16 Şubat 2012 Perşembe

Fethullahçıların Kürt Düşmanlığı Yarışı

Mustafa Karasu
Kürt Özgürlük Hareketi devlet politikalarına karşı direndiği müddetçe devlet içinde çatışmalar da ortaya çıkmaktadır. En son Fethullahçıların MİT’i ele geçirecek bir hamle yapmaları da Kürt Özgürlük Hareketi’nin direnişi sonucudur. Eğer Kürt Özgürlük Hareketi’nin direnişi olmasaydı. Fethullahçıların böyle bir hamlesi gerçekleşmezdi. Bir yönüyle bu hamle Fethullah Gülen’in ‘Kürt Özgürlük Hareketi’nin kökünü neden kurutmuyorsunuz’ düşüncesinin dışavurumu gibidir.

Savcıların MİT sorumlularını ifadeye çağırmasını müzakere isteyenler ile istemeyenler arasındaki mücadele olarak yansıtanlar oldu. Kuşkusuz Fethullahçılar daha sert bir mücadele yürütülmesini istiyorlar. Kürt sorununda PKK’nin hiç dikkate alınmaması, tamamen tasfiye edilmesine odaklanılmasını istiyorlar. PKK’ye karşı özel bir düşmanlık besliyorlar. Fethullah Gülen’in ‘Kök kazıyın’ demesi de bunun somut ifadesidir.  Ancak bu durum AKP’nin Fethullahçılardan çok farklı politikası olduğunu göstermez. AKP de Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmek istiyor. Yine Kürtlerin talepleri karşısındaki tutumu farklı değildir. Her ikisi de Kürtleri bir toplum olarak tanımadığı gibi kendi kendini yönetmesini de kabul etmiyor. Demokratik Özerklik’in şiddetle reddedilmesi bunun açık kanıtıdır.

AKP Hükümetinin politikaları açıktır. Kürt sorununda bir çözüm politikası olmadığı için tasfiye politikası izliyor. Bundan başka bir seçeneği de yoktur. Siyasi yöntem mi, güvenlikçi yöntem mi seçenekleri öyle kendi başına ele alınamaz. Kürt sorununda çözüm politikası olmayanlar, siyasi yöntemler izleyemezler. AKP Hükümetinin bir çözüm politikası olmadığı dikkate alındığında ortaya çıkan son krizi müzakere isteyenlerle istemeyenler arasındaki bir çatışma olarak görmek doğru değildir.

Fethullahçılar, Oslo görüşmelerini ve bu süreci kendi hedefleri konusunda bir araç olarak kullanmak istemektedir. MİT’i ele geçirme sürecinde Oslo görüşmeleri ve bu süreçteki hükümetin taktik yumuşamalarını bu mücadelede sonuç alacakları psikolojik ortamı yaratmak için kullanmak istiyorlar.

Fethullahçılar uzun süreden beri devletin hassas noktalarına sızmaya çalışıyorlar. Hükümet olmasalar da devletin önemli kurumlarını ele geçirmek istiyorlar. Bu konuda önemli başarılar da elde etmişlerdir. Yargıda önemli köşe başlarını tutmuşlardır. Polis içinde önemli oranda hâkimiyet kurmuşlardır. Valiler ve kaymakamlar başta olmak üzere idarede etkili olmuşlardır. Basında önemli imkânlara kavuşmuşlardır. Öyle ki TRT’nin önemli noktalarına yerleşmişlerdir. AKP içinde birçok milletvekilleri bulunmaktadır. Devletin önemli noktalarında etkili olmuşlardır. Anlaşılıyor ki, MİT içine istedikleri gibi sızamamışlardır. Erdoğan Fethullahçıların kendisini tümden kuşatmaması için buna izin vermemiştir. Fethullahçılar da MİT’i ele geçirmeden ellerindeki imkânları güvencede görmedikleri için böyle bir hamle yapmışlardır.

Fethullahçılar ayrı bir istihbarat örgütü kurmuşlardır. Polis istihbaratını da ele geçirmişlerdir. Bu nedenle kendilerini MİT’i de ele geçirip yönetecek güçte görmektedirler. Bu nedenle bu hamleyi AKP ile Fethullahçılar arasındaki mücadelenin bir aşaması olarak görmek gerekir. Bu çekişmeye siyasal İslamcı Yeşil Türkçü faşist blok içinde kim devletin derinliklerine sahip olacak mücadelesi olarak bakmak doğrudur. Fethullahçılar derin devleti kontrol etme hakkını kendilerinde görüyorlar.

AKP iktidarı bir İslamcı bloktur. Türk-İslam sentezini esas alan bir bloka dayanmaktadır. Bu blok içinde Fethullahçılar en örgütlü ve en etkin gruptur. Belki toplumsal tabanları AKP’nin toplumsal tabanının beşte biri bile değildir. Ancak örgütlü oldukları için etkinlikleri fazladır. Hatta hükümetin iç ve dış politikalarını yönlendirmek istiyorlar.

Bu siyasal blok on yıl içinde devletleştikçe beyaz Türkçü faşizmin yerini aldılar. Şimdi bu iktidar bloğu yeşil Türkçü faşizmi temsil ediyor. Türkiye’nin tüm kurumlarını önceleri beyaz Türkçü faşizm şekillendirmişti, şimdi ise Yeşil Türkçü faşizm şekillendirmek istiyor. Devletin bu şekillenişinde yeni bir derin devlet oluşuyor. Şu andaki çekişme ‘Bu derin devleti kim kontrol edecek’ çekişmesidir. Son kriz ortaya koydu ki, Fethullahçıların bu derin devleti kontrol etmesine AKP içinden itirazlar yapılmaktadır. Bu itiraz, AKP yandaşı basın ile Fethullahçıların hâkim olduğu basının olayı değerlendirmedeki farkında çok net görülmektedir.

Her eski devlet düzeninin yıkıldığı ve yerine yenisinin şekillendirildiği süreçte, iktidar mücadelesinin şiddetlendiği bilinir. Kuşkusuz eski devletin hâkimleri bir blok tarafından aşılır. Bu da evrensel bir doğrudur. Eski devleti aşanlar sonradan kendi aralarında iktidar mücadelesi verirler. Şimdi bu durum yaşanmaktadır. Eğer bu çatışma çok şiddetli bir hale gelmemişse, bunun nedeni yeni iktidar bloklarının halen devleti tam kendi istedikleri doğrultuda şekillendiremedikleri içindir. Eğer yeni devletin artık tümüyle kendi kontrollerinde şekillendirildiğine inanırlarsa, bu çatışmanın daha da şiddetlenmesi beklenir. Mevcut durumda bu çatışmanın bir uzlaşma ile sonuçlandırılıp gündemden düşürülmesini beklemek gerekir. Ancak alttan alta bu mücadele sürecektir. Özellikle Fethullahçılar bu konuda ısrarcı olacaklardır. Çünkü daha ideolojik ve daha gözü kara bir tarza sahiptirler.

Bu blok halen devlete tümden hâkim olmadığını düşünüyorsa, bunun nedeni Kürt Özgürlük Hareketi’nin tasfiye edilememesidir. Onlar beyaz Türkçü faşizm yerine, yeşil Türkçü faşist otoriter bir devlet şekillendirmek istemektedir. Kürt sorununda çözüm politikası olmayanlar, devleti kuramsal faşist biçimde şekillendirmek zorundadırlar. Kürt Özgürlük Hareketi ise devletin Kürt sorununa bir çözüm bulmasını ve demokrasiye duyarlı olmasını dayatıyor. Kürt sorunu çözüldüğünde Türkiye herhangi bir ideolojik ve siyasi gücün hâkimiyetinde bir ülke olmaktan çıkacaktır. Her siyasi güç, sistem içinde halktan aldığı destek düzeyinde bir güç olacaktır. Ama sistem tümüyle benim istediğim gibi olsun diyemeyecektir. Nispi demokratik bir ortam olacaktır. AKP ve Fethullahçılar ise herhangi bir siyasi güç olmak istediklerinden Kürt Özgürlük Hareketi’nin Türkiye’yi demokratikleştirme mücadelesini bastırmak istiyorlar. 1930’ların CHP’si gibi sistemin kendi ideolojik ve siyasi çizgilerinde olmasını dayatıyorlar.

Demokratik bir ülkede böyle bir iddiada bulunmaları mümkün olmayacağından, Kürt Özgürlük Hareketi’ni bu hedeflerine ulaşmada engel görüyorlar. Bu nedenle PKK’yi tasfiye etme konusunda AKP ve Fethullahçılar arasında bir fark yoktur. Bu konuda ortak davranmaktadırlar. Belki Fethullahçılar daha ideolojik, daha dogmatik olduğundan ve her alanda tam hâkimiyet kurmak istediklerinden PKK’ye düşmanlıkları daha fazladır. PKK’yi sadece Türkiye’de değil, her alanda kendi gelişmesi önünde engel görmektedirler.

Fethullahçılar Kürdistan’da her alanda örgütlenmektedir. ‘Kürdistan’da devleti en iyi ben temsil eder, devletin toplum üzerinde etkisini en iyi ben sağlarım’ diyor. Bu konuda AKP Hükümeti ve devlet kurumları da Fethullahçılara bu imkânları tanımaktadır. Bu yönlü Kürdistan’da ideolojik mücadele ve toplumu etkileme esas olarak Fethullahçılara bırakılmıştır. Fethullahçıların AKP Hükümeti tarafından destek ve himaye görmesinin esas nedeni de budur.

AKP devlete ve topluma ‘Kürt Özgürlük Hareketi’ni en iyi ben tasfiye ederim’ diyerek iktidar olurken, Fethullahçılar da ‘Devlet ve AKP etkinliğini Kürdistan’da en iyi ben sağlarım’ diyerek kendisini her alanda güç yapmaya yönelmiştir. AKP Kürt karşıtlığı üzerinden iktidarını sürdürürken, Fethullahçılar da iktidar bloğu içinde ‘PKK’ye karşı en iyi ben mücadele ederim’ diyerek kendini güç yapmaktadır.  Kuşkusuz politika daha pragmatiktir. Politika amacına ulaşmak için birçok yol ve yöntemi dener. Bu açıdan AKP’nin farklı yol ve yöntemler denemesi onun anlayış konusunda çok farklı olduğunu göstermez. Kürt sorununun çözümü konusunda bir politikası ve projesi olmayanların zaman zaman yumuşak bir politik dil kullanması kimseyi aldatmamalıdır. AKP’de bir gün Bülent Arınç bir şey söylüyor, Atalay farklı söylüyor, Başbakan farklı söylüyor. Ama iş somuta ve pratiğe gelince hiçbir şey değişmiyor. Bu nedenle söylemler değil, pratiğe ve yapılanlara bakarak bir yargıya varmak en doğrusudur.

Mustafa Karasu

Karayılan: Biz MİT’le Değil, Devletle Görüşmeler Yaptık

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, 2008 yılında başlayan Oslo’da diyalog sürecine AKP’nin sahip çıkmadığını, diyalog kanallarını Kürt tarafını oyalamak ve tasfiye zemini olarak gördüğünü söyledi.

‘’Biz MİT’le değil, devletle görüşmeler yaptık’’ diyen Karayılan, diyalog sürecinin sona ermesinde sürece hançer gibi sokulan KCK operasyonlarının etkili olduğunu belirtti ve şöyle dedi: ‘’Diyalog sürecine ciddi ve derin bir müdahale oldu. Bu savaşı esas alan bir anlayış. Esas olarak buna yol açan AKP’nin zihniyetidir. Çünkü AKP diyalog sürecine sahip çıkmadı.’’

Hakan Fidan’ı esas alan operasyonu ise Karayılan, ‘diyalog sürecini tümüyle kapatma ve bundan sonra kimsenin diyaloga yeltenmemesi için gözdağı vermeye dönük de bir yönelim’ olarak değerlendirdi.

Karayılan, basına yansıyan PKK lideri Abdullah Öcalan’a ait mektup ve diğer belgelerin MİT’in arşivinden alındığını söyledi.

