11 Haziran 2011 Cumartesi

AKP hükümeti NTV'ye müdahale etti

ntvmsnbc.com ana sayfaÖnce devlet kurumlarını ele geçiren, ardından toplum üzerinde zora dayalı baskıyı artıran AKP hükümeti, basını ve iş dünyasınıda susuturdu.

Her gittiği yerde BDPlileri televizyonlara çıkarmayın diyen ve basını tehdit eden Erdoğanın talimatı sonuç verdi.

Çoğu basın yayın organı Erdoğanı eleştiren gazeteci-yazarları, aydınları çıkarmamaya başladı. Buna karşı çıkan gazetecilerin de işine son verlidi. NTV'de Banu Güven, Can Dündür, Mirgün Cabas ve Çiğdem Anat izne gönderildi.

Yandaş medyasına tetkçilerini yerleştiren Erdoğan merkez medya olarak bilinen Doğan Medya Grubunu da ekonomik kıskanca alarak teslim aldı.

Doğan medya grubuna ait Milliyet ve Vatan Gazetesi baskılara dayanmayarak bir süre önce satıldı. Gruba ait Radikal gazetesi Gülen Cemaatinden Eyüp Can'a teslim edildi ve gazete imamın ordusuyla dolduruldu.

CNN Türk başta olmak üzere Doğan Grubuna ait tv kanaları AKP'ye teslim oldu.

Doğan Drubunu der-dest eden AKP, dikta rejimi NTV gibi haber kanalarını da susturdu.

NTV'nin daimi yorumcuları arasında yer alan Nuray Mert'in de kanala çıkmasına Erdoğan'ın talimatıyla son verildi.

Hatırlanacağı gibi Nuray Mert 26 Mayıs tarihinde Avrıpa Parlamentosu'nda yapılan Dersim Konferansında 'yol-zor' ilişkisine değinmiş; bugün yaşananları Dersim 38 yılında uygulanan politikalara benzetmişti.

Nuray Mert'i nağmertlikle suçlayan Erdoğan yazara hakaretlerde bulunuş ve hedef göstermişti.

Bu da yetmedi yazarın başta NTV olmak üzere TV kanalarına çıkmasına da ambargo getirdi.

NTVde yaşananların perde arkasını Akşam gazetesi yazarı Oray Eğin yazdı.

Seçim öncesi kanalın en etkili 3 ismiyle birlikte..

NTV akşam haberlerini sunan Can Dündar, tatile gönderildi. Kanal tarafından tatile gönderilen isimler arasında NTV'nin as kadrosunda yer alan önemli isimler var. Akşam Gazetesi yazarı Oray Eğin, NTVde tatile gönderilen isimleri yazdı.

İşte Eğinin Can Dündar nereye kayboldu başlıklı o yazısı:

Can Dündarın sunduğu, NTV'nin prestij programı, kanalın ana haberi Canlı Haber yaz tatiline erken giriyor. İlginç değil mi? Önümüzde daha seçim var, Can Dündar da bu kanalın en önemli kozlarından biri.

NORMALDE HAZİRAN SONUNA KADAR DEVAM EDERDİ

Dahası Canlı Haber de NTVnin vitrini. Her şeyden önce televizyonculuk takvimine uygun değil bu zamanlama. Bu gibi programlar standart olarak haziran sonuna kadar devam eder. Ama Can Dündar böyle bir karar vermiş işte…

Hiç uzatmadan gerekçesini açıklayayım: Öğrendiğim kadarıyla Can Dündar geçen hafta en çok konuşulan isimlerden Nuray Mert'i konuk olarak almak istedi, namert meselesini konuşmak için.

ÇIKARIN TALİMATI GELDİĞİ SÖYLENİYOR

NTV yönetiminden Çıkarma talimatı geldiği söyleniyor… Düşünün, Nuray Mert bir de o kanalın programcısı… Buna rağmen.

Ay sonunda tatile çıkmaya hazırlanan Can Dündar da Bardağı taşıran son damla diyerek erken veda ediyor.

***

ÖNCE ÇİĞDEM ANAT GİTTİ..

Can Dündar ilk değil… Farkında mısınız NTV ekranında alıştığımız hiçbir ekran yüzünü görmüyoruz ne zamandır…Önce Çiğdem Anat gitti, ardından bu sene belki de en başarılı programına imza atan Mirgün Cabas… Bu hafta da Banu Güven tatile çıktı!

Sadece NTVde değil birçok kanalda programcıların üzerinde büyük bir baskı olduğunu biliyordum ama işin ekran yüzlerini tatile çıkarmaya varacağını düşünmüyordum doğrusu. Kaldı ki ne Dündar, ne Anat, ne Güven, ne Cabas aşırı uçlarda isimler.

Merkezde duran sadece görevini yapan gazetecilere bile tahammül kalmadıysa…

Din,Tarih ve Ortadoğu

Ortadoğu bereketli topraklar olarak adlandırılır.  Bu Ortadoğu’nun çok yönlü verimliliğini, üretken ve yaratıcı gerçeğini ifade eder. Dil, düşünce, sanat, mimari, edebiyat, mitoloji, tıp, fizik, geometri gibi günümüze yön veren disiplinler Ortadoğu’nun ürünüdür.

Dünyamızın bugün geldiği aşama, tümüyle Ortadoğu’nun ürünü değildir fakat ana doğrultuyu kazandıran olgular, kurallar, normlar Ortadoğu mahreçlidir.

Bu, Ortadoğu’nun yaratıcı, üretken gerçeğini ifade ettiği kadar, toplumsal gelişkinliğini, çeşitliliğini, çelişki ve çatışmalarının keskinliğini de ifade eder.

Hiç durmaksızın devam eden devingenliğiyle Ortadoğu, 500 yıl öncesine kadar öncülük rolünü üstlenmiştir. Batının 500 yıllık bir öncülük üzerinden hareketle tüm insanlık tarihini nasıl sahiplendiğini düşünürsek; Ortadoğu’nun binlerce yıla dayanan yaratıcılık, üreticilik yine öncülük gerçeğine rağmen insanlığın yaratımlarına sahiplenememesi, sahiplenme bir yana onun dışına, uzağına itilmesi, dahası onun hedefi haline getirilmesi söz konusudur. Elbette bu çözümlenmek durumundadır.

Ortadoğu tarihi esasta insanlığın tarihidir
Bunalımları ve sorunları sadece batı akılcılığı ve rasyonalizmi ile giderilemeyecek insanlığın, yaralarının sarılması, ondan da öte yeniden üretilmesi için Ortadoğu’nun analık rolünü yeniden üstlenmesi, tarihsel birikim ve tecrübesiyle yeni bir çıkışla tarih sahnesindeki yerini alması gerekmektedir. Buna ihtiyaç vardır. Zira Ortadoğu kaynaklı olmakla birlikte günümüz uygarlığı insanlığın özüne ve gerçeğine karşıt hale gelmiştir. Yabancılaşmanın had safhada olduğunu anlamak için günümüz uygarlığı içinde Ortadoğu’nun yerine bakmak yeterlidir. Alışılageldiği gibi Ortadoğu’nun günümüz uygarlığı içindeki -dışındaki demek daha yerinde olacak- yerini sadece Ortadoğu’nun gerilikleri, tutuculukları, bağnazlıklarıyla açıklamak bir yanılgı olacaktır. Bu batı mahreçli bir yaklaşım olup, yaşanan yabancılaşmayı izah etmeyeceği gibi yanıltıcı da olacaktır.

Ortadoğu aydınlanması en başta da bu durumu çözümlemek, geri-eski yanları açığa çıkarıp mahkum etmek, yenilenecek yanları devralmak gibi bir misyona sahiptir. Çünkü ne olursa olsun Ortadoğu eğer bir çıkışa öncülük edecekse -ki etmelidir- bunun gücünü yine kendi tarihinden alacaktır. Zira Ortadoğu tarihi esasta insanlığın tarihidir. İnsanlığın kazanma noktaları da kaybetme noktaları da bu tarihte gizlidir. Yine kendi tarihimizden alacağımız perspektifle günümüzü ve geleceğimizi tanımlayabileceğimiz açıktır.

