31 Ekim 2011 Pazartesi

Yüzde 99 Hareketi Başarılı Olabilecek mi ?

Tarık Ali
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
                     
Şöyle yazmıştı Oscar Wilde: “Ütopya içermeyen bir dünya haritasına göz ucuyla bakmaya değmez. Çünkü o, insanlığın her zaman karaya çıktığı bir ülkeyi atlamıştır. Ve insanlık buraya çıktığında, onlara bakar, daha iyi bir ülke görerek yelken açar. İlerleme, ütopyaların gerçekleşmesidir.” 19. yüzyıl sosyalist ruhu, Sovyetler Birliği’nin yıkılışından bu yana “süper-şarjlı” biçimde dünyaya hâkim olana küresel kapitalizme karşı protesto için sokağa çıkan idealist genç insanların arasında yaşıyor.

New York’un finansal çılgınlığının kalbini mesken tutan Wall Street’i İşgal Et protestocuları, zorba finans-kapital sistemine karşı gösteri yapıyor: hayatta kalabilmek için zengin olmayanların kanını emmek zorunda olan açgözlülük virüsünü kapmış bir vampir. Protestocular; bankacılara, finansal spekülatörlere ve onların, bir başka alternatif olmadığında ısrara devam eden medyadaki uşaklarına nefretlerini gösteriyorlar. Wall Street sistemi Avrupa’ya tahakküm ettiğinden beri, bu modelin yerli versiyonları burada da hayat buldu. (Bir kez daha bu ülkenin Avrupalı olmaktansa Batıcı olmaya yönelik gerçek eğilimlerini ortaya çıkaracak şekilde, ilginç biçimde, Britanya’da etkili olan, İspanya’nın öfkelileri ya da Yunanistan’da grev yapan işçiler yerine Wall Street işgalcileri oldu) New York polisinden biber gazı yiyen gençler, işleri istedikleri biçimde yürütemediler belki ama neye karşı olduklarından eminler ve bu önemli bir başlangıç.

Bu noktaya nasıl geldik? 1991’de komünizmin yıkılmasını takiben, Edmund Burke’nin “Farklı sınıflardan oluşan tüm toplumlarda, belli sınırların en üstte olması şarttır” ve “Eşitlik misyonerleri, ancak canlıların doğal düzenini değiştirir ve yanlış yola saptırır” sözleri çağın ortak aklı oldu. Para, siyasetçileri yozlaştırır, çok para kesinlikle yozlaştırır. Sermayenin kalbinin attığı yerin tamamında, şunlarsın ortaya çıkmasına şahit olduk: ABD’de Cumhuriyetçiler ve Demokratlar, bağımlı ülke Britanya’da (Yeni) İşçi Partililer ve Muhafazakârlar, Fransa’da Sosyalist ve Muhafazakârlar, Almanya’da koalisyonlar, İskandinavya’da merkez sağ ve merkez solu ve buna benzer. Esas itibariyle, her durumda iki parti sistemi, etkili bir merkezi hükümete dönüştü. Yeni bir pazar aşırılıkçılığı meydana çıktı. Sermayenin, toplumsal edinimin en kutsal alanlarına girişi, gerekli bir “reform” olarak sayıldı. Kamu sektörünü hırpalayan özel finans girişimleri, standart hale geldi ve neo-liberal cennet yolunda yeterince hızlı ilerlemeyen ülkeler (Fransa ve Almanya gibi), The Economist ve Financial Times’ta muntazaman suçlandılar.

Bu dönüşümü sorgulamak, kamu sektörünü savunmak, kamusal hizmet kuruluşlarında devlet sahipliği lehinde savunuda bulunmak, kamu konutlarının ölü fiyata satılmasına karşı çıkmak, “muhafazakâr” bir dinozor olmak sayıldı. Şimdi herkes yurttaş yerine müşteriydi: yeni, potansiyel vaat eden Yeni İşçi Partili akademisyenler, kitaplarını okumaya zorlananlardan çekingen bir biçimde “müşteriler” şeklinde bahsedecekti; hepimiz şimdi kapitalistiz dercesine. Sosyal ve ekonomik iktidar seçkinleri, yeni hakikatleri yansıttılar. Piyasa, devlete tercih edilebilir yeni tanrı haline geldi.

Bu çizgiyi sineye çekenler şunu asla sormadılar: nasıl oldu da bu gerçekleşti? Aslına bakılırsa devlet, geçiş için gerekliydi. Piyasayı desteklemeye ve zenginlere yardım etmeye yönelik devlet müdahalesi hoştu. Hiçbir partinin herhangi bir alternatif sunmadığını düşünürsek, Kuzey Amerika ve Avrupa yurttaşları, uyurgezer biçimde felakete yürüdü.

Kapitalizmin zaferiyle mest olmuş merkez siyasetçiler, 2008 Wall Street krizine hazırlıksızdı. Kolay kredi sunan devasa tanıtım kampanyalarıyla gözleri boyanan yurttaşlar ve her şeyin iyi olduğuna inanmış haldeki evcilleştirilmiş, eleştiri yapmayan medya da öyle. Liderleri karizmatik olmayabilir ancak sistemi nasıl kullanacaklarını biliyorlardı. Her şeyi politikacılara bırak. Bu kurumsallaştırılmış duyarsızlığın bedeli şimdi ödeniyor. (Allah için; İrlanda ve Fransa halkı felaketi, Avrupa Birliği anayasası konusunda neo-liberalizmi özünde saygın bir yere koymak ve ona karşı oy kullanmaya dair tartışmalarda sezdiler. Yok sayıldılar.)

Wall Street’in konut edindirme balonunu bilerek planladığı, insanların ipotekle ikinci evlerini almaları ve onlara körcesine harcatarak kişisel borcu yükseltmek yolunda teşvik edilmeleri için tanıtım kampanyalarına milyarlar harcadığı, birçok ekonomist için besbelli idi. Balon patlamalıydı ve bu gerçekleştiğinde, devlet bankaları topyekûn yıkılmaktan kurtarana dek sistem sendeledi. Zenginler için sosyalizm. Kriz Avrupa’ya sıçramışken, AB tarafından bir kurtarma operasyonu başlatılmasıyla ortak pazar ve rekabet kuralları tuvalete atılıp sifon çekildi. Piyasa denetimleri şimdi kolaylıkla unutuldu. Aşırı sağ küçük. Aşırı sol güçbela var oluyor. Politik ve sosyal hayata egemen olan aşırı merkez.

Bazı ülkeler çökmüşken (İzlanda, İrlanda ve Yunanistan) ve diğer bazıları (Portekiz, İspanya, İtalya) uçuruma doğru bakarken AB (gerçekte BB, Bankalar Birliği) kemer sıkma ve Alman, Fransız ve İngiliz bankacılık sistemini kurtarma dayatmak için devreye girdi. Piyasa ile demokratik hesap verme arasındaki gerginlik artık maskelenemez. Yunanistan seçkinleri, topyekûn boyun eğme konusunda şantaja uğradı ve tüm milletin gırtlağını sıkan kemer sıkma önlemleri ülkeyi devrimin eşiğine getirdi. Yunanistan, Avrupa kapitalizmi zincirinin en zayıf halkası; demokrasisi krizdeki kapitalizmin dalgaları altında çoktan suyun dibini boyladı. Genel grevler ve yaratıcı protestolar, merkez aşırıcıların işini çok zorlaştırdı. On binlerce yurttaşın parlamentoya girmesini önlemek için polisin şiddet kullandığı Atina görüntülerini izleyen biri, ülkeyi yönetenlerin artık eski yöntemle yönetemeyebileceklerini hissediyor.

