9 Haziran 2011 Perşembe

Seçim İzlenimleri - İstanbul-2

İstanbul’da en tempolu, en hızlı seçim çalışması 3. Bölge’de. Toplam 100 bin ev dolaşılmış, tüm sendikalar ziyaret edilmiş. 500 bin işçi ile birebir görüşme yapılmış. Herkes Levent Tüzel’in Meclis’e rekor bir oyla girebilmesi için seferber olmuş

Bir Karadenizli’nin kapısını çaldık. İçeri girdik. Tam iki saatlik tartışmadan sonra bize teşekkür etti. Biz çıkarken de Karadeniz şivesiyle ‘Haçan 150 oyim vardur. Bu oylarimu da bu seçimde Karadenizli hemşerim Levent Bey’e vereceğum. Bunun sözuni verirum size da’ dedi


Tüzel için seferberlik var!


BDP Genel Başkan Yardımcısı Osman Ergin İstanbul’a karargah kurmuş. Tüm dikkat ve enerjisini 3. Bölge’ye vermiş. Seçim stratejisi ve seçim çalışmalarıyla bizzat ilgileniyor. Telefonları hiç susmuyor. Toplantıdan toplantıya koşuyor. Oldukça başarılı bir çalışma ve performans sergiliyor. Ergin anlatıyor: “Sayın Levent Tüzel’e halkın büyük teveccühü var. 2007 seçimlerinde Sebahat Hanım’a 147 bin oy çıkmıştı. Bir 80-85 bin oy bandı Levent Bey’i çıkarır. Ama hedefimiz bu bandın oldukça üzerinde. Bu seçimlerde hedefimiz 250 bin oy.”


İstanbul 3. Bölge’de hedef böyle olunca haliyle çalışma da bu hedefe göre tempo kazanmış. Bugüne kadar toplam 100 bin ev dolaşılmış. Yani her evde 4 kişi yaşadığını düşünürsek yaklaşık yarım milyon insanla direkt temas kurulmuş, aday anlatılmış. Bölgedeki tüm sendikalar KESK, DİSK, Türk-İş Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku adına dolaşılmış. Toplumun değişik kesimleri Süryaniler, Çerkesler, Ermenilerle toplantılar yapılmış. Ayrıca tüm demokratik kitle örgütleri ile yöre derneklerine “merhaba” denilmiş. Her gün de yaklaşık bir 50 bin broşür ve bildiri dağıtılmış.


İşçilerle buluşuluyor


3. Bölge’de dikkatleri çeken özgün bir çalışma daha var. Her sabah seçim komisyonuna bağlı işçi komisyonu Kıraç, Yenibosna, İkitelli gibi yoğun sanayi siteleri ve fabrikalara ev sahipliği yapan yerleşim yerlerinde işçi servis noktalarına giderek işçilerle temas kuruyor. Şu ana kadar toplam 500 bin işçi ile buluşulmuş. Özetle İstanbul’un diğer bölgeleriyle karşılaştırıldığında “en hızlı, en tempolu seçim çalışması 3. Bölge’de” tespitini yapmak mümkün.


3. Bölge’deki seçim çalışmalarının ağırlıklı bölümü Kürt siyaseti üzerinden yürüyor. Ancak çalışmada sadece Kürtler ve Kürt siyasetçiler yok. Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nu oluşturan 29 bileşen de çalışmaya destek veriyor. Örneğin EMEP çalışanlarının çoğunu 3. Bölge’ye aktarmış. Özellikle EMEP’li kadınlar başarılı ve yoğun tempoları ile herkeste büyük takdir topluyor. Kürtler de çalışmalara asılmış. Çünkü Kürt siyasetçisi ve sokaktaki insan Levent Tüzel’in Meclis’e girmesini büyük bir onur ve kişilik meselesi yapmış. Öyle ki yine 3. Bölge’den aday olan Mustafa Avcı Sayın Tüzel lehine fedakarlık yaparak çekilmiş.


Tüzel’i kardeşimiz gibi seviyoruz


Adıyamanlı Hacı Bozkurt bir işçi. Bu seçimlerde oyu Levent Tüzel’e. Neden Tüzel’e oy vereceğini ise şu şekilde açıklıyor: “Levent Tüzel emekçidir, işçi ve ezilenden yanadır. O yüzden oyumu kendisine vereceğim.” Bozkurt Tüzel’in seçim çalışmalarına şahit olmuş. İzlenimlerini paylaşıyor: “Halkı muhatap alıyor. Diğer partilerin ezilenlerden yana projeleri yok. Ama bunun var.”


Dikran Saplan ise Mardinli. Kanarya Mahallesi’nde sorularımızı yanıtlıyor. Saplan’a göre Kanarya Mahallesi’nde toplam 5 bin 500 Mardinli oyu var. Mardinlilerin tamamının oyu Levent Tüzel’e. Saplan, “Biz Kürtler bir Karadenizliyi Meclis’e göndereceğiz” diyor. Saplan’ın sözlerine gülerek katılıyor Şırnaklı Resul Bozkurt. Bozkurt’un 9 çocuğu var. Kendisi işçi emeklisi. Konuşuyor: “Levent Tüzel’i kardeşimiz gibi seviyoruz. Etkim altında 66 oy var. Hepsini kendisine vereceğiz” diyor.
Haçan oyum hemşerimedur da!

Selman Bulgan ise Erzurumlu. Gönüllü olarak Levent Tüzel’e destek veriyor. Bulgan 3. Bölge’de ilginç bir strateji deniyor. Bulgan’a göre bu seçimlerde AKP’den Blok’a oy gelecek. AKP oyları bu yüzden azalacak. AKP’deki oy erimesini daha da arttırmak için toplumun değişik kesimlerine yönelik çalışmalara hız vermek gerekecek. Bulgan bu amaçla yürüttükleri çalışmaları anlatıyor: “Bir Karadenizli’nin kapısını çaldık. Kendimizi tanıtınca ‘Hayır sizi eve alamam’ dedi. Ama üniversite okuyan kızı itiraz etti. ‘Baba girsinler, kendilerini tanıtsınlar, bu kadar önyargılı olma. En azından bir dinleyelim, yanıtını merak ettiğimiz sorularımızı sorarız en azından’ dedi. İçeri girdik. Bayağı bayağı tartıştık. Tam iki saatlik hararetli tartışmadan sonra bize teşekkür etti, çay ve ikramda bulundu. Biz çıkarken de Karadeniz şivesiyle “Haçan 150 oyim vardur. Bu oylarimu da bu seçimde Karadenizli hemşerim Levent Bey’e vereceğum. Bunun sözuni verirum size da’ dedi.” Bulgan anlatmaya devam ediyor: “Biz şimdiye kadar kendimizi Türklere, Çerkeslere, Lazlara anlatsaydık, Kürt Özgürlük Hareketi’ni tanıtabilseydik devrim yapmış olurduk.”


600 bin oy çıkar il genelinde


Mardinli Hatice Yavuz, henüz 20’li yaşlarda. Ama dikkat çekici analizler yapıyor. Merak edip soruyorum, “Hangi üniversiteyi bitirdiniz?” Yanıt çok kısa oluyor: Ben ilkokul mezunuyum. Yavuz anlatıyor: Kürtlerde büyük değişim var. Daha önceki seçimlerde farklı tercihleri olan insanlar bu seçimlerde Blok’a oy verecek. İnsanlar değişimin sadece Bölge ile sınırlı olduğunu sanıyor. Oysa değişim ve dönüşüm sadece Bölge’de değil metropol illerinde de var. İstanbul genelinde bu seçimlerde 600 bin oy alacağımızı düşünüyorum. En azından hava onu gösteriyor. Ahmet Turan ise Rize’nin Hemşin ilçesinden. Heyecanlı heyecanlı konuşuyor: “Kürt kardeşlerimiz bir Giresunluyu inşallah bu seçimlerde Meclis’e gönderecek. Ne kadar güzel. Kürtler bir Karadenizli için kenetlenmiş, etrafında pervane olmuş. Bir Karadenizli olarak bunu görünce çok sevindim. Ben de bu seçimde bir Karadenizli’nin Meclis’e gitmesi için Kürt kardeşlerimle dayanışma içinde olacağım.”

 
Abdullah Levent Tüzel kimdir?

1961 yılında Giresun’da doğdu. İlkokul ve üniversite eğitimini İstanbul’da gerçekleştirdi. Avukatlık mesleğini sürdürürken İHD ve Çağdaş Hukukçular Derneği’nde yöneticilik yaptı. 1996 yılında kurulan EMEP Genel Başkanlığı’nı günümüze kadar sürdürdü. 2007 seçimlerinde İzmir 1. Bölge’den emek ve demokrasi güçlerinin bağımsız milletvekili adayı oldu.

Seçim İzlenimleri - İstanbul-1

Solu birleştirdi. Sola ruh üfledi. Moralleri düzeltti. 68 ruhunu geri getirdi. Eve kapanan solcu abi ve ablaları gençlik günlerine götürdü. Şimdi seçim meydanlarında eski yoldaşlarımı görüyorum. Daha ne olsun... Sırrı Süreyya bunu sağladı...

‘Bu seçimlerde kurulan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun diğer bloklardan farkı var. İlk kez çatı kurulmadan seçim meydanlarında isimler üzerinden tabanda bir birliktelik kuruldu. Türk solu ile Kürdistan halkı buluşturuldu’ diyor bir seçmen
 
İstanbul’da 68 ruhu esiyor

Eski solcu... Solcu dediysem öyle laf olsun diye değil, adam gibi adam derler ya... Konuştuğum beyaz sakallı, beyaz saçlı, nur yüzlü adam da işte öyle; solcu gibi solcu... Ufku sol, rüyası sol, tasavvuru sol. Sağı, solu, kuzeyi, güneyi sol... Ama daha düne kadar boynu bükük dolaşırmış. Ahmet Kaya’nın dediği gibi: Yürek ve parka paramparça dolaşırmış. Şimdi gençlik günlerine, o mücadele içinde güzelleştiği günlere geri dönmüş. Hızlı hızlı konuşuyor; heyecanı her halinden belli.


“Solu birleştirdi. Sola ruh üfledi. Moralleri düzeltti. 68 ruhunu geri getirdi. Eve kapanan solcu abi ve ablaları gençlik günlerine götürdü. Şimdi seçim meydanlarında hep eski arkadaşlarımı, yoldaşlarımı görüyorum. Sokak sokak, ev ev dolaşıyoruz. Bildiri dağıtıyoruz, sohbetler yapıyoruz, mahalle toplantıları alıyoruz. Sokakta bir insan yanımızdan geçse acaba durdurup konuşsak mı diye düşünüyoruz. Daha ne olsun... Sırrı Süreyya bunu sağladı...”


