14 Ocak 2013 Pazartesi

Paris'te Vahşet ve Suçluların "Telaşı"


Veysi Sarısözen


Paris’te üç PKK üyesi kadına karşı işlenen cinayetten çıkan sonuç nedir?

Bilinen tek gerçek, bu üç kadının alçakça bir cinayete kurban gitmiş olduğudur, o nedenle buradan çıkan –şimdilik- tek sonuç şudur:

Kürt sorununda barış ve çözüme bir an evvel gidilmelidir. Gidilmelidir, çünkü savaş ve çözümsüzlük, Türkiye’nin, bölgenin ve dünyanın bütün kurtları için en elverişli sisli, dumanlı, karanlık havayı yaratıyor.

Bu sisli, puslu, karanlık havayı seven kurtlar nasıl mahluklar acaba?

Bunların “hepsini” bilmiyoruz.

Ama bunlardan birisini artık biliyoruz: AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik.

Bu adam sislerin, pusların, dumanların arasından boz yüzünü gösterdi ve şöyle konuştu:

“Paris'te yapılan saldırı PKK'nın iç hesaplaşması gibi görünüyor. Faili mechul kişiler tarafından yapılmış saldırıdır. PKK'nın kendi içinde binlerce infaz yaptığını biliyoruz. Bu terör örgütlerinin tabiatında olan bir şeydir. Ama net bir bilgi yok. Bu süreçte bu ve benzeri olaylar artabilir. Silahlar sussun bırakılsın aşaması gündeme gelirse ardından buna benzer olaylar gelir. Bu saldırı kim tarafından yapıldı emin değilim.”

Türkiye’yi yöneten bir partinin Genel Başkan yardımcısı, Avrupa’nın göbeğinde işlenen cinayet hakkında böyle konuştuğu zaman, bırakalım Kürt çevrelerini, Avrupalı devletler, en başta da Fransa’nın kendisi –eğer onun derin devleti de işin içinde değilse- bu adamın cinayeti, elinde hiçbir delil, bilgi olmadığı halde PKK’nin üstüne yıkmaya çalışan bir şebekenin elemanı ya da işbirlikçisi olduğunu düşünür.

Selahattin Demirtaş sormuş: “Bu telaş neden?” Bu çok haklı bir sorudur. Çelik bu telaşıyla “muhtemel şüpheliler” listesine kendi kaydını yaptırmıştır.

Karşımızda sonuçları muhtemelen çok ağır olacak bir kanlı olay var. Durum ciddi. Ve Türk Başbakanının yardımcısı, “Paris’te yapılan saldırı PKK’nin iç hesaplaşması gibi görünüyor” dedikten sonra, “bu saldırı kim tarafından yapıldı emin değilim” demişse, bunun anlamı şudur:

“Ben saldırı kim tarafından yapıldı emin değilim; yani elimde hiçbir delil, bilgi, istihbarat, hiçbir şey yok; buna rağmen yine de ben cinayetin PKK içi bir hesaplaşma olduğunu söylüyorum.”

Neden söylüyor?

Şu anda PKK ile ilgili bu iğrenç iddiayı doğrulayan hiçbir şey yok.

Ama cinayetin Türk derin devleti tarafından işlendiğine dair –kesin olmasa da- ikna edici ilk delil ortaya çıktı; bu delil Hüseyin Çelik’in ve konuşmasının ta kendisidir.

Hiç kimse, “şundan ötürü PKK’den şüpheleniyoruz” diyemezken, şimdi herkes “Başbakan Yardımcısının cinayet hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığı halde, bunu PKK’nin üstüne atması, ondan, onun hükümetinden ve onun devletinden şüphelenmemize neden oldu” diyebilecektir.

Hüseyin Çelik, ya “geleneksel PKK düşmanlığı” yüzünden böyle konuştu; ya da“cinayetin suç ortağı olmanın korkusuyla” telaşlandı.

Hüseyin Çelik’in konuşmasında, ikinci önemli husus şudur:

“Bu süreçte bu ve benzeri olaylar artabilir. Silahlar sussun bırakılsın aşaması gündeme gelirse ardından buna benzer olaylar gelir” diyen Hüseyin Çelik, bu tür kanlı suikastların ortamını yarattığının ya farkında değil, ya da bilerek böyle bir ortam doğması için konuşmakta.

Hükümet, “bu aşamada PKK buna benzer kanlı olaylara neden olacaktır” dediği zaman, Paris’te olduğu gibi, PKK’nin önemli şahsiyetlerine karşı suikast yapmak isteyen herkese kendini “gizleme” imkanı vermiş olmaz mı?. Şimdi, elinde susturucu silah ile dolaşan yeni derin devletin cinayet şebekeleri, PKK’lilere karşı işleyecekleri her cinayeti yine PKK’nin üstüne yıkabileceklerini düşüneceklerdir. Suç ortaklarının başında da Hüseyin Çelik’in geldiğini bilmenin güveniyle hareket edeceklerdir.

İster bilerek, ister bilmeyerek, AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, bu akılla bağdaşmayan demeciyle, bu cinayetin arkasında Türk devletinin olabileceğine dair bizzat şüphe uyandırmış ve PKK’li siyasetçilere karşı işlenecek cinayetleri açıkça teşvik etmiştir.

PKK’ye gelince…

Hüseyin Çelik, bu cinayetin, İmralı sürecini baltalamak için PKK tarafından işlendiğini utanmadan ve sıkılmadan söylerken neye dayanıyor?

Paris’te Türk Büyükelçileri değil, PKK’nin barış elçileri katledildiğine göre, bu cinayete tepki olarak AKP’nin değil de, PKK’nin İmralı’da masayı “devirmesi” gerekir. Ama ne Öcalan, ne de Kandil Paris katliamına rağmen, göreceksiniz görüşmeleri kesmeyecektir. Bu da şunu kanıtlayacaktır: Paris katliamı eğer İmralı sürecini baltalamak için yapıldıysa, bunu PKK’nin üzerine yıkmak, kendi suçunu gizleme çabasından başka hiçbir anlama gelmeyecektir.

Başından beri herkes de biliyor ki, PKK, binlerce Kürt siyasetçi tutuklandığı ve operasyonlar durmadığı halde, Oslo’da görüşmelerden çekilmedi; Silvan’ı bahane ederek görüşmeleri kesen taraf AKP oldu.

Buradan çıkan sonuç şu: Demek ki, AKP, eğer barış sürecini baltalamak isterse, her hangi bir saldırıyı bahane ediyor; buna karşılık PKK böyle bir bahaneyle görüşmelere ara vermiyor.

