30 Kasım 2011 Çarşamba

Erdoğan Demagojide Fark Atıyor

Cahit Mervan


Bundan günler, aylar, yıllar önceydi. Adolf Hitler’in iktidara geldiği ilk aylardı. 27 Şubat 1933’te Almanya parlamentosu kundaklandı. İnsanlık tarihinin gelmiş geçmiş en derin komplolarından biri olan bu yangın sonucu Naziler muhaliflerine karşı cadı avı başlattılar. Aralarında milletvekillerinin de olduğu binlerce insan tutuklandı. İnsanlar sokak ortalarında infaz edildi.

O dönemin uluslararası sosyalist hareketin önderlerinden Georgi Dimitrow’da zanlı olarak yakalandı ve düzmece bir mahkemede yargılandı.

Halbuki Hitler iktidara gelmeden önce bol bol eşitlik, kardeşlik ve demokrasi nutukları atmış, hatta partisinin ön ekine ‘sosyalist’ kelimesini dahi yerleştirmiş bir liderdi.

Hitler’in nasyonal sosyalist partisi tıpkı AKP gibi kitle desteğini alarak iktidara geldi. İktidara gelmeden ve iktidara yerleştikten sonra kara propagandayı, yalan ve demagojiyi en güçlü silah olarak kullandı. Hitler’în propaganda bakanı Goebbels boşuna ‘büyük yalan atın, mutlaka bir inanan çıkar’ demiyordu.

Hitler’in yalan propagandası sonucu hipnotize olmuş kitleleri, yalan ve demagojiden kurtarmak beklide en önemli işti. Reichstag yangını dolayısıyla düzmece delillerle yargılanan Dimitrow’da mahkemede faşizmin özelliklerini sayarken onun nasıl demagoji ürettiğine dikkat çekiyor ve faşizm “Kötülük ve iki yüzlülükte burjuva gericiliğinin bütün diğer çeşitlerini gölgede bırakır’ diyordu.

Elbette ki Dimotrow yıllar sonra adı ‘ak’, ama niyeti kirli olan, tıpkı kendisinden önceki bütün diktatörler gibi en çok ‘eşitlik, demokrasi ve değişim’ sloganlarını kullanarak iktidara gelecek olan bir AKP’den ve onun megaloman, ırkçı ve tekçi lideri Tayyip Erdoğan’dan habersizdi. Ama onun faşizm konusunda yaptığı tespitler kalıcıydı. Evrenseldi. İşte bu nedenle Dimitrow’un ‘iki yüzlülükte gericiliğin bütün diğer çeşitlerini gölgede bırakır’ dediği şey tamda bugünün Türkiye’sinde iktidardaydı.

Bunun böyle olduğuna hala inanmayanlar Gülen hareketinin tetikçilerinden ve en düşük kalitede yalan atan Sabah gazetesinin bugün ki manşetine bakabilirler.

Sabah bugün ‘KCK demokrasiye en büyük tehdit’ manşetiyle çıkmış. ‘Günün haberi’ olarak manşete çektiği sözler Tayyip Erdoğan’a ait. Erdoğan dün bu sözleri, Hitler’in propaganda bakanı Goebbels’in ‘büyük yalan atın, mutlaka bir inanan çıkar’ yalan tekniğine uygun olarak ‘ulusa sesleniş’ konuşmasında sarf etti.

Daha çok demokrasi dışı rejimlerin hakım olduğu ülkelerde, diktatörlerin ‘ulusa sesleniş’ adı altında yaptığı konuşmaların bir benzerini yapan Türk başbakanı Erdoğan, Kürdistan Özgürlük hareketini gözden düşürmek için demagoji de zirve yaptı. Yürüttüğü askeri-siyasi, kültürel ve her türlü soykırım ve Kürt düşmanı operasyonları haklı çıkarmak için Dimitrow’un dediği gibi ‘kötülük ve iki yüzlükte gericiliğin diğer bütün çeşitlerini gölgede’ bıraktı.

Sabah gazetesinin manşete çektiği bu demagojiye göre; KCK demokrasinin önünde en büyük tehditmiş! KCK devlete paralel örgütlenme girişimiymiş! KCK operasyonları ifade özgürlüğünün sınırlarında değilmiş! Avukat kisvesi altında teröre lojistik destek sağlanıyormuş! KCK operasyonlarını eleştirenler hükümete ve yargıya büyük haksızlık yapıyormuş! Dahası Erdoğan’a göre KCK ‘bölge insanına’ zülüm ediyormuş, faşizm uyguluyormuş!

Yalancı Sabah gazetesi birde bu manşetin yanına Erdoğan’ın ‘çocukta olsa kadında olsa gereğini yapacağız’ talimatından sonra öldürülen onlarca Kürt çocuğunun resmini koysaydı. Belki hepsini değil ama en son 21 Ağustos günü Türk savaş uçaklarının bombalamasında ailesiyle birlikte katledilen altı aylık Solin bebeğin resmini koysaydı bari.

Veya Sabah gazetesi Kazan vadisinde Kürt gerillalarının uluslararası sözleşmelerle yasaklanan hangi tür silahlarla katlettiğini yazsaydı. Günlerdir Malatya’da cenazelerini almayı bekleyen gerilla yakınlarının bir çift fotoğrafını bassaydı.

Erdoğan manşete çekmişken, Sabah gazetesi birde onun iktidarı döneminde kaç Kürdün öldürüldüğünü, kaç kürdün gözaltına alındığını, kaç Kürdün toplama kamplarına dönüşen cezaevlerine atıldığını, kaç evin basıldığına ilişkin küçücük, kutu içinde de olsa bir haberini yapsaydı bari. Veya ayaklarına ip bağlanarak sürüklenen ve Şemdinli kaymakamlığının önüne bırakılan iki gerillanın resmini Erdoğan’ın resmiyle bassaydı.

İşte o zaman demagoji ve yalan yerine gerçekler anlaşılmış olurdu. Kimin demokrasi düşmanı olduğu, kimin halklara karşı suç işlediği ve kimin kelimenin gerçek anlamında faşist olduğu anlaşılmış olurdu.

Ne diyordu Dimitrow? Faşizm, ‘Kötülük ve iki yüzlülükte burjuva gericiliğinin bütün diğer çeşitlerini gölgede bırakır’ diyordu. Allah Kürtleri, Kürt Özgürlük Hareketi’ni ve tüm insanlığı Erdoğan gibi liderlerin kuru iftira, kötülük ve iki yüzlüğünden korusun.

Karayılan: Devlet Bize 10'a Yakın Mektup Getirdi

Behdinan - KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Öcalan’ın avukatları aracılığıyla talimat verdiği ve avukatların kuryelik yaptığı iddialarını yalanlayarak, “Şimdi yanımızda Önder Apo’nun bizzat kendi eliyle yazılmış olan 10’a yakın mektubu vardır. Fakat bu mektupların hiçbirisi de bu avukatlar tarafından bize ulaştırılmış değildir. Hepsi, bizzat devletin heyeti tarafından bize ulaştırılmış mektuplardır” dedi. Karayılan, ateşkes iddiaları konusunda ise “Ne olacaksa karşılıklı olmak zorunda; bizden yana artık tek taraflı adımlara yer yoktur. Bunu açık söylüyoruz” diye belirtti.


ANF’nin sorularını yanıtlayan KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, dalga dalga yayılan KCK operasyonları, avukatların tutuklanması, savcıların suçlamaları, ateşkes iddiaları ve PKK/İmralı-Devlet/Hükümet görüşmeleri konusunda önemli açıklamalarda bulundu. Karayılan, devlet heyetinin kendilerine ulaştırdığı mektuplardan bahsederken, 2006 yılındaki gizemli bir görüşmeye de dikkat çekti.

AKP HÜKÜMETİ VE FETULLAH GÜLEN CEMAATİ'NİN AMACI ÇAĞDAŞ KÜRT İSYANINI BASTIRMAKTIR
* KCK adı altında tutuklama operasyonları Kocaeli’den Şırnak’a kadar dalga dalga yayılıyor. Öcalan’ın avukatlarının tutuklanmasıyla birlikte süreç nereye doğru gidiyor? Hükümetin amacı ne?

Öncelikle bugün 29 Kasım günüdür. 29 Kasım 2004 tarihinde hareketimizin yönetim üyesi olan Şilan Kobani arkadaşla birlikte Fuat, Cemil, Zekeriya ve Ciwan arkadaşlar, Musul’da alçakça bir komployla şehit edildiler. Bu değerli arkadaşlar şahsında tüm Kürdistan devrim şehitlerini anarak, onların mücadele ruhunu ve anılarını yaşatma sözüyle sorularınıza cevap vermek istiyorum.

Hükümetin amacı çağdaş Kürt isyanını, Kürt halkının başlattığı demokrasi ve özgürlük hareketini bastırmaktır. Bunu sadece çekirdek kadro, militan kesimlere yönelerek değil, özgürlükten yana olan, özgür Kürt çizgisini savunan halktan bütün kesimleri hedefleyerek gerçekleştirmek istemektedir. Bu anlamda yürütülen konsept, özgür Kürt çizgisinde duran herkesi hedefleyen, hatta onu destekleyen dostlarını da kapsamına alan bir konsepttir. Çünkü amacı toplumun kolunu-kanadını kırmak, onu sindirmek, etkisiz kılıp teslim almaktır. Aslında Türk sömürgeciliği baştan beri uyguladığı bütün politikalarda bunu amaçlamıştı. Yani Kürt toplumunu sindirmek tarihin her aşamasında Türk devletinin ana amacı olmuştur. Ancak son otuz yılda gelişen Kürt Özgürlük Hareketi karşısında Türk sömürgeciliği başarılı olmadı; yürüttüğü politika ve tüm şiddet yöntemleri iflas etti. Şimdi iktidara gelen yeni bir anlayış söz konusu.

AKP-CEMAAT ANLAYIŞI

AKP-Cemaat anlayışı, mevcut durumda iktidara ve devlete egemen olmuş durumda. Bunlar, “geçmişte Kemalist iktidarlar başarılı olamadılar. Çünkü onlar tüm Kürtleri hedeflediler. Din olgusunu kullanmadılar. Yöntemleri yanlıştı. Bunun için başarılı olmadılar. Fakat biz daha farklı yöntemleri, sonuç alıcı yöntemleri kullanarak, başarılı olacağız” demektedirler. Kürt toplumunu tümden reddetme değil, varlığını kabul edip, bir tebaa olarak Türk milletleşmesine dahil etmek, bu temelde tüm Kürtleri hedeflememek; bir kısmını din yoluyla etkilemek, diğer bir kısmını değişik politikalarla, maddi çıkarlarla devletin yanına çekmek; geride kalan-direnen kesimi de faşizan uygulamalarla, tutuklamalarla sindirme ve profesyonel imha etme yöntemleriyle, gelişmiş teknolojiyle yok edip, sonuç almayı hedeflemektedirler. Yani bunların iddiası ve amacı budur. Onlara göre Kemalistler başarılı olamadı, şimdi onların yerine geçen Yeşil Ergenekon bu çeşit yöntemleri kullanarak ve bazı işbirlikçi Kürt kesimlerini de öne çıkararak sonuç alabileceğini hesaplamaktadır.

Esas anlayışı ve Kürt sorununa yaklaşımı bu eksende olduğu için, bizim ve Önder Apo’nun tüm barışçıl çabaları aslında bu sömürgeci zihniyete çarparak geri dönmüştür. Hatta öyle ki, ilk iki yıl dolaylı, son üç yıl direkt olarak görüşmeler sürdürülmesine rağmen bu duvar herhangi bir biçimde aşılamamıştır.  


Eğer işbirlikçi, kendinden vazgeçen, Türk millet eksenine girmeyi kabul eden, bu biçimde bir Kürt olmayı kendine yediren bir duruş olsa, buna dayanarak Kürt sorununu bertaraf etmeyi önüne koymuşlardı. Fakat görüşme süreci içerisinde karşısında kimlikli, ciddi, ilkeli bir duruşu görünce, Kürt halkının halk olmaktan kaynaklı haklarında ısrar eden, bundan vazgeçmeyen bir Önderlik duruşu sergilendiğini ve aynı duruşun örgüt tarafından da esas alındığını görünce tutum değişikliğine gitmişlerdir.

PROTOKOLLERDEN SONRA ERDOĞAN’IN TUTUMU DAHA FAZLA DEĞİŞTİ

Özellikle de Önder Apo şimdiye kadar sürdürülen tüm görüşmelerin bir sonucu ve sentezi olarak, “Kürt sorununun çözümünün çerçevesi budur” diye protokolleri sunduktan sonra AKP ve Erdoğan’ın tutumu daha fazla farklılaşmış, özellikle Kürt siyaseti tarafından Özerkliğin ilan edilmesiyle birlikte tavır alma ve şiddet yöntemlerine yönelmede daha da keskinleşmiştir. Yani buradan şu anlaşılıyor: Onların aradığı, teslim olmaya yatkın bir Kürt duruşudur. Bunu Önderlikten ve hareketten görmeyince, hareketi tasfiye etmek, böylece Önderliği güçsüz bırakmak, bu biçimde kendi çözüm tarzını dayatmak; kabul edilmezse de bazı işbirlikçi Kürtlerle birlikte tek taraflı olarak sorunu çözmüş saymayı önüne koymuş bulunmaktadır. Bunun için de her türlü yöntemi kullanarak toplumu etkisiz-güçsüz kılmayı ve sindirmeyi hedeflemektedir.

Bu politikaya sahip olan AKP başlangıçta Önderliksiz ve PKK’siz bir biçimde bu sorunu nasıl çözerim arayışına girdi. Bunda sonuç almayınca Önderlik ve PKK’yi kendi çizgisine çekmeye çalıştı. Bu nedenle çözümde Önderlik bir eksen olarak alındı. Hatırlanırsa basın-yayın çevrelerinin Önderliği olumlu, hareketi de daha fazla sertlik yanlısı gösteren tutumları söz konusuydu. Fakat ne zaman ki Önderlik tarafından protokoller sunuldu, Önderliğin öyle taviz vermeyeceği, yine çok ilkeli ve kararlı bir duruşa sahip olduğu görülünce bu kez yeniden Önderliği aşma çabasına giriştiler.
ÖCALAN’A KARŞI BİR SAVAŞ BAŞLATTILAR


Bunun için Önderliğe karşı bir savaş başlattılar. Aslında bu KCK adı altındaki operasyonlar Önderlik çizgisine karşı geliştirilen operasyonlar olmaktadır. Gerçekte KCK, Önderlik tarafından geliştirilmiş, devlet olmayan bir toplum modeli olan bir tasarım, bir sistemdir; bir örgüt değil ki üyeleri olsun. Kim, nerede bir KCK üyesinin olduğunu ispatlayabilir ki? Öyle bir şey yok. Çünkü bir örgüt değil. Nasıl ki bir sistem olarak var olan sosyalizm gerçeğine dayanarak herhangi bir kimseyi “sosyalizmin üyesisin” diyerek Türkiye’de yargılayamazsan, aynı şekilde “KCK üyesisin” diye de kimseyi yargılayamazsın. Ama bunların esas hedefi Önderlik olduğu için, Önderliğin bir sistemi olan KCK’yi hedeflemektedirler. Amaçları Önderliği güçsüz bırakmak, etkisiz kılmak, önderlik çizgisini tasfiye ederek toplumla tüm bağlarını kesmektir.