Kimle konuşsam, kime takılsam, kime yanaşsam Sırrı Süreyya Önder ile ilgili bir şey fark ediyorum. Sırrı Süreyya Önder İstanbul 2. Bölge’de toplumsal ve siyasal fenomene dönüşmüş. Seçmen memnun, “böyle bir aday bize nasip olduğu için en şanslı seçmen biziz” diyor. Sol kesim dinamizm kazanmış, “68 ruhu geri döndü” diyor. AKP’liler kıskançlık içindeler, “Abi keşke bizim partiden girseydi” diyorlar. MHP’lilerin çatık kaşları, asık suratları yumuşamış, “Abi siyasete güleryüz getirdi. Daha ne olsun” diyorlar. Kürtler her açıdan memnunlar. “Cana yakın, sempatik, espirili, halkla ilişkileri iyi ve de popüler” diyorlar. Beyaz Türkler de aynı memnuniyet içinde. “Türkleri Kürtlere, Kürtleri Türklere anlatıyor” diyorlar.


Toplumsal merkezi fethetti


Toplumun tüm renkleri Sırrı Süreyya Önder’in arkasında. Herkes şu tespitte birleşmiş görünüyor: 2. Bölge’de toplam 2 milyon 140 bin seçmen var. Sırrı Süreyya 2. Bölge’de ciddi oy artışı yapar. En az 150 bin oy Sırrı Süreyya’ya gider. Sırrı Bey böylece en çok oy alarak Meclis’e giren vekil ünvanı kazanacak. Sırrı Süreyya Önder’in 2. Bölge’de neden bir toplumsal ve siyasal fenomene dönüştüğünün izlerini sürüyorum. Halk, Önder şahsında kesişen ve birleşen bir kanaat ve algı oluşturmuş. Ama bu kanaat ve algı kaynağını nereden alıyor? Sempatikliğinden mi, sevecenliğinden mi, medyatikliğinden mi? Kuşkusuz bunlar da etkili. Ama gözlem ve izlenimlerim Sırrı Süreyya Önder’i 2. Bölge’de fenomen yaptıran özün kaynağını toplum ile kurduğu mistik bağdan aldığını söylüyor.


Şöyle izah edeyim. Sırrı Süreyya Önder ile halk arasında bir bütünleşme ve bağ var. Bu öyle bir bağ ki MHP’li, seçim otobüsünün önünü kesiyor, “Evimde üç oyum var, üçü de senin” diyor. Bu öyle bir bağ ki hayatında hiç sola oy vermemiş bir seçmen bu seçimde sol bloka oy vermeyi düşünüyor. Tüm bu ilişkilerde Sırrı Süreyya Önder’i can alıcı merkeze yerleştiren onun toplumla kurduğu iletişim tarzı. Sırrı Süreyya Önder söylem ve sloganları ile toplumsal merkezi fethediyor veya o söylemlerle toplumsal merkezde bir hümanite inşa ediyor. Mesela “Ben sizden barış için bir oy vermenizi istiyorum” diyor tüm sevecenliği ve sempatikliğiyle... Mesela elini yüreğine götürerek “Kalbinizde barışa bir yer açın” diyor. Bu söylemler, toplumsal merkezde samimiyet ve içtenlik olarak okunuyor, karşılık buluyor.


Karadenizliyim Sırrıcıyım


Uzun burnu, beyaz teni, yeşil gözleri ile tipik bir Karadenizli. Adı İbrahim Kalyoncu. Trabzon’un Sürmene ilçesi doğumlu. Beyoğlu Seçim İrtibat Bürosu’nda “Siz galiba Karadenizlisiniz” deyince bana takılıyor: “Bana karizmatik yakışıklı derler.” Gece-gündüz Sırrı Süreyya Önder için çalışıyor. Anlatıyor: “Lazlar beni dinlerler ve severler. Karadeniz’de Kürtlere yönelik ciddi bir sorgulama başladı. Bir kısmı nötralize oldu, diğer kesimle temas başladı. Şimdi Kürtleri ve Kürt sorununu daha sağlıklı değerlendirebiliyorlar. Karadenizlilere yönelik çalışma yürütüyorum özellikle. Onlara gidip ‘Bir Karadenizli olarak oyunuzu Sırrı Süreyya Önder’e vermenizi istiyorum’ diyorum. Çok da etkili oluyor.”


Yazar Ömer Gölge de Kalyoncu’nun tespitlerine katılıyor. Gölge’ye göre İstanbul’da 68 ruhu esiyor. Gölge anlatıyor: “Bu seçimlerde kurulan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun diğer bloklardan farkı var. İlk kez çatı kurulmadan seçim meydanlarında isimler üzerinden tabanda bir birliktelik kuruldu. Türk solu ile Kürdistan halkı buluşturuldu. Eğer biz tabanda kurulan bu birliği seçimlerde iyi bir sayı ile Meclis’e gönderirsek çatıyı da kurmuş olacağız. Eskiden çatıyı kurup halka giderdik, şimdi tabanda birleşip sonra çatıyı kuracağız.”
Cehennemde yanmamalıyız

Mehmet Tuna Siirt’ten Gaziosmanpaşa ilçesi Karayolları Mahallesi’ne yerleşmiş. “Hikayemi çok anlattım, gerek yok” diyor. “Çünkü dağ, taş, kuş, böcek, çiçek biliyor. Herkes biliyor artık, bu ülkede Kürtler ezildi, Kürtler sömürüldü, Kürtler öldürüldü, anadilleri inkar edildi. Bunu artık bilmeyen, öğrenmeyen kalmadı. Ben bu modda değilim artık. Ben bundan sonra ne olacak sorusuna yanıt arıyorum.” Tuna bir bilge edasıyla analizlerine devam ediyor: “Biz cehennemde mi yanacağız yoksa cenneti mi inşa edeceğiz. Cehennemde yanacağız diyenler hayatı değiştirme iddiasını kaybedenlerdir. Siyaset değiştirmek için vardır. Dünya alem siyaseti felakete gitmemek için araç olarak kullanıyor. Biz niye kullanamıyoruz. Ben şahsen Sırrı Süreyya’da bir şeyleri değiştirebileceği ışığı gördüm. Allah var yukarıda, Sırrı anlatınca Türkler etkileniyor, değişiyorlar. Ama o sözleri biz Kürtler söyleyince aynı etkiyi yaratamayabiliyoruz. Demek ki siyasette Sırrı gibilere büyük ihtiyaç var.”


Ermeni cemaati ‘Sırrı’ diyor


Sırrı Süreyya Önder’e sadece Kürtlerden, sadece Karadenizlilerden, sadece Laz ve Çerkeslerden değil Ermenilerden de destek var. Pakrat Estukyan Agos gazetesinde editör. Ermenilerin 12 Haziran seçimlerine yönelik siyasal tutumlarını analiz ediyor: “Ermeni cemaati ile toplantılar alıyoruz, seçim öncesi cemaatin eğilimlerini öğrenmeye çalışıyoruz. Genel eğilim Sırrı Süreyya Önder. Sol sosyalist bir aday olduğu, doğru tercih olduğu için Ermeniler bu seçimde Önder’i destekleyecekler. Zaten fiiliyatta da destek vermeye başladılar. Ermeni gençlerin oluşturduğu platformlar Önder için aktif saha çalışması yapıyorlar.”

 
Sırrı Süreyya Önder Kimdir?

1962’de Adıyaman’da doğdu. Yönetmendir aynı zamanda sinema oyuncusu, senarist, müzik yapımcısıdır. Yıl 1978, Adıyaman Lisesi’nde öğrenciyken Maraş Katliamı’nı protesto ettiği için hapse giren Önder, çıktığında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazanır. 12 Eylül’ü de burada karşılar. Darbe olduğu zaman ilk tutuklama furyasında içeri girer. Uzunca bir yargılama süreci yaşar. Sonra 12 yıl hapse mahkum edilir. Cezaevlerinde yedi yıl yatar. 12 Eylül’ün bütün hışmını öncesiyle sonrasıyla yaşar. Babasını kaybeden ve ailesine bakan Önder’in bu süreçte ailesi fazlasıyla mağdur olur. Önder, Beynelmilel isimli filmin senaryosuna, BKM Film’de yeşil ışık yanınca ilk yönetmenliğini yapar. Yönetmenliğini yaptığı filmler: Beynelmilel (2006), Taş Yok Mu Taş? (Kısa Film)

Senaryosunu yazdığı filmler: Beynelmilel (2006), O... Çocukları (2008) Oynadığı filmler: Sis ve Gece (2007), Beynelmilel (2006) - Servet. Aldığı Ödüller: Altın Koza Film Festivali, “En İyi Film” Ödülü, Beynelmilel, Altın Koza Film Festivali, Halk Jürisi “En İyi Film” Ödülü, Beynelmilel, Altın Koza Film Festivali, “En İyi Senaryo” Ödülü, Beynelmilel, Ankara Uluslararası Film Festivali, Ulusal Uzun Film Yarışması, “En İyi Film” Ödülü, Beynelmilel, Ankara Uluslararası Film Festivali, Ulusal Uzun Film Yarışması, Onat Kutlar “En İyi Senaryo” Ödülü, Beynelmilel.

Örgütlü Yalan Stratejisi

Yeni_Özgür_Politika BDP eski Eşbaşkanı ve Hakkari Adayı Selahattin Demirtaş, AKP merkezli çok ciddi bir kara propaganda ile karşı karşıya olduklarını belirterek, ‘’Çok açık ve net söylüyorum. Kürtçe ezan ne bizim tarafımızdan konuşulmuştur ne de uygulanmıştır“ dedi. 
BDP eski Eşbaşkanı ve Hakkari Bağımsız Milletvekili Adayı Selahattin Demirtaş, AKP yandaşı medya tarafından servis edilen ve Türk Başbakan Erdoğan’ın diline doladığı „Kürtçe ezan okutuldu, CHP ile anlaşmalar yapıldı“ haberlerini yalanladı. Seçim bölgesi Hakkari’de gazetecileri kaldığı otelde ağırlayan Demirtaş, BDP’nin, Urfa’nın Suruç İlçesi’nde „Kürtçe ezan okuttuğu“ yönündeki haberleri yalanladı. Partilerinin böyle bir talebi olmadığının özellikle altını çizen Demirtaş, AKP ile yandaşı medyanın, çok ciddi kara propaganda ve psikolojik savaş yöntemleriyle kendilerini hedeflediğini söyledi. Bu haberlerin kaynağının AKP’nin seçim strateji merkezi olduğunu belirten Demirtaş, ortada organize bir durumun olduğuna dikkat çekti ve durumu şöyle özetledi: „AKP’nin seçim strateji merkezi bize yönelik yalanlar, iftiralar üretiyor ve bunu nasıl piyasaya süreceklerini planlıyor. AKP yandaşı gazeteler ile televizyonlar da bunu hemen haber yapıyor. AKP yanlısı yorumcular, köşe yazarları ve televizyoncular oturup bunu uzun uzun tartışıyorlar, partimizi ve adaylarımızı zan altında bırakıyorlar. Başbakan da meydanlarda bunu siyasi bir argüman gibi kullanıyor. Yani bir örgütlü yalan mekanizması, iftira, çamur atma mekanizması, AKP seçim strateji merkezi tarafından işletiliyor bu çok açık. Çünkü Başbakan düşüşe geçmiştir tehlikeyi görmüştür kendisi açısından artık koltuğunun ayağı altından kaydığını görmüştür. Bunu hissettiği için de her türlü yalan ve iftiraya sarılmaya başlamıştır.“

Kürtçe ezan haberi saçmalık!
En son uydurulan yalanın BDP’nin Kürtçe ezan talebi olduğunu kaydeden Demirtaş, „Çok açık ve net söylüyorum Kürtçe ezan diye bir saçmalık ne bizim tarafımızdan konuşulmuştur, ne uygulanmıştır ne tartışılmıştır. Ama AKP yanlısı bir gazete (Star gazetesi) bu yalan haberi manşete çekmiş, Başbakan ile AKP sözcüleri ve bakanlar da bu doğru mudur yanlış mıdır buna bakmadan 2 gündür miting meydanlarında ve televizyonlarda kara propaganda olarak kullanıyorlar. Böyle bir şey asla yoktur! Böyle bir tartışma bile yoktur. Ama bu yalanı düzeltmek artık böyle bir ortamda maalesef zorlaşıyor. Çünkü AKP’nin taktiği budur çamur at izi kalsın başka bişey yok. Hiçbir mitingimizi haber yapmayan AKP kanalları bu yalan ve iftira haberlerini yarım saat verebiliyor. Ben onları halkın vicdanına havale ediyorum“ dedi.

