KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, 2008 yılında başlayan
Oslo’da diyalog sürecine AKP’nin sahip çıkmadığını, diyalog kanallarını
Kürt tarafını oyalamak ve tasfiye zemini olarak gördüğünü söyledi.
‘’Biz
MİT’le değil, devletle görüşmeler yaptık’’ diyen Karayılan, diyalog
sürecinin sona ermesinde sürece hançer gibi sokulan KCK operasyonlarının
etkili olduğunu belirtti ve şöyle dedi: ‘’Diyalog sürecine ciddi ve
derin bir müdahale oldu. Bu savaşı esas alan bir anlayış. Esas olarak
buna yol açan AKP’nin zihniyetidir. Çünkü AKP diyalog sürecine sahip
çıkmadı.’’
Hakan Fidan’ı esas alan operasyonu ise Karayılan,
‘diyalog sürecini tümüyle kapatma ve bundan sonra kimsenin diyaloga
yeltenmemesi için gözdağı vermeye dönük de bir yönelim’ olarak
değerlendirdi.
Karayılan, basına yansıyan PKK lideri Abdullah Öcalan’a ait mektup ve diğer belgelerin MİT’in arşivinden alındığını söyledi.
KCK’ye
MİT’in sızdığı iddialarını ‘psikolojik savaş’ olarak değerlendiren
Karayılan, ‘’Türkiye’de KCK diye örgütlenmiş bir örgütsel sistem yoktur.
Ancak topluma açık, legal Kürt kurumlarına bazı MİT mensuplarını
sızdırmış olabilirler. Ama işte KCK’yi adeta MİT yönetiyor gibi
çıkarımlar elde etmek saçmalıktır. Biz kendimizi devletlerin
istihbaratlarına karşı korumasak bu kadar ayakta durabilir miyiz?’’ diye
konuştu.
KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:
DİYALOG KANALLARI TASFİYE ZEMİNİ OLARAK DEĞERLENDİRİLDİ
Kürt
sorunu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana çözülemeyen en
önemli sorunudur. Türkiye’de bu sorun çözüme kavuşmadan hiçbir şey yerli
yerine oturtulamaz. Hiç kuşku yok ki Kürt sorunu bir şiddet ve terör
sorunu değildir. Kürt sorunu bir toplumsal sorundur. Bu toplumsal
sorunun tek çözüm yöntemi mücadele olsa da nihayetinde diyalogdur. Fakat
Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve hükümetleri bugüne kadar bu sorunu
diyalog yöntemiyle çözme konusunda kesin, kararlı bir politika
oluşturamamışlardır. Buna rağmen zaman zaman diyalog yöntemleri de
geliştirilmiştir. Fakat ne yazık ki Türk devleti sürekli bir biçimde bu
diyalog kanallarını Kürt tarafını zayıflatmak, oyalamak ve tasfiye
etmede bir zemin olarak değerlendirmiştir.
Örneğin Şeyh Sait
döneminde Şeyh Sait’in diyalogları vardır. Hatta beraberinde hareket
ettiği grubuyla birlikte kendisi gelip devlete teslim olmadan önce
aldığı güvenceler vardır. Hiç kimseye eziyet edilmeyecek, kimse
öldürülmeyecek, halka zulüm yapılmayacak, yargılama ardından
özgürlüklerin vaat edilmesi durumları vardır ama sonuçta sadece teslim
alınmak için bu diyalogların devlet tarafından değerlendirildiği açığa
çıkmıştır. Yine Dersim direnişi sürecinde Seyit Rıza ile de devletin
çeşitli düzeylerde diyalogları vardır. Hatta diyalog kurmak amacıyla
Erzincan’a giderken tuzağa düşürülüp, yakalandığı bilinmektedir. Yani o
dönemlerde devlet diyalog kanalını sorun çözmek değil, sorunun bir
tarafını tasfiye etmek için kullanmıştır.