KCK’ye MİT’in sızdığı iddialarını ‘psikolojik savaş’ olarak değerlendiren Karayılan, ‘’Türkiye’de KCK diye örgütlenmiş bir örgütsel sistem yoktur. Ancak topluma açık, legal Kürt kurumlarına bazı MİT mensuplarını sızdırmış olabilirler. Ama işte KCK’yi adeta MİT yönetiyor gibi çıkarımlar elde etmek saçmalıktır. Biz kendimizi devletlerin istihbaratlarına karşı korumasak bu kadar ayakta durabilir miyiz?’’ diye konuştu.

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:

DİYALOG KANALLARI TASFİYE ZEMİNİ OLARAK DEĞERLENDİRİLDİ

Kürt sorunu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana çözülemeyen en önemli sorunudur. Türkiye’de bu sorun çözüme kavuşmadan hiçbir şey yerli yerine oturtulamaz. Hiç kuşku yok ki Kürt sorunu bir şiddet ve terör sorunu değildir. Kürt sorunu bir toplumsal sorundur. Bu toplumsal sorunun tek çözüm yöntemi mücadele olsa da nihayetinde diyalogdur. Fakat Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve hükümetleri bugüne kadar bu sorunu diyalog yöntemiyle çözme konusunda kesin, kararlı bir politika oluşturamamışlardır. Buna rağmen zaman zaman diyalog yöntemleri de geliştirilmiştir. Fakat ne yazık ki Türk devleti sürekli bir biçimde bu diyalog kanallarını Kürt tarafını zayıflatmak, oyalamak ve tasfiye etmede bir zemin olarak değerlendirmiştir.

Örneğin Şeyh Sait döneminde Şeyh Sait’in diyalogları vardır. Hatta beraberinde hareket ettiği grubuyla birlikte kendisi gelip devlete teslim olmadan önce aldığı güvenceler vardır. Hiç kimseye eziyet edilmeyecek, kimse öldürülmeyecek, halka zulüm yapılmayacak, yargılama ardından özgürlüklerin vaat edilmesi durumları vardır ama sonuçta sadece teslim alınmak için bu diyalogların devlet tarafından değerlendirildiği açığa çıkmıştır. Yine Dersim direnişi sürecinde Seyit Rıza ile de devletin çeşitli düzeylerde diyalogları vardır. Hatta diyalog kurmak amacıyla Erzincan’a giderken tuzağa düşürülüp, yakalandığı bilinmektedir. Yani o dönemlerde devlet diyalog kanalını sorun çözmek değil, sorunun bir tarafını tasfiye etmek için kullanmıştır.

‘DEVLET İÇERİSİNDE DİYALOG İSTEYEN KİŞİ VE KURUMLAR VAR’

Aslında günümüzde de aynı devlet mantığı ve anlayışı egemen olmakla birlikte devlet kurumu içerisinde belli kesimlerin bu sorunu diyalogla çözme çabaları da oluşmuştur. Yani devletin Kürt halkıyla, onun özgürlük mücadelesiyle, diyalog zihniyeti değişmemekle birlikte devlet içinde bu sorunun şiddetle çözülemeyeceği, eninde-sonunda diyalogla çözülmesi gerektiği kanaatinde olan kesimler ve kurumlar da vardır. Biz hareket olarak 1993 Mart’ında devletle ilk dolaylı kurulan değişik düzeydeki ilişkilerle devlet katında demokratik çözüm zihniyetini oluşturmaya dönük çaba sergiledik. Önderliğimizin bütün çabası devlette ve hükümette demokratik çözüm zihniyetini oluşturmaya dönüktür. Biz demokratik çözüm zihniyetini eksen alan bir diyalog arayışı içerisindeyken onlar ise sürekli bizi farklı bir mecraya çekme, sorunun köklü çözümü değil de zayıflatan bir pozisyonda tutma ve bu temelde kendi egemenlikçi çizgisini dayatma konumunda bulunmuşlardır. Buna rağmen Önderliğimiz ve hareketimiz ısrarlı bir biçimde diyalog arayışı içerisinde olmuştur. Bu konuda en ufak bir olanağı bile önemseyerek, değerlendirmiştir. Biz bir taraftan çok kapsamlı bir direniş ve mücadele içerisindeyken diğer taraftan da bu sorunun kalıcı ve köklü çözümü için hep devletle sağlıklı diyaloga dayalı bir çözüm anlayışının geliştirilmesine yönelik çaba gösterdik.

‘MİT’LE DEĞİL DEVLETLE GÖRÜŞTÜK’

Bu anlamda sürdürülen dolaylı ilişkilerin giderek İmralı’da doğrudan bir görüşme ilişkisi düzeyine çıkması ve daha sonra da Oslo’da resmi görüşmelerin yapılması sürecine yükselmesi, bizim tarafımızdan anlamlı görülmüş ve değer biçilmiştir. Şimdi Türk basınında ve hatta bazı Kürt siyasetçileri tarafından PKK-MİT görüşmeleri diye tanımlanmaktadır ama biz MİT’le değil, devletle görüşmeler yaptık. Bizimle görüşme yapan heyet, hiçbir zaman, “biz MİT’çiyiz, MİT olarak sizinle görüşmeye geldik” dememişlerdir. TC devleti adına görüşme yapan heyetler olarak tanımışızdır. O heyetin içinde kimin MİT mensubu, kimin başka kurumun mensubu olduğunu biz bilemeyiz ama bizimle devletin bilgisi dâhilinde ve devlet adına masaya oturan heyetlerle görüşmeler yaptık.

Bu açıdan Oslo görüşmelerinin bütün ilkelerine büyük bir hassasiyetle özen gösterdik, önem verdik. Görüşmelerin sağlıklı gelişmesi ve başarılı olması için gizliliğe özellikle dikkat ettik. Yine diyalog sürecinin başarısı için en makul çözüm önerileriyle tartışma üslubuyla yaklaşmayı sürekli esas aldık. Diyalog sürecinin başarısı için üstümüze düşen tüm gerekleri yerine getirdiğimizi rahatlıkla söyleyebilirim.

Ancak hemen her dönemde devlet sistemi içerisinde diyaloga karşı olan, savaştan yana olan ve savaştan rant sağlayan çeşitli kesimler de hep olmuştur. Bu kesimlerin sürece müdahaleleri temelinde ‘93 yılındaki diyalog süreci bilindiği gibi Turgut Özal’ın öldürülmesi suretiyle sona erdirilmiştir. Turgut Özal’ın sorunun çözümünde ciddi davrandığını gören Ergenekoncu devlet yapısının onu hedeflemesi -ki peşi sıra Eşref Bitlis vb. birçok suikastın yapıldığını dikkate alarak düşünülürse- bunun bir müdahale ve yönelim olduğu görülecektir. Bu temelde o diyalog süreci tümden ortadan kaldırılıp, büyük bir imha, çatışma ve savaş dönemi ‘94 ve sonraki yıllar boyunca gündemleştirildi.

Fakat şimdi durum daha farklıdır. Şimdi artık bir parti yani AKP iktidar olabilmiş ve devlete tamamen hâkim olacak düzeye gelmiş durumdadır. Artık Ergenekon vb. derin devlet olarak tanımlanabilecek güçlerin AKP kontrolü dışında hareket etmesi güçleşmiştir. Şimdi iktidarlaşmış ve devlet haline gelmiş bu yapının kendi içinde çekişme ve çatışma durumu sonucu bir takım farklı cereyanlar gelişmektedir.

‘KCK OPERASYONLARI SÜRECE HANÇER GİBİ SOKULDU’

Dikkat edelim, Oslo’da diyalog süreci 2008 yılında başladı. Hemen peşi sıra 2009’un Nisan ayında KCK operasyonları adı altında Kürt siyasetine karşı bir yönelim başlatıldı. Biz daha baştan söyledik, “bu KCK operasyonları diyalog sürecini dinamitleyen operasyonlardır” dedik. Gittikçe operasyonların hız kazanması, diyalog sürecini sona erdirmede en temel yönelim olmuştur. Yani eğer bugün diyalogların başarısızlığından bahsedilecekse bunun en başat nedeni bu KCK operasyonlarının sürece bir hançer gibi sokulmuş olmasıdır. Günümüzde diyalog sürecini durdurmakla yetinmeyip, diyalogu geliştirenlerin de bu operasyonlar kapsamına alınmış olması çok ilginçtir. Demek ki bu kesim yani diyalog sürecine karşı olan bu kesim devlet ve hükümet içerisinde kendisine o kadar güveniyor ve o kadar zemin bulmuş ki diyalogu geliştiren ekibi de yargılamak istemektedir.

‘ULUSLARARASI BOYUTU DA VAR’

Bu, diyalog sürecine ciddi ve derin bir müdahalenin olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Diyaloga karşı savaşı esas alan bir anlayışı ifade ediyor. Bunun hem devlet sistemi içerisindeki kesimlerin çatışması boyutu var, hem de uluslararası boyutu vardır. Bu gelişmeler uluslararası boyuttan ayrı ele alınamaz. Dolayısıyla ulusal ve uluslararası boyutları bulunan derin bir müdahaledir. Bu konuda Türkiye toplumunun bu gerçeği doğru görmesi gerekmektedir. Kürt sorununun barışçıl yöntemlerle çözülmesine karşı 2009 siyasi soykırım operasyonlarıyla birlikte bir süreç başlatılmış ve bu süreç bugün artık bu diyalog kapısını tümüyle kapatmaya ve topyekûn savaş sürecini tek çıkar yol olarak bırakmaya evirilmiştir.

‘AKP DİYALOG SÜRECİNE SAHİP ÇIKMADI’

Ama esas olarak buna yol açan ve zemin sunan zihniyet önemlidir. Zihniyet, AKP’nin zihniyetidir. Çünkü AKP diyalog sürecine sahip çıkmadı. “Devlet yapıyor” dedi. Bu devlet kimdir ve nerededir, belli değil. Birincisi bu. İkincisi ise, AKP bu sorunun çözümüne samimi ve dürüst yaklaşmamaktadır. Sorunu çözmek istediğini söylüyor ama gerekli hiçbir yasal düzenlemeyi yapmıyor. Bir taraftan demokratik açılım adı altında bir süreç başlatıldığını söylüyor, öbür taraftan Kürt siyasetine dönük bir siyasi soykırım sürecini başlatıyor ya da onaylıyor. Yine askeri operasyonlarla süreci zorluyor. Kürt sorununa dönük herhangi bir yasal düzenleme yapmıyor, böylece sürdürülen diyalog sürecini illegal bir vaziyette bırakıyor.

Mesela TRT 6 var. TRT 6’nın bir yasal zemini var mıdır? Yoktur. Aslında bu İmralı ve Oslo görüşmelerine karşı tutum alan ve bu görüşmelere katılan MİT mensupları hakkında soruşturma kararı alanlar, TRT 6’ya kapatma, -sadece kapatılması değil, orada Kürtçe konuşup, W, Q ve X harflerini kullanan kişilere karşı da- dava açabilir. Eğer onlara karşı açmıyorsa, bu, TRT 6’nın bir özel savaş aracı olarak kullanılması nedeniyledir. Kürtlere bizzat Kürtçe diliyle küfretmeye dönük bir işlev gördüğü için şimdilik ses çıkartmamaktadırlar. Muhtemel ki ileriki bir süreçte bu anlayış, ona karşı da dava açabilir. Neden? Çünkü AKP samimi yaklaşmamakta, görüşmelere sahip çıkmamakta, yasal zemin yaratmamakta, ha bire operasyonlarla özgür Kürt duruşunu zayıflatmak ve teslim almak, yok etmek istemektedir. Çünkü zihniyet, devletin eski, inkârcı ve egemenlikçi zihniyetidir. Zihniyet, tek parti dönemindeki, Şeyh Sait ve Dersim direnişindeki zihniyetten çok farklı değildir. Zihniyet, 1990’da egemen olan zihniyetten de farklı değildir. Eğer farklı olsaydı, bazı yasal düzenlemelerle adım atılsaydı, bugün kimse böyle bir dava açamazdı.