Bu yılın başlarında bir edebiyat şenliğinde konuşma yaptığım Selanik’te, izleyicilerin asıl ilgisi edebiyattan çok politik ve ekonomik sorunlaraydı. Bir alternatif var mıydı? Ne yapılmalıydı? “Derhal borç ödememek” şeklinde yanıtladım. Euro-zone’dan çıkmak, drahmiye dönmek, toplumsal ve ekonomik ulusal planlamayı başlatmak, yerel ve ulusal düzeyde ülkenin nasıl yeniden istikrara kavuşturulabileceğine –fakat yoksulların zararına olmayacak biçimde- dair tartışmalar düzenlemek. Zenginlerin, son on yılda üçkâğıtçı yöntemlerle biriktirdikleri paralar (özel vergilendirmelerle) geri kusturulmalı. Ancak sistemin tam ortasındaki vizyonsuz politikacılar böylesi fikirlerden çok uzaklar. Birçoğu, ülkenin ekonomik kaynaklarının sahibi olan ve bunları kontrol eden az sayıda insan adına çalışıyor.

Obama (tüm tatbiki kararlarda selefinin politikalarını sürdüren bir başkan) yönetimi altında borç batağına saplanmış olan ABD, tüm şehirlere sıçrayan yeni bir protesto hareketinin ortaya çıkışını gördü. Genç işgalcilerin enerjileri takdire şayan. Bahar, politik Amerika’nın kalbinden çok uzun zamandır uzaktı. Reagan ve Bush yıllarının buz kesmiş kışları, Clinton ya da Obama ile çözülmedi: paranın hepsine boyun eğdirdiği içi boş bir sisteme ve temel olarak finansal statükoyu korumak ve 21. yüzyıl savaşlarını finanse etmek için kullanılan, fazlasıyla çamur atılmış bir devlete hükmeden içi boş adamlar.

Çapraşıklık üzerindeki sis sonunda kalktı ve insanlar alternatif arıyorlar, ancak bunu siyasi partileri esas itibariyle yetersiz buldukları için onlar olmaksızın yapıyorlar. Şu anda New York, Londra, Glasgow ve başka yerlerde sahnelenen işgaller, geçmişteki protestolardan çok farklı. Bunlar, işsizliğin yükseldiği zamanlarda ve geleceğin ümitsiz göründüğü yerlerde tırmanan eylemler. Genç insanların büyük çoğunluğu, sihir yapıp büyük miktarda paralar çıkarmamaları halinde yüksek öğrenim alamayacaklar ve hiç kuşkusuz, yakın zamanda iki kademeli bir sağlık sistemiyle karşı karşıya kalmış olacaklar. Kapitalist demokrasi bugün, özdenetimleri ile sınırlanan ağız dalaşlarının bütünüyle önemsiz olması için parlamentoda temsil edilen başlıca partiler arasında esaslı bir mutabakat gerektiriyor. Bir başka deyişle, yurttaşlar artık bir ülkenin servetini –yurttaşların, büyük oranda kendi kendilerinin yarattığı serveti- kimin (ve nasıl) idare ettiğini bilemez.

Kaynakların tahsisi, toplumsal refah koşulları, servetin bölüştürülmesi gibi can alıcı sorular artık temsili meclisler içindeki gerçek tartışmaların konusu olmuyorsa, gençlerin anaakım siyasetten uzaklaşmaları ya da Obama ve onun küresel taklitçilerine dair büyük hayal kırıklıkları neden şaşırtıyor? 90’dan fazla şehirde, insanları sokağa çıkmaya zorlayan şey işte bu. Politikacılar, 2008 krizinin 1980’lerden bu yana takipçisi oldukları neo-liberal politikalarla ilişkili olduğunu kabul etme konusunda ayak dirediler. Hiçbir şey olmamış gibi bedel ödemeden yollarına devam edebileceklerini sandılar, ancak aşağıdan gelen hareketler bu sanıya itiraz etti. Kapitalizme karşı işgaller ve sokak protestoları, bir bakıma önceki yüzyılların köylü ayaklanmalarının bir benzeşiği. Genellikle sonradan bastırılan ya da kendi rızasıyla dinen ayaklanmalara, kabul edilemez koşullar neden oldu. Burada önemli olan, koşullar aynı kalırsa, çoğu kez henüz gelip çatmayan şeyin habercisi olmalarıdır. Hareketler, politik devamlılığı muhafaza edecek kalıcı bir demokratik yapı yaratmazlarsa varlıklarını sürdüremezler. Böylesi herhangi bir harekete daha büyük kitle desteği oldukça, örgütüllüğün bir biçimine daha çok ihtiyaç duyulur.

Neo-liberalizme ve onun küresel kuruluşlarına karşı Güney Amerika isyanları örneği bu bakımdan çarpıcı. Venezüella’da IMF’e karşı, Bolivya’da suyun özelleştirilmesine karşı, Peru’da elektriğin özellştirilmesine karşı verilen büyük ve başarılı mücadeleler, Ekvador ve Paraguay ile birlikte az önce saydıklarımızdan ilk ikisinde seçim başarısına dönüşen yeni politikaların temellerini yarattı. Yeni hükümetler bir kere seçildiklerinde, söz verdikşeri politik ve ekonomik reformları farklılaşan başarı düzeylerinde uygulamaya başladılar. 1958’de Profesör HD Dickinson tarafından New Statesman’da (İngiltere’de haftalık yayımlanan sol bir politik-kültürel dergi; ç.n.) İngiltere İşçi Partisi’ne sunulan öneri parti taafından reddedildi, fakat 40 yıl sonra Venezüella’daki Bolivarcı liderler tarafından kabul edildi:

“Refah devleti mevcudiyetini sürdürecekse, devlet yeni bir gelir kaynağı bulmalıdır, kendi kaynağını. Görebildiğim tek kaynak, üretken varlıktır. Devlet, herhangi bir biçimde görünmeli, arazilerin ve ülke sermayesinin çok büyük bir parçasına sahip olmalıdır. Bu destek gören bir siyaset olmayabilir: ancak bu sürdürülmedikçe, destek gören bir şey olan iyileştirilmiş sosyal hizmetler imkânsız hale gelecektir. Öncelikle üretim varlıklarını kamulaştırmazsanız, tüketim varlıklarını da uzun süre kamulaştıramazsınız.”

Dünyayı yönetenler, bu kelimelerde ütopyacılığın ifadesinden biraz fazlasını görecekler, fakat yanılacaklar. Bunlar gerçekten ihtiyaç duyulan yapısal reformlardır, Atina’daki tek başına kalmış PASOK önderliği tarafından yürütülenler değil. Bu yolun altında daha çok mahrumiyet, daha çok işsizlik ve sosyal felaket yatıyor. İhtiyaç duyulan şey, Wall Street sisteminin işleyemediğine, işlemediğine ve terk edilmesine dair bir ortak kabulle toptan bir geri dönüş. Neo-liberal devlet mekanizması tarafından desteklenen pazarın tek belirleyici olduğuna dair kabullerinde daha gaddar ve soğukkanlı olanlar, -tüm dönmelerde olduğu gibi- İngiliz destekçilerdi. Bu izlekte devam etmek, demokrasiyi boş bir deniz kabuğundan biraz fazlası haline getirecek yeni bir egemenlik yöntemi gerektirecektir. İşgalciler, bugün neredelerse orada olmalarına neden olan biçimde, içgüdüsel olarak bunun farkındalar. Merkezdeki aşırılıkçı politikacılar için aynısı söylenemez.

Yerkürenin farklı bölümlerinde meydanları ve sokakları işgal eden gençlere hayranlık duyuyorum. Egemenlerimize neşeyle, hevesle ve şevkle meydan okuyorlar. Ancak dünyaya hakim olan sert yüzlü bankacılar ve politikacılar kolaylıkla yerinden edilmeyecek. Birkaç zafer kazanmak için on yıllık bir mücadele ve örgütlülüğe ihtiyaç duyulmakta. Olabilecek herkesi bir talepler bildirgesi arkasında neden birleştiremeyelim –zenginlerin çıkarını temsil eden parlamentoya karşı bir “büyük itiraz” (“Büyük İtiraz”, İngiltere’de 1641 yılında parlamento tarafından Kral I. Charles’a sunulan ve parlamentonun yetkilerini kral aleyhine genişletilmesini öngören sorunlar listedir; ç.n.)- ve gelecek Sonbahar, itiraz listesinin insanlara yüz yüze dağıtılacağı milyonluk veya daha büyük bir yürüyüş düzenleyemeyelim? Yasa, parlamento önündeki gürültücü göstericileri yasaklar (1666’daki Restorasyon sonrasında uygulamaya konuldu), ancak “gürültücü”yü neredeyse bir hukukçu kadar iyi yorumlayabiliriz.

