Özellikle Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonraki dönemden başlamak üzere Türkiye'de etnisite ile ilgili telif ve çeşitli dillerden çeviri birçok kitap yayımlandı. Bu kitapların yayımlanmasının çok genel anlamda olumluluk taşıdığını söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Ancak bu kitapların çoğunda "milliyetçi", yeni resmi ideoloji ve tarih yaratma veya var olanları aktarma eğilimleri ağır basan, komşularını yok sayan ve aşağılayan, "kimlik" dayatmaya çalışan yönelişler söz konusudur. "Bazı yayınevleri"nin bu "yeni dönem"de çeşitli kaygılarla bu tür kitapları yayımlaması, konunun üzerinde hassasiyetle durulmasını gerektirmektedir.
Bu makalede Hemşin Gizemi adlı kitapla ilgili eleştirilerimi paylaşmak istiyorum.
Birtakım küçük eklentiler
"Hemşin Gizemi" adlı kitap 1996 Ekimi'nde "Belge Yayınları"nın Marenostrum" dizisinden yayımlanmış. Kitabın kapağındaki alt başlık ise Hamşen Ermenileri Tarihinden Sayfalar". Kitap, üç bölümden oluşuyor. Birinci bölümde akademisyen Levon Khaçikyan'ın "Hamşen Ermenileri Tarihinden Sayfalar" başlığını taşıyan bir makalesi yer alıyor. Bu makale ilk defa "Banber Yeravani Hamalsarani / Erivan Üniversitesi Bülteni'nde 1969'da yayımlanmış. "Çevirenin Önsözü'nde" belirtildiğine göre, kitabın "Birkaç Söz"ünü de yazan Prof. Paruyr Muradyan tarafından makaleye "birtakım küçük eklemeler ve bir iki düzeltme" yapılmış ve bundan sonra Ermenice'den Türkçe'ye çevrilmiş. Tercüme eden ve yayına hazırlayan ise Bağdik Avedisyan.
Kitabın ikinci bölümünde, Sakaoğlu M.Ali'nin "Dünden Bugüne Hemşin", Hale Soysü'nün Kavimler Kapısı - 1 ve Erhan G.Ersoy'un Hemşinli Etnik Kimliğine Antropolojik Bir Bakış adlı, daha önce Türkiye'de yayımlanmış çalışmalardan alıntılara yer verilmiş.
Üçüncü bölüm ise, Ermeni Bayramları başlığı altında Derndas - Terındas - Tearindaraç, Vartavar, Astvatsatsin veya Verapokhum Yortusu gibi kutlamalar hakkında okuyucu bilgilendiriliyor. Ancak bu bölümün telif mi tercüme mi olduğu konusunda bir bilgi verilmiyor. Bu bölümün yazarının kim olduğu da belirtilmiyor.
Khaçikyan'ın araştırmasının "küçük kısaltma veya yetkili tanımlamalarla" bu kitapta yayımlandığını açıklayan Prof. Paruyr Muradyan, (rahmetli) Khaçikyan'ın emektar bir kaynak-bilimci, tarihçi ve uzun yıllar Matenadaran'ı (Ulusal Kütüphane'yi) yöneten bir Bilimler Akademisi üyesi olduğunu belirtmektedir. Prof. Muradyan, Khaçikyan'ın "Hamşen Ermenileri Tarihinden Sayfalar" başlıklı araştırmasında Hemşin adını taşıyan topluluğun kimliği, kökeni, tarihi, kültürü ve kısmen de diliyle gerçekten ilk kez tanışma olanağı bulduklarını özellikle vurgulama ihtiyacı hissediyor.
"İlk Çalışma" itirafı ama...
Khaçikyan, "Bu inceleme Hamşen Ermenileri tarihinin en son verilerin ışığında bilimsel değerlendirmesini yaparken, bilinen ama darmadağınık olan tarihi, coğrafik ve etnik konuları ilk kez derlemeyi ve aydınlığa çıkarıp araştırarak özetlemeyi deneyeceğiz" diyerek "konu"ya girmektedir.
"Ermenistan'dan göç ederek Hamşen'e yerleşen Ermeni nüfusunun anavatanının belirlemiş" olduklarını belirten Khaçikyan, "kaynaklara" dayanarak şu bilgileri veriyor: "...kanıtların ışığında Şapuh ve Hamam Amatunilerin yönetiminde Hamşen'e göç eden Ermeni nüfusunun ezici çoğunluğu Amantunilere bağlı süvarilerle köylüler olup Ermenistan'ın yüreği sayılan Ayrarat eyaletinden gelmiş oldukları rahatlıkla ifade edilebilir." (s.17) "Bu göçler" hakkında daha da ayrıntılı bilgi aktarma ihtiyacı hissederek şöyle diyor: "... daha sonraki yüzyıllarda Hamşen dağlık bölgesinin geçit vermeyen vadileri, Ermenistan'ın değişik bölgelerinden, özellikle Hamşen'e sınır komşusu Yüksek Ermenistan bölgesinden göç eden yeni topluluklara da yurt olmuştur, fakat Ermeni Hamşen'in kurucuları, kuşkusuz Şapuh ve Hamam Amatuniler önderliğinde Arap boyunduruğuna karşı silaha sarılarak onları yenen ve kendilerine yeni bir vatan kazanan Ayrarat eyaletinin Argatsotın ve Kotayk bölgelerinden gelmiş yiğit insanlardı." (s.18)
Khaçikyan, Hamşenliler'in yerli halklarla olan çatışmaları hakkında da bilgiler veriyor: "...Karadere ve Hopa yörelerine yerleşen Hamşenliler'den bahsetmiştik. Asıl Hamşen'e doğu ve batıdan komşu olup benzer doğa ve iklim koşullarına sahip bu yöreler ta eski tarihlerde Hamşenliler'in dikkatini çekmiş ve onlar adım adım ilerleyerek buraları zaptedip yerleşirken doğal olarak yörenin eski toplulukları olan Rum ve Lazlarla çarpışmalara da girmişlerdir..." (s.42)
"Ermeni kanı taşıyor"
Khaçikyan, şu şoven ifadeleri kullanmakta bir sakınca görmemektedir: "... K.Koch, çok erkenden İslamlığı kabul ekmiş bir ailenin oğlunun, Cemil yöresi derebeyinin evine konuk oldu ve dış görünüşünden ‘Onun damarlarında özellikle Ermeni kanı dolaştığını' fark etti. (s.36-37) Khaçikyan bununla yetinmeyerek Hamşenlileri "yüceltmek" için komşu halkları aşağılamaya çalışmaktadır. Bunu yaparken kim oldukları belli olmayan "görgü tanıkları"ndan medet ummaktadır: "...Görgü tanıklarına göre, onlar komşuları olan Rum, Laz ve Gürcüler'den farklı olup yiğit, özverili, dürüst ve içtendirler. Dahası yabancılarla evlenmezler..." (s.41)
Khaçikyan, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki "millet" kavramıyla ilgili genel kabul gören bir tanımlamayı aktarıyor: "... Herhangi bir ulusal-etnik kimliği tespitin önemli belirleyicisi, onun mensup olduğu diniydi. Rum, Laz, Gürcü, Ermeni veya başka ulusların İslamiyet'i kabul eden temsilcileri kendilerini ‘Müslüman' ve ‘Osmanlı' diye tanıtıyorlardı...." (s.40)
Bu cümleden sonra, İslamiyet'i kabul eden diğer "etnik gruplar"ın da kültürel ve dilsel varlıklarını yaşatmaya çalıştıklarını göz ardı ederek Hamşenlileri yine "yüceltme" yolunu seçmektedir: "... Fakat Hamşenliler İslamlığı kabul ettikten sonra dahi dillerini, yani Hamşen diyalektini, coğrafik terimleri, dağ, nehir, vadi, vb. yer adları ile gelenek-göreneklerini, şarkı, şiirlerini korudu ve korumayı sürdürüyorlar." (a.g.y.)
"Usta bir akademisyen" olduğu anlaşılan Khaçikyan, bu bilimsel makalesinde esas olarak Hamşenliler'in "Ermeni" olduklarını "deliller"e dayanarak ispatlamaya çalışıyor. Bunu yaparken ırkçı yaklaşımlar sergiliyor ve Hamşenlilere aynı coğrafyalarda yaşayan diğer "etnik gruplar"ı aşağılama yoluna gidiyor. Yapmaya çalıştığı şey bize hiç de yabancı değil!
Kitabın ikinci bölümünde, ‘Türk araştırmacılar' başlığı altında şu kısa not düşülmüş: "L.Khaçikyan'ın dikkate değer belgeselini sunarken, Hemşin konusunda bizim araştırmacılarımızdan bazılarının düşüncelerini de ona ekleyip okuyucuya karşılaştırma olanağı sağlamanın faydalı olacağını düşündük." (s.47)
"Sevilmeyen kız alıp verme"
Bu bölümde ilk olarak Sakaoğlu M.Ali'nin "Dünden Bugüne Hemşin" başlıklı çalışmasından özet ve tırnak içinde "alıntılar" yapılarak bazı eleştiriler getiriliyor. Sakaoğlu'nun çalışmasının 32. sayfasında tırnak içinde yapılan son alıntı şu cümleyle bitiyor: "... Kıyı komşuları Lazlar'dan kız alıp vermeyi pek sevmediklerinden, eski öz gövde yapılarını koruyabilmişlerdir." (s.52)
Khaçikyan gibi Sakaoğlu da komşu bir "etnik grup"a karşı şoven bir tutum sergiliyor. Bağdik Avedisyan da şoven tutumu eleştirmeyerek ve aynen aktararak aynı "hata"yı sürdürüyor.
Bu bölümde "alıntı" yapılan ikinci çalışma Hale Soysü'nün "Kavimler Kapısı - 1" adlı kitabı. Yazarın ifade düzenine sadık kalınarak bazı özet ve tırnak içinde "alıntılar" yapıldığı görülüyor.
"Alıntı" yapılan son çalışma "Hemşinli Etnik Kimliğine Antropolojik Bir Bakış". Yazarı Erhan G.Ersoy. Bu çalışmadaki "Köy Kahvesi Sohbetleri"nden de "alıntı" yapmakta bir sakınca görülmüyor: "... ‘Lazdan evliya, koyma avluya' veya ‘Yaza elini veren kolunu kaptırır' gibi sözler Hemşin'de çok yaygın. Hemşinli yetişkinlerin Lazlar için aşağılayıcı sözler kullandıklarını, ‘kan davası' gibi barbarca alışkanlıkları olduğunu, ‘eskiden dinsiz veya gayri müslim' oldukları söylediklerini anlatan yazar, buna karşın Lazlar'ın da Hemşinliler'i ‘kumarbaz, içki içen, Ermeniden dönme bir halk' olduklarını söylediklerini ekliyor." (s.58)
Kitabın üçüncü bölümünde ise, başta değindiğim gibi yazarı, telif mi tercüme mi olduğu belirtilmeden "Ermeni Bayramları"na yer veriliyor. Bu bölümle ilgili olarak Bağdik Avedisyan, ‘Çevirenin Önsözü'nde şu açıklamayı getiriyor: "...burada Hamşen konusuyla doğrudan ilgili görünmemekle birlikte bazı Ermeni bayramlarının geleneksel yorumlarını sunuyoruz. Bunlar putperest dönemlerden beri kutlanagelen, ama Hıristiyanlığın kabulüyle bazen isim bazen de kabuk değiştiren en eski Ermeni bayramlarıdır.... Bu bölümleri, Hemşin araştırmacılarının daha sonraki çalışmalarına yararı olur düşüncesiyle ekledim ki araştırmalar ‘sakat' doğmasın..."
Bilimsel makale ve gurur okşamaları
Levon Khaçikyan'ın makalesi, Hemşin Gizemi adlı kitabın ana gövdesini oluşturuyor. Bu tür "bilimsel makaleler"de aranan özelliklere "büyük bir ustalıkla" uyulduğu görülüyor. Hamşenliler'in "gururlarını okşayarak" onların "komşularından farklı olarak yiğit, özverili, dürüst ve içten" olduklarını özellikle vurgulama ihtiyacı hissediliyor. Acaba dünyanın bütün emekçi halkları yiğit, özverili, dürüst ve içten değil midir? Makalesi dikkatle incelendiğinde, esas olarak, özellikle Türkiye Hamşenlileri'ne yönelik Ermeni resmi tarih tezlerini aktarmaya çalıştığı görülmektedir. Khaçikyan, Sovyetler Birliği'nin on beş birlik cumhuriyetinden biri olan Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin bu yurttaşı ve Bilimler Akademisi üyesidir! Kullandığı metot ve varmak istediği nokta bakımından, Bağdik Avedisyan'ın "Çevirenin Önsözü"nde adını andığı Prof. M.Fahrettin Kırzıoğlu'ndan yaptığıyla bir farkı var mıdır? Khaçikyan, halkları içten içe bir "Hıristiyan-Müslüman" kamplaşmasına sevk etmeye de büyük bir çaba harcıyor. İslamiyet'i seçen "etnik gruplar"ın daha önce ille Hıristiyan oldukları gibi bir saplantı içinde olduğu anlaşılıyor. "Paganlık" diye bir inanışın bulunduğunu kabullenmek istemiyor. Hamşenliler'in Sovyetler Birliği'ndeki sayıları hakkında tahminden öte bilgi veremediğini de görüyoruz!
Prof. Paruyr Muradyan ve Bağdik Avedisyan'ın kitabın başında yer alan makalelerinde belirttikleri "küçük kısaltma ve yetkili tanımlamalar" veya "birtakım küçük eklemeler ve bir iki düzeltme", diğer komşu halkları aşağılayan şoven ifadelerle ilgili neden işletilmemiştir?
Komşu halkları aşağılayan ifadeler, en azından makaleyi Türkçe'ye çeviren Bağdik Avedisyan tarafından bazı dipnotlar konularak eleştirilebilir ve aynı görüşte olunmadığı belirtilebilirdi!
Makalede "küçük kısaltmalar ve yetkili tanımlamalar" veya "birtakım küçük eklemeler ve bir iki düzeltme" yapan Prof. Paruyr Muradyan da, bu makaleyi Türkçe'ye tercüme eden ve kitabın ikinci bölümündeki "alıntılar"ı işine geldiği noktada özet ve tırnak içinde yapan Bağdik Avedisyan da Levon Khaçikyan gibi resmi tarih aktarıcılığı yaparak, yalnızca Hamşen Tarihi'ni karartmıyorlar, Hemşenlilere komşu diğer halklar arasına düşmanlık tohumları ekiyorlar.
Resmi ideolojiler bir yana halklar bir yana
"Hemşin Gizemi" adlı kitap, 1992'de "Ant Yayınları"ndan çıkan "Lazlar'ın Tarihi" ve 1996'da yine "Belge Yayınları"nın yayımladığı "Pontos Kültürü" adlı kitaplar benzer özellikleri taşıyor. Bu kitaplar ilgili "etnik gruplar"ın dil, tarih, kültür, gelenek ve görenekleri hakkında bilgi vermekten daha çok, bu "etnik gruplar"a yönelik diğer resmi tarih tezlerinin derin izlerini taşımalarıyla dikkat çekiyor. "Hemşin Gizemi" adlı kitabın ana gövdesini oluşturan "Hamşen Ermeni Tarihinden Sayfalar" adlı makaleye (ve "Birkaç Söz" ve "Çevirenin Önsözü"nü yazanlara) göre Hamşenliler Ermeni; "Lazlar'ın Tarihi"ne göre Lazlar "Gürcü" / "Kartveli"; "Pontos Kültürü"ne göre ise Pontus(lu)lar" Elen'dir! Hamşenliler Ermeni resmi tarih tezlerinin; Lazlar "Gürcü" / "Kartveli" resmi tarih tezlerinin ve Pontus(lu)lar ise Elen resmi tarih tezlerinin insafına terk ediliyor!
İlgi çekici olan bir diğer nokta, yukarıda adlarını andığım kitaplar ister telif, ister tercüme olsun yazarlarının veya yayınevlerinin "sosyalist" en azından "muhalif sol" kimlikli olmalarıdır. Amaçlarının şu ya da bu şekilde resmi ideoloji aktarıcılığı yapmak olduğu anlaşılan yazarları bir kenara bırakırsak, "sosyalist" veya en azından "muhalif sol" kimlikli yayınevlerinin, Türkiye'deki resmi tarih tezlerine karşı, dış resmi tarih tezlerinin derin izlerini taşıyan bu tür kitapları yayımlamaları anlaşılabilir bir durum değildir. Bu tür kitapların "bazı yayınevleri" tarafından "gözü kapalı" yayımlanmasının, "muhalif sol"un "milliyetler sorunu"na hiç kafa yormamış olmasından kaynaklandığı açıktır.
"Bazı yayınevleri"nin "etnik gruplar"la ilgili yayınlarda nesnel gerçekliği yansıtmayan düzeysiz ve özensiz ifade ve "saptamalar" karşısında daha dikkatli davranacağını ve "kaş yaparken göz çıkarmayacağını" ümit ederim.
30.Haziran.2002
Makale Yazarı : Ali İhsan Aksamaz
Kaynak: Sorun Polemik Derghisi, sayı 4, Güz 2002
- Ana Sayfa
- Öcalan Anlatıyor: Uluslararası Komplo Gerçeği
- SAİD-İ KURDÎ(Nursi) VE KÜRT SORUNU
- Batı Kürdistan(Rojava) Devrimi
- Soykırımdan Özerkliğe Batı Kürdistan
- AKP ve Faşizm Üzerine
- Anti Emperyalist-Kapitalist Mücadele ve KÜRT BAHARI
- Karadeniz: Toprak, Su, Hava ve Emek
- Bir İşkence Yöntemi Olarak Tecrit
- Politik Sinema
- Belgeseller
- E-Kitaplar
- İnternet Sansürünü Del !
Site İçi Arama
16 Mart 2010 Salı
Lazlar Azınlık mı?
Bu sorunun cevabi azinlik kavraminin tanimina göre degisir.
Türkiyede azinlik kavrami gayri müslim ile es anlamda kullanilmaktadir ve bu nedenle olumsuz olarak algilanmaktadir (Sebebi hikmetide küfür olarak kullanilan “Gavur” tabiri ile iliskilendirin anlarsiniz). Yani Müslüman olmayanlar azinlik olarak görülmektedir. Tembellikten olsa gerek bu hasta tanimlama bile terminolojik olarak dogru deyildir. Eger azinlik terimi ile gayri müslimler ifade edilmek isteniyorsa, sadece „azinlik“ tabiri deyil, bunu „gayri muslim azinlik“ veya „hiristiyan azinlik“, „yahudu azinlik“ seklinde ifade edilmelidir.