Bir kere Kürt sorunu bir siyasi ve toplumsal sorundur. Türkiye Cumhuriyeti’nin yasaları ve hukuku bunu inkâr eden bir temele dayanmaktadır. Diğer bir deyişle Türkiye’deki hukuk sistemi, sömürgeci hukuk sistemidir. Sen Kürt sorununu yasal düzeltmelerle ele almazsan, sürekli bu sömürgeci hukuk anlayışına hedef olacaktır. Çünkü Türk devletinin mevcut hukuk ve adalet anlayışı Kürt halkını ve Kürt halkının haklarını tanımayan bir hukuk anlayışına sahiptir. Eğer bu sorunu çözmek istiyorsan sömürgeci hukuka havale edemezsin. İşte AKP bunu yaptı. Bir taraftan “ben sorunu çözeceğim” diyerek toplumu oyaladı, diğer taraftan da “yargı KCK davasını yürütüyor” dedi. Şimdi sen geçmişte çözülemeyen siyasi bir sorunu tümüyle inkârcı bir hukuk anlayışına havale edersen, olacak olan budur.

‘MİT OPERASYONUNDA HEDEF ERDOĞAN DEĞİL’

Kimi kesimler, “bu savcıların eski ve yeni MİT müsteşarına ve diğer MİT mensuplarına açmış olduğu dava, aslında Başbakan’a ve hükümete karşı da bir tutumdur” biçiminde yorumluyorlar. Ama ben böyle olduğunu sanmıyorum, eğer böyle bir yönelim dışarıdan olsaydı Başbakan hedefleniyor olabilirdi fakat dışarıdan değil de sistem içinden olduğu için daha çok MİT ve MİT müsteşarı hedeflenmektedir. Onların şahsında diyalogdan yana olan kesimlere bir mesaj verilmek istenilmektedir. Bu bir çeşit balans ayarı da olabilir ama buna yol açan ve bu sürecin mimarı olan AKP’nin kendisidir. Diğer önemli bir husus da, bu müdahaleyi yapanlarla Başbakan, esas itibarıyla aynı noktada durmaktadırlar. Çünkü Başbakan da diyaloga son vererek savaşa karar vermiş bulunuyor. Dolayısıyla duruş pozisyonları aynıdır. Sadece Başbakan’ın görev alanına tekabül ettiği için görüntü farklı gibi gelebilir. Esas olarak Kürt Özgürlük Hareketi’ni şiddetle tasfiye etme noktasında aynı şeyi söylemektedirler. Eğer AKP, diyalogu bir zayıflatma taktiği olarak kullanma değil de çözme anlayışına sahip olsaydı, Oslo süreci tıkanmaz, başarıya ulaşır ve böyle bir durum da gelişmezdi. Eğer gerçekten bir çözüm niyeti taşımış olsaydı, Oslo süreci tıkanmış olsa bile böyle bir durum gelişmezdi.

Herkes biliyor ki, Kürt sorunu, Türkiye’nin temel bir sorunudur. Bu sorunu çözmek üzere, Kürt Halk Önderi’yle İmralı’da görüşme, yine Oslo’da hareketimizle görüşme kadar meşru bir şey yoktur. Bu, sorunu kanla değil, diyalogla çözme arayışıdır. Peki, bu nasıl oluyor da bir suç oluyor? Bu, AKP’nin siyasi anlayışı nedeniyle suç haline getirilmiştir. Hem resmi devlet heyetini gönderiyor hem de hiçbir yasal zeminini oluşturmuyor. Bu yanlış, eklektik tutumun ana nedeni sorunu köklü çözme zihniyetine sahip olmamasıdır. Gelinen noktada protokollerin reddedilmesiyle süreç tıkanınca bu sefer topyekûn savaşı gündeme koydular. Peki, daha önceki görüşmeler ne oldu? AKP’nin 14 Temmuz’dan bu yana gündemleştirdiği topyekûn savaş stratejisinden cesaret alan yargı kurumu ve arkasındaki güçler de bu hamleyi yapmışlardır. Bunun zeminini yaratan ve bundan sorumlu olan anlayış, AKP anlayışıdır. Önce görüşme süreci yürütülecek, buna hiçbir yasal zemin oluşturulmayacak, sonradan dönülüp, topyekûn savaş stratejisine yönelim olunca dış bağlantılar temelinde iç kavga ve hesaplar peşinde olan değişik çevreler de böylece bir hamleyle bu süreci yargı gündemine taşımış olmaktadırlar.

MEKTUPLARI NEREDEN ELE GEÇİRDİLER?

Çok kesin olan şey şu ki, büyük bir pervasızlıkla sürdürülen ve her gün onlarca suçsuz Kürdün tutuklanarak zindana atıldığı KCK adı altındaki operasyonlar tamamen bir senaryodur ve bugün gelinen aşamada derin bir müdahaleye dönüşmüş bulunmaktadır. Bunun uluslararası boyutları da vardır.

Ben burada sorumluluk gereği birkaç hususu net bir biçimde vurgulamak istiyorum: Polisin BDP Amed İl Binası’nda “ele geçirdim” diye basına sızdırdığı Önderliğimizin el yazması olan mektuplar ve diğer belgeler asla ve asla bizim tarafımızdan çoğaltılmamış, Türkiye sınırları içerisine sokulmamıştır. Bu konuyla ilgili olan tüm belgeler tek nüshadır ve bizzat bizim denetimimizdedir. Kesinlikle ve kesinlikle polis, KCK operasyonlarında bu konuyla ilgili hiçbir belge yakalamış değil, kendisi koymuştur. Bu konuda BDP Eşbaşkanı Sayın Selahattin Demirtaş da açıklama yaptı. Eğer Başbakan ve AKP bu konuda ciddi ise ve gerçekten bu görüşme ekibine dava açan bu kesime karşı tutum almak istiyorsa önce şunu açığa çıkarmalıdırlar: Bu mektupları nereden ele geçirdiler? Bunun açığa çıkması olayın perde arkasını aydınlatır. Aslında Oslo görüşmelerini kim internete sızdırdı? Kim deşifre etti? Kim deşifre ettiyse bu belgeleri de aynı çevreler polisin dosyasına koymuştur. Bu, çok açıktır. Belli ki devlet içi bir müdahale vardır. Bu belgeler devletin ya da MİT’in arşivinden alınmıştır. Başka hiçbir mümkünatı yoktur. Tek bir ihtimal daha vardır, uluslararası güçlerin de bu belgeleri elde etme olanağı olabilir; onu yadsımıyorum ama buna pek ihtimal de vermiyorum. Esas büyük ihtimal, dış bağlantıları olsa da, bizzat devlet sistemi içerisinde yer alan bir kesimin bu belgeleri ele geçirmesi ve deşifre etmesidir.

Bu kesimlerin kim olduğunu güçlü istihbarat teşkilatlarına sahip olanların bilmesi gerekmektedir. Eğer kimin kendisinden belgeleri sızdırdığını veya bu belgelerin polisin eline nasıl geçtiğini tespit edemeyecekseler o zaman kendilerine neden devlet ve istihbarat teşkilatı diyorlar ki? Fakat yanlış tespitlerle, farklı yere yüklemeyle sonuca gidilemez. Bu konuda belirttiklerim kesin ve nettir; bizim tarafımızdan asla ne internete ne de herhangi bir kuruma hiçbir belge verilmemiştir. Bunlar tümüyle bizim dışımızda gelişen bir durumdur.

‘DİYALOG SÜRECİNİ TÜMÜYLE KAPATMAK İÇİN GÖZDAĞI’

Açıkça görülüyor ki, iktidar ve devlet yapısı içerisinde dış dayanakları da bulunan bir kesim böyle bir senaryoyu tezgâhlamış, sanki KCK operasyonlarında belgeler ele geçirilmiş gibi gösterilerek bilinçli bir yönelim sürecini planlamıştır. Bundaki amaçları belki iktidar içi bir kavga-bazılarını hedefleme de olabilir ama esas olarak bununla da diyalog sürecini tümüyle kapatma ve bundan sonra kimsenin diyaloga yeltenmemesi için gözdağı vermeye dönük de bir yönelim olmuştur. Belli ki bunu yapanlar barışı ve diyalogu istemeyen, savaşı tek yol haline getirmek isteyen ve savaştan çıkarı olan kesimler olmaktadır.

Fakat bunun kaynağının AKP zihniyetinin kendisi olduğunun görülmesi gerekmektedir. AKP buna yol açmıştır. AKP’nin içerisindeki bir takım eğilimlerin bundaki rolünü yadsımak, sorunu tümden görmemektir. Eğer konunun netleştirilmesi isteniyorsa öncelikle sadece bir savcının işten el çektirilmesi değil, bu belgelerin nereden ele geçirildiğini açığa çıkarmak gerekmektedir. Kim, nasıl ele geçirdi? Bu tespit edilirse zaten söz konusu müdahalenin bütün boyutlarıyla açığa çıkması da gerçekleşmiş olacaktır.

Sonuç olarak; AKP’nin içinde yer alan, baştan beri KCK operasyonlarıyla barış ve siyasi çözüm zeminini ortadan kaldırmaya çalışan, çıkarını topyekûn savaşla sonuç almada gören bir kesimin baskın gelmesiyle Oslo ve İmralı görüşme süreci deşifre edilerek ve bunu sürdürenleri de yargılayarak sonuca gidilmek istenilmektedir. Bu, çok tehlikeli, Türkiye’yi büyük bir savaş ortamına sürükleyen bir anlayış durumundadır. Bu anlayışın özü, AKP’nin dayandığı Türk-İslam sentezinde mayalanan ırkçı-milliyetçi bir anlayışı ve Turancılığı teşkil etmektedir. Bunun sorumlusu, tarih ve toplum karşısında Kürt sorununu devlet terörü ve şiddetle çözmeyi önüne koyan AKP’dir.


PSİKOLOJİK SAVAŞ

PKK ve KCK, Kürdistan halkında büyük bir güven yaratan, hayatını ortaya koyarak direnen, halkı için kendisini feda eden insanlar topluluğudur. Bu fedai topluluğunun gerçekliğini göz ardı etmek, toplumda yarattığı büyük güveni zedelemek amaçlı yalana dayalı çeşitli propagandalar geliştirilmektedir. Bunlardan birisi de sanki saflara birçok MİT elemanı sızmış, saflarda birçok kuşkulu insanın bulunduğu havasını yaratmaktır. Çünkü eğer böyle bir hava yaratılırsa güvensizlik ortamı gelişir. Güvensizliğin olduğu yerde de güçlü bir kuvvet oluşmaz. Bu nedenle Türk devleti ve polisi, basın-yayın çevrelerini bu konuda büyük bir manipülasyonla yönlendirmekte ve birer psikolojik savaş aracı haline getirmiş bulunmaktadır. Bu yüzden sanki birçok insan sızdırılmış, hatta yönetim düzeyine kadar bile gelmiş, bilmem eyleme girmiş oldukları yansıtılarak özgürlük hareketinin imajı yıpratılmaya çalışılmaktadır.

‘TÜRKİYE’DE KCK OLARAK ÖRGÜTLENMİŞ BİR SİSTEM YOK’

Her şeyden önce Türkiye’de KCK diye örgütlenmiş bir örgütsel sistem yoktur. Yani topluma açık, legal Kürt kurumlarına birkaç MİT mensubu sızdırılmış olabilir. Buna bir şey diyemem, bilmem de. Bu hiçbir şey yazmaz, sıradan-basit bir durumdur. Legal kurumlardır, açıktır, sızdırmış olabilirler. Birkaç kişi sızmışsa bunu böyle reklam haline getirip sanki işte KCK’yi adeta MİT yönetiyor, MİT denetliyor gibi çıkarımlar elde etmek saçmalıktır. Biz devletle boğaz boğaza boğuşuyoruz; devletin en temel kurumu gelip bize bu kadar zemin mi açacak? Biz kendimizi devletlerin istihbaratlarına karşı korumasak bu kadar ayakta durabilir miyiz? Elbette devletlerin bize karşı çeşitli istihbarat çalışmaları vardır. Biz bunlara karşı kendimizi savunmasak ayakta kalabilir miydik?