***

Kaynak: www.zcommunications.org

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar

Devlet Kardeşi Kardeşe Vurdurtuyor

New York - Amerikan New York Times gazetesi, Türk devletinin Kürdü Kürde kırdırtma politikasını yazarak, kızları gerillada, oğulları ise zorunlu askerlik nedeniyle Türk ordusunda asker olan ailelerin dramına dikkat çekti. Eylül sonunda bir çatışmada yaşamını yitiren gerilla Heybet’in annesi Taubet Güngen, “Devlet çocuklarımızı karşı karşıya getiriyor. Kardeşi kardeşe vurdurtuyor” diyor.

Gazetede İstanbul muhabiri Şebnem Arsu’nun katkılarıyla Liam Stack’ın imzasını taşıyan haberde, son dönemde gerilla ile Türk ordusu arasında artan çatışmaları Şırnaklı ailelerin gözünden aktarılıyor.

KIZI DAĞDA, OĞLU ASKERDE

Haberde şunlar aktarılıyor: “Mevlüde Güngen’in en büyük iki çocuğunun fotoğrafı odadaki televizyonun üzerinde asılı duruyor. Televizyonda da Kürt militanlar tarafından işletilen bir kanal açık ve aileye yıllardır ülkesi -ve ailesinin- yakasını bırakmayan çatışmanın haberlerini getiriyor. Mevlüde’nin kızı Emine iki yıl önce 14 yaşındayken militanlara katılmak için evden kaçmış. 20 yaşındaki oğlu Ramazan ise geçen sene Türk ordusuna eskerlik yapmaya gitmiş. Bu aileyi, ülkenin Kürt köşesinde diğer birçok aile gibi, azınlık hakları ile yerel özerklik için mücadele eden gerilla hareketi ile barış yapmak istediğini söyleyen, ancak ülkenin bölünmesinden korkan merkezi hükümet arasında sıkışmış durumda.

6 çocuğu olan 35 yaşındaki Güngen ‘Diğer çocuklarım nerede duracaklarını anlamıyorlar. Onların bazen, ‘Eğer Ramazan ile Emine karşılaşırsa ne olur? Emine mi Ramazan’ı öldürecek, Ramazan mı Emine’yi öldürecek’ diye sorduklarını duyuyorum’ diyor.

ÇATIŞMALAR VE KORKULAR

Onlar bu tür düşüncelerini dile getirdiklerinde cezalandırsa da kendisi de onlar için meraklanıyor. Arayan ya da mektup yazan oğlundan arada haber alıyor. Fakat, en yakın arkadaşı ve kuzeni Heybet Güngen ile militan eğitim kampına gittiğinden beri Kızı Emine’den hiç bir haber alamamış. Heybet’in de ağabeyi Salih Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görevli. Güngen’in çocuklarına duyduğu endişe de hükümet ile Kürdistan İşçi Partisi PKK olarak bilinen gerillalar arasındaki çatışmalarla beraber artıyor ya da azalıyor.”

‘KENDİ KIZIMI KAYBETMİŞ GİBİ HİSSETTİM’

Gazete, Haziran ayında çatışmalar arttığından beri Güngen kızının tehlikede ve yalnız olduğunu düşündüğünü yazıyor. Eylül ayında sınır yakınında çıkan bir çatışmada kızıyla beraber giden Heybet’in yaşamını yitirdiğini Roj TV’den öğrenen Güngen o günü, “Kendi kızımı kaybetmiş gibi hissettim. Onlar hep beraberdi” diye anlatıyor.

ASİMİLASYON SİLAHLI MÜCADELEYE YOL AÇTI

Türkiye’nin Kürt vatandaşları ile uzun ve çatışmalı bir geçmişinin olduğu belirtilen haberde, “Merkezi hükümetin onlarca yıl sıkı bir asimilasyon politikasına dayanarak, Kürtçe yayınlar okuma ya da Kürtçe müzik dinleme gibi kendi kültürel kimliklerini yansıttıkları için Kürtleri ezdi. Bu PKK’nin etkin şekilde devlete savaş ilan ettiği silahlı mücadele sürecine yol açtı. O zamandan bu yana, militan saldırılar ile hükümetin baskıları sonucu 40 binden fazla kişi ölürken, kırsal köylerde yüzbinlerce Kürt yerlerinden oldu” denildi.

Haberde, son yıllarda hükümetin, Avrupa Birliği’ne katılım girişimi çerçevesinde Kürtlere bazı tavizlerde bulunduğu ancak sözü verilen anayasal değişikliğin hala yapılmadığı ve bu durumundan birçok insanın kaygı duymaya devam etmesine neden olduğu belirtildi.

“Kürt hakları için verilen mücadele duygusal açıdan oldukça karmaşık” diye ifade edilen haberde, Kürt bölgesinde birçoğunun PKK sempatizanı olduğu kaydedilirken, “diğerleri gruba ve emellerine sempati duymaya devam etmekte ancak, aynı zamanda savaştan kaygı duyarak barışçıl bir çözüme istiyorlar” ifadeleri kullanıldı.

ZORUNLU ASKERLİK

Özellikle, askerlik yapma zorunluluğu nedeniyle Kürt ailelerinin kendilerini benzer bölünmüş duygular içinde hissettikleri belirtilen haberde devamla şunlar belirtildi:

“İsyancılara tutkulu olan genç Kürtler kaçarak onlara katılıyorlar. Yöntemlerine katılmayan, yaşamlarını kaçak olarak sürdürmek istemeyenler ise, derin dışlanmışlık hissettikleri ülke için silah almak zorunda kalıyorlar, bazen de tanıdıkları veya sevdiklerine karşı.”

KÜRT ASKERLER KASITLI HALDE ÖN CEPHEYE GÖNDERİLİYOR

Bazı Kürt milliyetçiler ile analistler, hükümetin son yıllarda, isyancıların ‘katil’ olduklarını kanıtlamak ve Kürtlerin desteğini kazanmak için Kürt askerleri, PKK ile çatışma olasılığının daha yüksek olduğu bulundukları bölgede görevlendirmeyi seçtiği iddia ediyor.”

“Geçmişte, Kürt askerlerin doğuda görevlendirilmeleri, azınlıklara güvensizlik nedeniyle ordu tarafından güvenli bulunmazdı” diyen Ankara Üniversitesi’nden hukuk profesörü Mithat Sancar, devamla şunları söyledi: “Ancak son zamanlarda, kendi gençlerini de öldürdükleri mesajının yayılmak istendiği PKK’ye karşı Kürt gençlerini çatışmanın ön cephesine sürme neredeyse kasıtlı hale gelmiştir.”

“DEVLET KARDEŞİ KARDEŞE VURDURTUYOR”

Türk ordusunun iddialara cevap vermeye yanaşmadığı aktarılan haberde, kızı Heybet’i kaybeden 45 yaşındaki Taubet Güngen’in iddianın doğrulanmasına gereksinim duymadığı belirtilerek şu sözleri aktarıldı: “Devlet çocuklarımızı karşı karşıya getiriyor. Kardeşi kardeşe vurdurtuyor.”

Taubet Güngen’nin uzak akrabası, Emine’nin annesi Mevlüde kızlarının gidip gerillaya katılacağına dair ipuçları almadıklarını, ancak siyasi olan Emine’nin aile tarihinden haberdar olduğunu söylüyor. Emine’nin 4 amcası, annesinin ifadesiyle “haklarını savundukları için” cezaevinde kalmışlar.

‘BİLİNÇLİ OLARAK SORUNU YOK SAYIYORLAR’

Mevlüde, hükümetin değişikliklerin barış getireceğini bildiğini ancak, değişikliklerin yavaş yürümesi kendisinde liderlerin,”bilinçli olarak sorunu yok saydıkları” kaygılarını arttırdığını belirtiyor.