Hüseyin Çelik ya ucuz ve ehliyetsiz bir hafiyedir; ya da cinayet hakkında çok şey bilen ve cinayetin sorumlularını gizleyen bir suç ortağıdır.

Şimdi söylenmesi gereken şudur:

PKK hem Oslo sürecinde ve hem de “Lice provokasyonuna rağmen”İmralı sürecinde, hiçbir kanlı saldırıyı barış sürecini boykot nedeni saymayacağını kanıtlamıştır; buna karşılık hükümet barış sürecini psikolojik savaşa çeviremediğini, bu sürecin “çözüme değil, tasfiyeye” hizmet etmediğini anladığı zaman, Oslo sürecinde olduğu gibi “masayı devirmiştir.

O halde şimdi Hükümet şunu açıklamalıdır: “Hiçbir kanlı olay ya da savaş sürecinde yaşanması kaçınılmaz olan hiçbir kayıp, Hükümetimizin İmralı’da görüşmelerden çekilmesine neden olmayacaktır.”

Bu açıklama yapılmazsa, biz anlayacağız ki, AKP Hükümeti, “her türlü enstrüman” arasından “suikast, cinayet, katliam” gibi “enstrümanları”,barış görüşmeleri işine gelmediği anda her an kullanmaya hazırdır.

Evet. İmralı görüşmeleri AKP hükümeti tarafından ilan edilen“entegre plan”dan dolayı, son derecede karmaşık, kanlı, çatışmalı, gerilimli bir süreç olacaktır. Paris katliamı bunun bir kanıtıdır.

Buna rağmen görüşmeler danışma süreci olmaktan, “müzakere süreci” olmaya evrilmelidir.

Provokasyonları ve barış sürecini baltalamaya dönük her türlü saldırıyı sona erdirmenin biricik yolu, “İmralı süreci her şeye rağmen devam edecektir” kararlılığından geçiyor.

Hüseyin Çelik’in konuşmaları, AKP Hükümetinin İmralı sürecine her an “son verecek” bir iradesizlik içinde olduğunu gösteriyor.

Savaş sürerken kurulan barış masasında oturmak için barışa ve çözüme mutlak bir inanç gerekir…

Ve barışa ve çözüme olan mutlak inanç ve masadan kalkmama kararlılığı, Paris katliamının suçlularını ortaya çıkartma ve onlardan hesap sorma hakkını hiçbir şekilde ortadan kaldırmaz.

Madem hükümet “entegre” diyor, o halde “entegreye entegre” demek Kürt halkının hakkıdır.

ANF

3 Kadin Siyasetçinin Naaşları Çarşamba Akşamı Diyarbakır'da Olacak

PARİS - Avrupa’da yaşayan Kürdistanlılar Paris’te katledilen 3 Kürt kadın siyasetçiyi uğurlamaya hazırlanıyor. Naaşlar Çarşamba akşamı Diyarbakır’da olacak.

Paris’te 9 Ocak tarihinde uğradıkları suikast sonucu yaşamlarını yitiren PKK kurucularından Sakine Cansız, KNK Paris temsilcisi Fidan Doğan ve Gençlik Hareketi Üyesi Leyla Şaylemez’in cenaze işlemlerinin bugün tamamlanması ve yarın sabah aileleri tarafından alınması bekleniyor.

Yarın Paris’in Villiers-le-Bel banliyösünde 3 Kürt kadın siyasetçi için kitlesel uğurlama töreni düzenlenecek.

Çarşamba sabahı Charles-de-Gaulle havaalanından Türkiye’ye uğurlanacak olan 3 Kürt kadınının naaşları İstanbul üzerinden Diyarbakır’a götürülecek. Cenazelerin saat 20.35’te Diyarbakır’a ulaşması bekleniyor.

ANF

Ragıp Duran: Türk Medyası Barışı Değil, AKP'yi Destekliyor

İmralı’da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile BDP heyetinin görüşmesi, kamuoyunun gündemi yoğunlukla Kürt sorununun “çözüm süreci” olarak belirledi. Ana akım medya gerek Öcalan-BDP görüşmesini, gerekse de tarafların bizzat diyalog içerisinde olmalarını destekliyor gibi görünüyor. Bu görüntü gerçeği yansıtıyor mu? Medya, desteğini barışçıl bir çözüme mi sunuyor?

ANF’ye konuşan gazeteci ve medya eleştirmeni Ragıp Duran’a göre, medyanın geneli ‘barış’tan değil; AKP’den yana oyunu kullanıyor. Çeşitli ülkelerde benzer gündemler işlenirken medyanın savaş dilini terk ettiğini örnek gösteren Duran, buna Türk medyasında rastlanmadığını belirtti.

Duran ayrıca, Erdoğan’ın son günlerdeki tutumunun sürecin olumsuzlukla sonuçlanmasına yol açabileceğine dikkat çekerek, “Erdoğan mevkisinden ayrılsa barış gelir” ifadelerini kullandı.

Ragıp Duran ile Kürt sorununda son günlerde yürütülen tartışmalara ilişkin ana akım medyanın yayıncılığını konuştuk...

Siyasi gündem malumunuz. Kürt sorununda yeniden bir “umut havası” diye tarif edilen günlere tanıklık ediliyor. Ana akım medyanın da, buna “destek vererek” konumlandığı yansıtılıyor. Son günlerde yaptığınız okumalar neticesinde, böyle bir “desteği” fark ettiniz mi?

Ana akım medya, Başbakan Erdoğan’ın 2012’nin son haftasında yaptığı ‘İmralı ile görüşülüyor’ açıklamasından bu yana, evet, bu sürece destek veriyor. Ancak koyu AKP yanlısı medya organları ile ılımlı AKP yanlısı gazete ve televizyonlar ‘Kürt Meselesinin Çözümüne’ ya da ‘Barış’a destek vermiyor. Çünkü zaten Erdoğan ve AKP sözcüleri, bu süreçte sadece ‘Terörle Mücadele’den ve ‘PKK’nin silahsızlandırılmasından’ söz ediyor. Dolayısıyla ana akım medyada aslında önemli bir değişiklik yok. Onlar eskiden olduğu gibi şimdi de Erdoğan’ı ve siyasi iktidarı gözü kapalı bir şekilde desteklemeye devam ediyor.

Yayınların haber dilinde bir başkalık olduğunu, en azından yine son günleri baz aldığınızda düşünüyor musunuz?