Bunlar birer senaryodur. Nasıl ki KCK operasyonu, tümüyle oluşturulmuş bir senaryoysa, aynı şekilde bir senaryo oluşturulmuş, bilmem “MİT KCK içerisine ajan sızdırmış, sonra yönlendirici düzeyine yükseltmiş, bilmem KCK operasyonlarında Amed il binasında belge ele geçmiş, İstanbul’da ne ele geçmiş.” Bunların hepsi senaryodur. Ortaya koysunlar, ispatlasınlar bakalım. Yani yalana dayalı bir dava ve psikolojik propaganda savaşı yürütülmektedir.

‘LEGAL KURUMLARA SIZMALAR OLABİLİR’

Her ne kadar MİT’in yönetimine dönük bir dava gibi gösteriliyor olsa da esas olarak PKK’yi ve KCK’yi töhmet altında bırakmaya dönük yoğun bir çaba sergilenmektedir. Bunların aslı astarı yoktur. Yani söz konusu gerekçeler, davayı açanlar tarafından üretilmiş gerekçelerdir. Normal, olağan bir şeyi illegalize ederek, olmayan bir şeyi oluyormuş gibi göstererek bir dava yürütülüyor. Bu nedenle bu tür propagandalar doğru değildir, onlar gerçeği yansıtmamaktadır. Belirttiğim gibi bazı sızmalar olabilir, özellikle legal alanlarda bunun koşulları daha da fazla vardır; fakat belirttikleri gerekçeler onlar değildir.

İşte “Başbakan’ın özel görevlendirdiği görevliler hakkında Başbakan’ın özel izni olmadan soruşturma açılamaz” gibi bir yasal düzenleme aslında illegalize edilmiş olan, sanki suçmuş gibi gösterilen diyalog sürecini illegalize olmaktan çıkarmak yerine, devlet kurumunu illegalize işlere sevk edecek bir kanun düzenlemesi olmaktadır. Diğer bir deyişle, illegalize işlere sevk etmeye yetki veren bir kanun düzenlemesi yapmak istemektedir. Bu, yanlış bir yöntemdir. Bakınız bir kez daha söyleyeyim: Kürt sorunu o kadar ciddi bir sorun ki, bu tür yaklaşımlarla çözüm değil, çözümsüzlük derinleştirilmektedir.

‘CİDDİ BİR DURUŞA, SAMİMİ BİR İRADEYE İHTİYAÇ VAR’

Eğer Başbakan’ın ve AKP’nin gerçekten bir ciddiyeti varsa ve Türkiye toplumuna, Kürt halkına karşı samimi bir duruşu varsa, gerçekten Türkiye’nin temel sorunu olan Kürt sorununu çözmek istiyorlarsa kamuoyu karşısına çıkıp bu görüşmelerin illegal bir görüşme olmadığını açıkça belirtmesi ve sahiplenmesi gerekiyor. Böyle kaçamak yasaları çıkararak meşru bir süreci illegalize etmeyle sorunların çözülemeyeceği, açık ortadadır. AKP’nin ve bir bütün olarak Türk devlet sisteminin Kürt sorununu bu biçimde iç iktidar çatışmalarında kullanması ve sorunun çözümüne yanaşmaması kadar çirkince bir tutum olamaz. Bu sorun, bu ülkenin temel bir sorunudur. Daha ciddi bir duruşa ve daha samimi bir siyasi iradeye ihtiyaç vardır. Bir halkın, bir toplumun sorununu çözmek niye gizli tutulacak ki? Dolayısıyla seçilen yol doğru değildir. Bu sorun bu tür yasalarla çözülemez, köktenci tutumlara ihtiyaç vardır. Türkiye’nin devlet sistemi içerisinde, sorunu barışçıl yöntemlerle çözmeye inanan bir avuç insan varsa, AKP’nin bu tür tutumlarıyla bu insanlar da bağlanmakta ve aslında bastırılarak diyalogdan yana olan kesimler tümden bastırılmak istenmektedir.

Bunun sorumlusu AKP’dir. AKP Kürt sorununda diyaloga açık davranmayacaksa ve diyalogu bu biçimde kapatacaksa, o zaman Kürt sorununu nasıl çözecek? Açık ki başlattığı topyekûn savaşla işi sonuca götürmek istemektedir ama topyekûn savaş ve devlet terörüyle 90 yıldan beri bu sorunu çözemeyen Türk devleti, yeni dönemde de asla ve asla çözemeyecektir. AKP’nin bu yaklaşımında savaş vardır, kan dökme vardır, kan dökerek sonuç alma istemi vardır. Eğer böyle olmasaydı -şimdiye kadar eklektik yaklaştı ama- gelinen bu noktadan sonra kamuoyu karşısına çıkıp “evet, biz bunu geliştirdik, doğru gördük, bu meşrudur, yasadışı değildir, tarihten kalma bir sorunumuzu çözmek istiyoruz, savcılar buna ehil değil” diyebilirlerdi. Ve gerekirse bunun için öyle bir satırlık düzenleme değil, daha kapsamlı bir yasal düzenlemeyle tutumunu yasallaştırabilirdi. Ama geçmişteki İstiklal Mahkemeleri ve daha sonraki DGM’ler yerine bugün de Özel Yetkili Mahkemelerle Kürt halkını bastırma ve sindirme amacından vazgeçilmediği için bu tutum geliştirilmemektedir, savaşta ısrar edilmektedir.

Deniz Kendal / Gülistan Tara

Suudi Arabistan’da Neler Oluyor?

Suudi orta ve alt sınıfları bile (sürpriz, sürpriz!) “demokrasi” için Arap Baharı’nın çağrısına yanıt verebilir .

11 Eylül’ü takiben Ekim 2001’de şunları kaleme almıştım:

Pakistan ve Suudi Arabistan rejimleri, Batı yanlısı modernleşmeci elitler ile aşırı muhafazakâr, geniş tabanlı İslami kurumsal yapının destek koalisyonuna dayanmaktadır. Bu rejimler, söz konusu birlikteliği dengeleyebildikleri ve elbette politikaları ile resmi açıklamaları arasındaki çelişki sayesinde istikrarı koruyabildiler.

“Amerika Birleşik Devletleri (ABD), şimdi bu çelişkilerin sona erdiğini söylüyor. Kuşkusuz, ABD haklı çıkabilir. Ama bu süreç içinde, Suudi Arabistan ve Pakistan’daki rejimler kitle tabanlarının telafi edilemez biçimde aşınmasıyla da karşı karşıya gelebilir.


“Bunun, Bin Ladin’in bir planı olabileceğini göz önünde bulundurun. Bin Ladin’in, kendi intihar eylemi ABD’yi bu tuzağının içine itebilir.”


Ben, Bin Ladin’in Pakistan’da tasarladığı şeyi başardığına inanıyorum. Belirsizliğin son bulması, Pakistan’ın artık jeopolitik olarak ABD çıkarlarına uygun davranmaması anlamına geliyordu. Tam aksine! Pakistan tavrını aldı ve Afganistan’da ve diğer yerlerde ABD’nin şiddetle muhalefet ettiği politikalarını ilerletiyor. Biri gitti, diğeri yolda!


Peki Suudi Arabistan’da neler oluyor? Suudi Arabistan’ın son 70 yıla nazaran ABD’den bir dereceye kadar daha serbestçe rol aldığına yönelik herhangi bir soru yok. Fakat Pakistan’ın bugün yaptığı gibi, ABD ile bağlarını henüz koparabilmiş de değil. Yakın gelecekte böyle bir şey yapabilir mi? Ben yapabileceğini düşünüyorum.


Rejimin içsel çelişkilerini göz önünde bulunduralım. Suudilerin yüzde 10’luk en zengin bölümü, devletin “modernleşmesi” yönündeki taleplerin hızla yükselmesine yol açtı – özellikle kadınlara ilişkin talepler (çalışma hakkı, araba kullanma hakkı) daha gözler görünür hale geldi. Fakat kadınlar için daha fazla hak talep etmek, Vahabi ortodoksisinin kısıtlamalarının azalması için daha geniş bir çağrı bakımından buzdağının sadece görünen kısmı. Kral, sabit bir fikirle ama büyük dikkatle taleplere yanıt vermeye çalıştıkça, dini kurumlarla giderek karşı karşıya geliyor, bu kurumlar giderek rahatsızlık duyuyor.


Üstelik “modernleşmeci” elitler başka konulardan dolayı hâlâ şikâyetçi. Esasen Suudi hükümeti 70’li ve 80’li yaşlardaki insanlar tarafından yönetilen bir gerontokrasi (yaşlılar iktidarı). Bu garip halefiyet rejimi ile Suudi rejimi, SSCB’deki eski Sovyet rejimini andırıyor. Bir benzerlik; halefiyette gerçek oylama var, ama sadece bir düzine insan arasında. Gerçek iktidarın 50’li ve 60’lı yaşlardaki insanlara geçmesi olanaksız değilse de çok düşük bir ihtimal. Yine de bu “gençler” grubunun, kraliyet ailesi içinde olduğunu, yaşça oldukça büyüdüğünü ve sabırsız olduklarını not etmek gerek. Bu durum yükseklerdeki elitler arasında bir bölünme yaratabilir mi? Oldukça mümkün.


Suudi rejimi, geri kalan yurttaşları için bir tür refah devleti işletiyor. Buna karşın gelir ve zenginlik dağılımındaki uçurum, dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da büyüyor. Ve yeniden dağıtımda zaman zaman yaşanan küçük yükselişler, toplumun alt sınıflarını yatıştırmadı, sadece daha fazla iştah kabarttı. Orta ve alt sınıflar bile (sürpriz, sürpriz!) “demokrasi” için Arap Baharı’nın çağrısına yanıt verebilir.


Ve tabii bir de Şii azınlık meselesi var. Şii azınlığın nüfusun sadece yüzde 10’una tekabül ettiği söylense de bu sayı muhtemelen çok daha yüksek. Daha da önemlisi bu azınlık, ülkenin en büyük petrol rezervlerinin yer aldığı, stratejik öneme sahip güneydoğu bölgesinde yaşıyor. Peki, bu Şii topluluğu, neden Ortadoğu’da Sünni egemenliğinde kimlik talebinde bulunmayan tek Şii topluluğu olsun ki?


Suudi rejimi bölgenin jeopolitiğinde önemli bir rol kapma çabasında. İran’ın politikalarından, hatta nefes almasından bile mutsuzlar. Suriye’de Esad’ın inatçılığından/uyuşmazlığından mutsuzlar. Ama tüm söylenenlere ve yapılanlara bakıldığında, sorunlara yaklaşma pratiğinde oldukça ılımlılardı. Dramatik hareketlerin sonuçlarından korkuyorlar. Ve ABD politikalarının kendi iç ihtiyaçlarına ve İsrail’e olan sonsuz bağlılıklarına göre idare edildiğini düşünüyorlar.


Suudiler, İsrail konusunda da fazlasıyla “makul” oldular. Makullüklerinin İsrail ve ABD tarafından yeterince ödüllendirilmediğini düşünüyorlar. Hamas’a da daha açık yollardan yardım etmeye hazır olabilirler. Suudiler, İsrail hükümetinin politikalarında ya da bu politikaların yakın zamanda değişebileceği görüşünde “makul” bir şey bulmuyorlar.


Tüm bunlar politik istikrarı olan bir rejime işaret etmiyor. Aynı şekilde bunlardan, bölgede ABD’nin daimi müttefiki olmasına izin veren “çelişkilerin” sürdürülmesi olasılığı da çıkmıyor.


Biri gitti, diğeri de yolda mı dersiniz?


1 Şubat 2012


* Yazının orijinal başlığı "Bin Ladin tuzağı: Biri gitti, diğeri yolda" şeklindedir. Orijinal başlık kapalı bir ifade içerdiği için, Sendika.Org tarafından "Suudi Arabistan'da neler oluyor?" başlığı kullanılmıştır. 

 Immanuel Wallerstein

Ankara’da Cemaatler Rejiminde İktidar Savaşı

Gülen, Erdoğan’ı uyarmıştı; “Öyle yaparsanız, fert planda keser, heyet planda keser, idare planda keser, siyaset planda keser” diyordu ve 1960 darbesine göndermede bulunuyordu. Sanırım bu yaşananlar, akıllanmak istemeyen ve kendi gücünü yaratmak isteyen Erdoğan’ın yolunun nereye doğru gittiğini gösteren önemli bir uyarı işaretidir.