AKP’nin bir ekibi buna ayrılmış
Seçim bürolarında molotof yakalandığı ve yurtlarda çocuklara yönelik saldırılar yapıldığı şeklindeki tüm haberlerin iftira olduğunu belirten Demirtaş, „Seçmenleri tehdit ettiğimiz, kepenkleri zorla kapatırdığımız gibi her gün yeni yeni yalanlar ve iftiralar üretiliyor. Anlaşılan o ki AKP’nin seçim ekibinde bir tanesi sadece bu iş ile uğraşıyor. Ben şimdi buradan bütün Türkiye’ye şunu açık yüreklilikle ifade etmek istiyorum. Bizim medya gücümüz yok, medyaya dağıtacak paramız yok. Ama medyada halen namusu ve onuruyla çalışan emekçiler de var. Halen basın ahlak ilkesine saygılı olan gazeteciler de var. Bunu da görüyor, izliyoruz onlara da saygı duyuyoruz. Fakat AKP öyle bir noktaya getirmiştir ki artık bu yalan ve iftiralar nedeniyle halk AKP’ye karşı isyan noktasına gelmiştir“ dedi.

Yandaş medyaya hatırlatma
Sürekli kendilerini hedefine alan AKP yandaşı medyaya „Bir zamanlar sizin bize yaptıklarınızı Kemalist merkez medya size yapıyordu“ hatırlatmasında bulunan Demirtaş bu çevrelere şöyle seslendi: „Bugün bu işin zalimi oldunuz ve aynısını siz Kürtlere yapıyorsunuz. Kesinlikle bunun faturası size çıkacaktır. Ben oy için, Tayyip Erdoğan güçlensin, iktidarda düşmesin diye Tayyip Erdoğan’a şakşakçılık ve yağcılık yapanları, 1990’da Tansu Çiler’e, 12 Eylül’de Kenan Evren’e şakşakçılık yapanlara ve sonrasında Demirel’e diğer başbakanlara şakşakçılık yapanlara benzetiyorum. Bu dönem aynı dönemdir. Her dönem Başbakan’ın etrafında yağcılar vardır. Ama mertler de vardır. Mertlerin ismi iktidar tarafında namert olarak adlandırılsa da onlar merttir. Bu ülkede eğer barış olacaksa da mert gazeteciler mert siyasetçiler ve mert aydınlar tarafından sağlanacaktır.“

Hakkari’de CHP ile görüşmedik
Seçimlerden sonra özellikle Hakkari’de alacakları oy oranının bir çok şeyi açığa çıkaracağını kaydeden Demirtaş, „Bizim Hakkari’de CHP ile miting öncesi veya sonrası hiçbir anlaşmamız, görüşmemiz, tartışmamız olmamıştır. Bu Başbakan’ın iftirasıdır. Zaten iftira attığı için de ispatlayamamıştır. Sözde 5 maddelik aramızda bir anlaşma varmış. Şimdi bu anlaşmayı kim nerede nasıl yapmış Başbakan gece gündüz telefonlarımızı dinliyor. Canlı dinliyor hem de. Sayın Gültan Kışanak’ın telefonunu dinlediği ortaya çıktı. Bi zahmet Hakkari’de de dinlediği telefonları bir açıklasın bakalım. Dolayısıyla CHP ile hiçbir anlaşmamız yoktur“ şeklinde konuştu.

DİHA/HAKKARİ



Görüntüler de Star’ı yalanladı
Star Gazetesi’nin „BDP Kürtçe ezan okuttu“ haberini DİHA’nın görüntüleri de yalanlıyor. Görüntülerde Cuma namazı öncesinde cemaat içinde bir yurttaşın Arapça ezan okuduğu görülüyor. Haberde ismi verilen Mele Abdullah Karsak da haberi yalanladı. Star Gazetesi, BDP Urfa İl Başkanı Müslüm Kaplan’a dayandırarak manşetten verdiği „BDP Kürtçe ezan okuttu“ başlıklı haberinde, Kürtlerin talepleri arasında Kürtçe ezanı da göstermişti. Star Gazetesi’nin haberi Kaplan tarafından yalanlanırken, DİHA kameralarının çektiği görüntüler, gazetenin haberinin kurmaca olduğunu ortaya çıkardı. Devletsiz Cuma Namazı’nda Dicle Haber Ajansı muhabirleri tarafından kaydedilen görüntülerde, gazetenin ezanı Kürtçe okuduğu belirttiği Mele Abdullah Karsak’ın ezan okumadığı ve cemaat arasında bir yaşlı müezzinin ezanı Arapça okuduğu tespit edildi.

Mele Karsak: Kürtçe okunmadı
Mele Abdullah Karsak da, ismi kullanılarak yapılan haberi yalanladı. Mele Karsak, „Biz Ulu Cami’de merkezi sistemle okunan ezanı baz alıyoruz. Biz dinimizi yaşamak için bu namazları kılıyoruz. Kürtçe ezan okumadık, başka tarafta okunduğunu da duymadım. Kürtçe okuduğumuz hutbede dinimizde ‘ahlak’ konusunu anlattım. Namaza başlarken de cemaatin içinden bir mümin kalkıp Arapça ezan okudu. Bu da ezandan öteye hutbenin bittiğini ve namaza durulması gerektiği uyarısını yapmak için Arapça okunur. Görüntüleri de var. Kesinlikle böyle bir talebimiz yok. Gazetenin yazdığı ve bize sorulmadan yapılan haber tamamen yalanlardan ibaret“ dedi.
DİHA/URFA

Rapor: Hopa'daki Olayları AKP'li Aytolan Başlattı


Artvin’in Hopa ilçesinde 31 Mayıs günü yaşanan olayların incelemek üzere 6-7 Haziran’da olay yerine giden TİHV, KESK, TTB, İHD tarafından hazırlanan rapor TİHV binasında açıklandı. Raporda olaylardan bir gün önce AKP İl Meclis üyesi Hakkı Aytolan ve kardeşinin Milliyet gazetesinde verdiği bir demecin yörede büyük gerginliğe yol açtığı kaydedildi.

Hopa’da emekli öğretmen Metin Lokumcu’un ölümü, onlarca insanın yaralanması, 30 kişinin gözaltına alınması ve 12 kişinin tutuklanması ile sonuçlanan olayları yerinde inceleyen insan hakları organizasyonları, TİHV binasında düzenledikleri basın toplantısı ile hazırlanan raporu açıkladılar.

HOPA OLAYLARINA AYTOLAN’IN BU SÖZLERİ NEDEN OLDU


6-7 Haziran günü olay yerinde incelemelerde bulunan THİV, KESK, İHD ve TTB raporunda yer alan Hopa Belediye Başbakan Turan Kasımoğlu’un beyanları olayların nasıl başladığına yönelik ipuçları veriyor. Kasımoğlu, Başbakan Erdoğan’ın Hopa halkına karşı tahammülsüzlükten kaynakladığına dikkat çekiyor. Olaylardan bir gün önce AKP Meclis üyesi Hakkı Aytolan ve kardeşi tarafından Milliyet Gazetesine yaptıkları açıklamanın olayları fitillendirdiğine işaret eden Kasımoğlu, “Açıklamada, Hopa’da yaşayan Hemşinlilerin Ermeni olduklarını ve ÖDP’li komünistler olduklarını ve CHP’ye oy verdikleri’ şeklinde konuşarak ortalığı germişlerdir” diye konuştu.

İŞTE RAHATSIZ EDEN PANKART

Başbakan Erdoğan’ın duyurduğu pankartın emekli öğretmen Metin Lokumcu’nun ölümünden önce değil sonrasında asıldığını vurgulayan Kasımoğlu, olaylardan önce gerginliğinin çıkmasına neden olan ve polisin indirmeye çalıştığı pankarta “Karadeniz’in asi çocukları suyuna ve çayına sahip çıkıyor” ifadelerinin yer aldığını söyledi. Kasımoğlu, “Güvenlik güçlerinin ve Başbakan’ın korumaları bu pankartı neden indirmeye çalıştıklarını anlamış değilim” diye konuştu.

POLİSLER OLAYLARIN BÜYÜMESİ İÇİN ÖZEL ÇABA GÖSTERDİ

Dışarıdan gelen polislerin olayların büyümesi için özel bir çaba gösterdiğini belirten Kasımoğlu, “Dışarıdan gelen polis halka sürekli küfür ediyor, tehditler yağdırıyorlardı. Hopa’da çalışan polisler durumun farkına vararak dışarıdan gelen polislerin sakin olmalarını sağlamaya çalışıyorlardı. Bu nedenle dışarıdan gelen polisler ve Hopa’da görev yapan polisler arasında gerginlikler, küfürleşmeler, yumruklaşmalar yaşanıyordu” şeklinde konuştu.

OLAYIN PLANLANDIĞI HUSUSU YALANDIR, NE MOLOTOF NE DE SOPA VARDI!

Olay sırasında Başbakan’ın ve Kaymakam’ın iddia ettiği gibi herhangi planlamış bir durumun söz konusu olmadığını altını çizen Kasımoğlu, şöyle dedi: “İnsanlar halay çekiyordu ve buna bile ciddi tahammülsüzlük vardı. Halay çekilen yer inşaat alanıdır ve orada ve orada taşların olması kadar doğal bir şey olamaz. Hele molotof ve sopa hiç yoktu. Olay çıkarmak için taş ya da şişe biriktirmek şeklinde bir şey yoktu. Gerginlik çıkınca inşaat halindeki binadan temin edilen şeylerle insanlar kendilerini savundu.”

DIŞARDAN GELEN POLİSİN KIŞKIRTMASI

Jandarmanın araya girmesiyle olaylar dinmek üzereyken polisin araçtan düşmesi, Başbakan’ın korumalarının hastane çevresinde çok fazla miktarda mermi sıkması ve biber gazı sıkılması nedeniyle ortamın yeniden gerildiğini anlatan Kasımoğlu, “Bu olaylar Hopa halkına mal edilemez burada esas provokatör AKP iktidarı ve başka ilerden getirdiği polis gücüdür” diye konuştu.