Ortadoğu'nun temel toplumsal formları
Ortadoğu tanımlanırken ya da değerlendirilirken onun temel yanlarından biri olan dinler gerçeği, hemen her konunun ele alınışında, her çelişkinin ortaya konuluşunda ana temalardan birini oluşturur. Bunun izinin düşmediği hiç bir alan yoktur. Maddi, manevi yaşamın her yanında izlerini, etkilerini görebiliriz. Batı kaynaklı milliyetçiliği bir türlü içselleştiremeyen Ortadoğu insanı onu da dini bir görünüm altında yaşamaktadır.

Ortadoğu için aşiret, kabile, tarikat ve cemaat kavramları çok önemli kavramlardır. Bunlar etrafında şekillenen Ortadoğu gerçeğinde söz konusu kavramları çözümlemeden ne siyasal, ne diplomatik, ne ekonomik, ne de askeri bir başarıya ulaşmak imkânsızdır. Ulus, millet kavramlarının altında da çok canlı bir biçimde yaşayan bu kavramlar vardır. Günümüzde bile bunların etkisinin ne denli yüksek olduğu dikkate alınırsa, kökenlerinin ne kadar güçlü olduğu hakkında bir fikir edinebiliriz.

Ümmetçilik biçiminde yayılım gösteren İslamiyet’in çeşitli halklar tarafından kabullenilmesi, bu halkların içinde yaşadıkları sosyal organizasyonların özellikleriyle bağlantılı olmuştur. Sosyal yaşama damgasını vuran organizasyon biçimi ne ise dinin kabulü ve yaşanmasında da o etkili olmuştur. Onun çıkarları, gelenek ve görenekleri, kural ve normları gözetilmiştir. Seçimler bu temelde gerçekleşmiş, din değiştirme çok sık rastlanan bir olgu olmasa da, mezhep ve tarikat değiştirmeler her sosyal organizasyonun çıkarları ve beklentileri temelinde sıkça yaşanmıştır.

Güncel politikayı önemli oranda aşiret, kabile, cemaat ve tarikat olguları kodlamaktadır.
Bu gün tarikat, cemaat, kabile ve aşiretlerle ilişkilenmeden hiç bir güç Ortadoğu ülkelerinin herhangi birinde iktidar olamaz. Yine hiçbir güç, bunları dikkate almadan politika yürütemez. Her Ortadoğu ülkesi bir diğer Ortadoğu ülkesiyle ilişkilerini bunlar üzerinden yürütmekte, yine bunlar eliyle zorlamakta ve etki etmeye çalışmaktadır. Tüm modern görünümünün altında güncel politikaları kodlayan aşiret, kabile, cemaat ve tarikat olguları olmaktadır.

20.yy.ın başında oluşturulan statükosunun parçalandığı bir süreci yaşayan Ortadoğu, yeni bir şekillenme sürecine girmiştir. Bunun yönünün, doğrultusunun, özelliklerinin, karakterinin belirlenmesi olarak da değerlendirebileceğimiz girişimler her güç açısından başlatılmıştır. ABD’nin İngiltere ve İsrail’i de yanına alarak gerçekleştirdiği ve sürdürdüğü müdahale de, İsrail-Filistin çatışmaları da, gelişen isyan dalgası ve gerici ulus-devletçi rejimlerin bir bir devrilmesi gerçeği de yine Türkiye’nin mevcut statükoda ve inkâr-imha politikasında diretmesi ve İran Hizbullah-Hamas arası ilişkiler de bu gerçekle bağlantılıdır.

Şu açıktır ki, bölgenin kazanacağı yeni statüko dünyanın siyasal, sosyal, ekonomik, diplomatik vb. tüm dengelerini belirleyecektir ve dünya yeni süreçte burada gerçekleşen değişimin özelliklerine göre şekillenecektir. Tüm güçler bunun farkındadır ve buna etki etmeye çalışmaktadır. Küresel sermaye güçleri ABD öncülüğünde şimdiye kadar yürütülen politikayı daha geniş bir uzlaşma ve ittifak temelinde sürdürmek istemektedirler. Statükocu bölge güçleri ise Kürtlerin yok sayılmasına dayalı mevcut statükoyu en az değişiklikle sürdürmek için tüm güçlerini ortaya koymaktadırlar. Halk güçleri de, elbette bu sürece demokratikleşme temelinde etki etmek istemektedir. Kıyasıya bir çatışma biçimine gerçekleşen bu sürecin izlerini her yerde sürmek olasıdır.

Tarihsel ve güncel özellikleri nedeniyle Türkiye, bu gerçeklik içinde özel bir öneme sahiptir. Geçen yy. boyunca Avrupa’nın oluşturduğu statükonun bekçiliğini yapan ve kendisi de buna göre yol alan Türkiye’nin mevcut haliyle artık devam edemeyeceği herkes tarafından dile getirilen bir olgudur. Dünyada yaşanan hızlı değişim süreci, Kürt özgürlük hareketi’nin geliştirdiği demokrasi direnişi, ABD’nin Irak müdahalesiyle yaşanan gelişmeler yine AB süreci Türkiye’de değişimin zorunlu olduğunu göstermektedir. İçeride inkar ve imhaya dayalı anti-demokratik siyaset anlayışı dışarıda dengeleri kollamaya dayanan, şantaj, taviz, jeo-stratejik konumu kullanmaya dayalı olarak yürütülen statükocu politika gerçeği yine bunlar ekseninde şekillenen devlet anlayışı, siyaset yöntemleri, araçları ve siyasetçi tipi iflas etmiştir. Fakat yerine neyin konulacağı konusu henüz netlik kazanmamıştır. Bunu toplumsal bir mutabakatla halk güçlerinin mi yoksa egemen işbirlikçi sınıfların mı belirleyeceği henüz belli değildir ve belirlenmesi çetin bir mücadele sürecini gerektirecektir.

