16 Aralık 2010 Perşembe

Fransa ve Kürtler: 30 yıllık birikim - 2


‘’Fransa genelinde 15 derneğimiz var. Federasyon var. Gerçekten hayal ettiğimiz, yakalamak istediğimiz düzeyi yakalayamadık. Benim hayalimde kültüre çok büyük önem vermek, bununla insanlarımızı dönüştürmek; sosyal ve politik anlamda çağdaş insan durumuna getirmek vardı. Ancak, Avrupa gibi bir yerde, biz kurumlar olarak kültürel faaliyetlerimizi ihmal ettik.

Fransa’da ilk Kürt Evi’nin açılışından itibaren Kürtlerin kurumsallaşma pratiği içerisinde yer alan Fransa Kürt Dernekleri Federasyonu Başkanı Mehmet Ülker ile Kürtler ile kurumsallaşma sorunu üzerine bir söyleşi yaptık.

Özgür bireyi yaratma çabası!

Kürtler Fransa’da kurumsallaşmaya nasıl ve ne zaman başladı?
Kürtlerin Fransa’ya gelişi ve kurumsallaşmaları daha çok Türkiye’deki 1980 askeri faşist darbesinden sonradır. 80’de darbe olmuştu ve bu darbeden dolayı birçok Kürt ve Türk devrimci katledilmiş, kaybedilmiş ve zindanlara atılmıştı. Bunlardan birçoğu da ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Türk ve Kürt devrimciler Avrupa’ya gelmeye başladı. Özellikle biz Fransa’da olduğumuz için, Fransa’dan bahsedecek olursak, 80 sonrası gelenler; belli bir geçmişi olan, politize olmuş ve ülkede kurumlarda faaliyet gösteren insanlardı. Bu insanlar burada kendi önlerine kurumsallaşmayı hedef koydular ve ilk dernek burada Onuncu Paris’te 1982’de açıldı. Bu ilk dernekle Fransa’da ilk kurumsallaşma başladı.

Yaşananları aktarma çabası!

İlk kurumsallaşma, nasıl bir aktivite?
İnsanların hem dil hem de iletişim sorunu vardı. Biraraya gelme ve duyarlılık daha canlıydı. Gündemleri daha çok ülkeye dair ne yapılabilir konusuydu. Bundan dolayı çok hızlı hareket edildi. Ülke için ne yapılabilir çabası içerisindeydi insanlar. Bunun önemli bir bölümü de ülkeye dönüktü. İkinci faaliyet de Fransa’da, Fransa halkı ve diğer halklarla nasıl bir ilişki kurulabilir, nasıl bir kültür alışverişinde bulunabilinir. Bu ilişki kurmanın amacı, ülkede yaşananları aktarma çabasıydı. Orada sıcak durum vardı. Zindanlarda vahşet vardı. Devrimciler katlediliyordu. Halkın üzerinde büyük baskı vardı. Dolayısıyla Avrupa’daki devrimcilerin birincil görevi, kamuoyunu bu konuda bilgilendirmekti. Burada yaşanan sorunlar ikincil plandaydı. Daha çok kurumlarımızın hedefi buydu.

Kurumsallaşma sürecinde Kürtlerin yaşadığı en temel problemler nelerdi?
Kurumsallaşma sürecinde o zaman temel sorun; gelenler daha çok erkek arkadaşlardı. Kadınlar azınlıktaydı. Bu arkadaşların üretim alanları daha çok tekstil atölyeleriydi. Temel sorun ise dildi. Geldikleri ülkenin dilini bilmiyorlardı. Diğer örgütlerle nasıl ilişki kurulacak, bu yoktu. Tek tük ögrenciler vardı. Onların aracılığıyla Fransız kurumlarına ulaşıp sorunları anlatabiliyorduk. Fransa’daki göçmenlerin hakları nelerdi, onları bile bilmiyorduk. Diyalog kurmak büyük bir sorundu. İşsizlik, barınma sorunları, maddi sorunlar vb. bütün bunlar, mülteci durumuna düşmek, eşini-çocuğunu bırakması, oradaki insanlar zor durumdaydı... Ve buradakiler zorluklar yaşıyordu. Öğretmen, öğrenci, kurum çalışanı insanlar buraya gelip bir boşluğa düştüler. Çok zor bir süreçti.

Kültürel bir faaliyet yoktu, tüm ilişkiler siyasi temeldeydi
Toplumsal olarak kurumsallaşma deneyimi ne düzeydeydi?
Kürtlerin kurumsallaşmada da acemiliği vardı. Onları birarada tutan müthiş bir devrimci ruh ve militanlaşma vardı. Bu devrimci ruh ve militanlaşmanın verdiği sosyal sorumluluklar vardı. Bundan dolayı siyasi anlamda örgütlenmeye yöneldiler. Bu da dernekleşerek yapılıyordu. Cezaevleri direnişleri vardı. Kitleleri en fazla etkileyen cezaevi direnişleriydi. Mazlumlar, Hayrilerin geliştirdiği direniş ve onların partisi PKK hareketi bunları çok iyi bir biçimde Avrupa’ya taşırabildi. Dolayısıyla kurumlara gelen Kürtler bu insanlardan etkileniyordu. Bu dirilik onları biraraya getiriyordu. Kimsenin burada aile ortamı yoktu. Kültürel faaliyet çok fazla yoktu, siyasal anlamda bir ilişki vardı.

Uyumla birlikte sosyal ilişkiler ve sosyal sorunlar da arttı
Göç ve kendi içindeki ayrım süreci?
80 sonrası yoğun bir geliş var. Sosyolojik olarak büyük bir değişim yaşandı. Nedir; 80 sonrası 5-6 yıl sonra eşler çocuklar gelmeye başladı. Diğer yurtsever arkadaşlar, militanlar bir kısmı ülkeye döndü. Tekrar mücadeleyi nasıl başlatabiliriz diye, ülkeye dönüşler başladı. Ve giderek Avrupa’da, Kürtlerin çocukları okula başladı. Bazı yurtseverler esnaf durumuna geldi. Maddi düzeyleri değişti. Restorant, tekstil, inşaat... Kendileri belli bir entegrasyon yaşadılar. Yaşadıkları ülkenin dilini öğrenmeye başladılar. Sosyolojik bir değişim başladı. Öğrenci, esnaf vb. ayrım başladı. Kurumlar çoğalmaya başladı. Bir kurumken giderek dernekleşme, federasyon oluşmaya başladı.

80-90 arası gelen kitle daha politize ve gelişkin, bunlar buradada mücadelesine devam etti, bir kısmı da ülkeye döndü. Bir kısmı ise maddi olarak kendini örgütledi. Bunlar Kürtlerin örgütlü olmayan lobi faaliyetini ve halk diplomasisini yürüten kişiler durumunda oldular. Daha çok dil öğrenme, entegrasyon, Fransızlarla ilişkilendiler, doğallığında bir iletişim oluştu. Bunlar, Kürt toplumunu Fransızlara anlattılar.

Kuşaklar arası nitelik farkı!


1980-2010 bir kurum deneyimi sözkonusu. Gelinen aşamada kurumsallaşma düzeyi sizce yeterli mi? Değilse neden?
Biraz önce değindiğimiz gibi 90’a kadarki süreçte nitelik çok farklıydı. 80’de gelen kitlenin niteliği büyüktü. 90 sonrası nicelik olarak büyüdük nitelik olarak zayıfladık. Yoğun bir kitleselleşme yaşandı. Daha dar bir kurumsallaşmadan büyüdük.

Kurumlarımızı verimli kılamadık
Fransa genelinde 15 derneğimiz var. Federasyon var. Gerçekten hayal ettiğimiz, yakalamak istediğimiz düzeyi yakalayamadık. Benim hayalimde kültüre çok büyük önem verilmesi vardı. Bunu geliştirerek insanlarımızı dönüştürmek. Çağdaş, sosyal, politik anlamda çağdaş insan durumuna getirmek ya da topluma bu yönlü katkı sunmak. Şu bir gerçek Kürdistanlıların büyük bir kısmı kurumlarımız etrafında öbeklenmiştir. Burada nitelik sorunu var. Çok sayıda kurumumuz var. Bir yönüyle karmaşık bir yapılanma var ama birbirimizi geliştiren düzeyde değil. Çok farklı kurumsallaşma biçimine gidildi. Kurumların çalışma alanı, birlikte iş yapma süreci, birbirini güçlendirme ve dengeleme yerine birbirlerini istemeyerek de olsa -kurumsallaşma bilinci gelirtirilemediği için- birbirini engeleleyen bir pozisyon çıktı. Avrupa gibi bir yerde biz kurumlar olarak kültürel faaliyetlerimizi ihmal ettik. Müzik, koro, dil gibi...

Yeni kuşakları ihmal ettik
İkinci ve üçüncü kuşaklar ortaya çıktı. Bunlara hitap edemedik. Buradaki Fransa toplumuyla entegrasyonu tam sağlayamıyorlar. Bizim insanlarımız Fransa varoşlarında oturuyor. Kürt gençliğinin de dejenarasyona uğrama sorunu var. Biraraya getirme sorunu yaşıyoruz. Kültür, sinama, gençliğin entelektüel yanını ihmal ettik. Gençliğin enerjisini spor ve halk oyunlarına boğduk. Onlara yönelik eğitimimiz, ülke ile ilgili tartışmalarla sınırlı kaldı. Kısır bir gençlik oluştu. Burada Kürt kadını dört duvar arasında kapalı. Sayın Öcalan’ın deyimiyle saksının içindeki çiçek gibi. Daracık bir ev ve saksıda çiçek. Sosyal faaliyet ve ekonominin içinde değil. Dönem dönem etkinliklerimize katılım olsa da bu çok yetersiz.

Öz yönetim sorunu!
En büyük sorun öz yönetim, bir halkın gelişkin öz yönetimini ortaya çıkarmak. Kendi kurumunu asgari düzeyde; ekonomik, sosyal, kültürel, dışilişki, halk diplomasisi, Fransız siyasi partiler, gençliği yönlendirme vb. temelinde zayıf kalındı. Nitelik sorunu var. Kurumsallaşma var. Kitle var. Yönetimsel olarak yetersizlik var. Kurumlarımızın aracılığla akademiler kurup bilinçli ve nitelikli bu tür yönetimleri yetiştirmek şart. Bunu yapamadığımız durumda kurumların içi boşalır. Çağdaş, çağı kavrayan ve kendisiyle birlikte temsil ettiği kurum üyelerini geliştiren, dönüştüren birer yönetici olabilmelidir.

Biz kurumlar olarak mütiş bir eylemselliği yaşıyoruz. Onlarca yürüyüş, kültürel faaliyet, yürüyüş vb. düzenliyoruz. Bence biz kurum yöneticileri halkın enerjisini gerekli süreçlerde devreye sokmalıyız. Zaman zaman halkın enerjisini, maddi ve manevi desteğini yerinde kullanamıyoruz. Bizim rolümüz, moral ve motivsyonu arttıracak bir biçimde devreye girmelidir. Bu da yine bir yönetim sorunu ve görevi. Bir kurumunu yönetemeyen bir halk büyük acı çeker. Mücadele müthiş. Bedel büyük. Eğer ortaya çıkan değerler yöneticiler tarafından değerlendirilemezse, çar çur edilirse bu halkın verdiği desteğe ve emeğe yazık olur. Bu yöneticilik bizim başlıca sorunumuzdur. Çağımız bilgi çağı. Kürtlerin 30 yılda yürüttüğü mücadelede pratikte ortaya çıkardığı büyük bir birikim var. Ama hala eksik ve yetmezliklerimiz var. Bu en üst kurumlarımızda dahi var. Bu sadece bir dernek sorunu değil çatı örgütlerimizde de var. En fazla oradan kaynağını alıyor. Buna dikkat edilmesi gerekiyor.