KAYMAKAM AKTAŞ: MÜDAHALE EMRİNİ BEN VERDİM VİCDANIM RAHAT

Hopa olayları için Hopa Kaymakamı Abdullah Aktaş ise “Müdahale emrini ben verdim, vicdanım rahat” diyerek, olayların Hopalılarla alakası olmadığını savunvu: “Olayların Hopa’lılarla alakası yok dışarıdan gelen ve olay çıkartmak üzere hazırlanmış birkaç kişinin provokasyonu ile olaylar başlamıştır. Müdahale kararını ben verdim, vicdanen rahatım. Çünkü olay çıkartmak için hazırlıklar yapan kitlenin tam orta yerinde yığılmış taşlar ve açılmamış soda şişeleri vardı. Bunları olay çıkartmak için önceden hazırlanmışlardı.”

HALK ABARTIYORMUŞ

Olayların polisin görmediği pankartı indirmek istemesiyle başladığını iddia eden Aktaş, “Polisler pankartı indirmek istediler ancak eli sopalı 7/8 kişi 2 polise saldırdı, yine şuanda tutuklu olan bir şahıs pankart indirilse kendimi aşağıya atarım diye bağırarak inşaatın tepesinden intihar girişimi tehdidinde bulunarak ortamı geriyordu” dedi.

Olay sırasında halktan yaralananlar olmadığını, olay sırasında dışarıdan gelen polis sayısını halkın abarttığını öne süren Aktaş, aşırı gaz kullanılmadığını da iddia etti.

İŞKENCEYE MARUZ KALAN 13 KİŞİDE AKUT STRES BOZUKLUĞU TESPİTİ

TTB MYK üyesi Hüseyin Demirdizen, İHD MYK üyesi Rıza Dalkılıç, KESK Dönem sözcüsü Mehmet Aydoğan’ın hazır bulunduğu açıklamada raporu THİV görevlilerinden Ümit Ünüvar okudu. Raporda Hopa’da 12 Eylül cuntasını aratmayacak Olağanüstü Hal yaşandığına dikkat çekildi. Adlı Tıp uzmanı, Fizik Tedavi Uzmanı, psikiyatri ve THİV hekimleri tarafından işkenceye, kötü muameleye ve kimyasal içeren gazlara maruz kalan 13 kişide akut Stres Bozukluğu tespit edildiği açıklandı.

20 ile 56 arasında değişen toplamda 10 erkek 3 kadın muayede ettiklerini anlatan Ünüvar, olaylardan 7 gün geçmesine rağmen, kaba dayağa bağlı yumuşak doku lezyonu, saç çekilmeye bağlı alopesi ( Kıl köklerine uyan kısımlarda kanamalı saç kaybı), gaz kanisteri çarpmasına bağlı yumuşak doku lezyonu tespit edildiğini aktardı.

31 Mayıs’ta maruz kaldıkları kimyasal gaza bağlı gelişen göz yaşarması, yanma, tüm vücutta yanma, baygınlık geçirme, ayağa kalkamama gibi şikayetlerle karşı karşıya kaldıklarını belirten Ünüvar, gazın kimyasal etkisine dair bulgu tespit edilemediğini aktardı.

2 EPİLEPSİ HASTASINA GÖZALTI ZULMÜ

Gözaltında 4 tutulanların arasında iki epilepsi hastası olduğuna dikkat çeken Ünüvar, “Gözaltı sürecinde sürekli kullandıkları ilaçları alamamışlar, ikisi de gözaltındayken epilepsi nöbeti geçirmiş ancak hiçbir tıbbı müdahale yapılmamış” dedi. Ruhsal olarak yaygın uyku ve problemi ve kaygı tespit edildiğini aktaran Ünüvar, psikiyatrik değerlendirmelerde 13 kişinin 6’sının herhangi bir yakınma belirtmediğini ancak diğer 7 kişinin yeni gelişen psikiyatrik semptomlarının mevcut olduğunu bildirdi. Ünüvar, 3 kişiye bu yakınmalar nedeniyle ilaç tedavisi başlatıldığını, diğer 3 kişiye ise uzun süreli psikiyatrik destek alınması önerildiğini vurguladı.

GÖZALTINA ALINAN 1 KİŞİ MENTAL RETARDEYDİ

Gözaltına alınan 20 kişinden birinin mental retardey olduğunu ifade eden Ünüvar, “Olaylarından sonra ellerinde titreme, sürekli hareketlilik, uyku bozukluğu, sık sık uyanma, kaygı, korku, ansiyete belirtileri, olayları unutamama, polis görünce kaçınma, korkma gibi akut stres bozukluğu semptomları tespit edildi” diye konuştu. Gözlenen psikiyatrik semptom profiline bakıldığında başvuranların kaygı içerikli belirtilerinin ve uyku sorunlarının ön planda olduğunun görüldüğünü belirten Ünüvar, bu profilin 31 Mayıs tarihinden itibaren Hopa’da sürmekte olan korku ve güvensizlik ortamı ile yakından ilişkisi olduğunu ifade etti.

Kürtler,Esad'la Toplantıyı Askıya Aldı



Suriyeli Kürt örgütlerinin temsilcileri, Devlet Başkanı Beşar Esad ile yapacakları toplantıyı şimdilik askıya aldı. Ateşkesin ilan edilmesi ve askerlerin şehirlerden çekilmesini isteyen Kürtler, demokratik özerklik istiyor.

Suriye’de Devlet Başkanı Beşşar Esad’a karşı yaklaşık iki aydan bu yana protesto gösterileri sürüyor. Bağımsız kaynaklar tarafından doğrulanmamakla birlikte 1200’ü aşkın kişi devlet güçlerinin silahlı saldırıları sonucu hayatını kaybettiği Suriye'de Kürtler de demokratik özerklik talebiyle Devlet Başkanının karşısına gelecekti. 12 Kürt örgütünü temsilen 5 kişilik bir heyetin dün yapacağı toplantı askıya alındı.

Esad'la biraraya gelmeleri beklenen Kürt örgütlerinden Demokratik Birlik Partisi (PYD) Başkanı Salih Mislim, ANF'ye yaptığı açıklamada, Beşar Esad ile yapılacak toplantının ‘şimdilik’ askıya aldıklarını söyledi. Mislim, iptal nedenini, "Bu koşullarda Esad ile konuşmanın bir fayda getireceğini düşünmüyoruz. Zaten halkımız da bu görüşmeye pek sıcak bakmıyor. Koşullar düzeltinceye kadar bekleyeceğiz" diye açıkladı.

Mislim, ateşkesin ilan edilmesi ve askerlerin şehirlerden çekilmesini istediklerini belirterek, Kürtlerin demokratik özerklik talebinin gündemde olduğunu kaydetti.

Suriye’deki son gelişmeleri değerlendiren ülkedeki en örgütlü Kürt hareketi olan PYD’nin lideri Salih Mislim, Şam rejiminin köklü değişimler yapması gerektiğini belirterek, koşullar oluşana kadar Kürtlerin yönetimle görüşmeyeceğini söyledi.

GÖRÜŞMEK İÇİN GEVŞEK DAVRANDILAR

Kürt örgütleriyle görüşme talebinin devletten geldiğini belirten Mislim bu süreci şöyle anlattı:

"Önce Kürt toplumunun ileri gelenlerinden bir heyetle görüşmek istediler. Biz ise bu heyetle görüşmeye katılmayacağımızı söyledik. Siyasi partiler olarak gidebileceğimiz ilettik. Cumartesi günü Şam’a davet edildik. Ancak hazır olmadığımızı ilettik. Son gelişmeler bu görüşmeyi yapmamız zor kılıyor. Nitekim onlar da görüşmeler konusunda gevşek davrandılar."

KÜRTLERİN TALEPLERİ

Şam yönetimiyle köprülerin tümden atılmadığını, yakın zamanda görüşmelerin olabileceğini de söyleyen Mislim, Kürtlerin öncelikli talebinin ateşkes olduğunu vurgularken, isteklerini "Askerler derhal şehirlerden çekilmeli, hemen ateşkes ilan edilmeli, Kürt varlığı kabul edilmeli, Demokratik özerklik hayata geçirilmeli’’ diye sıraladı.

KÜRTLERE KİMLİK

Suriye'deki Kürtlerin durumu hakkında bilgi veren Mislim, Beşar Esad yönetiminin reform kararlarının somut olarak hayata geçirilmediğini, reformların vaatlerle sınırlı kalmasına rağmen ‘kimliksiz Kürtlere’ kimliklerin de verilmeye başlandığını söyledi. Kürdistan bölgesinde askeri bir yığınağın olmadığını belirten Mislim, "Kürtlerden çekindikleri devlet buraya girmiyor. Herhangi bir askeri yığınak durumu yoktur. En son kaç yıl önce Lübnan’dan çekilen askerler Kobani ve Afrin’de yerleştirdiler. Askeri olarak ciddi bir hareketlilik bölgemizde görülmüyor" dedi. Hamma, Halep ve diğer Suriye kentlerindeki muhalefetle yoğun bir ilişki içinde olduklarını söyleyen PYD lideri ‘’Arap muhalefetiyle sürekli diyalog halindeyiz. Hemen her konuda görüş birliği içindeyiz. Kürtlerin taleplerini kabul etmeme gibi sorunları yok’’ diye konuştu.

Ülkede isyanlara öncelik eden muhalefetin aslında zayıf ve parçalı olduğunu ifade eden Mislim, şunları kaydetti:

‘’Daha doğrusu muhalefeti biz oluşturmaya ve onları yurt içinde güçlendirmeye çalışıyoruz. Örneğin Şam Dekorasyonu gibi muhalefet platformlarını etkin hale getirmeye çalışıyoruz. Yine Burhan Galyon gibi birçok Arap siyasetçi ve araştırmacı bizimle birlikte hareket ediyor’’ .

Mislim, ‘’Arap Suriye içi muhalefeti Kürtlerin haklarını tanımaya hazır mı?’’ sorusuna ise PYD lideri ‘’Evet, çözüm için sunduğumuz proje çoğu muhalif grup tarafından kabul edildi’’ yanıtını verdi. Salih Mislim, ülkede gösterileri organize eden muhalefet grupları arasında Hıristiyan, Dürzi, Alevi, Komünistlerinde aralarında olduğu yaklaşık 15 örgüt ve grubun bulunduğunu belirtti.

ANTALYA TOPLANTISI

Antalya’da toplanan Suriye muhalefeti konusunda ise PYD liderinin görüşleri şöyle:

‘’Biz ve ülke içindeki muhalefet bu toplantıyı boykot ettik. Antalya’daki toplantıya katılanların hemen hepsi yurtdışından gidenlerdir. Suriye’de kimse bunları tanımıyor, bir tabanları yok. Pek önemsemiyoruz onları. Antalya’daki toplantı Müslüman Kardeşler ile AKP’nin oyunu görüyoruz. Nitekim AKP’nin farklı amaçları olduğunu biliyoruz."

KARAYILAN'LA GÖRÜŞME

Suriye’de tabanı olmayan bir iki örgüt dışında 12 Kürt örgütü birlikte hareket ediyor. Bir süre önce Kürt örgütleri Kandil’de KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan ile bir görüşme yaptılar. Bu görüşmede ortak hareket etme kararı benimsendi. Suriye’nin diğer kentlerinden farklı olarak Qamişlo, Afrin, Kobani gibi Kürt kentlerinde PYD ve diğer Kürt örgütleri kitlesel toplantılar düzenleyip, halkı bilgilendiriyorlar. Şu an Kürtler olası gelişmelere ve Şam’a karşı birlikte hareket etme pozisyonunda.