Hangi Nato

Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü, NATO olarak bilinen uluslar arası örgütü duymayan yok gibidir. NATO olarak bilinen dedik demesine de gerçekte ne kadar bilindiği tartışma götürür bir konudur. Sadece isim olarak bilinir. Gerçekte ne olduğu, işlevi, dünya halklarına ne gibi yararları ve ya zararları olduğu ilgili olmayan çevrelerde bilinmez. Bu nedenle de, resmen yürürlüğe girdiği 24 Ağustos’un 62. yıldönümünde bu uluslar arası askeri örgütü biraz irdelemekte yarar var.
Başlıktan da anlaşılacağı üzere kaç tane NATO olduğu tartışma götürür bir konudur. Bizce en az iki NATO vardır. Bunlardan birincisi kuruluşunu da kısaca anlatacağımız 24 Ağustos 1949’da yürürlüğe girmiş resmi NATO’dur. İkincisi ve daha da önemlisi, dünya halklarının başına bela olan, sayısız işgal, talan, askeri faşist darbe, kitle katliamları, adam kaçırma, uyuşturucu kaçakçılığı, beyaz kadın ticareti, yargısız infaz ve silah ticareti gibi insanlık suçlarının faili olan GİZLİ NATO’dur.
Bugün Afganistan’ı işgal altında tutan ABD adına NATO, kuruluş anlaşmasının ünlü 5. maddesine dayanarak Afganistan’da bulunan NATO’ya üye ülkelerin askeri işgal kuvvetleri kime ya da kimlere karşı savunma yapmaktadırlar? Hangi savunma anlayışıyla Afgan halkının başına tonlarca bombalar yağdırmaktadırlar? Afganistan’da elde edilen tonlarca uyuşturucudan elde edilen kara para GİZLİ NATO’nun hangi gizli operasyonlarının finansmanında kullanılmaktadır?
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında SSCB’nin sözde devrim ihracını engellemek, Avrupa’nın güvenliğini sağlamak, ekonomisi yakılıp yıkılmış Avrupa’nın savunma giderlerini azaltmak amacıyla ABD’yi de bu oluşuma dâhil ederek Batı dünyasının emperyalist hegemonyasını sürdürmek amacıyla kurulmuş uluslar arası askeri bir örgüttür NATO.
Daha pragmatik ve biraz da dönemin siyasi literatürü ile NATO, İngiliz Lord Ismay'ın deyişi ile "Rusları dışarıda, Almanya'yı alaşağı edilmiş halde ve ABD'yi içeride" tutmak için kurulmuştur. Bu nedensel tanımlama bir ölçüde NATO’nun kuruluş amacını izah etmektedir. “Yani amaç salt SSCB'ye karşı güvenlik değil, aynı zamanda Avrupa'nın güvenliği için ABD'nin katkı koymasını sağlamak, Almanya'nın yeniden silahlandırılmasını bölgeye tehdit oluşturmadan gerçekleştirmektir.”
İlk adım, 17 Mart 1948’de İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg arasında “Brüksel Antlaşması”nın imzalanmasıyla atıldı. Buna göre, bu beş devlet, olası bir saldırı karşısında kuvvetlerini birleştirmeyi ve ortak davranmayı kabul ediyorlardı.
Brüksel Antlaşması, NATO’ya giden çizginin başlangıcıydı. Fakat bu beş devletin askeri gücü, muhtemel bir SSCB saldırısını durdurabilmekten çok uzaktı. ABD’nin yer almayacağı askeri bir ittifakın, fazla bir gücü olamazdı. ABD ise Avrupa politikasına karışmama konusundaki geleneksel politikasından uzaklaşmış bulunuyordu. Sınırlarının bütünlüğünü korumak için, bir “Atlantik Duvarı” oluşturulmasından yana idi. İşte bu nedenle Nisan 1949’da ABD, İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İtalya, İzlanda, Kanada, Danimarka, Norveç ve Portekiz arasında Kuzey Atlantik Antlaşması imzalandı. Antlaşmaya daha sonra Türkiye, Yunanistan, F. Almanya ve İspanya katıldılar.
NATO Antlaşması’na göre taraflardan birine ya da birkaçına yapılacak bir saldırı, üye ülkelerin tümüne yapılmış sayılacaktı. Ancak burada önemle üzerinde durulması gereken nokta, kuruluşundan beri üye ülkelerin hiçbirinin saldırıya uğramamasıdır. Ama üye devletler tek başlarına ya da ittifak halinde birçok ülkeye saldırdılar; işgal edip yağmaladılar. Aradan geçen yıllar boyunca, “kimi esnek karşı saldırı anlayışları” geliştirildi. 1990 yılı başlarında SSCB ve Doğu Bloğu ülkelerinde yaşanan baş döndürücü siyasal ve sosyal gelişmeler sonucunda sosyalist sistemin çökmesi, beraberinde NATO’nun karşıt gücü Varşova Paktı’nın da dağılmasını (Şubat 1991) getirdi.
ABD önderliğindeki yenidünya düzeninde NATO’nun işlevinin sona ereceği düşüncesi, Körfez Savaşı (Ocak-Şubat 1991), korkunç saldırı ve yıkım ardından gelen Yugoslavya’nın dağılması, Sırpların Bosna Hersek Cumhuriyeti’ni haritadan silme çabaları (1992-1996), Afganistan ve Irak işgalleri vb. birçok yaratılmış mizansenle boşa çıkarıldı. Bu yaratılmış çatışma ve savaşlarla beraber varlığına anlam kazandırma, kendisini dünya düzeni için vazgeçilmez gösterme çabaları, insanlığa büyük acı ve felaketler getiren NATO’nun gerekliliği düşüncesine baskın hale getirdi.
Buraya kadar biraz da NATO’nun kuruluşu ve gelişmesi serüveninin çok kısa bir özeti var. Ne NATO’nun müdahaleleri yukarıda belirtilenlerle sınırlıdır, ne de bu kadarı NATO’yu tanımaya yeterlidir. Buraya kadar şu söylenebilir: ABD 2. Paylaşım savaşı sonrasında dünyanın yeni hegemon gücü olarak Avrupa’yı bir biçimde denetim altında tutmadan hegemon olamazdı. Avrupa ise, savaşta uğradığı büyük ekonomik ve askeri tahribatı giderebilmek için zamana ihtiyaç duyuyordu. Ayrıca, Avrupa ve dünya halklarının savaşın ağır yükünü itirazsız taşımaları için uydurulan “Komünizm Heyulası”na karşı uluslar arası askeri bir örgütlenmenin başına ABD’yi oturtarak yeni yüklerden de kurtulmuş olacaklardı. ABD’nin Atlantik duvarı projesi ile Avrupa devletlerinin istemleri çakışıyordu. NATO devletlerarası bu uzlaşmanın sonucunda doğmuş oluyordu.
NATO basit bir savunma antlaşması değildi. ABD Dışişleri Bakanı Acheson, 4 Nisan 1949 günü Anlaşmanın imzalanması sırasında yaptığı konuşmada bu ittifakı şöyle tanımlıyordu: "Antlaşmanın gerekçesi burada temsil edilen milletler topluluğunun inanç, fikir ve menfaat birliğidir. Hedefi, ortak bir iktidara ulaşmak değildir. Bütün vasıtalara başvurarak, korumak ve sürdürmek istedikleri bir yaşama biçiminin gerektirdiği manevi ve ahlaki değerlerin savunulmasıdır." ABD'nin bu blokta başrolü oynayacağı açıktı. Anlaşmanın resmi belgeleri Washington'da muhafaza edileceklerdi. Yirmi yıllık süre sonunda ayrılmak isteyen devlet, ABD'ye başvuracaktı. Böylece, Pakt çerçevesi içinde ortaklaşa savunma(!), karşılıklı yardım ve dayanışma amacı ile birleşen bağımsız(!) Batılı devletler, ABD'nin himaye ve üstünlüğünü, yani hegemonyasını kabul etmiş oluyorlardı.
NATO, toplam 14 maddeden oluşan bir Antlaşmanın sonucunda kuruldu. Ancak resmi NATO’nun bizi en çok ilgilendiren yanı, kurucu antlaşmanın 5. Maddesidir. Özellikle bu madde ile birçok askeri işgal, askeri darbe, ulusların içişlerine karışma, tehdit ve şantaja sözde meşruiyet zemini hazırlanmaktadır. ABD’nin fiili denetiminde olan uluslar arası kuruluşlarda da NATO’nun açık ve gizli operasyonlarına bu madde çerçevesinde meşruiyet zemini sunulmaktadır. Kuşkusuz bu yönlü kararlara karşı itiraz ve karşı direnişler de geliştirilmektedir. Ancak orantısız güç karşısında bu itiraz ve direnişler de fazla etkili olamamaktadır. Mücadelemize karşı NATO’nun yeterli desteği sunmadığından yakınan Türkiye devletinin de en çok atıf yaptığı bu maddedir. Nedir bu ünlü 5. Madde?
5.Madde: Taraflar, Kuzey Amerika'da veya Avrupa'da içlerinden bir veya daha çoğuna yöneltilecek herhangi bir silahlı bir saldırıyı tüm ülkelere yöneltilmiş bir saldırı olarak değerlendirir ve eğer böyle bir saldırı olursa, BM Yasası'nın 51. Maddesinde tanınan bireysel ya da toplu öz savunma hakkını kullanarak, Kuzey Atlantik bölgesinde güvenliği sağlamak ve korumak için tek başına ve ya diğerleri ile birlikte, silahlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere gerekli görülen eylemlerde bulunarak saldırıya uğrayan Taraf ya da Taraflara yardımcı olurlar.
Böylesi herhangi bir saldırı ve bunun sonucu olarak alınan bütün önlemler derhal Güvenlik Konseyi'ne bildirilecektir. Güvenlik Konseyi, uluslararası barış ve güvenliği sağlamak ve korumak için gerekli önlemleri aldığı zaman, bu önlemlere son verilecektir.
Öz Türkçe ile ifade edersek, üye devletler arasında güven ve karşılıklı yükümlülük geliştirilmesi için gerekli düzenlemeler yapılmış, bu antlaşmaya taraf olmayan güçlere (başta SSCB ve müttefikleri ve Ulusal Kurtuluş Hareketleri olmak üzere) ortak saldırılar geliştirilmesi için her türlü teorik ve hukuki(!) altyapı hazırlanmıştır.
Antlaşmanın 6. Maddesiyle de üye devletlerin sömürgelerinin de bu güvenlik şemsiyesi altına alınması ihmal edilmemiştir. Şöyle buyuruyor 6. Madde:
6.Madde: Madde 5 açısından, Taraflardan bir ya da daha çoğuna karşı silahlı saldırı, aşağıdakileri de kapsar:
- Tarafların Avrupa ya da Kuzey Amerika'daki topraklarına, Fransa'nın Cezayir Bölgesine,  Türkiye topraklarına veya Taraflardan herhangi birinin egemenliği altında olan ve Yengeç Dönencesi'nin kuzeyinde yer alan adalara yapılan silahlı saldırı;
