Ahmet Şık’a bir mektup yolladık, sorular sorduk, o da sağolsun cevaplayıp gönderdi. Görüldüğü yerde imha edilmesi emredilen o kitabı niye yazdı, nasıl yazdı, sonrasında olanlar için ne düşünüyor? Silivri’ye bağlanıyoruz.
Seni bu kitabı yazmaya sevk eden neydi? Neden bu kitabı yazma ihtiyacı hissettin?
Biliyorsunuz, Ertuğrul Mavioğlu ile birlikte kaleme aldığımız iki ciltlik bir kitabımız var, “Kırk Katır Kırk Satır” üstbaşlıklı. Ergenekon ve ilintili dava ile soruşturma sürecini anlatıyor. Bir kaynak kitap olarak görülebileceği gibi, aslında soruşturmayı yürütenlere de yol göstericilik yapabileceğini düşünüyorum. Çünkü o kitaplarda işlediğimiz temel tez şu: Evet, Türkiye’de kolu 1990’lara uzanan bir derin devlet geleneği var. Kimi zaman kontrgerilla, kimi zaman Susurluk, Şemdinli vs. diye anılan, geçmişi fazlasıyla kanlı ve kirli bir yapı.
Peki, Ergenekon soruşturmaları bize bu yapının tasfiye edildiğini, daha da ileri gidersek, yargılandığını gösteriyor mu?
Bence bunun yanıtı kesin bir hayır. Evet, iki kampa ayrılmış medyanın bir kısmına –kapladığı alan olarak etkisi çok büyük değil, ancak iktidar yanlısı olmanın getirdiği bir ekonomik gücü olan kesime– göre güya Türkiye’de derin devlet temizliği yapılıyormuş. Biz de kitapta diyoruz ki, hayır, Ergenekon süreci derin yapıyı tasfiye etmiyor. Tam aksine, koruyor ve kendi aktörlerini sahaya sürüyor. Bunun böyle olmasında soruşturmayı yürüten –ki polis ve yargı oluyor– makamların son beş yılın gizli iktidarı olan bir cemaatle sıkı ilişkileri de hep dillendirilir oldu. Kimi zaman kökten laiklerin paranoyası gibi görünen bu durumun netliği, eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın yazdığı kitapla daha bir ortaya çıktı aslında. Avcı, ki kanımca çok içeriden bir sistem eleştirisi olan kitabında hiç de yenilir yutulur iddialar anlatmıyordu. Sonrasında başına gelenleri hepimiz biliyoruz. İşte şimdi beni Avcı’yla aynı kaderi paylaşmaya iten de yazdığı kitabı okumam oldu. Kitabını okuduktan sonra Avcı’yı aradım. Nereden tanıştığımızı da anlatmam gerek, çünkü öküz altına buzağı sokmakta çok mahir bir medya düzeni var… Avcı’nın Susurluk kahramanı olduğu günlerde, 1997’de tanıştık. Tanışmamıza vesile olan, Avcı’nın işkenceci siciliydi. 1980 öncesi ve sonrasında, Mersin’de Dev-Yolcular ve Kurtuluşçular başta olmak üzere tezgâhından geçmemiş sosyalist kalmamıştı neredeyse. İHD İstanbul yönetiminden Şaban Dayanan da bu kurbanlardan biriydi. O anlattı, ben yazdım. Radikal’de manşet oldu. Aynı gün Avcı aradı ve Dayanan’la görüşmek istediğini söyledi; hatırlayamadığını da vurgulayarak. Şaban’la birlikte Ankara’ya gittik. İşkenceci ve kurbanı yüzleşti. Bunu da haberleştirdim. Sonra da Avcı’yla bir daha yüz yüze gelmedim. Zaman zaman telefonlaştık. Kitabıyla ilgili de ben aradım. Cemaat kısmıyla ilgili eleştirilerini çok yerinde bulduğumu ve önemli bir iş yaptığını söyledim. Ancak, ilk bölümdeki Dink ve Danıştay suikastindeki “basit polisiye” bakış açısının yetersiz olduğunu da söyledim. Olayların geri planını görmekten çok uzaktı çünkü. Sonra da işkenceci geçmişiyle yüzleşmemesinin daha büyük bir eksiklik olduğunu ve kendisine de özellikle cemaat medyasından ilk saldırının bu nedenle geleceğini de ilettim. Bana “işkence bu kitabın konusu değildi. O başlı başına bir kitap konusu. Keşke biri benimle kitap kalınlığında söyleşi yapsa. Devletin bizi nasıl eğittiğini, nasıl koruduğunu, kendimin o zamanki ve şu andaki ruh halimin neler olduğunu anlatsam” dedi. Yıllardır acı öykülerini anlattığım insanlara bu zulmü yaşatanlardan biri anlatmaya hazır olduğunu söylüyordu. “Ben talibim” dedim. Olabileceğini söyledi. Açıkçası, çok heyecanlandım. Beni tutuklatan kitaptan (“İmamın Ordusu”) daha çok heyecanlandırıyor hâlâ. O günlerde birkaç kez telefonlaştık Avcı’yla. Bu arada, Avcı’ya “çakan” ilk haber bu işkencecilik mevzuu oldu. Bu konuda hiçbir zaman kalem oynatmamış medya bir anda hak savunucusu kesildi. Baştacı ettikleri Emniyet müdürünün aslında ne kadar “kirli” biri olduğunu gösterme gayretine düştü. Nedeni kitabıydı elbette. İlginçtir, sadece kitabındaki iddialar tartışma konusu olmuyordu. Bunun üzerine, Avcı’nın iddialarının bir kitap konusu olduğundan hareketle bu konunun içinde buldum kendimi. Ergenekon soruşturmalarının gidişatı da bu iddialarla çok örtüşüyordu.