Birçok çocuk gibi, Emine’nin hükümet karşıtı gösterilere çok genç yaşta katıldığı, hatta 8 yaşında iken tutukluları destek amacıyla ilk açlık grevine katıldığı belirtilen haberde, annesi Mevlüde’nin şu sözleri aktarıldı: “Her anne gibi bende ona, ‘Lütfen yemek ye, yoksa hasta olursun’ derdim. Ancak o bana, ‘Hayır, ben herkesin yaptığı gibi yapacağım’ derdi.”

GERİLLAYA KATILIM ARTTI

Türk ordusu ile gerillalar arasında çatışmalar arttıkça Şırnak’ta gerillaya katılımın da arttığı kaydedilen haberde, Haziran ayından bu yana çatışmalarda yaşanan can kayıplarına yer verildi.

Taubet Güngen, “Herkesin çocuğu dağlarda, sadece bizimkiler değil. Çocuğu dağlarda olan binlerce anne var. Biz buna alıştık, oğullarımızın orduda olmasına alıştığımız gibi” diye konuşuyor.

Emine ve Heybet gibi, çocukları PKK’ye katılma kararı veren annelerin onları durduramayacağını belirten Emine’nin annesi, “Ben iki taraf için de barış istiyorum. Ordudakiler bizim çocuklarımız fakat dağdakiler de bizim çocuklarımız. Benim kızım PKK ile beraber ama ben aynı zamanda bir asker anasıyım” diyor.

'Bugün Gazetesi' Alçaldıkça Alçalıyor


Cahit Mervan


Aradan sekiz gün geçmiş olmasına rağmen Van’da depremde kaç kişi yaşamını yitirdi, kaç kişi kayıp ve kaç kişi yaralı halen net olarak açıklanmıyor. Hükümetin başı Tayip Erdoğan hamaset nutukları atmaya, bakanları ise resmen halkla dalga geçmeye devem ediyor. Örneğin başbakan yardımcısı ve koordinatör bakan Beşir Atalay neden dışarıdan kurtarma ekibi istemediklerini, ‘ilk önce kendi gücümüzü denemek istedik’ diyerek cevaplayabiliyor.

Kürt halkı bir taraftan Van depreminin yaralarını sarmaya çalışırken, diğer taraftan kimyasal silahlarla katledilmiş, vücutları paramparça edilmiş kızlarını ve oğullarının cenazelerini kaldırıyor. Kürtler hem deprem, hem de savaş nedeniyle cenaze kaldırırken AKP’nin polisi ise her yerde Kürtlere ve demokrasi güçlerine terör estirmek için mesai üstüne mesai yapıyor.

Türk medyası ise rejimin kirli ve Kürt düşmanı yüzünü gizlemek için artık sıfatlarında hükmünü yitirdiği, tarifi imkansız bir kara propaganda yürütüyor. AKP polisi ‘KCK operasyonu’ adı altında aralarında Profesör Büşra Ersanlı, yayımcı, yazar ve gazeteci Ragıp Zarakolu ve BDP yönetici ve üyelerini gözaltına alıyor, Türk medyası ise hiçbir ahlakı kural tanımadan bu saygın insanların başbakana suikast hazırlığı içinde olduğunu yazacak kadar alçalıyor.

AKP basını sadece bununla kalmıyor. Malatya morgunda parçalanmış Kürt cesetlerini görmüyor. Ama Türk medyası 10 Ekim’de Türk ordusunun hava saldırısı sonucu 6 arkadaşı ile birlikte yaşamını yitiren HPG askeri konsey üyesi Yücel Halis için yaptığı bir haberde kara propagandanın da sınırlarını aşarak, Latin Amerikalı yazar Jorge Luis Borges’in değdi gibi alçaklığın evrensel tarihini yeniden yazıyor.

Örneğin, Bugün gazetesinin yaptığı gibi alçaldıkla alçalıyor. Bugün gazetesi Yücel Halis için AKP’nin polis akademisinde hazırlanan ve geçtiğiz aylarda ilk önce Sabah gazetesi tarafından pazara sürülen üç kuruş etmez bir yalana sarıldıktan sonra, Halis’in ailesinin dini vecibelerinden dolayı Cemevinde yapmak istedikleri törene saldırıyor. Alevilere ve her dinde, inançta kutsal olan cenazeye açıktan hakaret ediyor.

Gazete parçası bu polis bülteni Bugün gazetesi Pazar günü ‘Cem evinde şok tören’ manşetiyle yaptığı kara propaganda haberinde sözüm ona Yücel Halis’in 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta Pir Sultan Abdal kültür şenliklerinde yaşanan katliamın emrini verdiğini yazıyor.

Sivas katliamının kimler tarafından gerçekleştirildiği, bu katliamda kimlerin rol aldığı Aleviler, Kürtler ve kamuoyu tarafından çok iyi biliniyor. Bugün gazetesi ve Sivas katliamını AKP adına gizlemeye çalışan, gerçekleri karatmaya çalışan Türk medyası çok iyi bilmelidir ki meydan sanıldığı kadar boş değil.

Şu kadarını belirtelim ki, şuanda AKP’de olan bazı milletvekillerinin de bizzat katıldığı Sivas katliamı olduğu gün Yücel Halis merkezi İstanbul'da bulunan, onlarca muhabiri, çalışanı devlet güçleri tarafından infaz edilen Özgür Gündem Gazetesi'nin Müessese Müdürüydü.

Şimdi Bugün gazetesinin yaptığı gibi o günde Türk basını, Sivas’ta Alevileri, Kürtleri ve demokrasi güçlerini hedef alan 35 kişinin yanarak can verdiği katliamı gizleme çabasındaydı.

Sadece, ama sadece Yücel Halis’in müessese müdürü olduğu  gazete, yani Özgür Gündem gazetesi gerçeği manşetine taşıyacaktı. Gazete ‘devlet yönetiminde katliam; 40 ölü’ manşetiyle devletin, katillerin ve Türk basının katliamı gizleme telaşına ağır bir darbe vuracaktı. Hile ve yalanlarını tuzla buz edecekti.
Yücel Halis Koçgirili bir Kürt. İnandığı dava uğruna dağların yolunu tutmuş ve bu uğurda yaşamını yitirmiş bir özgürlük savaşçısı. Dünde Türk devleti ve medyası özgürlük isteyenlere düşmandı, bugünde öyledir. Yücel Halis’inde takipçisi olduğu büyük Kürt direnişçisi Seyit Rıza’nın 1937’de idam sehpasına yürürken neden ‘Ben sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim, bu bana dert oldu. Ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun’ diye haykırdığı, şimdi daha iyi anlaşılıyor.

ANF NEWS AGENCY

Eski Gerilla Bogota Belediye Başkanlığına Seçildi

Bogota - Kolombiya'da dün yapılan yerel seçimlerde başkent Bogota'da belediye başkanlığını solcu aday Gustavo Petro kazandı. Devrimci M-19 örgütünde uzun yıllar aktif olarak yer alan Petro, oyların yüzde 32'sini alırken, eski Kolombiya devlet başkanı muhafazakar Alvaro Uribe tarafından desteklenen rakibi Enrique Penalosa ise yüzde 25 oy alabildi.

Petro, seçimlerin ardından yaptığı konuşmada mutluluğunu, "1989 barış sürecinin bir evladını belediye başkanı olarak seçen Bogota, barışa ve uzlaşmaya evet dedi" sözleriyle dile getirdi.

Kolombiya'da 8 milyon nüfuslu başkent Bogota'nın belediye başkanlığı, ülkede devlet başkanlığından sonra en etkili makam olarak gösteriliyor, bu nedenle seçimler kıran kırana geçti. Seçimler boyunca ülke çapında yaşanan ve arkasında genellikle uyuşturucu kartellerinin ve sağcı çetelerin olduğu şiddet olaylarında ise 41 aday öldürüldü.