-  Bu topraklarda ya da bu toprakların üzerindeki hava sahasında bulunan, ya da Antlaşmanın yürürlüğe girdiği tarihte Taraflardan herhangi birinin işgal kuvvetlerinin üstlenmiş bulunduğu herhangi bir Avrupa toprağında veya Akdeniz'de, ya da Yengeç Dönencesi'nin kuzeyindeki Kuzey Atlantik bölgesinde bulunan Tarafların herhangi birine ait kuvvetlere, gemilere, ya da uçaklara yapılan silahlı saldırı.
Antlaşmanın yürürlüğe girdiği tarihten uzun bir süre sonrasına kadar da Cezayir Fransa’nın sömürgesiydi. Bu nedenle orası da NATO’nun güvenlik şemsiyesi altına alınıyordu. Tek başına bu örnek bile antlaşmanın sömürgeci karakterini gözler önüne sermeye yeterdir. Ayrıca, ABD ve İngiltere başta olmak üzere hemen tüm imzacı devletlerin sömürge sahibi devletler olması da antlaşmanın tüm aksi söylemlere rağmen, tam bir sömürgeci devletler topluluğu oluşturduğu gerçeğini açıkça ortaya koymaktadır.
Kısacası; NATO'nun etkinliği dış güvenlik ile sınırlı kalmamıştır. 1950'li yıllarda İtalya'dan başlayarak NATO ülkelerinde gizli Özel Harekât daireleri kurulmuştur. Gladio adı ile anılan bu birimler ülkelerdeki devrimci sol hareketler başta olmak üzere her tür muhalefete karşı bir önlem olarak oluşturulmuştur. Bu birimler aynı zamanda Derin Devlet kavramının da ortaya çıkmasında büyük rol oynamıştır. Pek çok ülkede daha sonra bu birimler ortaya çıkarılarak sorumluları yargılandıysa da, Türkiye dâhil çoğu ülke bu süreci henüz yaşamamıştır. NATO, Soğuk Savaş sonrası Gladio kurumlarının dağıtıldığını iddia etse de, bu birimlerin şu anki durumu hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır.
Bu antlaşmanın Türkiye halkları açısından neler getirip götürdüğü üzerinde durulması gereken esas konudur.
Türkiye, 17 Ekim 1951’de düzenlenen protokol ile NATO’ya üyeliği onaylanmış, 18 Şubat 1952’de Adnan Menderes hükümeti döneminde NATO’ya resmen üye olmuştur. Hemen ertesinde, ABD’li uzmanlarla aynı binayı kullanan ve maaşları ABD Hükümetince ödenen elemanlardan oluşan MAH (Milli Asayiş Hizmetleri) adı altında örgütlenen istihbarat-Kontr-gerilla örgütlenmesiyle Türkiye’nin Gladio’su oluşturulmuştur. Daha sonraları Kontrgerilla, Özel Harp Dairesi, Özel Kuvvetler Komutanlığı, JİTEM vb… isimler altında bugüne kadar da varlığını korumuş, devlete egemen bu yapılanmayla özdeşleşmiş Derin Devlet kurumlaşmıştır.
27 Mayıs 1960 darbesinin MBK (Milli Birlik Komitesi) üyesi Albay Alparslan Türkeş’in de içinde bulunduğu birçok subay, polis, gazeteci, akademisyen, işadamı, bürokrat vb. ABD’de kontr-gerilla eğitimlerinden geçirilerek Türkiye’de devletin kilit noktalarına yerleştirilmişlerdir. Böylece hem devlet tamamen kontrol altına alınmış, hem de tüm toplumsal gelişme dinamikleri bastırılmıştır.
12 Mart, 12 Eylül askeri faşist darbeleri; Çorum, Sivas, Maraş Katliamları; Kuzey Kürdistan’da 5000 kadar köyün yakılıp-yıkılması, milyonlarca insanın yerinden yurdundan edilerek göç ettirilmesi, 17.500 faili meçhul cinayet ve Kürdistan Özgürlük Mücadelesine karşı tarihte eşine ender rastlanan özel savaşın örgütlendirilip sürdürülmesi de bu emperyalist devletlerarasındaki kirli suç ortaklığı örgütü olan NATO’nun stratejisinin sonuçları olarak değerlendirilebilir.
Türkiye Devrimci Demokratik Hareketinin öncü kadrolarının işkence hanelerde, darağaçlarında, çatışma süsü verilmiş yargısız infazlarda katledilmelerinde de bu kuruluşun rolü belirleyicidir. Türkiye Devrimci Demokratik Hareketine karşı geliştirilen özel savaşla tasfiye harekâtı önemli oranda başarıldı denilebilir. Halen de bu tasfiyenin şokunu atlatamamış olmasında, özel savaşın sızmalarının rolü yadsınamaz. Aynı yöntemlerle Kürdistan Özgürlük Hareketini de tasfiye etmeye çalışan Türkiye özel savaş rejimi, kendi tarihsel deneyimleriyle, NATO ve üyesi sömürgeci emperyalist devletlerin deneyimlerini birleştirerek sonuç alabilmek için her yolu denemiş ve halen de denemektedir.
NATO, Afganistan’da ABD-İngiltere işgal güçlerinin yanında resmen yer alırken, NATO antlaşmasının 5. Maddesini dayanak olarak göstermektedir. Bosna-Hersek ve Sırbistan’da ise BM çatışı altında yer aldı. Ancak, Kürdistan’da hiçbir meşruiyet temeli, yasal dayanağı ve resmi ilanı olmadan 1986’dan beri NATO Antlaşmasının 5. maddesi illegal olarak uygulanmaktadır. Türkiye, sanki bu madde uygulanmıyormuş gibi zaman zaman NATO’ya sitem eder görünerek bu gerçeğin üstünü örtmeye çalışmaktadır. 15 Ağustos 1984 Atılımı’nın hemen ardından yapılan bir NATO askeri komite toplantısında, PKK ve Kürdistan Özgürlük Hareketinin yalnızca Türkiye için değil, tüm Batı değerleri(!) açısından ciddi bir tehlike olduğundan hareketle, NATO’nun PKK’ye karşı mücadelenin koordinatörlüğünü üstlenmesi gerektiği sonucuna varıldığı dönemin gazetelerine yansımıştı. Avrupa düzeyinde PKK’yi terörize etme görevini o dönemin Federal Almanya Cumhuriyeti üstlenmişti. İsveç’in sosyal demokrat Başbakanı Olof Palme’nin katledilişini haksız biçimde PKK’ye mal ederek sonradan beraat eden Duran Kalkan, Ali Haydar Kaytan gibi PKK-MK üyelerinin de içinde bulunduğu birçok Kürt tutuklandı. Ünlü Düsseldorf yargılamaları sonucunda aklanan PKK, mahkûm olan ise Alman Devleti oldu. Olof Palme cinayetinin ise, İsveç İstihbarat örgütü SAPO ve Türkiye Milli İstihbarat Teşkilatı MİT’in ortak bir operasyonu olduğu ortaya çıktı. Daha başka karanlık noktaları da vardır mutlaka. Ama bunlar kamuoyuna açıklanmadı.
Kürt halkının sesi olan MED-TV’nin kapatılması davasının altında da yine NATO güçlerinin illegal faaliyetleri vardı. Yakın zaman önce bu dava da Kürtlerin aklanmasıyla sonuçlandı. Aynı tezgâh şimdi de ROJ-TV’nin kapatılması için kurulmaya çalışılmaktadır.
9 Ekim 1998’de başlayıp 15 Şubat 1999’da Kenya’da Önderliğimizin korsanca kaçırılıp faşist Türk devletine teslim edilmesi ile sonuçlanan uluslar arası komplo da baştan sona bir NATO operasyonu idi. Bu operasyonu, daha 15 Ekim 1998 günü MED-TV’de katıldığı panelde açıklayan Önder APO, tüm NATO güçlerinin harekete geçirilerek Suriye’den çıkarılmasının sağlandığını söyledi. Çıkmaması durumunda Türkiye ve İsrail’in yanı sıra İskenderun Körfezi’ne konuşlanan NATO’ya bağlı gemilerden füzelerin ateşlenerek Suriye’nin tüm stratejik devlet kurumları ve askeri tesislerinin vurulacağını açıkladı. Hollanda’ya inmemesi için tüm Avrupa havaalanlarının Önderliğimizin içinde bulunduğu uçağın inişine NATO kararıyla kapatıldığı o dönemin gazetelerine de konu olmuştu. Kısacası, operasyon baştan sona tam bir kirli NATO operasyonuydu.
1984’ten itibaren mücadelemize karşı yalnızca Türkiye özel savaş rejimi değil, bir bütün olarak NATO devrededir. ABD ve Almanya’nın her yıl NATO yardımları kapsamında Türkiye’ye hibe ettikleri en son teknolojik silahların, siyasi desteğin, ortak operasyonların, istihbarat paylaşımının, mali, ekonomik ve ticari desteğin arkasında da bu durum yatmaktadır. Dikkat edilirse, 15 Ağustos 1984’ten 2 Ağustos 1999’a kadar savaştığımız halde Avrupa devletleri ve AB bizi “terör örgütleri” listesine almamışken Kürt sorununa Barışçıl, demokratik ve siyasi çözüm stratejisini geliştirdikten sonra Avrupa Birliği’nin bizi “terörist örgütler” listesine alması manidardır. Lahey Adalet Divanı “PKK’nin terörist örgütler listesine alınması Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı, hukuki değil siyasi bir karardır ve düzeltilmelidir” kararına rağmen, Avrupa Konseyi’nin bu kararı yok sayması da yine bu durumla ilgilidir.
Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra, dünyanın önde gelen bilim adamları, siyasetçileri, aydınları vb. NATO’nun da varlık nedeninin ortadan kalktığı varsayımından hareketle dağıtılması gerektiğini ileri sürdüler. Ancak, o sadece NATO gibi bir karşı-devrim askeri saldırı örgütü için asma yaprağı rolü oynuyordu. Asıl amaç Batı Hegemonyasını kalıcı kılmaktı. ABD imparatorluğunun koçbaşı rolü oynattığı bir örgütlenme olduğu artık açığa çıkmıştır.
İnsanlık, kapitalist modernitenin boyunduruğundan kurtulup insanca bir yaşama ulaşabilmek için, her şeyden önce Onun kirli saldırı organizasyonu NATO’ya karşı ciddi bir mücadele geliştirmekle yüz yüzedir. Bu kirli saldırı örgütü, dünyanın dört bir yanını bir örümcek ağı gibi saran askeri saldırı üsleri, açık ve gizli işkence haneleri, zindanları, toplumların tüm gözeneklerine sızan ajan örgütleri vb. insanlık dışı tüm kurum ve uygulamalarıyla ortadan kaldırılmadıkça, insanlığın rahata erişmesi de mümkün olmayacaktır.
NATO ve onun kirli savaşları hakkında düzinelerce kitap yazılmıştır. Bu kısa bir yazıda genel hatları ile bazı temel belirlemeler yaptık. Türkiye’de de bu konuda değerli çalışmalar yapılmıştır. Kürdistan’daki NATO’nun kirli yüzünü açığa çıkartacak ciddi çalışmaların henüz yapılmadığını ancak yapılmasına da acil ihtiyaç bulunduğunu belirtmek gerekmektedir.