Haber dilinde, yakın zamanda herhangi bir değişiklik yok. Olmadı, olacağına dair herhangi bir işaret de yok. Çünkü ana akım medya/egemen medya, ‘barış’ı değil Erdoğan’ı destekliyor. Bunun habere tercümesi/yansıması şöyle olur: Egemen medya Erdoğan’ın dilini benimsemiş durumdaydı, hala onu kullanmaya devam ediyor. Oysa ki Erdoğan’ın dili PKK’yi, BDP’yi ve genel olarak Kürtleri aşağılayan bir dil. O kadar ki, son olarak Urfa’daki konuşmasında, BDP’ye oy veren yurttaşları da küçümsedi, suçladı. Erdoğan’ın ve diğer AKP sözcülerinin açıklamalarına bakın: Onlar da özellikle Paris’teki cinayetlerin ardından PKK-BDP karşıtı söylemi daha da güçlendirip derinleştirdiler. Bülent Arınç, Diyarbakır’da yaptığı konuşmada farklı ve daha insancıl bir ton tuttursa da, genel söylemi etkilemedi. O zaten daha önce Kışanak’la ilgili demecinde ‘ben de olsam dağa çıkardım’ demişti. Ama ertesi gün Erdoğan onu dağdan indirdi.

Söylediklerinizden yola çıkarsak; medyanın, “barış süreci”nden söz etmesine rağmen, hükümet ve Kürt kanadına eşit bir politika izlemediği fikrindesiniz. Peki, bu yayın politikasının bir istisna olarak değişmesi imkansız mı?


Barış süreci öncelikle geçmişle, yakın dönem geçmişiyle, hem siyasi hem de medyatik alanda esaslı bir yüzleşmeyi/hesaplaşmayı gerektirir. Şimdiye kadar, 1925’den bu yana, ya da daha kısa tutmak gerekirse 1984’den bu yana Türk egemen medyası ideolojik merkez ve üretici olan T.C’nin savaş dilini çok içten bir şekilde benimsedi, uyguladı ve yaygınlaştırdı. Yeniden üretti. Eğer dediğiniz gibi bir istisna olacaksa; onu da şöyle açıklayabilirim: Egemen medya, egemen ideolojiden ve mevcut siyasi iktidardan bağımsız olamadığı için, ancak yukarıdan gelecek bir yönlendirme/talep/emir ile eski savaşçı dilini terk edebilir. Egemen medya uzun zamandan beri ve hali hazırda, Kürt meselesinde, siyasi iktidarın sözcüsü olarak işlev görüyor. Çok açık bir şekilde Kürt tarafının taleplerine sırt çevirmiş durumda. Üstelik Kürt=Terörist=Bölücü denklemi onlar için neredeyse değişmez bir formül.

Çeşitli coğrafyalarda, benzer sorunların ve çok benzemese de çözüm tartışmalarının konuşulduğu sıralarda medya nasıl konumlanıyordu?


Bu alanda bence en başarılı örneklerden biri, bizdeki duruma tam olarak denk düşmese de, Franko sonrası İspanya’daki siyasi ve medyatik gelişme… Faşist diktatörlükten demokrasiye geçişte, Kral’ın olumlu tutumu tayin edici bir rol oynarken, yeni siyasi dönem kaçınılmaz olarak yeni bir medya ortamının doğmasını/yaratılmasını da beraberinde getirdi. Bu aşamada ‘El Pais’ gazetesi, geçmişle hesaplaşmayı intikam duygularından arındırırken, geleceği kurma konusunda da çoğulculuğu benimseyerek komünist, sosyalist, sosyal-demokrat, liberal kesimleri bir araya getirebilen bir yayın politikası oluşturabildi.

Kuzey İrlanda’da, yeni dönem yeni medya organlar yaratmamış olsa da, eski gazete/radyo ve televizyon yayınlarında çatışmacı/savaşçı söylem ve yayın politikalarının büyük ölçüde törpülendiğine tanık olduk.

Güney Afrika’da ırkçılığın lağvedilip bir tür yeni demokratik Cumhuriyet’in kurulması kaçınılmaz olarak eski ‘beyaz’ medyayı tasfiye ederken, ‘apartheid’ karşıtı beyaz azınlığın medyası hak ettiği yeri bulurken, siyahların kendi medya organlarını, siyasi iktidarın da desteğiyle oluşturduğunu biliyoruz.

Yine Bask ve Latin Amerika’daki örnekleri de derinlemesine incelemekte yarar var. Yaşanmış tüm örneklerde, yani bizim tecrübe dağarcığımızda, kaçınılmaz olarak hep siyasetin ön planda olduğunu görüyoruz. Siyasal/toplumsal/ekonomik/ideolojik değişim süreci başladığında, bazı medya organları bu değişime ayak uydurabiliyor, bazıları ise sahneyi terk etmek zorunda kalıyor. Çoğu zaman da, yeni siyasi ortam, yeni medyatik çıkış/girişimlere zemin hazırlıyor.

Verdiğiniz örnekler için belki doğrudan “barış gazeteciliğine geçiş” olarak bahsedilemez ama, mukayese ettiğinizde, Türkiye’deki ana akım medyayı bu örneklere ve barış gazeteciliğine ne kadar uzak buluyorsunuz? Yada iyimser olalım; ne kadar yakın buluyorsunuz?

Barış Gazeteciliği adı verilen yöntem nispeten yeni. Evet, kuralları, ilkeleri, uygulama prosedür ve protokolleri belli. İzin verirseniz ben bu deyim üzerinde biraz durarak değerlendirmek istiyorum. Gazetecilik, ilke ve doğal olarak zaten barıştan yanadır, yanaydı ve hep öyle olacak. Bu siyasal/ideolojik bir tercih değil, tamamen mesleki bir zorunluluk. Gazetecilik barış mesleğidir. Ancak barış döneminde bağımsız ve özgür bir şekilde sözün değerini/hakkını verebilirsiniz. Savaşta, savaşan tarafların lordlarının tantanası, top, tüfek, avcı bombardıman uçaklarının gürültüsü bizim kalemlerin, fotoğraf makineleri ve kameralar ile ekran ve mikrofonla hoparlörlerin sesini bastırır. Savaş, sözün bittiği yerde başlar. Sözün bittiği bir yerde de, ana malzemesi, temeli, kaidesi neredeyse her şeyi söz olan bir mesleği, gazeteciliği ifa etmek mümkün olmaz. Ne var ki, galiba Berlin Duvarı yıkıldığından bu yana, gazetecilik büyük ölçüde nitelik değiştirdi ve bir çok örnekte barışın değil savaşın sesi haline geldi. Buna karşı çıkan bir grup akademisyen/teorisyen ve gazeteci, kendi mesleklerinin barışçı özünü adeta hatırlatırcasına, ‘Barış Gazeteciliği’ kavramını üretip, içeriğini zenginleştirdiler. Bu biraz da, gazeteciliğin esas ve asli görevlerinden birini hatırlatmak anlamına geliyordu. Geçmişte Hemingway’den Albert Londres’a çok sayıda gazeteci ve muhabir henüz Barış Gazeteciliği kavramı söz konusu bile değilken normal/klasik/geleneksel gazetecilik yöntem ve yaklaşımlarıyla barış gazeteciliği yaptılar. Mesela bugün de aynı işlevi neredeyse aynı şekilde yapan iki önemli gazeteci var: Robert Fisk ve John Pilger.