YAPTIKLARIYLA BİLİNEN BİR İSİM

Seçim kampanyasını yolsuzlukla mücadele üzerine kuran Petro'nun dediğinde ciddi olduğu Kolombiya kamuoyunca biliniyor. Geçen ay, şehrin önceki belediye başkanı Samuel Moreno Rojas'ın yapmış olduğu yolsuzlukları belgeleyerek cezaevine girmesini sağlayan Petro, beş yıl önce de Kolombiya'da 50 binden fazla insanın ölümünden sorumlu olan sağcı çeteler ile devletin üst düzey bürokratları arasındaki kirli ilişkileri belgelerle ortaya koyarak aralarında önemli politikacıların da olduğu 60 kişinin cezaevine girmesine önayak olmuştu.

Petro, gençlik yıllarında sosyalist fikirleri benimseyerek 1970'li yıllarda Kolombiya'nın en önemli devrimci örgütlerinden biri olan M-19 hareketine katıldı. Uzun yıllar örgütte çeşitli görevlerde bulunan Petro, silah bulundurma gerekçesiyle iki yıl cezaevinde kaldı. Örgütün 1985 yılındaki meşhur adliye bakanlığı baskınından önce gözaltına alınan Petro, bir hafta boyunca gördüğü işkencenin izlerini hala üzerinde taşıyor.

Petro, 1990 yılında örgüt ile devlet arasında imzalanan barış anlaşmasının ardından kongre üyeliğine seçildi. O dönemden beri kongre üyesi olan siyasetçi, 2006 yılında senatörlüğe seçildi. Senatörlüğü süresince birçok yolsuzluğun üzerine giden ve bu nedenle uyuşturucu çeteleri ve sağcı paramiliter örgütlerden defalarca ölüm tehditleri alan Petro, geçen yıl katıldığı başkanlık seçimini dördüncü olarak bitirmişti.

Latin Amerika'nın en önemli ve zorlu kentlerinden birinde belediye başkanlığı görevini yürütecek olan Petro'nun bundan sonra ne yapacağı merak konusu ancak şehre ve ülke siyasetine renk katacağına kesin gözüyle bakılıyor.

M-19 HAREKETİ


Petro'nun eskiden üyesi olduğu M-19 (19 Nisan Hareketi), 1970'lerin başında kuruldu. Arjantin ve Uruguay'daki devrimci gerilla hareketlerinden etkilenen ve 1980'lerin sonuna kadar ağırlıkla şehirlerde silahlı mücadele yürüten örgüt, FARC'ın ardından Kolombiya'nın ikinci büyük gerilla hareketi olarak gösteriliyordu. 1990'da varılan barış anlaşmasının ardından kitle hareketine ve siyasal mücadeleye yönelen örgütün birçok kadrosu bugün Kolombiya anamuhalefet partisi solcu PDI içinde yer alıyor.

ANF NEWS AGENCY

Hani Yağma Vardı...

Hani yetkililerin bahsettiği halkın yardımları yağmaladığı yalanını Fotoğrafçı Lezgin Çeşme'nin objektifi ile görünür kılmak istedim.Depremin 6.gününde yerlere saçılmış 4-5 kasa domatesten başka birşey yok.Aslında arka tarafta çuvallarla soğan yada patates ve karpuzlar ve arka tarafta olanlar aynen duruyor.

Anlaşılan o ki halktan başkaları, yardımlar yağmalanıyor ve yağma var diye halkın üstüne atmaya çalışıyor.Ki onca adam kayırma ve depremden çıkar sağlama çabasına rağmen halkın deprem gibi yokluğun ve sınırsız ihtıyaçların olduğu süreçte bile başkasının malına tenezzül etmediği bu fotoğrafa bakanların gözlerinin önünde.

Şaşırdınız mı? Bizde Demokrasi Hep Böyle

Ahmet ALIŞ

AKP tıpkı diğer dönemlerde gördüğümüz gibi umutları tek tek söndürmekle aslında iktidarı nasıl ele geçirdiğini ve Ortadoğu'ya has devlet olma aklıyla nasıl hareket ettiğini tescilledi.

Türkiye'de devletin bir hep sabrı vardır! Sabrının sınırı vardır! Muhtelif olaylar ve özellikle çeşitli dönemlerde farklı muhalefet ve "şer odaklarına" karşı devlet aklı hep müsama göstermiştir, bir noktaya kadar: "sözün bittiği,"iktidar ve devlet söylemi işin içine girene kadar.

Devlet veya o mekanizmayı ellerine geçiren kesimler, söz gelimi II. Meşrutiyet'te (1908-1918) İttihat Terakki, Tek-Parti döneminde (1925-1945) Kemalist elit, 1950 ve 1960 arası Demokrat Parti, 1960-1980'lere kadar ordu, sonrasında liberal ve İslami kesimler ve son on yılda AKP, muhalefetle savaşmayı hep iktidar güçlerinin ele alınmasından sonraki (consolidation of power) aşamaya bırakmıştır.

Örneğin, 1919-1924 yılları arasında kim Mustafa Kemal Atatürk'e gelip hilafeti kaldıralım deseydi ilk karşı çıkan kesim Mustafa Kemal ve arkadaşları olurdu.

Neden mi, çünkü zamanlama meselesi, çünkü risk alma meselesi. Kim ki gelip Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarına biz bu Kürt hareketini marjinalize edelim ve muhatap almayalım deseydi 2002 yılında ilk karşı çıkacak olanlar yine o grup olacaktı. Neden mi, çünkü zamanlama meselesi, çünkü güç toplama meselesi.

Tıpkı savaş taktikleri gibi, zaten az olan kanı daha çok kaybetmemek adına geri çekilip kendinize güveniniz şartlar da el verdiğinde tam yerine gelir o zaman size neden olmasın diye umut bağlayanlardan başlarsınız yemeye, yani şoreş zarokên xwe dixwe! (devrim  kendi çocuğunu yer).

4 Mart 1925 tarihinde, Şeyh Sait ayaklanması sebep gösterilip, 1929 yılına kadar yürürlükte kalacak Takrir-i Sükûn Kanunu hükümetçe kabul edilir. Bu kanunun çok ilginç bir yönü, hükümete istediği dernek, yayın ve kurumları kapatma yetkisi vermesiydi.

Ali Fuat Cebesoy ve Eşref Edip'in anılarında belirttiği gibi, Tevhid-i Efkar, Son Telgraf, Istiklal, Sebilurresat, Aydınlık isimli beş büyük gazete iki gün sonra, 6 Mart 1925'te kapatılır. Ahmet Şükrü Esmer, Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, Ahmet Emin Yalman, Velid Ebuzziya, İsmail Mustak, Eşref Edip, Sadri Ethem ve Suphi Nuri gibi önemli gazeteciler tutuklanır ve Elaziz ile Diyarbekir'e Şark İstiklal Mahkemelerine gönderilir.

Bu gazetecilerin tek ortak yanı belki de Kemalist iktidara tam biat etmemiş olmaları ve basın gibi önemli bir gücü ellerinde bulundurmaları.

O zamanın koşulları altında burnu sürtülen ve sonra serbest bırakılan gazetecilere verilen mesaj çok açıktır: "Muktedir benim." O tarihten sonra, zaten Mete Tuncay'ın idare devri dediği dönem başlar, 1945 yılına kadar hükümeti eleştirecek bir basına yer kalmaz.

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) son on yılda, doğrudan olmasa da yerleşik milliyetçi elitin tersine, ''Kürt meselesini çözer'', ''daha çok demokratik bir devlet mekanizması getirir'', ''kamusal alanı Türkiye'ye benzetir'' diye değişik kesimlerden destek aldı.

Hatta siyasal literatürümüze "Yetmez Ama Evetçiler" diye bir kavram da koydu.

Fakat bütün bu kesimler, gazeteciler, liberal, demokrat ve de sosyalist aydınlar ve en önemlisi de Kürtler bu umutlarını yitirmişler. Bunu artık saklayan ve gizleyen de yok, AKP tıpkı diğer dönemlerde gördüğümüz gibi umutları tek tek söndürmekle aslında iktidarı nasıl ele geçirdiğini ve Ortadoğu'ya has devlet olma aklıyla nasıl hareket ettiğini tescillemiştir.