AKP
HÜKÜMETİ TÜM DİYALOG KÖPRÜLERİNİ ATTI

En son Önder Apo’nun avukatlarına yönelmiş olmaları, artık tüm diyalog köprülerini söküp atmak anlamına gelmektedir. Bizim açımızdan Önderlikle diyalog olmadan, Önderlik üzerinden süreç gelişmeden çözümün herhangi bir biçimde gelişmesi mümkün değildir. Bunu Türk devleti de iyi bilmektedir. Belli ki Türk devleti AKP’nin öncülüğünde artık stratejik bir karar almış bulunuyor. Bir kararlaşmayı yaşamıştır; bu kararlaşma, Kürt Özgürlük Hareketi’ni-Kürtleri tanımadan sorunu çözmeyi önüne koyan bir kararlaşmadır. Bu çok tehlikeli, çok ciddi bir imha anlayışının söz konusu olduğunu göstermektedir. Bu anlayış direnen tüm Kürtleri, teslim olmayan bütün Kürtleri ezmeyi önüne koyuyor. Tamam, belki Dersim’deki gibi teslim olmuş olan aşiretler dahil herkesi hedeflemeyebilir; teslim olmuş olanları yanına çekmek istiyor. Zaten “o zaman Kemalist devlet hata yaptı; teslim olmuş aşiretleri de kırımdan geçirip, sürgün ettiler. Biz böyle yapmayacağız” diyorlar. “Biz teslim olmuş olanları yanımıza alacağız, direnenleri ezeceğiz, o biçimde sonuca gideceğiz” demektedirler. Bu çok tehlikeli, katliamcı; ateşle oynayan faşist bir zihniyete sahip, ırkçı-sömürgeci bir anlayıştır. Özellikle toplumun tüm kesimlerini hedefleyerek, akademisyenleri, siyasetçileri, eğitimcileri, köylüleri, işadamlarını, giderek hukuk çevrelerini yani Kürt toplumunun sosyalitesine yönelme söz konusudur. Ekonomisine, siyasetine, varlığına yönelme söz konusudur. Amaç, Kürt toplumunu güçsüz bırakmak, etkisiz kılmak ve böylece bir parandaya dönüştürmek; ona-buna yamalanabilecek, kapıda bekçilik yapabilecek bir konuma getirmektir.

TOPYEKUN BİR YÖNELİM VAR

Bu nedenle topyekun bir yönelim söz konusudur. Bu topyekun yönelimin zirvesi Önderlik avukatları olmaktadır. Bununla artık kesinleşen bir saldırı dalgasını bu biçimde yürüttüklerini ortaya koymuşlardır. Açık ki, bu, devletin en üstten almış olduğu bir karardır. Yoksa tüm köprüleri uçuran, hatta kendi hukuklarını da ayaklar altına alarak, Önderliğin avukatlarına bu biçimde yönelme olmazdı. Bu, tasfiye ve imhada ne kadar gözü kara bir biçimde davranacaklarını göstermektedir.

90’LAR İLE BUGÜN ARASINDA SADECE YÖNTEM FARKI VAR


Tabii ki, ancak ve ancak Kürt halkının her biçimde buna karşı direnmesi, bu gidişatı durdurabilir. Gelinen noktada dayattıkları, ‘ya teslim olacaksınız, ya da yok edilirsiniz’ anlayışıdır. Bu, eski politikaların farklı bir biçimde devam ettirilmesidir. Her ne kadar onlar, “yöntemde farklılık yapıyoruz, ‘90’lara dönmüyoruz” deseler de öyle değildir. Bırakalım ‘90’lı yılları, siz ‘38’lere döndünüz; ‘25’lere döndünüz.

Ama yöntem farklılıkları var: Diyelim ki ‘90’lı yıllarda sivil insanlara karşı yönelimde hem tutuklama hem de öldürme vardı. Şimdi sivil insanları tutuklama; gerillayı da en ahlaksız biçimlerde, uluslararası yasalar tarafından yasaklanmış silahlarla yok etme vardır. Daha kirli, daha alçakça, daha namertçe, hiçbir kanun-kural tanımayan, ahlaki değeri bulunmayan, hiçbir hukuk anlayışına dayanmayan bir biçimde bir savaşın pervasızca yürütülmesi durumu söz konusudur. Buna karşı elbette ki Özgürlük Hareketi’nin vereceği cevaplar olacaktır; Kürt halkının bir duruş biçimi gelişecektir. Bu tarihte, bu çağda Kürt halkının boynunu uzatıp, teslim olması asla söz konusu olmayacaktır.

TÜRKİYE’DE OTORİTER BİR SİSTEM OTURTULDU, ÖZEL YASALARA GEREK YOK
* 120 günü aşkın bir tecrit var ve daha da derinleştirilmek isteniyor. Özel yasalar çıkartılıyor. Hükümet, Cemaat ve yandaş basın tarafından Öcalan’ın avukatlar aracılığı ile savaşı ve örgütü yönettiği talimatları verdiği iddia ediliyor... AKP, tecridi derinleştirerek, operasyonlar ile Kürt siyasal kadrolarını adeta rehin alıp olası bir pazarlıkta koz olarak mı kullanmayı hesaplıyor bunları? Yoksa bu tümüyle bir ’tasfiye’ politikası mı?

Aslında özel yasalar çıkarmasına gerek yoktur. Ne de olsa Türkiye’de otoriter bir sistem oturtulmuş bulunuyor. Bu sistemin başı olan Başbakan’ın sözleri kanun yerine de geçebiliyor. Eğer böyle değil deniliyorsa, o zaman ben şunu sorarım: Şimdi Türkiye Cumhuriyeti yasalarına ve uluslararası yasalara göre tutuklu olan bir kişinin kendi aile ve avukatlarıyla görüşme hakkı yok mudur? Sınırlandırılmış da olsa Önder Apo için de belirlenmiş haklar vardır. 15 günde bir ailesiyle, haftada bir avukatlarıyla görüşme hakkı yok mudur? Vardır. Peki, neden dört ayı aşkın bir zamandır kimseyle görüştürülmüyor? Başbakan istediği için görüştürülmüyor. Yani demek ki yeri geldiğinde kendi hukuklarını da çiğniyorlar ve Başbakan’ın sözü kanun yerine geçebiliyor.  


Önderlik üzerindeki mevcut tecridin ne hukuki, ne de ahlaki bir temeli yoktur. Yani bir halkın önderini orada rehin gibi tutup, insani bir ilişkiyi de bu biçimde baskı aracı olarak kullanmanın ahlaki bir tarafı var mıdır? Psikolojik işkence uygulayarak sonuç almak istemek, bir halkın temel taleplerini bu biçimde en azından aşağıya çekmeye çalışmak, baskı ve şiddetle bunu yapmaya yönelmenin neresi hukuki, neresi ahlakidir? Açık ki AKP’nin ve Gülen Cemaati’nin yürüttükleri bu savaşta hiçbir ahlaki ve hukuki norma dikkat etme yoktur ama bunu uluslararası düzeyde savunmak için, kılıf olarak kullanmak için bazı yasaları da çıkarabilirler.

ELİMİZDE ÖCALAN’IN 10 MEKTUBU VAR, AVUKATLARIN HABERİ YOK, DEVLET GETİRDİ

“Avukatlar aracılığıyla savaşı ve örgütü yönetiyor, talimatları gönderiyor” deniliyor. Önderliğimiz, bulunduğu cezaevi koşullarında örgütü yönetme, örgüte talimat verme durumunun söz konusu olmadığını defalarca belirtmiştir. Bizim örgütümüzün kendi sistemi, kendi yönetimi zaten vardır. Talimatların ve mektupların gönderildiği iddia ediliyor. Şimdi yanımızda Önder Apo’nun bizzat kendi eliyle yazılmış olan 10’a yakın mektubu vardır. Fakat bu mektupların hiçbirisi de bu avukatlar tarafından bize ulaştırılmış değildir. Hepsi, bizzat devletin heyeti tarafından bize ulaştırılmış mektuplardır. Avukatların haberleri bile yoktur. Anladığım kadarıyla, ancak son dönemlerde avukatlar kendileri dışında farklı bir kanalın işlediğini sezdiler. Eğer kuryelikten bahsedilecekse, kuryeliği yapan devlet adına hareket eden heyettir. O zaman savcı gidip onları yargılayabilir. Bunu da yapamayacakları açık. Neden? Çünkü durum farklı bir şeydir. Burada hukuktan ziyade siyasal bir durum söz konusudur.

AVUKATLARIN BİZE İLETTİĞİ TEK BİR YAPRAK BİLE YOK

Şimdi ben bazı hassasiyetleri çok kurcalamak istemiyorum ama bu ne biçim devlet, buna anlam veremiyorum. Devletin, yaptığı işi, hiçbir etik kuralı tanımadan, kalkıp başka insanlara yüklemesi karşısında bunları söylemek zorunda kalıyorum. Önder Apo’dan bize avukatların ilettiği tek bir yaprak bile yoktur. Bir kere İmralı sisteminde avukatlar içeriden hiçbir şey alamıyor. Orada, kendi yazdıkları notları bile alamıyorlar. Kendi müvekkillerinin nelerden bahsettiğini daha sonradan yazıp, ailesine, yakınlarına iletmelerini de suç sayacaklarsa onu bilemem; gündeminin ne olduğunu, nelerden-nasıl bahsettiğini aktarmayı herhalde suç sayamazlar.
12 YIL NİYE MÜSAADE ETTİLER?

Eğer suç sayacaklarsa niye 12 yıl müsaade ettiler. Her şeyi devlette dinliyor ve kayıt altına alıyordu. Günlük olarak Adalet Bakanı’nın da konuşma kayıtlarını okuduğunu çok iyi biliyorum. Hatta bunun için çok pahalı teknikler de almışlardı. 12 yıldır kendilerinin de denetiminde yapılan bir işten kalkıp da başkalarını suçlamaları gülünç bir şeydir. Önderliğimizin savunmalarını devlet AİHM’ye veriyor ve AİHM yoluyla bize ulaşıyor. Mektupları da bizzat devlet heyeti getirip bize vermiştir. Avukatların bundan haberinin bile olduğunu sanmıyorum.

BAŞBAKAN HEDEF GÖSTERDİ, SENARYO TERTİPLENDİ

Şimdi kalkıp bu insanları tutuklamak, aslında artık diyalog köprülerini uçurmak demektir. Önce Başbakan hedef gösterdi. Sonra da bu senaryo tertiplendi. Şimdi Başbakan’a sormak gerekiyor: Siz bunu yeni mi öğrendiniz? Eğer bu suçsa, 12 yıldır işlenen bir suçtur. Siz neden bile bile insanların suç işlemesine göz yumdunuz? Suç olan bir şeye devlet olarak göz yummak, kendi başına suç değil midir? Açık ki burada düşüncesizce, hukuk hiçe sayılarak dokunulmaması gereken şeylere dokunulmaktadır. Savunma hakkına saldırı yapılmaktadır. En önemlisi de hem kendin imkan sunacaksın, kendin mektup getirip-götüreceksin, sonra da insanları tutup, “sen talimat götürüyorsun” diyeceksin. Bir devlet biraz ciddi olur. Bir devlet kendi kendisiyle bu kadar çelişebilir mi?

EYLÜL 2006’DA HÜKÜMET NASIL İMRALI’YA GİTTİ?

Peki, bir şey daha sorayım: 2006 yılının Eylül ayında, avukatların görüş günü olmayan bir Cumartesi günü siz devlet ve hükümet olarak, şimdi tutukladığınız avukatlardan birisini Önderlikle görüştürmek üzere İmralı’ya götürmediniz mi? Özel bir talimat ve uygulamayla Cumartesi günü söz konusu avukat gidip Önder Apo ile görüşüp, o görüşme sonuçlarını bize aktarmadı mı? Bunu siz sağlamadınız mı ve o görüşme sonucu 1 Ekim 2006’dan itibaren bir ateşkes süreci gerçekleşmedi mi? Gerçekleşti. Peki, siz o insanları ne yüzle tutukladınız, onu nasıl suçlayacaksınız? Bunu anlayamıyorum. Bu ona karşı yapılan bir kalleşliktir. Siz kendiniz onu gönderdiniz; şimdi de yok sen suç işlemişsin diye tutukluyorsunuz.

DÜNYANIN HİÇBİR YERİNDE BU KADAR AVUKAT TUTUKLANMADI

Dünyanın neresinde bir kerede 33 avukatın tutuklandığı görülmüştür? Bu, ilk kez Türkiye’de olan bir olaydır. Hitler Almanya’sında tutuklanmıştır ama hepsi öyle bir günde tutuklanmamışlardır. Dünyada ilk kez Türkiye’de 33 kişilik bir avukat grubu “siz müvekkilinizle görüşüp, örgüt üyesi olmuşsunuz” diye tutuklanmaktadır. Bunun tutarlı hiçbir tarafı yoktur. Savunulacak hiçbir mantığı yoktur. Olay açıktır. Bir Kürt hareketi var, bu Kürt hareketinin bir liderliği var. Siz çoğu zaman politik yaklaşıp, imkan sundunuz; bu insanlar da gidip geldiler, kendi mesleki görevleri çerçevesinde çalışma yürüterek, politik özelliği olan bir faaliyet yürütmüşlerdir. Kendiniz buna zemin sundunuz, şimdi de kalkıp bu insanları suçlamak ne demek? Esası bu değildir. Esası Önder Apo ile ilgili ne varsa hepsini hedeflemektir. Kürt halkının özgürlük taleplerini böylece bastırmayı ve Önder Apo ile halk arasındaki ilişkiyi koparmayı hedeflemektir. Devlet olarak Önder Apo’dan ve onun sözlerinden korkuyorsunuz. Eğer korkmuyorsanız bırakın konuşsun. Hani fikir özgürlüğü vardı, hani ‘herkes istediğini konuşabilir’ diyordunuz. Bırakalım konuşmayı siz konuşulan şeyleri bile suç olgusu haline getirip, binlerce insanı içeri atmış bulunuyorsunuz. Yani Önder Apo’ya karşı, onun sistemine, çizgisine karşı devletin sömürgeci amaçlarla yürüttüğü bir savaş var. Bu savaş çerçevesinde avukatlar tutuklanmışlardır. Bu, aynı zamanda savaşın gittikçe daha da derinleşmesi ve yaygınlaşması anlamına gelmektedir.

