8 Temmuz 2012 Pazar

Silah ve Siyaset İlişkisi Üzerine-2

Politika silahların sustuğu ortamda ordu bağlantılı çalışmanın uzantısı olarak karşımıza çıkar. Yani Clausewitz’in formülünün tersi geçerlidir.

Bugün dünyanın hangi etkili gücüne bakarsanız bakın arkasında devasa bir askeri güç ve teknoloji vardır. Ve bu kadar büyük paralar iş olsun diye de harcanmıyor. Bu kadar büyük paralar siyasi alanda etkilerini güçlü tutmaları içindir. Başka bir deyimle siyaset ile silahın çok yakından bir ilişkisi bulunmaktadır. 

Denilecek ki bizler silahsız bir dünya istiyoruz. Zaten Kürdistan’da böyle bir durumun oluşması için yıllardır süren bir özgürlük savaşı veriliyor. Dağların tüm zorluklarına rağmen inadına bir avuç insanın bunun için o kadar zorluğa göğüs gererek direniyor. Zulmün, baskının, zorbalığın Kürdistan’da var oluşunu sonlandırmak için özgürlük mücadelesi tüm ağır bedellerine rağmen sürmektedir. 

Özgürlük mücadelesi esasta bir öz savunma başka bir deyimle meşru savunma duruşu ve direnişi olarak ortaya çıkmıştır. Yok edilmek istenen bir halkın tüm doğal haklarını, doğuştan gelen haklarını yeniden geri alınması için verilen bir mücadeledir. Bunun için bu meşru savunma direnişi asla ama asla silahlanmak olarak ele alınamaz. Silahsızlanmış bir halkın yeniden güç kazanması olarak ele alınabilir. Bu meşru savunma direnişi olsa olsa sömürgecilerin silahlarını durdurmasını, kültürel ve fiziki soykırımlarının durdurulması için verildiği söylenebilir. 

Kürt halk önderliği bu konuda yani silah ile siyaset arasındaki ilişkiyi ele alırken: 

“ABD ve seçkin ortakları için Ortadoğu’da askeri-politik yapılanma yoğunca yürütülmektedir. Yalnız askeri pratiği politikadan ayırmamak gerekir. Kızgın, silahlı bir mücadelenin olduğu bir ortamda politikanın adı askerlik-savaştır. Esas belirleyici olan, bu ortamlarda savaşçılıktır. Politika silahların sustuğu ortamda ordu bağlantılı çalışmanın uzantısı olarak karşımıza çıkar. Yani Clausewitz’in formülünün tersi geçerlidir. Savaşı belirleyen politika değil, politikayı belirleyen savaştır. Irak’ta bu gerçek çok açıktır. Irak’ta politikanın yolunun -yeni politika- açan, ABD’nin son teknoloji savaşıdır. Kaldı ki, tüm Mezopotamya tarihinde politikanın yol başında hep savaş olmuştur. Son savaş tarihsel gerçeği sadıkane yansıtmaktadır. Savaş düşük yoğunluklu olduğunda ya da tümüyle durduğunda, onun devamı olarak politik faaliyet hız kazanır. 

Demek ki politika, savaşın silahlı olmayan bölümüdür. Eğitim, örgütlenme ve eylemliliğin silaha başvurmadan, ama arkasındaki zihniyete dayalı olarak yürütülen kısmı oluyor. Bu anlamda ABD ve ortakları yoğun askeri destek altında, başta Irak ve Afganistan olmak üzere tüm Ortadoğu genelinde ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ zihniyetini temel alarak politik yeniden yapılanmayı yürütmekte, değiştirmekte ve sürdürmektedir” demektedir.

Yani savaşları, savaşçı kliklerinin tümü esasta politik sahada etkinlik sağlamak için kullanılıyor. Öyle kimilerin “silahların zamanı geçmiştir, silahlarla sonuç almak mümkün değildir” gibi hele birde bunların içerisinde dünyanın neresinde bir Kürt varsa ona saldırmak için öldürücü teknikler peşinde koşanlar söylüyorsa durup bakmak gerekiyor. Durup düşünmek gerekiyor. 


Madem silahların zamanı geçmiştir, o zaman dediğimiz gibi neden bu kadar ölüm teknolojisi peşinden koşuluyor. Birkaç militanın üstüne onlarca ölüm makinesiyle gidiliyor. Ve de dünyanın öbür ucundaki devletleriyle askeri teknoloji alımları üzerinden Kürtlere karşı pazarlıklar yapılıyor. 

Demek ki silahla siyasetin yakından bir bağı vardır. Savaşlarını etkili yürütemeyenler yani savaşta istedikleri sonucu almayanlar işi istedikleri yere getirmek için politika araç gereçleri devreye koyuyorlar. Yani politikayı savaşla yapamadıklarını yapabilmek için bir araç olarak kullanıyorlar. 

Örneğin Kürdistan’da TC devleti özgürlük gerillaları ne zaman bir hamle başlatıp TC devletini sıkıştırmış iseler peşinden gelen alttan alta yamuk yumuk haberlerle, ilişki arayışlarıyla böylesi süreçler yumuşatılmak istenir. Yaklaşık on yıldır TC devleti bu durumu böyle götürebilmektedir. Öyle ki toplumlarda “bu kez barış imkân dâhiline girebilir, bu savaş durabilir, bir uzlaşma sağlanabilir” gibi karşılığı olmayan boş umutlar yaratarak hem halklarımız aldatılmış doğrusunu söylersek hem de özgürlük hareketi aldatılmak istenmiştir. 


Özgürlük hareketi 1988 yıllarından başlayarak Türkiye ile bir çözüm arayışına girmiştir. Bunun zirvesel ifadesi 1993 yılında ilan edilen ilk ateşkestir. Peşinde gelen diğer ateşkesler derken son yıllarda ise peş peşe ilan ettiği ateşkeslerdir. 

Ne var ki TC devleti neredeyse tüm bu süreçleri sadece ve sadece kendi açısından atlatmak için ara süreçler olarak değerlendirerek hem savunma sanayisini geliştirmiş, hem askeri teknolojisini yenilemiş hem de askeri güçlerini yeni bir taktik düzen içine alarak daha fazla savaş hazırlıkları içerisine girmiştir. Özcesi TC devleti silahla bir yerlere varılacağına inandığı için sıkışmışlık anlarını böyle boşa alarak, boş umutlar yaratarak, özelde de özgürlük hareketinin özgürlükçü ve insani yaklaşımlarını suiistimal ederek kendince oyalamasını bilmiştir. Kendince teknolojisini ve de askeri teknik taktiğini yenilediğine inandığı andan itibaren korkunç düzeyde saldırılar gerçekleştirmekten çekinmemiştir. 

Örneğin en son 2011 sonbahar ile 2012 kışından olup bitenleri bakıldığında inanılmaz ölçüde elinde ne kadar ölüm tekniği varsa kullanmaktan geri durmamıştır. Tam tersine kim ki silaha karşı çıkma manasında küçük bir karşı koymuş ya da koymak istemiş ise tasfiye edilmişlerdir. 

TC devletinin daha doğrusu Akepe’nin yaklaşımlarının altında yatan temel neden ise silahla özgürlük hareketini bitireceklerine olan inançtır, ya da inançlarıydı.


Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Özgürlük hareketini silahlarla bitiremediler. Tam tersine özgürlük hareketi yeniden bir silahlı direniş süreci başlatıyor ya da başlatmak üzeredir. Bu ise TC ve Akepe’yi müthiş sıkıştırmaktadır. Hele yanı başında bir Suriye varken bu sıkışıklık aynen Domino etkisi gibi Akepe’yi tüm sahalarda vuracağa benziyor. 

İşte tam da böylesine sıkışık olan bir durumda Akepe sanıldığı gibi silahları durdurmak için özgürlük hareketiyle uzlaşma arayışlarına girmiyor. Tam tersine bir dönemi kotararak ileride daha geniş bir saldırı hareketi başlatabilmek için özgürlük hareketini boşa almak istiyor. Bunun içinde özgürlük hareketine karşı ya saf, ya iyi niyetli, ya a politik, ya olup biteni iyi çözemeyen ya da işbirlikçi olan kesimleri devreye koyarak etkisizleştirmeye, silahları susturmaya, direnişin düzeyini düşürmeyi hedeflemektedir. 

Ancak burada “silahların miadı doldu” anlamı çıkmaz. Biz genel bir doğru olarak 21. Yüz yılda silahların gömülmesi değil tüm silah arsenallarının yok edilmesinden yanayız. Silah üretiminin durdurulması gerektiğini buralara yapılan yatırımların tüm insanlığı besleyecek bir yekûna sahip olduğuna da inanıyoruz. 

Ancak sömürgeci ve emperyal güçler tüm ölüm teknolojilerine sahip oldukları, her gün her gün yeni ölüm tekniklerinin peşinde koştukları bir süreçte özgürlük hareketi için “silahlar miadını doldurmuş” demek tek kelimeyle teslimiyete davetiye çıkarmaktır. Bunu yapanlara ise tarih söyleyeceğini binlerce kez söylemiştir.

Kasım Engin

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi

www.navendalekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net – www.lekolin.info

Silah ve Siyaset İlişkisi Üzerine-1

Toplumlara hükmetmek isteyen hegemon, devletçi iktidar odakları özellikle insan zihnini fethetmeye kalkışırlar.

Tarihte egemenlerin, iktidar odaklarının, hiyerarşik yapıların, hegemonların en büyük başarısı nedir diye soracak olurlarsa verilecek en doğru cevap herhalde insanları, toplumları kandırma yetenekleri diye cevap vermek olacaktır. 

Toplumlara hükmetmek isteyen hegemon, devletçi iktidar odakları özellikle insan zihnini fethetmeye kalkışırlar. Bir kere zihinler fethedildikten sonra gerisinin getirilmesi rahattır. Gerisi biraz hile, biraz göz boyaması, biraz şeker şerbet ve bunların yanına birazda kamçı koymalarıdır. Yani kandırmaların tam sonuç almadığı yerde zoru koyarak gönüllü bu yola girmeyenleri istedikleri yere getirmektir. 

Ancak dediğimiz gibi iktidar güçleri askeri zora başvurmadan önce zihinsel fethetmeyi esas alırlar. Bu zihinsel fethetmelerin başında da hiç şüphe yoktur ki kavramlara yüklenen anlamları istedikleri tarzda toplumlara empoze etme güçlerinde yatar. Kavramları kendi istedikleri biçimde bir kere toplumlara empoze etmişlerse gerisi artık istedikleri gibi adım adım pratikleştirilir. Onların çıkarları ve onların çıkarlarına zarar veren kavramlar bu çıkarlara göre yeniden biçim alarak şekil alır ve böylece toplumların zihinleri bulandırılır. Bir kere zihinler bulandırılmayı görsün gerisini doldurmak, yönlendirmek ve istenildiği kıvama getirmek kadar rahat bir şey olamaz. 

Örneğin savaş ve siyaset kavramını ele alalım. Eskilerde “savaş siyasetin yoğunlaşmış halidir” derlerdi. Hatta kimi usta, “savaş kanlı politika” demişti. Başka bir deyimle söyleyecek olursak: “Politika yapmak istiyorsanız savaşı iyi verebilmeniz gerekir. Savaşı iyi verebilmeniz için ise müthiş bir askeri stratejiniz olacaktır. Güçlü bir askeri strateji ise güçlü bir arsenalla mümkündü” denirdi. Yani çok büyük bir askeri teknoloji ve askeri rezerve sahip olacaktınız. 

Dikkat edilirse sadece bugün ki dünyada değil geçmiş egemen dünyada da bunun için egemenler politikayı etkili yürütebilmeleri için müthiş kendilerini askeri olarak donattılar. Hem teknik, hem teknolojik hem de ordularını nicelik olarak, sayısal olarak çoğalttılar. Hatta kimisi devasa toplumları askerleştirmeden bahsetmişti. Doğrusu bu egemenler birçok toplumu ne kadar askerileştiğini de herkes gördü ve görmüştü. 

Bugün ki dünyamızda “silahla siyaset yapılmaz”, “silahla siyaset yapma zamanı geçti” diyerek kendilerinin yapmadıklarını başkalarına dayatmaya kalkışıyorlar. Sadece dayatmakla kalmıyorlar, egemenlerin dışında kalan toplumların da zihinlerini bulandırıyorlar. 

Daha somut olarak söyleyecek olursak son zamanlarda özgürlük hareketine karşı “silahla siyaset yapma, sonuç alma zamanı geçti”, “silahların miadı doldu”, “silahlarla sonuç alınmaz” diyerek kendilerince ne kadar da barışçı düşündüklerinin fikrini empoze etmeye çalışıyorlar. Ve dediğimiz gibi bu fikirleri empoze etmeye çalışanlar sadece birkaç temiz niyetli aydın, yazar, sanatçı, sivil toplumcu, barışseverler değildir. Bu fikirleri özelde empoze etmeye çalışanların başında kocaman bir orduya sahip olan, günlük olarak bir toplumu askerleştirmeye çalışan, bir halkı baskılayan, her gün hem polis sayısını, hem askeri teknik teçhizatı çoğaltan, modernleştiren, nereye gitmişlerse dünyanın en büyük katledici teknolojilerini almaya çalışan, güçleri yetiğince kendileri üreten bir zihniyetin sahipleri olmalarıdır. Özcesi Yeşil Türkçü Faşistlerdir. Ve bunların akıl verenleridir. 

“Silahların miadı dolmuştur, silahlarla sonuç alma zamanı geçmiştir” diyorlar ancak dünyanın en pahalı savaş tekniklerinin peşine takılmaktan da vazgeçmiyorlar. Dünyanın en kalabalık ordularından olan TSK’yi günlük olarak modernize etmekten vazgeçmiyorlar. Sıradan polisini bile dünyanın en pahalı teknolojileriyle donatmaktan vazgeçmiyorlar. 