Rejimin farklı güçleri arasında iktidar çatışması her zaman vardır ve olacaktır. Geçmişte Kemalist rejimin farklı varyantları arasında bir çatışma yaşanırken, bugün İslamcıların farklı politik kuvvetleri arasında bir çatışma yaşanıyor.


Devletin stratejik kurumlarını ele geçiren Gülen cemaati ile Başbakan Erdoğan arasındaki iktidar çatışması şiddetleniyor. Gülen’in Erdoğan için yayımladığı kaset basın dünyasında izlendi. Gülen çok açık bir şekilde uyarmıştı: Ya benim vitrinimden çık ya da bana itaat et, etmezsen büyük tokadı yersin. Şimdi itaat etmek istemeyen Erdoğan’a ve AKP’ye yönelik hamleler fiilen uygulanıyor.


Söz konusu çatışma Kürtler kullanılarak yürütülmek isteniyor. Özellikle KCK davasının özü çarpıtılarak yapılmak istenen çok ince bir hesap söz konusu. Böylelikle farklı İslamcı klikler arasında yaşanan iktidar çatışmasını, PKK ile MİT arasında özel bir ilişki varmış gibi bir imajla gizlemeye çalışıyorlar.


Sıklıkla vurgulandığı gibi Gülen cemaati rejimin üç temel stratejik kurumunu ele geçirmiş durumda: İstihbarat, emniyet ve yargı. Bugün bütün saldırılar bu üç merkezden eş zamanlı yürütülüyor.


Cemaat tek adam siyasetinden rahatsız


Başbakan Erdoğan da, elindeki gücü kullanarak tek başına liderlik sevdasını sürdürmekte kararlı görünüyor. Zaman zaman kendisine büyük destek sunan cemaatin medyasına da ince uyarılar yapıyor. Böylelikle iktidar rekabetinde var olduğunu söylemekle kalmıyor, attığı adımlarla pekiştirmenin yollarını arıyor. Bunun en somut örneği ise Gül’ün cumhurbaşkanlığı konusu oldu. AKP, Gül’ün görev süresini 7 yıl olarak belirledi ve sadece bir kez seçilebileceğine dair yasayı parlamentoda geçirdi. Gül, bu durumdan son derece rahatsız oldu ama yasayı onaylamak zorunda kaldı. Gülen cemaati ise, Gül’ü ikinci kez cumhurbaşkanı olarak görmek istiyordu. Cemaatin bu planı bozuldu ve doğal olarak öfkesi arttı. Bu bakımdan Erdoğan çok açık olarak hedef tahtasına oturtulmaya başlandı.

Türkiye’nin iç politik krizi tahmin edilenden çok daha hızlı bir şekilde gelişiyor ve çok güçlü görünen Erdoğan ve AKP, kontrolü elinde kaçırmaya başladı. Üçlü mekanizma ile sürece doğrudan müdahale eden cemaat, Erdoğan’ın boynundaki ipi iyice sıktı, Öyle ki nefes almaktan zorlanan başbakan, kontrolü iyice kaybetmiş bir şekilde saldırganlaşıyor.


Özel yetkili savcı, KCK soruşturması kapsamında MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski müsteşar Emre Taner ve yardımcısı Afet Güneş ile iki MİT'çiyi ifadeye çağırdı. MİT'çilerin ifadeye çağrılması Ankara'da hareketli saatlerin yaşanmasına neden oldu. Bu durum devletin iç dengelerini çok ciddi oranda sarstı


Cumhurbaşkanı Gül, Fidan’ı Çankaya Köşkü'ne çağırdı ve aynı saatlerde Erdoğan da Adalet Bakanı Ergin ve Genelkurmay Başkanı Org. Özel ile görüştü. Anlaşılan politik hava tahmin edilenden daha ciddidir.


Bu zaman dilimi içinde MİT Müsteşarlığı savcılığa gönderdiği yazıda şöyle dedi: “Söz konusu iddialar görev suçu kapsamına girmektedir. Kanuna göre görev suçu ile ilgili konularda Başbakanlıktan soruşturma için izin alınması gerekmektedir." Bunu bir karşı hamle olarak algılamak gerekir.


Savcıların eski ve yeni MİT müsteşarlarını ifadeye çağırdığı saatlerde AKP’nin de bir başka hamlesi geldi. İçişleri Bakanının talimatıyla Emniyet Genel Müdürlüğü İstanbul’daki KCK operasyonlarını yürüten Terörle Mücadele Şube Müdürü Yurt Atayün ile İstihbarat Şube Müdürü Erol Demirhan, haklarındaki bir soruşturma kapsamında görevlerinden alındılar.


Hükümet adına bir açıklama yapan Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ: “Soruşturmanın şu aşamada ortaya çıkan bilgileri çerçevesinde, bir hukukçu kişi olarak bu soruşturmanın işin doğrusu hukuki mantığını hala anlamış değilim.” Aynı savcılar, KCK davasında binlerce insanı hiçbir delil ve belge olmadan tutuklarken görevlerini yaptığını söyleyen Bozdağ, bu kez işin ‘hukuki mantığını’ anlamıyor.


Bu gelişme öylesine bir savcının kafasında yaptığı bir çıkış değil. Ankara’nın çok kapsamlı yürütülen politik savaşın önemli bir halkasını oluşturuyor. Bütün bunları, devletin farklı kurumları arasında bir rekabet olarak algılamak yanlıştır, rejimin fraklı klikleri arasındaki çatışmanın somutlaşmış halidir. Bu öylesine belirginleşmiştir ki, aynı anda karşılıklı hamleler yapmaya kadar gidiyor.


Erdoğan, Fidan’ı harcayamaz


MİT müsteşarlarına yönelik hamle esasen Erdoğan’a yöneliktir. PKK-Devlet görüşmesini basına sızdıran ve bugünkü süreci hazırlayan cemaatin sistem içindeki güçleridir. Erdoğan’ın frenlemek veya kontrol altına almak için atılan bu adım, tahmin edilenden ciddidir. Erdoğan, Fidan’ı böyle bir durumda en azından bugünkü politik tablo içerisinde harcamaz, dahası harcayamaz. Ancak MİT Müsteşarı’nın ciddi bir darbe aldığı kesin ve uzun süreli bu görevde kalma şansı da yoktur.

Eğer geçici olarak bir uzlaşı sağlanamazsa emekli olan Emre Taner, zorunlu olarak ifade vermeye gidecektir. PKK-DEVLET görüşmesi üzerinde yürütülen soruşturma birçok bürokratı hedef tahtasına çekecektir. Hem sistemin iç dengesi, hem de Ankara’nın politik tablosunda ciddi değişikliklerin gündeme gelmesi mümkündür.


KCK Davası tutuklularının da, Devletin PKK ile görüştüğüne özel bir vurgu yapmaları, mahkemenin video kayıtlarının ve tutanakların istenmesi için almış olduğu karar, yeni bir sürecin başlaması anlamına geliyor. Yapılan görüşmelerin kamuoyuna sızması ve Kürtler adına PKK ve Öcalan’ın çok açık olarak muhatap alınmış olmaları, sistemin stratejik yönelimlerinde ciddi sorunlara yol açacağı tahmin edilen bir durumdur. Her ne kadar amaç PKK’yi tasfiye etmekti denilse de yapılan bütün görüşmeler kamuoyuna açıklandığında işin renginin çok farklı olduğu görülecektir. Yani PKK, devlet tarafından resmi olarak kabul görmüş ve tanınmıştır.


Görüşmeler hem MGK, hem de siyasi otoritenin yani AKP’nin onayı ile yapıldı. Fidan bir bürokrattır ve kendi kafasında bunu yapamayacağına göre, bu işten doğrudan sorumlu olan Erdoğan’dır. Böylelikle Başbakanın siyasal geleceğiyle ilgili bir durum söz konusudur. Hikmet Fidan’a yönelik bu hamlenin esas muhatabı olan Başbakan, sorgulanma sırasının bizzat kendisine geleceğine dair bir uyarı işaretini aldı ve biyolojik dengesi cidden sarsıldı.


Gülen, Erdoğan’ı uyarmıştı; “öyle yaparsanız, fert planda keser, heyet planda keser, İdare planda keser, siyaset planda keser” diyordu ve 1960 darbesine göndermede bulunuyordu. Sanırım bu yaşananlar, akıllanmak istemeyen ve kendi gücünü yaratmak isteyen Erdoğan’ın yolunun nereye doğru gittiğini gösteren önemli bir uyarı işaretidir.


Cemaatin her operasyonu AKP’yi çok zor durumda bırakıyor. Sinir sistemi bozulan Erdoğan, ipleri elinde kaçırmış gibi her yere saldırıyor. PKK-Devlet görüşmesinin de tasfiye amaçlı olduğunu söyleyerek görüşmeleri kendi cephesinde bir meşruluk kazandırmaya çalışıyor.


Erdoğan’ın Genelkurmay hesabı


Erdoğan, böylesi kritik bir politik süreçte, daha rahat bir nefes alabilmek için Genelkurmay Başkanlığını yanında görmek istiyor. Uludere katliamında Genelkurmayı çok açık olarak destekleyen hükümet ve Erdoğan, Genelkurmay Başkanı ile yaptığı görüşmede bu konuda destek istediği anlaşılıyor. Bir bakıma karşılıklı ilişkilerde birbirini destekleme politikası devreye girmiş bulunuyor.

Erdoğan’ın Kürtlere yönelik tasfiye politikasında bu kadar ısrar etmesinin bir yönü de iç politik dengeleri yeniden kurmaya yönelik olduğu anlaşılıyor. Bir bakıma yeni bir cephe oluşturma politikası olarak da okumak gerekir. Bu cephenin nispeten geniş olabileceğini ve kendisini korumada bir kalkan haline gelebileceğini planlıyor. Bu nedenle dolaylı olarak Kemalistlerin bir kesimini de bu sürece dahil etmeye çalışıyor.


Bu bakımdan sistem içi çatışmanın giderek belirginleştiği bu süreçte Erdoğan’ın yapacağı hamleler rejimin ilişkileri bakımından önemli bir faktör olacaktır. Cemaatin devlet içindeki gücünü sınırlamaya yönelik bazı somut adımlar atabilir. Böylelikle dengeyi kendi lehine çevirebilir. Bunu yapması içinde ciddi riskler alması gerekiyor. Bunu yapmadığı takdirde, cemaate boyun eğecektir.


Erdoğan ailesi Gülen’in hedefinde


Gülen de, artık Erdoğan’a pek güvenmiyor. Bu nedenle operasyonun kapsamının geliştirilmesine yönelik çok daha kapsamlı adımlar atabilir. PKK ile görüşmelerin siyasal sorumluluğunu Erdoğan’a yükleyip, yargılamak için bir yönelime girebilir. Bu taktik etkili olmazsa, iki noktada Erdoğan ailesini hedef alacaktır.

Birincisi, Erdoğan ve ailesinin rüşvet ağlarını deşifre etmesi, ikincisi ise Erdoğan’ın özel-gizli yaşamına ilişkin bazı iddiaların, kasetlerin basına sızdırılması. Cemaat, iktidar savaşında her türlü kirli yöntemi kullanmaktadır. Yani Baykal’a ve MHP yöneticilerine uygulanan yönteminin bir benzerinin Erdoğan’a yönelik kullanılması sürpriz sayılmamalıdır.


Sorunun bir başka boyutunu ise Kürtler oluşturuyor. Dahası PKK-Devlet görüşmeleri çarpıtılmak isteniyor. Böylelikle hem devletin tasfiye politikasına meşruluk kazandırmak hem de PKK’ye yönelik güvensizlikler geliştirilmeye çalışılıyor.


PKK Parti Meclisi’nin almış olduğu kararlar ve KCK Yürütme Konseyi Üyesi Cemil Bayık’ın ‘savaşın yeni ve çok kapsamlı bir sürece gireceğine’ ilişkin yaptığı açıklamaların hemen ardından PKK-Devlet görüşmeleri ekseninde MİT Müsteşarların ifadeye çağrılması da tesadüfe bir durum değil. Bu yönelim aynı zamanda PKK’nin askeri yönelimlerini etiksizleştirmeye yönelik bir hamledir.