AİHM VE CPT NEDEN SESSİZ?

Bu tutuklamalarla aynı zamanda Önder Apo’nun en temel hakkı olan savunma hakkını da elinden almış bulunuyorlar. Şimdi AİHM’de davaları da var. Peki, avukatlar görevlerini nasıl icra edecekler? Açık ki hem Önderlik üzerinde yürütülen bu tecrit ve psikolojik işkence, yine avukatların tutuklanmış olmasında ilgili uluslararası kurumların da sorumluluğu vardır. Başta AİHM ve CPT olmak üzere uluslararası kurumların hiçbir ses çıkarmamaları onları da suç ortaklığı konumuna düşürüyor. Eğer AKP hükümeti bu kadar şımarıklaşmasaydı, uluslararası kuruluşların tutumlarından cesaret almasaydı, bu yönelimleri yapamazdı.

KÜRDİSTAN HALKI GEREKEN CEVABI VERECEKTİR

Önder Apo, bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak tutuklanmış, sıradan bir tutuklu değildir. Uluslararası güçler tarafından tutuklanarak, Türkiye’ye verilmiş bir halk önderliğidir. Sadece Türkiye’deki Kürtlerin önderliği değil, tüm Kürdistan halkının önderliğidir; siyasal bir aktördür. Şimdi kalkıp buna sıradan yaklaşmak, bütün hukuksal, insani haklarını elinden almaya çalışmak, uluslararası yasaları çiğnemek değil midir? O zaman bu uluslararası kurumlar neden sessiz kalmaktadır? Açık ki onlar da suç ortaklığı durumundadırlar. Onların da bunda sorumluluğu vardır. Başta CPT olmak üzere uluslararası kuruluşların Türk devletinin ve AKP hükümetinin Önder Apo’ya yönelik uygulamalarına suç ortaklığı vardır. Bu açıktır ve amaçları Kürt halkını başsız bırakmak, Özgürlük Hareketi’ni bu yolla daraltmak, Kürt halkının hassasiyetleriyle sonuna kadar oynayarak, onu rencide etmek, tahrik etmektir. Aslında bu saldırıların bu dozajda pervasızlaşmasının bir nedeni de provokatif bir ortam yaratmak, tahrik etmektir. Şimdi Kürdistan’ın çeşitli illerinde her gün tutuklamalar var. Bununla amaçladıkları var, aceleleri var. Burada konunun ciddiyetini görmek, çok tehlikeli bir kulvara doğru gittiğini görmek, dikkatli davranmak, boşa çıkarmak ve sonuçsuz bırakmak için gereken doğru mücadele yaklaşımını geliştirmek önem taşıyor. Kürdistan halkı bu saldırılar karşısında savunma hakkını kullanacak, gereken direnişi göstererek cevap verecektir. Bu süreçte doğacak sonuçlardan bu politikaları dayatan AKP zihniyeti sorumlu olacaktır.

Önder Apo’ya ve onun savunma hakkına, bu savunma hakkını kullanan avukatlarına yönelim aslında barışa yönelimdir. Açıkça stratejik bir savaşa yönelme tutumudur. Bu nedenle Kürdistan ve Türkiye’deki tüm savaşa karşı olan barış yanlısı çevrelerin AKP-Cemaat ikilisinin bu çılgınlığına karşı sessiz kalmaması gerekmektedir. Hem Kürdistan’dan hem Türkiye’den çeşitli çevrelerin geliştirdiği tutum elbette ki değerlidir ama özellikle avukat kurumlarının -gerek Baro, gerekse Çağdaş Hukukçular Derneği’nin- geliştirdiği tutum gerçekten anlamlı, barışa ve halkların kardeşliğine şans veren değerli tutumlardır.

KCK OPERASYONLARINI GÜLEN CEMAATİ AKP’YE ÖNERDİ
* Bazı çevreler operasyonların bizzat Gülen cemaati tarafından yapıldığını söylüyor. Cemaat ile hükümet arasında farklı bir politika var mı operasyonlar konusunda?

Bu konuda bize de ulaşan çeşitli bilgi ve duyumlar vardır. Gülen Cemaati’yle AKP’nin aynı şeyler olmadığını biliyoruz ama AKP, Gülen Cemaati’ne dayanarak devlete hakim olmayı esas almaktadır. Gülen Cemaati de AKP’ye dayanarak devlet içinde kendi sistemini kurmaktadır. Dolayısıyla Gülen Cemaati’nin inisiyatifinin etkili olduğu açık ve bu KCK adı altında yürütülen operasyonların da bu cemaat tarafından AKP’ye önerildiği, AKP’nin de onayladığı biçimindeki bazı bilgilere sahibiz. Cemaat’in çeşitli biçimlerde doğrudan bize yansıyan mesajları daha farklıdır. Bize farklı şeyler yansımışsa da esasında Gülen Cemaati’nin bu süreçte etkin bir rol oynadığı yönündeki kanaatler ön plandadır.

Esasta Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde Türkiye’de üç ana damar var idi. Bu üç ana damar da Cumhuriyet’in kuruluşunda rol üstlendi. Ancak 1924 Anayasası’ndan sonra bu üç ana damardan birisi -ulusalcı milliyetçiler diyebileceğimiz akım- devlete egemen oldu ve diğer iki ana kesimi Cumhuriyet’ten dışladı. Bunlar kimlerdi? Biri muhafazakar-milliyetçiler, diğeri de Kürtler ve solculardı. Solcuları ve Kürtleri 1925’te hedeflediler, ezdiler. Daha sonra muhafazakar milliyetçilere yönelerek, onları da Cumhuriyet’ten dıştaladılar. Onlara Kürtlere ve solculara olduğu kadar sert yönelmemiş olsalar da onlar da dıştalandı.

TAM BİR HAKİMİYET SAĞLAMAK İSTİYORLAR


Şimdi AKP ve Gülen Cemaati, muhafazakar milliyetçiliğin temsilcisi olarak bugün iktidara gelmiş bulunuyorlar. Devleti ele geçirdiler ve Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze kadar olan bütün süreci aslında eleştiriye tabi tutmak istiyorlar; fakat kaçak oynuyorlar. Bunu çok açık, çok net ifade etmeseler de özünde bu geçmiş uygulamaların birçoğunu sahiplenmiyor ve eleştirerek, kendi çizgisinin daha doğru olduğunu iddia ediyorlar. Ancak bu yeni iktidar anlayışı -milliyetçi-muhafazakar anlayış- Kürtler açısından milliyetçi-ulusalcı anlayıştan pek farklı olmadığını da ortaya koymuştur. Halbuki kendileri de dönem dönem bu devletin uygulamalarından dolayı mağdur hale gelmişlerdi. Ama şimdi kendileri iktidara geçtiler ve önlerine gelene yöneliyorlar. Esas aldıkları taktik, aktif olma, sürekli karşıtının üzerine giderek hakimiyet sağlamaktır. “Herkes önümde diz çöktü, siz de önümde diz çökeceksiniz” demektedir. Tam bir hakimiyet sağlamak istiyor. Kürtlerin buna karşı direneceği açıktır. Hem Türkiye sol demokratik çevrelerinin hem de Kürt halkının, iktidar yetmesi olan bu yeni anlayışın bu biçimde sınırsız bir tarzda yönelimi karşısında mücadele yürütmesi gerekiyor.

BEYAZ ERGENEKON İLE YEŞİL ERGENEKON ARASINDA CİDDİ FARKLAR YOK

Bizim açımızdan Beyaz Ergenekon ile Yeşil Ergenekon arasında bazı nüans farklılıkları olsa da, şimdi uygulamada görüyoruz ki çok ciddi bir farkları yoktur. Beyaz Ergenekon bize karşı yıllarca savaştı. En ahlaksız yöntemlerle saldırılar geliştirdi. O şimdi başarısız kaldı, sonuç alamadı. Yeşil Ergenekon, Beyaz Ergenekon’un ifade ettiği gibi “herkes Türk’tür” değil, “Kürtler de var, Araplar da var, Lazlar da, Abhazlar da, Çerkezler de, Türkler de var ama bunların hepsi Türk milleti içerisinde yer alan unsurlardır. Yani siz varsınız ama tebaamızsınız” hesabından hareketle bir farklılık arz ediyor. Aslında, “şimdiye kadar hiç kimsenin konuşamadığı şeyler bizim dönemimizde konuşuluyor, tabuları biz kırdık” demesinin nedeni budur.

BAYAZ TÜRKÇÜLÜK HERŞEYİ REDDEDİYORDU, YEŞİL TÜRKÇÜLÜK ‘HERŞEY BENİM’ DİYOR

Beyaz Türkçülük, her şeyi reddeden, ‘sadece ben varım’ diyen bir anlayışa sahipken, Yeşil Türkçülük de ‘her şey benim’ diyor ‘ama diğer kesimler de var, bunların hepsi benim tebaamdır’ diyor. Yoksa o da tekçi anlayışa sahiptir. Sonuç aynı kapıya çıkıyor; biz Kürtler açısından aynı kapıya çıkıyor. Ha beyaz Türkçülük, ha yeşil Türkçülük; ikisinin de Kürtlere karşı uyguladıkları, faşizmdir. Biz, sömürgeciliğin hep faşist yüzünü gördük. Bazı Kürt kesimleri belki “Kemalizm’e karşı olduğunu söyleyen Fethullah-AKP anlayışı iktidar oldu, Kürtlere de kol-kanat gerer ya da Kürt sorununu çözer” söylemlerine aldandılar ama şimdi anlaşıldı ki al birine, vur ötekine. Kürt sorununu çözme değil, Kürt sorununu çözme adı altında Kürt halkını beyaz katliama tabi tutma politikası vardır. Şimdi uygulanan şey bu olmaktadır. Bu açıdan hesaplaşma ciddi bir hesaplaşmadır. Tarihi temellere dayanan bir hesaplaşmadır. Aslında bizim, bu yeni iktidara gelmiş, Kemalizm’e karşı olduğunu söyleyen anlayışın Kürt sorununa doğru-gerçekçi yaklaşması halinde illa ‘bu anlayışa karşı mücadele edelim’ diye bir derdimiz yoktur. Biz, Kürt halkının temel haklarını inkar eden, Kürt toplumunu Türk devlet sistemi içerisinde köleleştirmeyi öngören ırkçı-milliyetçi-sömürgeci anlayışa karşı mücadele ediyoruz. Ama şimdi gördük ki yeni gelenler de Türk devletinin sömürgeci-milliyetçi çizgisini aynen yürütmekte ve bunu her gün Kürt toplumuna farklı bir dille ve farklı yol ve yöntemlerle de olsa dayatmaktadırlar.

Bu açıdan Cemaat’in rolü var mı, yok mu bu o kadar önemli değil. Anlayış ortadadır. Anlayış, en azından ikisinin de ortaklaştığı bir anlayış durumundadır ve bunun Kürdistan'daki mevcut sömürgeci sistemi yenileme, onu yeniden canlandırma, iflas etmiş-bitmiş sömürgeciliği bu biçimde yenileyerek, restore edip tekrardan hakim kılma çabasının olduğu görülmektedir.

BİZDEN YANA ARTIK TEK TARAFLI ADIMLARA YER YOK
* Başbakan Erdoğan geçenlerde, “PKK'nin silah bırakması durumunda çok ciddi gelişmeler olabileceğini” söyledi. Bu açıklama sizce ne anlama geliyor? Zira bugünlerde Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani de benzer bir koşulu gündemleştiriyor. Bu bağlamda, Talabani'nin, “Silahların bırakılması konusunda PKK'yi ikna ettim” açıklaması sizce ne anlama geliyor?

Türkiye’de Kürt sorunu güncel bir konu. Hemen herkes kendi açısından tartışıyor, fikir ileri sürüyor. Tartışmanın ve değişik fikir ortaya atmanın herhangi bir sakıncası yok. Fakat Başbakan Erdoğan’ın “PKK’nin silah bırakması durumunda çok ciddi gelişmeler olabileceği” sözü öteden beri Kürt halkına ve bize dayatılan bir şeydir. Yani “önce teslim ol, silah bırak; sonra ben merhametim ne kadar el verirse sana öyle yaklaşırım.” Bu açıdan bunun hiçbir yeri yoktur; bu, olması mümkün olmayan bir husustur. Ama Sayın Talabani, sanırım daha çok kendine göre bazı şartlara bağlayarak ifade ediyor. Ona bir şey demem; tartışılabilinir. Ne olacaksa karşılıklı olmak zorunda; bizden yana artık tek taraflı adımlara yer yoktur. Bunu açık söylüyoruz.

BARZANİ’NİN TÜRKİYE ZİYARETİNDEN SONRA BAZI GELİŞMELER OLABİLİRDİ AMA…

Son günlerde “görüşmeler var, çözüm olacak, vb.” bazı psikolojik savaş söylemleri de çeşitli basın-yayın organlarında servis ediliyor. AKP hükümeti, bu tür girişimlerle çözümün bütün zeminlerini ortadan kaldırıyor. Ne çözümü! Tek yol bırakıyor: Direnme yolu. Bir taraftan bu kadar saldırı varken, öbür taraftan çözümden bahsetmek gerçekle örtüşmüyor.

Örneğin; Federe Kürdistan Bölge Başkanı Sayın Mesut Barzani de Türkiye’ye gitti. Belli ki orada bir takım tartışmalar olmuş. Eğer süreç normal gitseydi Sayın Mesut Barzani’nin dönüşünden sonra belli bazı gelişmelerin yaşanması belki olası olurdu ama Erdoğan, Kürt heyetiyle -Sayın Mesut Barzani ile- her ne konuşmuşsa onu yolculadıktan sonra hem tehditler savurdu, hem de operasyonlara hız vererek özellikle de en son Önder Apo’nun avukatlarını da hedefleyerek yumuşamanın tüm zeminlerini tasfiye etti. Bu da AKP’nin niyetini açığa vuran bir durumdur. Bence Sayın Barzani, Sayın Talabani ve bütün gözlemci çevreler bunu iyi görmeli. Yani bir taraftan biz Kürtlere mesaj verilmekte; ‘silah bırakılırsa şu bu olur’ denilmekte, öbür taraftan da var gücüyle saldırılar geliştirilmektedir. Bütün Medya Savunma Alanlarına yüzlerce sorti yapılarak uçak saldırıları gerçekleştirildi; Önderlik avukatlarına saldırı oldu. Bunlar ne zaman oldu? Kürt heyetinin Türkiye’den dönüşü ardından oldu. Bu, “Siz Kürtler gidin, tartışın, danışın; PKK teslim oluyorsa olsun, yoksa ben hepinizi hedefleyeceğim” demektir. AKP’nin yaptıkları bu anlama geliyor.