Gayri müslim insanlari ifade eden anlaminda azinlik tanimlamasina göre dogal olarak müslüman olan Lazlar Kürtle, Cerkezler vd. azinlik deyildir.
Fakat azinlik „minority“ tanimlamasi sadece dinsel bazli deyildir. Azinlik sosyolojik olarak, sayica az olan dilsel, etnik (veya baska ulusa dahil olmak), dinsel, kültürel, yasam tarzi veya baska karakterstik yönleri ile egemen olandan ayrilan insan gruplari olarak tanimlanir (genis bilgi icin bkz. http://en.wikipedia.org/wiki/Minority, http://de.wikipedia.org/wiki/Minderheit)Bu tanimlamaya göre Lazlarda, Kürtlerde, Cerkezlerde, Gürcülerde vd. azinliktir. Örnegin etnik olarak türk olan bir grupta azinlik tanimlamasina girebilir. Bu nedenlediri ki AT raporunda Alevileride azinlik olarak görmektedir, ki bilindigi gibi hem türk hemde kürt kökenli olan aeviler vardir.
Sorun Lazlarin azinlik olup olmamasi deyil, veya sorun lazlarin buna karar verip vermemesi deyil, sorun azinliktan kastedilen, tanimlananin ne oldugu, hangi kritere gore tanimlandigi, am dahada önemlisi bu sekli ile ayrimciliga tabi tutulup tutulmamasi, bir hak kaybina maruz kalip kalmamasidir. Lazlarin, Kürtlerin veya baska etnik gruplarin kendilerini azinlik olarak görmemeleri, toplum icinde ayrimciliga ugrayacaklarini düsünmelerinden, bundan korkmalarindandir, ki bu korku yersiz deyildir.
Bu nedenle tartisilmasi gereken Lazlarin veya Kürtlerin azinlik olup olmamasindan önce, azinlik tanimi ile kastedilenin netlesmesi, toplumda yerlesmesidir. Bu olduktan sonra Lazlarin hangi gruba girdigi zaten kendiliginden ortaya cikacaktir.
Azinlik raporu ile baslayan tartismalari takip edin ve yavas yavas azinliktan ne anladiginiza karar verin. Karar verdikten sonar Lazlarin azinlik olup olmadiginida cevaplamis olacaksiniz.
Ben azinlik kavramini türkiyede anlasildigi sekli ile , yani gayri müslim orijinli olani almadigim icin, bana göre Lazlar azinliktir. Cünkü lazlar dilleri, kültürleri ile egemen kültürden farklidir.
Türkiyede azinlik kavrami gayri müslim ile es anlamda kullanilmaktadir ve bu nedenle olumsuz olarak algilanmaktadir (Sebebi hikmetide küfür olarak kullanilan “Gavur” tabiri ile iliskilendirin anlarsiniz). Yani Müslüman olmayanlar azinlik olarak görülmektedir. Tembellikten olsa gerek bu hasta tanimlama bile terminolojik olarak dogru deyildir. Eger azinlik terimi ile gayri müslimler ifade edilmek isteniyorsa, sadece „azinlik“ tabiri deyil, bunu „gayri muslim azinlik“ veya „hiristiyan azinlik“, „yahudu azinlik“ seklinde ifade edilmelidir.
Gayri müslim insanlari ifade eden anlaminda azinlik tanimlamasina göre dogal olarak müslüman olan Lazlar Kürtle, Cerkezler vd. azinlik deyildir.
Fakat azinlik „minority“ tanimlamasi sadece dinsel bazli deyildir. Azinlik sosyolojik olarak, sayica az olan dilsel, etnik (veya baska ulusa dahil olmak), dinsel, kültürel, yasam tarzi veya baska karakterstik yönleri ile egemen olandan ayrilan insan gruplari olarak tanimlanir (genis bilgi icin bkz. http://en.wikipedia.org/wiki/Minority, http://de.wikipedia.org/wiki/Minderheit)Bu tanimlamaya göre Lazlarda, Kürtlerde, Cerkezlerde, Gürcülerde vd. azinliktir. Örnegin etnik olarak türk olan bir grupta azinlik tanimlamasina girebilir. Bu nedenlediri ki AT raporunda Alevileride azinlik olarak görmektedir, ki bilindigi gibi hem türk hemde kürt kökenli olan aeviler vardir.
Sorun Lazlarin azinlik olup olmamasi deyil, veya sorun lazlarin buna karar verip vermemesi deyil, sorun azinliktan kastedilen, tanimlananin ne oldugu, hangi kritere gore tanimlandigi, am dahada önemlisi bu sekli ile ayrimciliga tabi tutulup tutulmamasi, bir hak kaybina maruz kalip kalmamasidir. Lazlarin, Kürtlerin veya baska etnik gruplarin kendilerini azinlik olarak görmemeleri, toplum icinde ayrimciliga ugrayacaklarini düsünmelerinden, bundan korkmalarindandir, ki bu korku yersiz deyildir.
Bu nedenle tartisilmasi gereken Lazlarin veya Kürtlerin azinlik olup olmamasindan önce, azinlik tanimi ile kastedilenin netlesmesi, toplumda yerlesmesidir. Bu olduktan sonra Lazlarin hangi gruba girdigi zaten kendiliginden ortaya cikacaktir.
Azinlik raporu ile baslayan tartismalari takip edin ve yavas yavas azinliktan ne anladiginiza karar verin. Karar verdikten sonar Lazlarin azinlik olup olmadiginida cevaplamis olacaksiniz.
Ben azinlik kavramini türkiyede anlasildigi sekli ile , yani gayri müslim orijinli olani almadigim icin, bana göre Lazlar azinliktir. Cünkü lazlar dilleri, kültürleri ile egemen kültürden farklidir.
Lazlar ve Doğu Karadeniz
Lazlar'in ve Dogu Karadeniz'in Tarihine kısa GirişLazlar, dillerini ve kültürel varliklarini bugüne kadar sürdürebilmis Anadolunun en eski halklarindan biridir. Yaygin kaninin aksine Lazlarin soy olarak Yunanlilarla, Ermenilerle veya Türklerle herhangi bir baglantisi yoktur. Lazca (Lazca-Megrelce) Güneybati Kafkas dil ailesine mensuptur bir dildir. Lazcanin dahil oldugu Güneybati kafkas dil ailesi Lazca-Megrelce'nin disinda, Svanca ve Gürcüceden olusmaktadir. Güneybati Kafkas dil ailesi kökensel olarak Ingilizce, Fransizce Ermenice gibi Hint-Avrupa dilleri ile, Türkceninde dahil oldugu Ural-Altay veya semitik dillerler gibi büyük dil aileleri ile kökensel baglantisi yoktur. Bu yapisi ile Güneybati kafkas dil ailesi isole bir konuma sahiptir. Önceleri Lazca-Megrelce ve diger Güneybati Kafkas dileri ile diger kafkas dilleri arasinda kökensel bir iliskinin oldugu savunulurdu. Fakat bu sav giderek terk edilmeye baslandi. Buna ragmen diger kafkas dilleri ile Güneybati Kafkas dilleri arasinda bilimsel verilerle ispatlanmasi güc omasina ragmen Kalkolitik veya neolitik öncesinde veya bu dönemde ortak bir genetik iliski mantik dişi değildir.
Bazi yazarlar Lazcanin Baskca ile kökensel baglanti kurarlar. Bilindigi gibi Baskca Lazca gibi izole bir dildir, bugün avrupada konusulan hic bir dil ile kökensel bagi yoktur. Bunlarin disinda Lazcanin ve dogal olarak Güneykbati Kafkas dillerini, cesitli yazarlar tarafindan yine isole diller olan, Hatti, Hurri, Sümer, hatta Ege Bölgesinde Orta Tunc te konusulan Minoen dilleri ile iliskilendirilmeye calisilmissada su andaki veriler bu dillerden herhangi biri ile kökesen iliskiyi kesin ispatlayabilecek düzeyde deyildir.
Güneybati Kafkas dillerinin günümüz büyük dil aileleri ile herhangi kökensel baginin olmamasi, yani isole bir yapi göstermesi, bu dilleri konusan halklarinda kökenleri sorusunuda beraberinde getirmektedir. Dilbilimciler M.Ö. 6.-5. binlerde Lazca, Svanca ve Gürcücenin kaynak (Proto-Svao-Karto-Kolhi) dili olan bir dilin varligini kabul etmektedirler. Bu ilk Güneybati Kafkascayi konusan halkin nerede yasadigi, ilk ana yurdunun (Home Land) neresi oldugu kesin olarak bilinmemektedir. Bunun nedeni kesin bir veri icin arada gecen zamanin cok uzun olmasi ve bu sürecte material kültürdeki degisimdir. Bunun disinda bir cok dildede oldugu gibi tarih öncesi dönemlere ait yazili eserlerin bulunmamasidir. Bütün bunlara ragmen, buna ayrica Dogu Anadolunun neolitik olarak adlandirilan dönemin ve erken tunc dönemlerinin cok iyi arastirilmamis olmasina ragmen, bazi arastirmacilar eldeki verilerden yola cikarak Lazlarin (Kolhi’lerin) ilk ana yurdunun Dogu Anadolunun kuzeybati kesiminde oldugunu kabul etmektedirler. Transkafkasyanin tarih öncesi arastirmalari ile taninan Leon Kavtaradze (2002) Lazlarin tarih önecesi dönemini Ic Anadoluda yer alan “Büyük Güllüce Kültürü” olarka adlandirilan kültürle iliskilendirmektedir. Ivano ve Gamkrelidze (1995) Lazcada yer alan Hititce kökenli kelimelerden dayanarak Lazcalar ile Hitilerin diesel etkilesmeyi yaratcak sekilde yakin yasdiklarini savunmaktadir. Bu yazarlar kökenleri yine tarismali olan Hititler üzerinde yaptiklari arastirmalarda, bu benzesmeden yola cikarak Hititlerin ilk ana yurdunun Dogu Anadolu oldugunu ve Lazlarin onlara cok yakin cografyada yasadiklari tezini getirmektedirler. Buna göre Lazlar M.Ö. 2500-2000 lerde, belkide daha önce, Kizilirmak ile Erzurum arasinda biryerlede yasadiklari sonucu cikiyor ve Kavtaradze (2002) nin savi ile ile örtüsmektedir. Bu sav bütün arastirmacilar tarafindan kabul edilmese bile, Dogu Anadolu’nun Erken Bronz Caginda ortaya cikan kafkas halklarina ait kültürler olan, ki bunlar Hatti, Kura-Araks, Hurri kültürleri, M.Ö. 17 yüzyilda Hitit kayitlarinda gecen Sinop ile Ordu arasında yaşayan Kaşka’lari göz önünde bulundurdugumuzda ciddi bir tez olarak kabul edilebilir. Giorgadze (2000), tarihe Hititlerin bas belasi olarak gecen Kaşkalarin Hitit yazitlarinda yer gecen kisi ve yer adlarindan yola cikarak Kaşka’larin Kolhi, yani Lazca konusan topluluk oldugunu savunmaktadir. Bu veriler Lazca konusan halkin en erken M.Ö.1700 lerde Sinop Ordu arasinda varligina isaret etmektedir.
Dilbilimsel calsimalar, Büyük Güllücek kültürüne ait arkeolojik veriler ve Anadolunun kuzeydogu kesimlerinde isole dil konusan kafkas halklarinin varligi isiginda, Lazlarin daha dogrusu Güneybati Kafkaslilarin Neolitik dönemde oraya cikan, bügün Mesopotamya Neolitikginden farkli oldugu kabul edilen, Dogu-Güneydogu Anadolu neolitik kültürlerden biri ile muhtemelen baglantilidir. Buna göre M.Ö.6000-5000 lerde Proto Güneybati Kafkasca konusan bir topluluk zamanla kuzeye hareket etmis, yavas yavas bazi gruplar ayrilarak yeni diller ortaya cikmis. Ana Dilden (ilk ortak dil), veya Proto-Güneybati Kafkascada ilk ayrilma yaklasik M.Ö. 3000 lerde baslamis, bir grup Bati Gürcistana yerlesmis ve bugün bati Kafkasyanin kuzeyindeki daglik kesimlerde yasayan Svan halkini ortaya cikmistir. Svanca bu nedenle Güneybati Kafkas dilleri icinde en eskisidir. Güneybati kafkascada bölünme devam etmis ve yaklasik M.Ö. 2000 lerde baska bir grup, o zaman kadar ortak olan, teorik olarak Karto-Kolhice seklinde adlanabilecek dili konusa topluluktan baska bit grup ayrilarak Bati Gürcistan ve Dogu Karadeniz sahillerine yerlesti. Bugün Laz-Megrellerin atasi olan bu topluluk, özellikle Bati Gürcistanda merkez olmak üzere literatürde “Kolhi Medeniyeti” olarak gecen özgün kültürü yarattilar. Bronz, daha sonra demir, ahsap mimari, canak-cömlek gibi eserlerinde özgünlügü ile dikkati ceke Kohi medeniyeti zaman icinde material kültüründe icsel bazi degisiklileri göstererek M.S. 4-5 yy kadar devam etmsitir (Apakidze, 2000).
Lazca konusan grubun ayrilmasindan sonra geriye kalan topluluk yavas yavas doguya kayarak Dogu Gürcistanda, yaklasik M.Ö. 7-8 yüzyillarda Iberia (Gürcü) medeniyetini yarattilar. Bu topluluktan bir kismi olan Saspaier’ler uzun süre Dogu Anadoluda varliklarini sürdürdüler. Bir federatif krallik olan ve ana tasiyicisi Hurri kökenliler olan, Ermeni boylarininda etkin oldugu Urartu kralliginin ana etnik gruplarindan biride bu gürcü boylarindan biriydi.
Lazlar hakkinda (veya Kolhi böylari hakkinda) ilk yazili kayit daha önce belirtildigi gibi M.Ö. 16-17. yüzyillara ait Hitit kayitlarinda bahsedilen Kaşkalar dir. Fakat M.Ö.12. yüzyil Asur kayitlarinda yer alan “Kilchi” adi direk Kolhilerden bahsedilen ilk kayittir. Yaklasik 400 yil sonra M.Ö. 8. yüzyila ait Urartu yazitlarinda “Qulcha” seklinde yine Kolhilerden bahsedilmektedir. Yine bu dönemlerde Hellen (Yunan) tarih yazilarinda Kolhis adina rastlanmaya basliyor. Miletlilerin “Büyük Hellen Kolonizasyonu” olarka adlanan, Kadeniz sahilllerinde 70 ile 100 arasinda Koloni kurduklari dönemden sonra Dogu Karadeniz sahillerinde yasayan topluluklardan sikca bahsedildigini görüyoruz. Bunlarin arasinda en güvenilir kaynak olarak kabul edilen Ksenophon’un Anabas adli eseridir. M.Ö.5 yüzyildayazilan bu eserde Trabzon Sinop’a bagli Kolhi ülkesinde bir koloni sehri olarak gecmektedir. Yine en güvenilir kaynaklardan biri olan Strabon (M.Ö. 63- M.S.24) Karadenizin Dogu kesimlerinin eskiden Kolhi Delizi olarak bilindigini yazmaktadir (Strabon. XI,1,6).
Antik Yunan kayitlarina göre Dogu Karadenizde yasayan Kolhilerin disinda belli basli yerli topluluklar sunlardir; Saniler, Heptakometler, Chalybe’ler.
Sani=Tzani=Makron: Saniler daha önce Makronlar olarak bilinirdi (Strabon; XII, 3, 18). Trabzona yakin, Trabzonun batisinda yasiyorlardi. Makronlara daha sonra yine M.Ö. 4 yy da Pseudo-Skylax’ta Makrokephal’ler seklinde tekrar gecmektedir. Sani’ler eski tarih kayitlarina bakilirsa cevresindeki baska adla adlandirilan diger topluluklari zamanla asimile ettiler. Lordkipanidze (1996) ye göre Trabzon ve civarindaki Kolhileride asimile ettiler. Bu bölge daha sonra Sani ülkesi olarak gecmektedir. Kauchtschischwili (S1965: 129, Anm.1) Sani adinin aslinin Tzani (3’ani) seklinde oldugunu, Sani nin helencenin fonetik yapisindan dolayi degismis sekli oldugunu belirtiyor. Tzani’ler, veya eskiden Makronlarda denen bu topluluk Kolhi, yani Laz boylarindandir (Lordkipanidze, 1996).
Heptakomet: “yedi köyden”, “yedi köylüler” anlamina geliyor. Harşit çayin üst kesimlerinde, Skydides daglarinda otururlardi. Makronlar ile (Sani’ler ile) komsu idiler. Bazan Skydiner seklindede gecen bu ad Lazcada yedi anlamina gelen “skviti” nin helenlesmis formudur (Lordkipanidze,1996). Heptakometlere daha önce kuleler seklinde evlerde oturduklari icin “kulede oturanlar” anlamina gelen Mossinoik olarakta bilinirdi. Lordkipanidze (1991) Heptakomet’lerin (Mossinoiklerin) Lazca konusan Laz/Kolhi soyundan olduklarini belirtmektedir.
Chalybe: Karadeniz halklarindan ilk bahsedenlerden biride ünlü destan sairi Homerostur. M.Ö. 8. yüzyilda yasadigi sanilan Homeros Illiad ( İliad II, 856-857 ) eserinde Troia savasínda Troialilara yardima gelen uluslari sayarken Alizonlardan bahseder "... ta uzaklardan gelirler, gümüşün yurdu AIybe'den...". Alybeler (Khalibeler). Ksenophon un bölgeye yaptigi ziyarette (M.Ö. 5.yy) bahsettigi (Anabasis IV 7. 15 - 17; V 5.1) Khalybe (IV 3.4; V 5.17) ve Khaldia lerle ayni halktir. Trabzon ve Giresun civarinda yasadiklari sanilan bu halk büyük ihtimalle Trabzon giresun deyil, Trabzon Gümüshane, belkide daha ziyade bugünkü Gümüshane civaridir (G.Ç). Trabzonlular bugün bile Bayburt ve Gümushaneye Halt olarak adlandiriyorlar. Strabon'da (XII, 3.19) "Bugünkü Khaldai kavmine eskiden KhaIybes denirdi..." Dha sonraki yillarda Hald, Chalybe adi Trabzonu icine alan genis bir alan icin kullanilmaya baslandi. Urartu kayitlarindada benzer adlamaya ratliyoruz.
M.S. 7 yüyila ait Anania Şirakazi tarafindan yazildigi sanilan Ermeni kaynaklarinda Çaneti’nin Khaltik oldugunu belirtiyor (Patkanov 1877). Çan-eti de –eti eki Lazcada tipik yer belirten ektir. Strabon un Geografikasinda Khaldea olarak gecen, yani Haldiler, Halt’lar Gürcü ve Ermenilerin Çani (Tzani) seklinde adlandırdıkları Laz halkıyla aynidir (Lordkıpanidze, 1996).