Her rengin kendi ifadesini bulması!
Günün ihtiyaçlarına uygun bir örgütlenme biçimi nasıl olmalı?
Şu an bizim kurumlarımızın yönetiminde yer alan arkadaşlar, bilindiği gibi eski klasik tarzda örgütlenmelerin etkisinde olan arkadaşlar. Gerek ülkemizdeki örgütlerin yapısı, Sovyet modeli vb demokratik merkezi tarz, bilindiği gibi iflas etmiştir. Şimdi var olan Kürt kurumlarınını temsilcileri yeteri kadar bu süreçten ders çıkaramadı. Eski tarzda yürütmeye çalışıyor. Bu da tekçiliği doğuruyor. Halbuki gerek sayın Öcalan’ın ortaya çıkardığı; her rengin, cinsin, her kesimin kendisini özgürce ifade edebileceği bir örgütlülüğün ortaya çıkmasının zorunluluğu var. Katılımcı demokrasi...

Bir halkın kendi ihtiyaçları doğrultusunda örgütler yaratması, bunların toplamının idaresi. Diplomasi, kadın, gençlik vb. boyutunun ortaya çıkarılması, özellikle Kürtlerin önem vermesi gereken sosyal faaliyetler olmalı. Kültür faaliyeti dediğimizde spor, folklor anlaşılıyor. Ama bunun ötesinde bir şey. Diğer taraftan kadın sorunu. Kürtler hala feodal değerlerle yaşıyor. Kızlarımız özgürce kendi seçimlerini yapamıyor. Ailelerinin istemlerini kabul etmediği takdirde birçok olay yaşanıyor. Fransa’da bu çok acı bir olay. Gerçekten çok ağır sorunlarımız var. Sadece bir siyasi anlatım, seminer vb. ile geçiştirilemez. Dönüşebilen, çağdaş bireyi yaratmak çok yönlü bir faaliyeti gerektiriyor.

BİTTİ

SELMA AKKAYA

Eksen Kayması mı Yoksa Kapitalizm Halifeliği mi?

Türkiye’de rejim tartışması adı altında yürütülen ve güncel adı İrtica olan gerçeğin anlaşılması 'eksen kayması' tartışmasını anlamak için büyük önem arz etmektedir.

Türkiye’de rejim tartışması adı altında yürütülen ve güncel adı İrtica olan gerçeğin anlaşılması 'eksen kayması' tartışmasını anlamak için büyük önem arz etmektedir.

Yıllarca laiklik adı altında dışarıya ihraç ettikleri sözde irtica ve İslamist kesim sonuç olarak; 118 ülkeden fazla ülkeye Türkçülüğün yayılmasıyla sonuçlandı. Bu gün ''Afrikalılara bile Türkçe öğretip Diyarbakırlılara öğretememe'' çığlıkları bu stratejinin yansımalarıdır.

Kemalist milliyetçiliğini çok daha geride bırakan bu ırkçılığın hem kapitalist ülkelere bıraktığı açık kapı, hem de Türkçülük modernizesinde ilginç bir hal almaktadır. Siyonizmin de karıştığı Neo-Osmanlıcılık giderek sermaye mezhebine dönüşmektedir.

Gülen gibileri bu çatışma (laiklik-İslami çatışması) süsüyle merkezi bir rol aldılar. Güya ihracatı dışarıya yapılan bu gerçekle dev bir milliyetçilik yaydıkları, içeriden dışarıya; Avrupa ülkelerine, ABD'ye yaşanabilir bir laiklikle ülkeyi pazarladılar.

Kemalizm-İslamizm ‘çatışması’ 85 yıl boyunca tartışılan gündemleşen konulardan biri olsa da bu durum siyasetin hazcı durumu olmaktan öteye gidemedi. Oysa İslamist siyaset Türkçülüğün en köklü ideolojisidir. Kemalist ideoloji Kuzey Kürdistan’ın bir iki ilinde etkili olsa da Siyasal İslam’ın 22 ilin 20’sinde çok aktif olduğu görülmektedir. 

Ne var ki; kapitalizmin liberal yayılmacı gerçeği ve bu gerçeğin kurban seçtiği ülkeler gerçeği bu gündemden çok daha ötede durmakta, kendi amacını gerçekleştirmektedir. Bu yüzden halen Türkiye’yi iki kutba ayırıp tartışmak kolaycılık, hazcılık olacaktır.

AKP projesiyle yürütülen Kemalizm karşıtlığı adı altında CHP ve AKP; Yargı-Asker-YÖK gibi kurumlarda güya sipere girip birbirleriyle çatışmaktadırlar oysa tam aksine bu ‘çatışma’ bu kurumların Kürt karşıtı koordine edilmesidir.

Sözde AKP-CHP çatışmasıyla hedeflenen Kürdistan’da bunların birbirlerinden farklı ideolojilermiş gibi bir algıyı yaratarak birini tercihe zorlamaktır.

90’lı yıllarda Hizbullah’ın etkin olduğu bazı alanlarda Hizbullah/JİTEM korkusuyla evlerine kapanan halka karşı aynı eller tarafından pornografik TV kanalları şifresiz yayınlatılıyordu. Kürdistan bunları yaşarken yaşanan binlerce faili meçhul cinayetleri sırasında batıda ‘’TELEVOLE’’ kültürüyle yaşanan tarih hafızalardan sildiriliyordu.

Şimdilerde AKP-CHP çatışmasıyla Türkiye ve Kürdistan’da yaratılan ‘’TELEVOLE’’ ile birlikte eksen kayması adı altında İsrail-Türkiye ‘çatışmasıyla’ Orta Doğuda daha büyük bir çemberde aynı kültürü dayatmaktalar.
 

Yani ikisi birbirinin aynısı olduğu bir yerde görece bir çatışmayla ya buna ya da buna mahkûmsun anlayışı yaratılmaktadır.

Türkiye’de uzun yıllar sahil şehirleri laiklikle süslenirken Orta Anadolu muhafazakâr İslami renge büründü. Denizleri çepeçevre saran laikliğin esas olarak Hıristiyanlığı benimseyen halkların Türkleştirme biçimidir.

Aynı durumun Kürt Alevileri ve Ermeniler gibi kesimler düşünüldüğünde sertleştirilen Sünnilikten kaçan toplulukların laiklik oltasına takıldıkları görülmektedir.

Her ne kadar geçen yüz yılda kapitalist pazarlar ulus-devletler üzerine kurulduysa da Türkiye’de bu iki eğilim her zaman batıya ve doğuya açılabilecek potansiyel pazarlar olarak açık tutuldu.

1980'lere doğru Orta Doğu ülkelerinin rejimlerinin giderek sertleştiği görülmektedir. Şah dönemindeki İran'da toplumsal yapı bu günkü Türkiye toplumundan çok daha açık bir toplum olduğu ortadayken 1979 Humeyni devrimiyle İran’da bir medeniyet çoraklaştırılmıştır. Yine aynı döneme denk getirilen Saddam rejimi bölgesel çatışmaların habercisiydi.

Sertleşen, diktalaşan ülkelerin muhalefet yapıları her nedense İngiltere ve ABD'nin dikkatini çekmiş ve rejimlerden kaçanlar buralara yerleştirilmişlerdir. Daima müdahale pozisyonları yaratan ve muhalefeti kendi içinde örgütleyen bir tutum içinde olan İngiliz merkezli siyaset, her müdahale sonrasında arkasında demokrasi adına demokrasi enkazı bırakır.

Bu kadar sertleşme ve çatışmalardan sonra Orta Doğuda Türkiye’ye Neo-Osmanlıcılığın dayatılması tesadüf değildir. Türkiye’yi her alanda alternatifleştirmeye çalışmaktalar. İslam dininin Osmanlıları İmparatorlaştıran taktiksel etkin gücünü yeniden güncelleştirmekteler.

Türkiye kapitalist krizin imdadına, Orta Doğuya açılan acil gümrük kapısıdır. Erdoğan ve AKP’nin çabası (görevi) ise bu kapıdan kapitalizmi geçirmek için Orta Doğu değer ve motiflerini bandrol olarak kullanmaktır.

1920’de de işgalden bunalmış Irak halkları 5 aylık amatör bir direnişle İngilizlere büyük bir külfete mal olacak bir ders verdiler.

Pozitivist yöntemin çıkarcı ve rakamsal hesapları Orta Doğu’nun karmaşık toplumsal yapısı karşısında stratejik öngörüsünü yitirmiştir. Bu yüzden yerel (tarihsel olarak) olmayan, yerele devşirilen Türkiye gibi ülkelere ihtiyaç vardır.

Kaldı ki İngilizlerin dolaylı sömürü taktikleri en az İngilizler kadar eskidir.

Devlet tarihi ve şiddet; Orta Doğuda çok eski ve kalıtsal görülse de aksine devletleşmeyen, düzene gelmeyen, devletçi hiyerarşiden çok istisna silsilelerinden oluşan topluluklardan oluşan bir coğrafya söz konusudur.

Bu gün görünen kaosun bu toplulukların çeşitlilik gösteren yapısı değil, devletçi tarihin niteliksel dayatmasının bir sonucudur. Yani devletçi dayatma ile toplumcu eğilimin sürekli çatışması kaosa tarihsel düzeyde derinlik kazandırmıştır.

Böylece bu coğrafyadaki toplumsal grupların çatışmasının ve buna paralel olarak bunalım kuyularından çıkmamalarının nedeni devletçi zihniyet olduğu gibi, devletinde aynı zamanda nitelikli kriz, hatta nitelikli kaos yaşamasının nedeni bu toplumsal çeşitliliğin direnişidir.

Toplumsal grupların çatışma hali arkasında bin yılları bıraksa da özünde çatışan grupların devletçi zihniyet karşısındaki direnişleri yekpare ve dehşet verici ortaklıklarıdır.

Son Irak müdahalesi sonrasında da demokrasi ve özgürlük mezar taşına yine Baas vesayetini dikmeye çalıştıkları bir yerde Irak’ın yapısal durumu kendini dayatmış, çıkan sonuçlar hesapları karıştırmıştır.

 
Hamaslaştırılan İsrail-Filistin meselesinde benzer durumlar söz konusudur. Daha laik ve dünya devrimci örgütlerin ilgi odağı haline gelen FKÖ karşısına gerici HAMAS diktirilerek hem devrimci bağ hem de laikliği nedeniyle Hıristiyan Arap dünyası ve batının ilgisi giderek kesildi.

 
Ortadoğu’da Kahire yani Mısır’ın başkentinin rolünü ayrı tartışmak gerekir. Burası Ortadoğu'nun mimar-mühendisler odası gibidir. Aynı anda hem FKÖ hem de HAMAS burada kurulur ve 1988'e gelindiğinde HAMAS, FKÖ ile çatışacak kadar sertleşir.

HAMAS 2004'te seçimlere sürüldü ve nihayet 12 Ocak 2007 İsrail Dış İlişkiler Savunma Komitesi toplantısında İsrail Başbakanı Ehud Olmert ; ''Hamas’ı Netenyahu kurdu, hayat verdi, Ahmed Yasin'i (Hamas liderini) serbest bıraktı ve ona gelişme şansı verdi.'' diyordu.