Tüm bunlardan sonra ana akım medya sadece barış gazeteciliğinden çok uzakta değil, gazetecilikten de çok uzaklarda!

Ana akım medyaya dönük umutsuzluğunuz aşikar. Kürt ve sol-alternatif medyaya dönük öneri ve değerlendirmeleriniz neler?


Barış Gazeteciliği üzerinde çalışan akademisyen ve teorisyenlerin, sahaya daha çok inmeleri gerekiyor. Bu konu, bir disiplin olarak İletişim Fakültelerinde işlenebilirse olumlu olur. Keza pratisyenlerin de (muhabir ve editörler) Barış Gazeteciliği konusunda daha fazla bilgi sahibi olmaları gerekir. Bu konu İletişim Liselerinde de hiç olmazsa konferans konusu olarak işlenip genç kuşaklara tanıtılabilir.

Başarılı ‘Barış Gazeteciliği’ örnekleri (haber, röportaj, söyleşi, fotoğraf, dizi yazı, köşe yazısı) çoğaltılıp yaygınlaştırılmalı, bu yöntemi benimsemiş gazeteciler teşvik edilmeli, ödüllendirilmeli. Gazetecilerin, Cemiyet, Sendika gibi meslek kuruluşları ‘Barış Gazeteciliği Komisyonu’ kurup, bu alandaki gelişmeleri izleyip raporlamalı. Barış Gazeteciliği Merkezi/ Enstitüsü gibi mesleki bir örgütlenmeye gidip bu alandaki teorik, pratik çalışmaları tek elden yürütmek, koordine etmek yararlı olabilir.

Mesleki alanda başka birçok önlem/öneri söz konusu olabilir ama barış esas olarak ve ilk önce gazetecilerin değil, belki de siyasilerden başlamak üzere tüm toplumun bir sorunu/görevi olduğu için medyatik alandaki barıştan önce yada onunla birlikte siyasal/toplumsal alandaki barışın yaratılabilmesi için çalışmak da son derece tayin edici.

Türk egemen medyasına dönelim: Savaşçı olduğunu söylediğiniz yaklaşımı, Paris’teki cinayetlerin Türk medyasına yansımalarında nasıl tezahür etti?


Paris’teki cinayetleri kınamak bile aykırı bir tutum olarak yansıdı Türk egemen medyasına. Gerçi biraz sıkıştılar. Savaşçı söylem ağır bastığı için, Paris cinayetleri ardından özellikle Başbakan Erdoğan barış mefhumundan çok uzak, barışa çok aykırı bir söylem tutturdu. Erdoğan ve egemen medya, ortada henüz somut bir ipucu bile yok iken, cinayetleri ‘örgüt içi infaz’ tezine sarılarak PKK’ye yükledi.

Erdoğan, bu teze karşı çıkan BDP’ye de aslında kendisine sorması gereken bir soruyu sordu: Neden örgüt içi infaz tezine ısrarla karşı çıkıyorsunuz? Polemiği başlatan, örgüt içi infaz tezini ortaya atan da Erdoğan olduğuna göre, o soru Erdoğan’a sorulmalı. Siz neden ‘örgüt içi İnfaz’ tezinde ısrar ediyorsunuz? Aslında cevabı belli: İktidar mecburen örgüt içi infaz tezini savunuyor. Çünkü diğer alternatif olan Derin Devlet tezi, en az iki açıdan Erdoğan’ı güç duruma düşürür: Birincisi; Erdoğan tüm devleti henüz ve hala denetleyemiyor. İkincisi; daha da vahimi devlet içinde yuvalanmış bir kesim Paris cinayetleri aracılığı ile aslında Erdoğan’a mesaj gönderiyor: Müzakere mi görüşme mi ne ise, onu kes!

Çünkü İmralı Süreci’ni başlatan Öcalan değil, Erdoğan. MİT Müsteşarı İmralı’ya Öcalan’ın daveti üzerine gitmedi. Erdoğan’ın talimatı üzerine gitti. Mesaj iyi anlaşılmazsa bir sonraki adımda Erdoğan’a yakın birinin başına bir şey gelmesi olası…

Erdoğan, kendi tezine inandırıcılık kazandırmak isterken Mehmet Şener olayına gönderme yapmak ihtiyacını duydu. Demirtaş, aslında Erdoğan’ı çok nazik bir şekilde uyardı. ‘Süreç devam ederken bir Başbakan’dan beklediğimiz açıklama değildi’ dedi. Çünkü polemik bu örgüt içi infaz meselesi üzerinde yoğunlaşsa, herhalde birilerinin kalkıp Yakup Cemil’den başlayıp, Eşref Bitlis’e uzanan ‘örgüt içi infazlara’ gönderme yapması da söz konusu olabilirdi.

Tıpkı Erdoğan’ın Fransız Cumhurbaşkanı Hollande’a ‘Siz bu teröristlerle neyi konuşuyorsunuz?’ diye diklenip sormasına, yapmaz ya, Hollande kalkıp ‘Sizin MİT Müsteşarınız neyi görüşüyorsa biz de onu konuşuyoruz’ dese ne olur?

Son sorumuz medya ilişkilerinden bağımsız olsun... Erdoğan’ın şu günlerdeki açıklamalarını temel aldığınızda, hangi öngörünüz kuvvetleniyor?