HÜKÜMETİN KÜRTLERLE UZLAŞMA GİBİ BİR NİYETİ YOK

Türkiye kamuoyunun da bilmesi gerekiyor ki, AKP’nin saldırıları, yumuşamanın ortamını kaldırmıştır. Eğer öyle olmasaydı belki tartışmalarla bazı sonuçların ortaya çıkması mümkün olabilirdi ama Türk devletinin tek taraflı saldırısı -kaldı ki biz bu süreçte öyle çok kapsamlı bir eylem yapmadık- biçiminde süreç tırmandırıldı. Bu, Türk sömürgeciliğinin gerçek niyetini açığa vurmaktadır. Kürtlerle uzlaşmak, Kürtlerden özür dilemek, Kürtlerle bir arada yaşamanın eşit koşullarını yaratma niyetleri yoktur; baskı ve şiddetle teslim alma politikaları vardır. Bunun için Kürtleri aynı zamanda birbirine karşı kullanma taktikleri geliştirilmektedir. Yani bu konudaki politikaları çok açık. Bence herkes bunu görmelidir. Bütün ilgili çevrelerin bunu izlemekte olduğunu da düşünüyorum.

* Talabani'nin size atfen sözünü ettiği, “Genel af ve anayasal tarif” sorunun çözümünde temel eşiğin aşılmasına ne oranda katkı sunar?

Sayın Talabani’nin ifade ettiği o hususlar tartışmalar sonucunda kendisinin çıkarmış olduğu bir yorum olabilir. Biz doğrudan öyle bir şeyi ifade etmekten ziyade, soruna daha geniş bir çerçeveden yaklaşıyoruz. Yani Kürt sorununun çözümü ve silahların tümden devre dışı bırakılması için toplumsal bir uzlaşma projesinin uygulanmasına ihtiyaç vardır. Bunun anayasal boyutu, tutukluların özgürleştirilmesi kadar, ulusal haklar çerçevesindeki boyutları da vardır. Yani birçok boyut söz konusudur. Bunların hepsi tabii birbiriyle bağlantılıdır. Biz sorunun çözümünü daha geniş bir perspektifle bir toplumsal uzlaşma projesi olarak koyuyoruz. Bunu belki de kendisi öyle yorumlamıştır. Ben ona bir şey demem ama çözüm çerçevesini biz çok çeşitli vesilelerle ortaya koymaktayız. En son devlete sunduğumuz protokollerde de çözüm çerçevesi vardır. Tabii ‘her şey tek bir seferde, aynı anda olur’ diye bir şey yok. Bir süreçtir; önemli olan, gerçekten sorunları şiddetle değil diyalogla çözme çizgisine gelmedir. Bu konuda biz PKK olarak her zeminde tutumumuzu koyduk. Biz sorunu diyalog ve demokratik yöntemlerle çözmekten yanayız. Ancak öncelikle bu tutumun devlette de gelişmesi gerekmektedir. Belki de Sayın Talabani’nin “ikna ettim” dediği husus bu tutumumuzu görmüş olması olabilir.

ŞİDDETTE ISRAR EDEN TÜRK DEVLETİDİR

Ancak şiddette ısrar eden biz değiliz; Türk devletidir, AKP’dir. Özel ordusunu kuruyor, polisini donatıyor, ABD’den aldığı yüksek teknolojiye bel bağlıyor, “ya benim dediğimi kabul edersiniz ya da ben şiddetle sizi yok ederim. Belinizi kırarım, sizi öyle masaya getirim; ya da sizi dıştalar kendim yürürüm” diyor. Yani kaba güce ve şiddete dayanan AKP hükümetidir, Türk devletidir.

MEŞRU SAVUNMA HAKKI DÖNEMİ BİTMEDİ

Şimdi birçok lider (daha çok da Güneyli liderler) genellikle ‘silahlı mücadelenin dönemi bitmiştir, sorunların silahla çözülmesine inanmıyoruz’ demektedir. Bu konuda bizim bir itirazımız yok. Fakat hiç kimse “Meşru Savunma Hakkı dönemi geçmiştir” diyemez. Çağımızda ‘yaşam hakkı’ kadar kutsal olan diğer bir husus da ‘Meşru Savunma Hakkı’dır. Çünkü sen Meşru Savunma Hakkı’yla yaşam olanaklarını yaratabiliyorsun. Bizim de silaha başvurmamız tamamen Meşru Savunma Hakkı çerçevesindedir. Niye? Karşımızda bir askeri güç var, büyük bir ordu var; tekniği var ve bizi yok etmek istiyor. Biz ona karşı direniyoruz, direnirken de tabii eylem yapıyoruz. Savunma, öyle pasif olarak mevzisinde çakılma değildir. Bizim 2004’ten bu yana yürüttüğümüz mücadele, Meşru Savunma Hakkı çerçevesindeki bir mücadeledir. Yoksa biz de “silahlı mücadeleyle nihai sonucu elde edeceğiz; eskiden olduğu gibi silahlı mücadeleyi sürdürüyoruz” gibi bir şey söylemiyoruz. Ama diyelim, nasıl ki bugün Güney Kürdistan’da peşmergenin varlığı kesin gerekli bir husustur; bugünkü koşullarda Kürdistan gerillasının da Kuzey’de varlığı kesin gereklidir. Ama ne zaman ki bu sorun çözüldüğünde, Kürt halkının güvenliği anayasal düzeyde teminat altına alındığında buna gerek olmayabilir; fakat şimdi bir gerekliliktir. Gerilla arazide, onlar da saldırıyor, savaş durumu böyle gelişiyor. Yani biz savaşı geliştiren taraf değiliz. Bu gerçeği biz bir türlü tam olarak aslında ifade edemedik. Bu konuda bizim kendimizi ifade etme yetersizliğimiz de olsa, esas olarak Türk devletinin büyük medya gücüne, diplomatik olanaklarına dayanarak, olan bir şeyi olmamış gibi gösterme, olmayan bir şeyi de olmuş gibi gösterme becerisinin rolü fazladır.

DİRENECEĞİZ

Bizim kitlemiz var, halkımız var. Biz siyasal yöntemlerle, demokratik mücadele yöntemleriyle güç olduğumuzu ortaya koymuş bir hareketiz. Ama o şimdi hem kitleye yönelmekte, çocuklara karşı yeni yasalar çıkarmakta, her bir şeyiyle Kürt halkına karşı bir yönelim konumuna geçmiş bulunmaktadır. Sorunun esas kaynağı burasıdır. Yani Türk devletinin kendi askeri gücüne dayanarak Kürt halkını teslim alma amacı, hizaya çekme tutumu, işte “biz devletiz herkes bize boyun eğmek zorunda” diyerek yönelmesi, çatışmaya yol açmaktadır. Devletin kendini savuma hakkı varsa, muhalefet olan bir gücün ve bir insanın da kendini savunma hakkı vardır! Devlete karşı da olsa bir insanın devletin kontra ve terör uygulayan güçlerine karşı kendini savunma hakkı vardır ve Türk devleti Kürdistan’da bugün bir terör uygulamaktadır. Hem uluslararası yasalara aykırı silahlar kullanmakta, hem de uluslararası yasaları, insan hakları hukukunu ayaklar altına alarak Kürt halkına karşı, Kürt gençliğine ve Kürt kadınına karşı devlet terörünü uygulamaktadır. Biz buna karşı direneceğiz, bu direniş kutsal bir direniştir ve bizi başarıya taşımada temel bir duruş biçimidir.

ANF NEWS AGENCY

29 Kasım 2011 Salı

AKP ve Fetullah Gülen Gerçeği

AKP adalet, kalkınma, özgürlükler ve ileri demokrasi söylemleriyle birçok kesimi iktidar kervanına kattı.

AKP adalet, kalkınma, özgürlükler ve ileri demokrasi söylemleriyle birçok kesimi iktidar kervanına kattı. Her kılığa, her karaktere ve her söyleme büründü. Yerine göre en koyu ırkçı kesilip MHP’yi solladı, yerine göre solcu kesildi. Muhazakar oldu, liberal oldu. Her kesimden “adam” devşirdi. Bir de ABD’nin işaret ettiği yere yönelen “her dönemin adamları” toplandı AKP etrafında... Özcesi tam bir “serbest piyasa” partisi oldu. Arka planda Fetullah Gülen çoktan “gavur memleketi”ne postu sermişti. Daha doğrusu çiftliğini kurmuştu.

Ve bu AKP “yeni bir sayfa” iddiasıyla Kürtleri de kandırmaya çalıştı. Kabul etmek gerekir ki azımsanmayacak bir bölümünü de bir süre peşinden sürükledi. Bunlar git gide azalsa da hala sürüklenmektedirler. Sonra demokrasicilik oyunlarıyla Kürt Özgürlük Hareketi karşısında katliamlardan yorgun ve başarısız düşmüş asker ve diğer katillere yöneldi. Kürt hareketi bunların ipliğini çoktan pazara çıkarmıştı. Ama AKP şark kurnazlığıyla bunu kendi başarısı gibi sundu. Özünde onlarla bir iktidar mücadelesi yürütüyordu. AKP onları kendi önünde engel oluşturdukları için içeri attı. Engel olmayıp AKP ile uzlaşanlar ise ödüllendirildi. Kimyasal Necdet bunların başında gelmektedir. 

Özcesi tıpkı Fransa devrimindeki Jakobenler gibi AKP toplumsal muhalefetin önemli bir kesimini peşinden sürüklemeyi başardı. Sonra da yine Jakobenler gibi hepsine sırasıyla yöneldi. Tarihte de faşistinden dincisine, reel sosyalistinden liberaline pek çok iktidar kesimi ya da diktatör aynı şeyi yaptı. Halkın özgürlük beklenti ve umutlarını sömürüp iktidara geldikten sonra tepesine bindi. Şimdi AKP sırasıyla herkese yöneliyor. Kürtler, iktidar karşıtları, solcular derken şimdi liberalleri tehdit ediyor. Çünkü en yakınındaki Ali Bayramoğlu önce itiraz etti. Sonra Hasan Cemal meydan okudu ve diğerleri seslerini yükselttiler. Erdoğan son konuşmasında hepsini açıkça tehdit etti. Ve nihayet öteden beri binbir çeşit komplo teorisiyle ona çanak tutmuş olan Ahmet Altan da sesini çıkardı.

Danışıklı mı yapıyor, içten mi yoksa korkusundan mı bilemeyiz ama “eksik demokraside tam iktidar” dediği AKP’nin geldiği pozisyona karşı çıkıyor. Altan’a göre AKP yasak meyve olan elmayı ısırdı ve lezzetine varınca şimdi bırakmak istemiyor. “Günaydın Ahmet Altan” demek gerekiyor. AKP elmayı sadece ısırmadı, tüm bir elma bahçesini yağmalıyor. Karşı çıkana sopayı gösteriyor, dövüyor. Öyle ki, “bu deprem de nereden çıktı, tam da yağma vaktiydi” dercesine Vanlıları kışın soğuğuyla baş başa bıraktı. Önceki ve şimdiki deprem paraları uçup gitti! Duble yollara harcandığı hikayesi de yalan! O paralar, “yandaş filler”in midelerine giden yolda kayboldu! Ahmet Altan hala AKP’nin başarılı geçmişinden bahsediyor. Evet doğru, elma bahçesini önce çevreleme ve sonra yağmalama konusunda gerçekten de “başarılı” bir performans gösterdi, hakkın teslim etmek lazım! Ama Altan gibiler de bu yağmaya katıldı. Dolayısıyla Altan’ın sözünü ettiği “cennetten kovulma”yı sadece Erdoğan ve AKP değil, Ahmet Altan da tadacak gibi görünüyor!

Çünkü bugünlere bin bir yalanla geldiler. Kürtlerin haklı davasına katliam, tutuklama ve kara propagandayla saldırdılar, hala saldırıyorlar. Bunun için “gazeteci” kılığıyla tam bir saldırgan ordusu oluşturdular. Öyle ki nerede bir Kürt ve PKK sözcüğü görseler yarış halinde üzerine çullanıyorlar. En iyi çullanan, en yağlısından bir parça ile ödüllendiriliyor! Tüm toplumsal muhalefete yöneldiler, yöneliyorlar. Bunu yaparken en kuralsız ve hayasız yöntemleri kullanıyorlar. Kendi çamurlarını Kürt – Türk özgürlükçü muhalefetinin üzerine atıyorlar ve toplumsal değer ve emeği de kendilerine mal ediyorlar. Müslüman kılığına bürünüp halkın inancına saldırıyorlar. Beyaz takke giyip en büyük terör örgütü olan NATO ve CIA ile kol kola halkların katliam ve kırımında “Eş başkanlık” görevi yürütüyorlar. Erdoğan’ın bizzat kendisi katliam projesi olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eş başkanı olduğunu övünerek söylemedi mi?

Kürtleri “dış güçlerin taşeronu” olmakla suçladılar. Oysa NATO ve CIA taşeronu, Fetullah Gülen idi ve bunu gizleme gereği duymuyordu. Erdoğan da taşeronun taşeronuydu. “Bu ülkede ameliyat yaptırmayız” dediler. En büyük ameliyatı kendileri yaptılar. Hem de Amerika adına! AKP ve Gülen sayesinde şimdi ABD, Ortadoğu’da art arda ameliyatlar yapıyor. Kürtleri “paralel devlet” kurmakla suçladılar. Oysa onlar çoktan paralel devletlerini kurmuşlardı! Üstelik koordinasyon merkezi ABD’nin Pensilvanya eyaletiydi. Yani Fetullah Gülen’in ikamet yeri! Ergenekon dediler, yönelip ele geçirdiler ve yerine yeşilinden yeni Ergenekon kurdular.

Kandırdıkları insanların bilincine ve gözlerine perde çektiler. Tanrı adına “tanrılar” ve tabular yarattılar. Ama kendi yarattıkları tanrılara ve tabulara kendileri inanmadılar!

Artık insanlar bilinçleniyor. Kürtler gördü, görmeyenler de uyanıyor. Fakat ne yazık ki Türk halkının çoğu hala bunlara inanıyor ve şunun farkına varamıyor. Kemalist de olsa sözde İslamcı da olsa devlet yöneticilerinin üslenme ve koordinasyon merkezi Amerika olduğu sürece, Türk halkının makus kaderi de değişmeyecektir. Ülkenin kaynakları öteden beri yapıldığı gibi bu güçler ile beraber yağmalanacak. Halkın payına ise yeşil kart, mikro kredi, yardım paketleri, kötü kömür, seçim dönemlerine has beyaz eşya, işsizlik, dayak, cop, biber gazı vs düşecektir. Sonra hedef şaşırtılacak. 

Her şeyin nedeninin “sorun çıkaran Kürtler” olduğu söylenecek, işlenecek. Onlar da arka kapıdan yağmayı sürdürecekler. Tabanları yağlama günü geldiğinde de “çok sevdikleri ülkelerini” terk etmek zorunda kalacaklar!