YENİ YAPTIRIMLAR


İngiltere ve Fransa, Suriye'yi protestoculara yönelik baskı nedeniyle kınayan bir karar tasarısını Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne sundu. Tasarıda, ülkede şiddete derhal son verilmesi çağrısı yapılıyor ancak dış müdahaleden söz edilmiyor. BM Güvenlik Konseyi'nin 15 ülkesinden 11'i tasarıya destek veriyor. Taslak karar önerisinde, Libya’ya konan uçuşa yasak bölge uygulamasının Suriye’ye karşı düzenlenen NATO bombalamaları nedeniyle bekleneni veremediğine de dikkat çekilerek daha farklı yaptırımların hayata geçirilmesi gerektiği kaydedildi. Rusya’nın Esad’a yönelik yaptırımlara karşı olduğu belirtilirken Brezilya ve Hindistan gibi BM Güvenlik Konseyi üyesi ülkelerin de yaptırımlar konusunda dikkatli olunması gerektiğine dikkat çektikleri ve söz konusu yaptırımların bir askeri müdahalenin belirtisi olduğu konusunda kuşku duydukları kaydedildi.

KRİTİK DENGELER

Amerika ve Avrupa Birliği’nin Şam yönetimine ambargo uygulamasına rağmen Libya gibi bir uluslararası müdahale zor bir ihtimal. Nitekim hem Suriye’deki dengeler hem de ülkedeki gösterileri organize eden muhalefet olası bir müdahaleye karşı. Suriye’de dengelerin sarsılması sadece ülke içinde bir iç savaşı değil aynı zamanda Lübnan’ı ve İran’ı da yakından ilgilendiriyor. Bu nedenle İsrail, Suudi Arabistan ve Washington şu an bir dış müdahaleden pek bahsetmiyorlar.

Kürtler Bu 'Hukuk' Oyununu da Bozar


Resmi yazılı metinlerinde aksi iddia edilse de, TC laik, demokratik, anayasal bir hukuk devleti değildir. Zira, Anayasası faşizan, baskıcı devlet aygıtını ve onun himayesindeki egemen sınıfları korumak üzere kaleme alınmıştır. Hoş bugün yarım yamalak İstanbul burjuvazisi dahi bu anayasaya karşıdır. Bugün sahip çıkanlar AKP eli ile palazlanan kendini, “kaplan” sanan hurda burjuvazidir.

Hukuk bu kirli düzene başkaldıranları cezalandırmak, hatta intikam almak üzere uygulanmaktadır. Laiklik İslamı Türkleştirmek ve dini bu kirli düzenin bir payandası yapmaya hizmet eder, bu nedenle TC’de laiklik, demokrasiden daha kıymetlidir. Dolayısıyla bu rejimin en olmadığı da demokratlıktır.

Başbakanının, yargılama süreci bitmiş bir hükümlüyü asmaya gönüllü olduğunu açıkladığı bir rejim demokrasi olabilir mi? Hem de yönetmeye talip olduğu coğrafyanın genişçe bir bölümünde yaşayan milyonlarca insanın Lider olarak gördüğünü beyan ettiği bir insanı öldürmeye namzet olan bir başbakan hukuka bağlı mıdır?

Kürdistan genelinde ciddi bir oy kaybına uğradığı kamuoyu yoklamalarınca da saptanan AKP, seçim kampanyasının hemen tümünü “tetikçi” yargıyı Kürt siyasetine karşı harekete geçirmeye dayamanın, “semeresini” toplama peşinde.

Seçimlere dört gün kala milletvekilliğini almasına tüm çevrelerce kesin gözü ile bakılan Diyarbakır bağımsız milletvekili adayı Hatip Dicle hakkındaki bir dava Yargıtay’da Dicle’nin aleyhine karara bağlanıyor. Bu yolla hüküm giydiği kesinleşen Dicle’nin seçilse de milletvekilliğini sürdüremeyeceği gibi, “hukuki” bir durum yaratılıyor.

KCK davası kapsamında rehin tutulan Dicle’nin, seçilmesinin kesin olduğunu dünya alem biliyor. Yargıtay bu kararı ile aslında Dicle’ye milletvekili seçilip hapisten çıksa da, bir başka esaret planlıyor.

Zira, yargıtayın kararı 22 Mart’ta verilmiş adaylık başvuruları ise nisan ayının başında yapıldı ve aynı ayın ortasında da kesinleşti. Bu nedenle Yargıtay’ın kararı Dicle’nin adaylığını etkilemiyor. Yani Dicle’nin adaylığı YSK tarafından onaylandı.

Bu nedenle şu anda görünen, Yargıtay kararının muhatabı YSK değil Meclis.

Dicle seçildiğinde karar meclise tebliğ edilir ve o zaman Yargıtay kararı uygulanır.

Ancak, pazara kadar yargıtay YSK’ya kararı iletir gereğini isterse durum değişir. Görüldüğü gibi, amaç “demokrasiyi” bir tehdit unsuru olarak kullanmak suretiyle, Kürt siyasal kadrolarını dışarıda da siyaseten rehin almak.

Burada temel soru şudur, Yargıtay 22 Mart’ta aldığı kararı neden açıklamadı? Ne zaman açıklamayı planlıyordu? Madem Yargıtay bu kararı açıklamak için başka bir zemin bekliyordu o zaman bu böyle bir kararın varlığını kim neden sızdırdı? Hukuku alet ederek Kürt sivil siyaseti üzerinden bazı hesaplar yapıldığı görülüyor. YSK’nın bir grup bağımsız aday hakkında verdiği veto kararı ardından kimi çevrelerce AKP’ye çizilen, “mağdur” rolüne yeni kostümler mi biçiliyor?

Bu durum Kürtler tarafından asla ve kata kabul edilmez. Bu hukuk değil. Bu gayri hukuki bir dava yoluyla zindanda esir tutulan bir siyasetçi üzerinden Kürtler’i “hizaya” sokma çabası. Bu, “hukuk mu, o da ancak bana hizmet ettiği oranda vardır” demenin ahlaksız pervazsızlığıdır. O nedenle, Kürtler’in bu kararın her hangi bir yolla telafisini kabul etmeleri düşünülemez. Çünkü bu karar Kürtler açısından geçersizdir. Karar ne olursa olsun Diyarbakır Hatip Dicle’ye oy vermeli O’nu seçtiğini belgelemeli.

YSK’nın kararı şu ya da bu güne bekleterek seçimi geçirmesi bir anlam ifade etmiyor. Kürt siyaseti, adına hukuk dedikleri bu cendere yüzünden özgürce kendi mecrasında hareket edemiyor. Periyodik olarak kıskaca alınıyor, sıkıştırılıyor, siyaset yapmak yerine bu “hukuk” tuzağı ile oyalanmak isteniyor. Kürtler artık bunu kabul etmeyecektir.

Açık bir biçimde görülüyor ki, gelecek dönemde seçilen bağımsız adayları daha ciddi saldırılar bekliyor. Bu nedenle yeni bir dizi eylemlilik bu saldırgan tutuma ve hukukun bu iktidar tarafından siyaseti infaz etmede devreye sokulan bir silah olarak kullanılmasına verilecek ciddi bir yanıt olacaktır.

AKP’nin ve temsil ettiklerinin bu saldırganlığının altında yatan, yüzde on baraj engelini bertaraf etmek amacıyla seçime bağımsız giren Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nun, yüzde on oy alamasa da, siyasetin yüzde yüzünü belirliyor olmasıdır aslında. Ayakları havada, akli olmakla değil, “çılgınlıkla” göz boyayan projelere karşılık, adım adım oluşturulan demokratik özerkliğin vaat ettiği özgürlük korkutuyor bunları.

Kuvvetler ayrılığı ilkesinin yargı ayağı bugün Ankara egemenliği eli ile feodal dönemin de gerisinde, bir intikam aracına dönüşmüştür. Tüm yargı süreçleri adaletsizliğin, “hukuk” adı altında makyajlanmasıdır. Ne Yargıtay’ın-ki Ankara’da herkes o Yargıtay’da para ile her kararın alınabildiğini bilir. Hatta davaları sadece yargıtay aşamasında alıp sonuçlandırmasıyla ünlenmişi avukatlar vardır- ne Anayasa Mahkemesi’nin, modern hukuk indinde bir kıymeti yoktur.

AİHM’nin Kürdistan’da görülen davalara ilişkin, iç hukuk yollarını tüketmeden AİHM’ne dava götürülebilmesi yönündeki kararı, Ankara merkezli hukukun Kürtler’e karşı çifte standartlı oluşunun uluslararası tescilidir. Ancak bu uluslararası karardan da hicap duymayan Ankara direnen Kürt’ten intikam alırken hukuku bir kez daha bir kez daha ayaklar altına almakta bir beis görmemektedir.

canerdem2126@gmail.com

Ahmet Şık ile Mektup / Söyleşi


Ahmet Şık’a bir mektup yolladık, sorular sorduk, o da sağolsun cevaplayıp gönderdi. Görüldüğü yerde imha edilmesi emredilen o kitabı niye yazdı, nasıl yazdı, sonrasında olanlar için ne düşünüyor? Silivri’ye bağlanıyoruz.

Seni bu kitabı yazmaya sevk eden neydi? Neden bu kitabı yazma ihtiyacı hissettin? 

Biliyorsunuz, Ertuğrul Mavioğlu ile birlikte kaleme aldığımız iki ciltlik bir kitabımız var, “Kırk Katır Kırk Satır” üstbaşlıklı. Ergenekon ve ilintili dava ile soruşturma sürecini anlatıyor. Bir kaynak kitap olarak görülebileceği gibi, aslında soruşturmayı yürütenlere de yol göstericilik yapabileceğini düşünüyorum. Çünkü o kitaplarda işlediğimiz temel tez şu: Evet, Türkiye’de kolu 1990’lara uzanan bir derin devlet geleneği var. Kimi zaman kontrgerilla, kimi zaman Susurluk, Şemdinli vs. diye anılan, geçmişi fazlasıyla kanlı ve kirli bir yapı. 

Peki, Ergenekon soruşturmaları bize bu yapının tasfiye edildiğini, daha da ileri gidersek, yargılandığını gösteriyor mu? 