‘DEVLET İÇERİSİNDE DİYALOG İSTEYEN KİŞİ VE KURUMLAR VAR’
Aslında
günümüzde de aynı devlet mantığı ve anlayışı egemen olmakla birlikte
devlet kurumu içerisinde belli kesimlerin bu sorunu diyalogla çözme
çabaları da oluşmuştur. Yani devletin Kürt halkıyla, onun özgürlük
mücadelesiyle, diyalog zihniyeti değişmemekle birlikte devlet içinde bu
sorunun şiddetle çözülemeyeceği, eninde-sonunda diyalogla çözülmesi
gerektiği kanaatinde olan kesimler ve kurumlar da vardır. Biz hareket
olarak 1993 Mart’ında devletle ilk dolaylı kurulan değişik düzeydeki
ilişkilerle devlet katında demokratik çözüm zihniyetini oluşturmaya
dönük çaba sergiledik. Önderliğimizin bütün çabası devlette ve hükümette
demokratik çözüm zihniyetini oluşturmaya dönüktür. Biz demokratik çözüm
zihniyetini eksen alan bir diyalog arayışı içerisindeyken onlar ise
sürekli bizi farklı bir mecraya çekme, sorunun köklü çözümü değil de
zayıflatan bir pozisyonda tutma ve bu temelde kendi egemenlikçi
çizgisini dayatma konumunda bulunmuşlardır. Buna rağmen Önderliğimiz ve
hareketimiz ısrarlı bir biçimde diyalog arayışı içerisinde olmuştur. Bu
konuda en ufak bir olanağı bile önemseyerek, değerlendirmiştir. Biz bir
taraftan çok kapsamlı bir direniş ve mücadele içerisindeyken diğer
taraftan da bu sorunun kalıcı ve köklü çözümü için hep devletle sağlıklı
diyaloga dayalı bir çözüm anlayışının geliştirilmesine yönelik çaba
gösterdik.
‘MİT’LE DEĞİL DEVLETLE GÖRÜŞTÜK’
Bu anlamda
sürdürülen dolaylı ilişkilerin giderek İmralı’da doğrudan bir görüşme
ilişkisi düzeyine çıkması ve daha sonra da Oslo’da resmi görüşmelerin
yapılması sürecine yükselmesi, bizim tarafımızdan anlamlı görülmüş ve
değer biçilmiştir. Şimdi Türk basınında ve hatta bazı Kürt siyasetçileri
tarafından PKK-MİT görüşmeleri diye tanımlanmaktadır ama biz MİT’le
değil, devletle görüşmeler yaptık. Bizimle görüşme yapan heyet, hiçbir
zaman, “biz MİT’çiyiz, MİT olarak sizinle görüşmeye geldik”
dememişlerdir. TC devleti adına görüşme yapan heyetler olarak
tanımışızdır. O heyetin içinde kimin MİT mensubu, kimin başka kurumun
mensubu olduğunu biz bilemeyiz ama bizimle devletin bilgisi dâhilinde ve
devlet adına masaya oturan heyetlerle görüşmeler yaptık.
Bu
açıdan Oslo görüşmelerinin bütün ilkelerine büyük bir hassasiyetle özen
gösterdik, önem verdik. Görüşmelerin sağlıklı gelişmesi ve başarılı
olması için gizliliğe özellikle dikkat ettik. Yine diyalog sürecinin
başarısı için en makul çözüm önerileriyle tartışma üslubuyla yaklaşmayı
sürekli esas aldık. Diyalog sürecinin başarısı için üstümüze düşen tüm
gerekleri yerine getirdiğimizi rahatlıkla söyleyebilirim.
Ancak
hemen her dönemde devlet sistemi içerisinde diyaloga karşı olan,
savaştan yana olan ve savaştan rant sağlayan çeşitli kesimler de hep
olmuştur. Bu kesimlerin sürece müdahaleleri temelinde ‘93 yılındaki
diyalog süreci bilindiği gibi Turgut Özal’ın öldürülmesi suretiyle sona
erdirilmiştir. Turgut Özal’ın sorunun çözümünde ciddi davrandığını gören
Ergenekoncu devlet yapısının onu hedeflemesi -ki peşi sıra Eşref Bitlis
vb. birçok suikastın yapıldığını dikkate alarak düşünülürse- bunun bir
müdahale ve yönelim olduğu görülecektir. Bu temelde o diyalog süreci
tümden ortadan kaldırılıp, büyük bir imha, çatışma ve savaş dönemi ‘94
ve sonraki yıllar boyunca gündemleştirildi.