Çatışan belki de barış için daha yeni bir araya gelmeye çalışan, görüşmeden diyaloga oradan da müzakereye evirilmeye çalışan bir sürecin başında Erdoğan’ın tutumu İmralı Süreci’nin başarılı olma ihtimalini her geçen gün azaltıyor. Üstelik, Erdoğan, Kürt meselesinin çözümü yada barış gibi tayin edici bir konudan çok, PKK’nin bir an önce silahsızlanıp Türkiye’yi terk etmesini amaçlıyor. Böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi çok zor görünüyor. Ama mesela Sayın Recep Tayyip Erdoğan, yurtdışına gitmesine de gerek yok, bulunduğu mevkiden ayrılsa, Türkiye’de barışın gerçekleşmesi büyük ölçüde kolaylaşır.

ANF

Paris'te "derin AKP'nin derin medyası" ve örtülü ödenek!..

BAKI GUL

9 Ocak 2013 günü Fransa’nın başkenti Paris’te PKK’nin kurucularından Sakine Cansız, KNK Paris Temsilcisi Fidan Doğan ve genç Kürt devrimcisi Leyla Şaylemez’in alçakça katledilmesine tepkiler devam ediyor. Katliamdan sonra yapılan spekülasyonlar, yorumlar ve siyasi yapıların tutumu ise bu süikastın yeniden yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılıyor. Yapılan her haber, siyasileren yaptığı her açıklamada yine bu paralelde ele alınmayı gerektiriyor. Aradan geçen 5 günlük süreç içinde ortaya çıkan tablo şöyle:

Suikastın duyulmasının ardından Kürtlerin siyasal ve toplumsal olarak infial halinde olduğu gerçeği hem sokak eylemlerinde hem de siyasal hareketlerin temsilcilerinin açıklamalarıyla kendisini dışa vuruyor. 3 Kürt kadın devrimciye Kürdistan’ın her parçasından her siyasal hareket-örgütü (sadece Kemal Burkay hariç) açıklamalar yapıyor, kınıyor, sokaklarda milyonlar katliamcılara öfke kusuyor. KDP lideri Mesut Barzani’den YNK’ye, islami Kürt örgütlerinden sol, devrimci örgütlere kadar her alanda öfkeli açıklama var. Uluslararası alanda da Kolombiya’dan Kuzey Afrika halklarına, Ermenilerden Türkiyeli birçok devrimci-demokrat örgütlere kadar açıklamalar da yine Kürtlerle dayanışmayı içeriyor. Avrupa Parlamentosu bileşenlerinden de benzer açıklamalar var.

Katliamın mekanı olan Fransa’da da Kürt halkı ile dayanışma ve katliama öfke var. Fransız Cumhurbaşkanı ve ilgili bakanlıkların açıklamaları da dikkat çekici. Ancak, Fransa’nın çok acil bir biçimde bu katliamın üzerindeki sis perdesinin kaldırması gerektiği ve bu konuda daha acil bir çabanın sahibi olması gerekmektedir. Aksi taktirde Fransa devleti bu katliamın vebalini tamamen üzerine almış olmaktadır.

Türkiye cephesine gelirsek, en karmaşık, belirsiz tutum ve tavır sahibi Türkiye Cumhuriyeti Devletinin iktidardaki partisi AKP tarafından ortaya konulmuştur. AKP’de ikili bir tutum sözkonusudur. AKP’nin tutumunda altı çizilmesi, üzerinde durulması gereken ikili tutumun başlangıç noktası katliamın olduğu günün sabahında AKP sözcüsü Hüseyin Çelik’in “Örgüt içi infaz” sözleri, hem katliamı nitelemiş hem de nerede durduğunu göstermiştir. Çelik’in bu açıklamalarını AKP’nin organik gazete ve televizyonları devam ettirdi. Direnişlerde ve işkencelerde yaşamını yitiren PKK’li yönetici ve militanları “Örgüt içi infaz listesi” özel haberleri bu medyada servis edildi. AKP cephesinden Bülent Arınç’ın açıklamaları “farklı”ydı. Bugün (14 ocak 2013) Yalçın Akdoğan’ın Yeni Şafak’a verdiği beyanat ile katliamı “dehşet verici bir hadise” olarak tanımlamış ve “Dış dinamikler de bu süreci sabote etmek istiyor. Bu yüzden uyanık olmak lazım” sözleri de bu “farklılık” içinde ele alınabilir. Ancak Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın AKP içindeki bu iki yaklaşımı sentezleyerek sahiplenmesi AKP’nin bu katliam karşısındaki tutumunu gerçekten belirsiz kılmaktadır. Birincisi Hüseyin Çelik neden hiçbir şey ortada yokken “Örgüt içi infaz” sözlerini gazetecilere kullandı? İkincisi sözkonusu “sürecin hassasiyeti” durumu ortada iken Recep Tayyip Erdoğan neden açık tutum almak yerine “Hem Örgüt içi infaz” argümanını sahiplenip hem de “Dış güçlerin oyunu” tezini bir arada kullanıyor. Bu yaklaşımlar AKP tarafından izah edilmesi gereken bir durumdur. Buna paralel olarak da Türk medyasının AKP ve cemaate yakın bölümleri de...

Ayrıca önemli bir nokta olarak 2013 Bütçe görüşmeleri tartışılırken, bütçede “Örtülü Ödenek”te AKP döneminde rekor bir artışa gidildiği ve son bir iki yıl içinde bu rakamın daha da fazla olduğunu hükümetin kendisi bile söylüyor. “Örtülü Ödenek”in Türk devletinin geçmişte olduğu gibi bugün de “terörle mücadele” adı altında uluslararası alandaki her türlü faaliyetlerinde kullandığını herkes biliyor. Ve bu ödeneğin bizzat Başbakan’ın yetkisiyle kullanıldığını da biliyoruz. Dolayısıyla AKP’nin örtülü ödeneklerinin bu bu tür katliamlarda “tetikçilik” yapalar için kullanılıp kullanılmadığını bir şekilde AKP izah etmelidir.

Çünkü “PKK ve KCK cephesinden bu açıklamalara çok büyük bir tepki geldi. PKK ve KCK açıklamalarında olabildiğince ihtiyat varken “Gladio” örgütlenmelerine dikkat çekilmişti. KCK Yürütme Konseyi Üyesi Duran Kalkan’ın Pazar günü bu konu ile ilgili sorularımıza yanıt verirken “AKP içinde derin bir yapılanma mı var? Hüseyin Çelik’in bu sözleri acele ve telaşla gündeme getirmesinin sebebi nedir? AKP süreci zora sokmak istemiyorsa üzerindeki töhmeti kaldırmak durumundadır. Aksi takdirde AKP bu katliamın sorumlusu olarak kalacaktır” sözleri ile çok dikkatli ve sorumlu bir tutumun sahibi olduklarını ortaya koyuyordu. Ancak Duran Kalkan, AKP’lilerin “entegre strateji” kapsamında PKK’li yöneticileri ortadan kaldırmayı hedeflediğini de hatırlatıyor, geçmişte bunlara benzer AKP’lilerin beyanatlarına dikkat çekiyordu.