Gerçek dışı bilgiler ekseninde yürütülen psikolojik savaş yöntemleri çok bilinçli olarak ön plana çıkartılıyor. MİT’in PKK’ye yönettiği ve birçok eylemin MİT’in bilgisi dâhilinde yapıldığı iddiası ile PKK’nin devletin kontrolünde olduğu imajı yaratılmak isteniyor. Bu tür bayatlamış ve Kürt halkı bakımından hiçbir değeri olmayan haberlerin yeniden gündemleştirilmesi bir başta ifadeyle tam bir çaresizliktir.


PKK-Devlet görüşmesinin politik boyutları bakımından ayrıca ciddi bir araştırmayı gerektirir. Ancak Özel Yetkili Savcıların bu son hamlesine ilişkin KCK’nin yaptığı açıklamada şunlar belirtilmiş; “Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve Hareketimizle T. C. devleti ve hükümeti adına resmi bir heyet 2008’den bu yana belli aralıklarla Haziran 2011’e kadar 3 yıldır düzenli olarak görüşmüştür. Bu görüşmelerin devamı ve paralelinde Oslo’da da uluslararası bir kurumun ev sahipliğinde Hareketimizin yetkilileriyle de görüşmeler gerçekleşmiştir. Başbakan Erdoğan’ın Önderliğimizle görüşmelerin kamuoyuna yansımasına karşılık ‘hükümetimiz değil devlet görüşüyor’ diyerek samimiyetsiz, siyasi ahlakla bağdaşmayan bir tutum sergileyerek görüşmelerin sorumluluğunu almamış, sahiplenmemiştir. Belli ki, AKP hükümeti, Kürt sorunu gibi ağır ve tarihi bir sorumluluk isteyen soruna ciddiyetten uzak, zaman kazanma, toplumu kandırarak iktidarına daha fazla taraf toplama amaçlı taktik bir ilişki olarak yaklaşmış ve esasta da Hareketimizi ve özgürlük dinamiklerini tasfiye planı için zemin ve koşulları hazırlamak istemiştir.” Kürt hareketi, süreci dikkatle takip ediyor. Rejimin iç rekabetine Kürt halkının alet edilmesin izin verilmeyeceği çok açık olarak belirtiliyor. PKK-Devlet müzakereleri kamuoyuna sunulduğunda, işin rengi değişecektir. Kürt hareketine yönelik psikolojik savaş eksenli saldırılar artarsa, PKK’nin de söz konusu görüşmelerin belgelerini kamuoyuna açıklanması sürpriz sayılmamalıdır.


Ankara’da politik dengeler yeniden şekilleniyor. Cemaat, yaptığı bu hamle ile Erdoğan’ın boyundaki ipi biraz daha sıktı. Erdoğan zor nefes alıyor. Geçici bir sessizlik dönemine girilecektir. Dengelerin nasıl değişeceğine arka plan hesaplar ve anlaşmalar karar verecektir. Erdoğan yeni sürprizlerle karşı karşıya gelebilir.


Türkiye’nin bu yeni rejiminde de artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

Mustafa Peköz
 
Gokyuzu9@aol.com

AKP Modeli Dindar Nasıl Olunur?

… Piyasa İslamı, geleneksel İslam'ın gölgesinde yükselen yeni bir siyasal İslam'ın neoliberalizmle uzlaşan görünümünü ifade ediyor. Amerikan işletme kültüründe anlamını bulan idare anlayışı ile kitle tüketimine dayalı yaşam tarzı ise en belirgin özellikleri olarak öne çıkıyor .

AKP'nin "dindar nesil" yetiştirme söylemi üzerine sürdürülen polemik her ne kadar polis ve yargının MİT'e olan ilgisinin gölgesinde kalsa da uzun süre gündemde kalacağı görülüyor.


AKP'nin dindarlık modeli 10 yıllık iktidarlık sürecinde az çok olgunlaşmış sayılabilir. Kimileri bunu devletleşen AKP'nin 'devletçi' bir refleksi olarak, kimileri ise dayandığı sosyal ve sivil İslam toplumunun bir gereği olarak da okuyabilir.


Ancak gelinen süreç, AKP'nin bu söyleminin Patrick Haenni'nin "Piyasa İslamı" (Özgür Ünv. Yayınları, 2011) kavramından hareketle okumak gerektiğini gösteriyor. Haenni'ye göre Piyasa İslamı, geleneksel İslam'ın gölgesinde yükselen yeni bir siyasal İslam'ın neoliberalizmle uzlaşan görünümünü ifade ediyor. Amerikan işletme kültüründe anlamını bulan idare anlayışı ile kitle tüketimine dayalı yaşam tarzı ise en belirgin özellikleri olarak öne çıkıyor.


Ülkeyi bir şirket gibi yönettiğini açıkça belirten başbakan Erdoğan'ın dindar nesil modeli bu bakımdan Piyasa İslamı'ndan ayrı düşünülemez. Tartışılması gereken AKP'nin nasıl bir dindar nesil yetiştireceği veya bunun laiklikle uyuşup uyuşmadığından ziyade, dinin kamusal alanı yapılandırıcı rolünü giderek piyasa ilişkilerine bırakıp ona uygun yeni hal almaya başlaması olmalıdır.


Ne demişti son olarak başbakan Erdoğan:


"
Benim neyi kast ettiğim son derece açıktır. Bu ülke ne çektiyse öğrencileri belli ideolojilerle şekillendirmek isteyen, ikna odalarında öğrencilere zulmeden zihniyetten çekmiştir. Bu gençliğin tinerci olmasını mı istiyorsunuz? İsyankâr bir nesil mi yetişmesini istiyorsunuz?

“Bir haftadan bu yana yazanlara sesleniyorum: Bu gençliğin tinerci olmasını mı istiyorsunuz? İsyankâr bir nesil mi olmasını istiyorsunuz? Hiçbir meselesi olmayan bir nesil mi istiyorsunuz? Biz sizlerle bu meselede anlaşamayız. Dindar bir nesil çağdaş olamıyor mu? Hem çağdaş, hem de dindar olunmuyor mu? Başınızı önünüze eğin de hem dindar, hem de çağdaş bir nesil nasıl yetiştirilir onu düşünün! Biz o terbiyeyi alarak büyümüş bir nesiliz. Biz bugün de hala o zihniyeti taşıyan kafalara isyan ediyoruz.
" (06.02.2012)

Bir yandan isyankâr bir nesil yetiştirmeyeceğini belirten ama öte yandan kendisine karşı duran 'zihniyet'e isyan eden çelişkili bir ifade var karşımızda. Zaten hem dindar hem çağdaş olan melez bir düşünce deseninden farklı bir söylem de beklememek gerek. Oysa hem çağdaş hem dindar olmanın biricik ifadesi Piyasa İslamı'ndan başka bir şey değildir.


Piyasa İslamı'na uygun dindar nesil yaratmak hiç de zor değil. Bunun için ekstra bir çaba sarf etmeye de gerek yok. Milli Görüş'ten ehlileştirilerek Türk sağında yeni ittifaklar üzerinden "bölgesel liberal-muhafazakâr güç birliğine" doğru yükselen AKP düzeninin 10 yıllık hâkimiyetinde hem içerde hem bölgesinde tarih sayfalarına nasıl bir dindar nesil bıraktığını bazı somur göstergelerden hareketle ortaya koyabiliriz.


Piyasaya dindar, eşitliğe kindar bir nesil

Diyelim ki kadınsınız, hem dindar hem çağdaş olmak niyetindesiniz, evlenmek isteğindesiniz, nişanlanıyorsunuz; çağdaş hayatın gündelik akışında ve kadının "değişmeyen statüsünün" çıkmazında nişanlınızın sizi aldattığını düşünüyorsanız hemen Şebnem Kısaparmak'ın aldatma teorisine kulak kabartmanız gerekir:

"
Bak tatlım, ben sana bir şey diyeyim mi? 5 aylık evlisin. Bunu bir kafandan atmaya çalış. Çok yeni bir evliliğin var ve nişanlıyken yapmış eşin. Hocamızın da söylediği gibi fiziksel bir beraberlik... senle bunu yaşayamayacağı için, birtakım ihtiyaçlarını karşılamak için. Böyle düşün. Eşim beni seviyor de. Her erkek bunu yapıyor. Yapmayan yok. Eşin seninle evliyken başka birisiyle olmamış. Nişanlıyken olmuş. Erkeklerin yaptığı doğal bir şey. Onlar için bir ihtiyaç bu anlatabiliyor muyum? Sen bunu duymuşsun ama eşine evine güven, evladınız olacak, çocuğunuz olacak, hayat çok güzel olacak...” (Kanal7, Güzel Günler Programı,03.01.2012)

Tabii bunun bir de evlilik aşaması var.


Eğer hali vakti yerinde hem çağdaş hem dindar hem de muhafazakâr demokrat biriyseniz ve kaçamaklar peşindeyseniz, aklınıza dindar nesil yetiştirenlerin "kent modeli" olan Başakşehir tarzı ikinci evlilik alternatifi gelmelidir:


"
İstanbul'da bazı semtler bu türden gizli ikinci evlilik yapan kişilerin ikinci evlerinin, ikinci eşlerinin yaşadığı yerler olarak anılmaya başladı. Mesela Başakşehir. Başakşehir herkesin dilinde ama kimse ortaya çıkıp da gerçeği dile getirmiyor. Başakşehir gizli evlilik yapan muhafazakâr kişilerin çoğunlukla ikinci evlerini kurmayı tercih ettikleri bir yer. Son zamanlarda böyle bir ün kazandı bu bölge." (Nuh Gönültaş, Bugün gazetesi,16.12.2010)

Piyasa İslamı'nın dindar nesline örnek oluşturan çeşitli görünümleriyle devam edelim... Tabii başbakanın çağdaşlıkla dindarlığı uyuşturmaya yönelik bakışını unutmadan.


Misal, demokrat muhafazakâr sanatçısınız. Hem çağdaş hem dindar model olma yolundasınız ancak adınız seks skandalına karışmış ne hikmetse. Hemen yardımınıza Nihat Doğan teorisi yetişmelidir. Buna göre bulunuz bir İsrail ya da Ergenekon etiketi, yapıştırın bu komplo tezgâhtarlarına, sıyrılın işin içinden. Alın size dindar bir manevra...