Fakat şimdi durum
daha farklıdır. Şimdi artık bir parti yani AKP iktidar olabilmiş ve
devlete tamamen hâkim olacak düzeye gelmiş durumdadır. Artık Ergenekon
vb. derin devlet olarak tanımlanabilecek güçlerin AKP kontrolü dışında
hareket etmesi güçleşmiştir. Şimdi iktidarlaşmış ve devlet haline gelmiş
bu yapının kendi içinde çekişme ve çatışma durumu sonucu bir takım
farklı cereyanlar gelişmektedir.
‘KCK OPERASYONLARI SÜRECE HANÇER GİBİ SOKULDU’
Dikkat
edelim, Oslo’da diyalog süreci 2008 yılında başladı. Hemen peşi sıra
2009’un Nisan ayında KCK operasyonları adı altında Kürt siyasetine karşı
bir yönelim başlatıldı. Biz daha baştan söyledik, “bu KCK operasyonları
diyalog sürecini dinamitleyen operasyonlardır” dedik. Gittikçe
operasyonların hız kazanması, diyalog sürecini sona erdirmede en temel
yönelim olmuştur. Yani eğer bugün diyalogların başarısızlığından
bahsedilecekse bunun en başat nedeni bu KCK operasyonlarının sürece bir
hançer gibi sokulmuş olmasıdır. Günümüzde diyalog sürecini durdurmakla
yetinmeyip, diyalogu geliştirenlerin de bu operasyonlar kapsamına
alınmış olması çok ilginçtir. Demek ki bu kesim yani diyalog sürecine
karşı olan bu kesim devlet ve hükümet içerisinde kendisine o kadar
güveniyor ve o kadar zemin bulmuş ki diyalogu geliştiren ekibi de
yargılamak istemektedir.
‘ULUSLARARASI BOYUTU DA VAR’
Bu,
diyalog sürecine ciddi ve derin bir müdahalenin olduğunu açıkça ortaya
koyuyor. Diyaloga karşı savaşı esas alan bir anlayışı ifade ediyor.
Bunun hem devlet sistemi içerisindeki kesimlerin çatışması boyutu var,
hem de uluslararası boyutu vardır. Bu gelişmeler uluslararası boyuttan
ayrı ele alınamaz. Dolayısıyla ulusal ve uluslararası boyutları bulunan
derin bir müdahaledir. Bu konuda Türkiye toplumunun bu gerçeği doğru
görmesi gerekmektedir. Kürt sorununun barışçıl yöntemlerle çözülmesine
karşı 2009 siyasi soykırım operasyonlarıyla birlikte bir süreç
başlatılmış ve bu süreç bugün artık bu diyalog kapısını tümüyle
kapatmaya ve topyekûn savaş sürecini tek çıkar yol olarak bırakmaya
evirilmiştir.
‘AKP DİYALOG SÜRECİNE SAHİP ÇIKMADI’
Ama
esas olarak buna yol açan ve zemin sunan zihniyet önemlidir. Zihniyet,
AKP’nin zihniyetidir. Çünkü AKP diyalog sürecine sahip çıkmadı. “Devlet
yapıyor” dedi. Bu devlet kimdir ve nerededir, belli değil. Birincisi bu.
İkincisi ise, AKP bu sorunun çözümüne samimi ve dürüst
yaklaşmamaktadır. Sorunu çözmek istediğini söylüyor ama gerekli hiçbir
yasal düzenlemeyi yapmıyor. Bir taraftan demokratik açılım adı altında
bir süreç başlatıldığını söylüyor, öbür taraftan Kürt siyasetine dönük
bir siyasi soykırım sürecini başlatıyor ya da onaylıyor. Yine askeri
operasyonlarla süreci zorluyor. Kürt sorununa dönük herhangi bir yasal
düzenleme yapmıyor, böylece sürdürülen diyalog sürecini illegal bir
vaziyette bırakıyor.