Dolayısıyla Paris’teki katliamın üzerinden yürütülen tartışmalarda dikkat edilmesi gereken noktalar şu başlıklarla öne çıkıyor.

Birincisi, olayı dar polisiye/kriminal öykülerle sansasyonel haber amatörlüğü içinde spekülatif ayrıntılarla bulandırma potansiyeli taşıyanlar. Bu başlık altında bilinçli ya da bilinçsiz faaliyet gösterenler hem katliamı yapanları rahatlatan hem de kamuoyunun bu konudaki tepkisini en aza indirmeyi hedefliyor. Tabii ki en küçük bir ayrıntı bu katliamı aydınlatabilecek potansiyel taşıyor. Ama teyiti yapılmayan, gerçekliği görece ve tartışılır olan durumlar üzerinden yapılan haber ve yorumlar sadece gerçeği gizlemek ve katledilen insanları tekrar tekrar katletmekle aynı değerdedir.

İkincisi, katliamı PKK’ye karşı anti propaganda, örgütü karalamaya dönük “pavlov’un şartlandırılmış köpek” deneyindeki gibi “köpek” rolü ile bu katliamı “Örgüt içi infaz” teziyle hareket etmek, ve bunu kudurmuşcasına sürdürmektir. Bu yaklaşımı “tez, analiz ve yorum” zemini haline getirerek , “yeminli PKK ve Öcalan düşmanları”nın söylemleri ile tarihi gerçekleri çarpıtarak piyasaya sürme çabasıdır. Bu en tehlikleli bir yaklaşım ve bu katliamı yapanlarla ortak bir çalışma anlamına da gelmektedir. Yani sadece katillere yardım/yataklık değil, katliamın planlama ve sürdürülmesi anlamını da içerir.

Üçüncüsü; Uluslararası güçlerin ya da bölgedeki devletlerin rolünü merkeze alarak, olayı kendisine uzak bir zeminde tutmaktır. Dış ya da iç güçlerin de parçası olabilecek bu durumu, belirsiz adres göstererek klasikleşmiş “dış mihrak” söylemiyle varsa da böylesi bir gerçeği anlamsızlaştıracaktır. Bu konuda yorumcular spekülasyon yapabilir ama devletin yetkililerinin daha açık ve somut olması gerekmektedir. AKP bu konuda da kendisini töhmet altında bırakan bir söyleme sahiptir. Çünkü eğer Türk devleti dışında bir güç yapmış olsa bile bu gücün Türk devleti ve özellikle AKP içindeki bazı kesimlerle işbirliği içinde oldukları çok ama çok büyük bir ihtimaldir.

Dolayısıyla bu katliamın aydınlatılmasında Fransa’nın birincil sorumluluğu varken, AKP kendi içindeki parçalı yapılanmayı “iyi-kötü rol bölüşümlü” olmadığını derhal açıklamak durumundadır. Bu katliamın Beşir Atalay’ın “Entegre Stratejisi” içinde hangi başlıklar altında yer aldığını da kamuoyuna sunmak durumundadır. Hüseyin Çelik’in ilk açıklamalarının ne anlama geldiğini izah etme sorumluluğu ortadadır. Türk başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “örtülü ödenek”teki artıştan katillere ödenek ayırıp ayırmadığını da izah etmesi gerekiyor.

ANF

Duran Kalkan: Paris Suikasti Tasfiye Konseptinin Bir Parçası

BRÜKSEL - Nuce Tv’de yayınlanan Gündem programına konuşan KCK Yürütme Konseyi Üyesi Duran Kalkan, PKK kurucularından Sakine Cansız, KNK Paris temsilcisi Fidan Doğan ve Gençlik Hareketi aktivisti Leyla Şaylemez’in katledilmesininin Kürdistan Özgürlük Hareketi’ni tasfiye konseptinin bir parçası olduğunu söyledi.

Geçen hafta, Sterk Tv’de yayınlanan Sela Sor programında “PKK silah bırakırsa, PKK ve Kürt halkına ne yapmayı düşünüyorsunuz” biçiminde bir soru sorulduğunu belirten Kalkan, “Cevabı Paris’ten aldık. Paris Katliamı bu soruya cevap olduğu çok açık” dedi. Bu konuda netleştiklerini de kaydeden Kalkan, “Bu bakımdan Paris katliamının sıradan bir olay olmadığı, süreçle de bağlı, son derece bilinçli, planlı bir imha ve tasfiye saldırısının bir parçası olduğu tartışmasızdır” dedi.

Bu katliamın böyle yorumlanması gerektiğini vurgulayan Kalkan şöyle konuştu: ”Sakine arkadaşımızın hedeflenmesi, tamamen bunu ifade ediyor. Bazı çevreler haftalardır çarşaf çarşaf yazıyorlar zaten. PKK’nin yönetimini vurun, öldürün diye ağızlarından adeta salyalar akıyor, kalemlerinden kan damlıyor. Dolayısıyla bu çevrelerin yapılsın dedikleri bir biçimde pratikleşmiş oluyor. Doğrudan hareketimizi, Önderliğimizi, Kürt halkının varlığını ve özgürlüğünü bu temelde yürütülen mücadeleyi hedefleyen bir saldırı olduğu açık.”

‘YÖNETİMİMİZ HEDEFLENMEK İSTENİYOR’

Suikast ile sadece Sakine Cansız’ın hedeflendiğini düşünmemek gerektiğini de belirten Kalkan, “Öyle anlaşılıyor ki, bir süredir yürütülen imha ve tasfiye operasyonu, böyle kirli bir yöntemle yönetimimiz hedeflenerek, sürdürülmek isteniyor. Buna göre bir planlama olmuş. Bunun ilk ve önemli pratikleşmesi oldu. Belki daha önce girişimler vardı. Nitekim o tür duyumlar da vardı, Kandil’de Yürütme Konseyi Başkanımıza dönük kapsamlı saldırı planlandığına yönelik duyumlar aldık. Zaten basında yazılıyor” dedi.