M.Ö.7.-6. yüyyillarda, Hellenlerin Kolinizasyonla beraber, koloni bölgelerde uygulamaya koymak icin yarattiklari Apollon Kultu (tapinimi) ve diger pagan inanislar, yine pagan bir inanc dünyasina sahip olan Lazlar tarafindan kabülü kolaylastirmis, bu sekilde hellenlesme süreci baslamis oldu. Bu nedenle bazi yazalarin belirttikleri gibi Lazlarin Hellenlesmesi (Yunanlasmasi), ilk olarak Hiristiyanlikla deyil cok daha önceki dönemde baslamistir.
Helenlerin ticaret mallarinin, örnegin Attik tip vazolarin yüksek daglik kesimlere kadar yayilmasi, Lazlarin Hellen zevkini rahatca kabul ettigini gösteren basit bir örnek olarak verilebilir. Suda unutulmamali ki Helenler buraya savasla veya zorla deyil, yerli halkla ticaret yapmak icin gelmislerdi. Karsilikli cikara dayali ve sorunsuz bir birlikte yasam, zamanla Akullturasyonu (bir tür asimilasyonu) beraberinde getirdi. M.Ö.5-6 yüzyillarda basladigi kabul edilebilecek olan Helenlesme, Lazlarin 300 lerde Yunan Ortodoks dinini kabul etmesi ile dahada hizlandi ve zamanla dillerini tamamen unutup helenlestiler. 17. yüyyilda Islamlastirma ile birlikte Lazlar, ve o zamana kadar Rumlasan Lazlar, bu kez türklesme sürecine girdiler.
Hellen kültürünün güclü olarak yasandigi merkezin disinda kalan, cografik olarak izole olan bölgelerde yasayanlarda dilsel süreklilik devam etmis ve Lazcayi günümüze kadar koruyabilmislerdir. Bügün Lazca konusan kesim sadece Rizenin Atina (Pazar) ilcesinin batisindan (Mapavrede=Cayeli’de bir kac köy) Sarpi sinir köyüne kadar olan kesimdir.
Osmanlilarin Trabzonu ve daha dogusunu 1461 de isgal etmesinden sonra, Hellen döneminden farkli olarak bu kez, etki alani daha genis ve derin olan Islamlasma süreci basladi. Cumhuriyetle birlikte baslayan sistemli asimilasyon politikasi ve degisen ekonomik yasam Lazlar kisa sürede hizli bir türklesme sürecine maruz birakti.
Bugün Dogu Karadenizde yasayanlara verilen “Laz” adi Bizans döneminden kalmistir. Bu adlandirma, hem Kolhileri hemde onlarin devami olan Lazlari cok eski tarihlerden beri taniyan, onlarla ticaret yapan, ici ice yasayan Yunanlilar bir tesadüf olarak deyil dogru olarak “Lazoi”(Laz) olarak adlandirmislardir.
.........................................................................................................
.........................................................................................................
Not: Bu yazi baslica Lordkipanidze (1996, 1991), Kavtaradze (2002), Gamkrelidze ve Ivanov (1995) ve Giorgadze (2000) tarafinda yayinlanan kitaplara ve makalelere dayanmaktadir. Genis bilgi icin bu yazarlarin asagida verilen yayinlari ve www.kolheti.lazuri.com da yer alan bölgenin tarihi ile ilgili diger makaleler önerilir. Yazi icinde yer alan diger atiflar asagida verilen kaynaklardan alinmistir.
Gamkrelidze. T. V. And Ivanov. V. V., 1995. Indo-European and the Indo-Europeans. A reconstruction and historical analysis of a proto-language and proto-culture. I: The text. II: The bibliography and indexes, Trends in Linguistics. Studies and Monographs 80, Berlin, New York.
Giorgadze G, 2000. Zur ethnischen Herkunft der Kaskäer (Kaškär) und Abeschläer von hethitischen und assyrischen Keilschrifttexten, Achalziche.
Kavtaradzde. L. G., 2002. An Attempt to interpret some Anatolian and Caucasian Ethnonyms of the Classical Soruces, Sprache und Kultur 3, Tbilisi.
Lordkipanidze. O., 1996. Das alte Georgien (Kolchis und Iberien) in Strabons Geographie. Neue Scholien, (Schwarzmeerstudien, hrsg. von W. Schuller, Bd. 1), Amsterdam.
Lordkipanidze. O., 1991. Archäologie in Georgien. Von der Altsteinzeit zum Mittelalter,Weinheim.
Lazların etnik kökeni ve Prehistroyasi
Mustafa Kibaroğlu “Lazların etnik kökeni ve Prehistroyasi" başlıklı sunumunda Lazca ve diğer Güney Kafkas dillerinin prehistoya dönemden başlayarak ortaya çıkış süreçleri ve bu dilleri konuşan grupların ilk anayurdu “homeland" konusu üzerine tarihsel, linguistik, arkeolojik ve populasyon genetik verileri ışığında ele aldı.
Kibaroğlu, Lazların ve diğer Güney Kafkas dilleri konuşan halkların (bunlar Svanlar ve Gürcüler), ilk atalarının, yani ilk güney Kafkas dili konuşan grubun, Anadolu'da arkeolojik çalışmalar sonucu bilinen neolitik dönem kültürlerinden biri ile kökensel bağlantısı olması gerektiğini, bu neolitik gruplarda zamanla meydana gelen bölünme ile birlikte Svan, daha sonra Gürcü ve Laz-Megrel dili konuşan grupların ortaya çıktığını belirtiyor. Gerek tarihsel, gerekse arkeolojik araştırmalardan bilinen Kolhilerin (ing. literatürde colchis), Bati Gürcistan'da M.Ö. 2000 ile M.S. 4-5 yy kadar, karakteristik materyal kültür özellikleri ile karakterize edilen Kolhi medeniyetini yaratanlar Lazların (Laz-Megrellerin) ilk atalarıdır. Kolhiler Bati Gürcistan'da merkez olmak üzere yakın coğrafyalara da yayılmıştı. Fakat Kolhilerin M.Ö. 2000'lerden önce nerede yasadıkları bugün kesin olarak bilinmiyor. Fakat eldeki verilerden Kolhilerin M.Ö.2000'den önce Kızıl ırmağın doğusunda bir yerlerde yasadıkları, daha sonra Bati Gürcistan'a ve Doğu Karadeniz sahillerine yayıldıkları düşünülüyor. Transkafkasya ve Doğu Anadolu erken dönemi tarihleri alanında tanınmış olan Kavtaradze, Kolhileri M.Ö. 2000 öncesine ait Büyük Güllüce Kültürü ile ilişkilendiriyor. Gamkrelidze ve Ivanov, dilbilimsel veriler ışığında Kolhilerin M.Ö.2000'lerde Anayurtlarının yine bu bölgeye yakın coğrafyada olduğunu savunuyorç Son yıllarda yapılan Populasyon genetik çalışmalara göre Kafkasyalıların paleo-Halklar olduğunu, yani Anadolu ve Trasnkaskasya'ya ilk göç eden gruplardan olduğunu gösteriyor. Bu sonuç Renfrew tarafından daha önce ileri sürülen, Kafkas dillerinin paleo-diller olduğu fikri ile örtüşüyor.
Cinnioğlu tarafında yapılan populasyon genetik çalışmaları Doğu Karadeniz bölgesinde yasayan insanların DNA özellikleri acısından diğer Kafkasyalılarla benzer özellikler gösterdiğini, sanılanın aksine Yunanlılar ile herhangi bir genetik bağlantılarının olmadığını ortaya çıkardı.
Bu da aslında Eski Yunanlılar tarafından bilinen ve Yunan kolonizasyonu öncesinde, M.Ö. 6-7. yy, bu coğrafyada yasayan yerli halkın günümüze kadar varlığına işaret ediyor.
Doğu Anadolu’da, Transkafkaslar’da, Doğu Anadolu’da ve Doğu Karadeniz’de eski dönemlerde Kafkas dilleri konuşan Hattiler, Hurriler daha sonra Urartulular bilinmektedir. Bunların yanında Kura Araks Kültürünü (veya Karaz kültürü) yaratan halklarda vardır. Bu kültüre ait grupların etnik kökeni kesin olarak bilinmemekle birlikte, bazı yazarlar (örneğin Burney) bunlarında yine Kafkas halklarından olduğu savunmaktadır. Doğu Karadeniz, Anadolu ve Transkafkasya’nin erken döneme ait medeniyetlerin dağılımına tarihsel, arkeolojik, dilbilimsel ve son olarak populasyon genetik veriler ışığında değerlendirirsek, Kolhilerin ilk anayurdunun Kızılırmağın doğu yönünde, Karadeniz dağlarının güney kesimlerinin ilk anayurdu olması gerektiği söylenebilir. Büyük ihtimalle eski yunan kayıtlarında gecen Tibaraneler, Makronlar, Tzanlar/Zanlar, Halybler/Haldiler Kolhi ler ile, yani bugünkü Laz-Megreller ile ayni etnik kökenden geliyorlardı.
Kibaroğlu konuşmasının sununda Transkafkasya, Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu coğrafyasında eskiden var olmuş uygarlıklara giderek artan bilimsel ilginin Doğu Karadeniz ve bu bölgenin yerli halklarının tarihinin daha iyi anlaşılmasına önemli katkılar sunacağını, bölgenin artık daha çok ciddi bilimsel çalışmalara konu edilmesi gerektiğini vurguladı.
Kolhi/Laz-Megrellerin ve diğer Güney Kafkas etnik grupların ilk dönemden Orta Bronz dönemine kadar olan tarihsel süreçlerinin şematik gösterimi.
* Arkeometrist. Almanya’da Trankafkasya, Doğu, Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Suriye bölgelerinde yerbilimleri metodlarını kullanarak Erken Bronz dönemi kültürlerin ticari ilişkileri üzerine doktora çalışması yapmaktadır.
Kibaroğlu, Lazların ve diğer Güney Kafkas dilleri konuşan halkların (bunlar Svanlar ve Gürcüler), ilk atalarının, yani ilk güney Kafkas dili konuşan grubun, Anadolu'da arkeolojik çalışmalar sonucu bilinen neolitik dönem kültürlerinden biri ile kökensel bağlantısı olması gerektiğini, bu neolitik gruplarda zamanla meydana gelen bölünme ile birlikte Svan, daha sonra Gürcü ve Laz-Megrel dili konuşan grupların ortaya çıktığını belirtiyor. Gerek tarihsel, gerekse arkeolojik araştırmalardan bilinen Kolhilerin (ing. literatürde colchis), Bati Gürcistan'da M.Ö. 2000 ile M.S. 4-5 yy kadar, karakteristik materyal kültür özellikleri ile karakterize edilen Kolhi medeniyetini yaratanlar Lazların (Laz-Megrellerin) ilk atalarıdır. Kolhiler Bati Gürcistan'da merkez olmak üzere yakın coğrafyalara da yayılmıştı. Fakat Kolhilerin M.Ö. 2000'lerden önce nerede yasadıkları bugün kesin olarak bilinmiyor. Fakat eldeki verilerden Kolhilerin M.Ö.2000'den önce Kızıl ırmağın doğusunda bir yerlerde yasadıkları, daha sonra Bati Gürcistan'a ve Doğu Karadeniz sahillerine yayıldıkları düşünülüyor. Transkafkasya ve Doğu Anadolu erken dönemi tarihleri alanında tanınmış olan Kavtaradze, Kolhileri M.Ö. 2000 öncesine ait Büyük Güllüce Kültürü ile ilişkilendiriyor. Gamkrelidze ve Ivanov, dilbilimsel veriler ışığında Kolhilerin M.Ö.2000'lerde Anayurtlarının yine bu bölgeye yakın coğrafyada olduğunu savunuyorç Son yıllarda yapılan Populasyon genetik çalışmalara göre Kafkasyalıların paleo-Halklar olduğunu, yani Anadolu ve Trasnkaskasya'ya ilk göç eden gruplardan olduğunu gösteriyor. Bu sonuç Renfrew tarafından daha önce ileri sürülen, Kafkas dillerinin paleo-diller olduğu fikri ile örtüşüyor.
Cinnioğlu tarafında yapılan populasyon genetik çalışmaları Doğu Karadeniz bölgesinde yasayan insanların DNA özellikleri acısından diğer Kafkasyalılarla benzer özellikler gösterdiğini, sanılanın aksine Yunanlılar ile herhangi bir genetik bağlantılarının olmadığını ortaya çıkardı.
Bu da aslında Eski Yunanlılar tarafından bilinen ve Yunan kolonizasyonu öncesinde, M.Ö. 6-7. yy, bu coğrafyada yasayan yerli halkın günümüze kadar varlığına işaret ediyor.
Doğu Anadolu’da, Transkafkaslar’da, Doğu Anadolu’da ve Doğu Karadeniz’de eski dönemlerde Kafkas dilleri konuşan Hattiler, Hurriler daha sonra Urartulular bilinmektedir. Bunların yanında Kura Araks Kültürünü (veya Karaz kültürü) yaratan halklarda vardır. Bu kültüre ait grupların etnik kökeni kesin olarak bilinmemekle birlikte, bazı yazarlar (örneğin Burney) bunlarında yine Kafkas halklarından olduğu savunmaktadır. Doğu Karadeniz, Anadolu ve Transkafkasya’nin erken döneme ait medeniyetlerin dağılımına tarihsel, arkeolojik, dilbilimsel ve son olarak populasyon genetik veriler ışığında değerlendirirsek, Kolhilerin ilk anayurdunun Kızılırmağın doğu yönünde, Karadeniz dağlarının güney kesimlerinin ilk anayurdu olması gerektiği söylenebilir. Büyük ihtimalle eski yunan kayıtlarında gecen Tibaraneler, Makronlar, Tzanlar/Zanlar, Halybler/Haldiler Kolhi ler ile, yani bugünkü Laz-Megreller ile ayni etnik kökenden geliyorlardı.
Kibaroğlu konuşmasının sununda Transkafkasya, Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu coğrafyasında eskiden var olmuş uygarlıklara giderek artan bilimsel ilginin Doğu Karadeniz ve bu bölgenin yerli halklarının tarihinin daha iyi anlaşılmasına önemli katkılar sunacağını, bölgenin artık daha çok ciddi bilimsel çalışmalara konu edilmesi gerektiğini vurguladı.
Kolhi/Laz-Megrellerin ve diğer Güney Kafkas etnik grupların ilk dönemden Orta Bronz dönemine kadar olan tarihsel süreçlerinin şematik gösterimi.
* Arkeometrist. Almanya’da Trankafkasya, Doğu, Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Suriye bölgelerinde yerbilimleri metodlarını kullanarak Erken Bronz dönemi kültürlerin ticari ilişkileri üzerine doktora çalışması yapmaktadır.
Doğu Karadeniz üzerine ince Notlar...
Bu yıl yaz tatilimi iki yıl aradan sonra Doğu Karadeniz’de memleketimde geçirdim... Her şey ne kadar değişmişti; Şaşırdım... İrkildim...
Biz insanların alıştığı şeye bağlanmak, onunla duygusal bağ kurmak, aidiyet hissetmek gibi insani zaaflarımız var ... Tanıdık mekanlarda bulunmak; tanıdık kimselerin arasında olmak; tanıdık eşyalarla birlikte yaşamak rahatlatıcı, güven vericidir, bize kendimizi iyi hissettirir...
Bilinmezlik korkutucudur; onun belirsizlikleri; riskleri, uyum sağlayıp sağlayamayacağımızdan emin olamadığımız yeni koşulları vardır...
Yanlış anlaşılmak istemem; değişime karşı değilim; Ama değişimin olumlu ve ilerici olması koşuluyla... Gerçekleştiği yapının doğal dokusunu bozan, tahrip eden, yozlaştıran bir değişimde yokum ben;
Yürekten bağlandığım, hayatımda anlamı olan hiçbir şeyin kendimi ona yabancı hissedeceğim kadar değişmesini istemememden doğal ne olabilir ki...
Peki değişim nasıl olmalı derseniz; yani değişimin olumlu ve ilerici olanı nasıldır diye sorarsanız şöyle açıklayabilirim; iç dinamiklerle belirlenen, dışardan dayatma ya da zorlama olmaksızın, o yapıyı oluşturan tüm dokuların ve o yapıda yaşayanların onun sonuçlarına katlanmaya hazır olduğu ve eskisinden daha iyi bir konuma ulaşabilecekleri bir değişim derim buna ben...
Eğer değişim iç dinamiklerinden kaynaklanmıyorsa; içerden gelen ihtiyaçlar değil de dışardan gelen baskılar değişimi belirliyorsa, böyle bir değişimin o yapıda uyumsuzluk ve huzursuzluk yaratacağı kesindir;
Değişimi isteyenlerin içerden değil de dışardan olması da ayrıca düşündürücüdür...
O yapıyı değiştirmenin içerdekilere rağmen dışarıdakilere yarıyor olması ona olumsuz bir anlam yüklemektedir...
Doğu Karadeniz’de şu sıralar tam da böyle bir süreç işlemektedir... Yazımın başlığına ‘Doğu Karadeniz Üzerine Derin Notlar’ demem bu yüzden sebepsiz değildir... Çünkü son yıllarda bölgede çok derin faaliyetler sürdürülmektedir ve bölgenin doğal dokusundan tutun, insan yapısına ve değer sistemine kadar her şeyi değiştirilmek istenmektedir.
Doğu Karadeniz halkı denizine, derelerine, coğrafyasında yer alan yeşilin her tonuna aşık olan bir halktır... Onlardan birinin olmadığı bir yerde mecbur bırakmadıkça tutamazsınız onları... Bu yüzden göç ettikleri her yerde Doğu Karadeniz’in coğrafi özellikleri taşıyan yerleri seçmişlerdir; denizi, deresi ve yeşilliği olan yerleri...
Birileri Doğu Karadeniz halkının denizine, derelerine ve yeşiline olan bu tutkusunu biliyormuşçasına bugün garip bir süreç işlemektedir bölgemizde; sahiller alelade doldurulmakta, adeta Karadeniz insanının denizle olan bağı kopartılmak istenmektedir; dereler kurutulmakta, derelere olan sevgileri, tutkunlukları yok edilmek istenmektedir. Onlardan aldıkları ilhamla yazdıkları türküleri, destanları, manileri, horonları köksüz bırakılarak unutturulmak istenmektedir...
Karadeniz halkını Karadeniz’den çıkarmak mümkün olamıyorsa, Karadeniz’i Karadeniz olmaktan çıkarmak daha kolay bir yol gibi gelmektedir birilerine anlaşılan...