Akif Roj

28 Kasım 2011 Pazartesi

Fethullah Gülen Teşkilatının Kürt Düşmanlığı-2

Bu birlikteliğin arkasında olan ise; cunta şeflerine darbeyi yaptıran güçlerle, Fethullah Gülen’i “Yeşil Kuşak Projesi” temelinde hazırlayanlardı.

Neden Böyle Oldu?

Bu soruya cevap ararken; komplo teorisi yaparak doğru bir sonuca ulaşamayacağımız açıktır. Çünkü o günkü koşullarda ne Cunta şeflerinin Fethullah Gülen’e bir bağlılıkları nede Fethullah Gülen’in cunta şeflerine darbe yaptıracak bir gücü yoktu. Ancak yaşanan gerçeklik 12 Eylül sonrası süreçte bunların açık birlikteliklerini getirmişti. Bu birlikteliğin arkasında olan ise; cunta şeflerine darbeyi yaptıran güçlerle, Fethullah Gülen’i “Yeşil Kuşak Projesi” temelinde hazırlayanlardı.

12 Eylül’ü hazırlayan birçok neden söz konusuydu: Kürt Özgürlük Mücadelesinin gelişimi, Türkiye sol, demokratik güçlerinin belirli bir kıpırdanış, içerisinde olması, İran İslam Devrimi, Sovyetlerin Afganistan’a yapmış olduğu müdahale, Filistin Kurtuluş Mücadelesinin sol, demokratik güçler üzerinde yarattığı moral etki, Türkiye’de yaşanan siyasal-sosyal kriz vb. bunlar arasında yerini almıştı. Bu haliyle NATO üyesi olan ve ABD’nin ileri bir karakolu durumunda bulunan Türkiye’nin varlığına müsaade edilemezdi.

12 Eylül böylesi koşullarda gerçekleşmişti. Fakat 12 Eylül’ün bir başka gerçekleşme nedeni daha vardı. O da deyim yerindeyse devletin tadilattan geçirilmesiydi. Çünkü her yanı dökülen devletin yaşanan sorunlarla baş etmesi mümkün değildi. Buda TC’nin ciddi bir restorasyona tabi tutulması anlamına geliyordu.

İkinci Cumhuriyet diye de adlandırılan bu sürecin nasıl vücut bulacağı da; 12 Eylül’le birlikte açığa çıktı. Ekonomik alanda İMF reçetelerinin somut ifadesi olan 24 Ocak kararlarının pratikleştirilmesi, toplumsal alanda depolitizasyonun gerçekleştirilmesi, siyasal alanda demirden bir ağın örülmesi, ideolojik alanda da, Türkçü-milliyetçiliğin yerini, Onların tabiri ile Türk-İslam sentezinin alması vb. noktalarla kendisini gösterdi. Cunta şefleri ile Fethullah Gülen ve teşkilatını buluşturan/bir araya getiren de bu gerçeklik oldu.

Artık bundan sonrası, Fethullah Gülen ve teşkilatı için “yürü ya kulum” dercesine imkânlar sundu. Fethullah Gülen’de önü açılan bu yolda kendisine göre emin adımlarla yürüdü. “Işık evleri” diye bilinen eğitim hanelerinde yetiştirdiği kadrolarını 12 Eylül’ün koruması altında devlet bürokrasisi içerisinde yetkinleştirirken, ağır baskı koşullarda bunalan toplum içerisinde açıktan örgütlenmeye başladı. Devlet bu konuda da sonuna kadar ona imkân tanıdı. Kürt Özgürlük Mücadelesinin 12 Eylül’den kısa bir süre yaptığı hazırlıkları tamamlaması ve direniş mücadelesini başlatmasıyla birlikte Kürt toplumunda yurtsever, demokratik bilinç ve örgütlülüğün gelişmesine karşın, Türkiye’de ideolojik ve siyasal alanda oluşan boşluk da Fethullah Gülen örgütlenmesi için büyük imkânlar sundu.

Türkiye’de sol, demokratik güçlerin 12 Eylül tarafından baskılanması ve çıkış yapamamaları cuntanın baskısı altında kalan toplumun da ideolojik ve siyasal olarak bu örgütlenmenin etkisi altına girmesi gibi zemin yarattı. Bir zamanlar sol, demokratik güçlerin söylemlerini hırsızlamaları da toplum içerisinde etkili olmalarında rol oynadı. Aslında bir nevi Birinci Dünya savaşından yenilgiyle çıkan, ardından da sol, devrimci güçlerin bastırılmasının yaşandığı Almanya’da Hitlerin Nasyonalist partisinin toplumcu söylemleri, milliyetçilikle harmanlayan bir yaklaşımın sahibi oldu.

Fethullah Gülen ve teşkilatı bu süreçle birlikte toplum içerisinde gelişen örgütlenmesine koşut olarak sadece devlet bürokrasi içerisinde köşe tutma pozisyonun da ötesine geçti; devlet kurumlarında da etkili olmaya başladı. Polis örgütlenmesi ve Kürdistan’da gelişen Özgürlük Mücadelesine karşı kullanılan özel harekât güçleri bunlar arasında önemli bir yer tuttu. Daha sonra da etkili olan farklı devlet kurumlarında aynı yolu izlediler.

Fethullah Gülen ve teşkilatının kadrosal düzeyde devlet içerisinde giderek etkili konuma gelmeye başlaması tamamen devletin bilgisi ve kontrolü altında gerçekleşti. Yaşanan siyasal konjonktür de bunun için el verişli imkânlar sundu. Özelikle de 1996 seçimleri ve Refah Partisinin (RP) birinci parti haline gelmesi bu anlamda önemli bir yer tuttu.

Refah Partisi, Türkiye’de “Milli Görüş” geleneğinin temsilcisi olsa da, aslında İslam-i hareketlerinin de çatısı olma gibi bir özelliğe sahipti. Bir nevi 1973 ve 1977 seçimlerinde CHP’nin almış olduğu görünümü andırıyordu. O zaman da CHP, bilinen özelliğine rağmen; sol ve demokrasi güçlerinin de desteğini alarak % 43’lere varan bir oy ile birinci parti olmuştu. 1996 seçimlerinde de RP’nin durumu kuşkusuz içerisinde farklılıklar taşısa da buna benziyordu. 

Fethullah Gülen ve teşkilatı bundan yararlandı. AKP’nin kurucuları olan kişiler tamamen RP’ hükümeti ve belediyeleri döneminde popüler birer siyasetçi hale geldiler. AKP’nin bir iktidar partisi olarak hazırlanması da daha çok bu süreçte hayata geçirildi. Bu aynı zamanda AKP’nin bir Fethullah Gülen partisi olma gerçeğini ortaya koydu.

Fethullah Gülen ve AKP

AKP’nin 2002 seçimlerinden birinci parti olarak çıkmasını ve ardından da iki dönem daha hükümet oluşturmasını bu gerçekten ayrı düşünmek mümkün değildir. Geçmişi, belirli bir mirasın ve geleneğin sürdürücüsü olmayan bir partinin kurulur kurulmaz, katıldığı ilk seçimlerden birinci parti olarak çıkmasının çok ikna edici yanlarının olması gerekir. Bu tür durumlar daha çok devrim ya da karşı devrim dönemlerinde yaşanır. Normal seçim ortamlarında fazla yaşanmaz. Bazı istisnalar olabilir. Fakat AKP’nin durumu ve Türkiye gerçekliği bu istisnalara fazla imkân tanımamaktadır. 

1990’ların ilk yarsında Cem Boyner’in kurduğu “Yeni Demokrasi Hareketi” 2000’lerin başında Cem Uzan tarafından kurulan “Genç Parti” denemelerine bakıldığında da bu gerçeği daha net olarak görmek mümkündür. Bu partilerin şimdi izlerine bile rastlanmıyor. AKP’yi, bu tür partilerle kıyaslayarak tanımak ve niteliği anlamak mümkün değildir.

AKP’nin bir-kaç siyasetçinin kafa kafaya vererek kurmuş olduğu bir parti olduğunu kimse iddia edemez. AKP bir projenin Türkiye’de gerçekleştirilmesinin somut adımlarından biridir. R.T.Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç vb. leri olmasa da, başka birilerinin devreye konularak kurdurulacağı bir parti olma özelliğine sahiptir. 12 Eylül 1980 darbesinden önce bunun ilk adımları atılmış, darbeyle birlikte de adım adım bunun ayakları örülmüştür. Graham Füller’in 1970’ler birlikte ifade etmeye başladığı, raporlaştırarak merkezine sunduğu; Türkiye’de onların deyimiyle “Ilımlı İslam” projesinin somutlaştırılmış bir ifadesidir.

AKP’nin 2000’lerin ilk yıllarında hükümete gelecek bir şekilde hazırlanması ve kurulması da bunu doğrulamaktadır.

2000’li yıllar sadece Türkiye açısından değil, Ortadoğu başta olmak üzere tüm dünya açısında stratejik önem de ele alınmıştır. Daha 2000 yılına girmeden yaratılan “Milenyum” havası da bunun bir sonucudur. 2000’e doğru sahte demokrasi havarilerinin bolca ahkâm kesmeye başladıkları bu içerisine girilmekte olan süreç, asıl olarak “Yeni Dünya Düzenin” pratikleştirileceği bir “çağ” olarak ele alınmıştı. Bu, Reel Sosyalizmin çözülmesi ve kendi içerisinde çok başlılığı ifade eden, fakat Küresel sermaye güçlerinin hükümranlılığını anlatan tek kutuplu dünyanın inşa edilmesi için harekete geçilmesi anlamına geliyordu. İlk önce Büyük Orta Doğu Projesi(BOP), sonra Genişletilmiş Büyük Orta Doğu Projesi olarak uygulamaya konan plan da bunun bir parçasıydı.

Küresel sermaye güçleri tarafından geliştirilen bu plan uygulanması için 1990’lı yılların başından itibaren harekete geçilmiştir. Birinci Körfez savaşı diye adlandırılan süreç bu doğrultuda atılan ilk adım olmuştur. Önder Apo’ya karşı geliştirilen uluslararası komplo ise bu yönde atılan bir başka adımdır. Önder Apo’nun tutsak edilmesi ve Kürt Özgürlük Mücadelesinin tasfiye edilmek istenmesi anlamına gelen bu adımla, başta Kürtler olmak üzere Orta doğu halkların Küresel sermaye güçlerinin yaşanacak olan müdahalesinin önüne geçilmek istenilmiştir.

Irak müdahalesiyle de bu yönde fiili adımlar atılmaya başlanılmıştır. AKP’nin parti olarak kuruluşu ve hükümete gelmesi de böyle bir sürece denk gelmiştir. O nedenledir ki, AKP’nin 2003’teki Irak müdahalesinden hemen önce hükümet olması bir tesadüf değildir. O zamana kadar küresel sermaye güçlerinin yapmış oldukları hazırlıkların varmış olduğu bir sonuçtur.

AKP kesin olarak İslam-i bir parti değildir. Tamamıyla pozitif bilimleri esas alan, toplum mühendisliği temelinde oluşturulan bir partidir. Küresel Sermaye Güçleri tarafından önceden hazırlanan bir parti olması da bu gerçeği doğrulamaktadır. Böylesi bir parti Türkiye’de hükümete getirilerek aynı zaman da Ortadoğu’nun Müslüman halkları içinde bir model oluşturulmak istenilmiştir.

Bugün Küresel sermaye güçleri tarafından AKP’ye verilen rol de bundan başka bir şey değildir. Bugün Türkiye’de 236 okulu, dış ülkelerde 280 okulu, 200 den fazla vakıf ve 211 ticari şirketi ile Fethullah Gülen ve teşkilatını AKP Hükümetinin oynamakla yükümlü kılındığı böylesi bir rolden ayrı düşünmek mümkün değildir.

Fethullah Gülen ve teşkilatının partisi olan AKP’nin bugün Kürt Özgürlük mücadelesine karşı büyük bir düşmanlık içerisinde olmasının altında yatan da bu gerçeklikten başka bir şey değildir.

Cemal Şerik

Mir Mehmet Fırat: 'Devlet Bizden Toplu Halde Özür Dilemeli '

AKP eski Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Dersim özrünü değerlendirirken, "Devletin Kürt halkına bir özür borcu var. Ben de o halkın bir ferdiyim. Devlet bizden toplu halde özür dilemeli” dedi. TRT Şeş’e ilişkin de eleştirilerde bulunan Fırat, “TRT Şeş'te çocuklara yönelik program yapımının yasak olduğunu biliyor musunuz? Çünkü dili öğrenecek olan çocuktur. Çocukların Kürtçe öğrenmelerinin önüne geçmek için konulmuş bir yasak bu” şeklinde konuştu.

Taraf Gazetesi'nden Neşe Düzel'e konuşan AKP eski Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın özrünü yetersiz buldu ve Kürtçe dili önündeki yasakları eleştirdi.

Kürt coğrafyasına 40'dan fazla düzenlenen harekat için özür dilemesi gerektiğini kaydeden Fırat, bunun içinde artık tüm devlet arşivlerinin açılması gerektiğini söyledi. AKP'nin devlet arşivlerini açmak istediği ancak hala baskı unsuru altında olduğunu savunan bulunan Fırat, "Artık arşivleri açmak zorundasınız. Genelkurmay'da Meclis de Cumhurbaşkanlığı Köşkü de artık arşivleri açmak belgeler üzerindeki yasakları kaldırmak zorunda. Türkiye demokratikleşecekse önce yalanlarıyla yüzleşecek" diye konuştu.

Türkiye'de Kürt sorunun bir vatandaşlık sorunu olduğunu belirten Fırat, mevcut durumda ise ikili bir sistemin olduğunu, Türklerin vatandaş, Kürtlerin ise tebaa olarak görüldüğünü kaydetti. "Vatandaşa haklarını verirken lütfetmezsiniz ama tebaaya haklar verilirken lütfedersiniz" diyen Fırat, "Eğer bu ikili sistem kalkarsa ortada Kürt problemi diye bir şeyde kalmaz" diye konuştu. Başbakan'ın "Dersim özrü" ne de değinen Fırat, "Kürtlere özür borcu olan devletin" Kürtlerden toplu olarak özür dilemesi gerektiğini söyledi. Fırat, "Devletin Kürt halkına bir özür borcu var. Ben de o halkın bir ferdiyim. Devlet bizden toplu halde özür dilemeli. Şimdi Sayın Başbakan öyle bir yol açtı ki, özür dilenmesi gerekecek pek çok olay var Dersim gibi. Genelkurmay Belgelerinde daha 40 olay var böyle. Bu olayların her biri için ayrı ayrı özür gerekir. Çünkü bu gün bu ülkede yaşadığımız sıkıntıların pek çoğunun kaynağında bu olaylar var" diye konuştu.