Özcesi Hamas defalarca Filistin davasının üzerine sürüldü ve Hamaslıların elerindeki İsrail silahlarından çıkan kurşunlar Filistin davasını saptırdı.

Orta Doğu da sorunlara karşı çıkan dinamiklerin bir biriyle ilişkileri kesildiğinden, sorunlar ve çatışmalar kalıcı hal almaya devam etmektedir. Kalıcı bunalımlar ve çözümsüzlükler sistemin en temel beslendiği alanlar olduğu yerde çözücü hamleler gerçekleştirmek tarihsel bir zorunluluğu ifade etmektedir.

Bu veriler Türkiye Siyasal İslam Hareketi-İsrail ilişkisini anlamlandırmada önemli kilometre taşını ifade etmektedir. İsrail’den 'uzaklaştıkça' Yahudi sermayesine yakınlaşan hatta teslim olmasını açıklayan önemli ipuçları!

HAMAS’laşan sadece HAMAS değil günümüzde AKP’de Kürt davasının HAMAS’ını yaratmanın peşindeyken Ortadoğu Direniş ruhuna karşı merkezi HAMAS rolüne de bizzat kendisi soyunmuştur.

'Eksen Kayması' tartışması ile safsatalaştırılan AKP oyununa gelmeden açık ve direkt olarak şu soruyu sormak gerekiyor AKP neden İsrail’den uzaklaştıkça Yahudileşiyor?

İsrail devlet istatistik kurumundan yapılan açıklamaya göre, İsrail'in Türkiye'ye ihracatı yüzde 32 artarak 811,8 milyon dolara yükseldi. Aynı dönemde Türkiye'nin İsrail'e ihracatı ise yüzde 30 artışla, 1,04 milyar dolara ulaştı.

Nasıl ki yıllarca İslamist-Laik çatışmasıyla 85 yıldır bir ülke sömürülüp satışa çıkarıldıysa şimdilerde küresel 'çatışmalarla' küresel sömürülerin önü açılmaktadır.

Her ne kadar Bay Erdoğan Davos'ta Simon Peres'e ''one minute'' yani ''bir dakika'' diye seslense de 'Mavi Marmara krizine' rağmen ekonomik ilişkilerin bir saniye dahi durmadığı aksine %30’ dan daha fazla bir artışın olduğu resmi rakamlarca açıkça ispatlanmaktadır.

Küresel güçlerin Türkiye’ye AKP aracılığıyla verdiği roller kadar Türkiye’nin de bu rolü kendisine göre oynayacağı açıktır. Bu bağlamda bir kaç başlıkta toplayabileceğimiz yayılmacılığın; küresel, bölgesel ve iç hesaplarını incelememiz gerekecek.

   Sermayeci Güçlerin Beklentileri ve Jeoekonomik Alan

Küresel ekonomik dengeler ikinci dünya savaşından sonra AB gibi bir projeyle savaşı kapitalizmin merkezinden uzaklaştırma çabası içerisinde sağlanmaya çalışıldı.

Keynes ikinci dünya savaşından sonra kapitalizmin reçetesini şöyle veriyordu ‘’Savaşı, merkez kapitalist ülkeler için bir olasılık olmaktan çıkarın. Savaşı çevrenize çeperinize yayın’’.

AB bugün kendisine demokratik bir misyon biçiyorsa bu, AB’nin insancıl bir biçimi değil aksine ikinci dünya savaşından sonra harabeye dönmüş Avrupa’nın Sovyetlere karşı durması karşılığında ABD’nin ekonomik desteği karşılığında Sosyalist bir ülkeye karşı ‘sosyal devletler’ projesinin bir sonucudur.

Keynes kapitalizmin sağlığı için savaş halini kapitalizmin yayılmadığı ülkeler için süreklileştiriyordu. Belki de böylece elli yıl boyunca ekonomik kriz ertelenecekti.

Gelinen aşamada AB ve ABD’ye rağmen her seferinde yangın, kapitalist modernitenin bir köşesinden tutuşmaktadır. Avrupa’da yılladır savaş olmamasına rağmen Doğu Avrupa Nuh’un Gemisinden şimdiden düşmek üzeredir.

İhtiyaç dışı üretim çılgınlığı yakın zamanda ihtiyaç dışı tüketim partnerini bulmazsa var olan kriz derin bir hal alır.

Tahminler 2011 başlarında devletçi zihniyetin zirvesi ABD olmak üzere birçok ülkenin ekonomik çıkmaza gireceği yönündedir.

Anlaşmalar daha çok ticaridir…


Suriye, İran, Rusya, Irak ve birçok ülkeyle çok hızlı yapılan anlaşmaların daha çok ticari olduğu; enerji ve para dengelerinin kaygılarının giderildiği açıkça görülmektedir.

Bu anlamıyla Neo-Osmanlıcılık bir nevi kapitalizm halifeliğine dönüştü desek abartılı olmayacaktır.

Özellikle GAP adı altında bahsedilen açılım sadece bir barajla sınırlı değildir. Bir tarafta her alanda gerillaya karşı oluşturulan barajlar güvenlik amacını taşırken diğer tarafta derinleşen su ve enerji sorununa karşı Türkiye GAP’la bölgesel bir tehdit oluşturmaktadır.

Her ne kadar ticari ilişkilerde bir ilerlemenin olduğu sanılsa da Türkiye özellikle Irak ve Suriye’ye karşı içinde Atatürk ve Ilısu barajlarının da bulunduğu birçok barajla bölgesel su ihtiyacına karşı su stoğuna giderek yeni tehditler oluşturmaktadır.

Yani Kapitalist Modernitenin verdiği rolü laikiyle yerine getiren Türkiye diğer taraftan GAP gibi sözde projelerle değil Kürt sorununu çözme tam aksine bölge devletlerine ve PKK’ye karşı bu barajlarda tam anlamıyla bir faşizm biriktirilmektedir.

PKK’ye Karşı Diplomatik Savaş ve Ardındaki Gerçekler


Dünyada PKK’ye benzer birçok örgütün mücadelesinin ya sonuçlandığı,  ya devşirildiği ya da tasfiye edildiği bir yerde PKK tasfiye edilmediği her an daha da ilgi çekmekte ve böylece üstüne düşen alternatif hareket olma misyonunu artırmaktadır.

PKK’nin küresel devrimcilik misyonu artıkça küresel karşıtları da destekçilerinin de çapı genişliyor. Artık dünya Filistin çocuklarından ziyade ‘’taş atan çocukları’’ konuşuyor.  Chomsky gibi dünya düşünürleri aydınlar onları konuşuyor...

NATO’nun ‘’ROJ TV’’ operasyonuyla dünyaya verdiği mesaj ilginçtir. NATO kuruluş felsefesini yitirmiş; çünkü karşısında kurulduğu Sovyetler Birliği yıkılmıştır. Aksine bugün Rusya NATO’nun düşmanı değil üyesidir. Kuruluş amacı kalmamış böylesi bir gücün Avrupa’nın merkezinde çizdiği zikzak gariptir.

  Türkiye komşulardan tutalım tüm dünyayla kurduğu ilişkilerde ağlayan sorunu; ‘’Kürt Sorununa’’ emzik aramaya devam etmektedir.

 Esnek taktiklerle sert stratejilere geçiş...


Daha önce gerek küresel güçler gerekse Türkiye’de sert taktiklerle sert stratejiler öngörülüyordu. Ne var ki yeni düzen aynı yöntemleri kaldırmadığından AKP ile ‘’esnek taktiklerle sert stratejiler’’ dönemine geçildi.

AKP derin Misak-ı Milliciliği oynuyor. Mümtazer Türköne bir yazısında ‘’Türkçe okulların yanında Kürtçe okullarda açılsın insanların kendi çocuklarını hangi okullarda okutacağı Türkiye’nin entegrasyon başarısı belirler’’ diyor.

Entegrasyonun politik düzlemdeki ifadesi asimilasyonun ergenlik dönemi olarak tanımlanabilinir.

Modernitenin kavramsal pazarı bize her koşulda müşterisi olabileceğimiz kavramlar sunmaktadır. Oysa entegrasyon derin asimilasyon değil midir?

Kendi toplumumuzu güçlü anlamalar üzerine inşa etmezsek kimlik arayışımız hafıza kaybına uğrar. Entegrasyon durumu; derin çelişkilerimizin derin çelişmezi durumunu oluşturma potansiyelindedir.

AKP eksen stratejisini anlamak için Sovyetler karşısında güçlendirilen ve Avrupa da ‘Sosyal Devlet’ adıyla ne yaratıldığını algılamakta yarar var.

Emeğin tüketime tüketildiği güya ‘’herkesin üretime dâhili’’ durumu tamda tüketim toplumu olma durumudur.

Bu durumda devletin sosyalleştiği değil, toplumun (sosyalin) devletleştiğini söylemek daha doğrudur.  Yani bu, devletin kitleselleşen durumudur.

Özgürlük Hareketinin de tüm bölgesel ve küresel hareketliliğe karşı beklenen devrimci rolünü ancak tüm eylem ve etkinliklerini onun yaşam modeli olan Demokratik Özerklik ve Demokratik Konfederalizm çatısında yürüterek yapacağı açıktır. En anlamlı eylemlerin bile onun toplum modelini gündeme çıkaracak tarzda değil aksine toplum modeli (özerklik) her eylemin çatısı olmalı, her eylem bu modeli daha da somutlaştırmalıdır.

Ozan Erdem

Yeşil Sermayeden TÜSİAD’a Komplo!


AKP iktidarıyla birlikte güçlendirilen MÜSİAD’ın bu girişimlerle giderek TÜSİAD’a alternatifleştirilmeye çalışıldığı görülmektedir.

Türkiye giderek sermayesiyle işgal ettiği Güney Kürdistan’da daha da güçlenirken aynı anda sermaye grupları garip bir çatışma içerisinde!

Bölgesel ve küresel düzeyde ticari ilişkilerin hızlandırıldığı bir süreçte önce El Irakiye (Ayad Allavi) üzerinden Sünni kemerin Bağdat’ta iktidar olması için çırpınan Türkiye birinci plan gerçekleşmeyince her ihtimalde Irak Hükümetinin kurulmasına razı oldu.

Türkiye savaş sonrası enkaza dönmüş bir ülkenin inşası için acele etmektedir nitekim Sünni bir yönetimin oluşması birincil tercihi olduğu gibi acilen hükümetin kurulma gereksinimi de ‘’her durumdan vaziyet çıkarma’’ anlayışıyla en acil tercihi olmuştur.

Aylar sonrasında kurulan hükümette bölgesel düzeyde önce İran mezhepsel ve arka plandaki bu savaşın isimsiz kahramanı olmuştur. Türkiye ise durumdan çıkaracağı vazifeyle büyük bir ekonomik rant sağlayacağından bu savaşı kazanan ikinci ülke olmuştur.

Şimdiden Basra’dan Türkiye’ye gelen birçok ekonomik teklifin yanı sıra Musul’da 20 bin konutun yapımı için Türkiye’ye iş teklifi verilmiştir.

Şüphesiz Türkiye bölgede yaşanan gelişmeleri böyle karşılarken bölgeye birçok iç çelişkisini de beraberinde getireceği açıktır. Ortaya çıkan 10 milyarlarca dolar rantın TÜSİAD ve MÜSİAD’ın şimdiden kızıştırdığı gelen bilgiler arasında...