Böyle bir kasıt varsa, bunu yapanları alkışlamak gerekir ne diyelim; Dehaca bir buluş gerçekten...
1,2,3 Ağustos ‘Yeşil Yayla Festivali’
Doğu Karadeniz’e tatile gidenler için, her zaman hangi ayda gidileceği konusu sorun olur; çünkü bölgede sık sık yağmur yağması, denize girme seçeneğini riske düşürür; Bu yüzden memlekete giderken şu hesapları mutlaka yapmak zorundasınız: Eğer amaç bol bol meyve ve sebze yemek, yani hem ziyaret hem ticaretse, özellikle meyvenin ve sebzenin bol olduğu temmuz ayını seçersiniz; istediğiniz özellikle incir, fındık, kara üzüm gibi yöreye özgü meyveleri yiyebilmekse o zaman seçeneğiniz Ağustos ayıdır. Yok denize girmek sizin için önemli ise o zaman da Ağustos ayı çok yağmurlu olacağından, bu yüzdendir ki ‘çürük ay’ denir bu aya, Eylül ayını beklersiniz.
Bu yaz bu seçenekleri hiç hesaplamadan gittiğim bir yıl oldu memlekete... Çünkü bölgede gerçekleştirilen ve ‘alternatif bir festival seçeneği olarak’ her zaman katılmaktan zevk aldığım ‘Yeşil Yayla Festivali’ bu yıl 1,2,3 Ağustos tarihleri arasında yer alıyordu ve bu yıl ben de festivalin özel konukları arasındaydım. Böylece festival ekibi ile birlikte Ağustos başında, festivalin gerçekleşeceği Fındıklı ilçesindeydik. 3 gün boyunca Festival’in gerçekleştiği ilçede, festival ekibiyle birlikte ilçe merkezde yer alan Öğretmen Evi’nde kaldık; sonra ben tatilimin geri kalanını geçirmek üzere doğduğum köye, Sarp’a gittim...
Festival öncesine dair kısa ve çok önemli notlar...
Öncelikle ‘Yeşil Yayla Festivali’nin benim için özel bir anlamı olduğunu tekrarlamak istiyorum. Bu festival’in bölgede yapılan diğer festivallerle kıyaslandığında içerik açısından çok farklı olması ve bölge için ‘alternatif bir festival’ özelliğini taşıması bunun sebeplerinden biridir mutlaka ama, ‘Yeşil Yayla Festival’ine yüklediğim asıl anlamın kaynağı, bu festivali organize eden ekibi çok yakından tanımam ve festival sürecinin her aşamasını, bir bebeğin birey olma aşamasına kadar geçirdiği tüm süreçleri adım adım izler gibi onu yakından izleme şansına sahip olmam sanırım. Hani büyüyüşünü yakından izlediğiniz bir bebeğe farklı bir yakınlık duyarsınız ya, benimkisi de o hesap; elimde büyümese de yakınımda büyüdüğünü, serpildiğini gözlemlediğim bir çocuk gibi olması Yeşil Yayla Festivali’ni benim için anlamlı kılıyor...
İşin en sorunlu yanlarından biri, Festival’in bir temasının olması ve bu temanın işlenmesinin birilerinin işine gelmemesiydi...
Her yıl ‘Festival’ belli bir tema çerçevesinde yapılmaktaydı; bu yılın teması ‘Derelerimiz’di... Bu yüzden ‘Karadeniz Dereleri’ üzerine kurulmak isten Hidro-Elektrik Santralleri’nin (HES’lerin) doğaya vereceği zarar ve tahribatla ilgili olarak halkı bilinçlendirmek bu festivalin önceliklerinden biriydi...
Bu konuda, Uluslararası Platformlarca da tanınan ve özellikle Nükleer Enerjinin Çevrede yarattığı tahribat ve buna karşın ‘Alternatif Enetji Kaynakları’ konusunda uzman olan Tanay Sıdkı Uyar festival teması içinde ve festivalin özel konuk listesinde bulunuyordu. Tanay beyle beraber Abu (Çağlayan) Deresi boyunca Gürcüdüzü Vadisi’ne bir yürüyüş gerçekleştirilmesi ve bu yürüyüş süresince Tanay beyin, başta Hidro Elektrik Santral’lerinin Karadeniz Dereleri’nde yaratacağı tahribat olmak üzere Çevreye zararlarını, bunların maddi zararları yanı sıra sosyal maliyetlerini ve ‘Rüzgar Enerjisi’ gibi alternatif enerji kaynakları konusunda katılımcıları aydınlatması bekleniyordu. Bu bile benim için tek başına festival’in yöre halkı ve katılımcılar için faydalı olduğuna inanmamda yeterli bir sebepti.
Bu arada böyle bilinç uyandıracak bir girişimin bölgede birilerinin çıkarlarına dokunacağı ve birilerini rahatsız edeceği kesindi. Bu yüzden festival daha gerçekleşmeden fırtınalar kopmaya başlamıştı.
Ama yine de Festival’le ilgili asıl sorun ideolojikti; ya da en azından böyle bir izlenim yaratılmaya çalışılıyordu. Özellikle Festival’in bir ayağının Hemşin bölgesinde yapılmak istenmesine Hemşinlileri temsil ettiğini ileri süren bazı dernek temsilcileri karşı çıkıyorlardı. Aslında bu tepkiler biraz da, yıllardır Laz Müziği ve Kültürü üzerine çalışmalar yapan ve Kazım Koyuncu ile birlikte Laz’ların bu alandaki varlıklarının tüm Türkiye’de tanınmasında katkısı bulunan sanatçı Birol Topaloğlu’na karşı idi...
Onlara göre Birol Topaloğlu bölgede bölücülük yapıyor ve halkın kimlik bilincini geliştirerek halkı sisteme karşı isyana teşvik ediyordu...
İnsanların kültürel farkındalıkları ve kimlik bilincine ulaşmaları bölgede statü-koyu savunan güçleri ciddi şekilde rahatsız ediyordu... Aslında bu anlaşılır bir şeydi; yani insanların ‘resmi dilleri’ ve ‘ulus-devlet’ çerçevesinde kendilerine öğretilen değerler dışında başka dil ve kültür değerlerine sahip oldukları fark etmeleri tabii ki ‘satatü-ko’ için rahatsız edici ve tehlikeli bir durumdu... Ardından kültürel özerklik istemleri, ardından otonom bölge talebi ve en son ‘halkların kendi kaderini tayin hakkı’ndan yola çıkılarak ‘bağımsızlık’ istemi...
Evet ‘kimlik bilinci’, bir sürü yapay kimlik yaratılarak oluşturulmuş ‘statü-ko’ için tehlikeli bir şeydi...
Peki bu tür tehlikeler var diye, insanların kim olduklarına dair meraklarını giderme, bilinçlenme çabalarını durdurmaya çalışmak, yasaklamak doğru bir şey miydi...
Herkesin ‘ne olmak istediği konusunda’ özgür bırakılması; kültürel değerlerin ve kimliklerin özgürce varlıklarını sürdürebilecekleri demokratik ortamın yasal güvence altına alınması bu konudaki en doğru yaklaşım olurdu sanırım...
İnsanların kim olduğunu bilmelerinden ve söylemelerinden kim neden rahatsız olurdu ki; Farklı kimlik ve kültürel değerlerden korkmak yerine bunun bir zenginlik olduğunun düşünülmesi gerekmez miydi?
Risk, evet risk vardır; ama birileri o riski kullanmak istiyorsa, bunu kimlikler ve kültür üzerinden yaratamazsa başka yollardan deneyecektir; din, sınıf, renk, cinsiyet gibi; o da olmuyorsa suni riskler yaratacaktır; bu tehlikeler var diye kendimiz olmaktan vaz mı geçmeliyiz? İstediğimiz kişi olma özgürlüğümüzün elimizden alınmasına izin mi vermeliyiz?
Yukarıda savunulan düşünceler ne kadar doğru olsa da, birtakım çevrelerin oluşturduğu bu tür tepkiler sonucu Yeşil Yayla Festival ekibi ‘Festival etkinliklerinin bir kısmının Hemşin’de yapılması düşünülmesine rağmen tüm etkinlikleri sonradan Fındıklı ilçesine çekmeye karar verdi. Bu kararın gerekçesini ise kendi internet sitelerinde: “Ülkemizin geçtiği tarihsel süreçte, her kesimden yükselen aşırı milliyetçilik sayesinde yer bulan çeşitli spekülasyonlardan festivalimiz üzerinden derneğimiz de nasibini almış ve maalesef asılsız iddia, hakaret ve dedikodulara malzeme olmuştur. ‘Dereler’ teması ile festivali ‘HES’lere karşı geliştirilen sivil insiyatife destek olacağını düşünerek destekleyen pek çok Hemşinli vatandaşın yanında küçük bir azınlığın örgütlü propagandası dedikoduların yayılmasında etkili olmuştur. Sonuç itibariyle de altyapı olarak da son derece sorunlu olan Hemşin Çüpendüzü’nde yapmayı planladığımız Neşet Ertaş ve Grup Helesa konserlerini tüm bu etkenlerin birleşmesiyle Fındıklı ilçesinde yapmaya karar vermiş bulunmaktayız.” Şeklinde açıkladılar. Bu Hemşin halkı adına üzücü bir durumdu ve bence kendi yörelerinin tanıtımı ve çevre bilinci konusunda edinecekleri yararlı bilgiler açısından önemli bir kayıptı.
Bu arada Festival ekibinin tüm bu süreçler gerçekleşirken yaşadığı stres, yorgunluk, kırılmalar, allak bullak olmalar, tüm bu gel-gitler ‘Yeşil Yayla Festival’ine verilen emek ve anlamı benim gözümde büyüten sebepler oldu; Her şeye rağmen o bebek doğdu, emekledi ve yürüdü; bu çok anlamlıydı benim için...
Çünkü o bir bebekse gerçekten, onun büyüyüşünü, gerçekleşmesini bir anne gibi yakından izledim. Ve ben sadece izlemekle bu bağı kurabildim onunla; ona emek verip büyütenleri düşünemiyorum artık; o bebeğe bir zarar geldiğinde; onun bir kolu ya da parmağı kesildiğinde neler hissedeceklerini; ona çamur atıldığında, kirletilmek, tahrip edilmek istendiğinde ne kadar üzülebileceklerini hayal bile edemiyorum...
Çok şükür bebek sakatlanmadı; sağlıklı bir şekilde emekledi, ayağa kalktı ve emin adımlarla ilerliyor kendi yolunda...
Ve Festival gerçekleşirken bazı ayrıntılar...
Festival’in ilk günü benim gözlemlerime göre katılımın en çok olduğu gündü aynı zamanda... Açılış için ‘Eski Dolma Taş Evleri’ ve deresi ile ünlü olan orjinal Adıyla ‘ABU’ şimdiki adıyla ‘ÇAĞLAYAN’ köyü mekan olarak seçilmişti. Önce Çağlayan Alabalık Çiftliği’nde, Abu Deresinin kenarında, bir basın açıklaması yapılmış sonra köyün içlerine, Dolma Taş Evlerinin olduğu alana gidilmişti. Festivalin ilk gün etkinlikleri, içinde dört tane Dolma Taş Evin ve üç büyük ‘Serender’in bulunduğu büyük bir bahçede gerçekleşmişti.
Etkinliğin olduğu bahçede bir de, hamsili ekmek, Laz böreği, lahana dolması gibi yöresel yemeklerin ve yazma, sehpa örtüleri, Rize Bezi ve el örgüsü sepetler gibi kültürel değerlerin sergilendiği bir standa yer verilmişti. Katılımcıların avluya doluşup bu yiyecekleri yiyerek bahçede dolaşmaya başlamaları, yıllarca kendi halinde yaşamın akışında eskimeye yüz tutmuş bu evlere birden bire garip bir canlılık katmış, sanki avluya yeni bir can gelmişti.
Bu arada bahçenin bir köşesinde yer alan ‘Serender’in altında köylü kadınlar festival etkinliğinin bir parçası olarak armut pekmezi kaynatmaktaydı. Hava karardığında pekmezin hoş kokusu etrafa yayılmaya başlamıştı bile. Kaynayan kazanın altından etrafa kızıl alevler saçarak yayılan ateşle birlikte havanın karartısı hoş bir ambiyans yaratmıştı. Herkesin keyfi yerindeydi.
Karınlar doymuş, herkes kaynayan pekmezden payına düşeni alarak köşesine çekilmişti. Az sonra başlayacak müzik etkinliklerini bekliyordu insanlar. İlk olarak tulumu ve kemençesi ile Birol Topaloğlu çıkmıştı sahneye. Topaloğlu’na yerel sanatçılar Ali Yurtseven ve Şenol Topaloğlu eşlik etmişti. Daha sonra bölgenin yerel seslerinden seçilmiş dört kadının söylediği ‘Destan ve Karşılamalar’ yer almıştı. Hüzünlü ezgiler insanları duygulandırmış, Karadeniz kadınının ince zekası ve muzipliğiyle döşenmiş kelimeler bir kılıç gibi keskin kulakların pasını silerken bir yandan da dinleyenlere ‘kısseden hisseler’ sunmuştu.
Gecenin ilerleyen saatlerinde kemençesi ile İlknur Yakupoğlu çıkmıştı avludaki taş merdivenlerin doğal bir dekor oluşturduğu yeşim çimlerle kaplı sahneye. Daha çok hüzünlü türküler söylemişti Yakupoğlu ve çocukluk anılarından seçerek hayallere daldığımız bir yolculuğa doğru sürüklemişti hepimizi. Yakupoğlu’na buruk ve içli sesiyle Helesa Grubunun solisti Ayşenur Kolivar eşlik etmişti. Gece, Müzik, yayılan pekmez kokusu ve yeniden hayat bulmuş Dolma Taş Evlerinin avlusundaki kalabalık; yaşanmaya değer bir geceydi...
Derken sıra horona gelmişti; Karadeniz uşağı bir etkinlikte yer alır da horonsuz durur muydu hiç... Kan ter içinde kalana dek oynamıştı herkes...
Hem ruhumuz, hem bedenimiz hem gözlerimiz şenlenmişti festivalin ilk gününde...
Gecenin sonunda önemli bir konuğu daha vardı festival’in. Aydın Kudu ve Rüya Köksal’ın yönettiği, Karadeniz’de sahillerin dolduruluşunu ‘Paralel anlatım’ yöntemiyle, yani bir yanda yaşayan sahiller ve hayatımıza katıklarını, örneğin sahilde koşuşan, top oynayan çocuklarla canlandırılırken, diğer yandan sahillerin kayalar dinamitlenerek, dozerlerle yıkılarak ve kamyon dolusu taş doldurularak can çekişmesini, adeta ölümünü vererek etkili bir şekilde anlatan ödüllü belgesel ‘SON KUMSAL’ı Dolma taş Evlerinin birinin içinde, tarihi bir atmosferde izleme şansını bulduk.
Belgesel bittiğinde hüzünlü bir sessizlik çökmüştü odaya, sanki bir ölünün ardından tutulan bir yas gibiydi bu sessizlik...
İkinci gün...
Dolu dolu yaşanan ilk gün etkinliklerinden sonra, Tanay Sıdkı Uyar’ın, ‘Derelimizin’ ‘Hidro Elektrik Santralleri’ (HES)’ler yüzünden karşı karşıya bulunduğu tehlike ile ilgili katılımcıları aydınlatması amacıyla düzenlenen ‘Gürcüdüzü Vadisi’ etkinliği bulunuyordu.
Sabah erkenden kumanyalarımızı alarak araçlara doluştuk ve ‘Abu’ (Çağlayan) deresi boyunca yapılan uzunca bir yolculuğun sonunda Gürcüdüzü Vadisi’nde mola verdik. Orada kumanyalarımızı yerken Tanay bey herkesin anlayacağı bir dille ‘HES’ ler yüzünden Derelerimizin karşı karşıya olduğu tehlikeleri ve bunun alternatifinin neler olabileceğini anlattı uzun uzun. Sözleri çok etkili olmuş olacak ki, dinleyen yaşlı teyzelerden biri ‘Aman ne olur bir şeyler yapın, Derelerimize dokunmasınlar’ diye feryat etmeye başladı.
Karadeniz kadınının o güçlü sağ duyusu ve cesur yüreği yine herkesten önce tehlikeyi algılıyor ve hiç çekinmeden tepkisini ortaya koyuyordu orada “Söyleyin hükümete Derelerimize dokunmasınlar” tüm Karadeniz halkı adına bir isyandı bu sanki!!!
Olur biz söyleriz teyzeciğim de dinleyen olur mu ki...
Akşam Neşet Ertaş Konseri...
Aynı günün akşamı Neşet Ertaş Konseri vardı. Konserin talihsizliği gecenin çok yağışlı olması ve konserin açık havada yapılıyor olmasıydı.
Buna rağmen saçak altlarında, kurulan standların çadırlarına sığınarak ya da şemsiyeler açılarak, hatta önemli bir kesim ıslanmayı göze alarak konseri sonuna kadar izlemiş, kah türkülere, ezgilere katılarak kah horonlar ve oyun havalarıyla eşlik ederek her şeye rağmen keyifli bir gece geçirilmişti. Rize’de ilk kez konser veren Neşet Ertaş’ı bu şekilde bile olsa dinleyebilmek büyük bir keyifti.
Ve son gün...
Son gün, bölgede ‘Organik Tarım’ın yaygınlaştırılmasını amaçlayan, bu konuda bölge halkına örnek teşkil eden başarılı bir uygulamayı yerinde göstererek ve organik tarım konusunda katılımcıların sorularını bizzat uygulayıcılarının ağzından cevaplandıracakları yararlı bir gezi tertiplenmişti. Bu geziye ben, kendi köyümde SARP’ta başka bir programım olduğu için katılamadım ve oradan köyüme geçtim. Ama gerek gezi ile gerçekleştirilmek istenen amaç gerekse seçilen örneğin başarısını düşünerek bu konuda da festival ekibinin kutlanması gerektiğini düşünüyorum..
Son söz olarak şunu söylemek istiyorum, Hopa Belediyesi tarafından düzenlenen son yıllardaki festivaller dışında, Doğu Karadeniz’de, özellikle de Rize’den bu yana yapılan, popüler sanatçıların reklamının yapıldığı ve sadece eğlentiye odaklanılan etkinliklerle kıyaslandığında ‘Yeşil Yayla Festivali’ bölgede örnek teşkil edebilecek, yararlı, bölge halkını bilinçlendirecek, kaybettikleri kültürel ve doğal değerler konusunda uyarıcı olacak hem de bilgilendirici olmasının yanı sıra aynı zamanda eğlendirici olan ‘Alternatif bir Festival olma’ özelliğini taşımaktadır. Bu tür festivallerin bölgede yaygınlaşması şüphesiz tüm yörenin geleceği ve esenliği için faydalı olacaktır...