Mesela TRT 6 var. TRT 6’nın bir yasal zemini
var mıdır? Yoktur. Aslında bu İmralı ve Oslo görüşmelerine karşı tutum
alan ve bu görüşmelere katılan MİT mensupları hakkında soruşturma kararı
alanlar, TRT 6’ya kapatma, -sadece kapatılması değil, orada Kürtçe
konuşup, W, Q ve X harflerini kullanan kişilere karşı da- dava açabilir.
Eğer onlara karşı açmıyorsa, bu, TRT 6’nın bir özel savaş aracı olarak
kullanılması nedeniyledir. Kürtlere bizzat Kürtçe diliyle küfretmeye
dönük bir işlev gördüğü için şimdilik ses çıkartmamaktadırlar. Muhtemel
ki ileriki bir süreçte bu anlayış, ona karşı da dava açabilir. Neden?
Çünkü AKP samimi yaklaşmamakta, görüşmelere sahip çıkmamakta, yasal
zemin yaratmamakta, ha bire operasyonlarla özgür Kürt duruşunu
zayıflatmak ve teslim almak, yok etmek istemektedir. Çünkü zihniyet,
devletin eski, inkârcı ve egemenlikçi zihniyetidir. Zihniyet, tek parti
dönemindeki, Şeyh Sait ve Dersim direnişindeki zihniyetten çok farklı
değildir. Zihniyet, 1990’da egemen olan zihniyetten de farklı değildir.
Eğer farklı olsaydı, bazı yasal düzenlemelerle adım atılsaydı, bugün
kimse böyle bir dava açamazdı.
Bir kere Kürt sorunu bir siyasi ve
toplumsal sorundur. Türkiye Cumhuriyeti’nin yasaları ve hukuku bunu
inkâr eden bir temele dayanmaktadır. Diğer bir deyişle Türkiye’deki
hukuk sistemi, sömürgeci hukuk sistemidir. Sen Kürt sorununu yasal
düzeltmelerle ele almazsan, sürekli bu sömürgeci hukuk anlayışına hedef
olacaktır. Çünkü Türk devletinin mevcut hukuk ve adalet anlayışı Kürt
halkını ve Kürt halkının haklarını tanımayan bir hukuk anlayışına
sahiptir. Eğer bu sorunu çözmek istiyorsan sömürgeci hukuka havale
edemezsin. İşte AKP bunu yaptı. Bir taraftan “ben sorunu çözeceğim”
diyerek toplumu oyaladı, diğer taraftan da “yargı KCK davasını
yürütüyor” dedi. Şimdi sen geçmişte çözülemeyen siyasi bir sorunu
tümüyle inkârcı bir hukuk anlayışına havale edersen, olacak olan budur.
‘MİT OPERASYONUNDA HEDEF ERDOĞAN DEĞİL’
Kimi
kesimler, “bu savcıların eski ve yeni MİT müsteşarına ve diğer MİT
mensuplarına açmış olduğu dava, aslında Başbakan’a ve hükümete karşı da
bir tutumdur” biçiminde yorumluyorlar. Ama ben böyle olduğunu
sanmıyorum, eğer böyle bir yönelim dışarıdan olsaydı Başbakan
hedefleniyor olabilirdi fakat dışarıdan değil de sistem içinden olduğu
için daha çok MİT ve MİT müsteşarı hedeflenmektedir. Onların şahsında
diyalogdan yana olan kesimlere bir mesaj verilmek istenilmektedir. Bu
bir çeşit balans ayarı da olabilir ama buna yol açan ve bu sürecin
mimarı olan AKP’nin kendisidir. Diğer önemli bir husus da, bu müdahaleyi
yapanlarla Başbakan, esas itibarıyla aynı noktada durmaktadırlar. Çünkü
Başbakan da diyaloga son vererek savaşa karar vermiş bulunuyor.