Zihin, Zihniyet, Zihniyet Devrimi


Zihin: En genel anlamda algılama, anlama, anımsama, düşünme, değerlendirme, karar verme aşamalarında rol oynayan yetenekler bütünü olarak tanımlanmaktadır. Bazı tanımlamalarda bunlara kavrama, imgeleme, yargılama gibi düşün faaliyetleri de eklenmektedir. Günlük yaşamda zihni görünür kılan yansımalar; duyumlar, algılar, duyular, bellek, arzular, çeşitli akıl yürütme biçimleri, güdüler, tercihler, kişilik özellikleri ve bilinçdışı oluşumlar biçiminde sıralanabilir. Bunların yanı sıra düşünme, bilgi, niyet (amaç) gibi olgularla birlikte de ele alınır. 

Felsefede birçok değişik anlamlarda kullanılan zihne karşılık olarak us, tin, anlık gibi deyimler kullanılsa da, aslında bunlardan farklı bir anlama sahiptir. Felsefe tarihinde hemen her zaman insan beyninin veya düşünce yapısının “bilen, algılayan ve düşünen bölümü”ne denk düştüğüne inanılan zihin, bir yanda düşünce ya da düşünme olgusuyla, öte yanda bilgi ya da bilme olgusuyla beraber düşünülmüştür. Kuşkusuz zihnin en belirgin özniteliklerinden biri, zihinde olup bitenlerin başkalarınca gözlemlenemez olması, başka bir deyişle, zihinde her ne olup bitiyorsa bunun yalnızca ve yalnızca kişinin kendi iç gözlemine açık oluşudur. “İnsanın düşünsel ve duygulanımsal işlevlerinin tümü” olarak da okunan zihin terimi, insan varlığının tensel yönüne değil, tinsel yönüne ait bir yeti olarak ele alınmaktadır. Zihnin öne çıkan diğer bir özniteliği ise, her ne kadar dıştan gözlemlenemez olsa da, dış etkileşimlere açık olduğu kadar bireyin hal, hareket, yaşam biçimi ve toplumsal duruşunda direk bir belirleyen olması durumudur. 