Doğrusu yeniden müthiş bir kafa karıştırmayla karşı karşıyayız. 

Madem silahların gölgesinde siyaset yapılması istenmiyorsa bu devletin bu kadar askeri yatırımları niye yapılır? 

Madem silahların siyaset yapma anlamında manası kalmamıştır o zaman neden bu kadar askeri modernleşme? 

Madem silahlarla siyaset yapılmayacaktır o zaman neden bu kadar öldürücü teknik üretimi? 

Madem silahlarla siyaset yapma devri geçmiştir neden o zaman bu kadar operasyon, bu kadar savaş çığırtkanlığı, savaş edebiyatı, askeri elbise giymeler?

Kasım Engin

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi

www.navendalekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net – www.lekolin.info  

AKP ve 'Bilge Adamlar’ının' Tasfiye Stratejisi

Erdoğan’ın bir süredir dilinden düşürmediği ‘terörle mücadele, siyasi uzantılarıyla müzakere’ lafı kendisine ait olmayıp kendine ‘bilge adamlar’ diyen bir merkezin çizdiği stratejinin adıdır.
Kısa adı BİLGESAM olan Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin hazırladığı ‘Çatışma Çözümü ve Türkiye’de Kürt meselesi’ başlıklı rapor okunduğunda Erdoğan’ın kimin ipine tutunduğu net olarak anlaşılmaktadır.

Rapor, diyalog sürecini bitirme aklının bu ‘bilge adamlar’ denilen güruh tarafından verildiğini göstermesi bakımından önemlidir. Ayrıca AKP ve yardakçılarının sürekli olarak Silvan olayını çarpıtarak, diyalog sürecini bitiren taraf olarak PKK’yi göstermelerinin yalan olduğunu da bir kez daha ortaya koymaktadır.

Rapor, uluslar arası çözüm deneyimlerden hareket etse de Kürt sorununa getirdiği tanım ve ‘çözüm’ önerileriyle gerçekten bir çözümü değil tasfiye politikalarına teorik bir temel oluşturmayı amaçlamaktadır. Bu amaç rapor girişinde açıkça ifade edilmiştir: 

‘Çalışma; çatışma çözümü süreçlerinde, etnik ayrılıkçılığı hedefleyen terör örgütleriyle silahlı mücadelenin teorik çerçeveye yerleştirilmesine katkı sağlama amacını taşımaktadır.’


Rapor, hükümete sunduğu tavsiyeler bölümünde 4 aşamalı bir planı ön görmektedir. Bunlar: Demokratikleşme boyutu, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik boyut, güvenlik boyutu ve uluslararası ilişkiler boyutundan oluşmaktadır.

Raporun detaylarına bakıldığında AKP’nin her alanda uygulamaya koyduğu faşizan politikalarla bire bir örtüştüğü görülmektedir. Bu nedenle rapor, faşizmin teori belgesi olarak da önem arz etmektedir. Her zamanki gibi yalanlara dayalı olarak nasıl bir karalama kampanyası eşliğinde, nasıl bir savaş yürüteceklerinin belgesi olması itibariyle planın 4 ayağını, yazdıkları haliyle aktarmakta yarar vardır. Her cümlesi yoruma açık olmakla birlikte, bütün halinde okunduğunda, Türkiye’de çatışmaları bir hayli derinleştirecek kadar bilgelikten, akıldan, mantıktan ve realitelerden uzak görüşler olduğu görülecektir. İşte raporun odak noktasını oluşturan dörtlü plan bölümü:

 1-Demokratikleşme Boyutu

Demokratikleşme boyutunda; özgürlükler temelinde demokratik değerlerin geliştirilmesi ve yerleşmesine dönük kaydedilen ilerleme muhafaza edilmeli ve devam ettirilmelidir. Demokratikleşme alanındaki önlemler Kürt kökenli vatandaşlardaki ayrımcılık algısının giderilmesi ve aidiyet duygusunun güçlendirilmesine hizmet edebilmelidir. Bu bağlamda yeni anayasa hazırlık süreci önemli bir fırsat niteliğindedir. Demokratik ve özgürlükçü bir anlayışla hazırlanacak yeni anayasa ile Kürt sorununun çözümünde kritik eşik aşılabilir. Öncelikle, yerel yönetimlerin verimliliğini artıracak bir yerel yönetimler reformu ihtiyacı söz konusudur. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı uyarınca ve Fransa modeli dikkate alınarak yeni bir düzenlemeye gidilebilir. Siyasi Partiler Yasası’nda seçim barajının düşürülmesi için değişiklik fikri ciddiyetle değerlendirilmelidir. Bu değişiklikte, temsilde adaleti geliştirecek ve yönetimde istikrarı zedelemeyecek ölçünün yakalanması önem teşkil etmektedir. Kürt kökenli vatandaşların anadilini öğrenebilmesi için Kürtçe’nin okullarda seçmeli ders olarak okutulmasına yönelik çalışmalar yapılabilir. Halkın bölgedeki yer adları konusundaki beklentisinin tespiti amacıyla oylamalar yapılarak, değiştirilmesi istenen yer adlarının iadesi gerçekleştirilebilir. Diğer taraftan, bölgedeki kamu hizmeti kalitesinin, kamu görevlilerinin yetkinliği konusunda gerekli tedbirleri alarak sürekli yüksek tutulması oldukça önemlidir. Özellikle bölge halkıyla doğrudan muhatap olan kamu görevlilerinin yeterince nitelikli ve mütebessim çehreli olmasına dikkat edilmelidir.

2-Sosyo-kültürel ve Sosyo-ekonomik Boyut

Sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik boyutta terörü besleyen şartların izole edilmesi ve halk desteğinin kazanılması için mevcut projeler sürdürülmeli, yeni projeler geliştirilmelidir. Sosyo-kültürel alanda; eğitim, sosyal, iletişim ve medya kapsamında stratejiler, sosyo-ekonomik alanda ise tarım ve hayvancılık, ticaret, sanayi, turizm ve sağlık stratejilerine ihtiyaç olduğu gözlemlenmektedir.

Eğitim alanında; ilk etapta bölgedeki okulların fiziki şartlarının ve donanımının iyileştirilmesi, derslik ve okul sayısının artırılmasına ihtiyaç vardır. Öğretmenlerin sosyal ve maddi imkânlarının geliştirilerek, bölgede öğretmenliğin cazip bir meslek haline dönüştürülmesi gerekmektedir. Kürt kökenli vatandaşların aidiyet duygusunun güçlendirilmesi için müfredatta değişiklikler yapılmalıdır. Ders kitaplarında aşırı milliyetçi vurguların değiştirilmesi, yerel değerlerin kitaplara yansıtılması ve ortak tarih bilincinin geliştirilmesi önem arz etmektedir. Bölgede eğitimin yaygınlaştırılması için gerekli adımların atılması ve kız çocuklarının eğitiminin teşviki için bölgede kız okullarının açılması elzemdir. Bölgedeki eğitim sisteminin; dönemlerin tarım mevsimine göre düzenlenerek bölge şartlarına uyumunun sağlanması da eğitimin yaygınlaşmasına hizmet edecektir. PKK’nin ise okullardaki etkisinin kırılması için gerekli tedbirlerin alınması ve örgütle işbirliği içinde olan idareci ve öğretmenlerin meslekten çıkarılması şarttır.

Sosyal alanda gerçekleştirilen projelerde sivil toplum kuruluşlarının öne çıkmasının faydalı olduğu değerlendirilmektedir. Bölge halkına devlet eliyle gerçekleştirilen yardım faaliyetleri örgütün propagandaları neticesinde istenen etkiyi oluşturamamaktadır. Bu nedenle bölgede toplum yararına hizmet eden sivil toplum kuruluşlarının ön plana çıkarılması ve desteklenmesi halka yapılan yardımın tesirini artırabilir. Bölgenin ülkedeki diğer bölgelerle kaynaşması için kardeş il projesi niteliğinde uygulamalara gidilebilir. Doğudan batıya ve batıdan doğuya geniş kapsamlı gezi programları düzenlenebilir. Bölge halkına yapılan sosyal yardımlar adil dağıtım kaygısı göz önünde bulundurularak sürdürülmelidir. Yardımın muhtaç aileye ulaşması konusunda gerekli tedbirlerin alınması oldukça önemlidir. Kadınlara yönelik sosyal merkezlerin sayısının ve etkinliğinin artırılması, bu merkezlerin kadınlara sahip oldukları haklar ve çocuk eğitimi konusunda bilgi sağlaması sosyal yapının uzun dönemli ıslahı için dikkate alınmalıdır. Özellikle sportif faaliyetler kapsamında ise gençlerin rehabilitasyonuna dönük projeler üretilmelidir. Bölgede açılacak spor okulları, sanat ve eğitim merkezleri gençlerin rehabilitasyonunda önemli rol oynayabilir.

Sosyo-kültürel alanda geliştirilecek ıslah projeleri ile PKK’nin dini propagandalarının önüne geçilmeli, Kürtçe ve Zazaca’nın kullanımının kolaylaştırılması sağlanmalıdır. PKK’nin devletin dinsiz olduğu yönünde yaptığı propagandanın etkisiz kılınması için Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bölgedeki teşkilatından istifade edilmelidir. Örgütün din görevlilerini tehdit yoluyla baskı altına almasını engellemeye yönelik gerekli tedbirler alınmalı, bölgede PKK’nın uzantısı niteliğinde faaliyet gösteren Diyanet ve Vakıf Emekçileri Sendikası’nın (DİVES) faaliyetleri sık sık denetlenmelidir. Bölgede hutbe ve vaazların içeriği halkın anlayabileceği seviyede hazırlanmalı ve Kürtçe verilebilmelidir. Anadilin kullanılması alanında da, bölgede Kürtçe’nin lehçelerinin ve Zazaca’nın günlük hayatta kullanımının önünde engeller varsa kaldırılmalı ve anadilin kullanımı kolaylaştırılmalıdır.

İletişim ve medya alanında; bölgede yapılan hizmetlerin ve yardımların halka düzenli olarak anlatılması ve PKK propagandasının önüne geçilmesi için projeler hazırlanmalıdır. Bölgede en çok seyredilen ve dinlenen televizyon ve radyo kanalları tespit edilmeli, bu kanallar üzerinden halkın bilgilendirilmesi sağlanmalıdır. PKK eylemlerinin ise örgüte destek sağlayacak şekilde yayınlanmasının engellenmesi için bir “Medya Özdenetim Merkezi” kurulmalıdır. Küçük bir grubun dar bir alanda yaptığı eylemlerin tüm kente yayıldığı yönünde oluşabilen algının önüne geçilmesi için belirli yayın kuralları geliştirilmelidir. PKK’ye ait internet sitelerinin tespit edilmesi ve yayınının filtrelenmesi için gerekli teknik önlemler alınmalı, örgütün propagandasını yapan bölgedeki korsan radyo yayınları engellenmelidir.

Sosyo-ekonomik boyutta; bölge ekonomisinin ve bölgedeki refah düzeyinin geliştirilmesi ve istihdamın artırılması adına tarım ve hayvancılık, ticaret, sanayi, turizm ve sağlık alanlarında stratejiler tasarlanmalıdır. Tarım ve hayvancılık alanında ilk etapta il tarım teşkilatları ıslah edilerek, bu teşkilatların bölgedeki verimliliği artıracak ve özel sektörle birlikte çalışabilecek yetkinliğe kavuşması temin edilmelidir. Bölgedeki tarım ürünleri pazarında arz/talep dengesinin bozulduğu durumlarda piyasaya çiftçiyi koruyacak şekilde müdahale edilmelidir. Bölgede toprağın verimli olarak kullanılması için çalışmalar yapılmalıdır. Farklı toprak özellikleri ve iklim şartları dikkate alınarak bölgedeki havzalarda yetişebilecek en uygun ürünler tespit edilmeli, gerekli eğitim sağlanarak çiftçiler bu ürünleri üretmeye teşvik edilmelidir. Bölgede tasarruflu sulamaya geçiş için damla sulama sistemi yaygınlaştırılmalıdır. Sertifikalı tohumluk üretimi ve bu yerli tohumların kullanımı desteklenmelidir.

Bölgede enerji bitkilerinin (mısır, kanola, soya gibi) ve tıbbi bitkilerin (kebere ve zahter gibi) üretimi konusunda altyapı çalışmaları gerçekleştirilmeli, bu ürünlerin fiyat ve alım garantisi verilerek yetiştirilmesi sağlanmalıdır. Bölgede ayrıca organik tarımın geliştirilmesini mümkün kılacak yeni bir teşvik sistemine ve kapsamlı bir projeye ihtiyaç vardır. Suriye sınırı boyunca uzanan ve mayınlardan temizlenmesi planlanan kuşaktaki havzalar büyük ölçüde organik tarıma müsait durumdadır. Organik tarım mevzuunda çiftçinin eğitimini, ileri biyoteknoloji uygulamalarını ve tüketicinin bilinçlenmesini hedefleyen projeler tasarlanabilir. Hayvancılık sahasında; Diyarbakır’da başlatılan Organize Hayvancılık Bölgesi (OHB) projesi, hayvancılık potansiyeli yüksek olan diğer illere de yaygınlaştırılmalıdır. Bölgede, hayvancılığın canlanması için yasaklı yaylaların güvenlik birimleriyle koordineli olarak açılması ve köylünün hayvan almasına olanak tanıyacak mikro krediler verilmesi gerekmektedir Süt sığırının ve besi hayvancılığının ıslahında ise embriyo transferi yöntemi (MOET) desteklenmeli ve yaygınlaştırılmalıdır.