Veya Anadolu'da çalışan hem dindar hem çağdaş bir işçisiniz. Çağdaş üretim düzeninin sömürüsü ile dindarlığın büyülü atmosferi arasında gidip gelmektesiniz. Namaz saatleri için bile işverenle güç mücadelesi içindesiniz. Ancak muhafazakâr demokrat kalkınma modelinin size sunduğu koşullar sizi başka taktiklere yöneltmektedir. Bu durumda sadece emeğinizin karşılığı için mücadele etmede değil dinsel gereklerinizde bile aktif bir öğrenilmiş çaresizlikle harmanlanan tevekkülle rahatlıkla sarılabilirsiniz:


Sınavdır bu dünya… Yok hepsi Allah’tandır… Tamam, onu da [işvereni] zenginlikle sınıyor işte. Onun sınavı o [zenginlik] benim sınavım bu [fakirlik]” (İşçi ile yapılan görüşme, Yasin Durak, Emeğin Tevekkülü, 2011,İletişim)

Şimdi özellikle namaz saatlerinde, yani benim de kıldığım zamanlar oluyor, öyle zaman oluyor ki başlıyorum bir iki ay boyunca kılıyorum filan, elemanlar abdest almaya gittiğinde patron yanlış tavırlar sergiliyor. Ondan sonra, namaz kılma saatlerinde olsun ayarlama yapmaya çalışırken işte ‘hepsini birleştirsin’ diyor veya işte ‘akşamı da evinde kılsın’ diyor ya da ne bileyim ‘kaza edin’ diyor ama vakit geçmiş oluyor." (İşçi ile yapılan görüşme, Yasin Durak, Emeğin Tevekkülü, 2011,İletişim)

AKP modeli dindar işverenseniz eğer en az işçi kadar siz de 'çağdaş üretim'in emeğin kontrolüne yönelik aygıtları gerekirse dinsel pratikler bulup çıkarmalısınız:


Namaz saatlerinde izin vermek için düzenleme yaptık. O kesilen vakti ‘mesai bitimine ekleyeyim’ dedim diye ortalığı ayağa kaldırdılar. ‘Tamam’ dedik… Sonra bir baktım bunlar [işçiler] bu izin sürelerinde namaz filan kılmıyor. Adam [işçi] çıkmış dışarı sigara içiyor. Yine bir şey demedik… Şimdi aşağı iniyorum, bakıyorum adam [işçi] yerinde yok… ‘Nerdeydin’ diye sorunca hemen ‘namazdaydım’ diyorlar. Yani bakar mısınız... Bizim iyi niyetimizi nasıl suiistimal ediyorlar. Bu ne pişkinlik… Hala bu izinlerin kavgası var. Kaldıracağım ama.” (İşveren ile yapılan görüşme, Yasin Durak, Emeğin Tevekkülü, 2011,İletişim)

Hem çağdaş hem dindar kapitalistleşmenin en kritik adımlardan biri mekân üzerinde ayrışma olduğuna göre mekansal semboller üzerinde bile işverenin ortaklaşmaya gitmemesi beklenir:


"
Buradaki işverenler (iftar, cenaze, bayramlaşma gibi) diğer ritüellerde sergiledikleri “ortaklaşmacı” tavrı namaz ritüelinde asla göstermemektedir. İşverenler, vakit namazları bir tarafa, “cemaat halinde kılınması farz olan” Cuma namazlarını dahi kendi işçileriyle birlikte kılmayı istememekte, bunun için sanayi bölgesinin dışındaki bir camiye gitmeyi tercih etmekteydi. Bunun temel nedeni işverenlerin işçileriyle aralarındaki mesafeyi önünde sonunda korumak istemeleridir. Zira namaz ibadetinin biçimsel özellikleri işverenlerin işçileriyle aynı safta sıra tutup aynı Tanrı’ya secde etmelerini gerektirir ki böylesi bir faaliyetin yaratabileceği risk (eşitliğin böylesine somutlaşması) sembolik otoritenin büyüsünü bozacak seviyelere ulaşabilir." (Yasin Durak, Emeğin Tevekkülü, 2011,İletişim)

Bütün bu örnekler gerçek hayattaki dindarlığın çağdaşlık adı altında piyasa ilişkileri ile nasıl buluştuğunu bize göstermekle birlikte aslında meselenin dindarlıktan ziyade her türden güç ilişkilerindeki eşitsizlikleri meşrulaştırmaya yönelik bir söylem ve ideoloji inşası olduğuna işaret etmektedir. Bunun en bariz görüngüsü kitle tüketiminde dindarlığın yeniden anlamlandırılıp kapitalist ilişkiler içine kodlanmasıdır. Öyle bir pratiktir ki bu, farklılıklar içinde tek tipleştirmeyi kolaylıkla sağlayan ve dinselliği de bir tüketim nesnesi haline dönüştüren efsunlu bir atmosferdir.


Nitekim halihazırda dindar gençliğin kendi nefsi ile dinsel düşünce arasındaki mücadelesinde kapitalist tüketim kültürü dini yeniden yorumlayarak kendi içinde soğurmayı başarmaktadır. Dindar tüketicilerin kazandığı zihniyet tam da AKP'nin neoliberalizmle uyumlu dindar neslini yansıtmaktadır:


"
Bazen ihtiyacımız olmayan şeyleri, sırf hoş görünmek için alıyoruz. Özellikle başörtüsü konusunda kendimi sınırlamıyorum. Çünkü başörtüsünü kıyafetinize uydurmak zorundasınız. Bu nedenle her renk ve desende almanız gerekiyor. Ayrıca bir Müslüman'ın dışarıdan hoş görünmesi gerektiğini düşünüyorum." (Marmara Ünv., İlahiyat Fak. Mezunu ile yapılan görüşme, Özlem Avcı, İki Dünya Arasında, İletişim 2012,s.134)

Dini inanç vazifesi ile meşrulaştırılan tüketim kültürünün de yeni nesil dindarlığın bir niteliği olduğunu belirtelim. Dolayısıyla dinsel yaşam tarzı da kapitalistleşmekte ve moda örneğinde olduğu gibi metalaştırılmaktadır. Böylece, AKP'nin çağdaşlıktan anlamak istediği şeyin kapitalist üretim ve tüketim biçimi olduğuna göre, kendi "dindar nesli" de yeni piyasa ilişkilerine "kindar" değil dindar olan ve uyumlu gençlik tipi olduğunu söylememiz yanlış olmayacaktır.


* Arş. Gör. Ercan GEÇGİN

Ankara Üniversitesi, Sosyoloji

"AKP Faşizmi" - Devlet "Sorunu"

Var olan devletin tanımlanmasıyla, bu tanımdan hareketle oluşturulacak siyasi çizgiler, örgütlenme ve çalışma tarzları arasındaki ilişki konusunun “sol” hareket içinde gereken ilgiyi görmediğinden yakınmış ama bunun değişmekte olabileceğine ilişkin bir umudumu daha önce bir yazımda belirtmiştim. O yazıda, bu ilgisizliğin, Siyasal İslam’ın “pasif devrim” ve devleti ele geçirme sürecinin, “demokratikleşme süreci” olarak sunulması, desteklenmesi gibi vahim bir hataya da yol açmış olduğuna işaret etmiştim.

Bu bağlamda, Foti Benlisoy’un BirGün’de yayımlanan
“‘AKP Faşizmi’ ve Sol Liberalizm” başlıklı denemesi bence önemli bir katkı ve uyarı oluşturuyor. Ben Foti Benlisoy’un kaygılarına ve uyarısına katılıyorum. Gerçekten de salt baskının ağırlaşmasından hareketle, “sosyalist hareketin stratejik önceliklerini dönüp dolaşıp bir kez daha anti-kapitalist içeriği hayli cılız soyut/sınıfsız (anti-faşist, yani anti-AKP?) bir demokratikleşme hedefine sıkıştırma[k]” vahim bir hata olacaktır.

Ancak Foti Benlisoy’un bu uyarıyı yaparken hareket geçirdiği “
yani kapitalizmle bağlantısı olmayan bir faşizmle karşı karşıyaysak, sosyalistlerin temel görevi (tıpkı sol liberallerin savunduğu üzere) devlet karşısında özel alanları ve temel hak ve özgürlükleri savunmaya dönük bir mücadele olmuyor mu?” saptamasına da dikkatle yaklaşmak gerekiyor. Örneğin faşist bir devlet altında, “özel alanları ve temel hak ve özgürlükleri savunmaya dönük bir mücadele” ne kadar olanaklıdır, bu anlamda ne kadar önemlidir? Faşizm kapitalizme ilişkilidir ama, Alman, İtalyan Faşizmleri’nin kapitalizme ilişkisi, emperyalizme bağımlı (“post-colonial state”) bir ülkedeki “Faşizmin” ilişkisine ne kadar benzeyecektir?

Faşizmin kapitalizmin andaki sorunlarıyla
doğrudan bağlantılı olmayan (ona indirgenemeyecek) tarihsel bileşenleri, kitle tabanının sınıfsal kompozisyonu, istila etmeye başladığı devletin organik yapısı, ülkeye (ülkenin tarihsel zeminine, sınıf mücadelesinin tarihine) özgül biçimler sergilemeyecek midir?

Foti Benlisoy’un bu soruların ayırdında olmadığını düşünmüyorum, yazısının belli bir noktayı vurgulamak üzere kaleme alınmış olduğunun da farkındayım. Bu anlamda benim yazımı, onunkiyle diyalog kurarak tartışmayı geliştirmeyi amaçlayan bir deneme olarak düşünebilirsiniz.

II


Kestirmeden giderek, bugün bir “Faşist Devlet” altında yaşadığımızı ileri sürmenin, gerçekten de karşımıza önemli sorunlar çıkaracağını düşünüyorum. Ancak karşı karşıya olduğumuz devletin “Faşist Devlet”i andıran özellikler sergilediğini de görüyorum.


Bu ikilem karşısında, 1960’larda “Brezilya tipi demokrasi”, 1970’lere geçerken, “otoriter devlet” (authoritarianism), “sömürge tipi faşizm,” “oligarşik” devlet kavramları geliştirilmişti. Bu kavramların hepsi, devlete bakıp “
bu burjuva demokrasisi değil, Faşizm de değil ama her ikisinin de özelliklerini taşıyor, ayrıca da devletin içinde bir de ulusal/yerel olmayan bir iktidarın varlığı söz konusu” diyorlardı. Kısacası, “post-colonial” (2.Dünya Savaşı sonrasında, ABD hegemonyası altında çevre /bağımlı vb., ülkelerde şekillenen bir devletin) devletin çeşitli versiyonlarını tanımlamaya çalışıyorlardı. Ben bunun doğru bir yörüngeye oturmuş bir çaba oluğunu ancak, sahip olduğu alet çantasındaki aletlerin kimilerinin biraz daha da “keskinleştirilmesi”, bunlara yenilerinin eklenmesi, kimilerinin kullanım tarzında da bazı değişiklikler yapılması gerektiğini düşünüyorum. Aşağıda, bu bağlamda, bir başka yazıda (“Kapitalist devlet üzerine kısa notlar”, sol.org, 12.01.2012) sunduğum düşünceleri ve yaptığım önerileri kısaca aktaracak, ondan sonra bu alet çantasıyla AKP dönemi devleti üzerinde kaba bir çalışma yapmayı deneyeceğim.
III


Ben kapitalist devleti ne bir
araç ne de bir kurum olarak düşünmekten yana değilim. “Araç” bir pasiflik, nötrlük ima ediyor. “Kurum” ise başı sonu, sınırları belli, saptanmış bir yapıntıya işaret ediyor. Ben devleti özellikle, belli sınıfsal nitelikleri olan siyasi güç odakları (sınıf iktidarının kristalleştiği düğüm noktaları) arasında oluşmuş bir örüntü (network) olarak düşünmekten yanayım: Bu bağlamda, devlet deyince aklımda, sürekli hareket halinde, adeta macun gibi belli bir plastikliğe sahip, sınıf mücadelesinin basıncı altında, sınırları daralan genişleyen ama her zaman sınırlarında bir belirsizliği koruyan, girdilerle beslenen çıktılar üreten bir “organizma” şekilleniyor.

Ben kapitalist toplumda devletin,
sermayenin mekan ve zamanda hareketini, zamanı ve mekanı düzenleme süreçlerini kolaylaştıran, kar oranları karşıt eğilimlerinin hareketini düzenleyen (düzenlemeye çabalayan), ekonomik kriz sırasında bu yönde gereken mali, kurumsal değişiklikleri gündeme getiren, emek denetim sistemlerini, biopolitiği pratikte uygulayan, uygulanmasına bekçilik eden, ideolojik aygıtları yaratan, olanları yaşatan, ya da imha eden, sermayenin yeniden üretim sürecine uygun öznellikleri oluşturan kültürel süreçlerin gelişmesini teşvik eden, destekleyen, bir organik ilişkiler ağı, bir “organizma” olarak düşünülmesinden yanayım.

Bu bağlamda, devletin
politikalarıyla, reflekslerini, (a) bu organizmanın kendi ideolojik/kültürel yapılanmasının, personel kaynağının sınıfsal özelliklerinin, yönetim teknolojisinin, güç noktalarını birbirine bağlayan ağın fiziksel özelliklerinin oluşturduğu iç yapılanması, diğer bir deyişle, onu toplumun geri kalanından ayrı bir organizma olarak tanımlamamıza izin veren belirleyici karakteri olduğu kadar, (b) bu organizmanın yaşaması için gerekli girdilerin özellikleri de belirleyecektir.

Bu girdileri, esas olarak, ideoloji/ kültür, personel, mali kaynaklar, yönetim ve iletişim bilgi işlem, disiplin, cezalandırma ve kontrol teknolojileri oluşturur. Bu girdiler devletin organizması içinde metabolize edilerek (işlenir-tüketilir)siyasi karar ve reflekslere dönüşür.