Zihnin oluşumu konusunda oldukça değişik görüşler bulunmaktadır. Birincisi zihnin, doğuşta boş bir sayfa olduğu, doğumdan sonra bireyin zihni yapısının şekillendiğini ileri süren yaklaşımdır. Bunlar daha çok insan belleğinin ve tüm düşünsel faaliyetlerinin doğumdan sonra aile, toplum ve çevreden alınan bir yeti olduğunu ileri sürerler. Bu anlamda insan yavrusu dünyaya boş bir levha olarak doğar ve doğduğu andan itibaren çeşitli yollarla öğrenmeye başlar. Öğrenme süreci zihni yapının şekillenmesini sağlar. Bu öğrenme sürecini belirleyen, öncelikle aile ortamıdır. Daha sonra bireyin toplumsal ilişkiler içerisine girmesi ve eğitim kurumlarına alınmasıyla bu süreç yoğunlaşır. Bunların yanında zihnin oluşum ve gelişiminde etkili olan faktörlere coğrafya, iklim gibi fiziki koşulları da eklemek gerekir. Bu sav daha çok materyalist (maddeci) düşünür ve bilim insanlarının kabul ettiği bir görüştür. 

Bir diğer yaklaşım, zihnin doğumla beraber oluştuğunu, ancak fiziksel gelişimle bunun daha işlevsel bir hale geldiğini iddia eden düşüncedir. Bu tez daha çok tin ile ilişkilendirilen bir yaklaşımdır. Kutsal yaratıcı, doğan herkese belli bir düşünce gücü ve zihni şekillenme bahşetmiştir. İnsan bunu kullanarak kendini bu yaratıcıya ulaştırma ve onun direktifleri doğrultusunda yaşama gücünü gösterebilir. Yine bu görüşe göre bu durum mutlak değildir. Yaratıcı tarafından verilen bu düşünce gücü eğitime açık, yönlendirilebilir, biçim verilebilir niteliktedir. Muhakkak ki insan bireyi doğumla beraber bir bilinç düzeyine, algılama, sorgulama, yargılama normlarına sahip değildir. Bunlar sonradan öğrenilen şeylerdir. Ancak toplumsal genler olarak tanımlanan bir aktarımın olduğu da düşünülmektedir. Bu toplum hafızası olarak tanımlansa da, tam bir zihin durumunu ifade edemeyeceği de açıktır. 

Zihniyet:
Zihinden türetilen Zihniyet ise, insan bireyinin ve toplumunun zihinsel süreçlerinin bileşkesi olarak ortaya çıkan bir olgudur. Kültür, sanat, bilim, din, ideoloji, mitoloji, felsefe, düşünce vb. insan zihni tarafından üretilen her şeyin daha öznel bir formudur. Modern literatürde "bilinç", felsefe çevrelerinde "görüş tarzı" olarak karşılık bulsa da, bunlardan daha fazla ve geniş çerçevede bir kullanıma sahiptir.

Zihniyet; insan ya da toplumların insan, toplum ve doğaya ilişkin düşünce tarzı, onları algılama biçimi ve bu algılamaya bağlı olarak ortaya konan tavırları biçiminde görülebilir. Bu bağlamda zihniyet bir bilgi türü değil, bir bilme tarzıdır. Bu bakımdan toplumsal şartları ifade eden gelenek, din ve daha kapsamlı görünümüyle kültürden ve ideolojiden (benzerliklerine rağmen) farklıdır. Çeşitli şekillerde bunlara benzese ve yer yer aynı görünse de, bunların üstünde ve bunları da kapsayan bir durumu ifade eder. Zihin ve bilgi ile doğrudan bağlantılı kişisel bir durum olan zihniyet, toplumsal bağlantılarla beslenerek şekillenir ve bir form kazanır. Aslında toplumların oluşum ve biçimlenişleri açısından kişisel zihniyet formlarından ziyade toplumsal zihniyetler asıl olandır. Bireysel zihniyetler verili toplumsal ve sistemsel zihniyetler tarafından belirlenir ve şekillendirilir. Toplum ve sistem dışı zihniyet yapılanmaları daha çok toplumsal inşa süreçlerinde gözlemlenen zihniyet devrimi üzerinden anlam bulan bir olgudur. O da kendisini bir sisteme kavuşturup toplumsal bir forma kavuşmadan bir anlama sahip olamaz. 

Toplumsal anlamda zihniyet, kültürlerin insana ve doğaya bakış tarzıdır. Dünya görüşü, çağın anlayışı ve kültürü ile karşılanan zihniyet, aynı zamanda toplum ve sistemler arasındaki farklılıkları veya benzerlikleri sağlayan şeydir. Ahlak ve kültürle ciddi bağlantıları olmakla birlikte onlarla özdeş değildir. Zihniyet, hareket ve davranışlara yön veren kural, kaide ve ölçüdür. Değer hükümleri, tercih ve eğilimler toplamıdır. Toplumun dini, ahlaki, ekonomik, sosyal, siyasal şartların bileşkesinde oluşan ve insanın insan, toplum ve doğaya karşı genel bir bakış tarzıdır. Pek çok değişkenin bileşkesinde ortaya çıkan toplam bir olgudur. 

Her zihniyetin değişmezleri, temel referansları vardır. Tüm zihniyetler, kendi değişmezlerini, zihniyetinin temeli, ana belirleyicisi olarak görür. Bu değişmezler zihniyetlerin kumanda merkezini oluştururlar. Bir zihniyetin değişmezlerini oluşturan öğelerden birisinin değişmesi demek, o zihniyetin değişmesi veya bozulması demektir. Bu değişmezlerin yanında her zihniyet kendi toplumsallığını süreklileştirme arayışındadır da. Bu nedenle zihniyet yapılanmalarında belli bir esneklikten bahsetmek de mümkündür. Bu esneklik temel konularda değildir. Zaman içerisinde bir zihniyet ne kadar değişime uğrasa da, değişen kurumlar içerisinde bir birine aktarılan değişmezler o zihniyetin özünü teşkil eder. 

Günümüzde bu alanda araştırma yapan kesimler zihniyet yapılarını çok parçalı ve birbirlerinden kopuk ele almaktadırlar. Özellikle adlandırmalarda neredeyse her topluma, coğrafyaya, dine, felsefeye vb. ait zihniyet yapıları olduğu iddia edilmektedir. Ancak insanlık tarihi mevcut gelişim seyri içerisinde temel iki zihniyet yapılanması tanımıştır. Birincisi; demokratik komünal toplum zihniyeti, ikincisi ise devletli, sınıflı, hiyerarşili toplum zihniyeti. Diğer tüm adlandırma ve zihniyet yapıları bu iki zihniyet yapısı içerisinde kendini ifade eden formlar olmaktadır. Doğu-Batı, dini-bilimsel, mitolojik-felsefik gibi zihniyet yapı ayrıştırmalarını da bu temel ayrımdan bağımsız ele almak toplumsal yapıları doğru anlamlandırmamaya yol açacaktır. Günümüz pozitivist bilimi toplumda yarattığı parçalanmayı zihniyet yapıları arasında da geliştirerek hakikatin kaybedilmesine ve insanlığın kendi gerçeğinden uzaklaşmasına neden olmaktadır. Bununla toplum üzerindeki hegemonya devam ettirilmektedir. Aslında bu yaklaşımın kendisi de devletli toplum zihniyetinin bir unsurudur.