Ticaret ve sanayi alanında hedef; bölgedeki sermayenin yatırıma dönüşmesi, bölgeye batıdan sermaye çekilmesi ve bölgenin madencilik potansiyelinin değerlendirilmesi suretiyle ekonominin canlandırılmasıdır. Böylece kentlerde yeni istihdam imkânları sağlanabilecek, işsizliğin asgariye düşürülmesi mümkün olabilecektir. Bölge ekonomisinin kalkınmasına dönük GAP Eylem Planı kapsamında hızlandırılan projeler tamamlanmalıdır. Komşu ülkelerle ticari münasebetlerin geliştirilerek sürdürülmesi bölge ekonomisi için önem arz etmektedir. Komşu ülkelere ihraç edilebilecek ürün çeşitleri göz önünde bulundurularak bölgedeki sanayi altyapısının, yatırımların ve teşviklerin bu ürünlerin üretimine dönük düzenlenmesi ve yönlendirilmesi gerekmektedir. Bölgeyi komşu ülkelere bağlayan sınır kapılarında ticareti artıracak şekilde bürokrasinin azaltılması, bölge ekonomisinin komşu ülkelere açılmasına imkân tanıyacak menfezler tespit edilerek yeni sınır kapılarının açılması faydalı olabilir. Nitekim Habur sınır kapısı yakınlarında açılması kararlaştırılan Türkiye ve Irak’ı demiryolu ve karayolu ile bağlayacak iki yeni gümrük kapısının bölge ekonomisine ciddi katkı sağlayacağı öngörülmektedir. Bölge ekonomisinin normalleşmesi için yasal sınır ticaretine getirilecek kolaylıklar ile kaçakçılığın engellenmesi zaruridir. Turizmin geliştirilmesi amacıyla; kış turizmi, yayla turizmi ve inanç turizmine öncelik verilerek bölgedeki turizm olanakları dört mevsim canlı kalacak şekilde işletilmelidir. Turizmin geliştirilmesi için turistik mekânlardaki altyapı ihtiyaçlarına yönelik projeler ve uluslararası tanıtım faaliyetleri gerçekleştirilmelidir. Turistik mekânların istikrarlı bir şekilde ziyaretçi çekebilmesi ise büyük ölçüde bölgedeki güvenliğin sağlanmasına bağlıdır.

Sağlık alanında bugüne kadar gerçekleştirilen reformlar devam ettirilmeli, bölge halkına daha kaliteli sağlık hizmeti sunulmasına yönelik stratejiler üzerinde durulmalıdır. Sağlık personelinin bölgeye gidişini ve bölgede daha uzun süreli kalmasını teşvik edecek tedbirler alınmalıdır. Bölgede daha nitelikli ve tecrübeli personelin görev yapmasına yönelik yeni uygulamalar geliştirilmeli, özellikle acil servislerde mesleki yönden yeterli hekimlerin bulundurulmasına dikkat edilmelidir. Bölge halkının uzun mesafeli yolculuklar yapmadan hizmet almasını sağlamak için bölgedeki merkezi hastaneler bütün dallarda yeterli hale getirilmelidir. Bölgedeki yeşil kart uygulaması, kart sahibi olma aşamasında görülebilen adaletsizlikler giderilerek geliştirilmeli ve devam ettirilmelidir. Hasta-hekim iletişiminin iyileştirilmesi amacıyla bölgede hizmet eden doktorlara temel Kürtçe cümleler öğretilmeli, gerekli durumlarda hasta-doktor diyalogunu sağlayacak yardımcı personel görevlendirilmelidir. Nitekim kadirşinas bölge halkı samimiyetle verilen hizmete müspet karşılık vermekte, doktorlara ve diğer sağlık görevlilerine minnettar kalmaktadır. Diğer taraftan halkın da hasta-doktor ilişkileri ve sağlık konularında eğitilmesine yönelik projeler geliştirilmelidir. Bölge halkının koruyucu sağlık konusunda bilinçlendirilmesi, koruyucu sağlık hizmetlerinin artırılarak sürdürülmesi ve yerel yönetimlerin bu alana katkı yapması sağlanmalıdır. Bölgedeki sağlık hizmetlerinin halka anlatılması ve TRT 6’daki sağlık programlarının eğitici nitelikte hazırlanması gereklidir.

3-Güvenlik Boyutu

Kürt sorununun çözümü sürecinin istikrarlı bir şekilde işleyebilmesi, demokratikleşme boyutunda, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik boyutta geliştirilen projelerin uygulanabilmesi güvenlik boyutunda alınan mesafeye bağlıdır. Bölge halkının demokratik hak ve özgürlüklerini kullanabilmesi ve refah düzeyinin yükselerek istikrar kazanması PKK’nin etkisiz hale getirilmesiyle sağlanabilecektir. PKK’nin bölgede varlık göstermesi, bölgede başlatılan rehabilitasyon sürecinin ilerlemesini engellemektedir. Dolayısıyla, çözüm sürecinin güvenlik boyutunda, örgütün dağıtılmasına yönelik silahlı mücadele kararlılıkla yürütülmelidir.

Türkiye’nin PKK ile mücadele tecrübesinde ilk dönemlerde askeri güç ön plana çıkmış, ancak bu yaklaşımın zararlı etkileri fark edilince tam tersi bir sürece girilmiştir. Sadece demokratikleşme, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik alanda çalışmaların yürütüldüğü, örgütle silahlı mücadelenin tali plana düşürüldüğü bu dönemde PKK bölgede tekrar güçlenmeye başlamıştır. Çözüm sürecini sadece güvenlik-merkezli ve fazla güç kullanarak yönetmek uzun vadede PKK’ye hizmet ederken, sürecin hiç kuvvet kullanmadan yürütülmesi örgütün bölgede fiili hâkimiyet kurmasına yol açabilmektedir. Bu nedenle çözüm süreci güvenlik boyutunun ihmal edilmediği çok boyutlu bir biçimde sürdürülmeli, PKK’nin silahlı kuvvet kabiliyeti mutlak surette etkisiz hale getirilmelidir.

Çözüm sürecinin güvenlik boyutunda iç ve dış dinamikler kullanılarak PKK’nin silah bırakması için çaba sarf edilmelidir. Yurtiçinde örgütün KCK yapılanmasına yönelik başlatılan operasyonlar kararlılıkla sürdürülmelidir. Türkiye’nin kendi sınırları içinde paralel bir devlet yapılanmasına müsaade etmesi mümkün değildir. Örgütün devletleşme aşamasına geçmek maksadı ile tesis ettiği KCK sisteminin dağıtılması örgütle mücadele aşamasının ilerlemesi için elzemdir. Cezaevlerinde PKK mensuplarının rahat hareket etmesinin önüne geçilmelidir. Bu mekânların örgütün eğitim alanı olmaktan çıkarılması oldukça önemlidir. İllerin ihtiyaçları doğrultusunda yeterli sayıda güvenlik personeli atanmalıdır. İl ve ilçe merkezlerindeki kalabalık yerlerde alınan güvenlik tedbirleri teknolojik imkânlarla desteklenmelidir. Bu merkezlerde MOBESE kamera sistemi yaygınlaştırılmalı ve sokak aydınlatması genişletilerek karanlık alan bırakılmamalıdır.

Örgütün eylemlerini sürdürmek için tedarik ettiği finansal kaynakların kesilmesine yönelik gerekli tedbirler alınmalıdır.

Diğer taraftan, KCK’nin Demokratik Toplum Kongresi üyeleri, milletvekilleri, belediye başkanları ve parti üyelerinin maaşlarından ve bölgedeki belediyelerden sağladığı gelirin de önüne geçilmelidir. KCK’nin Mavi Kampanya adı altında işadamlarından Kumbara Kampanyası adı altında ise esnaftan para toplaması engellenmelidir.

PKK’nin kırsal istihbaratın ve kent istihbaratının tek merkezde toplanması ve ilgili mercilere süratle ulaştırılması gereklidir. Türkiye’de istihbarat edinen kuruluşlar arasında sağlanacak sürekli işbirliği ve bu işbirliği dâhilinde hazırlanacak düzenli raporlar PKK ile mücadelede etkinliği artıracaktır. Sınır ötesi istihbarat alanında ise mevcut işbirlikleri kıymetli olmakla birlikte, Türkiye uzaydan kendine ait gözlem ve keşif uydu ağıyla istihbarat temin etmeye çalışmalıdır. Yerli imkânlarla yürütülen mevcut uydu projeleri kararlılıkla sürdürülmelidir. Yerli teknolojiyle fırlatma rampası üretimi ise mutlaka değerlendirilmeli, Türkiye kendi casus uydusunu kendi imkânlarıyla yörüngeye yerleştirebilmelidir. PKK ile mücadelede kırsal ve kent bütünlüğünü sağlamak amacıyla farklı güvenlik birimleri arasında koordinasyon en üst düzeye çıkarılmalıdır. Mücadelede silahlı güç gerektiğinde ve yeteri kadar kullanılmalı, halkın rahatsız olmasına meydan vermeden istihbarata dayalı nokta harekâtları icra edilmelidir. Örgütün organizasyon yeteneğinin ve psikolojisinin tahrip edilmesi için örgütün lider kadrosunun etkisiz hale getirilmesi veya yakalanması şarttır. Bu hedefe dönük yürütülmekte olan ve planlanan harekâtlar oldukça isabetlidir.

PKK ile mücadelede önemli bir yeri olan koruculuk sistemi ıslah edilmeli ve örgüt silah bırakıncaya kadar bu sistem etkin bir şekilde yürütülmelidir. Sistemi kendi menfaatleri doğrultusunda istismar eden, devletin gücünü yakın çevresine baskı kurmada kullanan ve kaçakçılık gibi adi suçlara bulaşan korucuların ilk etapta kazanılmasına çalışılmalıdır. Islah olmadıkları takdirde ise bu korucuların sistemden çıkarılması gerekmektedir. Devletin yanında görünerek örgütle işbirliği yapan korucular ise doğrudan sistemden çıkarılmalıdır.

Sınır güvenliğinin sağlanması için kapsamlı tedbirler alınmalıdır. Öncelikle sınır güvenliği için planlanan profesyonel birimin hazırlığı hızlandırılmalıdır. Sınırlarda, örgüt tarafından yoğun olarak kullanılan geçiş güzergâhlarında geçişi zorlaştıracak fiziki engeller inşa edilmelidir. Komşu devletlerle anlaşmalar yaparak sınır hattının daha kolay denetlenebilecek yerlerden geçmesi sağlanmalıdır. Sınırların korunması için tüm teknolojik imkânlar seferber edilmelidir. Sınır boylarına, mayın döşenemeyecek şekilde asfaltlanacak yeni yollar inşa edilmeli, kameralı ve sensörlü gözlem sistemi yaygınlaştırılmalıdır. Sınır birliklerinin binaları dayanıklı şekilde ve savunulması kolay biçimde yeniden inşa edilmelidir. TOKİ’nin yakın zamanda inşa etmeye başladığı, projeleri Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından hazırlanan yüksek güvenlikli karakollar ve karakolların çevre emniyeti için konuşlandırılan yerli robot araçlar (İzci) geliştirilerek yaygınlaştırılmalıdır. Sınır güvenliği için özellikle Türkiye’de üretilen insansız hava araçlarından (İHA) istifade edilmelidir. Örgütün sınırlardan sızma girişimlerine eşzamanlı karşılık verebilmek için de silahlı İHA’ların yerli imkânlarla geliştirilmesi gerekmektedir.

Örgütle müzakere edilerek çözüm doğrultusunda mesafe alınamayacağı göz önünde bulundurulmalıdır. Ancak barışçıl bir yaklaşımla PKK ile örgütün silah bırakmasına yönelik görüşmeler yapılabilir. Bu süreçte de örgüte itimat edilememesi ve güvenlik tedbirlerinin kesintisiz sürdürülmesi elzemdir. Örgütün silah bırakmaya yanaşması durumunda af seçeneğinin stratejik bir adım olarak değerlendirilmesinde fayda vardır. Örgüt mensuplarının topluma kazandırılması aşamasının sağlıklı işleyebilmesi için lider ekibin başka ülkelerde ikamete zorlanması gerekmektedir. Af kapsamına alınan örgüt mensuplarına bir süre psikolojik rehabilitasyon desteği sağlayabilecek bir merkez tesis edilmelidir. Örgüt silah bıraksa bile kontrol edilemeyen bazı grupların silahlı mücadeleye devam edebileceği öngörülmeli ve gerekli güvenlik tedbirleri devam ettirilmelidir.

4-Uluslararası İlişkiler Boyutu

Uluslararası boyutta hedef, her türlü imkân ve vasıtanın kullanılarak Örgütün ulus ötesi ölçekteki varlığının ve faaliyetlerinin bitirilmesi ve yurtdışı desteğinin tamamen kesilmesidir. Bu süreçte Türkiye, bilgilendirme kampanyalarından diplomatik baskıya, ekonomik yaptırımlardan askeri harekâtlara kadar tüm araçları ülkenin bekasını tehlikeye sokmayacak şekilde kullanmalıdır.

Örgüte karşı komşu ülkelerle yürütülen güvenlik işbirliği çalışmaları güçlendirilerek sürdürülmelidir. Türkiye, ABD ve Irak arasında tesis edilen üçlü mekanizmadan etkili şekilde istifade edilmelidir. Örgütün Ortadoğu’da önemli bir güvenlik problemi olduğu, sadece Türkiye’nin değil İran, Irak ve Suriye’nin de güvenliğini ve toprak bütünlüğünü tehdit ettiği ısrarla telaffuz edilmelidir. Örgütün geçmişte ve bugün Ortadoğu’daki istikrarsızlığı artırdığı, bölge ülkeleri arasındaki işbirliği süreçlerini sekteye uğrattığı ve böylece bölge ekonomisine zarar verdiği her vesile ile vurgulanmalıdır. Örgüte karşı uluslararası işbirliği hedefiyle İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) PKK ile mücadele konusunda daha etkin kılınmasına dönük girişimlerde bulunulabilir. İİT üyesi ülkelerin Türkiye’nin PKK’ye karşı mücadelesine destek vermesi için somut öneriler geliştirilebilir.