Girdiler – organizma
(metabolize etme süreci) - siyasi çıktılar, bir sınıflar matrisinden, başka devletlerden, dolayısıyla bir egemenlik bağımlılık ilişkileri zincirinden oluşan bir “ekosistem”de gerçekleşir. Bu ekosistem bu girdilerin özelliklerini, organizmanın metabolize etme hızını, girdilerin tedarikinin, çıktıların üretiminin, toplumda işleme süreçlerinin kalıcı olup olmayacağını belirler. Buna karşılık, bu organizmanın refleksleri, genişleme daralma halleri, çıktıları bu ekosistemi sürekli değişmeye, yeniden şekillenmeye zorlar.

Gerçekten de, devletin parçalarını kavrarız, bunların bir bütünselliğe ait oluğunu hayal ederiz, hissederiz, ama bütününü “kavrayamayız.” Bu da bizde devlete karşı korku, saygı, huşu, şaşkınlık, hayranlık gibi özel bir grup duyguyu, onu ve politikalarını kabullenme eğilimini oluşturur.


Gerçekten de devlet yukarıda değindiğim parçalar değildir ama bu parçalar devlettir. Bence devlet bu parçaların birlikte bir “bütün” oluşturmasına olanak verdiği
varsayılan örüntü (ilişkiler ağı) var olduğu müddetçe, hatta o örüntü olarak var olur.

Bu varsayım (toplumun devleti algılayışı) zayıflamaya başladığında örüntü zayıflamaya başlar, devlet krizi ortaya çıkar. Bu varsayım kaybolmaya başladığında da örüntü çözülmeye, devrim olmaya başlar. Bu varsayım sınıflar mücadelesinin basıncıyla, ya da bir dış travmayla (işgal gibi) tümüyle dağılabilir.


Devlet bu parçaların arasındaki örüntünün var ettiği bir şeyse, buradan,
varlık, varoluş ve görüntü kategorilerinden hareketle düşünmeye devam edebiliriz.

Devleti oluşturan, tüm parçaları birleştiren
örüntüyü, “varlık” kavramıyla betimler, devletin tümüyle var olma halini, ontolojik düzey olarak kabul edebiliriz.

Devletin bu varlığının, günlük yaşamımıza, burada, şimdi (zaman ve mekan içinde), deney alanımıza giren parçalarını “varlığın” (ontolojik düzeyde devletin), “yaşam dünyamızdaki hali”
varoluşu (existence) olarak düşünebiliriz. Son olarak, bu “varoluşun” bizim tarafımızdan algılanan halini ifade etmek için de görüntü kavramından yaralanabiliriz.

Bu felsefi modeli devlete uygularsak, Marx’ın Kapital Cilt III’te vurguladığı “egemenliğin ve bağımlılığın... özgün biçimi” saptamasını, devletin varlık, ontolojik düzeyine ilişkin bir tanımlama olarak düşünebiliriz. Bunun “varoluş” haline gelince, kapitalist devletin,
monarşist, “demokratik”, Faşist, oligarşik gibi biçimlerini konuşabiliriz. Bu “varoluş”u oluşturan bileşenlerin arasındaki düzen (birbirileri karşısındaki ve bütün içindeki göreli “varlık yoğunluklarını”, etki güçlerini ifade eden denklem) değiştikçe, devletin biçimi sabit kalmak koşuluyla “rejimi”, bu biçimin bize kendini gösteriş, bizi etkileyiş hali değişmeye başlayacaktır...

Buna karşılık devletin
biçimindeki değişiklik, “egemenliğin ve bağımlılığın özgün biçimi”, varlığının tanımlayıcı ilişkisi, sabit kalmakla birlikte, devleti oluşturan ilişkiler ağına, örüntünün içine giren unsurların, kapsanan iktidar noktalarının değişmesinin, var oluş düzeyinde yaratacağı sonuçlara ilişkin olmalıdır.
IV


AKP döneminde devlete yukarıda önerdiğim teorik gözlükle bakarsak, şöyle bir değişimin belirtilerini gözlemleyebiliriz.


A) Devleti bir organizma olarak tanımlamamıza olanak veren unsurların hepsini birden bir “küme” olarak düşünürsek, buna devletin “ana kümesi”, oluşturan unsurları da alt “kümeler” olarak tespit edebiliriz.


AKP döneminde, devleti oluşturan alt kümelerin arasındaki ilişkileri (dolayısıyla devletin biçimimi) “tanımlayan” görelilikler denkleminde ihmal edilemez değişiklilerin yaşandığını sanırım kabul edebiliriz. Bu bağlamda, devletin içindeki ordu, polis, MİT, yargı, yürütme, diyanet gibi alt kümeler arasındaki ve devletin tümüne göre kurulu, ilişkilerdeki değişimi olduğu kadar, bu alt kümelerin kendi alt kümeleri arasındaki ilişkilerde yaşanan değişimi de örnek olarak gösterebiliriz. Devletle, devletin, dini kurumlar, eğitim, sendikalar, spor sektörü, medya gibi ideolojik aygıtları arasındaki
göreli bağımsızlığın, görelilik derecesinde devletten yana bir azalma olduğu, böylece devletin “sivil topluma” nüfuz etme derecesinin arttığı da savunulabilir.

B) Devletin
girdileri açısından da önemli bir değişimin yaşandığını söylemek olanaklı. Bu değişimi, yeni kadroların ideolojik, kültürel hatta örgütsel/sınıfsal özelliklerinden, mali kaynakların geliş coğrafyalarındaki değişikliklerden, güvenlik ve bilgi işlem teknolojilerinden, devletin parçalarını (kristalleşmiş iktidar düğümlerini) birleştiren, ağı yaşatan teknolojideki değişimden, derinleşme ve yayılmadan, yine bu yolla devletin sivil topluma nüfuz etme derecesinden de izleyebiliriz.

C) Devletin, uluslararası hegemonik, devletler arası “sistemle” ilişkisi, buradan aldığı, teknolojik, finansal, siyasi girdilerde, bu girdilerin devlete giriş ve işleniş süreçlerinde, hatta bunların topluma sunuluş biçimlerinde de azımsanmayacak değişiklerin olduğu söylenebilir. “Büyük Ortadoğu Projesi” bağlamında kurulan ilişkilerin niteliği, devletin yüzünü “Doğuya dönmesi”, küresel hegemona yaslanarak güç yansıtma stratejisini benimsemesi, “Yeni Osmanlı” kavramının içerdiği kültürel, siyasi, ekonomik unsurlar, bu bağlamda bölge ülkeleri karşısındaki konumun yeniden düzenlenmeye başlaması vb...


D) Tüm bu değişikliklere paralel ve onlarla, çift yönlü nedensellik ilişkileri içinde varolan iki yeni etken daha söz konusudur. Birincisi genel olarak, bütün fraksiyonlarıyla birlikte bir siyasal İslam ve uluslararası Müslüman Kardeşler ekseni. İkincisi, genelde “cemaat” olarak adlandırılan yaygın, disiplinli, emir komuta zincirine, “komiteler” ağına, ideolojik ve pratik önderliklere ve uluslararası bağlara sahip olduğu ileri sürülen bir örgütün (yapıntının) varlığı.


E) Nihayet, bu değişimlerin yaşandığı zemini oluşturan “sınıflar matrisi”nde de bazı önemli yenilikler gözlemlenebilir.


Birincisi, kabaca, TÜSİAD ve askeri ticari kompleks olarak tanımlayacağımız iktidar bloku unsurlarının ağırlığı, “blok”un içine giren yeni unsurların etkisi ile azalmış görünmektedir (bu konu etraflı bir ekonomi politik çalışmasını gerektiriyor).


İkincisi, Poulantzas’ın
“devletten sorumlu, devleti yöneten sınıflar” olarak tanımladığı “küme”nin içinde olduğu kadar, “organik entelektüeller” denen kesimde de kimi ihmal edilemez değişiklikler gözlemlenebilir. Şimdilik (geçici olarak – bu da üzerinde çalışılması gereken alanlardan bir başkası), Kemalist, ulusal projeye sadık entelektüeller, teknokratlar, bürokratlar olarak kabaca tanımlayabileceğimiz bir kentli (Ankara İstanbul, İzmir gibi) “orta sınıf” tabakanın yerini, başka bir projeye sadık, dini hakikat rejimine dahil ya da yakın orta sınıf tabaka almaya başlamıştır. Bu değişimin büyük ölçüde tamamlandığı bile söylenebilir.

Bu kaba, özet ve daha geliştirilmesi ve teorik olarak daha hassaslaştırılması gerektiği düşünülerek tartışmaya açmayı umduğum gözlemler bölümünü bitirirken bir not daha düşmek istiyorum. Bu
“değişimleri”, bu değişimlerin, yanı sıra, devletin, “varlık”, “varoluş” ve “görüntü” düzeylerinde güçlü ve etkili sürekliliklerin söz konusu olmaya devam ettiğini de unutmadan düşünmek gerekiyor.
V


Yukarıdaki gözlemlerin ışığında devletin, “varlık” (
tipolojisi), “varoluş” ( varlığın zamanda ve mekanda aldığı biçim), ve “görüntü” (günlük yaşamda, “burada- şimdi” etkileri - rejimi) düzeylerine ilişkin neler söyleyebiliriz?

Bu soruya kabaca ve geçici olarak şu cevapları verebileceğimi düşünüyorum. AKP döneminde devletin tipolojisinin değişmediğinde sanırım hepimiz hem fikir olabiliriz. Devletin dünya ekonomisi içindeki yerinin, ekonomi politikalarının ve ülkenin ekonomik yeniden üretim süreçlerinin, kaynaklarının, uluslararası tekelci sermayeye tabi olma özelliğinin de süreklilik ve “post-colonial” özellikler sergilemeye devam ettiğini söyleyebiliriz.


Bir “organizma” olarak devletin içinde ve dış ilişkilerinde, sınıflar matrisi alanlarında yaptığımız gözlemler, bir
“biçim” değişikliği sürecinin, en azından, yaşanmakta olduğuna, belki de bu sürecin tamamlanma noktasına çok yaklaştığına güçlü bir biçimde işaret ediyor. Bu tartışmaya Faşizmin bir rejim değil devlet biçimi olduğunu düşünerek devam etmek gerekiyor.

Burada, hem yeni bir
“hakikat rejiminin” topluma devlet tarafından dayatılması, hem de gerek “cemaat denen” bir örgütün etkileri, “mahalle baskısı” olarak tanımlanan süreçler, yeni bir “biyopolitiğin” (beden yönetme rejimi) de hızla topluma egemen olmaya başladığını, hatta kendisine uymayan “yaşam alanlarını”, devlet aygıtının şiddet araçlarından da yararlanarak yok etmeye çabaladığını düşündürüyor.

Tekelci sermayenin en gerici tercihi, toplumsal bir taban /hareket, devlete adeta her aşamada paralel bir makine gibi yapışmaya başladığı iddia edilen bir örgüt, totaliter bir ideoloji, paranoyak bir söylem (“darbe oluyor”, “Hrant Dink cinayeti aslında AKP’yi hedef alıyor” gibi...) faşist devlet biçiminin (Hem Dimitrov’un, hem Troçki’nin hem de Adorno’nun saptamaları bağlamında) bileşenlerini anımsatan özelliklere işaret ediyor.


Öbür taraftan, nispeten hala serbestçe yaşanan genel seçimler, medyada görülen göreli ve koşullu da olsa, daralmakta da olsa muhalefet, toplumsal muhalefetin, haklar mücadelelerinin, Kürt siyasi hareketinin çalışmalarının hala, giderek artan sıklıkta devlet şiddetiyle karşılaşıyor olsa da, açık olarak sürdürülebiliyor olması, bu devletin klasik
faşist devletler anlamında, bir “totaliter” yapıyı henüz kuramamış olduğunu düşündürüyor. Bu anlamda gelişmeleri hala “rejim” bağlamında da düşünmek olanaklı olabiliyor. O zaman “hangi devlet biçimine ait bir rejim?” sorusu da gündeme geliyor

Sonuç olarak, devlet konusunu, tartışmaya ve araştırmaya, yeniden tartışmaya devam etmek gerekiyor.


ergin.yildizoglu@gmail.com