İnsanlığın ilk tanıştığı zihniyet yapısı daha çok çevresindeki her şeyi kendisi gibi canlı düşünen ve kendisi ile çevresi arasındaki ilişkileri buna göre kuran Animist yaklaşımdır. Süre açısından insanlığın en uzun süreli zihniyet aşaması bu döneme denk gelmektedir. Fetişizme ve totem gibi toplumsal kimliklerin oluşturulduğu bir toplumsal yapıya yol açmıştır. Tarım ve köy devriminin gerçekleştiği neolitik dönem zihniyet yapısında ise, dişil öğeye dayalı, önem sırasına göre, tüm önemli varlıkların tanrılaştırıldığı bir insan-tanrı düşünce yapısı egemen olmaktadır. Her düzeyde ana tanrıçaya dayalı bir düşünce ve inanç yapısı gelişmekte, ilk defa ana tanrıça göğe yükseltilerek ölümsüzleştirilmektedir. Şehir devrimleri döneminde insanlık köklü zihniyet dönüşümleri geçirmekte ve buna dayalı bir toplumsal forma doğru evirilmektedir. Neolitik dönemin sonlarına doğru zihniyet üzerinde analitik zekânın etkisinin artmasıyla ataerkil bir topluma doğru evirilme başlamıştır. Bu bile başlı başına bir fark yaratmaktadır. Şehirlerde toplanan ve daha da karmaşıklaşan toplumsal yapıların yönetilmesi açısından eskisine oranla daha dogmatik bir zihniyet yapısına ihtiyaç duyulmaktadır. Ayrıca gelişen yeni üretim teknikleri ile artan ürün ve artı-ürünü bireysel sahiplenme yaklaşımının, sömürüyü tanımayan toplumlara kabul ettirilmesi (meşrulaştırılması) için yeni zihniyet yapılanmaları gerekmektedir. Bu da mitolojiye dayalı yeni tanrı ve din anlayışlarının ortaya çıkmasını sağlamıştır.

“Şüphesiz bir toplumu sömürüye açık hale getirmenin ilk koşullarından biri olan ahlak ve politika yoksunluğuyla, bu iki dokunun düşünsel temeli olan toplumsal zihniyet çöküşü sağlanmadan, bu yoksunluk gerçekleştirilemez. Tarih boyunca egemenler, sömürgen tekeller amaçları için ilk iş olarak ‘zihniyet hegemonyasını’ bu nedenle inşa ederler. Sümer toplumunu verimliliğe, dolayısıyla sömürüye açmak için, Sümer rahiplerinin ilk iş olarak tapınak (Ziggurat) inşa etmeleri bu gerçeği çok açık bir biçimde kanıtlamaktadır. Sümer tapınağı, tarihin bilinen ve etkisi halen süren toplumsal zihni fethetme ve çarpıtmanın orijinal kaynağı olması açısından da büyük önem taşımaktadır.”

Bu şekilde geliştirilen yeni zihniyet aslında sınıflı uygarlığın zihniyet yapısının inşa çabalarıdır. Ve halen günümüzde sınıflı uygarlığın kendisini dayandırdığı ve üzerinden var ettiği temel zihniyet yapısıdır. İçerisinde değişimler eklemlemeler, çıkarmalar, uyarlamalar olsa da, temel değişmezleriyle halen kendisini korumakta ve hakim toplumsal zihniyet olarak varlığını devam ettirmektedir. Zaten günümüz toplumsal sorunlarının temeli de bu zihniyet yapısına dayanmaktadır. Devletli uygarlık zihniyetindeki özne-nesne ayrımı ezen-ezilen ilişki ve çelişkisinin en temel değişmezi durumundadır. Yine zihniyetin oluşumunda kullanılan analitik zekâ neredeyse insanlığın sürüklendiği felaketin asıl sorumlusu durumundadır. Dünyayı bir algılar dünyasına çeviren ve gerçeklerden kopuk, kendine yabancılaşmış bir toplumsallığa yol açan en temel zihniyet kurumu ise pozitivist bilimcilik anlayışıdır.
Devletli uygarlık zihniyetinin tüm bu hegemonya çabalarına karşın, komünal zihniyetin tamamen ortadan kalktığı iddia edilemez.

İnsanlığın özünü yansıtan ve kendi gerçeğini en yalın bir biçimde yaşamasına olanak veren demokratik toplum zihniyeti tarihin her döneminde karşıt zihniyete rağmen direnmiş ve adeta toplumun gözeneklerinde korunarak kendisini günümüze kadar getirmiştir. Birçok peygambersel çıkış, muhalif tarikat ve mezhep, uygarlık merkezlerinden vebadan kaçar gibi kaçan etnisitelerdeki direniş bu zihniyetin sonucu gerçekleşmiş ve toplumun sınıflı uygarlık zihniyeti içerisinde tümden bitirilmesinin önünü almıştır. 

Ancak bu direniş sınıflı uygarlık zihniyetinin hegemonik zihniyet olduğu gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Bu zihniyetin yol açtığı sorunlardan kurtulmanın tek çözümü ise, bu zihniyetin tüm değişmezlerinden, dogmalarından kurtulmak, ondan kaynaklı tüm çarpıtmaların özüne ulaşarak aşmaktır. Bu da “zihniyet devrimiyle” mümkündür. 

Özellikle devletli uygarlık karşısında mücadele yürüten tüm toplumların ve toplumsal hareketlerin ilk elden gerçekleştirmeleri gereken bu zihniyet devrimi ile sistemin her türlü zihniyet yapılarından kopuşu sağlamak olmalıdır. Öncelikle de devletli uygarlık zihniyetinin kendini dayandırdığı milliyetçi, dinci, bilimci ve cinsiyetçi düşünce yapıları ve zihni algılamalarından kurtulmak en önemli çaba olmak durumundadır. Günümüz toplumlarının içerisine girdikleri toplumkırım yıkımından kurtulmanın tek yolu da budur. 

Bu anlamda zihniyet devrimi ilk elden hakim zihniyetten kurtulmakla mümkündür. Çünkü bir zihniyete ait değer yargıları, ideolojiler, inanış biçimleri, yorumlama ve ele alış tarzlarından kopuş gerçekleşmeden, o zihniyete karşı bir mücadele de yürütülemez. Yani zihniyet devriminin ilk adımı, çağımızda sınıflı uygarlık zihniyetinin en son güncellenmiş biçimi olarak karşımızda duran kapitalist zihniyet kalıplarından ve yapılarından olan özel mülkiyetçilik, benmerkezcilik ve bireycilikten kendini arındırmaktır. 

Bu anlamda öncelikli görev, devlet dışı sosyalitenin kendine uygun zihniyet ve siyasal yapılanmaları oluşturmalarıdır. Tarih boyunca birçok mezhep, tarikat ve etnik yapı tarafından adımlar atıldıysa da, bunların tam anlamıyla bir sisteme kavuşarak kendilerini bir toplumsal forma dönüştürdükleri söylenemez. Günümüzün en temel görevi komünal toplum zihniyetini bir sistem haline getirip toplumsal bir forma kavuşturmaktır. 

“Zihniyet devrimiyle kastedilen özgür toplum bilinci ve inancıdır. Bilinç sadece olup biteni bilme değildir. Nasıl yapılacağını da bilmektir. İnanç ise, bildiğine inanmak ve gereklerini yapmaktır. Uygulama gücünü, kararlılığını ifade eder. Zihniyeti kazanmak demek, donanmamız gereken toplumsal bilinci ve inancı büyük bir emek ve ahlaki duruşla elde etmek demektir. Zihniyet dünyasını büyük kılmayan, uzun süreli özgürlük mücadelesini yürütemez.”

Zihniyet devrimiyle amaçlanan yeni toplum, yeni kavram ve yeni adlandırmalar demektir. Mevcut hegemon zihniyetin kullandığı, çaldığı, manipüle ettiği tüm kavram ve adlandırmaların yeniden ele alınıp, komünal toplum karşısında ifade ettikleri anlamlarına kavuşturulmaları da zihniyet devrimi sürecinin vazgeçilmez bir görevidir. Bu ise binlerce yeni kavram ve bunlarla oluşacak binlerce zihniyet devrimi anlamına gelmektedir. Her kavram yeni bir anlam, yeni bir zihniyeti ifade etmektedir. Yani her alanda sistemin zihniyet kalıplarından kendini kurtarmak onun kavram ve anlam saptırmalarından da kendini kurtarmayı gerektirmektedir.