Sınır dışındaki özellikle Kuzey Irak’taki militanların takip edilmesi, ülkeye girişinin önlenmesi ve etkisiz hale getirilmesine yönelik harekât kabiliyetinin hazır tutulması gerekmektedir. Silahlı İHA’lar milli imkânlarla üretilerek Irak sınırında, Kuzey Irak’ta ve Kandil bölgesinde hedeflerin etkisiz hale getirilmesinde kullanılmalıdır. Kuzey Irak’a hava ve kara sahasını kullanmak suretiyle askeri harekât gerçekleştirme imkân ve kabiliyeti sürekli muhafaza edilmelidir. Komşu ülkelerle işbirliği ortamını koruyarak sınır ötesi harekâta elverişli şartlar ve zemin her an hazır tutulmalıdır. Kuzey Irak’ı örgütün barınamayacağı bir bölge haline getirme hedefiyle büyük çaplı harekâtlar yerine örgüt kamplarına küçük birliklerle nokta harekâtları gerçekleştirilmelidir. Silahlı İHA’larla Kandil bölgesi sürekli denetim altında tutulmalı, örgütün bölgedeki hareket kabiliyeti ortadan kaldırılmalıdır.

Uluslararası alanda, örgütün ideolojisi ve yasadışı faaliyetleri anlatılarak örgütün yalnızlaştırılması sağlanmalıdır. Dışişleri mensupları tarafından uluslararası kamuoyunda PKK’nin Türkiye karşıtı propagandalarına karşı ilgili ülkeler nezdinde doğru bilgilendirme yapılmalıdır. Avrupa’da Türkiye’nin baskıcı bir devlet, PKK’nın ise özgürlükçü bir örgüt olduğu yönünde oluşturulan algının izalesi kapsamlı bir yayın projesini gerektirmektedir. Avrupa kamuoylarına Türkiye’deki demokratikleşme süreci, bu süreçte Kürt sorununun çözümü doğrultusunda atılan adımlar ve Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde sürdürülen yatırımlar ve projeler anlatılmalıdır. Özellikle Roj TV’nin Türkiye’nin PKK ile ilgili yaptığı yayınlara cevaben karşı bilgilendirme faaliyetlerinin koordine edilmesi önem arz etmektedir. Dolayısıyla, Avrupa toplumlarına ulaşabilen Avrupa dillerinde televizyon ve radyo yayınlarına ihtiyaç olduğu gözlemlenmektedir. TRT İngilizce projesinin bu istikamette önemli bir adım olduğu belirtilmelidir.

Uluslararası alanda örgütün propagandasını yapan basın kuruluşlarının yasaklanması PKK’nin propaganda yeteneğinin bertaraf edilmesi için şarttır. PKK, KCK yapılanması ile birlikte sahibi olduğu yayın kuruluşlarını tek merkezden yönlendirmek için aynı çatı altında toplamıştır. Örgütün yayın kuruluşları, KCK’nin yürütme erkine bağlı İdeolojik Alan Merkezi altında faaliyet gösteren Basın Komitesi’nin talimatları doğrultusunda hareket etmektedir. KCK Basın örgütün yayın kuruluşlarını Türkiye, Avrupa, İran, Irak, Suriye, Rusya-Ermenistan ve kırsal alan olmak üzere 7 bölge kapsamında koordine etmektedir. Örgüt bu yayın kuruluşları ile örgüte katılım, finansal destek ve Öcalan propagandası yapmakta, dağdaki yaşamı özendirmeye çalışmakta, Türkiye ile ilgili ve PKK ile mücadele eden güvenlik güçleri hakkında bilgilendirme kampanyası yürütmekte, KCK gündemini örgüt kadrolarına aktarmakta ve örgüt sempatizanlarını sokak eylemlerine yönlendirmektedir. Bu nedenle yurtiçinde KCK’nin medya ayağına yönelik başlatılan operasyonlar kesintisiz sürdürülmelidir. Yurtdışında ise ilk etapta özellikle Avrupa’da ve Kuzey Irak’ta PKK propagandasını yapan televizyon, radyo, gazete ve dergilerin yayınının durdurulması zaruridir. Danimarka’daki stüdyolardan Fransız şirket Eutelsat’a ait uydular aracılığıyla yayın yapan Roj TV’nin mahkeme kararı ile örgütün kanalı olduğunun tescillenmesi bu açıdan önemli bir gelişmedir. Kanalın yayınının tamamen kesilmesi için başlatılan girişimler kararlılıkla sürdürülmelidir.

Uluslararası arenada PKK’nin terör örgütü olarak kabul edilmesi ve faaliyetlerinin yasaklanması için mevcut çalışmalar artırılarak sürdürülmelidir. PKK hâlihazırda ABD, Kanada, İngiltere, Almanya, Fransa ve Hollanda başta olmak üzere pek çok Batılı ülke ve Türkiye’nin komşuları İran, Irak ve Suriye tarafından terör örgütü olarak kabul edilmiştir. Örgüt aynı zamanda Birleşmiş Milletler, NATO ve Avrupa Birliği’nin terör örgütleri listesinde yer almaktadır. Buna rağmen PKK özellikle Avrupa ülkelerinde varlık gösterebilmektedir. Örgütün mevcut ekonomisi ağırlıklı olarak Avrupa merkezlidir. Örgüt ayrıca Avrupa’da propaganda amaçlı yayınladığı gazete ve dergilerin mecburi satışlarından ve düzenlediği sosyo-kültürel faaliyetlere katılım biletlerinden önemli miktarda finansal destek temin etmektedir. Avrupa ülkelerinin ise örgüte karşı mücadelede oldukça isteksiz hareket ettiği aşikârdır. 2010 yılında Almanya, İtalya, Fransa ve Belçika’da PKK’ye yönelik yapılan operasyonlar büyük ölçüde ABD’nin telkini ile icra edilmiştir.

PKK Avrupa’da özellikle Almanya, Avusturya, Fransa, İngiltere, İtalya, İsveç, Danimarka, Hollanda, Belçika ve Yunanistan’da finansman tedarik noktasında ve siyasi açıdan oldukça serbest faaliyet göstermektedir. Alman iç istihbarat servisi Federal Anayasa Koruma Teşkilatı’nın (Bundesverfassungsschutz) Temmuz 2011’de yayınladığı güvenlik raporu, PKK’nin Almanya’daki varlığını tekrar gözler önünde sermiştir. Rapor, örgütün ülkenin kuzey, orta ve güney bölümlerindeki üç merkez üzerinden 28 bölgede varlık gösterdiğini, örgüte müzahir Almanya Kürt Dernekleri Federasyonu (YEK-KOM) adı altında faal 44 dernek bulunduğunu ortaya koymuştur. PKK, Almanya tarafından 1993 yılında terör örgütleri listesine dâhil edilmiştir. Bu tarihten itibaren örgütün Almanya’daki tüm faaliyetleri yasaklanmış durumdadır. Ancak örgüt, diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi bu ülkede de farklı isimler altında ve yasal statüdeki dernekler aracılığıyla lobi çalışmaları yürütmekte, propaganda yapmakta ve para toplamaktadır. Örgütün, AB içinde sağlanan serbest dolaşım imkânıyla da Avrupa ölçeğinde hareket kabiliyeti artmıştır.

Türkiye, uluslararası düzeyde PKK ile mücadele konusunda başlatılan tüm girişimleri desteklemiş, 1970’lerden bu yana kabul edilen BM kararlarını ve sözleşmelerini kabul eden ve uygulayan ilk ülkelerden olmuştur. Ankara aynı hassasiyeti diğer ülkelerin de göstermesi gerektiği konusundaki diplomatik tepkisini devam ettirmelidir. Emniyet Genel Müdürlüğü’nde bu tepkiyi uluslararası zeminde uygulamaya dönüştürecek ve yurtdışındaki mücadeleyi koordine edecek bir Takip Birimi oluşturulabilir. Özellikle Avrupa ülkelerinin, BM Güvenlik Konseyi’nin 11 Eylül saldırıları sonrası dönemde terörizmle mücadele ile ilgili aldığı 1373 sayılı karara riayeti dikkatle takip edilmelidir. Türkiye’de faaliyetlerde bulunup başka ülkelere sığınmaya çalışan örgüt mensuplarının yargılanması veya iade edilmesi sağlanmalıdır. PKK’nin eylemlerine katılan, örgüte mali destek sağlayan ve örgüt mensuplarına yataklık yapanlara sığınma imkânının tanınmaması yönünde girişimlerde bulunulmalıdır.

Türkiye, uluslararası düzeyde kara para aklama ve örgütün finansmanının engellenmesi hedefiyle 1989’da teşkil edilen Mali Eylem Görev Gücü (FATF) üyesidir. Örgütün etkin olduğu Avrupa ülkelerinin -Almanya, Avusturya, Fransa, İngiltere, İtalya, İsveç, Danimarka, Hollanda, Belçika ve Yunanistan- tümü FATF üyesidir. Avrupa İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) bünyesinde faaliyet gösteren FATF’ın bugüne kadar aldığı 40 tavsiye ve 9 özel tavsiye kararına bu ülkelerin uyum sağlaması konusu gündemde tutulmalıdır.

Örgütün Avrupa ülkelerindeki faaliyetlerinin yasaklanması için ülkeler nezdinde ayrı teşebbüsler düşünülebilir. Bu ülkelere menfi tepki vererek mesafe koymak yerine siyasi ve ekonomik ilişkiler güçlendirilerek ülke kamuoylarında örgüte karşı tavır alınması sağlanmalıdır. Ülke kamuoylarında ortaya çıkabilecek bu olumsuz tavır örgütün Avrupa’daki finansman desteğinin kesilmesine dönük mesafe alınmasını sağlayabilecektir. Örgütün göçmenlere sahte pasaport tedarik ettiği, göçmenleri Avrupa ülkelerine sınır kapıları dışından kaçak yollarla soktuğu ve göçmenlerin bu ülkelerde yasadışı olarak kalmasını sağladığı Avrupa kamuoylarında sürekli gündeme getirilmelidir. PKK’nin Avrupa ülkelerinde “Kürt kökenli vatandaşlar yararına” ve “Kürt kültürüne katkı” kisvesiyle topladığı paranın nihai adresi vurgulanmalıdır. Mesela, 2011 yılında örgütün Kürt Kızılay’ı adı altında

Örgüt mensuplarının siyasi suçlardan ziyade Avrupa’da yürüttüğü yasadışı faaliyetlerin sorumlusu olarak yakalanması için çaba harcamak daha kolay netice verebilir. Örgütün her ülkedeki yasadışı faaliyetleri üzerine ayrıntılı raporlar hazırlanmalı, bu raporlar ilgili ülkenin yetkililerine üst düzey temaslarla sunulmalıdır. Sadece militanların ve örgütün bağlı derneklerin varlığını ortaya koyan raporların Avrupa ülkeleri tarafından beklenen alakayı görmediği açıktır. Avrupalı devletlere örgütün uyuşturucu ticareti, insan kaçakçılığı, kara para aklama ve haraç almak gibi yasadışı eylemlerini ön planda tutan işbirliği yöntemleri teklif edilmelidir. Bu suçları öne sürülerek militanların sığındığı ülkelerdeki polis teşkilatları ile ortak harekâtlar tasarlanmalı, önemli isimlerin yakalanması için gayret sarf edilmelidir. ABD’nin 2008 yılında PKK’nin “Birinci Derecede Önemli Uyuşturucu Madde Kaçakçısı Örgüt” olarak ilan etmesi bu istikamette kayda değer bir başarıdır. Aynı şekilde PKK liderlerinin ABD’nin Yabancı Narkotik Elebaşları Belirleme Yasası’na dâhil edilmesi oldukça önemli bir adımdır. Böylece, yasaya dâhil edilen PKK yöneticilerinin ABD’deki tüm mal varlıklarının dondurulması kararlaştırılmış ve Amerikan vatandaşlarının tüm dünyada bu kişilerle ticari ilişkiye girmesi yasaklanmıştır. Bu netice büyük ölçüde Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı (KOM) ile ABD Hazine Bakanlığı ve Uyuşturucuyla Mücadele Teşkilatı (DEA) arasında geliştirilen işbirliğinin semeresidir. Benzer işbirliği süreçleri Avrupalı ülkelerdeki muadil kuruluşlarla da geliştirilebilmelidir. ’’

Bu planla bir şeyler elde edip etmemeleri bir yana, Türkiye’yi daha fazla uluslar arası güçlere bağlayacağı açıktır. Rapor içeriğinin bütününe bakıldığında PKK ile alakası olmayan ve hatta düşünsel-ideolojik olarak karşıt olduğu ve mücadele ettiği her türlü insanlık dışı, ahlak dışı şeyin Kürt Özgürlük Hareketine mal edildiği görülmektedir. Metnin dili ve içeriği ipuçlarını yeterince vermektedir. Bu nedenle planın milli nitelikten ziyade NATO konseptleri kapsamında hazırlandığı anlaşılmaktadır.  Oysa daha düne kadar Türk devleti Kürtlerle masaya oturmuştu. Egemenlik geleneklerini kırarak bir ilki gerçekleştirebilir, ilk defa diyalog yoluyla çatışmalı bir meseleyi çözebilirlerdi. Fakat dışa o kadar bağımlı hale gelmişlerdi ki kendi adlarına karar alabilecek durumda değillerdi. Bu nedenle masaya oturmanın usullerine riayet etmediler. Gelinen aşamada masaya oturmanın ön koşullarından bahseden ve tamamen teslimiyeti dayatan bir rapor var ortada. Çözüm kelimesinin sıkça geçtiği ama çözüm adına karşısındaki gücü yok etmeye endekslenmiş bir strateji var. Bu noktaya gelineceğinin sinyalleri daha 2011 yılında verilmişti.