Kitabı nasıl tasarladın?
Önce Avcı’nın kitabında yer alan ayağı kaydırılan Emniyetçilerin hikâyelerini dava dosyaları üzerinden inceleyip anlatmak istedim. Fakat, konuyu deştikçe iş çetrefilleşiyordu. İlk kitabı (“Kırk Katır Kırk Satır”) hazırlarken Ergenekon’un ilk beş iddianamesi ile delil klasörlerindeki onbinlerce sayfa belgeyi okuyup incelemiştim. Dolayısıyla, en önemli kaynaklardan biri o dosyalardı. İlk iddianamenin 41 no’lu ek klasörü, Ergun Poyraz’da ele geçirilen belgeleri kapsıyordu. Bu klasörde Emniyet içinde yürütülen cemaat ve tarikat soruşturmalarının belgeleri de bulunuyordu. Birçok gizli yazışma önümdeydi anlayacağınız. Zaten hepi topu iki buçuk soruşturma açılmış. İlki, Ünal Erkan’ın Emniyet Genel Müdürü olduğu dönemdeki hileli kura soruşturması. Yine bu soruşturmayla bağlantılı olarak yürüyen, bir dönem cemaat içindeyken sonra ayrılan Rafet Yılmaz adlı polis okulu öğrencisinin cemaatten ayrılması üzerine disiplin puanlarının düşürülmesiyle mezuniyetine bir gün kala okuldan atılmasıyla ilgili olan ve en sonunda da “Telekulak Çetesi” soruşturmasıyla sonuçlanan Cevdet Saral (Ankara eski Emniyet Müdürü) ve ekibinin yaptığı inceleme. Bunların ayrıntılarını kitapta anlatıyorum. Bu soruşturma belgelerinden hareketle Emniyet içindeki yapılanmanın şekli şemali ortaya çıkıyordu aslında. Bu örgütlenmeyi Ergenekon ve ilintili soruşturmalara bağlayan olguyu da en açık biçimde yine bir Emniyet müdürü dile getirdi. İstihbarat Dairesi eski Başkanı Sabri Uzun, Fatih Altaylı’nın köşesinde yayınlanan mektubunda (“Sabri Uzun’dan mektup var”, 20 Kasım 2009) bunu anlatıyordu. Mektupta, Sabri Uzun görevinden alınmasına da neden olan meşhur Şemdinli olayıyla ilgili bilgi notunu kendisinin yazmadığını söylüyordu. Öte yandan, en çarpıcı olan şuydu: “Ergenekon’la ilk kez 2001 yılında tanıştım. Sonra 2006’da karşıma çıktı” diyordu. Hemen kendisini aradım. Mektupta yazılanların ne anlama geldiğini sordum. Bu konuda gazetecilerle konuşmak istemediğini söyledi. Sohbet ettik, kapattık. Ama, görüşeceğimizi söyleyerek. Sabri Uzun’un mektubunda dile getirdiği, Ergenekon mahkeme sürecinde bazı sanıklarca da dile getirilmişti. Ayrıntılarını kitapta anlattım. Bence bu bilgiler ışığında da bu soruşturma sürecini değerlendirmekte büyük fayda var. Sakın Ergenekon’u sulandırmaya çalıştığım düşünülmesin. Bu belgelerle soruşturmanın aslında bir derin devlet yapılanmasını tasfiye süreci değil, yeni bir vesayet yarattığını dile getiriyorum.