"Bu gün gülünç yasaklarla Kürtlere 'sen vatandaş değilsin' diyoruz" diyen Fırat, Kürt sorunun çözümünde öncelikle bazı yasaların değişmesi gerektiğini söyledi. Fırat, "TRT şeş açıldı diye övünülüyor. Peki, Kürtçe diliyle ilgili programın yasak olduğunu biliyor musunuz? TRT Şeş'te çocuklara yönelik program yapımının yasak olduğunu biliyor musunuz? Çünkü dili öğrenecek olan çocuktur. Çocukların Kürtçe öğrenmelerinin önüne geçmek için konulmuş bir yasak bu. Anayasa'yı 'sen eşitsin' diye yazsak ne yazar? Bu gülünç yasaklarla Kürtler gene vatandaş olmayacak ki! Biz neyin kavgasını veriyoruz" diye konuştu.

‘Türkiye Libya’dan Suriye’ye Savaşçı Taşıyor’

TEL AVİV - İsrail'in istihbarat çevrelerine yakınlığıyla bilinen Debka sitesi, Türkiye’nin Libya’dan Suriye’ye gönüllü savaşçı taşıdığını yazdı. Suriye’nin 7 komşusunun da sınırlarında önlem aldıklarını kaydeden Debka, “Ankara, üç zırhlı tugayı, hava kuvvetleri ve donanmasını hazır duruma getirdi" diye yazdı.

Arap Birliği’nin yaptırım kararının bölgede askeri tansiyonu yükselttiğine işaret edilen haberde devamla şunlar belirtildi:

“Debkafile’nin askeri kaynakları, İsrailli zırhlı tugayların, Lübnan ve Suriye sınırlarına doğru ilerlediğini bildiriyorlar. Ankara ise, üç zırhlı tugayı, hava kuvvetleri ve donanmasını hazır duruma getirdi. Hizbullah ile Lübnan ve Ürdün silahlı kuvvetleri keza. ABD ve Rusya ise, Suriye sahillerinin önünde deniz kuvvetlerini konuşlandırıyorlar.
Körfez’deki askeri kaynaklar da, İran Devrim Muhafızlarından 150 uzmanın Lübnan’a geçmek üzere Şam’ın güneyindeki askeri bir havaalanına indiklerini, Hizbullah’ın da sakladığı roketleri ortaya çıkarttığını bildiriyor.”

Haberin devamında, Ankara’nın kol-kanat gerdiği Özgür Suriye Ordusu’na desteğinin Libya’ya kadar uzandığına dikkat çekilerek şöyle dendi:

“Arap Birliği’ndeki oylamadan önce Katar ve Türkiye’nin, isyancı Özgür Suriye Ordusu’nun yanında savaşmaları için havayoluyla Libya’dan gönüllü taşıdığı, bunların bazılarının silahlı oldukları belirtiliyor.”

Hüsamettin Cindoruk: 'En Büyük Beyaz Türk Erdoğan'dır '

Haber Merkezi - Hüsamettin Cindoruk, “Seçimleri AKP kazandı ama ideolojisi kaybetti” diyerek, “En büyük ‘beyaz Türk’ bugün Tayyip Erdoğan’dır çünkü Cumhuriyet onu yoğurdu” diye belirtti. Cindoruk, Erdoğan’ın Dersim özrünü de eleştirerek, “Hükümetler gelip geçicidir, hukuken mühim olan Meclis’in kolektif özrü” dedi.

Uzun yıllar eski Başbakan Celal Bayar’ın avukatlığını yapmış biri isim olan Hüsamettin Cindoruk, Radikal gazetesinden Ezgi Başaran’a konuştu.

ATATÜRK VURUN DEDİ

Cindoruk, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Dersim özrünü değerlendirirken, şöyle dedi: “Ben Bayar’ın son 25 yılında avukatlığı yaptığımdan bu konuda da konuşmuştuk. Rahmetli Bayar’ın Dersim’le ilgili bana söylediği şudur: “Cumhuriyet Milli Misak sınırları içerisinde tamamen egemen olmuştu. Hakkâri dahil, Trakya dahil bütün ülkede Cumhuriyet egemendi, bir tek Tunceli dışında. Tunceli’deki mütegallibe Tunceli’yi Cumhuriyet’in dışında tutuyordu. Polis, jandarma oraya giremiyor, vergi alamıyordu. Coğrafyası böyle bir direnmeye çok müsaitti. Bunu aşmak için çok uyarı yaptık, kanunlar çıkardık ama olmadı. Atatürk sonunda bize vurun dedi, vurduk. Tenkir ve tedip ederek Cumhuriyet topraklarına Tunceli’yi kattık.” Aynen böyle anlatmıştı.”

DERSİM’E YAPILANLAR CUMHURİYET’İN ZORBALIĞIDIR

“Atatürk’ün bilgisi yoktu, o sırada hastaydı diyenler doğru söylemiyor” diyen Cindoruk, “Dersim’e yapılanlar baştan aşağı haksızlıktır. Ve Seyit Rıza’nın dediği gibi zulümdür. Cumhuriyet’in zorbalığıdır. Evet, belki CHP egemen partiydi ama o sırada sadece İnönü ve Bayar mı var? Menderes, Köprülü milletvekili. Demokrat Partili bir sürü vekil var. Eğer orada bir siyasi mesuliyet varsa, herkesindir. Sadece CHP’nin değil, Demokrat Parti’nin de” şeklinde konuştu.

ERDOĞAN ACI BİR DRAMI KULLANIYOR


Erdoğan’ın Dersim özrünün bir şey getirmeyeceğini, acı bir dramı kullandığını söyleyen Cindoruk, şunları söyledi: “Başbakan’ın, iktidar olduğu süre boyunca Dersim konusunu ancak bir Dersimli Zaza Kürdü olan Kılıçdaroğlu CHP’ye genel başkan seçildikten sonra açması siyasi hesaplara dayanıyor. Acı bir dramı kullanıyor. Lafla özür dilemek de bir şey getirmez tabii. Cumhuriyet tarihinde sorgulanması gereken bir hadisedir Dersim. Metot şu: Meclis’te bir araştırma komisyonu kurulur. Bu komisyon Cumhuriyet’i azarlamadan yaptığı yanlışları ortaya çıkarıp, telafisi için teklifler yapar. Genelkurmay arşivleri açılır. Kimin ne zararı varsa karşılanır. Kimin mezarı kayıpsa o mezar bulunur. Meclis kararıyla bir devlet özür diler. Hükümetler gelip geçicidir, hukuken mühim olan Meclis’in kolektif özrü. Anayasa böyle bir özrü mümkün kılıyor. Yalnız tabii bu Dersim özrünün devamı olacak.”

Cindoruk şöyle devam etti: “Dersim için özür dileyince Ermeni diyasporası sormayacak mı? Onun da özrünü dilediği vakit, ABD’deki sigorta şirketleri altından kalkılamayacak meblağlar talep edecek. Daha da acısı olacak. Terörle mücadelede yaptığınız işlerden dolayı da hesap verilmesi gerekecek. O zaman Abdullah Öcalan’dan da mı özür dileyecek? Dileyecek o zaman. Devlet idare etmek kolay iş değildir, tüm bunları hesaba katacaksın.”

EN BÜYÜK BEYAZ TÜRK

Cindoruk, Erdoğan’ı da en büyük beyaz Türk olarak tanımladı: “Seçimleri AKP kazandı ama ideolojisi kaybetti. Yola çıkarken ne diyorlardı, şimdi ne diyorlar. 1991-95 arasında Abdullah Gül’ün ve Salih Kapusuz’un Meclis’te yaptığı konuşmalara bakarsanız, ne demek istediğimi görürsünüz. O iddiayla aldıkları oy yüzde 10-11’di. Başlangıç noktalarından başka bir yerdeler şu anda. En büyük ‘beyaz Türk’ bugün Tayyip Erdoğan’dır çünkü Cumhuriyet onu yoğurdu.”

Duran Kalkan'dan Önemli Açıklamalar: ‘Sıra Türkiye’ye de Gelecek’

Aziz Köylüoğlu -ANF

Behdinan - KCK Yürütme Konseyi Üyesi Duran Kalkan, AKP’nin tek parti iktidarına, diktatörlüğe doğru gittiğini belirterek Tayip Erdoğan’ın ‘üçüncü milli şef’ olmak istediğini söyledi.

‘’Amerika terazinin bir kefesine Suriye ve İran’ı koyunca, Türkiye’de diğer kefesine Kürtler ve PKK’yi koyuyor’’ diyen Kalkan, Suriye ve İran’dan sonra sıranın Türkiye’ye geleceğini söyledi.

Kalkan, ‘’Ortadoğu nasıl olacak? Demokrasisi ne kadar olacak? Devlet demokrasi ilişkileri nasıl şekillenecek? Dış güçlerle ilişkileri nasıl olacak? Büyük oranda bütün bunların nasıl olacağı Suriye’deki mücadelenin sonuçlarına göre belirleneceğe benziyor’’ diyen Kalkan, yeni bir Ortadoğu’nun şekillenmekte olduğunu vurguladı.

Kalkan ile kendileri açısından nasıl bir yıllı geride bıraktıklarını? Kürt Sorunun ulaştığı düzeyi? PKK’nin bu süreçteki rolü? Arap Baharıyla ortaya çıkan durumu, Türkiye’nin durumu ve Ortadoğu’daki gelişmeleri konuştuk.

* Siz PKK’nin kuruluşunda Haki Karer ve Kemal Pirler’le birlikte yer almış bir Türkiyeli devrimci olarak PKK’nin kuruluşu ile Türkiye gerçeğini nasıl ilişkilendiriyorsunuz? Bu bağlamda PKK’nin Türkiyelileşme perspektifini nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Öncelikle PKK’nin 33. Kuruluş yıldönümünün Önder Apo’ya, halkımıza ve insanlığa kutlu olmasını diliyorum. Haki Karerlerle başlayıp en son Rüstem, Alişer ve Çiçek arkadaşlara ulaşan, sayıları on binleri bulan ve gerçek PKK’yi temsil eden kahraman şehitlerimizi saygı ve minnetle anıyorum. 34. PKK yılında özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürüten herkese başarılar diliyorum.

Böyle bir dönemde Kürt sorunu nasıl çözülecek? Kürtler bu yeni dünya ve bölgede nasıl yer alacaklar? Kürdistan’ın statüsü ne olacak? Şimdi PKK’nin gündeminde bu var! Bunu özgürlük ve demokrasi çizgisinde Kürt kimliğinin özgürce kabul edildiği, Kürdistan’ın da diğer toprak parçaları gibi yaşanılır olduğu, Kürt toplumunun da diğer halklar gibi özgür ve demokratik olarak yaşadığı bir statüye kavuşması, bölge ve dünya sisteminin böyle oluşması için PKK mücadele ediyor. Uzun bir süredir -yaklaşık 20 yıla yakın, genelde 18 yıldan bu yana özel olarak son on yıl içerisinde- böyle bir mücadeleyi nasıl başarıya götürürüm arayışı içerisinde önemli bir değişim ve yeniden yapılanma yaşadı, PKK. Kendisini tam da böyle bir yeniden yapılanma sürecinde Kürt özgürlüğünü ve demokrasisini yaratma gücü haline getirmeye çalıştı. Felsefi-ideolojik değişimini, siyasi yapılanmasını, programını, örgüt sistemini, taktiğini, stratejisini buna göre yeniden değiştirdi. Şimdi bu temelde bir mücadele yürütüyor.

PKK’nin böyle olması bölgesel ve uluslararası bu kadar boyutlu yaklaşması Kürt sorunu ile ilgili değil sadece. Kuşkusuz Kürdistan’daki durum, Kürt sorunu PKK’yi böyle davranmaya yöneltiyor. Buna göre bir hareket, örgüt olmasını istiyor. Ama bir de PKK’nin zihniyet olarak, çizgi olarak, felsefi ve ideolojik bakış açısı olarak buna uygun olma, böyle olma karakteri var. Bu da Önder Apo’nun zihniyetinden, yapısından ileri geliyor. Aslında 2000’li yıllar öncesinden de, 20. yüzyılda da -her ne kadar o yüzyılın zihniyetinden, politikalarından, ideolojik politik çizgisinden etkilenmiş olsa da, reel sosyalizmin, ulusal kurtuluşçuluğun etkilerini taşısa da- PKK’nin kendine göre özgünlüğü vardı. Sosyalizme ve ulusal kurtuluşçuluğa yaklaşımı onlardan belli bir farklılık arz ediyordu. Bu farklılık bugün onu bir bölge ve dünya hareketi haline getirdi. Neydi bu farklılık? Dar milliyetçi değildi. Reel sosyalizmin ulus devletçiliği gibi yine ulusal kurtuluş hareketlerinin devletçiliği gibi devlete mutlak bağlı değildi. Özellikle çözümü devlette görüyor olsa bile bu devleti ayrı bir devlet olarak öngörmüyordu. Devletçi paradigma içerisinde de dar milliyetçi yaklaşım yerine, komşu halkların da yararına olacak bir birliktelik, bir demokratik birlik nasıl olurun arayışı içindeydi. Bu da Önderlik düşüncesini, Önder Apo’nun ideolojik-politik yaklaşımını, zihniyetini ifade ediyordu.

PKK Kürt milliyetçiliğinden ayrıldı. Dar, reformist milliyetçilikten ayrı bir hareket oldu. Kürt özgürlüğünü savunurken bunu devletçi paradigmayla, reel sosyalizmin anlayışına yakın anlayışlarla yapmak isterken bile Türkiye ile ortak stratejik birlik içinde, Ortadoğu halkları ile stratejik birlik içinde nasıl yapacağını düşündü, öngördü. Değişimi, sorunların çözümünü birleşik bir strateji ile ele aldı. Kürdistan devrimini Türkiye devriminin kopmaz stratejik bir parçası olarak öngördü. Kürdistan ve Türkiye devrimlerini, Ortadoğu devriminin, demokratikleşmesinin kopmaz parçası olarak ele aldı. Bu Önder Apo’nun birlik, dayanışma, bir arada yaşama arzusunun, felsefesinin, anlayışının bir sonucudur. Bunun sonucudur ki dar yaklaşımlar içinde olmadı. Kürt özgürlüğünü, demokrasisini, yurtseverliğini, başka toplumlara, halklara karşı düşmanlık temelinde oluşturmadı. Tam tersine özgürlük ve birlik temelinde oluşturdu. Özgür olmayı öngördü, esas aldı. Bağımsızlık ruhunu öngördü fakat bu özgürlüğü sadece kendisi için öngörmedi. Herkes için öngördü ve özgür olursak bir arada var olabiliriz, özgür birliği yaşayabiliriz dedi.

* PKK’nin “özgür birlikteliği” hedeflediğini söylüyorsunuz. AKP iktidarının birliği biz İslam ile sağlıyoruz iddialarına ne diyeceksiniz?