Hikayenin vardığı noktayı hep bilmekle beraber, siyaset bahçesinden dışarı çıkmamak adına bahsettiğimiz kesimler yanılmamış tam tersine her zaman olduğu gibi yanıltılmışlardır.
KCK operasyonları adı altında rakamlar değişse de binlerce kişi gözaltına alındı. En son, aralarında İktidar ve Tarih: Türkiye'de "Resmi Tarih" Tezinin Oluşumu (1929-1937) isimli önemli çalışmanın yazarı ve demokratik çevrelerin yakından tanıdığı Prof. Dr. Büşra Ersanlı'nın da bulunduğu yeni tutuklanmalar işin vardığı boyutları gözler önüne sermektedir.

Tabii ki bu durum, diğer tutukluların meşru olarak tutuklandığı anlamına gelmez, onların tutukluluğunu haklı göstermez. Suçluyu ve suçu övmek meselesi değil yaptığımız ve bu baskı altına alınan, tutuklananların hiçbirinin de bunu yaptığına inanmıyorum.

Burada mesele suçun ve suçlunun tanımının evrensel ve demokratik standartlarda olup olmaması.

Kürt meselesinin ve Kürtlerin mücadelesinin tanınıp tanınmamasıdır. Mağdur olmuşluğun arkasına sığınan AKP'nin artık mağdur ettiği gerçeğinin sadece belli gruplarca değil toplumun tüm kesimlerince görülmesi gerektiğidir önemli olan.

Kürt meselesinde arpa boyu yol alınmadığı görülüyor, tam aksine toplumun ve Kürtlerin bazı kesimlerinde hani belki bu sefer gerçek olur diye umutlananların hayal kırıklığı gittikçe artmakta.

Belirsizlik ve muhatap bulamamak, işine geldiğinde devlet gibi işine geldiğinde mağdur olmuş bir siyasal oluşum gibi hareket eden iktidar sahiplerini anlamak acı ama bu topraklarda siyasetin nasıl yapıldığını bir daha hatırlatmaktadır.

Sıfır sorun, sıfır muhalefet ve bunun adı toplumsal barış ya da Kürt sorununun çözümüyse, o zaman daha çok şeyler göreceğiz gibi. Ama bunları yaparken sevgili Turgut Uyar'ı 1970 yılından bir şiiriyle de yad edelim yine:
Yokuş Yol'a

"güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan
dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar
dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan
Kürdistan'da ve Muş-Tatvan yolunda bir yer kanar

Muş - Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan

eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar

sen bir yaz güzelisin, yaprakların ekşi, suda yıkanırsan

portakal incinir, tütün utanır, incirler kanar

bir yolda el ele gideriz, o yolda bir gün usanırsan

padişahlar ve Muşlar kanar, darülbedayiler kanar

Muş - Tatvan yolunda bir gün senin akşamın ne ki

orada her zaman otlar otlar ergenlikler kanar

el ele gittiğimiz bir yolda sen gitgide büyürsen

benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar" (AA/HK)
 
* Ahmet Aliş Boğaziçi Üniversitesi, Atatürk Enstitüsü, Modern Türkiye Tarihi bölümü doktora öğrencisi.

HPG Gerillası Ebru Mohikancı Son Yolculuğuna Kadınların Omuzlarında Uğurlandı


İstanbul - Hakkâri'nin Çukurca İlçesi'nde çıkan ve kimyasal silah kullanılan çatışmada yaşamını yitiren HPG gerillası Ebru Muhikancı'nın (Eylem Ararat) cenazesi binlerce kişi tarafından İstanbul'da defnedildi. Muhikancı'nın cenazesi kadınlar tarafından omuzlarda taşındı.

Hakkâri'nin Çukurca İlçesi'nde 22-24 Ekim tarihlerinde kimyasal silah kullanılan saldırıda hayatını kaybeden 24 HPG gerillasından biri olan Kars nüfusuna kayıtlı Ebru Muhikancı'nın (Eylem Ararat) cenazesi Malatya'dan ailesi tarafından alındıktan sonra İstanbul'a getirildi. Ailesi tarafından dün akşam uçakla getirilmek istenen cenaze, "yer yok" gerekçesiyle uçağa alınmaması üzerine, ambulansa konularak karayoluyla İstanbul'a getirilmek zorunda kalındı. Öğlen saatlerinde İstanbul'a ulaşan Muhikancı'nın cenazesi, ailesinin yaşadığı Başakşehir'in Şahintepe Mahallesi'ne getirildi.

Kadınların çoğunlukta bulunduğu bini aşkın kişi tarafından karşılanan cenaze, burada bulunan Mele Ömer Camii'ne götürülerek, dini vecibeleri yerine getirildi.

Cenaze törenine BDP Eş Genel Başkanı Gülten Kışınak, BDP İstanbul milletvekilleri Sırrı Süreyya Önder ve Sebahat Tuncel de katıldı.

Dini vecibeler yerine getirildikten sonra ikindi namazına müteakiben Muhikancı'nın cenaze namazı kılındı. Cenaze namazının ardından ise Muhikancı'nın tabutu, cenaze arabasına konularak onlarca araçlı konvoyla Sultangazi İlçesinde bulunan Habipler Yayla Mahallesi Mezarlığı'na götürüldü.

Mezarlık girişinde Muhikancı'nın tabutu kadınlar tarafından omuzlara alınarak defnedileceği mezara doğru götürüldü. Tabutun arkasında yürüyen kitle ise Muhukancı'nın posterlerinin yanısıra PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın posterleri ile Demokratik Konfederalizm bayrakları taşıdı. Yürüyüş esnasında "Şehîd namirin" sloganı atıldı. Yürüyüşün ardından cenaze dualar eşliğinde defnedildi. Ardından ise Gülten Kışanak bir konuşma yaptı.

EBRU NEDEN DAĞIN YOLUNU TUTTU?

Kürt halkının artık tahammülünün kalmadığını ve bu kaybın artık son bulmasını istediklerini belirten Kışanak, herkesin kendine, "Ebru daha gencecikken, neden dağın yolunu tuttu?" sorusunu sorması gerektiğini söyledi. Bu soruyu sormayanların insanlıklarını sorgulanması gerektiğini ifade eden Kışanak, "30 bin gencimizi yitirdik, kimse niye dağın yolu tutuluyor diye sormuyor. Kürt halkının diğer halklardan eksik bir yanı mı var? Niye hala dilini konuşamıyor. Bu gençlerin ölümüne sebep olan inkârcı zihniyet mahkum olmak zorundadır. Artık kendisine insanım diyen herkesin intikam laflarını bir kenara bırakarak, düşünmesi gerekir" dedi.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün "Misliyle cevap verilecek" sözüne atıfta bulunan Kışanak, "Bunu diyenleri Ebru'nun fotoğrafına 5 dakika bakmaya çağırıyorum" dedi.

‘SÖZÜN TÜKENDİĞİ YERDEYİZ’

"Sözün tükendiği yerdeyiz" dahi diyemediklerini, bu durumda bile çözüm için bir şeyler söylemeye çalıştıklarını dile getiren Kışanak, "Ebru sana karşı bu sorunu çözemediğimiz ve sizleri yaşadığımız için mahcubuz. Bu ülke barışa kavuştuğunda size olan borcumuzu o zaman ödeyeceğiz" şeklinde konuştu.

ACIMIZ ÇOK BÜYÜK


Kışanak'ın ardından Muhikancı'nın annesi Birgül Muhikancı da kızının mezarı başında kısa bir konuşma yaptı. Anne Muhikancı, duygularının, "Bu ülke kirli savaşta binlerce gencini kaybetti. İsrail bir tutsak için bin Filistinli tutsağı veriyor. Bu ülkede ise hala kan ve gözyaşı devam ediyor. Benim yüreğin yandı, ama başka anaların yüreği yanmasın. Acımız çok büyük" sözleri ile dile getirebildi. Konuşmaların ardından "Şehît namirin" sloganı atan kitle mezarlıktan ayrıldı.

'Bağımsız Kürdistan' Referandumu

Hewler - Federal Kürdistan Bölgesi’nin bağımsızlık ilan etme talebini referanduma götüreceği öğrenildi. Barzani, Kürdistan halkının referandum yoluyla bağımsızlık istemesi halinde ne olursa olsun destek vereceklerini söyledi.