 Güney Kürdistan Bölge Başkanının Haziran ayında Türkiye’ye yaptığı ziyaret sırasında TÜSİAD’ı bölgeye davet etmişti. TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner her ne kadar güvenlik konusunda kaygılı olsa da Kürt yönetiminin Türkiye ile ilişki geliştirilmesine sıcak bakmıştır. Güney Kürdistan’ın kendileri için önemli bir pazar olduğunu düşünen Boyner’in sevinci kursağında kalmıştır.

Bölge Başkanının ziyaretinden hemen sonra 29 Haziran gününde Devlet Bakanı Zafer Çağlayan çok seri davranarak 148 Yeşil Sermayeciyi alarak Hewler’e gelmişti. AKP iktidarıyla birlikte güçlendirilen MÜSİAD’ın bu girişimlerle giderek TÜSİAD’a alternatifleştirilmeye çalışıldığı görülmektedir.

Her ne kadar TÜSİAD’ın bazı üyelerinin Güneydeki petrol işletiminde payı olsa da TÜSİAD; ‘’TÜSİAD International’’çatısı altında Irak Çalışma Grubu’nu kurarak 14 Ekim 2010 tarihinde 3 yıl içinde 20 Milyar dolara çıkartılması planlanan Hewler-Ankara ticari ilişkisinden faydalanmak istedi.

Ne var ki Güneyde giderek kurumsallaşan Yeşil Sermayenin ilginç bir tuzağıyla karşılaştı: Ziyaretten iki gün önce KDP’nin istihbarat’ı ‘PARASTİN’ kırmızı alarm vererek ‘’bölgenin ekonomik gelişimini hazmedemeyen bazı güçlerin bombalı saldırı hazırlığı içinde olduğunu’’ söylüyorlardı.

Hedef gösterilen yatırımcı ve ticari alan olurken ima edilen ise son dönemde Güneyin paravan örgütü haline gelen Ensar El İslam örgütüydü. Hatırlanacağı gibi gazeteci Serdeşt Osman cinayetinde bu örgüt suçlanmış örgüt kaynakları bu cinayeti ret etmişlerdi. Zaten ABD müdahalesinden bu yana Güneyde yaklaşık 4-5 büyük çapta saldırı olmuş, bu saldırıların önemli bir kısmının Türkiye ve Suriye ile ilişkisi olduğu ortaya çıkmıştı. Ensar El İslam ise İran’a yakınlığıyla biliniyordu. Yani Kürtlerin İran ile gizlice Şiilerle ortak kuracakları hükümeti tartıştıkları yerde İran’ın bunu yaptırtması da mantıklı değildi.

Bu yöntemle TÜSİAD ziyareti belirsiz bir tarihe ertelendi ve Yeşil Sermaye tekrardan Güney pazarına dikte edildi.

Bilgi edindiğimiz kaynaklar bu oyunun MÜSİAD tarafından gerçekleştirildiği ve Güneyli bazı güçlerin direk ve dolaylı olarak kullanıldığını söylüyor.

‘’Eksen Kayması’’ yaygarasıyla her gün dünyanın bir köşesinde güya İsrail’e çatan AKP’nin aksine savaş artıkları içinde nasıl bir savaş vereceği doğrusu merak konusudur.

Ozan Erdem

Kerkük Sorunu YNK ve KDP Elinde Siyaset İçin Bir Ticaret Konusu


YNK ve KDP sorunların çözülmesinde yana değildir. Çünkü Kürdistan’daki değişimden yana değil daha doğrusu değişimden korkuyorlar.
Güney Kürdistan’ın tanınmış aydın yazarlarından Dr Faik Gulpi ile Irak ve Güney Kürdistan ilişkileri ekseninde başta Kerkük ve Kürdistan sınır sorunu olmak üzere birçok sorunu ve çözüm yollarını konuştuk.
Kürtler ile Irak devleti arasında ki temel sorun Kürdistan sınırıdır. Güney Kürdistan sınırı nerede başlar ve nerede son bulur. Birinci dünya savaşından sonra Irak devleti kurulurken Kürtler ile yaşamış olduğu temel sorun budur. Irak devleti kuruluş aşamasında Kürtlere bazı haklar tanınmış fakat hiçbir zaman Kürdistan sınırının nereye kadar olduğu tartışma konusu bile yapmamış. İkincisi Kürtlerin Federal Kürdistan sınırları içinde ve Merkezi Irak hükümetinde ne kadar söz sahibi ve iktidar olduğudur. Örneğin 1970’lı yıllarda Irak anayasası Kürtlere bulundukları bölgede otonom hakkı verilmişti. 1991 yılında ki serhıldanlardan sonra Kürtler Güney Kürdistan’da neredeyse bağımsız duruma geldiler. Saddam rejimi yıkıldıktan sonra Irak’ta Kürtlere Federasyon hakkı tanıdılar. Yer yer Irak’ta ki bazı siyasi güçler Irak devletinin anayasal hak olarak tanıdığı bu federasyon hakkını sınırlandırmaya dönük çalışmalar söz konusudur. Burada en önemli sorun Kürdistan sınırlarının belirlenme sorunudur. Irak’ta Kürdistan olup Kürdistan’a dâhil edilmeyen, Araplaştırılmaya çalışılan ve bu günde temel sorun haline gelen bu il, ilçe ve köylerdir. Kürtler bu yerler için Kürdistan, Araplar Arabistan, Türkmen, Asuri ve bazı dış güçler ise bu yerlerin özerk bir statüye kavuşturarak bu yerlerin sadece Kürtler ve Araplara ait olmaması gerektiğini dile getiriyorlar. Bu sorunun nasıl çözüleceğine dair yol ve yöntem Irak anayasasının 140. maddesi çerçevesinde belirlenmiştir. Fakat bu güne kadar 140. madde uygulanmamıştır. Buda her iki taraf arasında ciddi bir sorun olarak duruyor.

-Bu sorunların çözümü için nasıl bir mekanizma var ya da olması gerekiyor?


Bu sorunların çözülmesi için ne tür bir mekanizmamız var ona bakalım şimdi. Normalde mekanizma Kürtlerin merkezi Irak hükümetinde ki bakanlıkları ve temsilcileri olması gerekiyor. Irak cumhurbaşkanı, Irak dışişleri bakanı, başbakan yardımcısı, Irak Parlamento başkan yardımcısı bu güne kadar Kürttü ve aynı zamanda Irak parlamentosunda grubumuz var. Bunlar yanında birçok bakanlık ve bakanlık yardımcıları Kürttü. Kürtler Irak merkezi hükümeti içerisinde bu derecede temsilini bulurken Kürtler ile Merkezi Irak hükümeti arasında ki sorunlar hiçbir şekilde çözülmüş değildir. Neden bu sorunlar bu güne kadar çözülmemiştir. Çünkü Kürtlerin Irak hükümeti içerisinde ki temsilleri ne gerektiği gibi Irak hükümeti için nede Kürtler için çalışmamışlardır. Örneğin 140. maddenin uygulanması için Caferi ve Nuri Maliki’ye eleştiriler yapıldığında Maliki biz başbakan olarak bu sorunun çözülmesi için üzerimize düşen her görevi yerine getirdik. Fakat sorun cumhurbaşkanlığında tıkandı dedi. Cumhurbaşkanı kendi yardımcılarını ikna edip önüne gelen belgeleri imzalatamadı dedi.    Irak cumhurbaşkanı ise bu güne kadar bu maddenin uygulanmasının bu kadar gecikmesi nedeni hakkında bir açıklaması yapmamıştır. Bu konuda açık bir tutum sahibi olmamıştır. Neden Irak cumhurbaşkanı bu konuda net bir tutum sahibi değil? Yine aynı şekilde 2008 yılında birleşmiş milletler toplantısında Irak cumhurbaşkanı Kerkük’ü Kürdistan’a dâhil etmekten ziyade Kerkük’ün bağımsız bir statüde kalması gerektiğini söyledi. Onun için Kürtler ile Irak hükümeti arasında ki sorunların çözülmemesinde sadece Araplar engel değil bazı Kürtlerde engeldir ve bu sorunun çözülmemesinde rant sağlıyorlar.

KDP ve YNK Sorunların Çözümünden Yana Değiller

-Peki, Irak merkezi hükümetinde ki Kürt temsilcileri ve Kürdistan’da ki Kürt kurum ve kuruluşları bu sorunların çözülmesinde ne gibi katkıları oldu?

Kürtler ile Irak hükümeti arasında ki temel sorunları yukarıda belirtim. Peki, bu sorunun çözülmesi için Kürdistan parlamentosu ne iş yapmış? Ya da Kürdistan Bölge Başkanı ne iş yapmış? Örneğin Kerkük il meclisi 2007 yılında Kerkük’ün geleceği hakkında şöyle bir karar almaya hazırlandı; şayet Kerkük sorunu zamanında anayasal yollarla çözülmese biz Kerkük halkı olarak ya federatif bir yönetim biçimi ya da Federatif Kürdistan bölgesine katılmayı karar altına alacaktır. Bu karar Irak, Kürdistan ve dünyada çok tartışıldı. Bu dönemde Amerika dışişleri bakanı olan Condoleezza Rice hemen Irak’a geldi Kerkük il meclisinin bu kararı almaması için diplomatik baskıda bulunda ve aynı zamanda Kürdistan parlamentosuna da Kerkük il meclisinin böyle bir karar alması durumunda destek vermemelerini istedi. Kürdistan parlamentosu Condoleezza Rice’ın bu isteğini olduğu gibi yerine getirdi. 140. maddenin uygulanmasının ertelemesine destek sundu. Kürdistan Bölge Başkanı da aynı şekilde Kürdistan’a ayrılması gereken bütçe, petrol anlaşmaları v.b sorunları dile getirdikleri kadar esas stratejik sorunlar yani Kürdistan sınırı, Kerkük sorunu ve 140. maddenin uygulanması için bu kadar çaba harcamadılar. Yani esas sorunlar çözülmediği için buna bağlı olarak yeni yeni başka sorunlarda ortaya çıkmaya başlıyor. İşte peşmerge, bütçe, petrol sorunları esas sorunlar çözülmediği için bu gün varlar.

-Peki, Kürt tarafı neden sorunun çözülmesini erteleyebilir ki burada çıkarları nedir sizce?


Burada başka bir görüşte şudur; YNK ve KDP sorunların çözülmesinde yana değildir. Çünkü Kürdistan’daki değişimden yana değil daha doğrusu değişimden korkuyorlar. Çünkü kendilerinin başka projeleri vardır. Onlar uzun bir süre Kerkük sorununu politik bir malzeme olarak kullanmak istiyorlar. Çünkü gerçekten Kürdistan ve Irak’ta ki yetkililer Kerkük sorununu çözmek istemiyorlar. Bu konuda basın yayın ve medya organları halkı farklı bir biçimde eğitiyor ya da bilgilendiriyorlar. Kürdistan’ın bir parçası olan Kerkük’ün Arap milliyetçiler tarafında gasp edilmiş ve Kürdistan coğrafyasına dâhil edilmesini istemediğinin propagandasını yoğunca yapıyorlar. Bu konuda bu güçler iki türlü siyaset yürütüyorlar. Birincisi 140.maddenin uygulanmasını engelleyerek Iraklı ve uluslar arası (ABD, Arap devletleri v.b) güçleri razı etmekle meşguller diğer taraftan da basın ve yayın organları Kürtlerin tek ve gerçek temsilcilerinin YNK ve KDP olduğu Kerkük sorunu konusunda da en fazla çaba gösteren güçlerin yine bu güçler olduğunu dile getiriyorlar. Onun için Kürdistan sınırlarının belirlenmesi ve Kerkük sorunu YNK ve KDP elinde siyaset için bir ticaret konusu olmuştur. Onun için bu sorunların çözülmesini istemezler şayet bu sorunlar çözülürse ayakta durmak için başka projeleri yoktur.