Sakine Cansız’ın Avrupa’da hedeflenmesinin çok çeşitli anlamlar taşıdığını da vurgulayan KCK Yürütme Konseyi Üyesi Duran Kalkan şunları söyledi: ”Partimize, Önderliğimize, sürece dönük saldırılar olduğu gibi Avrupa’da yaşayan halkımıza dönük de mesaj olma özelliği var. Çeşitli güçler işin içine konmuş oluyor. Bu bakımdan olayın aydınlatılması önemli.”

Bu suikastin aydınlatılmasının Kürt sorununun çözümünde, Türkiye’nin demokratikleşmesi noktasında önemli bir ip ucu olacağını da vurgulayan Kalkan, “Bu olaylar aydınlatılmadan Kürt sorununda çözüm olacağını, Türkiye’de demokratikleşme olacağını kimse düşünmemeli. Bu kadar önemli, ciddi bir olay. Tabii süreçle de bağı var. Bu bakımdan olayın aydıntaltılması önemlidir. Bu konuda sorumluluk Fransa yönetimine düşüyor” dedi.

FRANSA TARİHİNE UYGUN ROL OYNAMALI

Fransa’nın eğer tarihine uygun, demokrasiye beşiklik etmiş bir ülke olma iddiasını sürdürmek istiyorsa bu saldırıyı, arkasındaki güçleri, yapanları aydınlatması gerektiğinin önemine de dikkat çekti. Fransa’nın böylece Kürtlere karşı tarihsel olarak işledikleri sorumluluktan bir nebze kurtulabileceğini de Kalkan vurguladı. Şimdi sorumluluğun Fransa yönetiminde olduğunu da kaydeden Kalkan şöyle konuştu: “Açığa çıkarmadığı müddetçe sorumluluk üzerinde kalacaktır. Biz Fransız yönetimini böyle sorumlu bir yaklaşımla, böyle bir sorumluluk altında kalmamak üzere, gerçekleri aydınlatacağı, açığa çıkaracağını bekliyoruz. Sonuna kadar da takipçisi olacığız. Olay tekil bir olay değil, bir anda ortaya çıkmış bir olay da değil.”

Cinayetlerin son derece profesyonelce işlendiği yönünde tartışmalara da vurgu yapan Kalkan, “Demek ki hazırlanılmış, çok önceden planlanmış. O halde çok güncel bir durum değildir, fakat güncel ile de bağlantısı var. Mevcut saldırıyı özgürlük hareketimize yönelik imha ve tasfiye konseptinin bir parçası olarak değerlendirmek lazım” dedi.

Saldırının amacının intikam almak, Kürt kadınından, Kürt halkından, PKK’den intimak almayı amaçladığını da belirten Kalkan şunları söyledi: “Güya ürkütme, korkutma, pasifize etme yaratılmak istiyeniyor. Biz yaratılmak isteneni iyi anlıyoruz. Hareketimize yönelik topyekün imha konsepti yeni bir yönelimle sürdürülmek isteniyor” dedi.

Saldırıların şimdiye kadar ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal, askeri ve psikolojik olarak bütün alanlarda yürütüldüğünü de söyleyen Kalkan, kirli savaşın suikastler, katliamlarla sürdürülmek istendiğini belirtti.

‘ENTEGRE STARETEJİ İSİMLİ SALDIRI PLANI İLE BAĞLANTILI’

Mecut hükümetin 2006’da da benzer yönelim içine girmeye kalkıştığını hatırlatan Kalkan, “Biz o zaman da bu durumu deşifre etmiştik. Şimdi de benzer bir durum görülüyor. Bunun adı entegre strateji olarak konuluyor. Yani görüşürüz de bilmem vururuz da tutuklarız da her şey birlikte yürütürüz. Yok ederiz anlamına geliyor. Mevcut durumu AKP şeflerinin entegre strateji dedikleri saldırı planı ile bağlı olarak ele almak lazım” dedi.

Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve Hüseyin Çelik’in suikastlerin akabinde yaptığı açıklamaları ise Kalkan şöyle yorumladı: “Büyük bir telaşla, suçluluk telaşı ile ortaya atıldılar. Daha olayı hiç kimse duymadan, herhangi bir kimse açıklama yapmadan ilk açıklama yapanlar oldular. Nerden bilgi aldılar, niye o kadar erken açıklama yapma gereği duydular. Henüz olay Kürt basınına yansımadan AKP yandaşı basın Zaman, Yeni Şafak nereden öğrendi de bunun bir de PKK’nin iç meselesinden kaynaklı olay olduğuna hükmetti ve yazdı. Demek ki, bir suçluluk psikolojisi var. O yansıyor. O halde suçun ortağı durumundalar. Hüseyin Çelik’in yaklaşımlar tamamen bir suçlulunun, suçluluk telaşını yansıtıyor. Suç üstü yakalanan bir insanın suçu üzerinden atma girişimini ifade ediyor. Biliyor ki bu işin peşi bırakılmayacak, olay irdelenecek, takip edilecek, açığa çıkacak. Onu önlemek, bertaraf etmek için bir saptırma ortaya çıkıyor. Niye saptırmada bulunuyor. Üstelik bir de görüşmelerin yapıldığı söyleniyor. Başbakan bile açıkladı, sözde meselinin çözümü ile uğraştıklarını ifade ediyorlar. Hiç bu üslup, bu yaklaşım sorun çözücü bir yaklaşım mıdır, hayır.”

Hüseyin Çelik’in bu açıklamaları ardından sorumlu tutuluması gerektiğini de söyleyen Kalkan, “Bu işin arkasında AKP’nin hepsi mi bir bölümümü var bilemem. Ama yeşil gladio zaten bir süredir Kürt gençliğine karşı katliam yapıyor, Kürt yurtseverlerini zindanlara dolduruyor. Şimdi de Avrupa’da, Paris gibi bir alanda Kürt yurtseverlerini, kadınlarını katledecek kadar alçalıyor, vahşileşiyor. Böyle bir olay ile karşı karşıyayız. Bu bakımdan AKP’nin tutumunu netleştirmesi lazım. AKP şu an töhmet altında olan, Paris katliamının sorumlusu olan konumdadır” dedi.

AKP’nin Roboski katliamından kadar sorumlusya, Paris katliamından da sorumlu olduğunu belirten Kalkan, şöyle konuştu: “Halkımız, demokratik çevreler böyle anlıyorlar olayı, bu temelde yaklaşacak buna göre de sorumlu tutacaklardır. Bu olayda parmağı olmayan AKP’liler varsa öne çıkmalılar. AKP’yi töhmet altında bırakan suçluluk konumuna sokan kişilere, basın çevrelereni karşı tavır almalılar. Derin AKP işin içindedir. Tabii ortakları var. Son derece planlanmış, örgütlenmiş bir hareket. Bu olayın Önder Apo’nun geliştirmek istediği yeni süreçle bağı var, onu sabote etmeyi ifade ediyor.”