Bence bunun yanıtı kesin bir hayır. Evet, iki kampa ayrılmış medyanın bir kısmına –kapladığı alan olarak etkisi çok büyük değil, ancak iktidar yanlısı olmanın getirdiği bir ekonomik gücü olan kesime– göre güya Türkiye’de derin devlet temizliği yapılıyormuş. Biz de kitapta diyoruz ki, hayır, Ergenekon süreci derin yapıyı tasfiye etmiyor. Tam aksine, koruyor ve kendi aktörlerini sahaya sürüyor. Bunun böyle olmasında soruşturmayı yürüten –ki polis ve yargı oluyor– makamların son beş yılın gizli iktidarı olan bir cemaatle sıkı ilişkileri de hep dillendirilir oldu. Kimi zaman kökten laiklerin paranoyası gibi görünen bu durumun netliği, eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın yazdığı kitapla daha bir ortaya çıktı aslında. Avcı, ki kanımca çok içeriden bir sistem eleştirisi olan kitabında hiç de yenilir yutulur iddialar anlatmıyordu. Sonrasında başına gelenleri hepimiz biliyoruz. İşte şimdi beni Avcı’yla aynı kaderi paylaşmaya iten de yazdığı kitabı okumam oldu. Kitabını okuduktan sonra Avcı’yı aradım. Nereden tanıştığımızı da anlatmam gerek, çünkü öküz altına buzağı sokmakta çok mahir bir medya düzeni var… Avcı’nın Susurluk kahramanı olduğu günlerde, 1997’de tanıştık. Tanışmamıza vesile olan, Avcı’nın işkenceci siciliydi. 1980 öncesi ve sonrasında, Mersin’de Dev-Yolcular ve Kurtuluşçular başta olmak üzere tezgâhından geçmemiş sosyalist kalmamıştı neredeyse. İHD İstanbul yönetiminden Şaban Dayanan da bu kurbanlardan biriydi. O anlattı, ben yazdım. Radikal’de manşet oldu. Aynı gün Avcı aradı ve Dayanan’la görüşmek istediğini söyledi; hatırlayamadığını da vurgulayarak. Şaban’la birlikte Ankara’ya gittik. İşkenceci ve kurbanı yüzleşti. Bunu da haberleştirdim. Sonra da Avcı’yla bir daha yüz yüze gelmedim. Zaman zaman telefonlaştık. Kitabıyla ilgili de ben aradım. Cemaat kısmıyla ilgili eleştirilerini çok yerinde bulduğumu ve önemli bir iş yaptığını söyledim. Ancak, ilk bölümdeki Dink ve Danıştay suikastindeki “basit polisiye” bakış açısının yetersiz olduğunu da söyledim. Olayların geri planını görmekten çok uzaktı çünkü. Sonra da işkenceci geçmişiyle yüzleşmemesinin daha büyük bir eksiklik olduğunu ve kendisine de özellikle cemaat medyasından ilk saldırının bu nedenle geleceğini de ilettim. Bana “işkence bu kitabın konusu değildi. O başlı başına bir kitap konusu. Keşke biri benimle kitap kalınlığında söyleşi yapsa. Devletin bizi nasıl eğittiğini, nasıl koruduğunu, kendimin o zamanki ve şu andaki ruh halimin neler olduğunu anlatsam” dedi. Yıllardır acı öykülerini anlattığım insanlara bu zulmü yaşatanlardan biri anlatmaya hazır olduğunu söylüyordu. “Ben talibim” dedim. Olabileceğini söyledi. Açıkçası, çok heyecanlandım. Beni tutuklatan kitaptan (“İmamın Ordusu”) daha çok heyecanlandırıyor hâlâ. O günlerde birkaç kez telefonlaştık Avcı’yla. Bu arada, Avcı’ya “çakan” ilk haber bu işkencecilik mevzuu oldu. Bu konuda hiçbir zaman kalem oynatmamış medya bir anda hak savunucusu kesildi. Baştacı ettikleri Emniyet müdürünün aslında ne kadar “kirli” biri olduğunu gösterme gayretine düştü. Nedeni kitabıydı elbette. İlginçtir, sadece kitabındaki iddialar tartışma konusu olmuyordu. Bunun üzerine, Avcı’nın iddialarının bir kitap konusu olduğundan hareketle bu konunun içinde buldum kendimi. Ergenekon soruşturmalarının gidişatı da bu iddialarla çok örtüşüyordu.
 
Kitabı nasıl tasarladın? 

Önce Avcı’nın kitabında yer alan ayağı kaydırılan Emniyetçilerin hikâyelerini dava dosyaları üzerinden inceleyip anlatmak istedim. Fakat, konuyu deştikçe iş çetrefilleşiyordu. İlk kitabı (“Kırk Katır Kırk Satır”) hazırlarken Ergenekon’un ilk beş iddianamesi ile delil klasörlerindeki onbinlerce sayfa belgeyi okuyup incelemiştim. Dolayısıyla, en önemli kaynaklardan biri o dosyalardı. İlk iddianamenin 41 no’lu ek klasörü, Ergun Poyraz’da ele geçirilen belgeleri kapsıyordu. Bu klasörde Emniyet içinde yürütülen cemaat ve tarikat soruşturmalarının belgeleri de bulunuyordu. Birçok gizli yazışma önümdeydi anlayacağınız. Zaten hepi topu iki buçuk soruşturma açılmış. İlki, Ünal Erkan’ın Emniyet Genel Müdürü olduğu dönemdeki hileli kura soruşturması. Yine bu soruşturmayla bağlantılı olarak yürüyen, bir dönem cemaat içindeyken sonra ayrılan Rafet Yılmaz adlı polis okulu öğrencisinin cemaatten ayrılması üzerine disiplin puanlarının düşürülmesiyle mezuniyetine bir gün kala okuldan atılmasıyla ilgili olan ve en sonunda da “Telekulak Çetesi” soruşturmasıyla sonuçlanan Cevdet Saral (Ankara eski Emniyet Müdürü) ve ekibinin yaptığı inceleme. Bunların ayrıntılarını kitapta anlatıyorum. Bu soruşturma belgelerinden hareketle Emniyet içindeki yapılanmanın şekli şemali ortaya çıkıyordu aslında. Bu örgütlenmeyi Ergenekon ve ilintili soruşturmalara bağlayan olguyu da en açık biçimde yine bir Emniyet müdürü dile getirdi. İstihbarat Dairesi eski Başkanı Sabri Uzun, Fatih Altaylı’nın köşesinde yayınlanan mektubunda (“Sabri Uzun’dan mektup var”, 20 Kasım 2009) bunu anlatıyordu. Mektupta, Sabri Uzun görevinden alınmasına da neden olan meşhur Şemdinli olayıyla ilgili bilgi notunu kendisinin yazmadığını söylüyordu. Öte yandan, en çarpıcı olan şuydu: “Ergenekon’la ilk kez 2001 yılında tanıştım. Sonra 2006’da karşıma çıktı” diyordu. Hemen kendisini aradım. Mektupta yazılanların ne anlama geldiğini sordum. Bu konuda gazetecilerle konuşmak istemediğini söyledi. Sohbet ettik, kapattık. Ama, görüşeceğimizi söyleyerek. Sabri Uzun’un mektubunda dile getirdiği, Ergenekon mahkeme sürecinde bazı sanıklarca da dile getirilmişti. Ayrıntılarını kitapta anlattım. Bence bu bilgiler ışığında da bu soruşturma sürecini değerlendirmekte büyük fayda var. Sakın Ergenekon’u sulandırmaya çalıştığım düşünülmesin. Bu belgelerle soruşturmanın aslında bir derin devlet yapılanmasını tasfiye süreci değil, yeni bir vesayet yarattığını dile getiriyorum.
 
Kitabı yazma sürecinde kimlerle görüştün?

Kitabı hazırlarken bazı bürokratlarla, avukatlarla, gazetecilerle (Odatv ekibiyle değil, Ankara’dan Emniyet’i bilen gazetecilerle) görüştüm. Görüşmeyi kabul edip sonra cayanlar da oldu, ki bunlar Avcı’nın kitabında isimleri geçen, komplo sonucu açığa alınanlardı. Sonradan bir Emniyet müdürü bana o kişilerin dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’la aynı siyasî çizgiden geldiklerini, seçimden sonra taltif edilecekleri sözünü aldıklarını, bu yüzden görüşmekten vazgeçmiş olabileceklerini söyledi. Bu kişilerle doğrudan temasım olmadı. Aracılarla haberleştik. 

Etyen Mahçupyan, Zaman gazetesinde 9 Mart’taki yazısında şöyle diyor: “Söz konusu değerlendirmeye göre, Odatv bu operasyonun merkezinde yer alıyor ve sadece yaptığı yayınlarla değil, yazılmasını ‘teşvik’ ettiği kitaplarla da dezenformasyon ve manipülasyon yapıyor. Hanefi Avcı’nın kitabı bu bağlamda değerlendiriliyor ve en azından bazı bölümlerinin Nedim Şener tarafından yazılmış olduğu düşünülüyor. Ahmet Şık’ın kitabının ise yine en azından bazı bölümleriyle Sabri Uzun tarafından yazılmış gibi piyasaya sunulacak olan bir başka kitabın malzemesi olduğu tahmin ediliyor. İçerik açısından bakıldığında bu kitapların bazı gerçeklere değinirken, aslında daha geniş bir operasyonun mantığına uygun olarak yönlendirme ve saptırma amaçlı oldukları varsayılmış oluyor.” Bu iddiaya ne diyorsun?  

Beni cezaevine getiren sürece ve aktörlerine bakalım. 14 Şubat’ta Odatv baskını oluyor. Genel olarak medyada olumlu bir karşılık buluyor, bunun nedenleri konumuz değil. Ama tam da bu yüzden Ergenekon’la ilişkilendirilmeleri en azından kuşku yaratmıyor. 19 Şubat’ta, önce Hürriyet’te, sonra da medyanın geri kalanında çıkan haberlerde Odatv’nin bilgisayarında çıkan dokümanlar sıralanıyor. Üç word belgesi var. Bu bilgi notlarında yer alan isimler Ahmet Şık, Nedim Şener, Hanefi Avcı, Emin Aslan, Sabri Uzun… Nedim Şener: Dink cinayetinde ihmali olan kurumlardan biri olan Emniyet’in önemli adamlarının “görev kusurları”nı anlatan bir kitap yazmış. Bu “ihmalkârların” cemaatin önemli adamları olduğu iddia ediliyor. Ahmet Şık: Emniyet’teki cemaat örgütlenmesi hakkında bir kitap hazırlıyor. Hanefi Avcı: Cemaatin Emniyet’teki yapılanmasını, hukuksuzluklarını dile getirmiş. Emin Aslan: Cemaatçiler olduğunu iddia ettiği meslektaşlarının komplosuyla (kitabımda bu işin gerçekten komplo olduğuna ilişkin fazlasıyla ayrıntı mevcut) görevinden alınmış. “Dink cinayetinde polisin ihmallerini ortaya koyacaktım” diyor. O ihmali yapanlar da cemaatçi iddiası var. Sabri Uzun: İddialara göre, yine cemaat komplosuyla görevinden olmuş. Üç Emniyet müdürünün de ortak özelliği, cemaatin en önem verdiği yer olan İDB (İstihbarat Daire Başkanlığı), KOM (Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele) Daire Başkanlığı ve bağlı olarak da TEM (Terörle Mücadele) geçmişleri olması ya da görevlerinden alınana dek o birimlerin sorumluları olmaları. Sadece Avcı pasif görev yeri olan Eskişehir’deydi. Bu üç ismin ortak noktası olan cemaat, denklemin en etkili unsuru aslında. Elimizde başka ne var? “Ulusal Medya 2010” belgesi. Bu arada, ben halen o belgeyi görmedim. Basında yer alanlar kadarıyla bilgi sahibiyim. İçeriğine bakarsanız, AKP ya da cemaat karşıtı olan ve bunu dillendiren herkes ETÖ üyesi olmaktan kendini cezaevinde buldu. Bilgi notlarında benim kitap yazdığım, o konuda Nedim’in beni çalıştırdığına dair ibareler var. Deli saçması şeyler. Peki, bu beş isimle bilgi notlarını ve “Ulusal Medya 2010” belgesini birbirine nasıl bağlayacağız? İşte orada da en zayıf halka olan Odatv ortaya çıkıyor. Odatv’nin bilgisayarına bu belgeleri kitabımın aralık ayındaki haliyle birlikte yerleştirince birileri, denklem kurulmuş oluyor. Eşittir Ergenekon yazılıyor sonra da. Peki bu tezler nereden çıktı? Avcı’nın kitabı çıktıktan sonra Nedim televizyon kanallarındaki haber programlarına katılmıştı. Bunlardan biri de, Habertürk’te 3 Ekim 2010’da yayınlanan “Olduğu Gibi” isimli programdı. Bunları Nedim’in savcılık sorgusuna bakarak yazdığımı da hemen belirteyim ki, “nasıl bu kadar iyi anımsıyor” diye komplo üretilmesin. O programdaki konuklardan biri de Polis Akademisi öğretim üyesi Önder Aytaç’tı. Kendisi cemaattendir. Programda Önder Aytaç, “Avcı’nın kitabını yazan sekiz gazeteci var” diyerek Nedim Şener’in de adını verdi. Bu iddia daha sonra Şamil Tayyar (ki programda o da vardı), Emre Uslu (cemaatin önemli elemanıdır) ve kimi cemaat yayın organları tarafından dolaşıma sokuldu. Ve altı ay sonra da bu saçmalık savcılık sorusu olarak Nedim’in karşısına çıktı. Bununla da kalmadı, kitabın o kısmını Ergenekon talimatıyla yazmakla suçlandı. Bu hatırlatmadan sonra, kendimle ilgili kısma dönersek, ben de kitabımı Ergenekon talimatıyla yazıyormuşum. Normal bir insan zekâsının gülüp geçeceği bu iddialarla tutuklanmış bulunuyoruz. 