Masaya oturmanın siyasi literatürdeki anlamının anlaşmak üzere görüşmeler yapmak olduğu bilinir. Bu bir anlaşma hali değil, anlaşıp anlaşmamanın belli olacağı bir süreçtir. Çatışma çözümünü hedefleyenlerin samimiyetlerinin tartışıldığı bir ilk aşamadır. Fakat bu rapor çatışma çözümünü değil çözümsüzlüğünü geliştirme üzerine kurulmuştur. Raporu cımbızlayıp bazı olumlu değerlendirmeler vardır demek belki mümkün olabilir fakat bu yöntem tamamen aldatmaya veya kendini kandırmaya dönük olur. Rapor bir bütündür ve eylem planında hedefin tasfiye olduğu tartışmaya yer bırakmayacak kadar açıktır. Ayrıca, önerilen planın Erdoğan’ın mantalitesine uygun olduğu söylenebilir. Bu nedenle rahatlıkla sahiplenip uygulamaya koymuş bulunmaktadır.

Erdoğan yıllarca masanın iki tarafına da kendisi oturdu. Sonra akılmendleri devreye girdi ve masanın bir tarafında muhatabın bulunması gerektiğini hatırlattılar.

Diyalog zamanıydı…

Masanın diğer tarafında Kürt Halk Önderi bulunuyordu ve işler onun sayesinde ciddileşmişti. Çözüm için muazzam emek sarf etti; masadakileri bir anlamda ikna etti.

Müzakere zamanıydı…

Fakat Erdoğan başka masalarda kendinden geçmiş; Okyanus ötesi rüzgârlara kapılmış, İmralı’daki masada hile yapmaya kalkmıştı. Bu kez akıl aldığı adamlar sözde ‘bilge adamlar’dı. Masanın ortadan kaldırılması için görüş sunmuşlardı. Erdoğan ve ekibi bunun zeminini güçlü hazırlayabilmek için oyalama taktiğini devreye koydu. Fakat karşılarındaki lider her hangi bir lider değildi.

Kürt halk Önderi masadan kalktı!

Sanıyorlardı ki bir kez masaya oturdu mu artık kalkmak istemez!

Tecrit ettiler,

Avukatlarını tutukladılar,

Fakat dünyada benzeri olmayan bir Önderlikle ve ona bağlı olan milyonlarca halk gücüyle karşı karşıya olduklarını yeterince anlamadılar.

Masaya dayatılan oyun bozulmuştur…

Halk artık her yerde yeni bir sürece girildiğinin farkında olarak şunu söylüyor:

Şimdi direniş zamanıdır!

Masada oturan sanki kendisiymiş gibi masadan hiç kalkmak istemeyen kimi liberal eğilim sahipleri gerçeklere gözlerini kapatmış, direnişi sağa yatırmaya aday olmuşlardı.

Kürt Halk Önderi masadan kalkmış ama bunların gözü halen masadaydı!

Halk isyana kalkmış, devrim istiyordu; bunlar halen masayı dayatıyordu!

Masa paramparça olmuş, her yanı alev sarmışken, zorla masaya tutunmanın anlamı neydi?

Bir denge oluşmuştu. Masanın dağılması dengeyi bozmuştu. Bu anlayış ise dengeleri yıkmaktan yana değildi. Bazen alkış almak üzere dili devrim yapmaktan bahsetse de pratiği, kendine bir yaşam alanı oluşturmak için dengeleri korumaktaydı.

Dil devrimci, pratik ise dengeci olunca halk bunu kabul etmedi. Newroz direnişi dengeleri yerle bir etti.

Kortek’te, Roboski’de parçalanan canların, hapishanelere doldurulan binlerin, 13 yıldır ölüm çukurunda tutulan halk önderliğinin ve ayağa kalkmış milyonlarca halk kitlesinin dengecilik diye bir şey tanımayacakları açıktı.

Halk bir şeyin daha farkındaydı ve bunu da AKP ile tüm köprüleri atarak formüle etti: “Şimdi AKP ile oluşan tüm dengelerin yıkılması zamanıdır!”

Şimdi dengeler yıkılmış ve hem liberal-sağa yatan anlayış, hem de ‘bilge’ maskeli karanlık odakların AKP’ye sattıkları tasfiyeci anlayış devrimle yüz yüze kalmıştır.

Aklı başında olan her insan bilmektedir ki, binyılların özlemi olan Kürdistan devriminin fedailerini ve kahramanlaşmış halkını hiçbir güç zaferden alıkoyamaz.  Ne Hoca efendinin(!) katliam fermanları, ne de AKP’nin ileri faşizmi halkı sindirebilir.

Kürtlerin öfkesi sokaklara yansımakta, ‘şimdi bin yılların intikamını alma zamanıdır! Şimdi devrim zamanıdır!’ sloganlarıyla kendilerini ifade etmektedirler.

Bu nedenle Kürt halkı, Önderliğinin özgürlüğü sağlanana ve halk olmaktan kaynaklı statüsü tanınana kadar her türlü planı aşan bir direniş ruhunu kuşanmış durumdadır. Denenmiş ve bayatlamış tüm yöntemleri birlikte devreye koyarak sonuç alınacağını düşünenler halkın öfkesiyle karşılaştıkça, beklentilerinin boş hayalden ibaret olduğunu anlayacaklardır.

Halkı anlamayan kazanamaz!

AKP ne halkı sindirebilmiş ne de yanına çekebilmiştir. Bu nedenle sürecin yorumunu objektif şekilde yapan herkes AKP’nin bu politikalarla kaybetmeye mahkum olduğunu belirtmekte haklıdırlar.

Canfeda Deniz

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi

www.navendalekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net – www.lekolin.info

AKP’nin Tefeci Kadınları

Amed merkezli olarak geliştirilen Mikro Kredi adlı ‘tefecilik’ başta Van, Batman, Siirt, Şırnak, Bingöl ve daha birçok Kürdistan illerinde hayata geçirilmiş durumda. En son Hakkâri ve Yüksekova’da eski MHP Belediye Başkanı Abdurrahman Keskin’ in yeğeni Nergiz Keskin başkanlığında Hakkâri ve Yüksekova’da şubeleri açıldı. 

KÜRDİSTAN’DA MİKRO-KREDİ ADI ALTINDA ‘TEFECİ’ TUZAĞI

Mikro-kredi, kadınlara güya iş imkânı sağlamak adına bir grup kadının bir araya gelip (en az 6 kişi)  grup oluşturarak verilen belli miktarlarda kredi ile (100tl ile 1000 tl arasında) işyeri açmalarının sağlanıp daha sonra bu paranın faiziyle her hafta olmak üzere geri alınmasıdır.  Kürt kadınlarından faizli olarak alınan paralar daha sonra Ziraat Bankasına yatırılmaktadır. Verilen paralar herhangi bir banka tarafından resmi olarak verilmediği için kadınların geri ödeme gücü olmadığı zaman yüklü faizler uygulanarak zorla alınmaktadır. 

Mikro-kredi de bir araya gelen bir grup kadın aynı mahalleden, ya da aynı köyden olmak zorundadır. Bunun da amacı kadınların daha iyi örgütlenmelerinin önünü açmaktır. Bir araya gelen kadınlar iş kurma adıyla gizlice örgütlendirilecek ve bunlar da ailelerini örgütleyecek böylece büyüyen halka misali çevrelerini etkileyecekler. Hakkâri’de de Yeni Mahalle (cemaatin yoğun çalıştığı mahallelerden bir tanesidir) ‘de başlayan örgütlenmeleri bugün diğer bütün mahallelere ve diğer ilçelere yayılmış durumdadır.

‘Mikro-kredi’ adının kullanılması bir nevi projeyi meşrulaştırmaya çalışmaktır. Hâlbuki kredi herhangi bir banka tarafından değil ‘tefeci’ olarak tabir edilen kadınlar tarafından ‘el’den verilmektedir. Verilen bu paralar daha sonra açılan kermeslerde aklanıyor. Bu kermeslerde, Kürdistanlı kadınların hünerleri pazarlanarak elde edilen kazanç “fakirlere ve öğrencilere yardım” adı altında cemaatin havuzuna aktarılıyor. Bu politikanın bir diğer amacı da örgütledikleri kişilerin açtıkları kermeslerin belli bir süre sonra dükkânlara dönüşmesi ve Kürt kadınının eliyle yine Kürt kadınının alışverişine varıncaya kadar cemaatin kasasına gelir olarak dönmesi sağlanıyor. 

KÜRT KADINLARININ ‘EL EMEĞİ’ CEMAAT TARAFINDAN PAZARLANIYOR

Hakkari’li kadınların elleriyle yaptıkları ve dünyaya bir model olacak değerdeki çorap, kilim, dantel, oya vb. el emeklerinin bir Fethullah Gülen patentli Mikro-tefe kredisiyle pazarlanmaya çalışılması faşist AKP Devletinin özellikle Kürdistan’ın pilot bölgelerinden Hakkâri ve Yüksekova üzerinden yine özellikle Kürt Kadınları üzerinden geliştirdiği sinsi politikalarından biri olarak öne çıkıyor. Kürt Kadınlarının el becerileri Kürt kültürün canlı abideleri gibidir. Bu abidelerin faşist Gülen Cemaati’nin kurumları tarafından ‘Pazar’ konusu yapılması Kürt kadını üzerinden yürütülen asimilasyonun bir başka yönünü ortaya koymaktadır. 

Maddi olarak zaten sıkıntı yaşayan Hakkârili Kadınların çoğu bu tuzağa düşmekten kurtulamıyor.  Sürekli yapılan propagandalarla kadınları etkilemeye çalışıp; kredinin çok avantajlı olduğu iş imkânı sağlandığı,  eğer geri ödeme olmazsa bile hiç sorun çıkarmayacaklarını, tek amaçlarının kadınlara yardım olduğunu, özellikle Kürt kadınlarının eşlerine muhtaç olmaması için ekonomik olarak özgürlüklerinin sağlanması için çabaladıkları vs. gibi bir sürü yalan ve sahtekârca söylemlerle kadınlar teşvik edilmeye çalışılmaktadır. Fakat kadınlar bir araya gelip grup kurup kredi için imza attıktan sonra asıl kirli yüz ortaya çıkıyor. Bundan sonra kadın üzerinde baskı uygulanıp her hafta parayı geri almak için evine gidip kadının parayı geri vermesi için baskı uygulanır. Hele bir de kadın işyeri kurma şansı yakalayamadıysa parayı nasıl vereceğinin derdine düşer. Eşinden de istemesi gibi bir imkânı da yoktur. Bu şekilde tuzağa düşen yüzlerce Kürdistanlı kadını asıl psikolojik olarak bundan sonra yıkılıyor. Kendisi de Hakkârili olan Nergiz Keskin ev ev dolaşarak Kadınları bu projeye teşvik ediyor. İlk kez projenin Hakkâri’de geliştirilmek istenmesi yine Nergiz Keskin tarafından önerilmişti. Gülen cemaatine bağlı kadınlar bu projeye yoğun katılımla destek veriyor. Hakkâri ile sınırlı kalmayan Keskin Yüksekova’da da şubesini kurmuştur. Hakkâri’nin diğer ilçelerinde de geliştirilmek istenen proje için ısrarla halktan destek isteniyor. 

Önce Hakkâri Üniversitesi Rektörlüğü bünyesinde Hakkâri Valiliği desteği ve denetiminde çalışma yürütülen mikro-tefe-kredi projesinde açılan şube daha sonra kendisi de Fethullah Gülen cemaati üyesi olan ve bundan uzak bir görüntü vermeye çalışan Üniversite Rektörü Prof. Dr. İbrahim Belenli tarafından güvenlik gerekçesiyle Rektörlükten dışarı çıkarılmıştır. Bunun üzerine Bulvar Caddesinde bulunan Hakkâri Valiliği İl Özel İdaresi’ne taşınan mikro-kredi burada çalışmalarına devam etmiştir.

Asimilasyon politikalarında pusulayı şaşıran-Türkçülük histerilerine katılan faşist AKP hükümetinin bu şekilde kadınlardan grup oluşturarak para yoluyla örgütleme yapmaya çalışması kirli ve sinsi yüzünü ortaya koyuyor. Tabi bu ne ilk ne de son olacak bir çalışma. Bundan önceki politikalarını da hatırlamak gerekir. Mesela çocuklara süt parası adı altında yine kadınlara maaş bağlaması ve sanki Kürt Kadınlarına “ekonomik anlamda bağımsızlık getiriyor” şeklinde propaganda yapıyor olması bunlardan bir tanesidir. Yüzyıllarca Kürdistan topraklarında verimin emeğin analığını yapmış Kürt Kadınına birkaç kuruş para vererek kendine bağlayacağını sanması herhalde ancak AKP ‘ce nitelendirilecek bir durumdur. 90’lı yıllarda yine faşist Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin eliyle yakılan binlerce Köyü hatırlayalım.  Her köylünün sahip olduğu binlerce hayvanın telef edilmesi, bağ, bahçe, tarlaların yakılması, on binlerce meyve ağaçlarının köklerinin bile bırakılmaması vs. daha sayamayacağımız bir sürü barbarca durumun Kürt insanını özellikle de toprağın asıl sahibi, verimin kaynağı Kürt Kadınını; güya 3 ayda bir veriyormuş gibi gösterdiği (ama yılda bir bile bazen vermediği)  sanki bir minnet yapıyormuş çok önemli bir yardım yapıyormuş gibi gösterdiği çocuk parası da yine faşist AKP Devletinin büyük aldatmacalarından bir tanesidir. 