Bu suikastin Kürdistan Özgürlük Hareketine yönelik imha ve tasfiye konseptinin etkili bir biçimde uygulandığı anlamına geldiğini de söyleyen kalkan, “Çeşitli söylemler, yaklaşımlar adı altında Kürt soykırımının hileli bir biçimde sürdürülmesi anlamına geliyor” dedi.

Suikastlere karşı önemli bir duyarlılık olduğunu, birçok çevrenin tartışdığını da kaydene Kalkan, demokratik güçlerin bu olayın peşini bırakmaması gerektiğini de vurguladı.

Kürt sorununun çözümünün, Türkiye’nin demokratikleşmesinin Paris Katilamı gibi olayların aydınlatılması ile etne tırnak gibi içiçe olduğunu belirten Kalkan, “Bu olaylar aydınlatılıp sorumlular açığa çıkarılıp, bu yaklaşım, bu politika, bu zihniyet ortadan kaldırılmadan ne Kürt sorunu çözülebilir, ne de Türkiye demokratikleşebilir” dedi.

ANF

Remzi Kartal: 2011'de Avrupa'ya İnfaz Timi Gönderildi

Paris - Kongra Gel Başkanı Remzi Kartal, Türkiye’nin 2011’de Avrupa’ya infaz timleri çıkardığına dair duyum aldıklarını ve bunu o dönem Avrupalı ilgili birimlerle paylaştıklarını açıkladı.

9 Ocak günü Paris’in göbeğinde üç Kürt kadın siyasetçinin vahşice katledilmesi ardından Fransız polisinin soruşturması sürerken, katliamı henüz üstlenen olmadı.

ANF’ye konuşan Kongra Gel Başkanı Remzi Kartal, Oslo görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlanması ardından 2011’de Türkiye’nin Avrupa’ya infaz timleri çıkardığı yönünde duyum aldıklarını açıkladı.

Kartal, “Şimdi bu istihbari duyumlardır. O dönem bu tarz duyumları biz aldık. Biz bulunduğumuz ül
kede, Belçika’da ilgili birimleri bilgilendirmiştik” dedi.

“Ama o dönemki duyumlar ile bu dönem doğrudan ilişkili midir, bunu bilemiyoruz. Bunun için elimizde gerekli verilerin olması gerekiyor” ifadelerini kullanan Kartal, şöyle devam etti:

“Şüphesiz ki Kürt sorunu ile ilgili yaşanan bu süreçte özellikle gerçekleşmiş olması doğrudan, Kürt sorununun çözümüne karşı çevreler tarafından açıkça organize edildiğini gösteren bir olaydır. Bu açıdan, 2011 sürecindeki aldığımız duyumlar çerçevesindeki aynı çevreler tarafından da yapılmış olabilir, farklı çevreler tarafından da yapılmış olabilir.”

LİDER KADROLARA YÖNELİK TASFİYE KONSEPTİ GİZLİ DEĞİL

Bununla birlikte Türk devletinin Kürt hareketinin lider kadrolarına yönelik tasfiye konseptinin “gizli bir konsept” olmadığını sözlerine ekleyen Kartal, “İlgili yetkililer bunu zaman zaman açıklıyorlar. Yani, harekete yönelik tasfiye konsepti, başta da tabi ki yönetim kademesine, üst düzey yöneticilere yönelik tasfiyeyi içeriyor. Yakın zamanda Başbakan (Recep Tayyip Erdoğan) ‘biz gerekirse gider bulundukları inlerinde kendilerini imha edeceğiz, takip edeceğiz’ yönünde ifadeler kullandı. O açıdan yönetim kademelerine yönelik devletin bu konsepti, geçmiş süreçte de Kandil’de yönetim kademesine yönelik operasyonlar, Avrupa’da 2011’deki duyum ve bugün de burada ortaya çıkan tabloya bakıldığında, üst düzeyde, partiyi temsil eden, kendi şahsında partiyi temsil eden insanlara yönelik bu uygulamalar, planlamalar söz konusudur.”

TÜRKİYE SON DERECE SORUMLU OLMALI

9 Ocak’taki toplu infazın İmralı’da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile görüşmeleri nasıl etkileyeceği konusunda ise Kartal şunları belirti:

“Şüphesiz ki bir taraftan çözüme yönelik görüşmeler, pratik adımlar atılırken, diğer taraftan katliamlar yapılması kabul edilemez. Bunu Önder Apo da kabul etmez. O açıdan Önder Apo’nun ortaya koyacağı konseptin, salimen gelişebilmesi için devletin bu konuda son derece sorumlu, duyarlı yaklaşması gerekiyor, provokasyonlara zemin sunmayacak bir yaklaşım içinde olmalıdır. Ortaya çıkacak bazı provokasyonlarda da, olayları aydınlatıcı, olayların üzerine giden açık bir tutumuyla güven vermesi gerekiyor. Bu olayda da hükümetin çok açık, net güven vermesi gerekiyor. Bugüne kadarki açıklamaları biliniyor, Türk basınının da hükümete yakın yayın politikası, son derece gerçeği tersyüz eden, bir şeyleri gizlemek isteyen, adeta gerçeğin anlaşılması değil ters-yüz edilmesini isteyen bir yaklaşım içinde olduğu için, bu da doğrudan Kürt hareketi ve kamuoyu açısından birinci derecede hükümeti ve devleti sorumlu tutmaktadır.

FRANSA KATLİAMI AYDINLATMALI

Ankara ile Paris arasındaki güvenlik işbirliğine ilişkin “Bu geçmiş süreçte de Fransa ile Türkiye arasında güvenlik konusunda işbirliği, ittifaklar yapıldı. Yine gündemde” diyen Kartal, Fransa’ya şu çağrıda bulundu: “O açıdan Fransa hükümetinin ilgili yetkili organları, bu cinayetin aydınlatılması noktasında, son derece çabuk ve güven veren bir şekilde gerçeği aydınlatması gerekiyor. Aksi takdirde, şüphesiz ki Fransa, bu olayın kendi topraklarında gerçekleşmiş olmasından dolayı doğrudan sorumluluk altında olacaktır.”

ANF