İyiki varsın Yeşil Yayla Festivali...
Çiğdem Şahin
Biz insanların alıştığı şeye bağlanmak, onunla duygusal bağ kurmak, aidiyet hissetmek gibi insani zaaflarımız var ... Tanıdık mekanlarda bulunmak; tanıdık kimselerin arasında olmak; tanıdık eşyalarla birlikte yaşamak rahatlatıcı, güven vericidir, bize kendimizi iyi hissettirir...
Bilinmezlik korkutucudur; onun belirsizlikleri; riskleri, uyum sağlayıp sağlayamayacağımızdan emin olamadığımız yeni koşulları vardır...
Yanlış anlaşılmak istemem; değişime karşı değilim; Ama değişimin olumlu ve ilerici olması koşuluyla... Gerçekleştiği yapının doğal dokusunu bozan, tahrip eden, yozlaştıran bir değişimde yokum ben;
Yürekten bağlandığım, hayatımda anlamı olan hiçbir şeyin kendimi ona yabancı hissedeceğim kadar değişmesini istemememden doğal ne olabilir ki...
Peki değişim nasıl olmalı derseniz; yani değişimin olumlu ve ilerici olanı nasıldır diye sorarsanız şöyle açıklayabilirim; iç dinamiklerle belirlenen, dışardan dayatma ya da zorlama olmaksızın, o yapıyı oluşturan tüm dokuların ve o yapıda yaşayanların onun sonuçlarına katlanmaya hazır olduğu ve eskisinden daha iyi bir konuma ulaşabilecekleri bir değişim derim buna ben...
Eğer değişim iç dinamiklerinden kaynaklanmıyorsa; içerden gelen ihtiyaçlar değil de dışardan gelen baskılar değişimi belirliyorsa, böyle bir değişimin o yapıda uyumsuzluk ve huzursuzluk yaratacağı kesindir;
Değişimi isteyenlerin içerden değil de dışardan olması da ayrıca düşündürücüdür...
O yapıyı değiştirmenin içerdekilere rağmen dışarıdakilere yarıyor olması ona olumsuz bir anlam yüklemektedir...
Doğu Karadeniz’de şu sıralar tam da böyle bir süreç işlemektedir... Yazımın başlığına ‘Doğu Karadeniz Üzerine Derin Notlar’ demem bu yüzden sebepsiz değildir... Çünkü son yıllarda bölgede çok derin faaliyetler sürdürülmektedir ve bölgenin doğal dokusundan tutun, insan yapısına ve değer sistemine kadar her şeyi değiştirilmek istenmektedir.
Doğu Karadeniz halkı denizine, derelerine, coğrafyasında yer alan yeşilin her tonuna aşık olan bir halktır... Onlardan birinin olmadığı bir yerde mecbur bırakmadıkça tutamazsınız onları... Bu yüzden göç ettikleri her yerde Doğu Karadeniz’in coğrafi özellikleri taşıyan yerleri seçmişlerdir; denizi, deresi ve yeşilliği olan yerleri...
Birileri Doğu Karadeniz halkının denizine, derelerine ve yeşiline olan bu tutkusunu biliyormuşçasına bugün garip bir süreç işlemektedir bölgemizde; sahiller alelade doldurulmakta, adeta Karadeniz insanının denizle olan bağı kopartılmak istenmektedir; dereler kurutulmakta, derelere olan sevgileri, tutkunlukları yok edilmek istenmektedir. Onlardan aldıkları ilhamla yazdıkları türküleri, destanları, manileri, horonları köksüz bırakılarak unutturulmak istenmektedir...
Karadeniz halkını Karadeniz’den çıkarmak mümkün olamıyorsa, Karadeniz’i Karadeniz olmaktan çıkarmak daha kolay bir yol gibi gelmektedir birilerine anlaşılan...
Böyle bir kasıt varsa, bunu yapanları alkışlamak gerekir ne diyelim; Dehaca bir buluş gerçekten...
1,2,3 Ağustos ‘Yeşil Yayla Festivali’
Doğu Karadeniz’e tatile gidenler için, her zaman hangi ayda gidileceği konusu sorun olur; çünkü bölgede sık sık yağmur yağması, denize girme seçeneğini riske düşürür; Bu yüzden memlekete giderken şu hesapları mutlaka yapmak zorundasınız: Eğer amaç bol bol meyve ve sebze yemek, yani hem ziyaret hem ticaretse, özellikle meyvenin ve sebzenin bol olduğu temmuz ayını seçersiniz; istediğiniz özellikle incir, fındık, kara üzüm gibi yöreye özgü meyveleri yiyebilmekse o zaman seçeneğiniz Ağustos ayıdır. Yok denize girmek sizin için önemli ise o zaman da Ağustos ayı çok yağmurlu olacağından, bu yüzdendir ki ‘çürük ay’ denir bu aya, Eylül ayını beklersiniz.
Bu yaz bu seçenekleri hiç hesaplamadan gittiğim bir yıl oldu memlekete... Çünkü bölgede gerçekleştirilen ve ‘alternatif bir festival seçeneği olarak’ her zaman katılmaktan zevk aldığım ‘Yeşil Yayla Festivali’ bu yıl 1,2,3 Ağustos tarihleri arasında yer alıyordu ve bu yıl ben de festivalin özel konukları arasındaydım. Böylece festival ekibi ile birlikte Ağustos başında, festivalin gerçekleşeceği Fındıklı ilçesindeydik. 3 gün boyunca Festival’in gerçekleştiği ilçede, festival ekibiyle birlikte ilçe merkezde yer alan Öğretmen Evi’nde kaldık; sonra ben tatilimin geri kalanını geçirmek üzere doğduğum köye, Sarp’a gittim...
Festival öncesine dair kısa ve çok önemli notlar...
Öncelikle ‘Yeşil Yayla Festivali’nin benim için özel bir anlamı olduğunu tekrarlamak istiyorum. Bu festival’in bölgede yapılan diğer festivallerle kıyaslandığında içerik açısından çok farklı olması ve bölge için ‘alternatif bir festival’ özelliğini taşıması bunun sebeplerinden biridir mutlaka ama, ‘Yeşil Yayla Festival’ine yüklediğim asıl anlamın kaynağı, bu festivali organize eden ekibi çok yakından tanımam ve festival sürecinin her aşamasını, bir bebeğin birey olma aşamasına kadar geçirdiği tüm süreçleri adım adım izler gibi onu yakından izleme şansına sahip olmam sanırım. Hani büyüyüşünü yakından izlediğiniz bir bebeğe farklı bir yakınlık duyarsınız ya, benimkisi de o hesap; elimde büyümese de yakınımda büyüdüğünü, serpildiğini gözlemlediğim bir çocuk gibi olması Yeşil Yayla Festivali’ni benim için anlamlı kılıyor...
Festival ekibiyle dostluğum sayesinde bir ‘Festival’ düzenlemenin süreçlerini, handikaplarını, zorluklarını ve en önemlisi stresini çok yakından gözlemleyebilme şansını buldum. Bu festivalin nasıl bir emek sonucu ve nasıl bir özveriyle ve de ne zor koşullarda hayata geçirilebildiğine bizzat tanık oldum, yaşadım...
İşin en sorunlu yanlarından biri, Festival’in bir temasının olması ve bu temanın işlenmesinin birilerinin işine gelmemesiydi...
Her yıl ‘Festival’ belli bir tema çerçevesinde yapılmaktaydı; bu yılın teması ‘Derelerimiz’di... Bu yüzden ‘Karadeniz Dereleri’ üzerine kurulmak isten Hidro-Elektrik Santralleri’nin (HES’lerin) doğaya vereceği zarar ve tahribatla ilgili olarak halkı bilinçlendirmek bu festivalin önceliklerinden biriydi...
Bu konuda, Uluslararası Platformlarca da tanınan ve özellikle Nükleer Enerjinin Çevrede yarattığı tahribat ve buna karşın ‘Alternatif Enetji Kaynakları’ konusunda uzman olan Tanay Sıdkı Uyar festival teması içinde ve festivalin özel konuk listesinde bulunuyordu. Tanay beyle beraber Abu (Çağlayan) Deresi boyunca Gürcüdüzü Vadisi’ne bir yürüyüş gerçekleştirilmesi ve bu yürüyüş süresince Tanay beyin, başta Hidro Elektrik Santral’lerinin Karadeniz Dereleri’nde yaratacağı tahribat olmak üzere Çevreye zararlarını, bunların maddi zararları yanı sıra sosyal maliyetlerini ve ‘Rüzgar Enerjisi’ gibi alternatif enerji kaynakları konusunda katılımcıları aydınlatması bekleniyordu. Bu bile benim için tek başına festival’in yöre halkı ve katılımcılar için faydalı olduğuna inanmamda yeterli bir sebepti.
Bu arada böyle bilinç uyandıracak bir girişimin bölgede birilerinin çıkarlarına dokunacağı ve birilerini rahatsız edeceği kesindi. Bu yüzden festival daha gerçekleşmeden fırtınalar kopmaya başlamıştı.
Ama yine de Festival’le ilgili asıl sorun ideolojikti; ya da en azından böyle bir izlenim yaratılmaya çalışılıyordu. Özellikle Festival’in bir ayağının Hemşin bölgesinde yapılmak istenmesine Hemşinlileri temsil ettiğini ileri süren bazı dernek temsilcileri karşı çıkıyorlardı. Aslında bu tepkiler biraz da, yıllardır Laz Müziği ve Kültürü üzerine çalışmalar yapan ve Kazım Koyuncu ile birlikte Laz’ların bu alandaki varlıklarının tüm Türkiye’de tanınmasında katkısı bulunan sanatçı Birol Topaloğlu’na karşı idi...
Onlara göre Birol Topaloğlu bölgede bölücülük yapıyor ve halkın kimlik bilincini geliştirerek halkı sisteme karşı isyana teşvik ediyordu...
İnsanların kültürel farkındalıkları ve kimlik bilincine ulaşmaları bölgede statü-koyu savunan güçleri ciddi şekilde rahatsız ediyordu... Aslında bu anlaşılır bir şeydi; yani insanların ‘resmi dilleri’ ve ‘ulus-devlet’ çerçevesinde kendilerine öğretilen değerler dışında başka dil ve kültür değerlerine sahip oldukları fark etmeleri tabii ki ‘satatü-ko’ için rahatsız edici ve tehlikeli bir durumdu... Ardından kültürel özerklik istemleri, ardından otonom bölge talebi ve en son ‘halkların kendi kaderini tayin hakkı’ndan yola çıkılarak ‘bağımsızlık’ istemi...
Evet ‘kimlik bilinci’, bir sürü yapay kimlik yaratılarak oluşturulmuş ‘statü-ko’ için tehlikeli bir şeydi...
Peki bu tür tehlikeler var diye, insanların kim olduklarına dair meraklarını giderme, bilinçlenme çabalarını durdurmaya çalışmak, yasaklamak doğru bir şey miydi...
Herkesin ‘ne olmak istediği konusunda’ özgür bırakılması; kültürel değerlerin ve kimliklerin özgürce varlıklarını sürdürebilecekleri demokratik ortamın yasal güvence altına alınması bu konudaki en doğru yaklaşım olurdu sanırım...
İnsanların kim olduğunu bilmelerinden ve söylemelerinden kim neden rahatsız olurdu ki; Farklı kimlik ve kültürel değerlerden korkmak yerine bunun bir zenginlik olduğunun düşünülmesi gerekmez miydi?
Risk, evet risk vardır; ama birileri o riski kullanmak istiyorsa, bunu kimlikler ve kültür üzerinden yaratamazsa başka yollardan deneyecektir; din, sınıf, renk, cinsiyet gibi; o da olmuyorsa suni riskler yaratacaktır; bu tehlikeler var diye kendimiz olmaktan vaz mı geçmeliyiz? İstediğimiz kişi olma özgürlüğümüzün elimizden alınmasına izin mi vermeliyiz?
Yukarıda savunulan düşünceler ne kadar doğru olsa da, birtakım çevrelerin oluşturduğu bu tür tepkiler sonucu Yeşil Yayla Festival ekibi ‘Festival etkinliklerinin bir kısmının Hemşin’de yapılması düşünülmesine rağmen tüm etkinlikleri sonradan Fındıklı ilçesine çekmeye karar verdi. Bu kararın gerekçesini ise kendi internet sitelerinde: “Ülkemizin geçtiği tarihsel süreçte, her kesimden yükselen aşırı milliyetçilik sayesinde yer bulan çeşitli spekülasyonlardan festivalimiz üzerinden derneğimiz de nasibini almış ve maalesef asılsız iddia, hakaret ve dedikodulara malzeme olmuştur. ‘Dereler’ teması ile festivali ‘HES’lere karşı geliştirilen sivil insiyatife destek olacağını düşünerek destekleyen pek çok Hemşinli vatandaşın yanında küçük bir azınlığın örgütlü propagandası dedikoduların yayılmasında etkili olmuştur. Sonuç itibariyle de altyapı olarak da son derece sorunlu olan Hemşin Çüpendüzü’nde yapmayı planladığımız Neşet Ertaş ve Grup Helesa konserlerini tüm bu etkenlerin birleşmesiyle Fındıklı ilçesinde yapmaya karar vermiş bulunmaktayız.” Şeklinde açıkladılar. Bu Hemşin halkı adına üzücü bir durumdu ve bence kendi yörelerinin tanıtımı ve çevre bilinci konusunda edinecekleri yararlı bilgiler açısından önemli bir kayıptı.
Bu arada Festival ekibinin tüm bu süreçler gerçekleşirken yaşadığı stres, yorgunluk, kırılmalar, allak bullak olmalar, tüm bu gel-gitler ‘Yeşil Yayla Festival’ine verilen emek ve anlamı benim gözümde büyüten sebepler oldu; Her şeye rağmen o bebek doğdu, emekledi ve yürüdü; bu çok anlamlıydı benim için...
Çünkü o bir bebekse gerçekten, onun büyüyüşünü, gerçekleşmesini bir anne gibi yakından izledim. Ve ben sadece izlemekle bu bağı kurabildim onunla; ona emek verip büyütenleri düşünemiyorum artık; o bebeğe bir zarar geldiğinde; onun bir kolu ya da parmağı kesildiğinde neler hissedeceklerini; ona çamur atıldığında, kirletilmek, tahrip edilmek istendiğinde ne kadar üzülebileceklerini hayal bile edemiyorum...
Çok şükür bebek sakatlanmadı; sağlıklı bir şekilde emekledi, ayağa kalktı ve emin adımlarla ilerliyor kendi yolunda...
Ve Festival gerçekleşirken bazı ayrıntılar...
Festival’in ilk günü benim gözlemlerime göre katılımın en çok olduğu gündü aynı zamanda... Açılış için ‘Eski Dolma Taş Evleri’ ve deresi ile ünlü olan orjinal Adıyla ‘ABU’ şimdiki adıyla ‘ÇAĞLAYAN’ köyü mekan olarak seçilmişti. Önce Çağlayan Alabalık Çiftliği’nde, Abu Deresinin kenarında, bir basın açıklaması yapılmış sonra köyün içlerine, Dolma Taş Evlerinin olduğu alana gidilmişti. Festivalin ilk gün etkinlikleri, içinde dört tane Dolma Taş Evin ve üç büyük ‘Serender’in bulunduğu büyük bir bahçede gerçekleşmişti.
Evler görülmeye değerdi gerçekten. Eskiden çekirdek aile kavramı olmadığı için Karadeniz evleri büyük aile yapısına uygun şekilde geniş, çok odalı ve görkemliydi. Bunun yanı sıra basit taşlardan yapılmasına rağmen inanılmaz estetiği olan evlerdi bunlar. Evlerin içinde yer aldığı coğrafyanın da güzelliği evlerin güzelliği ile birleşince, ‘Yeşil Yayla Festivali’nin ilk günü için etkinlik alanı olarak bu evlerin tercih edilmesi bana göre de çok doğru bir seçimdi. Ayrıca Festival’in bu yılki teması ‘Dereler’ olsa bile, genel temasının doğal ve kültürel değerlerimizin sahiplenmesi ve korunması olmasından dolayı, genel temaya uygunluğu açısından da doğru bir seçimdi bu. Festival ekibini bu seçimlerinden dolayı kutluyorum.
Etkinliğin olduğu bahçede bir de, hamsili ekmek, Laz böreği, lahana dolması gibi yöresel yemeklerin ve yazma, sehpa örtüleri, Rize Bezi ve el örgüsü sepetler gibi kültürel değerlerin sergilendiği bir standa yer verilmişti. Katılımcıların avluya doluşup bu yiyecekleri yiyerek bahçede dolaşmaya başlamaları, yıllarca kendi halinde yaşamın akışında eskimeye yüz tutmuş bu evlere birden bire garip bir canlılık katmış, sanki avluya yeni bir can gelmişti.
Bu arada bahçenin bir köşesinde yer alan ‘Serender’in altında köylü kadınlar festival etkinliğinin bir parçası olarak armut pekmezi kaynatmaktaydı. Hava karardığında pekmezin hoş kokusu etrafa yayılmaya başlamıştı bile. Kaynayan kazanın altından etrafa kızıl alevler saçarak yayılan ateşle birlikte havanın karartısı hoş bir ambiyans yaratmıştı. Herkesin keyfi yerindeydi.
Karınlar doymuş, herkes kaynayan pekmezden payına düşeni alarak köşesine çekilmişti. Az sonra başlayacak müzik etkinliklerini bekliyordu insanlar. İlk olarak tulumu ve kemençesi ile Birol Topaloğlu çıkmıştı sahneye. Topaloğlu’na yerel sanatçılar Ali Yurtseven ve Şenol Topaloğlu eşlik etmişti. Daha sonra bölgenin yerel seslerinden seçilmiş dört kadının söylediği ‘Destan ve Karşılamalar’ yer almıştı. Hüzünlü ezgiler insanları duygulandırmış, Karadeniz kadınının ince zekası ve muzipliğiyle döşenmiş kelimeler bir kılıç gibi keskin kulakların pasını silerken bir yandan da dinleyenlere ‘kısseden hisseler’ sunmuştu.
Gecenin ilerleyen saatlerinde kemençesi ile İlknur Yakupoğlu çıkmıştı avludaki taş merdivenlerin doğal bir dekor oluşturduğu yeşim çimlerle kaplı sahneye. Daha çok hüzünlü türküler söylemişti Yakupoğlu ve çocukluk anılarından seçerek hayallere daldığımız bir yolculuğa doğru sürüklemişti hepimizi. Yakupoğlu’na buruk ve içli sesiyle Helesa Grubunun solisti Ayşenur Kolivar eşlik etmişti. Gece, Müzik, yayılan pekmez kokusu ve yeniden hayat bulmuş Dolma Taş Evlerinin avlusundaki kalabalık; yaşanmaya değer bir geceydi...