Kitabı yazma sürecinde kimlerle görüştün?
Kitabı hazırlarken bazı bürokratlarla, avukatlarla, gazetecilerle (Odatv ekibiyle değil, Ankara’dan Emniyet’i bilen gazetecilerle) görüştüm. Görüşmeyi kabul edip sonra cayanlar da oldu, ki bunlar Avcı’nın kitabında isimleri geçen, komplo sonucu açığa alınanlardı. Sonradan bir Emniyet müdürü bana o kişilerin dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’la aynı siyasî çizgiden geldiklerini, seçimden sonra taltif edilecekleri sözünü aldıklarını, bu yüzden görüşmekten vazgeçmiş olabileceklerini söyledi. Bu kişilerle doğrudan temasım olmadı. Aracılarla haberleştik.
Etyen Mahçupyan, Zaman gazetesinde 9 Mart’taki yazısında şöyle diyor: “Söz konusu değerlendirmeye göre, Odatv bu operasyonun merkezinde yer alıyor ve sadece yaptığı yayınlarla değil, yazılmasını ‘teşvik’ ettiği kitaplarla da dezenformasyon ve manipülasyon yapıyor. Hanefi Avcı’nın kitabı bu bağlamda değerlendiriliyor ve en azından bazı bölümlerinin Nedim Şener tarafından yazılmış olduğu düşünülüyor. Ahmet Şık’ın kitabının ise yine en azından bazı bölümleriyle Sabri Uzun tarafından yazılmış gibi piyasaya sunulacak olan bir başka kitabın malzemesi olduğu tahmin ediliyor. İçerik açısından bakıldığında bu kitapların bazı gerçeklere değinirken, aslında daha geniş bir operasyonun mantığına uygun olarak yönlendirme ve saptırma amaçlı oldukları varsayılmış oluyor.” Bu iddiaya ne diyorsun?
Beni cezaevine getiren sürece ve aktörlerine bakalım. 14 Şubat’ta Odatv baskını oluyor. Genel olarak medyada olumlu bir karşılık buluyor, bunun nedenleri konumuz değil. Ama tam da bu yüzden Ergenekon’la ilişkilendirilmeleri en azından kuşku yaratmıyor. 19 Şubat’ta, önce Hürriyet’te, sonra da medyanın geri kalanında çıkan haberlerde Odatv’nin bilgisayarında çıkan dokümanlar sıralanıyor. Üç word belgesi var. Bu bilgi notlarında yer alan isimler Ahmet Şık, Nedim Şener, Hanefi Avcı, Emin Aslan, Sabri Uzun… Nedim Şener: Dink cinayetinde ihmali olan kurumlardan biri olan Emniyet’in önemli adamlarının “görev kusurları”nı anlatan bir kitap yazmış. Bu “ihmalkârların” cemaatin önemli adamları olduğu iddia ediliyor. Ahmet Şık: Emniyet’teki cemaat örgütlenmesi hakkında bir kitap hazırlıyor. Hanefi Avcı: Cemaatin Emniyet’teki yapılanmasını, hukuksuzluklarını dile getirmiş. Emin Aslan: Cemaatçiler olduğunu iddia ettiği meslektaşlarının komplosuyla (kitabımda bu işin gerçekten komplo olduğuna ilişkin fazlasıyla ayrıntı mevcut) görevinden alınmış. “Dink cinayetinde polisin ihmallerini ortaya koyacaktım” diyor. O ihmali yapanlar da cemaatçi iddiası var. Sabri Uzun: İddialara göre, yine cemaat komplosuyla görevinden olmuş. Üç Emniyet müdürünün de ortak özelliği, cemaatin en önem verdiği yer olan İDB (İstihbarat Daire Başkanlığı), KOM (Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele) Daire Başkanlığı ve bağlı olarak da TEM (Terörle Mücadele) geçmişleri olması