aklı nerede? Başbakanlık tarafından duyurulan Akil İnsan Heyeti ile ilgili kem-kümü aşamayan inisiyatif yoksunluğu ile mektuplara hakim olup "halkın bildiği kadar biliyoruz"un siyasi aklı nedir? Kuzey Kürdistan'ın en büyük sivil organı, milletvekilliği gibi iki yetki ve sorumlulukla yetinmeyip bir gazeteye 'siyaset ile politika' arasındaki farkı bulmanın heyecanını anlatıp ortak bir etnisite müjdelemek, hemen ardından da diğer bir gazeteye savruk buhran tablosu çizmenin fazlılığı yok mu? Öcalan'ın doğum gününü, Amara'da özgürlüğünü istemeye vesile edip eylem yapmak elbete mücadelenin bir parçası; bunun için can bile verildi. Bugün ve bu insanların anısına saygılı olunmalı. Fakat 'Maddi Uygarlık' eleştirisini aşan alternatif sunmaya kalkışan Öcalan için Kürtlerde olmayan bir tüketim geleneğini devreye sokup pasta kesmeler; Tanrılaştırmanın bir lidere yapılabilecek en büyük kötülük olduğunu söyleyen; bütün yazdıklarını, 'taslak, tasarı, deneme, çaba, çözümleme, savunma' olarak adlandıran Öcalan'ın köyünde bazı yapılanlar, herkesten önce kendisine haksızlık ve kötülüktür...

Kürtlerin bütün bileşenleriyle Kürt hareketinin öncülüğüne saygı göstererek, asgari müştereklerde bir arada durmalarını gerektiren bir dönemdeyiz. Bu öyle klasik bir 'safları sıkıştıralım' propagandası değil, geçen yüzyılın tahribatlarını nihayete erdirecek momentin emridir. Unutmayalım: "Geçmişin ihanete uğramış kahramanlarının ülkülerini gerçekleştirecek olanlar bugünün hainleri değildir." 
Kaynak: http://tuncelfikret.blogspot.com
İletişim: https://twitter.com/tuncelfikret