Dolayısıyla duruş pozisyonları aynıdır. Sadece Başbakan’ın görev alanına
tekabül ettiği için görüntü farklı gibi gelebilir. Esas olarak Kürt
Özgürlük Hareketi’ni şiddetle tasfiye etme noktasında aynı şeyi
söylemektedirler. Eğer AKP, diyalogu bir zayıflatma taktiği olarak
kullanma değil de çözme anlayışına sahip olsaydı, Oslo süreci tıkanmaz,
başarıya ulaşır ve böyle bir durum da gelişmezdi. Eğer gerçekten bir
çözüm niyeti taşımış olsaydı, Oslo süreci tıkanmış olsa bile böyle bir
durum gelişmezdi.
Herkes biliyor ki, Kürt sorunu, Türkiye’nin
temel bir sorunudur. Bu sorunu çözmek üzere, Kürt Halk Önderi’yle
İmralı’da görüşme, yine Oslo’da hareketimizle görüşme kadar meşru bir
şey yoktur. Bu, sorunu kanla değil, diyalogla çözme arayışıdır. Peki, bu
nasıl oluyor da bir suç oluyor? Bu, AKP’nin siyasi anlayışı nedeniyle
suç haline getirilmiştir. Hem resmi devlet heyetini gönderiyor hem de
hiçbir yasal zeminini oluşturmuyor. Bu yanlış, eklektik tutumun ana
nedeni sorunu köklü çözme zihniyetine sahip olmamasıdır. Gelinen noktada
protokollerin reddedilmesiyle süreç tıkanınca bu sefer topyekûn savaşı
gündeme koydular. Peki, daha önceki görüşmeler ne oldu? AKP’nin 14
Temmuz’dan bu yana gündemleştirdiği topyekûn savaş stratejisinden
cesaret alan yargı kurumu ve arkasındaki güçler de bu hamleyi
yapmışlardır. Bunun zeminini yaratan ve bundan sorumlu olan anlayış, AKP
anlayışıdır. Önce görüşme süreci yürütülecek, buna hiçbir yasal zemin
oluşturulmayacak, sonradan dönülüp, topyekûn savaş stratejisine yönelim
olunca dış bağlantılar temelinde iç kavga ve hesaplar peşinde olan
değişik çevreler de böylece bir hamleyle bu süreci yargı gündemine
taşımış olmaktadırlar.
MEKTUPLARI NEREDEN ELE GEÇİRDİLER?
Çok
kesin olan şey şu ki, büyük bir pervasızlıkla sürdürülen ve her gün
onlarca suçsuz Kürdün tutuklanarak zindana atıldığı KCK adı altındaki
operasyonlar tamamen bir senaryodur ve bugün gelinen aşamada derin bir
müdahaleye dönüşmüş bulunmaktadır. Bunun uluslararası boyutları da
vardır.
Ben burada sorumluluk gereği birkaç hususu net bir
biçimde vurgulamak istiyorum: Polisin BDP Amed İl Binası’nda “ele
geçirdim” diye basına sızdırdığı Önderliğimizin el yazması olan
mektuplar ve diğer belgeler asla ve asla bizim tarafımızdan
çoğaltılmamış, Türkiye sınırları içerisine sokulmamıştır. Bu konuyla
ilgili olan tüm belgeler tek nüshadır ve bizzat bizim denetimimizdedir.
Kesinlikle ve kesinlikle polis, KCK operasyonlarında bu konuyla ilgili
hiçbir belge yakalamış değil, kendisi koymuştur. Bu konuda BDP Eşbaşkanı
Sayın Selahattin Demirtaş da açıklama yaptı. Eğer Başbakan ve AKP bu
konuda ciddi ise ve gerçekten bu görüşme ekibine dava açan bu kesime
karşı tutum almak istiyorsa önce şunu açığa çıkarmalıdırlar: Bu
mektupları nereden ele geçirdiler? Bunun açığa çıkması olayın perde
arkasını aydınlatır. Aslında Oslo görüşmelerini kim internete sızdırdı?