- Bugün bu kadar çatışmaya, savaşa rağmen toplumlar arası bir çatışma olmuyor. Hala bu kadar kayba, silahlı mücadeleye, şiddete rağmen toplumlar hala birbirini boğazlamıyor. Hala bir arada kalma, birlik olma umutları var. Birlikte demokratik ve özgürce yaşama ihtimali, umudu hala kendisini koruyor. Bu neyin sayesindedir? İşte PKK ideolojisinin sayesindedir. Önder Apo’nun düşüncesi sayesindedir. Bazıları bu gerçeği görmüyorlar, buradan kendilerine paye çıkarmaya çalışıyorlar. “Bak” diyorlar “ görüyor musunuz PKK ne yapsa da bölemiyor, ayıramıyor” Hâlbuki PKK zaten bölmüyor, birliği, kardeşliği özgürlük ve demokrasi temelinde PKK yaratıyor, perçinliyor. Basit, dar Kürt milliyetçilerinin ve Türk faşizminin, şovenizminin karşılıklı toplumları bölüp çatıştırmasına karşı PKK durdu, kırk yıldır. Hem ideolojik, örgütsel mücadelesi ile hem de içyapısı ile durdu.
Kardeşliği Haki Karerler, Kemal Pirler ördü. Boşuna demiyorlar, “kardeşliğin yıkılmaz köprüsüdür” gerçekten de Kürt Türk kardeşliğinin -eğer varsa- yıkılmaz köprüleri Haki Karerlerdir, Kemal Pirlerdir. Yoksa öyle ne o sosyal şovenizmden bir türlü kurtulamayan Türk solculuğu ne dar milliyetçiliği aşamayan Burkaycılık, reformist, milliyetçi akımlar ne de Tayyip Erdoğan’ın sahte Müslümanlığı… Şimdi bir de Tayyip Erdoğan çıktı, Müslümanlar çıktı, “İslami kardeşlikle birarada tutuyoruz” diyorlar. Ne alakası var? Bu ne biçim kardeşlikti ki onlarca yıl, hatta yüzlerce yıl Kürt toplumu bu kadar inkar edildi, katledildi? Amed’te, Bingöl’de katliamlar olurken, Şeyh Saitler asılırken neredeydi bu Müslümanlık? Neredeydi bu din kardeşliği? Seyit Rızalar idam edilirken neredeydi din kardeşliği? Qazi Muhammed idam edilirken neredeydi Müslüman kardeşliği? Abdülselam Barzani idam edilirken neredeydi? Bunların hiçbirisi yoktu!

Şimdiyse Kürtlerde büyük bir birlik eğilimi var, kardeşlik ruhu var, herkes bunu sahipleniyor. Bu bir hırsızlıktır her şeyden önce. Tersi olanlar; şovenizmi, milliyetçiliği, kopuşu, parçalanmayı dayatanlar, yaşayanlar bütün çabalarına rağmen bunun gerçekleşmediğini görünce şimdiki durumu bir kuvvet olarak ele alıp bundan paye elde etmeye, sahiplenmeye, ele geçirmeye çalışıyorlar. Hırsızlıktır. Evet şimdi böyle bir durum var ama bu kardeşliğin yaratıcısı var elbette, kendiliğinden olmadı. Bu kadar bölüp parçalama eğilimine karşı, bu kadar katliama, soykırıma, aşağılamaya, imhaya asimilasyona rağmen özgürlük birlik içerisinde gelişen kardeşlik var. İşte bunu PKK geliştirdi. Bu gerçekliği PKK yarattı. Kürt toplumunu bu kadar baskıya, hakarete rağmen Türklere, Araplara, Farslara düşman olmaktan PKK çıkardı, Önder Apo çıkardı.

* Bazı liberal aydınların öne sürdüğü “devlet değişti, PKK değişmedi” sözlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Aslında bu anlamda değişmeyen devletin kendisidir. AKP de değişim adına yolla çıktı, aslında eski Ergenekoncu, değişmeyen şoven bir çizgiye girdi. Tayip Erdoğan açık söylüyor, “tek devlet, tek millet, tek vatan” söylemiyle, Kenan Evren’in zihniyeti arasında ne fark var? Şimdi hapse konan Hurşit Tolon’un zihniyeti arasında ne fark var? Hiç fark yok. 12 Eylül mahkemelerinde Alpaslan Türkeş demişti “zihniyetimiz iktidarda, biz hapisteyiz”. Şimdi Ergenekoncular diyorlar “zihniyetimiz iktidarda, biz hapisteyiz”. Değişim olmamıştır.

Buna karşılık PKK değişti. PKK gerçekten demokratik çözüm istiyor. PKK şöyle değişti. PKK eskiden de Kürt- Türk kardeşliği temelinde Kürt sorunun çözümünü istiyordu. Ama devletçi paradigmaya sahipti. PKK paradigmasal olarak değişti. Demokratik toplum paradigmasını öngördü. Devleti inkâr etmiyor ama devletin sınırlandırılarak, demokratik toplumun gelişmesini, Kürt sorunun da Türkiye’nin demokratikleşmesi ve demokratik topluma dayalı olarak gelişmesini öngörüyor. Bu anlamda PKK büyük bir değişim yaşadı. Gerçekten de özgürlükçü, toplumsal bir hareket haline geldi. Devletçi, iktidarcı paradigmayı kesinlikle aştı. Milliyetçilikle, şovenizm ile hiçbir bağı yoktur. Aynı zaman da demokratik toplumu öngörmesi, çoğulcuğu geliştirdi. Reel sosyalizmin tek parti iktidarı ve devlet çizgisinden tümden uzaklaştı. Bunla uzaktan yakından bir ilişkisi kalmadı. Ama AKP tek parti iktidarına, diktatörlüğe gidiyor. “tek devlet, tek millet, tek dil, tek bayrak” bir teki de ben ekleyeyim tek parti sistemidir AKP’dir. İsmet İnönü’n şeflik dönemiyle ne farkı var? Hiçbir farkı yok. Üçüncü şef de Tayip Erdoğan olmak istiyor. Zaten bazıları da üçüncü şef diyor. Bu bakımdan o tür sözlerin hiçbir anlamı yok. Özünde değişmeyen devlet ve AKP’dir. Onun de turnusol kâğıdı, Kürt soykırımının devam ettirilmesidir. Bunu sürdürülüyor olmaları, değişmediklerini gösteriyor. Değişimi toplum anlıyor, toplum PKK’ye sahip çıkıyor. PKK’de bir toplumsal güç olarak bu saldırılar karşısında direniyor. İspatı bu direncidir. Kırılamayan, yenilmeyen bu direncidir.

* 2000’li yıllar Türkiye’sinde PKK’nin mücadelesi devam ediyor. Kuruluşunun 34. yıldönümünde PKK karşısında nasıl bir Türkiye sistemi ve nasıl bir uluslar arası sistem var?

- Şimdi öteki soruda buna biraz değindik. Aslında kuruluş döneminin birçok özelliği bir uzun süreden beri değişti. Yeniden değişti. Fakat bu 33. yıldönümü yaşanırken yeni 34. yıla girerken çok hızlı bir bölgesel değişimde yaşanıyor. Bunu görmek, anlamak önemlidir. Bunu biz belli ölçüde de değerlendirmeye, tanımlamaya çalıştık. Yani 20.yy dünyası köklü bir değişimi yaşadı. Aslında o iki bloklu dünya ortadan kalktı. ‘’ABD imparatorluk kuruyor’’ dendi. Yenidünya düzeni temelinde ABD büyük bir mücadele verdi. Bir dünya savaşı yaşandı. Yani Sovyetler birliğinin çözülüşü ardından 3. Dünya savaşı. İşte böyle bir dünya savaşının sonuna doğru geliniyor. Sonuçları ortaya çıkıyor aslında. Yeni bir bölge ve dünya yapılanmasının böyle bir savaşın çeşitli alanlarda yürütülüşü ardından gerçekleşmesi yaşanıyor. Bunu görmek lazımdır. Dikkat edelim 1. Dünya savaşıyla oluşan, 2. Dünya savaşı ardından da daha yaygın bir milliyetçilikle sistem kazanan ulus devlet diktatörlükleri yıkılıyor, dağılıyor. Siyasi yapılar çözülüyor. Daha gerici veya ilerici olduğu ayrı bir konudur. Fakat 20. yüzyıl. yarattığı Ortadoğu yapılanmasında bir değişim yaşanıyor. Zaten 20. Yy. başında da Ortadoğu’da köklü bir değişim yaşandı. Yeni bir siyasi yapılanma oluştu. 1. Dünya Savaşı Kürdistan’ı, Arabistan’ı böldü, parçaladı. İmparatorlukları yıkarak ulus devlet sistemi temelinde yeni bir Ortadoğu statükosu yarattı.

2. Dünya savaşı sonrasında da ulus devletler katı milliyetçi iktidarlara kavuştu. Bu sistemin Kürtler açısından temel özelliği neydi? Kürtlerin yok sayılıp, yok edilmek istenmesi. İnkârcı ve imhacı bir sistemdi. Kürdistan’ı bölüp parçalamıştı. Kürtleri yok sayıyordu. Yok edilmesi içinde dünya sisteminden alınan güçlerle yada onların verdiği görevi başarmak üzere Kürdistan egemenlik altında tutan ulus devletler faşist, şoven bir soykırım saldırısı yürütüyorlardı. İşte Saddam’ın saldırısı öyleydi. İran’ın baskıları saldırıları, katliamları öyleydi. Türkiye’nin 1925’ten itibaren başlayan soykırımı ifade eden katliamcı ve asimilasyoncu saldırıları öyleydi. Günümüzde de devam ediyor. Suriye’de de Kürtleri vatandaş bile saymamak bu anlamı ifade ediyordu. Bundan ileri geliyordu. Onlar açıktan zaten bir toplum, bir vatandaş olarak bile görmüyorlardı. Bugüne kadar o çizgide kaldılar. Şimdi “Aman, aman sizi de tanıyacağız. Vatandaş kabul edeceğiz’’ diyorlar.

Şimdi bu sistem çözülüyor, dağılıyor. Yerine neler kurulacak belli değil. Fakat şu netleşmiştir ki bu iktidarlar yıkılacak. Bunu herkes bilmeli. Ne küresel sistem bu iktidarlarla bir olabiliyor. Ne de artık Ortadoğu halkları bu iktidarları taşıyabiliyor, kaldırabiliyor. Kürtler kaldıramıyorlar. Bunun için her alanda ölümüne bir mücadele direniş içindeler. Arap toplumu kaldıramıyor. Bak her yerde Arap Baharı denen isyan yaşanıyor. İran toplumu kaldıramıyor. İran’daki Kürtler, Farslar, Azeriler, Belluciler kaldıramıyorlar. Büyük bir iç çatışma var. Türk toplumu kaldıramıyor tabi. Yani Türkiye’deki demokrasi mücadelesi hem de çok köklü yürütülen bir mücadele bu. Dolayısıyla içte toplumlar kabul etmiyorlar. Artık onun için bu sistem yıkılıyor, aşılıyor, yıkılacak. Bu zorunludur yani. Kimse ayakta tutamaz onu. Bu gerçeği görelim. Fakat bu sistem yıkılırken yenisi ne olacak. İşte o belli değil.
* Neden Barış çabalarınız hep sonuçsuz kaldı?

- Aslında 93’ten itibaren Kürt toplumunun bilinçlenmesinde örgütlenmesinde önemli bir düzey ortaya çıkmıştı. Dünyadaki gelişmelere dayanarak önder APO barışçıl siyasi çözüm yöntemiyle artık çözüme gitmek istedi. Fakat inkar ve imha sistemi faşist şoven Türkçülüğü topyekun savaş konsepti temelinde çözüme karşı önder APO ve partimizin geliştirdiği ateşkesler bu temeldeki barışçıl çözüme karşı imha ve saldırıyı dayattı. Topyekun ezme hareketini geliştirdi. Onun için çeşitli komplolar geliştirdi. Bilmem işte 33 askerin öldürülmesi, Bingöl olayı gibi hepsi komploydu. Aslında genelkurmayca yönetilen Doğan Güreş tarafından yönetilen topyekun imha konseptinin başarısı için yaratılan gereçlerdi. Bu temeldeki saldırılara karşı da 93-98 arasında büyük bir direniş yaşandı. İmha saldırılarını boşa çıkartmak için sonuçta yine çözüm aradı önder APO 1 eylül 1998’de 3. Tek yanlı ateşkesle Kürt sorununun barışçıl siyasi çözümünün önünü açmak istedi. Buna da imha ve inkar sistemi uluslararası komployla 15 şubatı ortaya çıkardı. PKK’nin barışçıl, siyasi çözüm yaklaşımını bir zayıflık etkeni olarak görüp burdan saldırarak, ezip imha ederim umut ve hesabına girdi. Biz boşlukta bulunduk. Komployu iyi göremedik. Gerekli tedbirleri geliştiremedik. Sonuçta önder APO’nun imhası önlendiyse de İmralı süreci önlenemedi. 15 şubat komplosu gerçekleşti. Bu komploya karşı 93’ten başlayan değişim sürecini derinleştirerek, felsefi, ideolojik, siyasi, stratejik, taktik boyutlara taşıyarak PKK’yi kendini yeniden yapılandırıp uluslararası komploya karşı direniş geliştirdi. Böyle bir direnme temelinde Kürt sorununu barışçıl siyasi çözümünü gerçekleştirmek istedi. Bu süreçte zaman zaman çatışmalar oldu. Zaman zaman görüşmeler oldu. Dikkat edilirse serhıldanlar sürdü. İdeolojik mücadele oldu. Kürt toplumunun demokratik örgütlülüğü oldu. Siyasi mücadele oldu. Seçimlere girildi. Zaman zaman da çatışmalar oldu. 1 Haziran 2004’ten itibaren de çeşitli çatışmalar devreye girdi. Çözüm arandı yani. Fakat AKP bu konuda tutarlı davranmadı. Çözümleyici davranmadı. Umut yaratıp çözeceğim dedi. PKK buna fırsat verdi. Fakat bu fırsatları kullanmadı. Sonuçta oyalama taktiğiyle aslında bölgedeki gelişmelerden ABD’nin bölgeye yöneliminden de güç alarak yeni bir imha ve tasfiye konseptini topyekun bir savaş kapsamına yeniden hareketimize dayattı. Aslında 2007’den bu yana gelişen süreç böyledir.

* Türkiye’de genel seçimler öncesinde barış umutları yükselmişti? Neden oldu da tekrar süreç bu çatışmalı noktaya geldi?