ya da görevlerinden alınana dek o birimlerin sorumluları olmaları. Sadece Avcı pasif görev yeri olan Eskişehir’deydi. Bu üç ismin ortak noktası olan cemaat, denklemin en etkili unsuru aslında. Elimizde başka ne var? “Ulusal Medya 2010” belgesi. Bu arada, ben halen o belgeyi görmedim. Basında yer alanlar kadarıyla bilgi sahibiyim. İçeriğine bakarsanız, AKP ya da cemaat karşıtı olan ve bunu dillendiren herkes ETÖ üyesi olmaktan kendini cezaevinde buldu. Bilgi notlarında benim kitap yazdığım, o konuda Nedim’in beni çalıştırdığına dair ibareler var. Deli saçması şeyler. Peki, bu beş isimle bilgi notlarını ve “Ulusal Medya 2010” belgesini birbirine nasıl bağlayacağız? İşte orada da en zayıf halka olan Odatv ortaya çıkıyor. Odatv’nin bilgisayarına bu belgeleri kitabımın aralık ayındaki haliyle birlikte yerleştirince birileri, denklem kurulmuş oluyor. Eşittir Ergenekon yazılıyor sonra da. Peki bu tezler nereden çıktı? Avcı’nın kitabı çıktıktan sonra Nedim televizyon kanallarındaki haber programlarına katılmıştı. Bunlardan biri de, Habertürk’te 3 Ekim 2010’da yayınlanan “Olduğu Gibi” isimli programdı. Bunları Nedim’in savcılık sorgusuna bakarak yazdığımı da hemen belirteyim ki, “nasıl bu kadar iyi anımsıyor” diye komplo üretilmesin. O programdaki konuklardan biri de Polis Akademisi öğretim üyesi Önder Aytaç’tı. Kendisi cemaattendir. Programda Önder Aytaç, “Avcı’nın kitabını yazan sekiz gazeteci var” diyerek Nedim Şener’in de adını verdi. Bu iddia daha sonra Şamil Tayyar (ki programda o da vardı), Emre Uslu (cemaatin önemli elemanıdır) ve kimi cemaat yayın organları tarafından dolaşıma sokuldu. Ve altı ay sonra da bu saçmalık savcılık sorusu olarak Nedim’in karşısına çıktı. Bununla da kalmadı, kitabın o kısmını Ergenekon talimatıyla yazmakla suçlandı. Bu hatırlatmadan sonra, kendimle ilgili kısma dönersek, ben de kitabımı Ergenekon talimatıyla yazıyormuşum. Normal bir insan zekâsının gülüp geçeceği bu iddialarla tutuklanmış bulunuyoruz.
“İmamın Ordusu” geçici bir isim miydi, kitap bu isimle mi çıkacaktı?
Kitabın adı olarak duyulan “İmamın Ordusu” bir arkadaşımın önerisiydi. Aslında, meseleyi çok iyi özetleyen bir isim olmasına karşın içime sinmiş değil. Çok provokatif ve daha önemlisi, Ergun Poyraz’ın o garip kitaplarının adları gibi. Telefonu mu dinleyenler de şahittir; kitaba bir isim arıyordum. “İmamın Ordusu” nihaî karar değildi. Ama dediğim gibi, soruna odaklanmamız anlamında çok manidar bir isimdi. Elbette ki malûm şahıs imam değil, vaiz; polis de ordu değil.
Ordu kelimesi üç hususu çağrıştırıyor: Bir emir-komuta zinciri… TSK’ya karşı alternatif bir silahlı gücün oluşturulması… Emniyet’teki Gülen örgütlenmesinin nicelik olarak büyüklüğü… “İmamın Ordusu” bunları kapsayan bir isim olduğu için mi seçilmişti?
Evet, ordu kavramının içerdiği emir-komuta zinciri ya da ben buna hiyerarşi diyorum…
TSK’ya alternatif bir gücün oluşturulması mı?