Kim deşifre etti? Kim deşifre ettiyse bu belgeleri de aynı çevreler
polisin dosyasına koymuştur. Bu, çok açıktır. Belli ki devlet içi bir
müdahale vardır. Bu belgeler devletin ya da MİT’in arşivinden
alınmıştır. Başka hiçbir mümkünatı yoktur. Tek bir ihtimal daha vardır,
uluslararası güçlerin de bu belgeleri elde etme olanağı olabilir; onu
yadsımıyorum ama buna pek ihtimal de vermiyorum. Esas büyük ihtimal, dış
bağlantıları olsa da, bizzat devlet sistemi içerisinde yer alan bir
kesimin bu belgeleri ele geçirmesi ve deşifre etmesidir.
Bu
kesimlerin kim olduğunu güçlü istihbarat teşkilatlarına sahip olanların
bilmesi gerekmektedir. Eğer kimin kendisinden belgeleri sızdırdığını
veya bu belgelerin polisin eline nasıl geçtiğini tespit edemeyecekseler o
zaman kendilerine neden devlet ve istihbarat teşkilatı diyorlar ki?
Fakat yanlış tespitlerle, farklı yere yüklemeyle sonuca gidilemez. Bu
konuda belirttiklerim kesin ve nettir; bizim tarafımızdan asla ne
internete ne de herhangi bir kuruma hiçbir belge verilmemiştir. Bunlar
tümüyle bizim dışımızda gelişen bir durumdur.
‘DİYALOG SÜRECİNİ TÜMÜYLE KAPATMAK İÇİN GÖZDAĞI’
Açıkça
görülüyor ki, iktidar ve devlet yapısı içerisinde dış dayanakları da
bulunan bir kesim böyle bir senaryoyu tezgâhlamış, sanki KCK
operasyonlarında belgeler ele geçirilmiş gibi gösterilerek bilinçli bir
yönelim sürecini planlamıştır. Bundaki amaçları belki iktidar içi bir
kavga-bazılarını hedefleme de olabilir ama esas olarak bununla da
diyalog sürecini tümüyle kapatma ve bundan sonra kimsenin diyaloga
yeltenmemesi için gözdağı vermeye dönük de bir yönelim olmuştur. Belli
ki bunu yapanlar barışı ve diyalogu istemeyen, savaşı tek yol haline
getirmek isteyen ve savaştan çıkarı olan kesimler olmaktadır.
Fakat
bunun kaynağının AKP zihniyetinin kendisi olduğunun görülmesi
gerekmektedir. AKP buna yol açmıştır. AKP’nin içerisindeki bir takım
eğilimlerin bundaki rolünü yadsımak, sorunu tümden görmemektir. Eğer
konunun netleştirilmesi isteniyorsa öncelikle sadece bir savcının işten
el çektirilmesi değil, bu belgelerin nereden ele geçirildiğini açığa
çıkarmak gerekmektedir. Kim, nasıl ele geçirdi? Bu tespit edilirse zaten
söz konusu müdahalenin bütün boyutlarıyla açığa çıkması da gerçekleşmiş
olacaktır.
Sonuç olarak; AKP’nin içinde yer alan, baştan beri
KCK operasyonlarıyla barış ve siyasi çözüm zeminini ortadan kaldırmaya
çalışan, çıkarını topyekûn savaşla sonuç almada gören bir kesimin baskın
gelmesiyle Oslo ve İmralı görüşme süreci deşifre edilerek ve bunu
sürdürenleri de yargılayarak sonuca gidilmek istenilmektedir. Bu, çok
tehlikeli, Türkiye’yi büyük bir savaş ortamına sürükleyen bir anlayış
durumundadır. Bu anlayışın özü, AKP’nin dayandığı Türk-İslam sentezinde
mayalanan ırkçı-milliyetçi bir anlayışı ve Turancılığı teşkil
etmektedir. Bunun sorumlusu, tarih ve toplum karşısında Kürt sorununu
devlet terörü ve şiddetle çözmeyi önüne koyan AKP’dir.