Derken sıra horona gelmişti; Karadeniz uşağı bir etkinlikte yer alır da horonsuz durur muydu hiç... Kan ter içinde kalana dek oynamıştı herkes...
Hem ruhumuz, hem bedenimiz hem gözlerimiz şenlenmişti festivalin ilk gününde...
Gecenin sonunda önemli bir konuğu daha vardı festival’in. Aydın Kudu ve Rüya Köksal’ın yönettiği, Karadeniz’de sahillerin dolduruluşunu ‘Paralel anlatım’ yöntemiyle, yani bir yanda yaşayan sahiller ve hayatımıza katıklarını, örneğin sahilde koşuşan, top oynayan çocuklarla canlandırılırken, diğer yandan sahillerin kayalar dinamitlenerek, dozerlerle yıkılarak ve kamyon dolusu taş doldurularak can çekişmesini, adeta ölümünü vererek etkili bir şekilde anlatan ödüllü belgesel ‘SON KUMSAL’ı Dolma taş Evlerinin birinin içinde, tarihi bir atmosferde izleme şansını bulduk.
Belgesel bittiğinde hüzünlü bir sessizlik çökmüştü odaya, sanki bir ölünün ardından tutulan bir yas gibiydi bu sessizlik...
İkinci gün...
Dolu dolu yaşanan ilk gün etkinliklerinden sonra, Tanay Sıdkı Uyar’ın, ‘Derelimizin’ ‘Hidro Elektrik Santralleri’ (HES)’ler yüzünden karşı karşıya bulunduğu tehlike ile ilgili katılımcıları aydınlatması amacıyla düzenlenen ‘Gürcüdüzü Vadisi’ etkinliği bulunuyordu.
Sabah erkenden kumanyalarımızı alarak araçlara doluştuk ve ‘Abu’ (Çağlayan) deresi boyunca yapılan uzunca bir yolculuğun sonunda Gürcüdüzü Vadisi’nde mola verdik. Orada kumanyalarımızı yerken Tanay bey herkesin anlayacağı bir dille ‘HES’ ler yüzünden Derelerimizin karşı karşıya olduğu tehlikeleri ve bunun alternatifinin neler olabileceğini anlattı uzun uzun. Sözleri çok etkili olmuş olacak ki, dinleyen yaşlı teyzelerden biri ‘Aman ne olur bir şeyler yapın, Derelerimize dokunmasınlar’ diye feryat etmeye başladı.
Karadeniz kadınının o güçlü sağ duyusu ve cesur yüreği yine herkesten önce tehlikeyi algılıyor ve hiç çekinmeden tepkisini ortaya koyuyordu orada “Söyleyin hükümete Derelerimize dokunmasınlar” tüm Karadeniz halkı adına bir isyandı bu sanki!!!
Olur biz söyleriz teyzeciğim de dinleyen olur mu ki...
Akşam Neşet Ertaş Konseri...
Aynı günün akşamı Neşet Ertaş Konseri vardı. Konserin talihsizliği gecenin çok yağışlı olması ve konserin açık havada yapılıyor olmasıydı.
Buna rağmen saçak altlarında, kurulan standların çadırlarına sığınarak ya da şemsiyeler açılarak, hatta önemli bir kesim ıslanmayı göze alarak konseri sonuna kadar izlemiş, kah türkülere, ezgilere katılarak kah horonlar ve oyun havalarıyla eşlik ederek her şeye rağmen keyifli bir gece geçirilmişti. Rize’de ilk kez konser veren Neşet Ertaş’ı bu şekilde bile olsa dinleyebilmek büyük bir keyifti.
Ve son gün...
Son gün, bölgede ‘Organik Tarım’ın yaygınlaştırılmasını amaçlayan, bu konuda bölge halkına örnek teşkil eden başarılı bir uygulamayı yerinde göstererek ve organik tarım konusunda katılımcıların sorularını bizzat uygulayıcılarının ağzından cevaplandıracakları yararlı bir gezi tertiplenmişti. Bu geziye ben, kendi köyümde SARP’ta başka bir programım olduğu için katılamadım ve oradan köyüme geçtim. Ama gerek gezi ile gerçekleştirilmek istenen amaç gerekse seçilen örneğin başarısını düşünerek bu konuda da festival ekibinin kutlanması gerektiğini düşünüyorum..
Son söz olarak şunu söylemek istiyorum, Hopa Belediyesi tarafından düzenlenen son yıllardaki festivaller dışında, Doğu Karadeniz’de, özellikle de Rize’den bu yana yapılan, popüler sanatçıların reklamının yapıldığı ve sadece eğlentiye odaklanılan etkinliklerle kıyaslandığında ‘Yeşil Yayla Festivali’ bölgede örnek teşkil edebilecek, yararlı, bölge halkını bilinçlendirecek, kaybettikleri kültürel ve doğal değerler konusunda uyarıcı olacak hem de bilgilendirici olmasının yanı sıra aynı zamanda eğlendirici olan ‘Alternatif bir Festival olma’ özelliğini taşımaktadır. Bu tür festivallerin bölgede yaygınlaşması şüphesiz tüm yörenin geleceği ve esenliği için faydalı olacaktır...
İyiki varsın Yeşil Yayla Festivali...
Çiğdem Şahin
Maalesef Lazca Henüz Komple Ölmedi, Ama Azimle Öldürmeye Çalışıyoruz
Vatan Gazetesinden Tuğçe Baran, 25.06.2007 tarihli “Kürt de bizim, Çerkez de bizim, Laz da bizim.. Evet ama? layt? olarak mı?” başlıklı yazısında mesleğe uygun (b) hoş ve etik bir gazetecilik örneği sergiliyor ve bize paha biçilmez bilgiler sunuyor. Bu bilgiler özellikle Lazlar için çok daha önemli. Zira Lazlar komple asimile olmuş, hak istekleri de yokmuş. Bunu bilmemiz gerekir.
Gazeteciliğin az bilip çok yazma sanatı olduğu söylenir. Hakikaten de öyle. Hele ki bir konuda uzman iseniz, yıllarınızı vermiş, araştırmış iseniz ve biri çıkıp sizin yıllarca kafa çatlattığınız konu hakkında şıp şak bir yazı döşeyince bunu anlar, okuduğunuzda da dehşete düşersiniz.
Türkiye’de köşe yazarlığı diye bir şey var. Her gün yazmak zorundasınız. Benim hep merak ettiğim şey, bir kişinin her konuda her gün, hem de kısacık bir sayfada çok ciddi konular üzerine, bilim insanlarının yıllarını verdikleri konularda bile bu kadar cesur ve kendinden emin yazıları nasıl yazabildiğidir. Bunun için Matrix filmindeki gibi, bir cip içinde bilgilerin hemen beyninize yükleniyor olması gerekir. Bildiğim kadarı ile teknoloji daha o seviyede değil.
Sayın Baran’ın tespitlerinden olan hak talebi üzerine de da bir iki küçük noktayı düzeltmek gerekiyor. Maalesef haddini bilmez, bir kaç Laz aydını (Lazlarda aydın enflasyonu yaşandığı için bunların büyük kesimi dünyayı ve diğer dilleri kurtarmak için seferber ettik) TRT ye Lazca yayın için başvuruda bulunduğunu, hatta çok sayıda Lazin da kişisel başvuru yaptığını itiraf etmek gerekir ki bu olay basında da yer aldı. Bir fiil basının içinde olan Sayın Baran demek ki bu haberi duymamış, ki bu haberlere internetten de kolaylıkla ulaşılabiliyor.
Benim anlamadığın nokta, basının bir fiil içinde olan birisinin bütün bu cabalar ve başvurulara rağmen, internette bile sayısız Lazca yazılar, şiirler şarkılar, yayınlanmasına, hatta tamamen Lazca olan bir sitenin olmasına rağmen, Sayın Baran’ın Lazların komple asimile olduğunu ilan edebilmesi, Lazca için de herhangi bir hak talebinin olmadığını iddia edebilmesi.
Sayın Baran gibilerin kulağına ulaşmak için, dikkatini çekebilmek için ne yapmak gerekiyordu veya gerekiyor? Lazca’nin daha ölmediğini anlatabilmek için, Lazlara yapılan haksızlığı, diğer dillere verilen hakların Lazcadan/Lazlardan esirgenmesine kızıp terör örgütü mü kurmamız gerekiyordu? Gürültü patırtı koparmak, bütün kulaklara ulaşacak detonasyon mu yaratmak gerekirdi, yoksa ETA’laşmak mi gerekiyor Sayın Baran? Hadi sıradan halkı geçtik, sizin gibi Vatan gazetesi gibi bir gazetede yazan birine sesimizi duyurabilmek için bize ne önerirsiniz?
Demek ki sessiz kaldığınız zaman kimse sizden haberdar değil, sorunlarınızı bilmiyor, bilse de duymak istemiyor. Tabii bu görmezden gelmeler, susmalar, bilgisizlikler sadece Sayın Baran ile sınırlı değil, ayni durumu, hatta daha da vahimini diğer “aydın”larda da görüyoruz. TV de Kürtçe ve diğer dillerde yayın konusu tartışılırken Kürtçe kelimesinden sonra Lazca zikredilirdi. Ama yayınlar başladıktan sonra, Lazca’ya yer verilmemesinden sonra sevgili aydınlarımız Lazca kelimesini zikretmez oldular. Kimse de çıkıp neden Lazca yayın yok deme aydınlığını göstermedi.
Sayin Baran’ın yazısından anlaşılan; eğer gürültü koparmıyorsanız algılanmıyorsunuz ve komple asimile oldunuz demektir. Sizi kimse ciddiye almaz. Hele şu son zamanlarda zaten bir avuç olan Laz aydınlarının kendi içinde zırva nedenlerle birbirleri ile tepişirken, birinci sınıf Türk aydınlarının Lazların komple asimile olduğunu, hak arama gibi bir dertlerinin olmadığını çok rahat iddia edebilmelerine çok fazla şaşmamak gerekir. Onlar gazetecilik görevlerini yerine getiriyorlar, az bilgi ile çok ve ciddi tespitler yapıyorlar.
Suç onların değil bizzat Lazların,
Lazlar birbirlerine kazdıkları kuyularla Lazca’yı ve Laz kimliğini yerin dibine gömmekle uğraşıyorlar. Büyük kısmi da diğer dünya halklarını ve dillerini kurtarmakla meşgul, vatani görevdeler yani. Artık bu şekilde, kendi diline kimliğini kendi elleri ile yok eden nadir halk olarak tarihe geçeriz herhalde. Muhtemelen çeşitli sosyolojik, sosyo-psikolojik çalışmalara da konu olur nostaljileşiriz artik.
Mustafa Kibaroğlu
Gazeteciliğin az bilip çok yazma sanatı olduğu söylenir. Hakikaten de öyle. Hele ki bir konuda uzman iseniz, yıllarınızı vermiş, araştırmış iseniz ve biri çıkıp sizin yıllarca kafa çatlattığınız konu hakkında şıp şak bir yazı döşeyince bunu anlar, okuduğunuzda da dehşete düşersiniz.
Türkiye’de köşe yazarlığı diye bir şey var. Her gün yazmak zorundasınız. Benim hep merak ettiğim şey, bir kişinin her konuda her gün, hem de kısacık bir sayfada çok ciddi konular üzerine, bilim insanlarının yıllarını verdikleri konularda bile bu kadar cesur ve kendinden emin yazıları nasıl yazabildiğidir. Bunun için Matrix filmindeki gibi, bir cip içinde bilgilerin hemen beyninize yükleniyor olması gerekir. Bildiğim kadarı ile teknoloji daha o seviyede değil.
Sevgili Baran ortada ne Lazca, ne Çerkezce diye bir dilin kalmadığını, ne de o milletin gelenek göreneklerini yaşayanın bulunduğunu, ne de bir hak iddia edenin olduğunu iddia ediyor. Lazların komple asimile olduğunu iddia eden sevgili Baran böylece Laz olarak bizim bilmediğimiz bir gerçeği bize söyleyerek misyonerane gazetecilik görevini yerine getirmiş oldu.
Sayın Baran’ın misyonerane gazeteciliğine bir zeval gelsin istemem tabii, ama maalesef Lazca daha ölmedi. Can çıkmadan umut ta çıkmadığı için bekliyoruz… Sayın Baran’ın tespitlerinden olan hak talebi üzerine de da bir iki küçük noktayı düzeltmek gerekiyor. Maalesef haddini bilmez, bir kaç Laz aydını (Lazlarda aydın enflasyonu yaşandığı için bunların büyük kesimi dünyayı ve diğer dilleri kurtarmak için seferber ettik) TRT ye Lazca yayın için başvuruda bulunduğunu, hatta çok sayıda Lazin da kişisel başvuru yaptığını itiraf etmek gerekir ki bu olay basında da yer aldı. Bir fiil basının içinde olan Sayın Baran demek ki bu haberi duymamış, ki bu haberlere internetten de kolaylıkla ulaşılabiliyor.
Benim anlamadığın nokta, basının bir fiil içinde olan birisinin bütün bu cabalar ve başvurulara rağmen, internette bile sayısız Lazca yazılar, şiirler şarkılar, yayınlanmasına, hatta tamamen Lazca olan bir sitenin olmasına rağmen, Sayın Baran’ın Lazların komple asimile olduğunu ilan edebilmesi, Lazca için de herhangi bir hak talebinin olmadığını iddia edebilmesi.
Sayın Baran gibilerin kulağına ulaşmak için, dikkatini çekebilmek için ne yapmak gerekiyordu veya gerekiyor? Lazca’nin daha ölmediğini anlatabilmek için, Lazlara yapılan haksızlığı, diğer dillere verilen hakların Lazcadan/Lazlardan esirgenmesine kızıp terör örgütü mü kurmamız gerekiyordu? Gürültü patırtı koparmak, bütün kulaklara ulaşacak detonasyon mu yaratmak gerekirdi, yoksa ETA’laşmak mi gerekiyor Sayın Baran? Hadi sıradan halkı geçtik, sizin gibi Vatan gazetesi gibi bir gazetede yazan birine sesimizi duyurabilmek için bize ne önerirsiniz?
Demek ki sessiz kaldığınız zaman kimse sizden haberdar değil, sorunlarınızı bilmiyor, bilse de duymak istemiyor. Tabii bu görmezden gelmeler, susmalar, bilgisizlikler sadece Sayın Baran ile sınırlı değil, ayni durumu, hatta daha da vahimini diğer “aydın”larda da görüyoruz. TV de Kürtçe ve diğer dillerde yayın konusu tartışılırken Kürtçe kelimesinden sonra Lazca zikredilirdi. Ama yayınlar başladıktan sonra, Lazca’ya yer verilmemesinden sonra sevgili aydınlarımız Lazca kelimesini zikretmez oldular. Kimse de çıkıp neden Lazca yayın yok deme aydınlığını göstermedi.
Sayin Baran’ın yazısından anlaşılan; eğer gürültü koparmıyorsanız algılanmıyorsunuz ve komple asimile oldunuz demektir. Sizi kimse ciddiye almaz. Hele şu son zamanlarda zaten bir avuç olan Laz aydınlarının kendi içinde zırva nedenlerle birbirleri ile tepişirken, birinci sınıf Türk aydınlarının Lazların komple asimile olduğunu, hak arama gibi bir dertlerinin olmadığını çok rahat iddia edebilmelerine çok fazla şaşmamak gerekir. Onlar gazetecilik görevlerini yerine getiriyorlar, az bilgi ile çok ve ciddi tespitler yapıyorlar.
Suç onların değil bizzat Lazların,
Lazlar birbirlerine kazdıkları kuyularla Lazca’yı ve Laz kimliğini yerin dibine gömmekle uğraşıyorlar. Büyük kısmi da diğer dünya halklarını ve dillerini kurtarmakla meşgul, vatani görevdeler yani. Artık bu şekilde, kendi diline kimliğini kendi elleri ile yok eden nadir halk olarak tarihe geçeriz herhalde. Muhtemelen çeşitli sosyolojik, sosyo-psikolojik çalışmalara da konu olur nostaljileşiriz artik.
Mustafa Kibaroğlu
Sayın Başbakan'a zor sorular
Orta okul sıralarında hatırlarım ilk Kürt arkadaşlarımı, İstanbulda topluma açıldığımız yeni yetişme yıllarında. Balkan göçmeni sınıf arkadşlarının yanı sıra, bir gecekondu mahallesiden gelirdi aralarında Kürtçe veya Zazaca konuşan okul arkadaşlarım. Böylece kendimi yanlız hissetmezdım, yazılamayan bir "ev diline" sahip biri olarak.
Lise yıllarımda yer aldığım Sosyalist gençlik Hareketi içinde gündemimizi hep ‘Ulusal Sorun’ başlığı ile Kürt Gerçekliği belirlemiştir. Her ne kadar teoride yürüsede tartışmalar, gerçek yaşamda Kürtler Konusu, çok sonra yaşamımıza girer. Ne zaman Kürtler kendi kimlik mücsadelesini toplumsal mücadelenin önüne çıkarır, genelde Türkiye Solu, hep sözünü ettiği ‘Ulusal Sorunu’ algılamaya başlar.
Sanırım yaşadığımız toplusal süreç bizi pek geciktirmeden diğer Önasya Halkları gibi ‘Kimlik-Kültür’ odaklı düşünmeye ve bir arayışa götürdü. Kendi Halk gerçekliğimizde tesbit ettiğimiz kültürel erozyon ve yozlaşma bizleri birer Kültür aktivisti olmaya yöneltti. Çıkış noktamız anadilde yazma eylemiydi. Lazuri Alboni yi bir mütevazi bröşürde bastırıp Lazca bilenler arasında dağittiğimizda bunun bir kültürel direnişe vesile olacağını zamanında asla ön göremezdik.
Bir kaç amatör araştırmacı olarak, anadilimize halk kültürümüze dair bilgileri arkadaş çevremizde paylaşırken bize ilk tepkiyi gösteren maalesef Kürt çevreleri olmuştur ‘Bir siz eksiktiniz ‘ dercesine ..Bu bizleri şaşırtan tepkiler içimdeki ‘tuhaf ezikliği’ derinleştirir.
Laz aktivistleri kaplumbağa hızındaki yürüyüşleri ile bir çeyrek yüzyıl geride bırakırken sistemin ‘ bir açılıma ‘ ihtiyaç duyması, bir kez daha bizim halkımızı ve Anadolunun kültürel birikimini yok sayması ö içimdeki ‘müzmin eziklik’ üzerine bir iki cümle yazmamı zorunlu kıldı.