Evet. Türkiye kamuoyu yıllar yılı YAŞ kararlarıyla ordudan irticacı oldukları iddiasıyla subayların atıldığına tanık oldu. Herkes bu haberlere bakarak ordunun içinde bir cemaat örgütlenmesine izin verilmediğini sanıyordu. Ancak, Ergenekon ve ilintili soruşturma sürecinde gördük ki, bu bir yanılgıymış. Adrese teslim evraklar bulunması, ses kayıtları vs. benzer birçok olay ve sızdırılan belgelerle bu örgütlenmenin TSK içinde de hiç azımsanmayacak düzeyde olduğu ve zamanı gelince ortaya çıkmayı beklediği görülüyordu. Oradaki örgütlenmenin boyutu halen Emniyet’teki kadar yaygın ve gelişmiş değil. TSK içinde örgütlenememek çok ciddi bir sorun cemaat için. Ordu, darbeci gelenekten gelen, her daim ülkeye ve geri kalmış demokrasiye ayar vermeye çalışan anti-demokratik bir kurum olmasının yanısıra, ülkenin en büyük silahlı gücü. Peki, ikinci silahlı güç neresi? Polis. İşte tam da ordunun sabıkalı geçmişi,1990’ların ikinci yarısından itibaren hedef tahtasına İslâmcıları koyması, cemaatin neden polis teşkilâtına bunca önem verdiğini de ortaya koyuyor… Ve evet, nicelik olarak çok büyük bir güç polis içindeki örgütlenme. Aynı zamanda, nitel bir büyüklük de söz konusu. En kilit noktalar cemaatin denetiminde: KOM, İDB, TEM Daire başkanlıkları, Personel dairesi…
Kitabın isminden yola çıkarak Etyen Mahçupyan şu değerlendirmeyi yaptı: “Şık’ın kitabının adı ‘İmamın Ordusu’ imiş. Gülen hareketi ile ilgili kitap yazmaya kalkan, bu hareketin Emniyet içindeki yapısını gerçekten analiz etmek isteyen birinin bu başlığı tercih etmesi pek inandırıcı değil. Bu başlık okuyucuyu tahrik eden, içeriğinin saldırganlığını daha ilk cümleden belli eden nitelikte. Karşımızda bir gazeteciden ziyade, ideolojik bir aktivist olduğunu ima eden bir tercih bu…”(Zaman, 10 Mart 2011) Burada kurulan neden-sonuç ilişkisine ne diyorsun?
Mahçupyan’ın değerlendirmesini önemsemek yersiz. İçeriğini bilmediği ve dezenformasyona maruz bırakılmış bir kitap ve yazarı hakkında böyle yazılar kaleme almak akıl körlüğüdür.
Gözaltına alınırken “dokunan yanar” dedin. Tutuklanmandan sonra, birçok köşe yazarı (Ekrem Dumanlı, Emre Uslu, Etyen Mahçupyan) yıllardır yayınlanan, şu anda da piyasada bulunan Gülen’i ve hareketini eleştiren onlarca kitap olduğunu ve yazarlarının, örneğin Hikmet Çetinkaya’nın başına bir şey gelmediğini yazdı. Senin kitabının farkı neydi; neye “dokundun” da “yandın”?
Kitabın bölümlerinden biri de “Dokunan Yandı” başlığını taşıyordu. Orada kamuoyunun çok yakından bildiği savcı, hâkim, Emniyet müdürü, STK liderleri gibi birçok kişinin başına neler geldiği anlatılıyordu. Ben de bunun bir parçası oldum. Benden öncekilerin yanmadığını öne sürenler, çıktıktan sonra kitabı bir de bu gözle okusunlar. Hem de bu bölümü. Hikmet Çetinkaya örneğinden yola çıkıp böyle bir tahlil yapmak rasyonel değil. Çünkü zaman dilimleri farklı. Cemaat şimdi iktidarda. Çetinkaya yazdığı dönemde iktidarda olmadığı gibi, aynı zamanda Ergenekon soruşturmaları üzerinden Cumhuriyet gazetesinin yaşadığı itibar kaybı ve gazetenin politikasında bu itibar kaybını olumlayacak denli geri bir noktaya gelmesi de bunda önemli etken. Ama vurgulamam gerekir ki, Hikmet Çetinkaya gazetenin mevcut politikasından ayrı tutulacak bir kimse. O ulusalcı kanadı temsil eden bir yazar değil. Gazetecilik damarı halen baskın bir kimlik. Beni hedef yapan, dediğim gibi, cemaatin artık iktidar olması ve bu iktidarın getirdiği gücü sonuna dek kullanabilecek bir gözüdönmüşlüğe bürünmesi. Kitapta öyle çok şok edici bilgiler yok. Ancak, aslında gerçekten şok edici olan bugüne dek dillendirilen iddiaların derli toplu, kronolojik, belgeye dayalı şekilde yerinde bir hafıza tazelemeyle meraklısına aktarımı söz konusu. Hele ki Ergenekon soruşturmalarının mahiyetinin ve derinleştirilmemesinin eleştirildiği bir dönemde, süreci bir de bunları okuyarak değerlendirin demek önemliydi. Bunu söyleyen kişinin ulusalcı, milliyetçi, ırkçı, faşist çetelerin uzağında, sosyalist kimliğe sahip olması da önemliydi, ki gözaltına alınmamdan iki gün önce telefonda konuştuğum Alper Görmüş de bu noktanın altını çizmişti. Ancak, bırakın tutuklanmayı, gözaltına alınacağıma dahi ihtimal vermediğini de söylemişti. Gerçi bu “tuhaflığı” köşesinde bu kadar net dile getirmedi. Ama olsun. O da beni şaşırtmadı.