PSİKOLOJİK SAVAŞ
PKK
ve KCK, Kürdistan halkında büyük bir güven yaratan, hayatını ortaya
koyarak direnen, halkı için kendisini feda eden insanlar topluluğudur.
Bu fedai topluluğunun gerçekliğini göz ardı etmek, toplumda yarattığı
büyük güveni zedelemek amaçlı yalana dayalı çeşitli propagandalar
geliştirilmektedir. Bunlardan birisi de sanki saflara birçok MİT elemanı
sızmış, saflarda birçok kuşkulu insanın bulunduğu havasını yaratmaktır.
Çünkü eğer böyle bir hava yaratılırsa güvensizlik ortamı gelişir.
Güvensizliğin olduğu yerde de güçlü bir kuvvet oluşmaz. Bu nedenle Türk
devleti ve polisi, basın-yayın çevrelerini bu konuda büyük bir
manipülasyonla yönlendirmekte ve birer psikolojik savaş aracı haline
getirmiş bulunmaktadır. Bu yüzden sanki birçok insan sızdırılmış, hatta
yönetim düzeyine kadar bile gelmiş, bilmem eyleme girmiş oldukları
yansıtılarak özgürlük hareketinin imajı yıpratılmaya çalışılmaktadır.
‘TÜRKİYE’DE KCK OLARAK ÖRGÜTLENMİŞ BİR SİSTEM YOK’
Her
şeyden önce Türkiye’de KCK diye örgütlenmiş bir örgütsel sistem yoktur.
Yani topluma açık, legal Kürt kurumlarına birkaç MİT mensubu
sızdırılmış olabilir. Buna bir şey diyemem, bilmem de. Bu hiçbir şey
yazmaz, sıradan-basit bir durumdur. Legal kurumlardır, açıktır,
sızdırmış olabilirler. Birkaç kişi sızmışsa bunu böyle reklam haline
getirip sanki işte KCK’yi adeta MİT yönetiyor, MİT denetliyor gibi
çıkarımlar elde etmek saçmalıktır. Biz devletle boğaz boğaza
boğuşuyoruz; devletin en temel kurumu gelip bize bu kadar zemin mi
açacak? Biz kendimizi devletlerin istihbaratlarına karşı korumasak bu
kadar ayakta durabilir miyiz? Elbette devletlerin bize karşı çeşitli
istihbarat çalışmaları vardır. Biz bunlara karşı kendimizi savunmasak
ayakta kalabilir miydik?
Bunlar birer senaryodur. Nasıl ki KCK
operasyonu, tümüyle oluşturulmuş bir senaryoysa, aynı şekilde bir
senaryo oluşturulmuş, bilmem “MİT KCK içerisine ajan sızdırmış, sonra
yönlendirici düzeyine yükseltmiş, bilmem KCK operasyonlarında Amed il
binasında belge ele geçmiş, İstanbul’da ne ele geçmiş.” Bunların hepsi
senaryodur. Ortaya koysunlar, ispatlasınlar bakalım. Yani yalana dayalı
bir dava ve psikolojik propaganda savaşı yürütülmektedir.
‘LEGAL KURUMLARA SIZMALAR OLABİLİR’
Her
ne kadar MİT’in yönetimine dönük bir dava gibi gösteriliyor olsa da
esas olarak PKK’yi ve KCK’yi töhmet altında bırakmaya dönük yoğun bir
çaba sergilenmektedir. Bunların aslı astarı yoktur. Yani söz konusu
gerekçeler, davayı açanlar tarafından üretilmiş gerekçelerdir. Normal,
olağan bir şeyi illegalize ederek, olmayan bir şeyi oluyormuş gibi
göstererek bir dava yürütülüyor. Bu nedenle bu tür propagandalar doğru
değildir, onlar gerçeği yansıtmamaktadır. Belirttiğim gibi bazı sızmalar
olabilir, özellikle legal alanlarda bunun koşulları daha da fazla
vardır; fakat belirttikleri gerekçeler onlar değildir.