Dört Yıl Önce Kürtlerin Eli Daha Güçlüydü.

-Peki, Irak merkezi hükümetinde Kürtlerin konumu nedir? Mevcut konumlarımı yoksa bir önceki dönemdeki konumları mı daha güçlüydü?

Bir önce ki dönemde Kürtlerin Irak merkezi hükümetinde cumhurbaşkanlığı, dışişleri bakanlığı, başbakan yardımcılığı vb. önemli mevkilerde temsillerinin yanı sıra parlamentoda güçlü bir grupları söz konusuydu. Fakat anayasada olup ta Kürt halkının yararına olan bu maddeleri yaşamsallaştıramadılar. Örneğin 140.madde, yine Federatif sistem bir kanun çıkarıp ta Irak’ta federatif sistemi oturtamadılar. Yine anayasa Irak parlamentosu iki meclisten oluşur bir meclis doğrudan seçimle gelen meclis diğeri ise federatif meclis burada da mezhep, etnik ve azınlık temsilcilerinin temsil edildiği meclistir. Bunu da yapamadılar. Eğer Irak parlamentosu iki meclisten oluşursa bu tür etnik sorunlar hakkında federatif meclis karar mekanizmasıdır. Yerel ile merkez arasında ki ilişki, Kürtler ile Araplar arasında ki ilişki yine Kürtler, Araplar ve Türkmenler arasında ki ilişkilerin nasıl olacağına yönelik kararlar bu meclisten çıkar ve tek karar mekanizmasıdır. Bu tür sorunlar hakkında ki karar seçimle çözülmez çünkü seçimle olursa Arap nüfusu Kürtlerden daha fazladır. Yâda Türkmenlerin sorunları seçimle hal edilmeye çalışırsa Türkmenler hiçbir hakkı elde edemezler çünkü nüfusları buna yetmez. Çok uluslu olan tüm ülkelerde parlamentolar iki meclisten oluşur. Bir meclis etnik ve mezhepsel unsurların temsil gücüne göre örgütlenir. Örneğin Irak’ta federatif meclis kurulursa burada Araplar, Türkmenler, Asuriler, Kürtler ve Ermeniler aynı oranda temsil edilir. Birinin diğerine göre daha fazla temsil edilmesi söz konusu olamaz. Eğer seçim olsa dahi anlaşma sonucunda gidilmeli zorla değil. Örneğin Temmuz 2007 tarihinde Irak parlamentosu bir yasa çıkartı tamamıyla 140. madde karşıtı bir yasaydı. Şimdi Kürtler azınlıkta olduğu için ne yapabilirlerdi ki onun için bu demokrasi değildir.
Dört yıl önce Kürtleri eli daha güçlüydü. Mesela Irak ve Kürdistan’ın güvenlik ve asayiş sorununda peşmerge güçlerine büyük bir rol düşüyordu. Irak hükümeti de bunu kabul ediyordu çünkü mecburdular. Peşmergeler, Bağdat, Musul, Diyala, Kerkük ve Kürdistan’da güvenlik ve asayiş sorununu üslenmişlerdi. Şimdi Irak’ta asayiş sorunu daha iyiye doğru gitmiş ve Irak güvenlik güçleri bu konuda kendini toparlamış ve güvenlik sorununu üslenmiştir. Dolaysıyla peşmerge gücünün Irak hükümeti için o kadar ciddi bir rolü kalmamıştır. Yine Arap milliyetçiler dört yıl önce bu kadar örgütlü değillerdi. Ama şimdi çok ciddi bir biçimde örgütlenmişler. Örneğin Irak parlamento başkanı Usama Necufi ve grubu onlardan biridir. Ki bunlar 140. maddenin uygulanmasının mümkün olmadığını savunanlardandır. Aynı şekilde Irak’ta ki Kürt temsilcilerinin ise Kürt halkının nezdinde güven kaybına uğradılar. Halk bunların kendi çıkarları için bir şey yapacağına inanmıyor. 2006 yılında ilk defa Celal Talabani Irak cumhurbaşkanı olduğunda Kürt halkı büyük bir moral aldı ve destekledi. Ama bu sefer Cumhurbaşkanı olması halkı aynı oranda sevindirmedi çünkü Cumhurbaşkanın Kürt olması onlar açısında bir şey değiştirmiyor. Onlar için bir şey yapacağına olan inanç zayıflamıştır. Onun için Irak’ta ki Kürt temsilciler bu sefer yeterince Kürt halkının desteğini alamazlar. Irak dışişleri ya da cumhurbaşkanı bu gün Irak hükümetiyle bir sorun yaşasalar Kürt halkı yeterli desteği bunlara vermez. Çünkü merkezi hükümete göndermiş oldukları temsilciler onlar için çalışmadılar. Bunlar Kürt katliamında bulunan bazı şahısları serbest bıraktılar. Yine Saddam dönemde cahş olup ta bizzat Halepçe ve Enfal katliamlarında bulunan kişiler Kürdistan’a getirildi. Bunlara önemli görevler verildi. Tüm bu nedenlerden dolayı bu gün Kürt tarafının Irak hükümetinde ki konumu geçmiş döneme göre zayıf olduğunu ortaya koyuyor.   

Örnek vermek istiyorum cumhurbaşkanlığına Celal Talabani geçmiş dört yılık süreçte Kürtler için ne yapmış? Zamanında Baas istihbarat sorumlusu Tarık Ramazanı serbest bıraktı ki azılı Kürt düşmanıydı. Türkiye’ye gidiyor Kürt devleti bir şiirsel rüyadır diyor. Enfal gününde başka mezarlıklara giderek orada ağlıyor. Halepçe ve Enfal için ne yapmış bu güne kadar. Kürdistan’ın diğer parçalarında ki Kürt sorunu için ne yapmış, örneğin İran’da ki tüm muhalif Kürt örgütlerini getirip Kürdistan’da bir kampta toplamış onlarla da bir anlaşma imzalayarak İran karşıtı hiçbir demokratik eylemin bile yapılmayacağını imzalatmış. Yine cumhurbaşkanı tarafından bir yasa çıkarıldı ve bu yasaya göre Irak sınırları içinde ancak Irak vatandaşı olan kimselerin demokratik eylem yapma hakkı vardır diyor. Yani Güney Kürdistan’da ki diğer Kürtlerin demokratik eylem yapma hakkı yoktur.  Irak dışişleri bakanı Ortadoğu’da ve uluslar arası alanda hiçbir zaman Kürt halkının mazlumluğundan bahsetmemiş. Fakat birçok defa Türkiye, İran, Arap ve diğer ülkelerde ki halkların mazlumluğundan bahsetmiş. Araplar için o kadar çok şey yaptı ki Muammer Kaddafi ile Ömer Musa Arap birliği başkanlığı için Ömer Musa’dan sonra Araplar için en iyi olan kişi Hoşyar Zebari diyorlardı. Neden böyle diyorlar çünkü Kürt sorununu bir günde olsa Araplar gündemine taşıyıp bu konuda onları rahatsız etmemiştir.

Kısacası bunlar için önemli olan şey bu tür mevkilerle Irak ve Kürdistan’da kendi iktidarlarını pekiştirerek büyük maddi vurgunlar yapmak ve daha uzun süre iktidarda kalmaktır.
Örneğin bu güne kadar tek bir Kürt yetkili Kürdistan sınırlarının tahrip edildiğinden bahsetmemiştir. Neden söyleyemiyorlar milliyetçi Arapların hatırları için söyleyemiyorlar. Maliki bile bu konuda tahrip edilmiş sınırların sorunlarını gidermeye çalıştığını söylüyordu. Şii Araplar böyle bir şeyin olduğunu kabul ediyorlar ve dile de getiriyorlar ama Kürtler dile getirmekten çekiniyorlar.

140. Maddenin Uygulanması Üzerine YNK ve KDP’e Farklı Düşünüyorlar

-Kürtlerin Suni ve Şii Araplarla ilişkileri nedir? 

Irak devleti kurulduğundan beri Arap milliyetçiliğin dayandığı kesim hep Sünni Araplar olmuştur. Irak’ta Sünnilerin temel uğraşı Araplar için katı bir Arap milliyetçiliği kurmaya çalıştılar. Bunun için milliyetçilik Irak’ta ilerledi. Şii Araplar ise milliyetçilikten ziyade daha fazla mezhepçiliğe kaymışlar. Onun için Kürtler ile Şiiler arasında ciddi sorunlar yaşanmamıştır. Bunun için ta baştan beri Kürtleri ile Şiiler arasında ciddi bir çelişki söz konusu olmamıştır. Irak kurulduğunda da iktidar Sünnilerin eline geçmiş ve iktidar Irak’ta Şii Araplar ile Kürtleri baskı altında tutup ezmiştir. Bu Kürt ile Şii acısını ortaklaştırmış ve düşmanımın düşmanı dostumdur mantığı ile her iki tarafı birbirlerine yakınlaştırmıştır. Yine 1979 İran Şii devriminden sonra farklı koşullar oluşmaya başladı. İran-Irak savaşı esnasında İran baskı altında ki Kürtleri ve Şiileri Irak’a karşı desteklemeye başladı ve her iki tarafı ortak hareket etmesi için bazı ortak anlaşmalara razı etti. Bu yolla da Kürtler ile Şiiler bir kez daha birbirlerine yakınlaştılar. Yine Saddam rejimi yıkıldıktan sonra da Sünniler birçok yönde sorun yarattılar, radikal İslami grupları desteklediler, birçok bombalama eylemi gerçekleştirdiler, yine anayasayı ve seçimleri boykot ettiler. Yine Sünnilerin hiçbir grubu 140. maddenin uygulanmasını desteklemiyor hatta karşıdırlar. Ama hiçbir Şii grup bu maddeye karşı olduklarını açıktan dile getirmemiştir. Yine Kürtler Sünni Araplarla sınırdır. Kerkük, Diyala, Musul gibi sınır bölgelerde Kürler ile Sünni Araplar iç içe yaşıyorlar. Şiiler olsa da azınlıktadırlar. Kürtler Federasyonu savunuyorlar. Sünniler Federasyona karşıdır. Çünkü ideolojik olarak merkezi Irak’tan yanadırlar. Ekonomik olarak ta şayet Irak birkaç parça federatif bölgeye bölünürse Sünni Arapların bulunduğu bölgeler yoksul bölgelerdir. Bölgede ki ülkelerinde bu konuda etkileri söz konusudur. Örneğin İran’ın Kürtlere ve Şiilere yaklaşımı Türkiye ve Sünni Arap devletlerinkinden farklıdır. Suudi Arabistan ve Türkiye Irak’ta Sünnilerin temsiline soyunmuşlar ama bu güne kadar Kürdistan’ı tanıma gibi bir siyasetleri söz konu olmamıştır. İran öyle değildir. İran Irak merkezi hükümetini kendi yönetiminin bir parçası olarak görüyor. Irak’ta ve Kürdistan’da konsolosluklar açmış ve her iki güce stratejik olarak yaklaşıyor gelecekte dost yapmaya çalışıyor. Onun için Kürtler ile Şiiler arasında ki ilişki Kürtler ile Sünniler arasındaki ilişkiden daha güçlüdür.