1980 li yıllarda bu tuhaf duygu bir yanda ‘siz lazlardan adam çıkmaz’ diyen Kürt arkadaşlar ile Laz aileleri ile kültürel erozyonu konuşacak iken ‘yoksa sizde mi ‘ayrı toprak’ isteyeceksiniz? diye soran Lazlar arasında kalmanın ne zor olduğunu şimdi anlatmakda daralıyorum.
Bir Halkın kültürel varolup yokoluşunun bir yaşamsal olayın söz konusu olduğunu anlatmak o kadar zordu ki! İnsanlara şeker ile tuzun ilk bakışta ayırmanın mümkün olmadığı ama her ikisinin de gerekli olabileceği gerçeğini bir ıhtimal olarak soyut konuşmak.
Süreç içinde bir bölgesel savaşa dönüşsede, Anadolu ve Mezopotamya halkları hala ortak paydalarda birlikte yaşamdan yana olması, içimde yarına dair umudu diri tutmama yardımcı oldu. İçimdeki ‘inanılmaz eziklik’ en çok kardeşlerimin ve kuzenlerimin asker olarak bir kardeş halka gönderilmesinde kandı.
Bir yanda bir Halkın demokratık haklara susamış sabırsız hırçınlığı, diğer yanda sivil bir red etme imkanından yoksun Halk çocuklarının asker olarak bir ‘şiddet çılgınlığına’ katılmaları. Vicdani red den mahsun bir ülkenin gönülsüz kahramanları. Bunların arasında kardeşlerimin olması içimde dinmeyen yaraları deşer yıllarca.
Pek bilinçli bir tercih olmasada Laz Kültürü aktıvistleri, pasif bir direniş yolu seçer kimlik arayışına sürüklenen bir coğrafyada. Bölgesel savaşta bir farklı direniş şekli arar gibi kalemle kitapla koyuluruz engebeli bir serüvene... Komada olan bir halkın son nefesleri, son heceleri oluruz karanlık bir diyarda...
Kazananı kaybedeni olmayan bu anlamsız şiddet çığlığını sorgularız ..
Şimdi sayın Başbakan ‘Bir açılım ‘ diyerek gecikmiş bir selam verir komşu halka.
Ya biz, sayın başbakanım,
Biz Lazlar ‘bu açılımın ‘ neresinde kaldık?
Halkımın üzerinden ‘ölü toprağının ‘ kaldırılması hangi koşullara bağlı?
Ya Anadolunun diğer Halkları ?
Selma Koçiva
2 Eylül 2009, Dortmund
Lise yıllarımda yer aldığım Sosyalist gençlik Hareketi içinde gündemimizi hep ‘Ulusal Sorun’ başlığı ile Kürt Gerçekliği belirlemiştir. Her ne kadar teoride yürüsede tartışmalar, gerçek yaşamda Kürtler Konusu, çok sonra yaşamımıza girer. Ne zaman Kürtler kendi kimlik mücsadelesini toplumsal mücadelenin önüne çıkarır, genelde Türkiye Solu, hep sözünü ettiği ‘Ulusal Sorunu’ algılamaya başlar.
Sömürüsüz savaşsız bir gelecek toplumu umudunu hala taşıyan biri olarak, o dönemlerden hatırladığım bir garip ‘eziklik’ olarak nitelediğim duygu başlar. Kürtlerde bir Kültür–Kimlik mücadelesi sürerken, bizim Lazlar, Gürcüler, Çerkezler neredeydiler? Bunu hep sorguladım...
Sanırım yaşadığımız toplusal süreç bizi pek geciktirmeden diğer Önasya Halkları gibi ‘Kimlik-Kültür’ odaklı düşünmeye ve bir arayışa götürdü. Kendi Halk gerçekliğimizde tesbit ettiğimiz kültürel erozyon ve yozlaşma bizleri birer Kültür aktivisti olmaya yöneltti. Çıkış noktamız anadilde yazma eylemiydi. Lazuri Alboni yi bir mütevazi bröşürde bastırıp Lazca bilenler arasında dağittiğimizda bunun bir kültürel direnişe vesile olacağını zamanında asla ön göremezdik.
Bir kaç amatör araştırmacı olarak, anadilimize halk kültürümüze dair bilgileri arkadaş çevremizde paylaşırken bize ilk tepkiyi gösteren maalesef Kürt çevreleri olmuştur ‘Bir siz eksiktiniz ‘ dercesine ..Bu bizleri şaşırtan tepkiler içimdeki ‘tuhaf ezikliği’ derinleştirir.
Laz aktivistleri kaplumbağa hızındaki yürüyüşleri ile bir çeyrek yüzyıl geride bırakırken sistemin ‘ bir açılıma ‘ ihtiyaç duyması, bir kez daha bizim halkımızı ve Anadolunun kültürel birikimini yok sayması ö içimdeki ‘müzmin eziklik’ üzerine bir iki cümle yazmamı zorunlu kıldı.
1980 li yıllarda bu tuhaf duygu bir yanda ‘siz lazlardan adam çıkmaz’ diyen Kürt arkadaşlar ile Laz aileleri ile kültürel erozyonu konuşacak iken ‘yoksa sizde mi ‘ayrı toprak’ isteyeceksiniz? diye soran Lazlar arasında kalmanın ne zor olduğunu şimdi anlatmakda daralıyorum.
Bir Halkın kültürel varolup yokoluşunun bir yaşamsal olayın söz konusu olduğunu anlatmak o kadar zordu ki! İnsanlara şeker ile tuzun ilk bakışta ayırmanın mümkün olmadığı ama her ikisinin de gerekli olabileceği gerçeğini bir ıhtimal olarak soyut konuşmak.
Süreç içinde bir bölgesel savaşa dönüşsede, Anadolu ve Mezopotamya halkları hala ortak paydalarda birlikte yaşamdan yana olması, içimde yarına dair umudu diri tutmama yardımcı oldu. İçimdeki ‘inanılmaz eziklik’ en çok kardeşlerimin ve kuzenlerimin asker olarak bir kardeş halka gönderilmesinde kandı.
Bir yanda bir Halkın demokratık haklara susamış sabırsız hırçınlığı, diğer yanda sivil bir red etme imkanından yoksun Halk çocuklarının asker olarak bir ‘şiddet çılgınlığına’ katılmaları. Vicdani red den mahsun bir ülkenin gönülsüz kahramanları. Bunların arasında kardeşlerimin olması içimde dinmeyen yaraları deşer yıllarca.
Pek bilinçli bir tercih olmasada Laz Kültürü aktıvistleri, pasif bir direniş yolu seçer kimlik arayışına sürüklenen bir coğrafyada. Bölgesel savaşta bir farklı direniş şekli arar gibi kalemle kitapla koyuluruz engebeli bir serüvene... Komada olan bir halkın son nefesleri, son heceleri oluruz karanlık bir diyarda...
Kazananı kaybedeni olmayan bu anlamsız şiddet çığlığını sorgularız ..
Şimdi sayın Başbakan ‘Bir açılım ‘ diyerek gecikmiş bir selam verir komşu halka.
Ya biz, sayın başbakanım,
Biz Lazlar ‘bu açılımın ‘ neresinde kaldık?
Halkımın üzerinden ‘ölü toprağının ‘ kaldırılması hangi koşullara bağlı?
Ya Anadolunun diğer Halkları ?
Selma Koçiva
2 Eylül 2009, Dortmund
Kalıcı Barış İsteyenlere
İnsanlığın izlenebilir tarihinde savaşsız dönemler çok az yer tutuyor; bu yüzden barış, insanlığın büyük özlemidir.
Ne var ki, insanlık hiç bir zaman barış içinde yaşayamadı; insanlığın tarihsel serüveni, adına ‘barış’ denilen ‘molalardan’ sonra yeniden ve yeniden başlatılan savaşlar, yıkımlar ve acılarla sürüyor.
Bazı savaşlar kuşaklar boyunca sürer, ama her savaş, mutlaka mola niteliğindeki bir barışla sonlanır. Bu, uygun bir zamanda yeniden başlayacak savaşın ihtiyaç duyduğu bir barıştır. Fakat, insanlığın ihtiyacı ve hakkı olan barış, bu değildir; kalıcı barıştır.
Ve aleni gerçek şudur; savaşları kaçınılmaz kılan koşullar değiştirilmezse, kalıcı bir barış sağlanamaz.
Kalıcı barış ancak, insanlar arası ilişkilerde açığa çıkan çelişkilerin savaşsız giderilebilmesine olanak tanıyan bir toplumsal düzende gerçekleştirilebilir.
Ezeni – ezileni, sömüreni - sömürüleni, soyanı – soyulanı, aşağılayanı – aşağılananı olan toplumlarda barış, büyük bir yalandır. Bu koşullarda gerçek bir barıştan söz edilemez; böyle bir şeyin adı, olsa olsa, zoraki barış olur. Zoraki barış ise, savaşın döneme uygun araçlarla ‘sessizce’ sürdürülmesi demektir.
Barış mücadelesi, insanlığın en büyük ve en zorlu mücadelesidir; çünkü, bu mücadele, savaşları kaçınılmaz kılan verili düzenlerin tasfiye edilmesi, tarihsel düşmanlıkların ortadan kaldırılması ve binlerce yıllık geleneklerin değiştirilmesi gibi devasa sorunların hallini gerektiren bir mücadeledir.
Ve işin en ‘sevimsiz’ yanı, kalıcı barış için sürdürülen mücadelede barışçıl olmayan araçları da kullanmak zorunda kalmanızdır!..
İnsanlığın barış içinde bir arada yaşayabileceği bir dünya isteyenler, öncelikle savaşlı dünya gerçeğini sorgulamalı ve savaşların müsebbibini bulmalıdırlar.
Hiç kuşku yok; savaşlı dünyanın müsebbibi, barış isteyen çoğunluğa rağmen, varlığını şiddet üretmeksizin sürdüremeyen egemen azınlıktır.
Günümüzün egemen azınlığı, kapitalist haydutlardır ve sınırsız kar hırsıyla gözünü karartmış bu azınlık yüzünden insanlığın kan kaybı sürmektedir.
Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün son verilerine göre, dünya silah üretiminin yüzde 50’si Amerika’da gerçekleşiyor. Amerika’yı, İngiltere ve Rusya takip ediyor. Dünya ölçeğinde üretilen silahların yüzde 40’lık bir bölümü, yıllardır sürekli savaş hali yaşayan Ortadoğu’ya gitmektedir. Pentagon Savunma Güvenliği İşbirliği Kurumu’nun verilerine göre, kapitalizmin küresel krizinin birinci yılında ABD, 38.1 milyar dolarlık bir silah satışı gerçekleştirmiştir. Ve kriz koşullarındaki bu karlı silah satışının 2010 yılı içinde de artarak devam edeceği öngörülmektedir.
Kapitalist haydutların dizayn ettiği dünya, İnsan dahil, yeryüzünün bütün canlılarını defalarca yok edebilecek ölçekteki nükleer ve kimyasal silahlarla, savaş uçaklarıyla, tankıyla, topuyla tıka basa dolu bir cephanelikten farksızdır.
Ne yazık ki, dünyanın bu halinden herhangi bir rahatsızlık duymayan sözde ‘barış yanlıları’ için barış, her savaşın ihtiyaç duyduğu mola niteliğindeki geçici barıştır. Bunlar, bir yandan barış çağrıları yaparken, diğer yandan, devletlerin silahlanma yarışını destekliyorlar, kapitalizmin bekası için ‘silahlı adamların’ çoğaltılmasını istiyorlar.
Şiddet üretmeye ayarlı, rezili çıkmış kapitalist dünyanın egemen azınlığınca kurulmuş iktidarlarla barışık yaşamaktan rahatsız olmayanların ‘barış’ çağrıları, insanlığın ihtiyacı ve hakkı olan barışa değil, iktidarların ihtiyaç duyduğu, boyun eğen, kapitalist sömürüyü ve tahakkümü kabullenen insanların çoğaltılmasına hizmet etmektedir…
Tekrar etmekte yarar var; gerçekten barış istiyorsanız, savaşa neden olan koşulları değiştirmek ve kalıcı barışı mümkün kılacak koşulların oluşturulması için mücadele etmelisiniz. Barış mücadelesi bahsinde anlamlı olan şey, varlığını biteviye şiddet üreterek sürdüren kapitalist haydutlarla hesaplaşmak, onların tarihsel miadı dolmuş vahşi düzenlerini tasfiye edip, barış içinde yaşanılabilir bir toplumsal düzen kurmaktı.!
Sadık Varer
Ne var ki, insanlık hiç bir zaman barış içinde yaşayamadı; insanlığın tarihsel serüveni, adına ‘barış’ denilen ‘molalardan’ sonra yeniden ve yeniden başlatılan savaşlar, yıkımlar ve acılarla sürüyor.
Bazı savaşlar kuşaklar boyunca sürer, ama her savaş, mutlaka mola niteliğindeki bir barışla sonlanır. Bu, uygun bir zamanda yeniden başlayacak savaşın ihtiyaç duyduğu bir barıştır. Fakat, insanlığın ihtiyacı ve hakkı olan barış, bu değildir; kalıcı barıştır.
Ve aleni gerçek şudur; savaşları kaçınılmaz kılan koşullar değiştirilmezse, kalıcı bir barış sağlanamaz.
Kalıcı barış ancak, insanlar arası ilişkilerde açığa çıkan çelişkilerin savaşsız giderilebilmesine olanak tanıyan bir toplumsal düzende gerçekleştirilebilir.
Ezeni – ezileni, sömüreni - sömürüleni, soyanı – soyulanı, aşağılayanı – aşağılananı olan toplumlarda barış, büyük bir yalandır. Bu koşullarda gerçek bir barıştan söz edilemez; böyle bir şeyin adı, olsa olsa, zoraki barış olur. Zoraki barış ise, savaşın döneme uygun araçlarla ‘sessizce’ sürdürülmesi demektir.
Barış mücadelesi, insanlığın en büyük ve en zorlu mücadelesidir; çünkü, bu mücadele, savaşları kaçınılmaz kılan verili düzenlerin tasfiye edilmesi, tarihsel düşmanlıkların ortadan kaldırılması ve binlerce yıllık geleneklerin değiştirilmesi gibi devasa sorunların hallini gerektiren bir mücadeledir.
Ve işin en ‘sevimsiz’ yanı, kalıcı barış için sürdürülen mücadelede barışçıl olmayan araçları da kullanmak zorunda kalmanızdır!..
İnsanlığın barış içinde bir arada yaşayabileceği bir dünya isteyenler, öncelikle savaşlı dünya gerçeğini sorgulamalı ve savaşların müsebbibini bulmalıdırlar.
Hiç kuşku yok; savaşlı dünyanın müsebbibi, barış isteyen çoğunluğa rağmen, varlığını şiddet üretmeksizin sürdüremeyen egemen azınlıktır.
Günümüzün egemen azınlığı, kapitalist haydutlardır ve sınırsız kar hırsıyla gözünü karartmış bu azınlık yüzünden insanlığın kan kaybı sürmektedir.
Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün son verilerine göre, dünya silah üretiminin yüzde 50’si Amerika’da gerçekleşiyor. Amerika’yı, İngiltere ve Rusya takip ediyor. Dünya ölçeğinde üretilen silahların yüzde 40’lık bir bölümü, yıllardır sürekli savaş hali yaşayan Ortadoğu’ya gitmektedir. Pentagon Savunma Güvenliği İşbirliği Kurumu’nun verilerine göre, kapitalizmin küresel krizinin birinci yılında ABD, 38.1 milyar dolarlık bir silah satışı gerçekleştirmiştir. Ve kriz koşullarındaki bu karlı silah satışının 2010 yılı içinde de artarak devam edeceği öngörülmektedir.
Kapitalist haydutların dizayn ettiği dünya, İnsan dahil, yeryüzünün bütün canlılarını defalarca yok edebilecek ölçekteki nükleer ve kimyasal silahlarla, savaş uçaklarıyla, tankıyla, topuyla tıka basa dolu bir cephanelikten farksızdır.
Ne yazık ki, dünyanın bu halinden herhangi bir rahatsızlık duymayan sözde ‘barış yanlıları’ için barış, her savaşın ihtiyaç duyduğu mola niteliğindeki geçici barıştır. Bunlar, bir yandan barış çağrıları yaparken, diğer yandan, devletlerin silahlanma yarışını destekliyorlar, kapitalizmin bekası için ‘silahlı adamların’ çoğaltılmasını istiyorlar.
Şiddet üretmeye ayarlı, rezili çıkmış kapitalist dünyanın egemen azınlığınca kurulmuş iktidarlarla barışık yaşamaktan rahatsız olmayanların ‘barış’ çağrıları, insanlığın ihtiyacı ve hakkı olan barışa değil, iktidarların ihtiyaç duyduğu, boyun eğen, kapitalist sömürüyü ve tahakkümü kabullenen insanların çoğaltılmasına hizmet etmektedir…
Tekrar etmekte yarar var; gerçekten barış istiyorsanız, savaşa neden olan koşulları değiştirmek ve kalıcı barışı mümkün kılacak koşulların oluşturulması için mücadele etmelisiniz. Barış mücadelesi bahsinde anlamlı olan şey, varlığını biteviye şiddet üreterek sürdüren kapitalist haydutlarla hesaplaşmak, onların tarihsel miadı dolmuş vahşi düzenlerini tasfiye edip, barış içinde yaşanılabilir bir toplumsal düzen kurmaktı.!
Sadık Varer
Lazlar: Hani açılım bütün kesimleri kapsayacaktı!
Yaşayan diller arasında Lazca sayılmadı
YÖK’ün Mardin Artuklu Üniversitesi’nde Yaşayan Diller Enstitüsü kurulması ve bu enstitüde eğitim verileceği duyurulan diller arasında Lazca’nın sayılmaması Lazları üzdü.
Lazlar Enstitü kurulması veya bu enstitüde Lazca’ya da yer verilmesi için YÖK’e başvurmaya hazırlanıyor. Laz Kültürü ve Dayanışma Derneği Başkanı Hasan Oral, “Açılımın sadece belli bir kesimin ayrıcalığı olarak kalmaması, Türkiye’de yaşayan ve yok olma tehditi yaşayan bütün kültürleri koruması, yasal güvence altına alması talebimiz. Bu zaten Anayasa’nın eşitlik ilkesiyle de çelişir” dedi.
Lazca’nın iki nesil ömrü kaldığını söyleyen Oral hükümetin başlattığı demokratik açılımın kendilerini heyecanlandırdığını söyledi. YÖK’ün Mardin Artuklu Üniversitesinde ‘ Türkiye’de Yaşayan Diller’ enstitü kurulmasının kendilerini heyecanlandırdığını ancak enstitü ile ilgili, YÖK Başkanı Prof Yusuf Ziya Özcan’ın açıklamasında, ‘kaybolma tehlikesi altında olmayan Kürtçe, Arapça, Ermenice, Gürcüce, Farsça’ gibi dillerle sınırlı tutulacağına dair sözlerinin kendilerini üzdüğünü söyleyen Oral, “Bu dillere ilişkin yurtlarında enstitülerinin bulunmasına karşılık, Lazcanın kendi anayurdu olan ülkemizde ve dünyanın hiçbir ülkesinde bu güvencesi bulunmamaktadır.