İşte
“Başbakan’ın özel görevlendirdiği görevliler hakkında Başbakan’ın özel
izni olmadan soruşturma açılamaz” gibi bir yasal düzenleme aslında
illegalize edilmiş olan, sanki suçmuş gibi gösterilen diyalog sürecini
illegalize olmaktan çıkarmak yerine, devlet kurumunu illegalize işlere
sevk edecek bir kanun düzenlemesi olmaktadır. Diğer bir deyişle,
illegalize işlere sevk etmeye yetki veren bir kanun düzenlemesi yapmak
istemektedir. Bu, yanlış bir yöntemdir. Bakınız bir kez daha söyleyeyim:
Kürt sorunu o kadar ciddi bir sorun ki, bu tür yaklaşımlarla çözüm
değil, çözümsüzlük derinleştirilmektedir.
‘CİDDİ BİR DURUŞA, SAMİMİ BİR İRADEYE İHTİYAÇ VAR’
Eğer
Başbakan’ın ve AKP’nin gerçekten bir ciddiyeti varsa ve Türkiye
toplumuna, Kürt halkına karşı samimi bir duruşu varsa, gerçekten
Türkiye’nin temel sorunu olan Kürt sorununu çözmek istiyorlarsa kamuoyu
karşısına çıkıp bu görüşmelerin illegal bir görüşme olmadığını açıkça
belirtmesi ve sahiplenmesi gerekiyor. Böyle kaçamak yasaları çıkararak
meşru bir süreci illegalize etmeyle sorunların çözülemeyeceği, açık
ortadadır. AKP’nin ve bir bütün olarak Türk devlet sisteminin Kürt
sorununu bu biçimde iç iktidar çatışmalarında kullanması ve sorunun
çözümüne yanaşmaması kadar çirkince bir tutum olamaz. Bu sorun, bu
ülkenin temel bir sorunudur. Daha ciddi bir duruşa ve daha samimi bir
siyasi iradeye ihtiyaç vardır. Bir halkın, bir toplumun sorununu çözmek
niye gizli tutulacak ki? Dolayısıyla seçilen yol doğru değildir. Bu
sorun bu tür yasalarla çözülemez, köktenci tutumlara ihtiyaç vardır.
Türkiye’nin devlet sistemi içerisinde, sorunu barışçıl yöntemlerle
çözmeye inanan bir avuç insan varsa, AKP’nin bu tür tutumlarıyla bu
insanlar da bağlanmakta ve aslında bastırılarak diyalogdan yana olan
kesimler tümden bastırılmak istenmektedir.
Bunun sorumlusu
AKP’dir. AKP Kürt sorununda diyaloga açık davranmayacaksa ve diyalogu bu
biçimde kapatacaksa, o zaman Kürt sorununu nasıl çözecek? Açık ki
başlattığı topyekûn savaşla işi sonuca götürmek istemektedir ama
topyekûn savaş ve devlet terörüyle 90 yıldan beri bu sorunu çözemeyen
Türk devleti, yeni dönemde de asla ve asla çözemeyecektir. AKP’nin bu
yaklaşımında savaş vardır, kan dökme vardır, kan dökerek sonuç alma
istemi vardır. Eğer böyle olmasaydı -şimdiye kadar eklektik yaklaştı
ama- gelinen bu noktadan sonra kamuoyu karşısına çıkıp “evet, biz bunu
geliştirdik, doğru gördük, bu meşrudur, yasadışı değildir, tarihten
kalma bir sorunumuzu çözmek istiyoruz, savcılar buna ehil değil”
diyebilirlerdi. Ve gerekirse bunun için öyle bir satırlık düzenleme
değil, daha kapsamlı bir yasal düzenlemeyle tutumunu
yasallaştırabilirdi. Ama geçmişteki İstiklal Mahkemeleri ve daha sonraki
DGM’ler yerine bugün de Özel Yetkili Mahkemelerle Kürt halkını bastırma
ve sindirme amacından vazgeçilmediği için bu tutum
geliştirilmemektedir, savaşta ısrar edilmektedir.
Deniz Kendal / Gülistan Tara