Kürdistan kentlerinde özellikle Hakkâri, Şırnak gibi pilot bölgelerde uyguladığı politikalar bunlarla da sınırlı değil. Yine Faşist AKP Devleti Başbakanı Tayyip’in yakın bir süre önce söylediği en az 3 çocuk söylemi kadın bedeni üzerindeki sömürünün en büyük göstergesidir. Ülkeyi öylesine bir tekçi zihniyetle yönetmek istemektedir ki devletin küçük birimi olarak nitelendirilen ailelere özellikle de kadınlara yönelip kaç çocuk sahibi olacaklarına kadar karar vermeyi de kendisine hak olarak görmektedir. Olayın diğer önemli boyutu ise Tayip Erdoğan’ın  “3 çocuk” çığırtkanlığıdır. Fakat bu 3 çocuk meselesi Kürdistan’da başka uygulanmaktadır. 3 çocuk yerine, Kürt kadınlarının kısırlaştırılmasına çalışılmaktadır.  Kısırlaştırma-doğum kontrol uygulaması için Kürdistan’da AKP yandaşı bütün sağlık kuruluşları harıl harıl çalışmaktadır. Bu şekilde Kürt nüfusunun azaltılması planlanmaktadır. 

Son günlerde faşist AKP Devletinin ‘kürtajcı’ başbakanı tarafından yeni bir faşizan uygulama daha tartışmaya açılmıştır. Kadının nasıl doğum yapacağı ‘tekçi Tayip’ tarafından belirlenmek isteniyor. Her kes; kadın, erkek, çocuk toplumun bütün kesimleri AKP’nin belirlediği ‘tek tipe’ zorlanmaktadır. 

Aslında bu tür hareketlerle Erdoğan ve Gülen Cemaati her şeyi ‘tek tip’leştirmek istemektedirler. Yani tekçi devlet zihniyeti olan ‘her şeye ben karar veririm’ anlayışı hâkim kılınmak istenmektedir.
Faşist Gülen cemaatinin mantar gibi çoğalttığı Kuran Kursları da özel çalışma alanları arasında yer almaktadır. Özellikle de Hakkâri’de sayısının hızla arttırılması tesadüf değildir. Yeni mahallede yine Bulvar Caddesinde Sümbül Giyimin bulunduğu binanın arka kısmında ‘Kuran Kursu’ hücre evleri açılıyor. ‘Kuran öğretme’ bahanesiyle Kürt kızlarının buralarda devşirilmeye çalışılıyor. Ailelere de “çocuklarınıza Kuran öğretiyoruz” denilerek ‘devşirme’ faaliyetleri için onay alınmaktadır.  

Gülen Cemaatine bağlı kadın çalışanlar (bunlar genelde Polis, Uzman Çavuş eşleridir)  daha önceden kandırılıp Cemaate katılan Kürt Kadınları üzerinden onların akrabalarına ulaşılıp ‘daha çok Kürt Kadını’ şiarıyla örgütleme yapmaktadırlar. Devşirilen kadınlar, Özgür-Der evlerinde Pazartesi ve Perşembe günlerinde toplanıp cemaate bağlı polislerin eşleri tarafından eğitilmektedir. 

Kürdistan’da Kürt Kadına yönelik Gülen Cemaati ve onun taşeron partisi AKP’nin teslim alma, iradesizleştirme, kültürel-sosyal anlamda soykırım planları ne ilk ne de son olacaktır. Kürt kadınının kimlik, dil ve kültürel alanda etkisinin tasfiye edilmesi Kürt halkının da tasfiyesi anlamına gelecektir.

Nergiz Botan

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net – www.lekolin.info  

AKP Batı Kürdistan’a Müdahale Ediyor

ABD ve AB Suriye’deki iç sorunun daha da alevlenmesi için AKP eliyle kirli senaryolarını adım adım uyguluyorlar.

Ortadoğu’da Kapitalist Modernist sistem kendi inşası olan Tunus, Mısır ve Suriye gibi diktatoryal rejimlere karşı gelişen halkların isyanının önünü alamayınca kendi kontrolüne alarak içini boşaltmaya çalıştı. Bu çerçevede ABD ve AB Türkiye’yi Ortadoğu’yu dizayn projesinin piyonu olarak kullanarak amaçlarına ulaşmaya çalışıyor. Kürtlere ve diğer etnikteki halklara yapılan katliam, baskı, sömürü, talan, asimilasyona göz yumarak halkların temel hak ve özgürlükleri kısıtlanıyor. Sanki hiçbir sorun yokmuş gibi ne kadar demokratik olduklarını gösteriyorlar. Askerlerin ve gerillaların yaşamlarını yitirmesinden sorumlu olan ve Ortadoğu’da halkların eşitlikçi, özgür ve demokratik bir yaşamı engelleyenler ABD ve AB’dir. ABD ve AB Ortadoğu’da onlarca yıl destekledikleri diktatörlüklere karşı halkın isyanı durdurulmayacak bir şekilde gelişince hazırladıkları plan ve projeler çerçevesinde dezenformasyon haberler ile kaosu derinleştirerek süreci manipüle etmeye çalıştılar.


ABD ve AB’nin piyonu Türkiye ne yapmaya çalışıyor?

ABD ve AB Suriye’deki iç sorunun daha da alevlenmesi için AKP eliyle kirli senaryolarını adım adım uyguluyorlar. Bu senaryoların bir parçası olan Türkiye Suriye’deki iç sorunu bahane ederek kendi ülkesinin sınırlarını koruma adı altında asker, lojistik ve tekniki malzeme yığınağı yapıyor. Mülteci kampı adı altında Suriye’den gelecek olan sığınmacılar için Kızılay yoluyla acılan çadırlarda kendi askerini kamuflajlı bir şekilde bekletiliyor. Türkiye – Suriye sınırındaki Hatay ile İskenderun sınırında bekletilen donanımlı askerlerin yanı sıra Ak Deniz de İskenderun deniz kuvvetlerine bağlı deniz birliklerinin her an Suriye’ye bir çıkartma yapacakmış gibi hazır bulunduruyor. Deniz güvenliğinden sonra Türkiye’nin kara sınırındaki Mardin’den Şırnak’a kadar olan sınır şeridine ağır silahlar,  tank, lojistik ve askeri sevkiyatın yaparak, Antep’in Kilis ilçesindeki sınıra da radar sistemi ve askeri birlikler kaydırılıyor. Suriye’yle olan sınır boylarını adeta ablukaya almıştır. Hava kuvvetlerine bağlı Diyarbakır ve Malatya’daki hava üslerinde ise savaş uçaklarını saldırı için bekletiliyor. Suriye sınırında casus uçaklar da alçak uçuşlar yapılıyor. Yine NATO, ABD ve AB’nin Suriye’deki iktidar karşıtlarına ekonomik ve silah yardımlarını Türkiye üzerinden yapıldığı açıktır. En son Suriye’deki Esad karşıtlarına Hatay üzerinden Suriye’ye silah soktukları ortaya çıktı. Suriye’de desteklenen Esad karşıtlarına her türlü katliamı gerçekleştirerek dezenformasyon haberlerle sanki Suriye’nin güvenlik güçleri yapmış gibi gösteriliyor. Suriye’ye uluslararası güçlerin müdahale etmesi için piyon olarak öne çıkartılan Türkiye onların istediği şekilde rolünü oynaması, G20 zirvesinde Erdoğan’ın Obama ile görüşmesinin ardından Suriye ordusuna sızdırılan casuslarının talimatlarıyla Türkiye’nin F4 savaş uçağının düşürülmesiyle gündem yaratıldı. Düşürülen uçağın ardından Suriye ordusundan bir generalin otuz üç asker ile birlikte Türkiye’ye sığınması düşündürücüdür. Suriye’nin Türkiye uçağını düşürmesinin hemen ardından NATO’ya üye olan devletlerin temsilcilerinin hemen toplanma kararı alması, ABD Dış İşleri Bakanı Clinton’un sert bir açıklamayla Suriye’yi eleştirmesi yine AB’ye üye olan devletlerden de olumsuz açıklamaların gelmesi Suriye’nin parçalama sinyallerinin göstergesidir.


109 askerin ölümünü ve düşürülen 4 Skorsky’i bırakıp Suriye’yle uğraşıyor

Yıllardır kendi iç sorununa çözüm getirmeyen Türkiye, Kürtlere ve diğer etnik kökenli halklara yapılan katliam, baskı, sömürü, talan, asimilasyon vs. görmeyerek talan ile gasp edilen bu halkların temel hak ve özgürlüklerini kısıtlayarak sanki hiçbir sorun yokmuş gibi kamuoyuna yansıtılıyor. Oysaki dünyadaki devletlerin öyle olmadığını bilerek buna sessiz kaldığını bütün halklar biliyor. Türkiye’nin 34 yıldır PKK ile savaşarak bir türlü başarı elde etmeyerek askeri operasyonları her seferinde gerillalar tarafından boşa çıkartıldığı gibi Kürt haklıda siyasi operasyonları boşa çıkartılmayı başarıyor. Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerini savunan ve gasp edilen değerleri geri almak ve korumak için Kürtlerin savunma gücü olan HPG’nin 19 Haziran’da Rubarok, Oramar, Dağlıca ve Şıtazan da Türk ordusuyla gerçekleşen eylemler sonucunda HPG gerillalarının Türkiye’ye ait 4 Skorsky düşürülürken 3 kobra ile 6 skorsky de darbelendi. 109 asker öldü. 100’den fazla asker de yaralandı. 15 gerillanın da yaşamını yitirdiğini kamuoyu bildiği halde sessiz kalmıştı. Bir günün bilançosu bunlar iken dünya liderleri bu eylemler için sessiz kalmıştı. Dünya bir F4 uçağı düşürüldüğü iki pilottan haber alınmadığı için en sert açıklamaları yapıtlar. Türkiye’de gerilla eylemlerinden hala ders çıkarmayarak kendilerine askerlik yapacak olan fakir halkın çocuklarını kurban olarak kullanılmaya devam edeceğini gösteriyor. ABD-AB ve onun operasyonel örgütü NATO ise sermayelerine sermaye katmak ve Türkiye’yi kendilerine muhtaç bırakmak için Kobra ve skorsky satmak için sevindikleri için seslerini çıkartmıyorlar.

AKP Batı Kürdistanlıları hedef aldı

AKP devletinin Dış İşleri bakanlığı Suriye’ye müdahale etmek için Hewler ve Halep konsolosluklarına gizli belgeler gönderdi. Gönderilen belgelerde Batı Kürdistan’daki Kürtleri karalamak, itibarlarını zedelemek, Araplara Kürtleri hedef olarak göstermek, Kürtleri birbirine düşürmek gibi konuları içeren maddeler yer alıyor. Batı Kürdistanlıları Suriye’den göçe zorlamak için her türlü senaryolar uygulanıyor. Göçe zorlanan Kürtlerin Irak ve Federal Kürdistan’da kurulan kod isimli şirketlerde çalışmalarına yardımcı olmak, AKP devleti tarafından acılan YNK ve KDP bünyesindeki kentlere ve kamplarda kalmalarını teşvik etmeye çalışılıyor. Batı Kürdistan’daki PYD’nin(Demokratik Birlik Partisi) faaliyetlerini engellemek için jet hızıyla karalama kampanyalarının yapılması isteniyor. Suriye rejiminin kırılma noktasına geldiği bu günlerde Kürtler kendi güvenliklerini kendileri sağlıyor. Kürtlerin yaşadıkları şehirlerde şehrin giriş ve çıkışlarını denetim altına alarak şüpheli kişilerin şehre girmelerini engelliyor. Meşru savunmanın gereği yerin getiriliyor.


Reşit Dîlan/Qamişlo

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net – www.lekolin.info

Laik Hırsızlar Gitti Abdestli Hırsızlar Geldi

 “Bugüne kadar egemenlerin ve geleneğin yanlış din algısı yüzünden ritüeller tek başlarına öne çıkarılıp, sosyal sorumluluklar ahirete ertelendi ve unutuldu. Biz sosyal adalet mesajlarını hatırlatmaları ve unutturmamaları için o ritüellerin İslam dinin bir gereği olduğunu savunuyoruz.” 


Kamuouyu onları, “Abdestli Hırsızları istemiyoruz. Abdestli Kapitalizmi İstemiyoruz” gibi söylemlerle Taksim Meydanı’na çıkıp, 1 Mayıs’ı diğer emekçilerle birlikte kutlamasıyla tanıdı.
Kendilerini Anti Kapitalist Müslüman Gençlik olarak tanıtan bu grubun üyelerinden Kadir Bal ve Sedat Doğan ile gündemdeki sorunlar ve çözüm yollarını konuştuk...

Sayın Kadir Bal izlediğimiz kadarıyla İslam’ın yeniden gerçek anlamıyla ele alınması, yani İslam’ın özüne dönmesi gerektiği üzerinde önemli vurgulamalarınz var. Peki İslam’ın özü ile uygulama arasındaki fark nasıl oluştu?


Bizce İslam, kitlelere egemenler eliyle alttakileri sömürmek, üsttekileri ise güldürmek biçiminde dayatıldı. Alttakilere ‘sabredin’ derken üsttekilere ‘soyun soğana çevirin’ dediler. Allah’ın sesi ile yoksulun sesini birbirinden ayırdılar. Bunu da imtihan maskesi ile sundular.

Sosyal sorumluluklar ahirete ertelenemez

Namaz, hac, oruç bunlar İslamın şartları olarak gösteriliyor. Ancak, siz bunları daha çok ritüel olarak görüp, aslında İslam’ın toplumsal yönünün ön plana çıkmasını savunuyorsunuz. Bu konuyu biraz daha açabilir misiniz?


Namaz, hac, Oruç gibi ritüeller İslam’ın sosyal mesajının birer sembolik ifadesidir. Ritüeller, öne çıkarmaya çalıştığımız mesajların berisinde, gerisinde değildir. Bilakis ritüeller ile mesajlar iç içedir. Namaz ile Allah’a yönelirken, dünyanın gelip geçici zevklerine, güzelliklerine saplanıp kalmamayı, oruç ile sadece midemizi aç bırakmayı değil, sömürü ve israfın karşısına kolektif bir direniş duvarı örmeyi, azgın üretim ve azgın tüketimin karşısına mütevazi ve sade sofralarla çıkmayı savunuyoruz. 