ABD’nin askeri güçlerini yıl sonuna kadar Irak’tan çekeceğini açıklamasının ardından Kürtlerde de bağımsızlık tartışmaları yaygınlaştı. Federal Kürdistan Bölgesi’nin bağımsızlığını ilan etmek için referanduma hazırlandığı öğrenildi. Bağımsızlık talebinin referandumla onaylanmasının ardından Federal Kürdistan Bölge hükümeti de bağımsızlık ilan edecek. Bağımsızlık için yapılacak referanduma ilişkin hükümetin de belirli hazırlıklar yaptığı belirtildi.

TOPLANTILAR YAPILDI

Federal Kürdistan Bölgesi’nin hükümet partisi KDP’nin, “mektep siyasi” denen yöneticileri ve peşmerge güçleri ile toplantılar yaptığı ve bağımsızlık kararı alınmasına dönük referanduma gidilmesi için çalışmalar başlattığı öğrenildi. Ayrıca Federal Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesut Barzani’nin de yaklaşık 20 gün önce Kürt illerine yaptığı bölge gezisinde de nabız yokladığı belirtildi. Federal Kürdistan Başkanı Behram Salih, Barzani’nin oğlu İstihbarat Başkanı Mesrur Barzani ve KDP Mektep Siyasi Polit Büro üyesi Fazıl Mirani de çeşitli açıklamalarında Kürtlerin bağımsızlık hakkı olduğunu belirtmişlerdi.

ÇALIŞMALAR HIZ KAZANDI

Yapılan açıklamaların yanısıra çeşitli kurum ve kuruluşlar da, bağımsızlık ilanına ilişkin çeşitli eylem ve etkinlikler düzenleyerek, konuyu sürekli gündemleştiriyor. Örneğin, İnisayitifa Ala Kürdistan (Kürdistan Bayrağı İnisiyatifi) bağımsız devlet için kamuoyu yoklaması yaparak, çeşitli eylemliliklerle gündemleştirirken, Kürdistan Parlamenterler Birliği Başkanı Nimet Abdullah da, “Kürdistan Devletinin Kurulmasının Yol Haritası” ismiyle Kürtçe ve Sorani lehçesi ile Türkçe ve Arapça broşür hazırlayarak, dağıttı. İngiltere’de de bağımsızlık talebi için imza kampanyası başlatıldı.

BARZANİ’DEN SİNYALLER

Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesut Barzani ise son yaptığı açıklamalarda bu konuyu sürekli gündeme getirmesi de dikkat çekerek, hazırlıklara hız verildiği yorumlarına neden oldu. Peymaner Ajansı’na göre Alarabiya internet sayfasına mülakat veren Kürdistan Bölge Başkanı Mesut Barzani, Kürtlerin Irak’ın toprak bütünlüğüne bağlı olduğunu ancak bağımsızlığa da hazır olduklarını ifade ederek, “Ancak Kürdistan halkı bir referandum yoluyla Kürdistan’ın bağımsızlığına oy verirse, buna destek vermeye ve sonunda savaş olsa bile böyle bir kararın bedelini ödemeye hazır olduklarını” söyledi.

141. MADDE KAPSAMI BELİRSİZ

Bağımsızlık söylemlerine karşın, bunun nereleri kapsayacağı, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı ancak Federe Kürdistan’a dahil olmayan Kerkük, Bedre, Mendeli, Şaraban, Celewre, Xaneqin, Diyala, Düzxurmato, Kifri, Maxmur, Şengal, Dibiz, Gilara’nın (Musul) durumunun ne olacağı ise henüz tartışılmıyor. Irak Kürdistanı’nın yüzde 41’ine tekabül eden bu merkezler, şu an 141. madde kapsamında yer alırken, güvenliği hem Irak merkezi hükümet hem de bölgesel hükümet tarafından sağlanıyor.

ANF NEWS AGENCY

Gerilla Cenazelere Yapılanlar İnsanlık Suçudur

Batman - DTK ve BDP'nin çağrısı üzerine Malatya'da bekletilen 23 cenaze için Batman'da yapılan protestoda konuşan DTK Koordinasyon Kurulu Üyesi Ayla Akat Ata, cenazelere yapılanların insanlık suçu olduğunu söyledi.

Batman'da, Demokratik Toplum Kongresi (DTK) ve BDP'nin çağrısı üzerine Malatya'da bekletilen 23 cenaze için basın açıklaması yapıldı. Belediye binası önünde yapılan açıklamaya, DTK Koordinasyon Kurulu Üyesi ve Batman Milletvekili Aya Akat Ata, Diyarbakır Milletvekili Nursel Aydoğan, BDP Batman İl Eş Başkanları Saadet Becerikli ile Şehmus Aslan, Batman Belediye Başkanvekili Serhat Temel'in yanı sıra yüzlerce kişi katıldı.

"İntikam", "Şehîd namirin" ve "Bijî Serok Apo" sloganlarının atıldığı protesto eyleminde konuşan BDP Merkez İlçe Yöneticisi Mahfuz Altınışık, yaşanan çatışmaların bir an önce bitmesi gerektiğini dile getirerek, askeri operasyonlara tepki gösterdi. PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın da aylardır görüştürülmemesinin barışın önünü kapattığını ifade eden Altınışık, Malatya'da bekletilen cenazelere yönelik uygulamaya da tepki gösterdi.

Ardından konuşan DTK Koordinasyon Kurulu Üyesi Ayla Akat Ata, siyasi operasyonlara dikkat çekerek, "Bizi korkutamazlar" dedi. Malatya'daki cenazelere yönelik uygulamayı hatırlatarak, bunun insanlık suçu olduğunu söyleyen Akat Ata, "Yaklaşık 4 aydır operasyonlar devam ederken iki tarafın anneleri ağlıyor, gözyaşı döküyor. Bunu artık AKP hükümeti çözemez. Bunu ancak Kürtler, Türkler, Çerkezler, Araplar, şiddeti tırmandıran AKP hükümetine karşı direnerek çözeceğiz. Ya direniş, ya direniş ya, direniş diyoruz" dedi.

Açıklamanın yapıldığı yerde çok sayıda polisin bulunması dikkat çekti. 

Türk ordusunun çatışmalarda hayatını kaybeden gerillaların cenazesine işkence yaptığını söyleyen BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, “Bunlar kanla abdest alıp göstermelik namaza duran üçkâğıtçılardır. Eğik bir baş olarak yaşamaktansa yanık iki ayak olmayı tercih eden gençler bizim onurumuzdur. Onların cenazelerine sahip çıkmak bizim onurumuzdur’’ dedi.

Mersin’de yapılan BDP Kongresi BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın yanı sıra BDP Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü, Akdeniz Belediye Başkanı Fazıl Türk, KESK temsilcileri ile çok sayıda kişi katıldı.

KCK operasyonları kapsamında parti yöneticilerinin gözaltına alınmasını kınayarak konuşmasına başlayan Demirtaş, “Siyasi soykırım operasyonlarına en güzel cevap bu kongredir. Onların zindanları mı büyük, bizim kongrelerimiz mi büyük görsünler. Mersin İl Başkanı Cihan Yılmaz da dahil yüzlerce arkadaşımız içerde. Onlar halkı en iyi şekilde temsil ettiler, şimdi de zindanlarda başları dik temsil etmeyi sürdürüyorlar. Mersin’de BDP bitecek diyenler bitecek, BDP dimdik ayakta kalacak” dedi.

CESETLERE İŞKENCE YAPILDI

Türk ordusunun Hakkâri’de ve sınır ötesinde sürdürdüğü operasyonlarda hayatını kaybeden gerillaların cenazesine işkence yapıldığı vurgulayan Demirtaş şöyle dedi: “Biz barış olsun diye uğraşıyoruz. İlle de savaş olsun diyorsanız bunun da bir hukuku, bir ahlakı vardır. Dünyada çok az savaşta cenazelere işkence yapılmıştır. Çok az sayıda cenazelerin beden bütünlüğü bozulmuştur. Bunlar 1990’larda da yaşanmıştı, bugün de yaşanıyor ama medya duyarsız kalıyor. Hükümetten zaten duyarlık beklemiyoruz. Bunlar kanla abdest alıp göstermelik namaza duran üçkâğıtçılardır. Eğik bir baş olarak yaşamaktansa yanık iki ayak olmayı tercih eden gençler bizim onurumuzdur. Onların cenazelerine sahip çıkmak bizim onurumuzdur” diye konuştu.