- 1 Ekim 2006’da ilan ettiğimiz ateşkese karşılık genelkurmay AKP uzlaşmasıyla ve ABD’den destek alınarak büyük bir savaş konsepti ile karşılaştık. Siyasi savaş, ideolojik savaş, İmralı’da önder APO üzerinden baskı arttırıldı. BDP’nin tasfiyesi için 14 Nisan 2009’dan bu yana siyasi soykırım operasyonları geliştirdi. Gerillaya karşı da savaş Zap operasyonuna kadar güney Kürdistan’a medya savunma alanlarına yönelmeye kadar vardı. Bunları boşa çıkardık. İmralı’da önder APO direndi ve bunları boşa çıkardı. Demokratik siyaset direndi, boşa çıkardık. Zap operasyonu sonunda boşa çıkarıldı, AKP yenildi aslında, fakat bölge konjonktürü, bölgede yaşanan çatışmalar, dünya savaşı, ABD’nin Avrupa’nın bölgeye yaklaşımları eski politikaları sürdürmesi için biraz fırsat sunuyor. AKP Türkiye kaynaklarını pazarlayarak bunu sürdürmeye çalışıyor. Esas olan budur. Aslında İmralı’daki görüşmeler devlet PKK görüşmeleri önemli bir düzey kazanmıştı. 12 Haziran seçimleri tam bir noktaya geldi ve seçimlerle birlikte herkes barışçıl siyasi çözümün gerçekleşeceğini umut ediyordu. Fakat daha seçimin ön gününde mayısta Libya savaşı üzerinde ABD, Fransa ve Türkiye arasında görüşmeler oldu. Libya NATO müdahalesi gündeme geldi ve Libya’ya müdahale Kürt sorunun barışçıl siyasi çözümüne de bir müdahale olarak ortaya çıktı. ABD-AKP anlaşması temelinde bir yandan Libya’ya müdahale edilirken diğer yandan AKP, PKK’yi imha ve tasfiye etme anlayışına ve hesabına girdi. Bu temelde seçimlerden de aldığı güçle yine ABD ve dış güçlerden aldığı güçle imha ve tasfiye saldırılarını sürdürüyor.

* ABD, AKP iktidarına nasıl bir rol biçiyor?

- ABD Arap Baharı temelinde Arap alemindeki gelişmeleri kontrol edebilmek Ortadoğu’da süren dünya savaşlarını kendi çıkarları temelinde şekillendirebilmek için dayanaklara ihtiyaç duyuyor. Bu anlamda da Ilımlı İslam-AKP’ye rol biçiyor. 150 yıldır hazırladıkları Türkiye modernitesine umut bağlıyorlar. Fırsat veriyorlar, güç destek veriyorlar. Bu modernitenin günümüzdeki iktidarı olan AKP de bu fırsatı kullanarak Kürt soykırımına sonuca götürmek başarıya götürmek istiyor. Özgürlük ve demokrasi hareketimizi ezmek istiyor. Yeni bir imha ve tasfiye konseptini topyekun savaş konsepti temelinde dayatmak istiyor. 12 haziran seçimlerinden sonra da yaşanan budur. Biz de buna karşı direniş içerisindeyiz. Şimdi yaşadığımız süreç böyle kritik bir süreçtir aslında saldırarak bizi yok etmek istediler. Fetullahçılar bunu açıkça söylediler. Sri Lanka nasıl saldırdıysa Tamilleri ezdiyse biz de PKK’yi ezeceğiz dediler. Onu hesap ettiler saldırdılar, saldırıyorlar. Ezemediler ama. Ne Türkiye Srilanka’dır ne Kürdistan Tamildir. Ne de PKK Tamil Kaplanlarıdır. PKK halkın gücüne dayanan gerçek bir demokrasi hareketidir. Kendini geliştirdi, yeniledi. Kürt birliğini yaratmaya, Türkiye demokrasi güçlerini birleştirme gücüne sahip bir harekettir. Bunlara dayanarak direniyor. PKK direnemez sanıyorlardı. Nerden alıyor gücünü buradan alıyor. AKP ise hala ABD’den aldığı güçle yok edeceğini sanıyor. Bu noktada şimdi Suriye odak nokta haline geldi.

* Kürtler açısında Ortadoğu’da ne gibi gelişmeler olabilir? Dengeler yeniden şekillenirken Kürtler statü kazanabilirler mi?

- Özellikle ABD’nin Suriye ve İran’a karşı mücadelesini saldırılarını bu saldırılarda Türkiye’ye duyduğu ihtiyacı tersinden Kürtler ve PKK’ye karşı imha saldırıları olarak kullanmak istiyor. Amerika terazinin bir kefesine Suriye ve İran’ı koyunca, Türkiye’de diğer kefesine Kürtler ve PKK’yi koyuyor. Böyle bir menfaatçi politika izliyor. ABD’yi Kürtlere saldırtmak Kürtlerle çatıştırmak bu temelde yeni bir Kürt soykırımı politikasını ABD’ye kabul ettirmek istiyor. İşin esası budur. AKP’nin dayattığı budur. Bunu başarır mı başaramaz mı tabi ABD siyasetinin Türkiye’ye ihtiyacı olduğu kadar başkalarına da ihtiyacı var. Kürtlere de ihtiyacı var. Kürtler sadece Kuzey’de yaşamıyor. Güney de Doğu’da da yaşıyor. ABD’nin bunlara da ihtiyacı var. Ciddi bir konjonktürel güce sahipler. ABD politikası bu konuda nedir? Birçok gücü kullanarak aslında eski yapıyı değiştirmek istiyor. Şimdi Türkiye’yi kullanarak Arap liderlerini yıktı. Suriye’yi yıkmak istiyor. İran’ı da yıkarsa önder Apo o zaman söyledi, sıra Türkiye’ye gelecek. Kesinlikle Türkiye’yi de değiştirecek. Bugünkü iktidar sahiplerini yerinden edecek. Ama bu Türkiye’nin de Kürtlerin de büyük zararına olacak. Tümüyle dış güçlerin ihtiyacı ve çıkarına göre olacak. Biz istedik ki parti olarak, halk olarak, önderlik olarak böyle olmasın. Sorunlarımızı kendi içimizde çözelim. Demokratik yöntemlerle birlik, özgürlük ve kardeşlik esaslarına dayalı olarak çözelim. Türk ve Kürt halklarının, Ortadoğu halklarının çıkarına göre bir çözüm olsun. Dış güçlerin çıkarları temelinde değil. Onların çıkarlarına hizmet edecek temelde değil. Fakat AKP, Türkiye yönetimi bunu anlamak istemiyor. Fırsatçıdır. Fırsat doğdu, ABD-Avrupa siyasi kredi veriyor. Silah veriyor. Bunları Kürtleri yok etmekte kullanırım diyerek kimyasal silah dahil hepsini kullanıp bir savaş yürütüyor.

* Bu gün açısından nasıl bir mücadeleyi öngörüyorsunuz?

- Biz de buna karşı direniyoruz. Yeni bir direniş sürecindeyiz. Buna devrimci halk savaşı diyelim. Ne dersek diyelim ama var olma ve özgürlüğümüzü kazanmak için yürüyen bir direniş olduğu tartışmasızdır. Bunun siyasi boyutu var, gerilla boyutu var. Serhıldan boyutu var, halk direniyor. Buna uygun bir siyaset izliyoruz. Yani bu direniş Kuzey’de olduğu gibi Güney’de oluyor, Doğu’da oluyor, Batı’da oluyor. Kürdistan’ın hepsinde var topyekun bir direniştir. Bu direnişe göre de siyaset yürütüyoruz. Biz de Kürt birliğini yaratıyoruz. Kürtler olarak birleşip kendi çözümümüzü ortaya koyarak AKP’nin dış güçlerden aldığı destekle bizi ezmesini boşa çıkarmak istiyoruz. Yine Türkiye’den demokratik güçleri birleştirerek demokratik Türkiye’yi direnişle yaratmak istiyoruz. İşte Halkların Demokratik Kongresi böyle yeni bir demokratik Türkiye’yi temsil ediyor. Bir yandan AKP’nin yeni anayasa arayışları var. Sahte bir biçimde daha rayına oturmadı. Diğer yandan ise halkların demokratik kongresini ifade ettiği temsil ettiği yeni bir demokratik Türkiye’nin temellerini atması var. Zayıfta olsa ama gelişiyor.

* Neden AKP iktidarı sizi hep çatışma isteyen taraf olarak yansıtıyor?

- AKP provokasyon yapmak istiyor. Kürtlerle Avrupa’yı, ABD’yi çatıştırmaya çalışıyor. Bu oyuna karşı biz uyanığız. Kürtleri birbiriyle çatıştırmak istiyorlar. Aslında dış güçlerle çatıştırmak aynı zamanda kendi içinde çatıştırmayı da ifade ediyor. İkisinin de devri geçmiştir. Buna karşı bütün Kürtler de PKK’de uyanıktır. İç çatışma yerine iç birlik, provokasyonlara gelme yerine dış güçleri doğru bir siyasete çekme, özgür demokratik Kürt iradesini onlara kabul ettirmek Kürt ulusal demokratik birliğini yaratmak, Türk demokratik hareketini geliştirmek ve bütün bunlara dayalı olarak AKP’nin özel savaş kapsamındaki bütün saldırılarına karşı direnmek, psikolojik savaşa karşı ideolojik mücadeleye propaganda ile direnmek, siyasal saldırılara karşı demokratik serhıldanı geliştirerek direnmek, diplomatik kuşatmaya karşı demokratik ilişki ve ittifakları geliştirerek direnmek, ordunun ezici saldırılarına karşı da gerilla savaşını öz savunmayı geliştirerek direnmek AKP’nin bu imha ve inkar saldırılarını boşa çıkartarak hem...

* 34. yılına nasıl bir giriş yapıyorsunuz?

- PKK’nin 34. Yılına girişi böyle çok yoğun bir değişim sürecinde oluyor. 20. yüzyıl. 1. ve 2. Dünya Savaş’ları ardından ortaya çıkardığı Ortadoğu’daki siyasi yapılar, iktidarlar, devlet sistemleri yıkılıyor, parçalanıyor. Ama devletler varlıklarını sürdürüyorlar. Yeniden yapılanmak üzeredir. Nasıl yapılanacak. İşte orası belli değil. 34. yılda dedik ya büyük olasılıkla geriye kalanlar da yıkılacaklar, aşılacaklar. Artık sonu geldi. Yaşamaları mümkün değil. Belki biraz daha çatışmalı, direnişli olacaklar ama 20. yüzyıl sistemini, zihniyetini sürdürmeleri mümkün değil. Aşılacak bu görülüyor. Bu anlamda bir bölgesel çatışma var. Sadece Kürdistan’da yaşayan bir mücadele değil. Kürdistan’da da bir savaş durumu var. PKK’nin yaşadığı savaş aslında bunu ifade ediyor ama bu 3. dünya savaşı dediğimiz Ortadoğu’nun genelinde yaşanan savaştan bağımsız değil, onun bir parçasıdır. Bu bakımdan yeni bir Ortadoğu şekillenecek, eski aşılacak.

İşte bu yeni Ortadoğu nasıl olacak? Demokrasisi ne kadar olacak? Devlet demokrasi ilişkileri nasıl şekillenecek? Dış güçlerle ilişkileri nasıl olacak? Büyük oranda bütün bunların nasıl olacağı Suriye’deki mücadelenin sonuçlarına göre belirleneceğe benziyor. Biz bu bakımdan Suriye’de mücadelesini görmeliyiz ve önemsemeliyiz. Aynı şey Kürdistan’daki durum açısından da geçerlidir. Kürdistan’a 20. yüzyılda dayatılan inkar ve imha politikası ne kadar aşılacak. Kürt toplumu ne kadar özgür, demokratik ve birlik içinde olacak. Komşu halklarla ne kadar birlik içinde yaşayıp, yaşayamayacak. İnkâr ve imha’dan ne kadar kurtulacak, özgür ve demokratik gelişimi ne kadar kazanacak. Bu da bu mücadelenin sonucunda belirlenecek. İşte böyle bir kritik noktaya geldik. PKK, 40 yıldır sürdürdüğü mücadelesinde kilit noktaya geldi. Bu anlamda da Kürt inkârının ve imhasının aşılabilmesi, yeni Ortadoğu’da Kürtlerin özgür, iradeli, kendi kimlikleriyle yaşayabilir hale gelebilmeleri için Kürt siyasi hareketlerinin, aydınlarının birleşip özgürlükçü bir Kürt demokrasisini halklara model olacak şekilde örme kabilinden geliştirmeleri lazım. Bunun için Ulusal Konferans ve Kongre önemli.

Önder Apo, 5 ilke 3 prensip temelinde ulusal kongre veya konferansın yapılarak demokratik ortak demokratik Kürt stratejisinin oluşturulmasını istedi. Demokratik Kürt kurumlaşmasının birliğinin ortaya çıkarılmasını öngördü. Bunlar önemliydi. Kürtler bunu yarattıkları ölçüde hem bu kritik değişim sürecinde yeni bir inkar ve imha sisteminin şekillenmesini kendilerine yeni bir soykırım sürecinin dayatılmasını engelleyebilirler. Hem de bölgedeki değişime yön verebilirler.
PKK olarak, Kürt sorunun çözüm zeminini yaratmak, önünü açmak hem de Ortadoğu’daki değişimin Kürt sorunun demokratik çözümüne dayalı demokratik Ortadoğu birliğinin Ortadoğu’nun demokratikleşmesini sağlanması temelinde gerçekleştirilmesini hedefliyoruz. Kim başarılı olur bunu mücadele belirleyecek. Peşinen bir şey yok. AKP’nin kendine göre argümanları var. Ama PKK’nin de Kürtlerin de büyük bir gücü var. Kürdistan eski Kürdistan değil. Kürt toplumu eski Kürt toplumu değil. PKK’de eski PKK değil. Kürtler siyasi olarak bütün parçalarda birler artık. Ortak bir demokrasi kuruyorlar. Tek parti sistemi Kürtlerde yok AKP’nin hayal ettiği parti Kürdistan da yok artık. Dolayısıyla Kürt halkı da bilinçlendi. Özgürlüğü tanıdı. Özgür yaşamda karar kıldı. Kürdistan böyle bir mücadeleye sahne oluyor. Biz buna inanıyoruz. Bu 34. yılında PKK, AKP’nin oyunlarını bozacak. Bu dış saldırılar imha ve inkarı ön gören zihniyet ve siyasi yaklaşımlar kırılacak. Ve onun yerine özgürlük ve kardeşlik temelinde Kürt sorunu çözüm süreci gelişecek. Bu da Ortadoğu’nun yeniden yapılanmasına özgür Kürdistan temelinde demokratik Ortadoğu’nun şekillenmesi, yapılanması temelinde, biçiminde olacak. İnancımız ve mücadelemiz bu temeldedir. Başarmak için tüm gücümüzle çalışacağız. Bu temelde 34. PKK yılında özgür Kürdistan özgür ve Demokratik Ortadoğu, özgür insanlık için demokratik insanlık için mücadele eden herkese başarı diliyorum.

ANF NEWS AGENCY