Haç ile sadece Kabe’nin etrafında 7 tur dönüp gelmeyi değil; yeryüzünün tüm mağduriyetinin yanında ve yeryüzünün tüm zulmünün karşısında bir tavır almak için yıllık büyük buluşmayı anlıyoruz. Kabe’nin etrafında beyazlar giyerek, kadın, erkek- yaşlı, çocuk, siyah, beyaz demeden bir binanın tuğlaları gibi saf tutmayı anlıyoruz. Bugüne kadar egemenlerin ve geleneğin yanlış din algısı yüzünden ritüeller tek başlarına öne çıkarılıp, sosyal sorumluluklar ahirete ertelendi ve unutuldu. Biz sosyal adalet mesajlarını hatırlatmaları ve unutturmamaları için o ritüellerin İslam dinin bir gereği olduğunu savunuyoruz. 



Müslümanlığın antikapitalist bir öz taşıdığını belirterek 1 Mayıs’ta yerlerinizi aldınız. Bu çok önemli bir geliyme olarak kamuoyuna yansıdı. Aslında sizin sosyalizmi savunduğunuzu bazıları “Bunlar karpuz gibidir, üstü yeşil ancak keserseniz için kırmızıdır” şeklinde dile getirdi. Siz, İslam’ın özüyle ile sosyalizmin insan sömürüsüne karşıtılığı ile bir benzerlik görüyor musunuz?

 
Karpuz metaforu Türkiye muhafazakar zihninin kendisini ele verdiği bir imgedir. Karpuzun dışı yeşildir. İçi ise kırmızı. Biz de bu bağlamda anti-komünizm üzerine konuşlandırılmış Türkiye muhafazakarlığı nezdinde, söylemleri ve dış görüntüsü ile yeşil; yani İslami şeyler söyleyen ama söylemlerinin içine girildiğinde aslında komünizm propagandası yapan insanlarız! Subhanallah! 
Bunu kendi Abdestli Kapitalist’likleriyle yüzleşmemek için bize söylüyorlar. Biz Müslümanız. 


21.yüzyılın dilinde eşitlik-emek-ekmek-paylaşmak gibi argumanlar sosyalizme mal edilen kavramlar olduğu için, bunun nasıl sosyalizm tekelinde, sosyalizmin kucağına itildiğini sorgulamak yerine, bu kavramları sola terkedip, bu kavramlardan kırmızı görmüş boğa gibi kaçıyorlar. O yüzden biz hem muhafazakar kesime hem de sosyalizm tekelcilerine şunu söyledik. ‘Allah’ diyen çığlıklar ile ‘Ekmek’ diyen çığlıkların arasını açanlara hizmet etmeyeceğiz. Allah-Ekmek-Özgürlük temel şiarlarımızdandır!

“Abdestli hırsız istemiyoruz” sloganı çok belirgin bir söylemizdir. Siz İslam’ın toplumsal boyutlarını ön plana çıkarıp oy alan, ancak iktidara gelir gelmez eski sömürü düzenini daha da katılaştıran bir iktidar, ya da kendini İslami aydın olarak tanımlayıp da bunlara ses çıkarmayanların neye hizmet ettiğini düşünüyorsunuz?


Bunlar çağın firavunları olan emperyalizme ve çağın Karun’u olan Kapitalizme hizmet etmektedirler.
 
Türkiye’de daha önceki abdestsiz hırsızların yerini abdestli hırsızlar mı alıyor? 



Evet. Kendilerini laik Kemalist zeminlerde ifade eden, ordunun silahını halkın üzerine çevirmekten zevk alan hırsızlar gitti. Şimdi yerine kendini muhafazakar-demokrat zeminlerde ifade eden ve militarizmin silahını halkın üzerine çeviren hırsızlar geldi. Abdestsiz zalimler gitti yerine abdestli zalimler geldi.

Kürdistan’da Uğur Kaymaz, Ceylan Önkol devlet tarafından öldürüldü. Yine Roboski’de 35 Kürt, savaş uçaklarınca katledildi. Yine KCK operasyonları adı altında Kürt avı her geçen gün daha da farklı bir boyut kazanıyor… Buna ses çıkarmayan ve kendilerini Müslüman olarak tanıtan insanları nasıl tanımlıyorsunuz?


Buna ses çıkarmayan Muhafazakar kesim ne yazık ki cehennem de yerlerini hazırlıyorlar. Allah hem bu dünya da hem de ahirette, kendileri olmalarına izin verilmeyen, haksız yere yerlerinden yurtlarından edilen, ekmeği elinden alınan, bebeleri öldürülen, yurtları yağmalanan bir kavmin hesabını çok sert bir şekilde soracaktır.

Kürtleri talebi talebimizdir

Anti Kapitalist Gençlik olarak ne şekilde Kürtlerin yanında yerlerinizi alacaksınız?


Biz tavrımızı 1 Mayıs’ta dosta düşmana, net bir şekilde deklare ettik. Sloganlarımızdan biri de: “Kürt Halkının Talepleri Taleplerimizdir” şeklinde idi. Tavrımız Kürt halkının talepleri doğrultusunda devam edecektir. Haksızlıklara karşı yanlarında, onların da kendi elleriyle işleyecekleri haksızlıklara karşı onların da karşısında yer alarak, her daim zulmün karşısında mazlumun yanında olmaya devam edeceğiz.

Sistem geçmişte, dini kendi siyasetine alet ederek başta Ermeniler olmak üzere, çeşitli halklara soykırım dayattı. Yine, Dersim, Maraş, Gazi gibi Kürt alevilerin katliamını esas alan vahşete yöneldi. Bunları yaparken, inançlar arasındaki farklığı düþman gösterdi. Sizce Müslümanlar bu anlamıyla kendileriyle kendileri ile yüzleşmeli mi?


Müslümanlar kendileri ile yüzleşemedi elbette. Müslümanlar kendileri ile yüzleşmesinler diye Egemenler sürekli olarak Müslümanlar diye tabir ettiğimiz muhafazakar çoğunluğu havuç politikaları ile sürekli oyaladı. Dersim Katliamına rağmen, Türkiye Sol’u ve Türkiye Aleviliği ekseriyetle kendisini Kemalist faşizme yasladı. Sünni muhafazakarlık ise Kemalist tahakküm karşısında sağcı refleksler ile askeri kışkırtmadan, takiyye yaparak iktidar araçlarını ele geçirmek için çabaladı. Fakat her halukarda iktidara yaklaştıkça biri Abdestsiz Kapitalizm’in kuklası olurken diğeri de Abdestli Kapitalizm’in kuklasına dönüştü. Ne Müslümanlar ne de Alevi-sosyalist çevreler, çok az kesimi istisna tutarsak ekseriyetle ne kendileri ile ne de bir birleri ile yüzleşmediler. Herkes kendi tahakküm eğiliminde boğuldu gitti. Olan garibanlara kimsesizlere, topraklarından sürülenlere, cezaevlerinde direnen ve unutulanlara, açlık sınırında yaşayan insanlara olurken; bu durum sadece azgın azınlık olan sermeya ve onun politik çevrelerine yaradı.


Türkiye’de son bir yıldan beri Halkların Demokratik Kongresi var. Değişik halklar ve değişik inançlar sorunlarının çözümlerini ortaklaştırmak için böylesi bir oluşuma gitti. Bu konudaki geliþmeleri izleyebiliyor musunuz? Ayrıca, sizce ezilenler kurtuluş mücadelesini nasıl ortaklaştırabilir?


Bu konudaki gelişmeleri dikkatle takip ediyoruz lakin henüz tümden olumlu ve de tümden olumsuz bir şey söylemek için erken olduğunu düşünüyorum. Bana göre ‘ezilenlerin, kurtuluş mücadelesi biraz büyük bir iddia… Ezilenler derken hangi ezilenler? Ezilenleri ezenlerden ayıran keskin çizgiler mi var? AKP’ye oy veren yüzde 52 ezilenlerin dışında bir kitle mi?


O yüzden bence ezilenlerin de ezenlerle olan ilişkisini tartışmak gerekiyor. Ezilenler ezildikleri kadar da ezmiyorlar mı? Ezenler de aynı zaman da başkaları tarafından ezilmiyorlar mı? Demek ki toplumsal düzlemde bir iç içe geçmişlik söz konusu. Keskin ayrımlar ve taraflar söz konusu değil. Ezen ezilen olgusundaki tüm taraflarını ortak bir söze davet etmek gerekiyor. O ortak söz ise İslam’da La İlahe İllallah ve Leh’ul Mülk’tür. Yani insanın insana kulluğuna son ve mülkiyetin-iktidarın zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlete dönüşmemesine yönelik bir çağrıdır… Bu davet ezilirken de ezmekte olan şirazesini şaşmış, pusulasını kaybetmiş bir çağa, derinden bir haykırıştır. “Gelin yeryüzünde beraberce bir Daruşelam yurdu kuralım ey erdemliler” diyen bir çağrıdır.
 
Diğer dini kesimlerden size olan ilgi ne düzeyde?


Günden güne artan bir ilgi ve katılım talepleri ile karşı karşıyayız.
 
Türkiye’de farklı söylemlerle yola çıkan değişik inisiyatifler süreç içinde toplum ve devletin baskısıyla dağıldı… Siz, toplumda İslamiyetin çarpıtılmasının bir rahatsızlık yarattığını düşünüyormusunuz?


Mazlumiyetin hattını güçlendirmeden, salt ezen-karşıtçılığına oynamanın bir sonucudur bu. Zulme karşı mücadele edebilmek için öncelikli olarak ezilenlerin kendi aralarında “tevhid’i bir sözleşmeye” yani “ortak bir söze” gelmeleri gerekir. Aksi takdirde herkes kendi mahallesinde kurduğu yapıları ile dağıtılır durur. Sonuçta egemenler de bu yapıları boş bırakacak değil herhalde. Her egemen kendi iktidarını sağlama alabilmek için kendisine karşı çıkanları daha küçükken ezer, un ufak eder. 



O halde ezilenler mağdurlar niçin bu kadar dağınık ve kendi aralarında bin parçaya bölünmüş durumdalar? 
Örgütlü zulmün karşısına örgütsüz bir mazlumiyetle dikilmek akıl kârı mı?



Öyle ise öncelikli olarak ezilenler kendi hatlarını güçlendirmeleri lazım değil mi? Toplumda birbirlerinin imajlarının nasıl egemenler tarafından çarpıtılıp karikatürize edildiğini görmemiz gerekmiyor mu? Fillerin tepişmesine aldanmamak lazım. İslam’ın sosyal adalet mesajlarının gizlenip, ritüeller üzerinden içinin boşaltılmasında muhafazakarından, laikine dek herkesin vebali vardır. Çağ bu vebalin faturasını AVM inşaatlarında yanan işçiler ve katır sırtında ölülerini taşıyan mazlum insanlar ile ödemektedir. İslam’ın La İlahe İllallah parolası ve “Allah- Ekmek -Özgürlük” sloganlarımız ile biz bu oyunu bozmaya geldik. Biz Anti Kapitalist Müslüman Gençleriz! 

Egemenlerin tuzaklarına ve oyunlarına karşı her daim mazlumlarla beraber olacağız, inşallah. Bu böyle biline…

Kriz sistemde aranmalıdır


Yunanistan, İspanya, Portekiz ve İtalya’da yaşanan ekonomik kriz, işlerin hiç de kapitalist sistemin gösterdiği pembe tablo gibi olmadığını gösterdi. Avrupa’da ezilenlerin kemer sıkma politikalarına karşı gösterdiği tepkileri ve Ortadoğu’da savaşlarla açılmak istenen yeni pazar alanlarını aynı zamanda bu sistemin sıkıntılarını da gösteriyor.


Anti Kapitalist Müslaman Gençlik’ten Sedat Doğan ile de dünyadaki ekonomik kriz, Türkiye’nin NATO yanlısı politikası ve Suriye’deki durama ilişkin konuştuk…

Siz dünyayı etkisine alan mali krizin nedenlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Yine kapitalist sisteme karşı İstanbul’da Oppucy Wall Strett örneğindeki gibi çalışmalarınız var mı?


Yunanistan’daki mali krizin nedenini, Avrupa Birliği’nin üye ülkelerle geliştirdiği sosyo-ekonomik ve politik ilişkilerin ağında aramak gerekir. 2009’da yürülüğe giren Lizbon Anlaşması‘na göre, “Bir üye devletin doğal afetler veya kontrolü dışındaki istisnai durumlarla güçlüğe düşmesi ve ciddi tehdit altında olması durumunda Bakanlar Konseyi’nin AB’nin finansal desteğini talep edebileceği” hükmünü içermektedir. Anlaşma hükmüne paralel bir şekilde gelişen Yunanistan’da 2009’daki hükümet değişikliği, önceki hükümetlerin ekonomik verilerini tersyüz etmişti. Yeni hükümet, 2008 bütçe açığını yüzde 5 değil yüzde 7.5 olduğunu ilan etmiştir. Bu durum hem piyasalarda güvensizliği doğurmuş hem de Lizbon Anlaşması‘na göre AB’nin Yunanistan’ın ekonomik işlerine müdahalesine olanak tanımıştır. AB’de yeni hükümete bütçe açığını yüzde 3’e çekilmesi yönünde talebini iletince, ücretlerde düşüşler ve işten çıkarmalar Yunanistan’ın kaderi olmuştur. Çünkü Avrupa Birliği ayıracağı kredinin ödemesini kemer sıkma politikalarıyla adeta önceden temin etmenin yoluna gitmiştir. Bu durum tipik finans kapitalizmin risksiz ekonomi politiğinin yansımasıdır.


Sosyal refah devletinden sonra üretim ilişkilerini uzak ülkelere taşıyıp kendi işçi sınıfının geleceğini karartan kapitalizm, Çin modeli üretimin yani ucuz maliyetle yüksek kar anlayışının hakim olabilmesi için, finans kapitalizmin can yakıcı modellerini uygulamaktadır.