BDP’nin bir halk hareketi olduğunu söyleyen Demirtaş, bu hareketin sürekli barıştan yana tavır koyduğunu ama ‘barış dilencisi’ olmadığını kaydetti.

Konuşmasında Demirtaş şunları söyledi: “Barış olacaksa bizi dilimizle, kültürümüzle, coğrafyamızla, köyümüzle biz olarak kabul edeceksiniz. Kürt halkı, Kürdistan coğrafyasının gerçeğidir. Bir Türk çocuğunun ne hakkı varsa, bir Kürt çocuğu da o hakka sahip olmalıdır. Kürtler Kürdistan’da Kürtçe yaşar. Kürtler, kendi anavatanlarında özgürce yaşar. Bitti. Nokta. Bunun dışında hiçbir çözümü kabul etmiyoruz. Bedeli neyse ödemeye hazırız. Biz haklarımızı alacağız. AKP’ye, Erdoğan’a, bunların yeşil Ergenekon’una, imamın ordusuna rağmen alacağız.”

‘ERDOĞAN, ZALİMLERİN SESİ OLDU’

2002 yılında ''mazlumların sesi'' olma vaadiyle iktidara gelen Başbakan Erdoğan’ın bugün ‘zalimlerin sesi, devletin ve Türk ırkçılığının temsilcisi’ haline geldiğini savunan Demirtaş, Erdoğan’ın Kürt sorununa bakış açısının 1990’lı yıllardaki Çiller dönemine benzemeye başladığını kaydetti.

Demirtaş, “Ya bitecek, ya bitecek diyenler bitti, BDP 36 milletvekiliyle mecliste. Hani bitecekti? Bunlar da tutuklayarak bizi bitirecek. Sizin hukuksuzluğunuz sizi bitirir, bizi bitirmez. Bunu unutma Başbakan. Kim bitecek göreceğiz. Ne kadar cezaeviniz varsa iki katını yapın, hepimizi içeri atın. Yapmazsanız namertsiniz. Bakalım kim bitecek” ifadelerini kullandı. 

Cengiz Çandar: ''Ben de PKK Olsam Silahlarımı Teslim Etmem''

Londra - İngiltere parlamentosu'nda düzenlenen “Türkiye ve Demokrasi” konulu panel için Londra'ya gelen gazeteci Cengiz Çandar güncel konulara ilişkin görüşlerini dile getirdi. AKP hükümetinin müzakereleri başlatmak için yeterli iradeye sahip olmadığına dikkat çeken Çandar, ''PKK'nin gücü şu an Çukurca baskınından gelmiyor. Siyasi alandan geliyor. PKK silahları teslim etsin olmaz. Ben PKK olsam ben de silahlarımı teslim etmem'' dedi.

Gazeteci Çandar Türkiye Araştırmalar Merkezi'nin 26 Ekimde İngiltere Parlamentosu'nda düzenlediği “Türkiye ve Demokrasi” konulu panelin konuğuydu. Son olarak Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı (TESEV) için Kürt Raporu’nu hazırlamasıyla dikkat çeken Çandar, gazeteci Hasan Uşak ile Çilem Dalgıç’ın sorularını yanıtladı.

“Kürtler ile Türklerin psikolojik olarak ayrıldığı ve bunun fiziksel ayrılıktan daha tehlikeli olduğu” tezinin kendisine ait söyleyen Çandar “2009 yılında, açılım başladığında özel bir görüşmemizde bunu cumhurbaşkanımıza da söyledim. PKK'nin bu açılımı bozmak isteyeceği ve benim gibilerin açılımın selameti için örgütü eleştirmem gerektiğini söyledi” dedi.

'AÇILIM İÇİN ÇOK GEÇ'

TESEV için yazdığı Kürt raporunda birkaç önemli husus üzerinde durduğunu söyleyen Çandar “Bir tanesi PKK ile Kürt sorununun ayrılamayacağı. Kürt sorunu PKK olmadan önce de vardı. Kürtler ve PKK bir binden ayrılamaz, artık çok geç. 10 yıl önce kültürel haklar noktasında gerekenler yapılsaydı, olabilirdi. Artık çok geç” dedi. Çandar’ın uyarıları devamla şöyle:

“Devlet yarın sabahtan itibaren Kürtçeyi okullarda serbest bıraksa, hatta aşırıya gidelim Türkçenin yanında resmi dildir dese ve demokratik özerklikten kast ettiğinizi anladık, il genel meclislerinizi kurun hatta bayrağınızı da koyun diye eklese, gene bu sorunu çözemezsiniz. Çünkü aradan geçen zaman için de 40 bin insan öldü diyoruz.

Bu 40 bin kişinin 30 bini PKK'li. Binlerce kişi hapis, binlerce kişi Avrupa'da diaspora yaratmış durumda. Bu kişilerin aileleri var. Bütün kültürel hakları versen bile bu insanlar kabul etmez. Çünkü dağdaki kişi veya hapisteki onun oğlu, abisi. Onlara ne olacak? En sonunda da “Benim bir liderim var, Abdullah Öcalan o hapis. Sen bana bunları veriyorsun ancak o ne olacak? Bana verdiğin bu hakları elde etmek için başkaldırdı ve o şimdi hapiste’ diyecektir.”


‘PKK SİLAHLARI TESLİM ETMEZ’

Sorunu çözülmesi için devletin PKK ile müzakere etmek zorunda olduğunu söyleyen gazeteci Çandar, AKP hükümetinde bu görüşmeleri devam ettirecek bir iradenin olmadığına dikkat çekti. PKK ve Öcalan için farklı bir dilin yavaş yavaş oturtması gerektiğini belirten Çandar şöyle konuştu:

“PKK'nin gücü şuan Çukurca baskınından veya falanca yere mayın koymaktan gelmiyor. Siyasi alandan geliyor. PKK silahları teslim etsin olmaz. PKK elinde silahları olduğundan siyasi anlamda da güçlü. Ben PKK olsam ben de silahlarımı teslim etmem. Ben vazgeçtim alın silahları demek teslim olmaktır. PKK bunu yapmaz. PKK'nin silahlarını teslim etmesinin gerçekçi olmadığını, şuan ki siyasi gücünün kaynağının da silahlarının elinde olmasından ötürü olduğunun farkındayım. Fakat silahları bırakmamak ile ateşlememek arasında fark var. Silahı bırakmak sorun çözüldüğünde olacaktır.

'ÖZAL YAŞASAYDI SORUN ÇÖZÜLÜRDÜ'


Emre Uslu'nun ismimi vermeden yaptığı bir polemiği hatırlataran Çandar “Benim için yanıldığı nokta şu diyor; KCK siyasi alan için değil, dağa adam taşımak için var. Tabii ki KCK'nin bu yönü var. Ancak KCK diye bir örgütlenme olmasa bile dağa gidilecek organizma kurulur” dedi. “Özal yaşasaydı Kürt sorun çoktan çözülürdü” fikrine ilişkin ise Çandar şunları söyledi:

“Ben Özal ile ölümünden birkaç saat önce bile bu meselenin çözümüne dair görüşlerini paylaşmış birisiyim. Ama bir yandan da bu mesele söz konusu olunca Özal ile bu derece yakın ve onu çok seven biri olarak, benim, bambaşka olurdu demem beklenir. Ancak onu demiyorum. İki nedenle: Yazılmamış tarih tarih değildir. Bilmiyoruz, çünkü öldü. Bilmediğimiz bir şeye dair olurdu demek manasız. İkincisi Özal çok yalnız bir adamdı. Devlet sistemi böyle bir şeye hazır değildi.”