“İmamın Ordusu” geçici bir isim miydi, kitap bu isimle mi çıkacaktı?

Kitabın adı olarak duyulan “İmamın Ordusu” bir arkadaşımın önerisiydi. Aslında, meseleyi çok iyi özetleyen bir isim olmasına karşın içime sinmiş değil. Çok provokatif ve daha önemlisi, Ergun Poyraz’ın o garip kitaplarının adları gibi. Telefonu mu dinleyenler de şahittir; kitaba bir isim arıyordum. “İmamın Ordusu” nihaî karar değildi. Ama dediğim gibi, soruna odaklanmamız anlamında çok manidar bir isimdi. Elbette ki malûm şahıs imam değil, vaiz; polis de ordu değil.
 
Ordu kelimesi üç hususu çağrıştırıyor: Bir emir-komuta zinciri… TSK’ya karşı alternatif bir silahlı gücün oluşturulması… Emniyet’teki Gülen örgütlenmesinin nicelik olarak büyüklüğü… “İmamın Ordusu” bunları kapsayan bir isim olduğu için mi seçilmişti? 

Evet, ordu kavramının içerdiği emir-komuta zinciri ya da ben buna hiyerarşi diyorum…  

TSK’ya alternatif bir gücün oluşturulması mı? 

Evet. Türkiye kamuoyu yıllar yılı YAŞ kararlarıyla ordudan irticacı oldukları iddiasıyla subayların atıldığına tanık oldu. Herkes bu haberlere bakarak ordunun içinde bir cemaat örgütlenmesine izin verilmediğini sanıyordu. Ancak, Ergenekon ve ilintili soruşturma sürecinde gördük ki, bu bir yanılgıymış. Adrese teslim evraklar bulunması, ses kayıtları vs. benzer birçok olay ve sızdırılan belgelerle bu örgütlenmenin TSK içinde de hiç azımsanmayacak düzeyde olduğu ve zamanı gelince ortaya çıkmayı beklediği görülüyordu. Oradaki örgütlenmenin boyutu halen Emniyet’teki kadar yaygın ve gelişmiş değil. TSK içinde örgütlenememek çok ciddi bir sorun cemaat için. Ordu, darbeci gelenekten gelen, her daim ülkeye ve geri kalmış demokrasiye ayar vermeye çalışan anti-demokratik bir kurum olmasının yanısıra, ülkenin en büyük silahlı gücü. Peki, ikinci silahlı güç neresi? Polis. İşte tam da ordunun sabıkalı geçmişi,1990’ların ikinci yarısından itibaren hedef tahtasına İslâmcıları koyması, cemaatin neden polis teşkilâtına bunca önem verdiğini de ortaya koyuyor… Ve evet, nicelik olarak çok büyük bir güç polis içindeki örgütlenme. Aynı zamanda, nitel bir büyüklük de söz konusu. En kilit noktalar cemaatin denetiminde: KOM, İDB, TEM Daire başkanlıkları, Personel dairesi… 

Kitabın isminden yola çıkarak Etyen Mahçupyan şu değerlendirmeyi yaptı: “Şık’ın kitabının adı ‘İmamın Ordusu’ imiş. Gülen hareketi ile ilgili kitap yazmaya kalkan, bu hareketin Emniyet içindeki yapısını gerçekten analiz etmek isteyen birinin bu başlığı tercih etmesi pek inandırıcı değil. Bu başlık okuyucuyu tahrik eden, içeriğinin saldırganlığını daha ilk cümleden belli eden nitelikte. Karşımızda bir gazeteciden ziyade, ideolojik bir aktivist olduğunu ima eden bir tercih bu…”(Zaman, 10 Mart 2011) Burada kurulan neden-sonuç ilişkisine ne diyorsun? 

Mahçupyan’ın değerlendirmesini önemsemek yersiz. İçeriğini bilmediği ve dezenformasyona maruz bırakılmış bir kitap ve yazarı hakkında böyle yazılar kaleme almak akıl körlüğüdür. 

Gözaltına alınırken “dokunan yanar” dedin. Tutuklanmandan sonra, birçok köşe yazarı (Ekrem Dumanlı, Emre Uslu, Etyen Mahçupyan) yıllardır yayınlanan, şu anda da piyasada bulunan Gülen’i ve hareketini eleştiren onlarca kitap olduğunu ve yazarlarının, örneğin Hikmet Çetinkaya’nın başına bir şey gelmediğini yazdı. Senin kitabının farkı neydi; neye “dokundun” da “yandın”?

Kitabın bölümlerinden biri de “Dokunan Yandı” başlığını taşıyordu. Orada kamuoyunun çok yakından bildiği savcı, hâkim, Emniyet müdürü, STK liderleri gibi birçok kişinin başına neler geldiği anlatılıyordu. Ben de bunun bir parçası oldum. Benden öncekilerin yanmadığını öne sürenler, çıktıktan sonra kitabı bir de bu gözle okusunlar. Hem de bu bölümü. Hikmet Çetinkaya örneğinden yola çıkıp böyle bir tahlil yapmak rasyonel değil. Çünkü zaman dilimleri farklı. Cemaat şimdi iktidarda. Çetinkaya yazdığı dönemde iktidarda olmadığı gibi, aynı zamanda Ergenekon soruşturmaları üzerinden Cumhuriyet gazetesinin yaşadığı itibar kaybı ve gazetenin politikasında bu itibar kaybını olumlayacak denli geri bir noktaya gelmesi de bunda önemli etken. Ama vurgulamam gerekir ki, Hikmet Çetinkaya gazetenin mevcut politikasından ayrı tutulacak bir kimse. O ulusalcı kanadı temsil eden bir yazar değil. Gazetecilik damarı halen baskın bir kimlik. Beni hedef yapan, dediğim gibi, cemaatin artık iktidar olması ve bu iktidarın getirdiği gücü sonuna dek kullanabilecek bir gözüdönmüşlüğe bürünmesi. Kitapta öyle çok şok edici bilgiler yok. Ancak, aslında gerçekten şok edici olan bugüne dek dillendirilen iddiaların derli toplu, kronolojik, belgeye dayalı şekilde yerinde bir hafıza tazelemeyle meraklısına aktarımı söz konusu. Hele ki Ergenekon soruşturmalarının mahiyetinin ve derinleştirilmemesinin eleştirildiği bir dönemde, süreci bir de bunları okuyarak değerlendirin demek önemliydi. Bunu söyleyen kişinin ulusalcı, milliyetçi, ırkçı, faşist çetelerin uzağında, sosyalist kimliğe sahip olması da önemliydi, ki gözaltına alınmamdan iki gün önce telefonda konuştuğum Alper Görmüş de bu noktanın altını çizmişti. Ancak, bırakın tutuklanmayı, gözaltına alınacağıma dahi ihtimal vermediğini de söylemişti. Gerçi bu “tuhaflığı” köşesinde bu kadar net dile getirmedi. Ama olsun. O da beni şaşırtmadı. 

Savcı Zekeriya Öz, kitabın nedeniyle tutuklanmadığını açıkladı. Aradan üç hafta geçmeden kitap taslağına elkonulması kararı çıktı ve İthaki Yayınları’nın, avukatlarından Fikret İlkiz’in ve Ertuğrul Mavioğlu’nun bilgisayarlarındaki taslaklar polisin el koyma işlemi sırasında silindi. Sizin koğuşunuzda dahi arama yapıldı. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsun?

Aramada kitap çıksa el konacak ve üzerinde çalışma imkânım olmayacağı için savunma hakkım da sona erdirilmiş olacaktı. İddia ediyorum, kitap yayınlanırsa suçlamaların ne denli saçma olduğu kendiliğinden ortaya çıkacak. Zaten tam bu nedenle adım medyada anıldığında kitabı hemen yayınlamak istedim, ama ne yazık ki yapamadan tutuklandım. Aramalar ve elkoymalara gelince, savcılık kendi kendini tekzip etmiş oldu. Demek ki kitabın bizatihi kendisi sorunmuş. Şimdi tümüyle yayınlanmasını engellemeye çalışıyorlar. Neymiş, kitap yayınlanırsa Ergenekon amacını gerçekleştirmiş olacakmış. Bunun ifade özgürlüğüne tümüyle aykırı olduğu söylendiğinde, pişkince, kitabın nasıl olsa savcılık tarafından iddianamenin ekine konulacağını, herkesin oradan okuyabileceğini iddia ediyorlar. Bunu diyenlerin amacı, kitabı üzerindeki notlarla, redaksiyonu yapılmamış, editör elinden geçmemiş haliyle yayınlayıp beni zor durumda bırakmak. Kitap taslak haliyle, günlerdir Zaman, Bugün gibi gazetelere sızdırılan notlarla birlikte yayınlansa dahi istediklerini elde edemezler. Birazcık sağduyusu olan herkes bu notların talimat niteliği taşımadığını, bilgi yanlışlarını düzeltmeye yönelik olduğunu kolayca görecektir. Yönlendirme havası olan bazı notlar içinse söyleyebileceğim tek şey, bu notlara uygun içerik kitabın son halinde var mı, yok mu, onu araştırmalarıdır. Böyle olmadığı, kitabı yalnızca benim yazdığım er ya da geç ortaya çıkacak. Ama fikrimi sorarlarsa, kitabımın yayıncısının savcılık olmasını istemem. Her şeyden önce, bu kitabın basılacak nüshası gözaltına alındığımda henüz hazır değildi. İçerik olarak, Hanefi Avcı’ya gönderdiğim soruların cevaplarıyla birlikte, polisin ağır silahlar ithal etmesine ilişkin mevzuatla ilgili araştırmam sürüyordu. Ama asıl şekil yönünden, yani bölümleme, sistematik ve redaksiyon yönünden editör eli değmemişti. Nitekim, kitabı ilk yolladığım yayınevlerinden biri olan Doğan Kitap, bu eksiklikleri öne çıkararak kitabı reddetti. Ayrıca, hem avukat arkadaşımın hukukî değerlendirmeleri henüz gelmemişti hem de kitabı paylaştığım gazeteci dostlarımın görüşleri. Bunlar olmadan da kitabımın değerli olduğunu düşünüyorum, ama her yazar gibi, kitabımın, tashihler dahil, hatasız olmasını isterim. 