Savcı Zekeriya Öz, kitabın nedeniyle tutuklanmadığını açıkladı. Aradan üç hafta geçmeden kitap taslağına elkonulması kararı çıktı ve İthaki Yayınları’nın, avukatlarından Fikret İlkiz’in ve Ertuğrul Mavioğlu’nun bilgisayarlarındaki taslaklar polisin el koyma işlemi sırasında silindi. Sizin koğuşunuzda dahi arama yapıldı. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsun?
Aramada kitap çıksa el konacak ve üzerinde çalışma imkânım olmayacağı için savunma hakkım da sona erdirilmiş olacaktı. İddia ediyorum, kitap yayınlanırsa suçlamaların ne denli saçma olduğu kendiliğinden ortaya çıkacak. Zaten tam bu nedenle adım medyada anıldığında kitabı hemen yayınlamak istedim, ama ne yazık ki yapamadan tutuklandım. Aramalar ve elkoymalara gelince, savcılık kendi kendini tekzip etmiş oldu. Demek ki kitabın bizatihi kendisi sorunmuş. Şimdi tümüyle yayınlanmasını engellemeye çalışıyorlar. Neymiş, kitap yayınlanırsa Ergenekon amacını gerçekleştirmiş olacakmış. Bunun ifade özgürlüğüne tümüyle aykırı olduğu söylendiğinde, pişkince, kitabın nasıl olsa savcılık tarafından iddianamenin ekine konulacağını, herkesin oradan okuyabileceğini iddia ediyorlar. Bunu diyenlerin amacı, kitabı üzerindeki notlarla, redaksiyonu yapılmamış, editör elinden geçmemiş haliyle yayınlayıp beni zor durumda bırakmak. Kitap taslak haliyle, günlerdir Zaman, Bugün gibi gazetelere sızdırılan notlarla birlikte yayınlansa dahi istediklerini elde edemezler. Birazcık sağduyusu olan herkes bu notların talimat niteliği taşımadığını, bilgi yanlışlarını düzeltmeye yönelik olduğunu kolayca görecektir. Yönlendirme havası olan bazı notlar içinse söyleyebileceğim tek şey, bu notlara uygun içerik kitabın son halinde var mı, yok mu, onu araştırmalarıdır. Böyle olmadığı, kitabı yalnızca benim yazdığım er ya da geç ortaya çıkacak. Ama fikrimi sorarlarsa, kitabımın yayıncısının savcılık olmasını istemem. Her şeyden önce, bu kitabın basılacak nüshası gözaltına alındığımda henüz hazır değildi. İçerik olarak, Hanefi Avcı’ya gönderdiğim soruların cevaplarıyla birlikte, polisin ağır silahlar ithal etmesine ilişkin mevzuatla ilgili araştırmam sürüyordu. Ama asıl şekil yönünden, yani bölümleme, sistematik ve redaksiyon yönünden editör eli değmemişti. Nitekim, kitabı ilk yolladığım yayınevlerinden biri olan Doğan Kitap, bu eksiklikleri öne çıkararak kitabı reddetti. Ayrıca, hem avukat arkadaşımın hukukî değerlendirmeleri henüz gelmemişti hem de kitabı paylaştığım gazeteci dostlarımın görüşleri. Bunlar olmadan da kitabımın değerli olduğunu düşünüyorum, ama her yazar gibi, kitabımın, tashihler dahil, hatasız olmasını isterim.
Taslaktaki notların Ergenekon’un notları olduğu, senin ise savcılık sorgunda notların hepsini sahiplendiğin iddia ediliyor. Bu konuda ne diyorsun?
Savcılıkta bana “bu notlar sana mı ait” diye sorularak sadece iki-üç cümle okundu. Onlar aynen benim notlarımdı. Bana başka not okunmadı. Bana okunmayan bir şeyi sahiplenmemin mümkün olmadığı ortada. Bilgim ve rızam dışında Odatv’ye gönderilen ya da oradaki bilgisayara “konulan” nüshada yer alan notlar savcı ya da hâkim tarafından bana sorulmadı. Bunları şimdi, tutuklanmamdan üç hafta sonra, gazetelerde görüyorum. Savcılıkta bunlar bana sorulsaydı vereceğim cevabı şimdi size veriyorum: O notlar haber kaynaklarımdan birinin, bana aktardığı bilgileri çek etmesi için kendisine verdiğim nüsha üzerine aldığı notlardır. Bir röportajın muhabir tarafından muhatabına kontrol ettirilmesinden hiçbir farkı yoktur. Kitabımın taslağı üzerinden bana metnin ilgili bölümüne işlenerek gönderilen görüş ve önerilere tümüyle kitapta yer vereceğimi nasıl söyleyebilirler? Not olarak gönderilmiş öneriler ve görüşleri zaten kabul etmem, benimsemem mümkün değildi. Ama, tarih yanlışları vb. maddî hataları, hakaret teşkil edebilecek kısımları düzeltecektim. Demin de söyledim, yineleyeceğim: Bu notlardan sadece kitabın dokusuna, yani gazetecilik faaliyetime uygun olanları dikkate aldım, kişisel görüş içeren notları ise kullanmadım. Kitap ortaya çıktığında bu durum kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Kaynaklarımın kimler olduğunu ise basın meslek kurallarına riayet ederek saklayacağım.