Yer isimleri iade edilsin
Dernek olarak, açılacak olan enstitüde, Lazca ve Lazca gibi yok olmak üzere olan dillere ilişkin bölümlerin açılmasını; Laz halkının hafızasından tarihine, atalarına tanıklıklarının göstergesi olan ve Doğu Karadeniz’de günlük yaşamda kullanılan Lazca yer isimlerinin iadesini; Lazcanın ilköğretimde seçimlik ders olarak okutulmasını talep ediyoruz. YÖK’ten Lazca’ya yönelik bir enstitü talebinde bulunmak için hazırlanıyoruz” dedi.
Radikal Gazetesi, 28 Eylül 2009
YÖK’ün Mardin Artuklu Üniversitesi’nde Yaşayan Diller Enstitüsü kurulması ve bu enstitüde eğitim verileceği duyurulan diller arasında Lazca’nın sayılmaması Lazları üzdü.
Lazlar Enstitü kurulması veya bu enstitüde Lazca’ya da yer verilmesi için YÖK’e başvurmaya hazırlanıyor. Laz Kültürü ve Dayanışma Derneği Başkanı Hasan Oral, “Açılımın sadece belli bir kesimin ayrıcalığı olarak kalmaması, Türkiye’de yaşayan ve yok olma tehditi yaşayan bütün kültürleri koruması, yasal güvence altına alması talebimiz. Bu zaten Anayasa’nın eşitlik ilkesiyle de çelişir” dedi.
Lazca’nın iki nesil ömrü kaldığını söyleyen Oral hükümetin başlattığı demokratik açılımın kendilerini heyecanlandırdığını söyledi. YÖK’ün Mardin Artuklu Üniversitesinde ‘ Türkiye’de Yaşayan Diller’ enstitü kurulmasının kendilerini heyecanlandırdığını ancak enstitü ile ilgili, YÖK Başkanı Prof Yusuf Ziya Özcan’ın açıklamasında, ‘kaybolma tehlikesi altında olmayan Kürtçe, Arapça, Ermenice, Gürcüce, Farsça’ gibi dillerle sınırlı tutulacağına dair sözlerinin kendilerini üzdüğünü söyleyen Oral, “Bu dillere ilişkin yurtlarında enstitülerinin bulunmasına karşılık, Lazcanın kendi anayurdu olan ülkemizde ve dünyanın hiçbir ülkesinde bu güvencesi bulunmamaktadır.
Yer isimleri iade edilsin
Dernek olarak, açılacak olan enstitüde, Lazca ve Lazca gibi yok olmak üzere olan dillere ilişkin bölümlerin açılmasını; Laz halkının hafızasından tarihine, atalarına tanıklıklarının göstergesi olan ve Doğu Karadeniz’de günlük yaşamda kullanılan Lazca yer isimlerinin iadesini; Lazcanın ilköğretimde seçimlik ders olarak okutulmasını talep ediyoruz. YÖK’ten Lazca’ya yönelik bir enstitü talebinde bulunmak için hazırlanıyoruz” dedi.
Radikal Gazetesi, 28 Eylül 2009
Kültürel Özerklik ve Lazlar
Kültür, insanın toplumsal yaşamının her alanındaki kendisini ve kendisinin olanı yanı dili, müziği, sanatı, folkloru en güçlü şekilde ifadesidir; çünkü kültür, insanın kendi yaşamını, geçmişten gelen tecrübeler ve birikimlerle ve kendinin yarattıklarıyla nasıl ürettiğini anlatır. Bu anlatım sekteye uğrar ise o noktada toplumsal bir baskıyı ve ayrışmayı yaşar ve kendinden ve yaşadığı çevreden soyutlanır. Bu ise kültürel erozyonun hızlanması ve hatta kimliğin yitimi anlamına gelir. Yaşadığımız bu topraklar yani Anadolu ve Anadoluluk tek yeknesak bir kültürün değil, tarihler boyu ve günümüzde, birbirinden belli farklılıklar gösteren, Hititler, Kimmerler, Yahudiler, Romalılar, Moğollar, Osmanlılar ve daha yüzlerce kültürlere/uygarlıklara ev sahipliği yapmıştır.
Image
Bu tarihsel süreçte; Anadolu ve uzantıları olarak tanımlanabilecek ve en az anadolu kadar eski ve çeşitli uygarlık/kimlikleri içinde barındıran Kafkasya ve Kafkasyanın güneyinde varlığını 3500 yıldır sürdürebilmiş bir halk "Lazlar" ve günümüze zorda olsa taşınabilmiş Laz Kültürü...
İnsanların ve bu örneklemede etnik grup olarak Lazların belli zamanlarda ve belli koşullarda kendi varlıklarını üretme ve sürdürmede karşılaştıkları zorlukları aşmada kendi dinamik yapısını koruyamamış ve tarihin çeşitli dönemlerde üst kimliğin dominant yapısı ve diğer etnik gruplarda olduğu gibi çoğu zaman dayatmacı politikalarıyla karşılaşmışlardır.
Bütün bu etkileşim sonucu olarak,(bunun direkt ve dolaylı sonucu olarak) günümüzde birçok Laz kendi kimliğini algılama ve sahip çıkmada isteksiz hatta ilgisiz çoğu zaman da inkârcı bir tutum içerisine girmektedir.
Geçen seksen küsur yıllık (öncesi binlerce yıla dayanır) süre içerisinde oluşan bu hızlı etkileşim sürecinde, sadece egemen kültür olarak Türk Kültürü yeniden üretilip şekillendirip sürekliliğini sağlanmaya çalışırken, karşıt olarak gördüğü laz Kültürü ve diğer Anadolu kültürlerini etkilemeye ve kendi bünyesine alıp değiştirip sindirmeye çalışmıştır. Oysa Kültür, ne herkes için aynıdır, ne herkes için üretilir, ne de herkes tarafından ortak ve adil ve özerk ölçülerine göre kullanılır. Farklı değerleri tarihsel ve folklorik ve hatta coğrafik özellikleri içinde barındıran Etnik Kültürlerin bu gerçeklik içinde algılanıp bu yönde bir yaklaşımın benimsenmesi ve bu yönde bir politikanın ve toplumsal bilincin oluşturulması gerekmektedir…
Binlerce yıllık süreçte oluşan kültürel ürünlerin bir nevi kendisinin sürekliliği ve varlığı için siyasal, ekonomik ve sosyal faaliyetlerin ve düzenlemelerin (yasalar, kültürel haklar, imtiyazlar, vs.) hayata geçirilmesi gerekmektedir.
İşte bu noktada eğer yukarıda bahsedilen bu yaklaşım ve politika uygulanmazsa alt kimlik olarak tanımlanan Etnik kimlikler gibi Laz Kimliği de ait olduğu ve sahiplenildiği bir takım aydın Lazlar tarafından korunmaya, bu anlamda haklı olarak gördükleri kendi yaşam biçimlerini/Lazlıklarını korumaya ve geliştirme yönünde çaba içine gireceklerdir. Zira bu bir zorunluluktur çünkü Lazların sahip olduğu bu kültür alanı aynı zamanda kendi yaşamının tümünü kapsayan, kendini ifade edebildiği ve bu şekilde mutlu ve barışık olduğu evrensel kültür düzlemindeki alanı yani Lazlığı ifade etmektedir!
Türkiye’de toplumsal uzlaşım ve kültürel iletişimdeki beklide ana sorun, “bireyin ait olduğu kültürün dışında kendinden farklı biçimde yaşayanlara farklı biçimde yaklaşmasıdır”.
Bu yaklaşımlardan önde gelenlerden ikisi gıpta etme ve özenme, diğeri ise, küçümsemedir. Mesela; Amerikan kültürü oldukça “üstün” bir karaktere sahip olarak nitelenir ve kabul edilir ve hatta gıpta ile bakılıp özenilirken, kendi coğrafyasından ve tarihsel ve kültürel bağı ve yakınlığı olan başka bir kültüre ve dile sahip olan halka karşı (Kürt, Çerkez, Laz, Arnavut, Alevi…) önyargılı ve küçümseyici ve hatta dışlayıcı olabilmektedir.
Burada kişinin diğer kültüre-etnisiteye ait bir bireyi küçümsemesi, o kültürü ve o kültüre ait olan bireyin üstünde görmesi aslında kendini korumak için oluşturduğu bir mekanizmayı anlatır. İşte tam bu noktada da toplumsal uzlaşı ve demokrasi herkese eşit haklar ve kültürel özgürlük söylemlerini yukarıda değindiğim gerekçeler yüzünden geçersiz kılıyor. Bunu aşmak içinse bu önyargı ve kompleksin ortadan kaldırılmasına yönelik çalışmaların yapılması gerekmektedir.
Vatandaşlık Meselesine gelince;
Etnik kimlik objektif ve alt kimlik türüdür. Vatandaşlık kimliği ise, daima kolektif olan, sübjektif bir üst kimliği ifade eder. Bu bağlamda devlet ile azınlıklar arasındaki ilişkinin türü ve yönü, farklı sosyal ve siyasal sonuçlar doğuracaktır.
Şöyle ki eğer azınlıktan bir bireyin, gönüllü olarak üst kimliği benimsemesi durumdan devletle birey arasında bir sorun yaşanmaz zira gerçekleşen şey gönüllü asimilasyondur.
Ama grubundan bağımsız olarak birey bunu kabul ettiğinde, doğal olarak içinden geldiği kendi grubuyla sıkıtılar yaşama olasılığı çok büyük olacaktır. Böylesi bir kazanımın sorunları çözme yetisi yoktur. Türkiye’nin etnik gruplar üzerinde bu uygulamayı seksen küsur yıldır sürdüren Türkiye'de bunun hiçbir şekilde gerçekleştirilemediğini görmek, bu yaklaşımın doğruluğunu kanıtlamak için geçerli bir örnek teşkil etmektedir.
Tam tersi durumda ise birey, üst kimliği kabullenmeyerek alt kimliğinde ısrar edebilir. Bu durumda ise, azınlıkla devlet arsında bir anlaşmazlık durumunun yaşanması büyük olasılıktır. Günümüz Türkiye’sinde de temel sorun budur!
Çoğunluk-Azınlık-Devlet ilişkilerinde köklü ve demokratik bir kalıcı uzlaşmanın sağlanmasında, tarafların iki yönlü, irade birliğine dayalı bir uzlaşma ve duyarlılık ile mümkündür. Bu ise, alt kimliklerin korunduğu ve üst kimlikte bütünleşmenin, azınlıklar yararına pozitif ayrımcılığı da gözeten, eşitlenmiş olanaklar içerisinde sürdürülen ve özgürlükçü demokratik ortamda yaşanmasına olanak sağlayan politikalarla mümkün olabilecektir.
Bu çerçevede arzu edilen, tutarlı demokratik bir devlet rejimi içinde bizim anladığımız şekliyle sosyal demokrasi; milliyetlerin mutlak hak eşitliğini savunmalı ve etnik grupların sahip oldukları kültürel ve tarihsel değerlerinin korunması ve geliştirilmesi yönünde çaba göstermeli, bununla yetinmeyip bu konuda çaba gösteren kurum ve kuruluşların çalışmalarında da destek vermelidir.
4 Ocak 2010, istanbul
Cengiz Kibaroğlu
Image
Bu tarihsel süreçte; Anadolu ve uzantıları olarak tanımlanabilecek ve en az anadolu kadar eski ve çeşitli uygarlık/kimlikleri içinde barındıran Kafkasya ve Kafkasyanın güneyinde varlığını 3500 yıldır sürdürebilmiş bir halk "Lazlar" ve günümüze zorda olsa taşınabilmiş Laz Kültürü...
İnsanların ve bu örneklemede etnik grup olarak Lazların belli zamanlarda ve belli koşullarda kendi varlıklarını üretme ve sürdürmede karşılaştıkları zorlukları aşmada kendi dinamik yapısını koruyamamış ve tarihin çeşitli dönemlerde üst kimliğin dominant yapısı ve diğer etnik gruplarda olduğu gibi çoğu zaman dayatmacı politikalarıyla karşılaşmışlardır.
Bütün bu etkileşim sonucu olarak,(bunun direkt ve dolaylı sonucu olarak) günümüzde birçok Laz kendi kimliğini algılama ve sahip çıkmada isteksiz hatta ilgisiz çoğu zaman da inkârcı bir tutum içerisine girmektedir.
Geçen seksen küsur yıllık (öncesi binlerce yıla dayanır) süre içerisinde oluşan bu hızlı etkileşim sürecinde, sadece egemen kültür olarak Türk Kültürü yeniden üretilip şekillendirip sürekliliğini sağlanmaya çalışırken, karşıt olarak gördüğü laz Kültürü ve diğer Anadolu kültürlerini etkilemeye ve kendi bünyesine alıp değiştirip sindirmeye çalışmıştır. Oysa Kültür, ne herkes için aynıdır, ne herkes için üretilir, ne de herkes tarafından ortak ve adil ve özerk ölçülerine göre kullanılır. Farklı değerleri tarihsel ve folklorik ve hatta coğrafik özellikleri içinde barındıran Etnik Kültürlerin bu gerçeklik içinde algılanıp bu yönde bir yaklaşımın benimsenmesi ve bu yönde bir politikanın ve toplumsal bilincin oluşturulması gerekmektedir…
Binlerce yıllık süreçte oluşan kültürel ürünlerin bir nevi kendisinin sürekliliği ve varlığı için siyasal, ekonomik ve sosyal faaliyetlerin ve düzenlemelerin (yasalar, kültürel haklar, imtiyazlar, vs.) hayata geçirilmesi gerekmektedir.
İşte bu noktada eğer yukarıda bahsedilen bu yaklaşım ve politika uygulanmazsa alt kimlik olarak tanımlanan Etnik kimlikler gibi Laz Kimliği de ait olduğu ve sahiplenildiği bir takım aydın Lazlar tarafından korunmaya, bu anlamda haklı olarak gördükleri kendi yaşam biçimlerini/Lazlıklarını korumaya ve geliştirme yönünde çaba içine gireceklerdir. Zira bu bir zorunluluktur çünkü Lazların sahip olduğu bu kültür alanı aynı zamanda kendi yaşamının tümünü kapsayan, kendini ifade edebildiği ve bu şekilde mutlu ve barışık olduğu evrensel kültür düzlemindeki alanı yani Lazlığı ifade etmektedir!
Türkiye’de toplumsal uzlaşım ve kültürel iletişimdeki beklide ana sorun, “bireyin ait olduğu kültürün dışında kendinden farklı biçimde yaşayanlara farklı biçimde yaklaşmasıdır”.
Bu yaklaşımlardan önde gelenlerden ikisi gıpta etme ve özenme, diğeri ise, küçümsemedir. Mesela; Amerikan kültürü oldukça “üstün” bir karaktere sahip olarak nitelenir ve kabul edilir ve hatta gıpta ile bakılıp özenilirken, kendi coğrafyasından ve tarihsel ve kültürel bağı ve yakınlığı olan başka bir kültüre ve dile sahip olan halka karşı (Kürt, Çerkez, Laz, Arnavut, Alevi…) önyargılı ve küçümseyici ve hatta dışlayıcı olabilmektedir.
Burada kişinin diğer kültüre-etnisiteye ait bir bireyi küçümsemesi, o kültürü ve o kültüre ait olan bireyin üstünde görmesi aslında kendini korumak için oluşturduğu bir mekanizmayı anlatır. İşte tam bu noktada da toplumsal uzlaşı ve demokrasi herkese eşit haklar ve kültürel özgürlük söylemlerini yukarıda değindiğim gerekçeler yüzünden geçersiz kılıyor. Bunu aşmak içinse bu önyargı ve kompleksin ortadan kaldırılmasına yönelik çalışmaların yapılması gerekmektedir.
Vatandaşlık Meselesine gelince;
Etnik kimlik objektif ve alt kimlik türüdür. Vatandaşlık kimliği ise, daima kolektif olan, sübjektif bir üst kimliği ifade eder. Bu bağlamda devlet ile azınlıklar arasındaki ilişkinin türü ve yönü, farklı sosyal ve siyasal sonuçlar doğuracaktır.
Şöyle ki eğer azınlıktan bir bireyin, gönüllü olarak üst kimliği benimsemesi durumdan devletle birey arasında bir sorun yaşanmaz zira gerçekleşen şey gönüllü asimilasyondur.
Ama grubundan bağımsız olarak birey bunu kabul ettiğinde, doğal olarak içinden geldiği kendi grubuyla sıkıtılar yaşama olasılığı çok büyük olacaktır. Böylesi bir kazanımın sorunları çözme yetisi yoktur. Türkiye’nin etnik gruplar üzerinde bu uygulamayı seksen küsur yıldır sürdüren Türkiye'de bunun hiçbir şekilde gerçekleştirilemediğini görmek, bu yaklaşımın doğruluğunu kanıtlamak için geçerli bir örnek teşkil etmektedir.
Tam tersi durumda ise birey, üst kimliği kabullenmeyerek alt kimliğinde ısrar edebilir. Bu durumda ise, azınlıkla devlet arsında bir anlaşmazlık durumunun yaşanması büyük olasılıktır. Günümüz Türkiye’sinde de temel sorun budur!
Çoğunluk-Azınlık-Devlet ilişkilerinde köklü ve demokratik bir kalıcı uzlaşmanın sağlanmasında, tarafların iki yönlü, irade birliğine dayalı bir uzlaşma ve duyarlılık ile mümkündür. Bu ise, alt kimliklerin korunduğu ve üst kimlikte bütünleşmenin, azınlıklar yararına pozitif ayrımcılığı da gözeten, eşitlenmiş olanaklar içerisinde sürdürülen ve özgürlükçü demokratik ortamda yaşanmasına olanak sağlayan politikalarla mümkün olabilecektir.
Bu çerçevede arzu edilen, tutarlı demokratik bir devlet rejimi içinde bizim anladığımız şekliyle sosyal demokrasi; milliyetlerin mutlak hak eşitliğini savunmalı ve etnik grupların sahip oldukları kültürel ve tarihsel değerlerinin korunması ve geliştirilmesi yönünde çaba göstermeli, bununla yetinmeyip bu konuda çaba gösteren kurum ve kuruluşların çalışmalarında da destek vermelidir.
4 Ocak 2010, istanbul
Cengiz Kibaroğlu
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)