-Maliki ile Mesut Barzani’nin Kerkük sorununu iki yılda çözmek için anlaştıkları söyleniyor? Gerçekten bu sorun iki yılda çözülür mü?


Kerkük sorunun çözülmesinin Kürtler ve Şii Araplar arasında ciddi bir sorunun ya da anlaşmazlığının doğacağına inanmıyorum. Fakat bölgesel ve uluslar arası güçler bu sorunun çözülmesine kolay kolay müsaade etmezler. Örneğin bu sorunun çözümünün ilk adımı olan Nüfus sayımının yapılmasına Türkmenler ile Sünni Araplar karşıdırlar. Neden buna karşıdırlar çünkü 140.maddenin uygulamasına karşıdırlar. Eğer nüfus sayımı yapılırsa Kerkük’te ne kadar Türkmen, ne kadar Kürt ve Arabın yaşadığı belli olacaktır. Böylelikle Türkmenlerin ne kadar olduğu ortaya çıkacak bu durumda sadece Türkmenler değil Türkiye devleti de siyaseten kaybedeceği şeyler var. Çünkü Türkiye ve Türkmenler Kerkük’ün bir Türkmen kenti olduğu bir milyondan fazla Türkmen olduğunu söylüyorlar.  Eğer Kürtler ile Şiiler bu maddenin uygulanması için anlaşmış olsalar bile bu sorunun iki yılda hal edilmesi oldukça güç görünüyor. Olabilmesi için tarafların ciddi üzerinde durması gerekiyor. Bu olursa sorun çözülür. Yok, eğer işler ciddiyetle takip edilip üzerinde durulmasa bu sorun hal olmaz diyorum. Çünkü 140. maddenin uygulanması üzerine YNK ve KDP’e farklı düşünüyorlar. Bu konuda ortak düşünceleri yok. Örneğin 1976 yılında Irak rejimi almış olduğu bir kararla Kerkük’ün Çemçemal, Düzxormato, Kifri, Keler ilçeleriyle birlikte nahiye ve köylerinin bazılarını Tikrit, Diyala ve Süleymaniye’ye bağlamış. Peki, ne zaman Kürtler Irak merkezi hükümetinde 1976 yılında alınan bu kararın bozulmasını talep etti ya da bu yönde bir diplomatik baskı uyguladı. Yani bazı şeyler vardır ki sadece engel Arap milliyetçileri değildir. Bu sorunların çözülmesi için Kürtlerde engel teşkil ediyorlar. Örneğin Kifri, Çemçemal, Kelar eğer Kerkük’e dâhil edilirse Kürtlerin Kerkük’te ki nüfusları çok fazla olur. Neden bırakılmıyor çünkü bu ilçeler Süleymaniye’ye bağlı oda YNK’nin denetimindedir. Böyle olursa YNK’nin denetiminden çıkabilir kaygısı yaşanmaktadır. Yine Kerkük’te KDP’nin bir asayiş gücü YNK’nin bir asayiş gücü vardır. Bu güne kadar KDP ve YNK Kerkük’te yürütmüş olduğu politikalarla Asuri, Türkmen, Arap ve diğer etnik grupların tepkisini çektiler. Oysa bu kesimlere öyle yaklaşılmalıydı ki onlar biz Kürdistan’a dâhil olmak istiyoruz diyebilmeliydiler.  YNK ve KDP’nin bu yanlış politikalarına bakıldığında 140. madde ve Kerkük sorununun iki yıl içinde çözüme kavuşması oldukça zor görünüyor.YNK ile KDP arasında ki stratejik ortaklığı iki aile konfederalizmine benzetebiliriz.

-Kürt grup ve partilerinin Irak merkezi hükümetiyle yaşanan sorunların çözümü için ortak bir stratejileri ya da üzerinde anlaştıkları bir metin var mı? 


Konuşurlarken herkes 140. maddenin uygulanmasından yana olduğunu söyler fakat pratik olarak bu maddenin uygulanabilmesi için hiçbir iş yapılmıyor. Bana göre Kürt örgütlerin bu sorunları çözmek için ortak bir politikaları söz konusu değildir. Dikkat edilirse Irak parlamento seçimlerinden sonra hükümet kurma çalışmalarında KDP’nin yaklaşımları farklı YNK’nin yaklaşımları farklıydı. KDP daha fazla Irakiye listesini yani İyad Alavi’yi destekliyordu. KDP Kürt sorununu çözmek için YNK ile ortak bir strateji belirlemesi gerekirken ondan daha fazla Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır ve Sünni Arap ülkeleriyle birlikte Irakiye listesiyle ortak hükümet kurma peşindeydi. Aynı zamanda Celal Talabani yani YNK ise baştan beri Şiiler iyi ilişkiler içindeydi Nuri El Maliki’nin Başbakan olması ve İran’ın Irak’ta ki politikalarını destekler nitelikte politika yürüttü. Her ne kadar bu iki örgüt biz ortak hareket ediyoruz. Stratejik ortaklık anlaşmamız vardır deseler de pratikte hiçte böyle olmadığı açıktır. YNK ile KDP arasında ki stratejik ortaklığı iki aile konfederalizmine benzetebiliriz. Olumlu bir ortaklık değildir. Bu ortaklığın esas amacı Duhok ve Hewler’in pazarını Barzani ailesine Süleymani, Germiyan ve Kerkük pazarının bir kısmı ise Celal Talabani ailesi arasında paylaşımdır. Onun için ulusal bir siyasetleri söz konusu değildir. Aynı zamanda ne Kürdistan’da ne Irak’ta ne de dünya siyasetlerinde ortaklık söz konusu değildir.
Goran, Yekgırtu İslami ve Komala İslami bu güne kadar iktidar olmamışlar. Bu örgütlerin YNK ve KDP’den farklı bazı yanları vardır. Bazı meselelerde bu örgütlerde KDP ve YNK zihniyetini aşmamışlar. YNK ve KDP’nin siyaset aklını hala tam anlamıyla aşmamışlar. Bana göre bu örgütlerde bir gün iktidar olurlarsa bu günden farklı olarak ciddi bir değişim yapacaklarına inanmıyorum. Örneğin son ırak parlamento seçimlerinde bu örgütler ulusal çıkarları gözetlemiş olsalardı. Kerkük’te her biri ayrı bir listeden girip Kürt oylarını bölmezlerdi. Buna karşı Araplar ile Türkmenler birlikte hareket etti Kürtlerle eşit değerde parlamenter çıkardılar. Eğer Kürtler Kerkük’te birlikte hareket etmiş olsalardı. Kerkük’ün Irak parlamentosunda Kürt temsili daha fazla olurdu ve sorunun çözümünü kolaylaştırırdı. Bunların sorunu çözme gibi bir niyetleri olmadığı için bu şekilde hareket etmeleri de söz konusu olmadı. Bu örgütlerin Kürt ulusal çıkarlarından ziyade kendi bireysel çıkarlarını düşündüğünü görüyoruz. Onlar için particilik önemlidir.
Kürdistan’da muhalefet yolsuzlukta, hukuksuz yaklaşımlarda iktidarı eleştiriyor. Fakat stratejik meselelerde iktidarı eleştirdiği görülmediği gibi onlardan farklıda düşünmüyorlar. Örneğin demokrasi, ulusal, Kürtler ile Irak arasındaki, Kürtler ile uluslar arası ve bölgesel ülkelerle sorunları konusunda iktidardan çok farklı düşünmüyorlar.

-Birçok şeyde gerek seçimler olsun, gerekse başka meselelerde KDP ve YNK’nin ortak hatta tek listeden buna karşı ise Goran, Komala İslami ve Yekgirtu İslami güçlerin birlikte hareket ettiğini görüyoruz. Bunun sebebi nedir sizce?  

KDP ile YNK 1991 yılından sonra Kürdistan’da iktidar savaşına girdiler. Tek başına iktidar olmak için her şeyi yaptılar. Her iki örgüt içinde bunun mümkün olmadığı görüldü. Ve dolaysıyla iç savaşa yöneldiler. Birbirlerinden çok insan öldürdüler. 1998 yılına kadar bu iç savaş devam etti. Savaşla da bundan sonuç alamayacaklarını gördüler. Aynı zamanda bu durum böyle devam ederse arada başka güçlerin çıkabileceğini gördüler. Bu duruma yol açmamak için her iki örgüt mecburen anlaşma yoluna gittiler. Bu anlaşmaya YNK ve KDP arasındaki ortak strateji ismini verdiler. Bu güne kadar bu stratejiyi basına ve kamuoyuna açıklamadılar. Ama öyle görünüyor ki bu anlaşmanın bir şartı kendi aralarındaki savaşa son vermekti. İkincisi ise seçimler döneminde sürekli ortak listeden seçime girmektir. Yani anlaşmaları iktidarın paylaşımı içindir. Fakat kendi aralarındaki çelişkiler hala devam ediyor. Bu anlaşma çelişkileri sona erdirmedi. Aynı zamanda bu ortak strateji ile diğer parti ve grupları ezmek ve zayıflatmak içindi çünkü özgürlüklere yol vermiyorlar. Muhalif gruplar ise çaresiz bir biçimde bu her iki örgütte karşı birlikte hareket etmek zorundadır.  Fakat bu gruplar YNK ve KDP gibi stratejik bir ortaklıkta bir araya gelecek kadar birbirlerine yakın değiller. Birbirlerine destek çıkma durumları var fakat farklı listelerden. Örneğin Irak parlamento seçimlerinde bu gruplar farklı farklı listelerden girdiler. Ortak bir liste oluşturamadılar. Bu günlerde ise öğretmenler sendikasının konferansı için seçimler oldu yine KDP ve YNK aynı listeden girerken muhalif gruplar ayrı listelerden seçime girdi.

-Öğretmenler sendikasının konferansı için Kürdistan genelinde seçimler oldu bu seçimlerde Goran YNK’e tabanının olduğu yerlerde oy alırken Duhok, Zaxo ve Behdinan’da neredeyse oy almadı bu durumu nasıl açıklama biliriz? 
 

Başta şunu belirtmek gerekir. Goran hareketini oluşturan kadroların tümü daha önce YNK içinde yer alan kimselerdi. YNK dışında başka hareketlerde bu gruba geçen olmadı. Biliniyor YNK ise Behdinan alanında zayıftır. YNK nerede güçlüydü Soran bölgelerinde yani Kerkük ve Süleymaniye’de güçlüydü. Mademki Goran hareketi YNK’nin bir parçasıdır. YNK’e den kopan bir harekettir. O zaman Behdinan’da oy almaması kadarda doğal bir şey olamaz. İkinci bir nokta ise Goran daha yeni bir harekettir. Behdinan’da örgütlenme fırsatına daha bulamamıştır. Aynı zamanda KDP Goran hareketinin o alana girmesine izin vermemekte ve baskı uygulamaktadır. Diğer bir nokta ise Goran hareketinin lideri Noşirwan Mustafa kişiliği ulusal değil yerel özelikleri daha ağır basan bir karakterdir. Noşirwan Mustafa hala Süleymaniye dışına çıkmamış Süleymaniye’de halk içine çıkan biri değildir. Hewler ve Duhok’a gitmiyor halka açıktan konuşmuyor. Tüm çalışması Süleymaniye sınırını aşmıyor. Bunun yanı sıra Noşirwan Mustafa YNK’nin ikinci adamıyken sürekli Hewlerli, Duhoklu, ve Germiyanlıların hiçbir işe yaramadığı iyi insanlar olmadığını iyi insanın sadece Süleymaniyelilerin olduğunu söylemiş. Geçmişte böyle söylemiş peki bu gün değişmiş mi şayet değişmiş ise halk bunu bilmek ister. Nasıl bilecek çıkar geçmişinin özeleştirisini verir. Geçmişte böyle hattalar yaptığını fakat bu gün böyle düşünmediğini söyler. Fakat bu güne kadar bir özeleştiri verdiği görülmemiştir. Yine diğer bir nedende Güney Kürdistan’da yerelcilik çok güçlüdür. Nasıl ki Mesut Barzani Soran bölgesinde az oy alıyor. Behdinan bölgesinde de bu örgütler oy almıyor. Yine Behdinan’da yapılan seçimler KDP’nin denetiminde yapıldığı için çok kuşkuludur. Olabilir ki Goran’a oy vermek isteyen kimseler çıkmıştır. Fakat bunların farklı hilelerle değiştirilmesi imkân dahilindedir. Birde insanlar hala KDP ve YNK dışında başka partilere oy verirsem maşımı keser, işime son verir korkusunu da yaşıyorlar.