Emniyet’teki Gülen kadrolaşması “laikçilerin” iddia ettiği kadar vahim mi, yoksa işin içinde biraz paranoya mı var?
Kitabı yazarken kendi kendime işin geldiği noktadan o kadar endişe eder cümleler söylüyordum ki, sormayın. Bir ara, “oğlum kafayı yedin, kökten laikler gibi mi düşünüyorsun?” diye soruyordum kendime. Eşim Yonca’yla gülüyorduk halime. Ama bu soruları on metrekarelik bir hücreden ve penceremin gösterebildiği kadar gökyüzüne karşı yanıtlıyorsam, evet, durum vahim. Özgürken bir yazımın sonunu “Fettayyip Sûresi der ki, bir gün her muhalif Ergenekon’u tadacak” diye bitirmiştim. O gün benim için geldi. Sırada kim var?
Kadrolaşma nasıl bir yöntemle oluyor? Önceki kadrolar tasfiye edilerek, hareketin içinden gelme elemanlar mı yerleştiriliyor? Varolan kadroları nasıl kendilerinden yapıyorlar? Kaç yıllık bir süreç söz konusu? Kadrolaşma en çok hangi birimlerde?
Soruşturma evraklarından ve ifadelerden, yaptığım görüşmelerden yola çıkarak şunları söyleyebilirim. Emniyet’teki kadrolaşmanın kökleri 1970’lere kadar iniyor. O zamanlar da çeşitli dinî gruplar var Emniyet’te. Ağırlıklı olarak Millî Görüşçüler hâkim dinî yapılar içinde. 1970’lerin ortalarından itibaren cemaatin en çok önemsediği birimler polis okulları, polis akademileri ve buna bağlı olarak Personel Daire Başkanlığı. Okul ve akademideki öğrencilerin mezun olduklarında görev alacakları birimler Personel Daire Başkanlığı eliyle belirleniyor çünkü. Eğitim kurumlarındaki cemaat mensupları (üst sınıf öğrenciler, akademisyenler ve diğer görevliler) vasıtasıyla örgütlenme yapılıyor. Haftasonları ve boş zamanlar Altın Nesil’in yetiştirildiği Işık Evleri’nde cemaat tedrisatında geçiriliyor. Personel Daire Başkanlığı eliyle de hileli kuralarla kritik birimlerde görev almaları sağlanıyor. En önem verilen noktalar KOM, İstihbarat Dairesi ve Terörle Mücadele dairesi. KOM ve İDB son on yılın en önemli silahı olan telefon dinlemelerini elinde tutan yerlerdi. Şimdi TİB (Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı) eliyle yapılıyor, ama teknik olanaklar fazlasıyla bu birimlerde mevcut. Bu daire başkanlıklarına bağlı olarak da 81 ilde şube müdürleri var. En kritik soruşturmalar haline gelen Ergenekon ve türevleri de bu birimlerce gerçekleştiriliyor. Evet, Türkiye bu soruşturmalarla yeniden dizayn ediliyor, ama birilerinin iddia ettiği gibi demokratik teamüller için değil, bir başka vesayetin önünü açmak için, ki o da gerçekleşti. Bunlar yapılırken önlerine set olacağını düşündükleri ve ele geçirmek istedikleri kritik görevdekiler de çok ilginç suçlama ve soruşturmalarla görevlerinden ediliyor. Sabri Uzun, Emin Aslan, Hanefi Avcı en önemli örnekler bence. İş bu hale gelmeden önce kullanılan en etkili yöntemler ihbar mektupları, tabii ki imzasız bunlar. Sol görüşlüler tarikatçı diye; cemaat dışındaki dinî akımlarda yer alanlar alkol, kadın gibi zafiyetler veya sabetayist olmakla; ülkücüler yolsuzluk ya da komünist faaliyetle ya da ilginçtir, tarikatçı, hatta Fethullahçılıkla suçlanıyor bu ihbarlarda.