Taslaktaki notların Ergenekon’un notları olduğu, senin ise savcılık sorgunda notların hepsini sahiplendiğin iddia ediliyor. Bu konuda ne diyorsun? 

Savcılıkta bana “bu notlar sana mı ait” diye sorularak sadece iki-üç cümle okundu. Onlar aynen benim notlarımdı. Bana başka not okunmadı. Bana okunmayan bir şeyi sahiplenmemin mümkün olmadığı ortada. Bilgim ve rızam dışında Odatv’ye gönderilen ya da oradaki bilgisayara “konulan” nüshada yer alan notlar savcı ya da hâkim tarafından bana sorulmadı. Bunları şimdi, tutuklanmamdan üç hafta sonra, gazetelerde görüyorum. Savcılıkta bunlar bana sorulsaydı vereceğim cevabı şimdi size veriyorum: O notlar haber kaynaklarımdan birinin, bana aktardığı bilgileri çek etmesi için kendisine verdiğim nüsha üzerine aldığı notlardır. Bir röportajın muhabir tarafından muhatabına kontrol ettirilmesinden hiçbir farkı yoktur. Kitabımın taslağı üzerinden bana metnin ilgili bölümüne işlenerek gönderilen görüş ve önerilere tümüyle kitapta yer vereceğimi nasıl söyleyebilirler? Not olarak gönderilmiş öneriler ve görüşleri zaten kabul etmem, benimsemem mümkün değildi. Ama, tarih yanlışları vb. maddî hataları, hakaret teşkil edebilecek kısımları düzeltecektim. Demin de söyledim, yineleyeceğim: Bu notlardan sadece kitabın dokusuna, yani gazetecilik faaliyetime uygun olanları dikkate aldım, kişisel görüş içeren notları ise kullanmadım. Kitap ortaya çıktığında bu durum kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Kaynaklarımın kimler olduğunu ise basın meslek kurallarına riayet ederek saklayacağım. 

Emniyet’teki Gülen kadrolaşması “laikçilerin” iddia ettiği kadar vahim mi, yoksa işin içinde biraz paranoya mı var?

Kitabı yazarken kendi kendime işin geldiği noktadan o kadar endişe eder cümleler söylüyordum ki, sormayın. Bir ara, “oğlum kafayı yedin, kökten laikler gibi mi düşünüyorsun?” diye soruyordum kendime. Eşim Yonca’yla gülüyorduk halime. Ama bu soruları on metrekarelik bir hücreden ve penceremin gösterebildiği kadar gökyüzüne karşı yanıtlıyorsam, evet, durum vahim. Özgürken bir yazımın sonunu “Fettayyip Sûresi der ki, bir gün her muhalif Ergenekon’u tadacak” diye bitirmiştim. O gün benim için geldi. Sırada kim var? 

Kadrolaşma nasıl bir yöntemle oluyor? Önceki kadrolar tasfiye edilerek, hareketin içinden gelme elemanlar mı yerleştiriliyor? Varolan kadroları nasıl kendilerinden yapıyorlar? Kaç yıllık bir süreç söz konusu? Kadrolaşma en çok hangi birimlerde? 

Soruşturma evraklarından ve ifadelerden, yaptığım görüşmelerden yola çıkarak şunları söyleyebilirim. Emniyet’teki kadrolaşmanın kökleri 1970’lere kadar iniyor. O zamanlar da çeşitli dinî gruplar var Emniyet’te. Ağırlıklı olarak Millî Görüşçüler hâkim dinî yapılar içinde. 1970’lerin ortalarından itibaren cemaatin en çok önemsediği birimler polis okulları, polis akademileri ve buna bağlı olarak Personel Daire Başkanlığı. Okul ve akademideki öğrencilerin mezun olduklarında görev alacakları birimler Personel Daire Başkanlığı eliyle belirleniyor çünkü. Eğitim kurumlarındaki cemaat mensupları (üst sınıf öğrenciler, akademisyenler ve diğer görevliler) vasıtasıyla örgütlenme yapılıyor. Haftasonları ve boş zamanlar Altın Nesil’in yetiştirildiği Işık Evleri’nde cemaat tedrisatında geçiriliyor. Personel Daire Başkanlığı eliyle de hileli kuralarla kritik birimlerde görev almaları sağlanıyor. En önem verilen noktalar KOM, İstihbarat Dairesi ve Terörle Mücadele dairesi. KOM ve İDB son on yılın en önemli silahı olan telefon dinlemelerini elinde tutan yerlerdi. Şimdi TİB (Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı) eliyle yapılıyor, ama teknik olanaklar fazlasıyla bu birimlerde mevcut. Bu daire başkanlıklarına bağlı olarak da 81 ilde şube müdürleri var. En kritik soruşturmalar haline gelen Ergenekon ve türevleri de bu birimlerce gerçekleştiriliyor. Evet, Türkiye bu soruşturmalarla yeniden dizayn ediliyor, ama birilerinin iddia ettiği gibi demokratik teamüller için değil, bir başka vesayetin önünü açmak için, ki o da gerçekleşti. Bunlar yapılırken önlerine set olacağını düşündükleri ve ele geçirmek istedikleri kritik görevdekiler de çok ilginç suçlama ve soruşturmalarla görevlerinden ediliyor. Sabri Uzun, Emin Aslan, Hanefi Avcı en önemli örnekler bence. İş bu hale gelmeden önce kullanılan en etkili yöntemler ihbar mektupları, tabii ki imzasız bunlar. Sol görüşlüler tarikatçı diye; cemaat dışındaki dinî akımlarda yer alanlar alkol, kadın gibi zafiyetler veya sabetayist olmakla; ülkücüler yolsuzluk ya da komünist faaliyetle ya da ilginçtir, tarikatçı, hatta Fethullahçılıkla suçlanıyor bu ihbarlarda. 

Gülen hareketinin en çok önemsediği birimler hangileri? 

Şu anda iddiadan öteye gitmez elbet ama, İDB ve KOM dairelerinde yüzde 90, TEM dairesinde yüzde 70 cemaat kontrolü olduğunu düşünüyorum. Mesela, otuz yıl geriye giderek bir araştırma yapılsa ne kadar iyi olur. Kimler hakkında tarikatçı ya da cemaatçi soruşturması açılmış ve o kişiler şimdi hangi birimlerde görev yapıyor? Gerçekten şeffaf bir araştırma komisyonu kurulsun ve sonuçları da aynı şeffaflık ve adillikle kamuoyuna açıklansın. Aynı işlemin Ergenekon ve ilintili soruşturmalar için de yapılması şart. 

AKP-Cemaat ilişkisini nasıl görüyorsun? 

Çok pragmatik bir çıkar ilişkisi. AKP’yi tek başına iktidar yapacak bir oy oranı –ki yüzde 10, yani 5 milyon olduğu tahmin ediliyor– seçimlerde AKP’nin hanesine yazılıyor. Karşılığında ise bürokraside örgütlenme olanağı veriliyor. Emniyet, yargı, millî eğitim ve elbette parasal ölçek nedeniyle sağlık en önem verilen alanlar. En zayıf alan ekonomi bürokrasisiydi, ama AKP’nin sekiz yıllık iktidarında hayli yol katedildi. Önümüzdeki seçimde de tek başına iktidarı alması sürpriz olmayacak AKP’nin. Ekonominin geri kalan kısmı önümüzdeki beş yıllık iktidarda tamamlanacak. Zaten cemaatin o noktadan sonra AKP’ye ihtiyacı da kalmayacak. Ankara’daki arkadaşlarımdan Erdoğan’ın bu bürokratik örgütlenmeden rahatsız olduğu, cemaatin bu kadar siyasîleşmesinden endişe duyduğu iddialarını duymuştum. Yasama ve yürütmenin başındaki birisi olarak rahatsızsanız ne yaparsınız? Bunu engellersiniz, değil mi? Ancak, yasadışı dinlemelerin ve teknik takiplerin bu kadar yaygın olduğu, ekonomik ve siyasî rakiplerin bu tür şantajlarla ortadan kaldırıldığı bir dönemde insan kuşkulanıyor doğal olarak. Ne dediğim herhalde anlaşılmıştır. 

Gözaltına alınmadan önceki günlerde, alınacağını tahmin ettiğini biliyoruz. Sana bunu düşündüren neler oldu?

Evet, başıma bir çorap örüleceğini hissettim. Kitabı okuduğunuzda bunu hissetmem için çok nedenim olduğunu sizler de göreceksiniz. Genel bir çerçeve çizersek, cemaat kesinlikle eleştirilmek istemiyor. Buna bağlı olarak, cemaatin hem yatay hem de dikey örgütlenmesinin önünü açan AKP de eleştirilsin istemiyor. Bu örgütlenmenin ve AKP’nin siyasî ikbalinin devamlılığını sağlayan malûm soruşturmalar eleştirilince ya da birtakım hukuksuzluklar olduğu dile getirilince Ergenekon, KCK, Devrimci Karargâh torbalarından birinde yer almanız işten bile değil. Benim başıma gelen de bu. Birtakım aklıevveller ellerini açtılar, önlerine atılacak kemiği bekliyor: Acaba Ahmet’le ilgili ne sızdırılacak? Ben size söyleyeyim.

Yasadışı dinlenen telefon konuşmalarımdan cımbızlamalar, kitapla ilgili yaptığım görüşme, taslak ve röportajlarla ilgili işlerine gelen kısımların sızdırılmasıyla rıza üretecekler. Bugüne dek hep böyle oldu, bundan sonra da farklı olmasını beklemiyorum. 

Cezaevi şartları nasıl? Zaman nasıl geçiyor? 

Bu cezaevlerini inşa eden sistem Nazi kafasıyla çalışmış. Koğuşu paylaştığın kişi dışında kimseleri göremiyorsun. F tipi olmamasına karşın, istendiğinde tamamen izole edilebilir burada insanlar. Bize karşı cezaevi personelinin bir olumsuzluğu yok. Bolca okumaya çalışıyorum. Görüşler dışında beni en çok mutlu eden mektuplar. Herkese dostluk ve sevgilerimi gönderiyorum.