-Şuan hükümette YNK ve KDP arasında bir sorun var mı sorun varmış gibi görünüyor?

Sorun var tabii ki her iki örgüt ortak strateji kurarken Kürdistan’da hükümet kurulduğunda iki yıl ara ile iktidarın el değiştirmesi gerekiyordu. Fakat gecen dönemde YNK dört yıl boyunca Neçirvan Barzani’n hükümet başkanı olmasına izin verdi. Bu gün ise sıra YNK’de YNK iki yıldır iktidarda fakat ortak stratejiye göre iktidar iki yılda bir el değiştirmesi gerekiyor. Dolaysıyla YNK’nin iktidarı devretmesi gerekmektedir. Aslında fiilen zaten iktidarı paylaşmışlar. İşin gerçekliğine bakılırsa Kürdistan’da ne başbakan nede yardımcıları vardır. Resmiyette vardırlar fakat fiilen Dr Berhem Salih Süleymaniye ve Germiyan hükümet başkanıdır. Azad Berwari ise Duhok ve Hewler hükümet başkanıdır. Onun için çokta önemli değildir iki yıl Berhem Salih başbakan olmuş ya da başkası Dr. Berhem Salih yarın Başbakan yardımcılığına getirilirse bile yine pratikte Süleymaniye ve Germiyan’ın başbakanıdır.


Hewler’de Şu An KDP Güçlüdür

-Hewler’de YNK’mi yoksa KDP’mi güçlü?

Hewler’de şu an KDP güçlüdür. KDP, YNK’yi Hewler’de etkisizleştirinceye kadar oldukça zorlandı.  1991 yılından sonra KDP’nin Hewler’de ciddi bir tabanı vardı. Fakat ne zaman ki 1992 yılında Kürdistan’da hükümeti kuruldu Kosret Resul hükümet başkanı oldu YNK Hewler’de KDP’den daha fazla güçlendi. Daha sonra her iki örgüt arasında savaş başladı ve KDP 1996 yılında Saddam’la birlikte gelerek YNK’yi Hewler’den çıkardı. Burada KDP için önemli olan şey YNK bir daha Hewler’de güçlenmemelidir. Dr Berhem Salih hükümet başkanı olduğunda KDP çok korkmuştu. Hewler tekrardan YNK’nin eline mi geçer diye. Yine YNK’li bir bakan iyi çalıştığında iyi işler başardığında aynı şekilde KDP aynı kaygıları duyar. Onun için YNK’li hiçbir bakanın başarılı bir iş yapmaması gerekiyor. Örneğin Yüksek öğrenim bakanlığı YNK’nin bakanlığıdır ve aydın biridir. Başarılı bir takım işler yaptığı için ondan korkuluyor. Acaba öğrencileri, Hewler’de ki halkı etkiler mi diye.  Bu korkulardan kaynaklı bu güne kadar hala Kürdistan Bölge Başkan yardımcısı hala yoktur. Normalde her iki örgüt arasında yapılan anlaşmaya göre Bölge Başkanı Mesut Barzani ise yardımcısı Kosret Resul olması gerekiyor. Ama KDP bu anlaşmanın gereklerini yerine getirmiyor. Neden çünkü eğer Kosret tekrardan o göreve getirilirse Hewler halkını etkilemesinden korkuluyor. Onun için öyle sessiz kalarak Bölge Başkan yardımcılık koltuğunu da boş bırakıyorlar.

Yusuf Mesut

Güney Kürdistan’da Fethullahçı Örgütlenme

1996 Yılında TC Hava Harp okulunun hazırladığı bir rapor Türk devletinin, Güney Kürdistan’da oluşmaya başlayan yeni yapıya dönük çarpıcı perspektif ve stratejilerini içeriyordu.
    1996 Yılında TC Hava Harp okulunun hazırladığı bir rapor Türk devletinin, Güney Kürdistan’da oluşmaya başlayan yeni yapıya dönük çarpıcı perspektif ve stratejilerini içeriyordu. Bu rapor özce şu temel görüşleri içeriyordu:  

    “Irak ve Kuzey bölgesi köklü müdahale ve değişimlere gebe ve Türkiye bu durum karşısında öngörülü bir biçimde önceden harekete geçmelidir. Bu harekât politik, istihbari, ekonomik, kültürel, sosyal vb tüm alanlarda geliştirilmelidir. Harekâtın ana eksenini ekonomik girişimler oluşturmalı ve bu da belli bir plan ve strateji dâhilinde olmalıdır. Bunun için özellikle Kuzey Irak’ın başta petrol olmak üzere ekonomik zenginliklerinin değerlendirilmesiyle altyapı inşasında etkince yer almak için gerekli tüm tedbir ve önlemler alınmalı, stratejiler hazırlanmalıdır. Alana giriş yapacak şirket ve firmalar belirlenmeli ve bunlar denetime tabi olmalıdır. Denetim dışındaki firmalar engellenmelidir. Alanda geliştirilecek ekonomik zemin üzerinden zaman içerisinde politik, kültürel, sosyal ve yaşamın her alanına ilişkin bir etkinlik oluşturulmalıdır. Özellikle de ekonomik faaliyet ile istihbari faaliyet iç içe ele alınmalıdır.”
Bu raporda söz edilenler ile günümüzde Güney Kürdistan’daki reel duruma bakıldığında gerçekten de TC açısından bir “başarı” durumundan bahsetmek mümkündür. Raporda belirtilenlerin önemli ölçüde gerçekleştiği ve gerçekleşmeye devam ettiği rahatlıkla gözlemlenmektedir. Fakat o günden bu yana gerçekleşen önemli bir farklılığa vurgu yapmak gerekir. Söz konusu raporu hazırlayan devletin klasik İttihatçı-Kemalist kesimi iken günümüzde bunu hayata geçiren ise bu kesimle şiddetli bir rant ve iktidar mücadelesi veren ve bu yolda önemli sayılabilecek bir mesafe kat eden AKP’nin Yeşil Hegemonik kanadı olmaktadır. Bu kanadın resmi ifadesi AKP, arka planı ise Gülen cemaatidir.

    Cemaatin Güney’e Girişi

    2002 yılı sonlarında iktidara gelen AKP, 2007 yılına kadar ayağa doğrulma ve güçlenme mücadelesi verdi. 2007 yazında yapılan seçimlerde elde ettiği başarı ve ardından cumhurbaşkanlığı mevkiini elde etmesiyle iyice güçlenen AKP, devletin çelik çekirdeği olarak ifade edilebilecek ittihatçı kesime karşı atağa geçti. Geçen 3 yıldan fazla bir zaman kesitinde de önemli ölçüde geriletti ve ellerindeki temel kurumların büyük çoğunluğunu ele geçirdi. 
  
    AKP ve Gülen cemaati Güney Kürdistan’da ise özellikle 2005 yılından itibaren etkinlik göstermeye başladı ve geçen 6 yılda yaygın bir örgütlülük düzeyine ulaştı. Cemaat dünyanın neredeyse her tarafında uygulaya geldiği sistemi buraya da taşırdı. Öncelikle özel okullar ve kolejler üzeri eğitim sahasında örgütlenmektedir. Başta Hewlêr olmak üzere Süleymaniye, Duhok ve Kerkük gibi Güney şehirlerinde onlarca okul açmış bulunmaktadır. Hewlêr’in en işlek ve merkezi yerinde Işık Üniversitesini açtı. Yanı sıra özel Nilüfer kız koleji ve erkek kolejlerini devreye koydu. Şehirlerde belli bir örgütlülük düzeyine ulaşan cemaat son olarak Halepçe gibi ilçelere de el attı. Eğitim alanında profesyonel kadroları çalıştıran cemaat “kalite”yi ön plana çıkarmakta ve bu nedenle cazibe merkezi haline gelebilmektedir. Öyle ki cemaate ideolojik olarak karşı çıkan kesimler bile okulları “gelecek vaat ediyor” diye çocuklarını bu okullara kaydedebilmektedir. Kuzey’den Şerafettin Elçi ve Hak-Par çevresi gibileri de kendi çocuklarını ya da devşirdikleri gençleri buralara göndermektedirler. Yine Güney Kürdistan bölgesinin önde gelen yöneticilerinin büyük kesimi kendi çocuklarını bu okullara gönderebilmektedir. Güney’de iktidar ve rant olgusunun babadan oğla geçtiği düşünüldüğünde önümüzdeki on yıllarda buradaki yöneticilerin önemli kesiminin “Fethullahçı” olması işten bile değildir. Nitekim cemaatin eğitim alanındaki örgütlenme tarzına bakıldığında bu belirlemenin hiç de abartı sayılamayacağı anlaşılacaktır. 

    Çünkü cemaat eğitimi “eğitsel” bir faaliyetten ziyade “ideolojik” bir çalışma olarak ele almaktadır. Ele alış tarzı ise stratejik ve uzun vadelidir. Okullara öğrenci alınırken başta belli bir seçicilikle hareket ediliyor. Ama asıl ayıklamaya sonradan gidiliyor. Eğitim süreci içerisinde zekâ, yetenek, beceri ve başarılarıyla göz dolduran öğrenciler adeta mercek altına alınıyor ve esas yatırım bunlara yapılıyor. Belli eğitim süreçlerinden sonra Amerika ve Avrupa’daki farklı üniversitelere gönderilen bu öğrenciler lisans ve lisansüstü eğitimlerinden sonra Fethullahçı çarkın belli yerlerinde önemli dişliler haline getiriliyorlar. Bunun en bariz örneklerinden birisi şimdiki maliye bakanı ve Kürt kökenli olan ama devşirilen Mehmet Şimşek’tir. Batman’ın Kercews ilçesinin ücra bir köyünden alınarak yatılı okullar vasıtasıyla yetiştirilen Mehmet cemaat vasıtasıyla Amerika ve İngiltere’de yetiştirildikten sonra bir gün aniden ve adeta gökten paraşütle indirilircesine AKP’nin son hükümet kabinesinde önce devlet bakanı sonra da maliye bakanı yapıldı. “Kürt” Mehmet bu çarkta öylesine öğütüldü ki sadece anadili olan Kürtçeyi unutmakla kalmadı, eğitim dili Türkçeyi sağlıklı konuşamayacak hale geldi. Mehmet’in bakan yapılmadan önce aylarca Türkçesini tazeleme alıştırmaları yaptığı basında yazıldı, çizildi. Kürtçesini ise TRT 6’da izledik ve yaşama onunla gözlerini açtığı, onunla büyüdüğü anadili olan Kürtçeyi unutacak kadar keskin bir asimilasyon ve dejenerasyon çarkından geçtiğine hayretle şahit olduk. Sözde Kürtçe kanalda sözde Kürt kimliğini sergileme amacıyla izleyicilerin karşısına çıkan “bakan” anadilini, İngilizceyi yeni öğrenmeye başlayan bir ortaokul öğrencisinden daha ağır ve bozuk konuşuyordu. 