Gülen hareketinin en çok önemsediği birimler hangileri?
Şu anda iddiadan öteye gitmez elbet ama, İDB ve KOM dairelerinde yüzde 90, TEM dairesinde yüzde 70 cemaat kontrolü olduğunu düşünüyorum. Mesela, otuz yıl geriye giderek bir araştırma yapılsa ne kadar iyi olur. Kimler hakkında tarikatçı ya da cemaatçi soruşturması açılmış ve o kişiler şimdi hangi birimlerde görev yapıyor? Gerçekten şeffaf bir araştırma komisyonu kurulsun ve sonuçları da aynı şeffaflık ve adillikle kamuoyuna açıklansın. Aynı işlemin Ergenekon ve ilintili soruşturmalar için de yapılması şart.
AKP-Cemaat ilişkisini nasıl görüyorsun?
Çok pragmatik bir çıkar ilişkisi. AKP’yi tek başına iktidar yapacak bir oy oranı –ki yüzde 10, yani 5 milyon olduğu tahmin ediliyor– seçimlerde AKP’nin hanesine yazılıyor. Karşılığında ise bürokraside örgütlenme olanağı veriliyor. Emniyet, yargı, millî eğitim ve elbette parasal ölçek nedeniyle sağlık en önem verilen alanlar. En zayıf alan ekonomi bürokrasisiydi, ama AKP’nin sekiz yıllık iktidarında hayli yol katedildi. Önümüzdeki seçimde de tek başına iktidarı alması sürpriz olmayacak AKP’nin. Ekonominin geri kalan kısmı önümüzdeki beş yıllık iktidarda tamamlanacak. Zaten cemaatin o noktadan sonra AKP’ye ihtiyacı da kalmayacak. Ankara’daki arkadaşlarımdan Erdoğan’ın bu bürokratik örgütlenmeden rahatsız olduğu, cemaatin bu kadar siyasîleşmesinden endişe duyduğu iddialarını duymuştum. Yasama ve yürütmenin başındaki birisi olarak rahatsızsanız ne yaparsınız? Bunu engellersiniz, değil mi? Ancak, yasadışı dinlemelerin ve teknik takiplerin bu kadar yaygın olduğu, ekonomik ve siyasî rakiplerin bu tür şantajlarla ortadan kaldırıldığı bir dönemde insan kuşkulanıyor doğal olarak. Ne dediğim herhalde anlaşılmıştır.
Gözaltına alınmadan önceki günlerde, alınacağını tahmin ettiğini biliyoruz. Sana bunu düşündüren neler oldu?
Evet, başıma bir çorap örüleceğini hissettim. Kitabı okuduğunuzda bunu hissetmem için çok nedenim olduğunu sizler de göreceksiniz. Genel bir çerçeve çizersek, cemaat kesinlikle eleştirilmek istemiyor. Buna bağlı olarak, cemaatin hem yatay hem de dikey örgütlenmesinin önünü açan AKP de eleştirilsin istemiyor. Bu örgütlenmenin ve AKP’nin siyasî ikbalinin devamlılığını sağlayan malûm soruşturmalar eleştirilince ya da birtakım hukuksuzluklar olduğu dile getirilince Ergenekon, KCK, Devrimci Karargâh torbalarından birinde yer almanız işten bile değil. Benim başıma gelen de bu. Birtakım aklıevveller ellerini açtılar, önlerine atılacak kemiği bekliyor: Acaba Ahmet’le ilgili ne sızdırılacak? Ben size söyleyeyim.
Yasadışı dinlenen telefon konuşmalarımdan cımbızlamalar, kitapla ilgili yaptığım görüşme, taslak ve röportajlarla ilgili işlerine gelen kısımların sızdırılmasıyla rıza üretecekler. Bugüne dek hep böyle oldu, bundan sonra da farklı olmasını beklemiyorum.
Cezaevi şartları nasıl? Zaman nasıl geçiyor?
Bu cezaevlerini inşa eden sistem Nazi kafasıyla çalışmış. Koğuşu paylaştığın kişi dışında kimseleri göremiyorsun. F tipi olmamasına karşın, istendiğinde tamamen izole edilebilir burada insanlar. Bize karşı cezaevi personelinin bir olumsuzluğu yok. Bolca okumaya çalışıyorum. Görüşler dışında beni en çok mutlu eden mektuplar. Herkese dostluk ve sevgilerimi gönderiyorum.