PKK’ye NATO Müdahalesi


Türk Başbakanı Erdoğan’ın son süreçteki söylemlerine bakılırsa, iktidarını ciddi anlamda sağlama almışa benziyor. Gittiği her toplantı ve mitinglerde Kürt Özgürlük Hareketine karşı yaptığı tahrik edici açıklamalar, kontrolüne aldığı yargı ile Kürt siyasetçilerine uygulattığı siyasi soykırım operasyonları, yeni oluşturduğu Polis gücü eliyle Özgürlük ve Demokrasi bloğu mitinglerini terörize etmek, kılınan Sivil Cuma namazlarını dahi, ‘bunlar dini kullanıyor’ diyerek etkisizleştirmek, TSK eliyle gerilla alanlarına yoğun top atışları ve operasyonlar, Türk Başbakanı Erdoğan’ın, İngiltere ve ABD’den yeni ve daha etkili operasyonlar için tam gaz "yeşil ışık" aldığını gösteriyor.

Sömürgeci güçlerin BOP için seçtiği Erdoğan ve ekibi, bunlardan aldığı talimatlar doğrultusunda sinsi ve gizli "yok edici" planlarını devreye koymuşa benziyor. Mensubu olduğu Fetullah Gülen cemaatinin istihbarat verileri doğrultusunda ve psikolojik sinir odalarında kurgulanıp hazırlanan kışkırtıcı ve toplumu kaosa itici/hazırlayıcı haberlerin yandaş medyalarında halklara sunulup servis edilmesinden de anlaşılıyor ki Erdoğan, PKK’yi ciddi anlamda tahrik ediyor.

Seçimlere birkaç gün kala Erdoğan’ın gittiği her mitingde BDP, PKK ve Sayın Öcalan’a karşı sarf ettiği sözler ve kullandığı üslubun, sadece seçim yatırımı ve MHP tabanından oy kapma olduğunu düşünmek sanırım sürece yüzeysel bakmak anlamına gelecektir. Bu şekilde yapılacak yorumların da, sömürgecilerin gerçek niyetini perdeleyici ve bilmeden destekçi olucu bir hal alacağı ortadadır. Erdoğan’ın bu tarz ahlak sınırını aşan ve savaş ortamını yaratan bir düzeyde saldırganlaşmasının altında, ne tek başına üslup sorunu vardır, ne de milliyetçi oylara göz dikme.

Erdoğan’a vaad edilip verilen yetki ve görevler, sadece Türkiye iktidarını elinde tutma ile sınırlı değil, Kürdistan ve Ortadoğu’nun geneliyle ilgili olduğu da anlaşılıyor. Bu anlamda Davos şovu da, bunun bir başlangıcıydı. Yoksa tüm Ortadoğu’ya pazarlanmaz ve medya kullanılarak liderlik havası yaratılmazdı. Bu anlamda Yeni Ortadoğu projesi de Gülen’li ve Erdoğan’lı olacağa benziyor. Kim bilir belki ikinci bir Vatikan, Ortadoğu’da inşa edilir ve başına da Fetullah Gülen getirilir.

İngiltere ve ABD, bunlar sömürgeci; istihbaratları da inanılmaz derecede işlemektedir. Her ekipleri anlık değerlendirme içerisinde büyük bir özveriyle çalışmalarını sürdürmekteler. Bunlar sömürgeci; kurmuş olduğu devletçiklerdeki istihbarat eleman ve ekipmanları 24 saat 3 vardiya olarak çalışmaktadırlar.

Kürt Özgürlük hareketinin stratejik olarak demokratik çözümü esas alması bu güçlere huzursuzluk vermekte, planlarını alt üst etmekte ve çılgına çevirmektedir. Dolayısıyla sistemin yöneldiği Kürd siyasetçi ve gerillalar, yani siyasi ve askeri operasyonların son hız devam ettirilmesi, tahrikin yanında çılgınlığın gelmiş olduğu son aşamadır.

Fetullah Gülen’in Pelsinvanya’dan ilettiği talimatlar doğrultusunda Türk-İslam çizgisiyle basın ahlak ve anlayışına komplo ve tezgahlarla yeni bir boyut katan Zaman ve güdümlü diğer medya kuruluşları da, asparagas, yalan ve menşei ABD ve sömürgeci kokan haberleriyle mevcut ortamı tahrik edici ve halkları birbirine kırdırmak isteyici haberlere imza atıp, gelişebilecek kaos ortamına planlı benzin taşımaktadırlar.

Erdoğan’ın en son, Sayın Öcalan’ı kastederek, "İmralı’dakinin işi bitmiştir" şeklinde sarf ettiği sözleri, "Kasımpaşa ağzı" gibi basit geçiştirmelerle açıklamak, yine işgalcilerin planlarını perdelemek ve bilmeden planlarına ortak olmak anlamına gelecektir. Erdoğan arkasına yer Tanrısı İngiltere’yi almasaydı, böylesine hakaret edemez ve ahmakça bir açıklamayı yapamazdı.

Dikkat edilirse, onca tutuklama ve gerilla şahadetlerine rağmen HPG, etkin ve aktif savunma pozisyonuna girmemiş, dahası misilleme eylemlerini gerektiği düzeyde sergileyememiş veya bilerek sergilememiştir. HPG’nin aktif savunmadaki bu yetersiz görünen tutum ve durumu ve BDP’nin etkin ve sonuç alıcı olmada pek yeterli olmayan sivil itaatsizlik eylemleri dahi, sömürgecileri adeta çılgına çevirmeye yetmiştir. Normal şartlarda gerillanın eylemsizlik pozisyonunda olması barışın tesisi için fırsat olarak değerlendirilmesi gerekirken, TC’nin aksi tutumu barış yerine savaşı dayatmakta ve sömürgeci istemin bu yönlü olduğu gözlemlenebilmektedir.

Sistemin bu çılgın halini anlamak ve buna göre bir yorum geliştirmek gerekirse; Gerillanın, TC’nin tüm tahrik edici yönelimlerine karşı, sert bir şekilde eylemlerini Türk metropollerine sıçratması ve isyan tarzında bir savaşı başlatması demek, AKP iktidarının sömürgeci planlarının başarılı bir şekilde sürdürülmesi demek olacaktı, tarzında bir yaklaşım, herhalde abartılı olmayacaktır. Sömürgeci işgalci güçlerin amaçladığı; Bizler siyasi ve askeri operasyonlar yapıp Kürt halkına yöneldikçe, gerillada bize yönelecek ve böylelikle savaş yeni bir boyut kazanacak ve biz istediğimiz şekilde PKK’ye yöneleceğiz.
Tamil kaplanlarına karşı gerçekleştirilen yönelimin HPG gerillalarına karşı olması her ne kadar da coğrafi şartlardan dolayı mümkün gibi görünmese de, karşıdaki bu güçlerin sömürgeci ve işgalci olduğunu unutmamak gerekir. Fetullahlı ve Erdoğan’lı tekçi zihniyetin her türlü tuzağına düşüp direniş yerine de isyanı başlatmak, bir NATO müdahalesine bile açık hale gelmeye yetecektir. Çünkü sömürgeci ve işgalci sistem Kürt halkını "Yabani ot" kendisini de "Kültürel Bitki" ilan ediyor. Nasıl çiftçiler ektikleri tohumların filizlenmesiyle aynı anda yeşeren "toprağın asıl sahibi otlara" karşı her türden zirai müdahale geliştiriyorlarsa TC sistemi de yüzyıldır bu tarz müdahalelerde bulunuyor ve bu mantıkla gidildiği sürece de toprağı toptan kimyasallayarak o alanı ekilemez yani yaşamsız kılıp mücadelesine devam edecektir. Bu temelde Kürdistan özgürlük hareketinin Sömürgeci zihniyetli Erdoğan iktidarının tahriklerine gelmemesi ancak diğer taraftan da Kürt halkının yaşam alanlarını her türden özgürleştirmesi için yerinde ve zamanında pratiğini geliştirip tepkisini koyabilmesi hayati onemdedir.

09.06.2011
mehmet_serhat_polatsoy@hotmail.com