    Aynı sistematiği Güney Kürdistan’da işleten Fethullahçılar sadece eğitim dönemlerinde değil sömestr ve yaz tatillerinde de faaliyetlerini sürdürüyorlar. Ayıkladıkları öğrencileri Türkiye’ye götürerek daha sistematik ideolojik seanslara tabi tutuyorlar ve hangi halktan olurlarsa olsunlar tüm öğrencilere Türkçülüğü aşılıyorlar. Bunu her sene yaptıkları ve dünyanın her tarafından Türkçe öğretip getirdikleri çocukları “Türkçe Olimpiyatları”nda yarıştırarak gözler önüne seriyorlar.

    Örneğin Hewlêr sokaklarını iyi gözlemleyen biri günden güne Türkçe konuşanların ve konuşmalarının arttığını rahatlıkla fark edebilir. Bunların önemli bir kesimi Türkiye’den ve Kuzey Kürdistan’dan gelen Türkler ve Kürtler olsa da Fethullah cemaatinin özendirdiği Güneyli Türkmen ve Kürtler de azımsanmayacak kadar çoktur ve her geçen gün daha da artmaktadır. Yanı sıra sadece Türkmenler arasında değil Kürtler arasında da şaşılacak derecede Türkçü kültüre dönük bir çarpık bir özenti gelişmektedir. Hewlêr cadde ve sokakları git gide daha çok 1970 ve 80’li yıllarda acılı arabesklerin yankılandığı Türkiye iklimine girmektedir. Kuzey’de ipliği iyice pazara çıkan İbrahim Tatlıses Güney gençleri için bir idol durumundadır. 

    Cemaat Güney’de MÜSİAD’lı (Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği) adamlarına her geçen gün daha fazla alan açmaktadır. Bunlar kendi aralarında “Müstakil” yerine “Müslüman” kelimesini kullanıyorlar. Ekonomi, siyaset, ideoloji ve eğitimi iç içe ve sistemli bir tarzda ele alarak harmanlayan cemaat bir süre sonra devşirdiği kitleyi adeta çimentolu bir ağ haline getiriyor. Örneğin desteklediği ya da cemaatin üyesi kıldığı iş adamı ekonomik faaliyetin yanı sıra eğitim faaliyetlerinin örgütlendirilmesinde de etkince yer alıyor. Yine cemaat üyesi doktor, mühendis, tekniker, öğretmen vb mesleklerden kişileri adeta tayin usulüyle dünyanın herhangi bir ülkesindeki örgütlülük ağına atayabiliyor.

    Cemaat kendisine bağlı üyeleri haftanın belli günlerinde “oturum” adını verdikleri toplantılara alıyor. Bu toplantılarda ideolojik, ekonomik ve sosyal konular ele alındığı gibi moral ve motivasyon etkinlikleri de düzenleniyor. 

    Fakat cemaat üyelerini bir arada tutan esas etken ekonomi faktörüdür. Üyeler sıkı bir ekonomik sistemle birbirine kenetlendirilmiştir. Böyle bir sistemde çok zenginler olduğu gibi orta ve alt derecedeki zenginler de vardır. Ama cemaate katılan birinin “fakir” seviyede kalmasına izin verilmez. Böyle bir fakir, 3-5 zenginin “çok ufak fedakârlıklarıyla”, en azından fakir olmaktan çıkarılır. 

    Cemaat kendi içinde ne derece sözde dayanışmacıysa dışa ve rakiplere karşı da o derece gözü kara ve aşırı pragmatisttir. Örneğin geçen yaz boyunca TÜSİAD başkanı Ümit Boyner’in Güney Kürdistan’ı ziyaret edeceği duyuruldu. Sonrasında bunun ertelendiği bildirildi. Gerekçe olarak da güvenlik sorunları ve olası patlamalar gösterildi. Nihayetinde ziyaret gerçekleşmedi. Hâlbuki AKP’nin Ahmet Davutoğlu, Beşir Atalay ve Zafer Çağlayan gibi bakanları Hewlêr’de adeta cirit attı ve hiç de bir şey olmadı. Meseleye derinliğine bakıldığında bunun cemaatin TÜSİAD’a yönelik bir tezgâhı olduğu anlaşıldı. Çünkü Güney Kürdistan’da 6-7 milyar dolarlık bir rant pastası ve bunun üzerindeki kapışma var. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi Güney’de İstanbul sermayesi Anadolu sermayesine boyun eğmeye başlıyor. Diğer bir deyimle “İstanbul çakalları”, “Anadolu çakallarına” sahayı bırakmak zorunda kalıyor ya da onlarla uzlaşarak hatta onların safındaymış gibi gözükerek paçayı kurtarmaya çalışıyor. Türkiye’de bunun örneği Aydın Doğan iken Güney’de ise İlknur Çevik’tir. Çevik’in Güney’de yarım bıraktığı konutlar çürümeye yüz tutarken şimdilerde onu AKP’nin “yandaş Medyasında boy gösterir halde görüyoruz. 

    Fethullahçı iş adamları Güney’de son derece örgütlüler. Bunlar belli aralıklarla şehrin merkezi yerlerinden birinde yer alan New City lokantasında bir araya gelerek “durum değerlendirmesi” yapmaktadırlar. Bu gözler önünde yapılan toplantılardır. Bir de gözlerden uzak yapılan daha derinlikli toplantıları da vardır. Hewlêr sokaklarında lüks cipleriyle dolaşan semiz ve kilolu cemaat adamlarının yanında türbanlı eşleri de boy göstermektedir. Ama bunlar evlerinin içinde son derece “modern” bir duruş sergilemektedirler. Örneğin eşleri evlerin içinde makyajlı ve body türü dar giysilerle hareket etmektedir. Önderliğin son Savunmalarında vurguladığı gibi “Geleneğin sadece elbise ve sakallarını kuşanırlar. Ruh ve bedenleri en gerici modernite artıklarıyla yüklüdür.”

    Gülen Cemaati Güney Kürdistan’da platform, sempozyum ve konferans türü entelektüel ve ideolojik faaliyetlerini de sistemli olarak yürütmektedir. 2008 yılı sonunda gerçekleştirdikleri ilk Abant platformu sonrasında çeşitli oturumlarla devam etti. Yine Güney’in çeşitli think thank ve strateji kuruluşlarıyla beraber periyodik olarak toplantılar düzenliyorlar. 

    Güney’de Abant Platformu dışında Taraf Gazetesi benzeri bir duruş sergileyen Liberal Düşünce Topluluğu adlı oluşum da etkince çalışmaktadır. Genel Koordinatörlüğünü Özlem Çağlar Yılmaz’ın yaptığı bu kuruluş “Ilımlı İslam” ile dirsek teması halinde liberal bir siyaset izliyor. Bunların dışında bazı sözde Kürt akademisyenler de yer yer sempozyumlar düzenlemektedirler. Bunlar cemaatin adamlarıdır. Bunların önde gelenleri Batmanlı Bilal Sambur’dur. Bu kişi aynı zamanda “Din ve Hürriyet Araştırmaları merkezi direktörü” olarak tanınmaktadır. Bir diğeri de Kerboranlı (Dargeçit) Nezir Akyeşilmen’dir. Bu da Selçuk Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler bölümünde Yardımcı Doçent olarak görev yapmaktadır. Bunlar söz konusu etkinliklerde Fethullahçı tezleri işliyorlar. Yani Ilımlı İslam’a dayalı bir tür “Neo Osmanlıcık” teorisini geliştiriyorlar. Elbette bu da başını ABD’nin çektiği uluslar arası ekonomik ve siyasal sistematik dâhilinde ve onunla işbirliği temelinde geliştirilecek. Ortadoğu’daki baş taşeron ülke ise Türkiye olacak. Bunlara göre Güney Kürdistan’a düşen görev ise başta petrol olmak üzere yer altı zenginliklerini cömertçe bu piyasaya açarak katkı sunmak ve Türkiye için “dikensiz bir gül bahçesi” olmaktır.

    TC’nin klasik Kemalist-İttihatçı çekirdeği, Saddam’dan sonra Güney Kürdistan’a tıpkı Kuzey’de olduğu gibi kaba bir talancılık ve sömürgecilik anlayışı ve yaklaşımıyla girmeye çalıştı. Bunu yaparken de Kürt ve Kürdistani kimliğini en kaba biçimde inkâr etmekle yetinmedi aynı zamanda aşağıladı. İttihatçı basının Güney yöneticileri için uygun gördüğü en hafif deyim “postal yalayıcıları” oldu. Ama bu yaklaşım başını ABD’nin çektiği “yeni dünya düzeni”yle uyuşmuyor ve çelişiyordu. İşte tam bu noktada 1999’dan beri Washington’a kapak atmakla kalmayıp oradan “zengin” kütüphanesinin önünden takkesi ve “güçlü nefesi” ile okyanus ötelerine “vaaz” üfüren Fethullah Gülen devreye girdi ve bu kervanın böyle yol alamayacağı “tüyo”sunu verdi. Hemen sonrasında kollarını sıvayan cemaat tez elden Abant’ı Hewlêr’e taşıyarak meseleye ağırlıklarını koydular. Gerçi onlar da bir süre “Kürdistan” kelimesine direndiler. Ama sonrasında telaffuz etmenin kıyametle eş anlamlı olmadığı sırrını keşfedince çekinerek ve dudak ucuyla da olsa fısıldadılar. Güney yönetimi ise bu “psikolojik duvarın yıkılması”nı yeterli buldu ve hem gönlünü hem de uzayıp giden Güney ovasını onlara cömertçe açtı. Artık Hewlêr kalesinde devasa “kesk û sor û zer” bayrağı rüzgârda dalgalansa da aşağıdaki zeminde “Türkî” rüzgârlar ve nağmeler ortalığı doldurmaya başladı. Tam da Ahmet Davutoğlu’nun hayalindeki “yeni Osmanlı”nın küçük bir minyatürü doğuyordu. İnsanlar ve özellikle gençler artık Kürtlüğünü beğenmiyor, geri buluyor ve “yükselen yeni değerlere” doğru koşuyordu. Onların gözünde bunların yeşerdiği coğrafya Avrupa ve ona köprü olan tek ülke Türkiye idi. Ve Kürdî nağmelerin yerini İbo, Ceylan, Sibel Can ve Mahsum Kırmızıgül nağmeleri alıyordu. “Kurtlar Vadisi” afişleri ve “kahraman Türk” Polat resimleri Hewlêr duvarları ve gençlerin tişörtlerinde parlıyordu.
Ve adeta Fethullahçılar, Kemalist ve İttihatçılara nazire yaparcasına “bak böyle de inkâr oluyormuş, Kürt ve Kürdistan diyerek de inkâr ve asimilasyon oluyormuş” diye fısıldıyorlar…

Akif Roj