Kapitalizmin üretim ilişkilerinden finansal spekülasyonlarına, emperyalizm eliyle ülkeleri sömürmesindenden, doğayı tahribatına kadar, birçok alanda antikapitalist duruş sergileyen bir topluluğuz. İslami bir gelenekten gelip, üretilen yanlış din algısına da itirazımız var. Teorik ve pratik çalışmalarımızı eşgüdümlü hale getirmeye çalışıyoruz. Zamanla oluşumumuz içerisinde farklı alanlarda spesifik çalışmalar yapan arkadaşlar da çıkacaktır.

Türkiye’nin Suriye meselesi, İslami kesim, ya da Türkiye’deki sol kesimler arasında önemli bir fikir ayrışmasına da birlikte getirdi. Kimileri Suriye’ye bir dış müdahale isterken, kimileri de karşı. Siz bu farklılıkları nasıl değerlendiriyorsunuz?


Böylesi bir durumda tarafgirlik sergilemekten öte, varolan yapıyı anlamak çok daha önem arzediyor. Halkın, kendini yıllarca sömürgeleştiren tiranlarına karşı başkaldırması kayda değer bir durumdur. Bu başkaldırışın emperyalistler tarafından manipüle ediliyor olması da emperyalizmin doğasından kaynaklanmaktadır.  Eğer emperyalizme karşı bir duruş sergilenmek isteniyorsa, muhalifleri emperyalizmin oyunlarına alet olan bir grup olarak nitelemektense, muhaliflerle birlikte Ortadoğu’nun Baasçı rejimlerine karşı ortak tavır alınmalı ve böylece emperyalizmin dolduracağı boşluğu, onlardan önce doldurmalıdır.

Emperyalist bir müdahaleyi istemeyenlere ‘Esadçı’ yaftası takılıyor. Bunu da çoğunlukla İslamcılar ve sol adına bazıları yapıyor…


Askeri müdahaleye karşı çıkmakla birlikte muhalif güçleri desteklemek paralellik oluşturmalıdır. Hem öyle hem böyle siyasetinin mümkün olamayacağını iddia edenler ise kapitalizmle sorunu olmayan, ulusalcı kesimlerdir. Oysa kapitalizm doğası gereği emperyalisttir. Bu okumayı sağlıklı yapan İslamcılar ve solcular bu dualist karşı koyuşu pekala becerebilirler.

Peki Türkiye’nin NATO yanlısı yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?


Türkiye, Batı’nın bölgedeki siyasi ve ekonomik temsilcisi olduğu için, NATO yanlısı çıkışları yapması gayet anlaşılır bir şeydir. Kötü olan durum hükümet tarafından manipüle edilen geniş Sünni Müslüman kesimin, muhaliflerin yanında dururken emperyalizme karşı bir tavır alamamasıdır. Sureye halkını temsil eden gerçek irade ise “Ne emperyalizm ne de dikta rejimi” diyen meydanlardaki Suriye halkıdır.


MUSTAFA İLHAN


YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

Marksist Dünya Tarihi / Bölüm 1: Hominid Devrimi

Counterfire.org sitesi yayın kurulu üyesi ve arkeolog Neil Faulkner’ın 2010 yılından bu yana sürdürdüğü ve 82. bölümüne ulaştığı “Marksist Dünya Tarihi” yazı dizisini, Türkçe çevirisiyle ilk bölümünden itibaren yayımlıyoruz. Faulkner, dizinin ilk bölümü olan “Hominid Devrimi”nde, ilkel maymundan sosyal olarak işbirliği yapan insanoğlu oluşuna dek günümüz insanının evrimsel gelişiminin bir şemasını çiziyor.


Arkaik maymunun yeni bir formu, 3.2 milyon yıl önce Etiyopya’daki Afar Çöküntüsü’nde gezinmişti: Australopithecus afarensis (“Afar’ın Güney Maymunu” anlamına gelir). 1974 yılında antropologlar, “australopithecine”in 47 adet fosil kemiğini ortaya çıkardılar –tam bir iskeletin yüzde 70’i.

İnce “narin” yapısında, bunun bir kadın olduğuna hükmettiler ve “Lucy” adını verdiler (her ne kadar erkek olabilse de ).


Boyu sadece 1.1 metre, ağırlığı ise 29 kg. civarındaydı ve öldüğünde muhtemelen 20 yaşındaydı. Küçük boyutu, kısa bacakları, uzun kolları ve ufak kafatası nedeniyle, Lucy daha çok bugünkü şempanzeye benziyor olacaktı.


Ancak çok önemli bir fark vardı: Lucy dik yürüyordu. Leğen kemiğinin ve bacaklarının şekli, -ve türün bir başka üyesinin yakın bir mesafede bulunan diz eklemi- makul şüphenin ötesinde bunu kanıtladı.


Lucy muhtemelen, meyveler, kabuklu yemişler, tohumlar, yumurtalar ve başka gıda maddeleri toplamak için arazide gezinen küçük bir toplayıcı topluluğun üyesiydi.


İklim değişikliği ormanları azaltıp bozkırlar yaratınca, doğal seleksiyon, gıda ararken daha büyük mesafelere yayılabilen türü avantajlı kıldı.


Ama Lucy’nin “bipedalizm”i (iki ayak üstünde yürüme) devrimsel sonuçlara sahipti. Bu durum, alet yapımı ve başka çalışma türleri için kolları serbest bıraktı. Dolayısıyla bu, doğal seleksiyonu daha büyük beyin kapasitesi lehine destekledi.


Evrimsel değişimin kuvvetli diyalektiği harekete geçti: el ve beyin, emek ve zihin gücü, beceri ve düşünce, doruk noktası günümüz insanı olan patlayıcı etkileşime başladı.


Lucy’nin kendisinin alet yapıp yapmadığını bilmiyoruz. Ondan ya da arkadaşlarından kalanlarla birlikte hiçbir alet bulunmadı. Ancak 2.5 milyon yıl önce, Lucy’nin soyundan gelenler kesinlikle bunları yaptı. Kabaca yontulmuş çakıllardan yapılmış kesici aletler, alet yapımı davranışıyla tanımlanan yeni bir türü soyunun arkeolojik izlenimini yansıtıyor: Hominidler. Kavramsal düşünmeyi, ileriye dönük planlamayı ve el becerisini cisimleştiren aletler.


Hominidler, zihinsel gücün kullanımını ve kaynaklarından daha verimli faydalanmak amacıyla doğayı değiştirme becerisini ortaya çıkardılar. Diğer hayvanlar doğa ne verirse onu aldı. Hominidler, kendilerinden önceki australopithecineler gibi Afrika’da ortaya çıktılar ve 1.5 milyon yıl kadar büyük oranda kaldıkları yer burası oldu.


Karadeniz kıyısında, Gürcistan’da 1.5 milyon yıl öncesinden kalmış fosil bulunsa da, bu, Batı Asya’ya yönelik sadece kısa bir akını gösteriyor.


Bir arkaik insan türünün –Homo Erectus-, Güney ve Doğu Asya’da koloni kurmak üzere Afrika’dan göç etmesi 1 milyon yıldan daha öncesine dayanmıyor. Daha sonrasında, daha gelişmiş bir hominid - Homo Heidelbergensis- Batı Asya ve Avrupa’nın çoğuna yerleşti. Ancak nüfusları az ve değişkendi. Hominidler, 2.5 milyon yıl önce başlayan Buzul Çağı varlıklarıdır.


Buzul Çağı iklimi, soğuk “buzul devri”nden, nispeten sıcak “buzul arası devrine” kadar değişkenlik gösterir biçimde devingendir. Halen buzul arası devrinde yaşıyoruz, fakat 20 bin yıl önce buzul devrinin ortasıydı. Kuzey Avrupa ve Kuzey Amerika’nın çoğu, 2.5 mil kalınlığa kadar buz ile kaplıydı. Kışlar 9 ay sürer ve sıcaklık haftalarca -20 derecenin altında olurdu.


İlk hominidler soğuğa adapte olmadığından, sıcak periyotlarda kuzeye göç ettiler ve buzul devri geliştiğinde güneye döndüler. Örneğin en az 700 bin yıl önce, ilk olarak Britanya’ya ayak bastılar, ancak sonrasında en az sekiz kez gidip geldiler.


Britanya’da muhtemelen Eski Taş Çağı’nın (M.Ö. 700.000-10.000) sadece yüzde 20’si kadar bir süre kalındı. Homo heidelbergensis, hayvanlar kaynakların zengin ve çeşitli olduğu yaşamaya elverişli bir deniz kıyısına sahipmiş gibi görünüyorlar. Standart aletleri ya “Acheulian” el baltası (esasen doğrayıcı bir alet) ya da “Clactonian” parçasıydı (bir kesici). Bu genel amaçlı aletler, ihtiyaç oldukça topluca üretildi.


Sussex şehrinin Boxgrove köyündeki kazılar, 500 bin yıl kadar öncesinden kalma 300 el baltasını ortaya çıkardı. Bunlar sonradan bozkır benzeri kıyı ovası olan yerde at, geyik, gergedan kesmek için kullanılmıştı. Oysaki son buzullaşma esnasında büyük çapta geri çekilme olmamıştı.


Homo neanderthalensis, 200 bin yıl önce Avrupa’da ve Batı Asya’da Homo heidelbergensis haricinde evrimleşen soğuğa uyumlu bir hominid idi.


Neandertalin adaptasyonu hem biyolojik, hem kültüreldi. Büyük kafaları, iri burunları, kalın kaşları, alçak alınları, kısa çene gelişimi ve kısa, tıknaz ve güçlü yapılı vücutları ile Neandertaller, ortalama ısının -10 dereceye kadar düştüğü kışlarda hayatta kalmak için tasarlanmıştır.


Ancak kültür çok önemliydi. Ve bu beyin gücü ile ilişkiliydi. Hominid beyinleri daha büyük hale gelmişti.


Bu karakteristik ayrım önemli bir konudur. Beyin dokusu diğer çeşitlerden daha maliyetlidir.


Beyinlerimizin ağırlığı, vücut ağırlığımızın yüzde 2’si civarındadır, fakat besinlerden sağlanan enerjinin yüzde 20’sinden daha azını tüketmez.


Ve beyin, kadınlara daha fazla ağrı ve risk yükler, bebek ölüm oranını önemli ölçüde arttırır.


Bunun nedeni, doğum sırasında büyük bir kafatasının, dik yürümeye adapte olmuş bir hayvana büyük bir zorluk getirmesidir. Ancak avantajları da vardı.


Büyük beyinler, günümüz insanının genellikle 150 kadar başka insanla karmaşık toplumsal ilişkiler kurmasına ve sürdürmesine olanak sağlar.


İnsanlar sadece sosyal hayvanlar değil, aynı zamanda özellikle bu amaçla büyütülmüş ve gelişmiş beyne sahip aşırı derecede sosyal hayvanlardır.



Sosyallik, muazzam evrimsel yararlar bahşeder. Hominid avcı-toplayıcı topluluklar muhtemelen çok küçük 30-40 insandan oluşan gruplardı.

Ama eşlerini, kaynaklarını, emeklerini, bilgilerini ve fikirlerini paylaştıkları 200 kişiye kadar olan başka gruplarla bağlantı kurmuş olacaklardı.


Sosyallik, işbirliği ve kültür, derinlemesine ilişkilidir.


Ve bunları elde etmek yüksek düzeyde zekâ gerektirir: biyolojik adıyla beyin dokusu. Neandertaller kesinlikle zekiydiler.


Klasik Neandertallerin “Mousterian” (Orta Paleolitik Dönem’in alet teknolojisine verilen ad; ç.n.) alet takımı, bir dizi özel olarak yapılmış uçlar, bıçaklar ve kazıma aletleri içerirdi –Güneybatı Fransa’da yapılan ünlü bir arkeolojik çalışmaya göre 63 kadar farklı çeşit.


Zeki, ağ oluşturmuş ve iyi donanımlı Neandertaller, Buzul Çağı aşırılıklarına, barınaklar inşa ederek, giysi üreterek ve donmuş ovalarda yapacakları avlar için kendilerini örgütleyerek muhteşem adapte olmuşlardı. İngiltere’nin Norfolk şehrindeki Lynford köyü, 60 bin yıl öncenin mamut avı bölgesidir.


Arkeologlar bu köyde, mamutların kemikleriyle ve dişleriyle birleştirilmiş Neandertal aletleri bulmuşlardır. Ancak doğal organizmalar, evrimsel mükemmellikleriyle ilişkili biçimde korunumludur.


Neandertaller, soğuğa çok iyi adapte olma konusunda biyolojik bir çıkmaza girmişlerdir. Bu arada türlerin oluşma yurdu olan Afrika’da, yeni tip bir super-hominid, eski erectus çizgisinin dışına evrilmiştir.


Bunlar, yaratıcılığı, kolektif örgütlülüğü ve kültürel uyumluluğu 85 bin yıl önce Afrika’dan çıkıp tüm dünyaya hızla yayılacak ve en uzak noktalarında kolonileşecek düzeyde olanlardı.


Bu yeni tür, Homo Sapiens idi –günümüz insanı- ve tüm diğer hominidleri yenmek, soylarını tüketmek üzere gönderilmişti.


Yaklaşık 2.5 milyon yıl önce başlayan Hominid Devrimi, ilerideki gelişimi biyolojik evrimle değil, zekâ, kültür, toplumsal örgütlülük ve planlı kolektif emekle saptanacak bir türle doruğa ulaşmıştır.



http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/4763-a-marxist-history-of-the-world-part-1 adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Çeviri: Erkan Çınar/Gerçeğin Günlüğü


Kaynak:  http://gercegingunlugu.blogspot.fr/2012/07/marksist-dunya-tarihi-bolum-1-hominid.html 

Gerçeğin Günlüğü emekçilerine yazı için teşekkür ederiz...